Yalnızlık Solun Kaderi Değildir

Bitti işte…
Sonunda, bitti…
Tekmil ağaçları yerinden oynatarak, bütün ölçüm araçlarının ibrelerini eğerek esip gürleyen futbol fırtınası, kesildi. “Necip Türk Milleti” bayrak sallamaktan yoruldu ve bir sabah yeniden işine gücüne döndü; kriz numarasıyla ücret ödemeyen patronlar, lanet olası müdürler, kesekağıdının en dibine itilerek gizlenen çürük meyveler, kapıda karnı ağrıyormuş gibi sıkıntıyla durup rüşvetini beklerken numara yapmakta Rivaldo’yu çok gerilerde bırakan elektrik idaresi memurları, milli bıçakla kesildiği yerden yeniden başlayan karı-koca kavgaları…
Mevsim normallerindeyiz…
“Kalite çemberleri” sistemi çerçevesinde şanslı bayilerini de Japonya’ya götüren seramik patronlarının kızları, yüzlerindeki boyaya gözyaşı karıştırıp medyatik olurken, aynı fabrikanın işçilerinin de elde bayrak sokaklarda koşuşturup durduğu bir “bütünlük” hali, geride kaldı… Evli evine, köylü köyüne! Kaçan goller için ağlanabilir; ama seramikçi kızımız, kimilerini işten atmak zorundaysa eğer, kader utansın… İşin bedava kısmı her zaman “milli”dir; şimdi özel bölümdeyiz. Örneğin, İlhan Mansız’a ilk gün Taksim’de dokunduysanız iyi, ikinci gün Laila’dadır ve orası her türden çulsuz için tekin sayılmaz, kapıdaki korumalarla aynı mahalleden olabiliriz ama boy ortalamaları bizi aşar!

***
Bitti… Ama geride sorular kaldı yine de. Sosyalistlerin bütün bu kargaşa sırasında yaşadıkları yarı-şizofrenik ruh hali kaldı örneğin. Kalabalıkların arasında kendini yalıtılmış hissetme, hatta zaman zaman tacize uğrama duygusu, sevinse mi sevinmese mi arasında kalmış bir köprü üzerinde “yenilseler de kurtulsak” mırıldanmaları…
Bir yanda, bizim mahallelerimizden çoktan taşınmış olanların “halktan kopukluk-kapalı devre solculuk” üzerine boş ukalalıkları ve “hayat adamı” öğütleri: Bükemediğin bileği öp ve TV’nin karşısına geç!
Diğer yanda Taksim’de yalnızca gövdesi değil, ruhu ve inandığı perspektifleri de ezilme tehlikesi geçiren solcu entelektüelin kabuğuna çekilişi, kitlelerden nefreti: Her şeye ve herkese lanet!
Ve elinden geleni yapmaya çalışanlar; sosyalist dergilerin makalelerinde Salazar’ın “3 F” formülüne yapılan atıflar, kitle kültürüne yöneltilen eleştiriler ve fakat bütün bunların Ümit Davala’nın kafa gollerini engelleyememesi sonucunda Sosyalist Barikat’ın 2. sayısının baskısında olduğu gibi matbaa işçilerinin bile köşedeki kahveye takılıp işi asmaları hali: Halkımızın dergi okuyacak vakti yok!
Sonuçta, bizim kitlelerin gitmesini istediğimiz yer ile onların akın akın gittikleri yer arasındaki çelişme apaçık ortada.
Üstelik bütün o sokakta gördüklerimizle bizim sokağa çıkarmak istediklerimizin aynı insanlar olduğu da kesin; salt bizim çağrımızla gerçekleşmediği, gerçekleşmeyeceği artık iyice belli olan “genel grev” de buna benzer bir şey olmalı…

***
Deveyi gütmeyeceğiz… Diyardan gitmeye ise hiç niyetimiz yok! Bu coğrafyada, bu topraklar üzerinde, bu insanlarla yürümek, onları ve kendimizi değiştirerek yürümek bizim işimiz.
Akılları iflas ettiren bir vicdansızlıkla bir yandan adım atamayan, konuşamayan bir adamı başbakan olmaya zorlarken, diğer yandan düzene yeni memurlar arayanlar yürüyüşümüzü günlük bir şey sanıyorlar.
Artık ekonomik bir şey olmaktan çıkıp düzen politikacılarının burnunu sürterek eğitme aracı olmaya başlayan borsa oyunlarıyla merkezin birliğini ayakta tutmaya çalışanlar ve her türden uç davranışı “cezalandıranlar” gül bahçelerini dikenden arındırabileceklerini sanıyorlar. Ekonominin ve halkın sert çözümlere, fazla tansiyona ihtiyacı yok! Yüksek tansiyon felç yapar! Yüksek sesle her gün manşetlerden söyledikleri budur.
Kitlelerin, yani şu bayrak sallayanların artık toplumsal mücadele ve devrim yapma kabiliyetlerini yitirmiş olduklarını, öyleyse “demokrasi”nin bu ülkeye yalnızca Çankaya’daki elçilik kapılarından gelebileceğini herkese yutturmaya çalışan AB taşeronları da aynı yanılgının peşindedirler.

***
Peki ama yalnızlık…
Eğitir mi insanı gerçekten?
Bazen, evet… Lakin, şarkıda söylendiği gibi, “çürütür de sonra…”
Biz, yalnızlık için yola çıkmayız. Ama henüz kulaklarını bize açmamış olan kalabalıklardan umut kesme hakkımız olmadığı gibi, sürüye katılmaya da o kadar mecbur değiliz.
Çünkü sosyalist olmak, başka bir dizi şeyin yanında, aynı zamanda bir vicdan ve ahlak sorunudur ve sen eğer sol önce bir güçlensin bakayım diyorsan, gerçek bir sosyalist değilsindir; olmaya da niyetin yok demektir. Sosyalist olursun ya da olmazsın, bir düşünce akımını benimsemek için onun doğruluğunu değil de o momentteki gücünü ölçüt olarak alıyorsan, bunun adı güce tapınma ve alçaklıktır.
Bu, başka konu… Kitlelerden nefret eden sinik entelektüel tavrı ise başka bir şey. İki yola da girmek niyetinde değiliz, olmamalıyız.
Biz, bütün bu kargaşanın arasında, kendimize ait yeni bir yoldan, dünyayı ve yaşadığımız toprakları çözümleyerek, bu çözümlerden doğru müdahale biçimleri çıkararak yürüyeceğiz. Bir inşa sürecinin ilk adımlarındayız ve o ilk adımlar geleceği belirleyecektir.
Bu, bizim tarafımızdan çizilmiş bir çizgidir, öyle olmalıdır. “Biz ve başkaları” kurgusu, her zaman ve her koşulda megolamani değildir; ayrımın koyulması, sınırların belirlenmesi ve buna riayet edilmesinin sağlanmasıdır. Ancak arkası dolmadığında, çizgi gerçekte silinmiş olduğu halde var gibi görünür. Ancak o zaman, arasına türlü çeşitli tireler ve kesmeler koyarak çoğaltıp durduğumuz sıfatlar ve isim tamlamaları gerçek bir boşluğa düşerler, yabancılaşarak bizden uzaklaşırlar, iğreti elbiseler gibi üstümüzden kayıp giderler. Bu, bizden uzaktır; uzak olsun!
Ama bu, büyük ve şüphesiz zalim bir aynanın önünde durmaya katlanmak demektir, doğru; gerçek boyutlar, gerçek kırışıklıklar ve yine gerçekliğinden hiç kuşku duymadığımız pırıltılı gözbebeklerimizle…
Ve evet, karmaşık, sıkıntılı ve elbette keskin kılıçların hasretiyle sabırsız bir düğümle karşı karşıyayız. Tahammül denilen günah tarafından küflendirilmiş ve artık ince, narin parmakların kılı kırk yaran dikkatiyle çözülmekten umudunu kesmiş bir “Gordiom” düğümü…
Ve evet, barutu sıkıştıran, sıkıştırdıkça kendisine hız ve tahrip gücü yükleyen bir çelik parçasıdır bu.
Suyunu kendi kanından alan, öldürücü bir parçalanma için mümkün olabilecek en uç noktaya dek yoğunlaşan bir çelik…
İşte tam oradayız. Ne Yapmalı’nın “elele tutuşarak geçilen” bataklığının giriş kapısında ve Kesintisiz’in “sarp, engebeli, dolambaçlı” yolunun yeniden en başında…
Ve elbette, sadık dostumuz Rosinante’nin üstünde…
Yolumuz açıktır, aydınlıktır.
Gelecek ellerimizdedir!