Bugünlerde olup bitenlerin tarifinde aşağı yukarı herkes hemfikir olmalı: Türkiye tarihi günler yaşıyor. Büyük bir hızla erken seçim kararı alarak bir anlamda kendini feshetmiş olan meclis, geceli gündüzlü çalışarak AB için gereken “ev ödevlerini” tamamladı. AB sürecinin bayraktarlığını yapan Radikal’e göre “tarihin akışı değişmiş” durumda. İç sayfalarda, göstericileri yerde sürükleyen polis fotoğrafının altında ise şöyle yazıyor: “Artık bu görüntülerin azalması bekleniyor!”
Soldaki AB taşeronları memnun olmalı; alt tarafı iki gecede demokrasiye kavuştuk! Gerçi mezarlıkta anma yapmak isteyen aileleri yakapaça götüren Sarıgazi jandarması henüz bu durumdan habersiz görünüyor ama olsun, zaten bu demokrasi türü de herkes için değil.
Şimdi seçimler geliyor. Soluğunu tüketmiş, sıfır itibara sahip politik kadrolar, yenilenecek. Hiçbiri diğerinden çok farklı oy potansiyeline sahip olmayan, hepsi aynı merkez politikalarını uygulamakla görevli partilerden istenen yarar sağlanamadığından, yeni oluşumlar denenecek; yeni yüzlerle belki biraz durum kurtarılacak.
Oligarşinin çıkış harekâtı
Bu topraklarda ikamet eden herkes, artık herhalde en azından şu konuda hemfikirdir: Kesinlikle can sıkıcı, durgun ve ağırkanlı bir ülkede yaşamıyoruz! Siyasal bilimler kürsülerinde “istikrar” denilen -hiç görmediğimiz için bizim pek tarif edemeyeceğimiz- durum, bu topraklarda barınamıyor. Ülke, tabii ki bir biçimde yönetiliyor; ama bu işlemin IMF, ordu ve medya tarafından işgal edilmiş alanlar dışındaki bölümü artık o kadar kolaylaştırılmış halde ki, hükümete pek benzemeyen bugünkü şu biçimsiz nesne bile bunu becerebiliyor. Daha doğrusu, politik-iktisadi krizi çözmek diye bir dertten uzun süredir vazgeçilmiş olduğu için, durumu idare etmek için elde ne varsa onunla yetiniliyor. Ama “istikrar” başka bir şey; yarın sabah neyle uyanacağımız konusundaki belirsizliğe denk düşüyor biraz ve bu topraklarda hiçbir sabah diğerini tutmuyor.
Ama yine de artık Hasan Mutlucan türküleriyle uyandırılmadığımız kesin; çünkü çoktandır bu işin başka yöntemleri bulundu. Örneğin 28 Şubat’ta olduğu gibi başbakan ve bakanları 9 saat rehin alıp posasını çıkardıktan sonra gerekli kararların altına imza attırmak, geçtiğimiz yıllarda tanık olduğumuz yeni türden bir darbe yöntemiydi; durduk yerde tank gezileri yapmak ya da Dünya Bankası’ndan Derviş’i keşfedip Türkiye’ye tayini için bağlı bulunduğu makama ricada bulunmak da bir başka biçimdi.
Geçtiğimiz ay, bunlara bir yenisi eklendi. Yıllardır Ecevit’in arkalarında bir yerde “karanlıklar prensi” gibi duran ve herkesin “tehlikeli adam” diye baktığı Hüsamettin Özkan, bir gün içersinde pozisyon değiştirdi ve istifa etti. Söylediğine bakılırsa çok haksızlığa uğramış ve sonunda “vefa”nın bir duygu değil “boza markası” olduğuna karar vermişti ama daha birkaç saat geçmeden işin rengi belli oldu. Sabancısever Kültür Bakanı İstemihan Talay başta olmak üzere bir dizi DSP’li düğmeye basılmış gibi, gemiyi terketme işlemini başlattılar. Her şey üç gün içinde olup bittiğinde, ancak o zaman sıradan insanlar da durumu anlayabildiler; bu bir “küskünler hareketi” değil, önceden tasarlanmış, sorulması gereken yerlere sorularak onay alınmış, aşama aşama uygulanması karara bağlanmış dört başı mamur bir operasyondu. Onca yıldır Ecevit’lerin sultası altında güzel güzel geçinip giden, bu süre içersinde hiçbir şahsiyet belirtisi göstermeyen bir grup insan, bir sabah artık durumu bir an bile katlanılamayacak kadar ağır bulmuş değillerdi elbette. İşin baştan hazırlanmış bir liste üzerinden yürüdüğü açıkça görülüyordu. Asıl üzerine oynanan isim olan İsmail Cem’in ise başından beri belirlenmiş olduğu kesindi. IMF memurunun durumu biraz karışık görünse de işin içinde olduğu konusunda şüphe yoktu.
Dün istifa, bugün parti! Program, kurucular, başvuru işlemleri… Özkök’e bakılırsa bu, “demokrasi tarihimizin en önemli olayı”ydı. Aynı günlerde rutin teftişini yapmak için gelen IMF sorumlusu Kahkonnen’in yalnızca kendi memuru Derviş’le şöyle bir sohbet edip gitmesi ve hiç kaygılıymış gibi görünmemesi öğreticiydi. Bu arada daha hızlı davrananlar da vardı; örneğin JP Morgan Chase Bank’ın bu kadroya yönelik açık kredi taahhüdünden söz edildiğinde, hemen açıklama yapıyordu. “Biz YTP iktidar olursa 10 milyar dolar veririz demedik ki; IMF programını uygulayacak, AB yanlısı bir hükümete veririz dedik!”
En ilginç olanı ise normal şartlar altında bakanın biri öksürse düşüp çıkıp dalgalanan borsanın gösterdiği tepkiydi. Durumu en iyi özetleyen, bu işin uzmanlarından biriydi: “Piyasa oyuncuları veya bireyler, sadece kendi bakışlarını değil, kendileri dışındaki ‘büyük çoğunluğun’ ne düşünüp ne yapacağını da hesaba katarak aldıkları kararlarla fiyatların yeni seviyesine neden oluyorlar… bir olgunun ‘olasılığı’ bile genhiş mali piyasa oyuncularının ‘oyları’ ile oylanıyor… bu yüzden mali piyasalardaki fiyatlar, birer ‘sopa’ haline gelebiliyor…” (Uğur Gürses, Radikal, 15 Temmuz 2002)
Gerçekten de tam doğru sözcük bu: Sopa! Ödüller ve cezalar…
Ve olaya böyle baktığımızda, tam anlamıyla planlı bir organizasyonla karşı karşıya olduğumuzu, yapılanların onayının önceden tekelci burjuvaziden ve emperyalist merkezlerden alındığını anlıyoruz. Esas kadro da bunu çok iyi anlatıyor zaten: Emperyalizmin iyi tanıdığı bir bakan, milletvekilinden çok istihbaratçıya benzeyen bir başkası ve nihayet IMF tarafından tayin edilmiş bir başkası…
Sonuncusu, zaten artık alıştığımız bir yöntemin ürünlerinden. Türkiye toprakları son elli yıldır, ABD üniversitelerinde yetişmiş “kurtarıcılar”ı tanıyor. Demirel’den Özal’a ve onun getirdiği prenslere dek hepsiyle birer birer tanıştık. Arada, 12 Mart’ta şöyle bir gönderilip beceremeyince yeniden IMF’deki görevine geri alınan (ve hâlâ da orada olan) Atilla Karaosmanoğlu’nu da anımsayıp oradan Derviş’e gelmek gerek. Bu bir gelenek; Arjantin’de de böyle uygulanıyor, Brezilya’da da. Bir gün çıkıp geliyorlar ve biz adlarını bile ancak o gün, havaalanında “kurtarmaya” geldikleri ülkenin basınıyla ilk karşılaştıklarında öğreniyoruz.
Sonuçta, oligarşi, çıkmaz sokak haline dönüşen bir kaosu böylece, siyasi vefa gibi gereksiz şeyleri de dışlayarak aşmış görünmektedir. DSP ve Ecevitlerden geriye ne kalmışsa artık onlar da bütün kullanılmış araçlar gibi çöplüğü boylamıştır.
Hesaplar ve olasılıklar
Hesap tutarsa eğer, bir yandan AB kapısı ve olanakları açılacak (bunun ne zaman olacağını kimse bilmiyor) diğer yandan Irak savaşına katılarak oradan hem konum hem de lejyonerlik maaşı kazanılacak, (henüz Afganistan maaşı olan 228 milyon dolar bile ödenmedi!) ve nihayet bütün bu karışıklık arasında şaşırtılmış olan seçmen kitlesine büyük bir medyatik atakla yüklenilerek yeni bir siyasi manzara oluşturulacak. Siyasetin köhnemiş odaklarını yenileme adı altında komplocular partisi YTP ve belki Baykal gibi başkaları, bu yenilenme sürecinin baş aktörleri olacaklar.
Bu arada komplo ve AB yasalarıyla aynı günlere Yüksek Askeri Şura da denk düşüyor ve orada da rutin çizginin devamını sağlayacak biri, Özkök, Genel Kurmay Başkanlığı’na geliyor. Bütün bu hesapların tutup tutmayacağı ise, doğrudan doğruya düzenin imkânlarına ve insanların ne kadar şaşırtılabileceğine bağlı.
TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı) ve Veri Araştırma şirketinin ortak kamuoyu araştırmasına bakılırsa büyük bir şaşkınlık ve karışıklık kitleler açısından devam ediyor. Biraz da yönlendirme amacı taşıyan bu araştırmalara göre, herkesin eskiden oy verdiği partiden nefret ettiği kesin. Eski partime yeniden oy vereceğim diyenlerin oranı bazı partilerde %10’u bile bulmuyor. Partilerin hiçbirine güven duymadığını söyleyenlerin oranı ise %46 civarında. Yani, kimin seçtirileceğinin ötesinde her şeyin kendi dışında olup bittiğine inanan insanların seçim sandığına nasıl götürüleceği bile bir sorun halinde.
İSO’nun araştırmasına göre, en büyük 500 sanayi kuruluşu 2001 yılında 32 bin kişiyi kapının önüne koymuş durumda. Kamu sektöründe istihdam gerilemesi % 7.1, özelde ise %5.7.
Öte yandan 2002’nin ilk üç ayı için yapılan hesaplamalarda, nüfusun %60’ının kişi başına milli gelirin altında olduğu görülüyor. Hesaplamalara göre, nüfusun en yoksul %20’lik bölümü dört kişilik aile başına 281 milyon lirayla yetiniyor. En zengin %20’lik grubun aile başına aylık geliri ise 2 milyar 314 milyon lira görünüyor. Tam bir iktisatçı darkafalılığının ürünü olan bu hesaplama yöntemi tabii ki gerçeği anlatmıyor. Yaklaşık 14’er milyon kişiden oluşan 5 gelir grubu üzerinden yapılan bu hesap, her şeyden önce ülkedeki kaymak tabakanın ne kadar dar olduğunu anlamıyor ve toplam sayısı birkaç bini bulan en üst kesimi 14 milyonluk bir grubun içine çekerek ortalama rakamlar yaratıyor ve gerçeği gizliyor. Ama bu eksik hesaplama bile, düzenin sınırlarını göstermesi açısından önemlidir. Bir ülkede, milli gelirin %5’ini en yoksul %20’lik grup alırken, %47.7’sini ise en zengin beşinci %20’lik grup alıyorsa, sorunun büyüklüğü ve dolayısıyla düzenin imkânları biraz ortaya çıkıyor demektir.
Ama öte yandan, aynı hesaplamalara mutlaka eklenmesi gereken bir başka unsur da düzenin başka imkânlarını anlamak bakımından önemlidir. Aynı araştırmalara göre, yaklaşık %50’yi bulan kayıtdışı ekonomi de bu sürece dahil edildiğinde, en zengin %20’nin aylık aile geliri 3 milyar 471 milyon, en yoksul %20’nin aylık aile geliri 422 milyon lira olarak görülebiliyor.
Bu mekanizmanın işleyişi ile oligarşinin yukarıda sözünü ettiğimiz yenilenme ve seçim hesapları arasında derin bir ilişki olduğu kesin. Aynı mekanizmalarla Radikal’in “azalmasını umduğu görüntüler” arasında da yakın bir ilişki mevcut.
Sonuçta, her düzen, kendi yoksullarını “ihtiyaç olduğu kadar” döver! Yani, sürekli bir milli kriz, zaman zaman derinleşerek zaman zaman birazcık belini doğrultarak varlığını devam ettiriyorsa, o ülkede kimin ne kadar dayak yiyeceği, sokakların ne zaman hareketlenip ne zaman taşların havada uçuşacağı AB yasalarıyla değil, hayatın yasalarıyla belirlenir.
Daha doğrusu, bütün bunlar, o ülkenin devrimci hareketinin ve ezilen sınıflarının ortaya koydukları, koyacakları performansla da yakından ilgilidir. “Kımıldamayanlar” zincirlerini hiçbir zaman “hissetmeyeceklerdir.”
Paşabahçe örneği ve süreç
Çok çarpıcıdır; meclisin tam kapasite çalışarak ülkeyi “demokrasiye kavuşturduğu” gece boyunca Türkiye’nin bir başka köşesinde, bir fabrika bahçesinde “sabahlayan” başka insanlar da vardı: Paşabahçe!
Ama ertesi gün meclise övgü manşetleriyle çıkan gazetelerin hiçbirinde, fabrikalarını, mahallelerini ve yaşamlarını korumak için direnen bu insanlarla ilgili tek satır yoktu.
Öyle anlaşılıyor ki, yapılan hesap, önce direnişi sessizliğe boğarak etki gücünü azaltmak, yavaş yavaş çözülmelerin oluşmasını beklemek ve sonra bir biçimde, bir bahane bularak sorunu “çözmek”tir. Bu arada, Paşabahçe işçisi, vazgeçerse eğer, işte ancak o zaman “hoş olmayan görüntüler” ekranlara yansımayacak, “demokrasi” nutukları atılabilecektir.
Sonuçta, Beykoz’dan bütün Türkiye’ye kadar aynı kural geçerlidir; direnmek ya da direnmemek, savaşmak ya da savaşmamak, herşeyi belirlemektedir, belirleyecektir.
Ezilen sınıflar ve devrimci hareket, bütün oyunları bozmak için gerekli potansiyel imkânlara sahiptir.
Tek yapılması gereken, önce bunun farkına varmak; sonra yeni bir çıkış tasarımı ve pratiğiyle sürece müdahale etmektir. Bu ise salt karşı çıkışlar, muhalif tutumlarla değil, doğrudan devrimci gündem yaratılarak başarılabilir.