UKRAYNA SAVAŞINDA YALANLAR, GERÇEKLER VE DEVRİMCİ TAVIR – I
F. Kızılırmak
„Biz küçük devletlerden yana değiliz. Biz dünya işçilerinin ‘kendi’ kapitalistlerinin ve öteki ülkelerin hepsinin kapitalistleri karşısında en sıkı birliğini savunuyoruz. Ama bu birliğin gönüllü olabilmesi için, hiçbir konuda Rus ya da Ukrayna burjuvazisine bir an için bile güvenmeyen Rus işçisi, dostluğunu onlara dayatmaksızın ama onlara, eşiti, müttefiki ve sosyalizm mücadelesindeki kardeşi olarak davranarak Ukraynalıların ayrılma hakkını savunuyor.” (Lenin)
„Savaşlarda ilk olarak gerçekler ölür“ belirlemesi tüm emperyalist ve gerici savaşlarda olduğu gibi, Ukrayna savaşında da en çarpıcı biçimde doğrulanıyor. Ukrayna savaşı ve arkasında yatan nedenlere ilişkin uydurulan yalanlar ve manipülatif haberler, burjuva medya ve hatta kimi sol medyada adeta havada uçuşuyor.
Ukrayna’daki savaşın emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşı olduğu ve dünya işçi sınıfı ve emekçi halkları için yıkımdan ve yeni düşmanlıklardan başka birşey üretmediği ve üretemeyeceği gerçeği apaçık ortadadır. Savaşa müdahale edecek bir devrimci iradenin olmadığı koşullarda kazananın sadece emperyalist güçlerin biri yada değişik ölçülerde her ikisi olacağı, halkların kanları, gözyaşları ve ölümler üzerinden oligarşilerin güç kazanacağı açıktır. Ve Ukrayna’daki savaşın ilk perdesi, Lenin ve SSCB’ye saldırı ile başladı. Emperyalist güçler, Ukrayna üzerinden paylaşım savaşına girişirken ilk saldırı noktası Lenin ve sosyalizm oldu. Bu nedenledir ki, sadece Ukrayna ve Rusya birbiriyle savaşmamaktadır. Her ikisi birden aynı zamanda Lenin ve sosyalizme karşı savaşmaktır.
Bu noktada, Ukrayna’daki emperyalist paylaşım savaşına ilişkin gerçekleri ve devrimci tutumu en temel soruları sorarak açıklığa kavuşturmak özel bir önem kazanmaktadır.
Öncelikle savaşın tarafları olan Ukrayna ve Rusya’nin dünya kapitalist sistemi içindeki yerleri ve toplumsal yapılarıyla başlayalım.
Ukrayna ve Rusya’nın Gerçekleri
1- Ukrayna devleti nasıl oluştu ve dünya sistemi içindeki yeri, formasyonu nedir?
Ukrayna ülkesi ve Ukrayna ulusu 1917 Ekim Sosyalist Devrimi’ne değin, Lenin’in deyişiyle bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sının sömürgesi bir ülke ve ulustu. Ukrayna, Ruslar gibi Slav kökenli bir halk ve ülke. Ancak ülkede farklı uluslardan küçük toplulukların yanısıra, büyükçe bir Rus toplulukta yaşamaktaydı. (Günümüzde nüfusun yüzde 17’sini oluşturan bir Rus ulusal topluluk Lugansk, Donbas, Odessa, ve Harkov gibi ülkenin güney ve doğu bölgelerinde yaşıyor. Şu anda Rusya’ya katılmış olan Kırım’ın da ezici çoğunluğu Ruslardan oluşuyordu. Ayrıca Ukraynalılar da dahil olmak üzere nüfusun yaklaşık 30’u Rusça kullanıyor.) Ekim Devrimi kararlı biçimde Çarlık Rusya’sındaki tüm ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıdı. Ve böylece Ukraynalı komünistlerin önderliğinde Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu ve bu cumhuriyet SSCB’nin bir parçası haline geldi. 1990’da SSCB’de reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte, diğer SSCB cumhuriyetlerinde olduğu gibi, Ukrayna’daki gerici güçler de Ukrayna’yı kapitalist bir devlete dönüştürdüler.
Günümüzde Ukrayna yaklaşık 50 milyon nüfusa sahip ve yüzölçümü olarak Avrupa’nın sınırlarının tamamı bu kıtada olan en büyük ülkedir. Nüfusunun ve işgücünün eğitim düzeyi oldukça yüksektir. Ülke, SSCB’nin çöküşünün ardından genel olarak yağmalanıp sanayisizleştirilmesine rağmen, hala SSCB’den kalan küçümsenemeyecek bir ağır endüstri (uçak motorları fabrikaları, nükleer santral teknolojisi ve yapımı, demir ve çelik fabrikaları vb.) altyapısına sahiptir. Tarım alanında dünyanın önemli ülkelerinden bir haline gelmektedir.
Ukrayna, 1990 başlarında SSCB’nin çöküşü ile birlikte yaşanan büyük toplumsal alt-üst oluş ve çöküşle birlikte hızla geriledi. Ülkede kapitalist sınıf henüz oluşum aşamasında olduğu için, iktidarı ele geçiren elit, başta Rusya’da benzer bir yolda olan Yeltsin kliğiyle ve ABD-AB emperyalistleri olmak üzere büyük emperyalist-kapitalist güçlerle işbirliği içinde, ülkenin tüm kaynaklarını yağmalayıp talan eden bir avuç tekelci, oligarşik kliğe dönüşerek kapitalizmi inşaya girişti. Ülkenin sınırlı kaynaklarının işbirlikçi tarzda yağmalanması Ukrayna’yı daha baştan yeni-sömürgeleşme sürecine sürükledi. Bu öylesi bir yıkım süreciydi ki, SSCB döneminde nisbeten refah içinde olan ülkedeki tüm altyapı satıldı ve/veya yıkıldı. Sanayi ve tarım altyapısının önemli bir bölümü yok edildi. Bu yıkımın ortaya çıkardığı açlık, yoksulluk ve temel hizmetlere erişimin ortadan kalkması nedeniyle yaşanan büyük çaplı ölümler ve bu durumdan kaynaklı olarak büyük bir nüfusun ülkeyi terk etmesi nedeniyle, 1990 başlarında 60 milyon civarında nüfusu olan Ukrayna, bugün 40-50 milyonlara (ülkenin nüfusu bile sürekli değişim ve hesap sorunları nedeniyle tam olarak belirlenemiyor) düştü. Aradan geçen 30 yıla rağmen, ülke nüfusu artmak bir yana ciddi bir düşüş sürecini hala yaşıyor. 2004’e kadar ABD ve diğer Batılı emperyalist güçlerin güçlü varlığına rağmen, Ukrayna esasta Rusya’ya bağımlı, onun hegemonyası altındaki bir ülkeydi. 2004’den günümüze kadar ise iktidar, oligarşi içindeki parçalanmalara bağlı olarak, Rusya yanlısı oligarşi fraksiyonu ile Batılı emperyalistler tarafından yönlendirilen oligarşi fraksiyonu arasında el değiştirdi. (2004-2008 arası Batılı emperyalistlere yakın bir hükümet, ardından 2008-2014 arası Rusya’ya yakın hükümetler iktidara geldi.) Ukrayna üzerindeki hegemonya savaşı büyük hız kazandı. 2014 yılında oligarşinin Batı yanlısı kanadı, Rus yanlısı yönetimin ve oligarşi kesiminin yolsuzluklarını, baskılarını gerekçe yaparak, Neonazi faşist güçleri de aktif biçimde devreye sokarak bir darbe gerçekleştirdi. Darbede Rus yanlısı oligarşi kesimleri ve yöneticileri tasfiye edildi. Sol hareket ve diğer demokratik muhalefet güçleri de yasak ve katliamlarla önemli ölçüde tasfiye edildi. (Darbe sırasında sadece Odessa kentindeki bir sendika binasında 50 sendikacı ve işçi Neonaziler tarafından yakılarak katledildi.) Ülkede ikinci resmi dil olan ve Rus ulusal topluluğunun ve Ukraynalıların küçümsenemeycek bir bölümünün kullandığı Rusça yasaklandı. Rus topluluğun tüm ulusal demokratik hakları ortadan kaldırıldı. Aynı biçimde Kırım’da bulunan küçük Tatar ulusal topluluğun da hakları kısıtlandı. Böylece, ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi ve Ukrayna oligarşisi içindeki ABD-AB emperyalizmi işbirlikçisi kanat, ülkeyi Batılı emperyalistlerin yeni-sömürgesi haline getirmek için kritik bir hamle yapmış oldu. Rusya’nın ve işbirlikçisi oligarkların, ülkeyi Rusya’nın yeni-sömürgesi haline getirme çabaları/hayalleri net ve ağır bir darbe yedi.
2- Rusya Federasyonunun siyasal ve toplumsal karakteri ve dünya sistemi içindeki yeri nedir?
SSCB’nin gövdesini ve sürükleyici gücünü Rusya FSSC oluşturmaktaydı. SSCB’de reel sosyalist sistemin fiili çöküşüyle birlikte iktidarı ele geçiren ve SSCB’deki yönetici bürokrasi içinde gelen sivil ve askeri klik, ülkede kapitalizmin inşası sürecini esas olarak ABD öncülüğündeki Batılı emperyalist güçlerin maddi ve siyasi desteği ve yönlendirmesiyle yürüttüler. Burada bir parantez açarak, SSCB’nin tasfiye edilmesi sürecinde halkın yaklaşımının/iradesinin nasıl biçimlendiğine de değinelim. Reel sosyalizmin çöküşünün ardından, SSCB’nin devam ettirilmesi ya da tasfiyesine karar verilmesi için yapılan referandumda Litvanya, Letonya, Estonya, Gürcistan, Ermenistan ve Moldovya dışındaki SSCB halklarının katıldığı referandumda, toplamda yüzde 80 ulaşan -Rusya’da yüzde 73, Ukrayna’da yüzde 71.5, Belarus’da 83.7, diğer SSCB cumhuriyetlerinin tümünde ise yüzde 90’ın üzerinde- bir ezici çoğunlukla SSCB’nin sürdürülmesi iradesi çıktı. Litvanya, Letonya, Estonya, Gürcistan, Ermenistan ve Moldovya’da merkezi hükümeti ele geçiren gerici, kapitalist klikler referandum yapılmasına karşı çıkmalarına, yapılırsa da halkın boykot etmesini istemelerine rağmen, hükümetlerden bağımsız olarak yapılan referandumlara halkın ezici çoğunluğu katıldı. Ve Ermenistan’daki yüzde 72.5’luk oy oranı dışında, diğerlerinin tümünde yüzde 95’i aşkın bir ezici çoğunluk SSCB’ye devam oyu verdi. Buna rağmen, Rusya, Ukrayna ve Belarus’da iktidarı darbeyle ele geçirmiş gerici kapitalist yolcu asker ve sivil klik ve diğerleri bu kararı tanımadı. SSCB’nin dağıtılması kararı aldılar. Putin bu kliğin parçasıdır.) Kısacası, SSCB’nin dağıtılması süreci, „demokrasi şampiyonu“ batılı emperyalistlerin desteğiyle, Rusya oligarşisinin halk iradesine karşı darbesi biçiminde gelişti. Bu zeminde egemen sivil-asker bürokrat klikle bütünleşmiş bir tarzda türedi bir tekelci kapitalist oligark sınıfı/grubu hızla oluşturuldu. Ülkenin muazzam ölçülerdeki sanayi ve finans altyapısı bedava ya da çok küçük fiyatlarla, Batılı emperyalistlerin mali ve siyasi desteğine sahip olan oligarklara devredildi. (Öyle ki, kimi devasa endüstriyel kompleksler 1 dolar gibi sembolik fiyatlarla bu oligarklara verildi.) Bu sanayi komplekslerinin önemli bir bölümü sökülerek hurda olarak satıldı. Petrol, doğal gaz ve askeri sanayi bu türedi oligarşiyi desteklemek için kapitalist devlet mülkiyeti olarak elde tutuldu. Bu süreçte, dünyanın en büyük sanayi ülkelerinden biri olan Rusya kısa sürede sanayisizleştirildi. Ülkenin tüm sanayi, mali, ticari, bilimsel ve tarım altyapısı çöktü. Ülkenin GSYİH 1990-95 yılları arasında yüzde 50 düştü. En temel ihtiyaçların karşılanması için bile Batılı emperyalistlerin mali desteğine (alınacak kredilere) muhtaç hale geldi. Ukrayna’da olduğu gibi, Rusya’da da 1990’dan 1995’e kadar adeta küçük çaplı bir soykırım yaşandı. Milyonlarca yoksul emekçi işini yitirdi, beslenme, eğitim, sağlık ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldi. Bunların sonucu olarak, milyonlarca insan (özellikle emekliler, işsizler) yaşamını yitirdi. Yetişmiş iş gücü ve emekçilerin milyonlarcası ülkeyi terk etti. Doğal nüfus artışı yüzde -7.4 oldu. Rusya’nın nüfusu net olarak azaldı. Aynı dönem Rusya oligarşisi içindeki çelişkilerin de muazzam ölçülerde büyüdüğü yıllar oldu. Bir yandan, Yeltsin’in başını çektiği ve yönetimi elinde tutan, Rusya’yı uzun vadede Batılı emperyalistlerin bir tür yeni-sömürgesi haline getirecek politikaları izlemeyi hedefleyen oligarşi kliği vardı. Diğer tarafta ise özellikle askeri ve güvenlik bürokrasisi (ordu ve FSB (KGB) ) içinde çok güçlü olan, sivil bürokrasi içinde de güçlenen ve Rusya’yı büyük ekonomik, bilimsel ve askeri kaynaklarını kullanarak emperyalist bir büyük güç haline getirmeyi hedefleyen oligarşi kanadı bulunuyordu. Putin 1990’lı yıllar boyunca bu kliğin içinde yer alarak sivrildi. 1998’de Yeltsin kliği, oligarşi içi bir darbe yoluyla tasfiye edildi. (Yeltsin’in ölümle tehdid edilerek istifaya zorlandığı yaygın biçimde dillendirilen bir iddiadır.) Böylece, Rusya’nın yeni-sömürgeleşme mi, yeni bir Rus imparatorluğu kurarak emperyalistleşmesi mi sorusu ekseninde yaşanan mücadele sona erdi. Putin’in temsilcisi olduğu ve Rusya’yı emperyalist bir imparatorluğa dönüştürmeyi hedefleyen klik yönetimi ele geçirdi. 1998’den sonraki süreç, Rusya’nın, esas olarak yıkıma uğramış olan SSCB mirası ve altyapıdan elde kalan petrol, doğal gaz, madencilik ve askeri-sanayi kompleks temelinde dünya kapitalizmine eklemlenerek emperyalist bir güç haline gelmesi süreci olarak gelişmiştir.
3- Putin ve Putin’in baş temsilcisi olduğu Rusya oligarşisinin emperyalist Rusya imparatorluğu inşası hangi temeller üzerinden nasıl bir seyir izlemiştir?
Putin ve temsilcisi olduğu Rusya oligarşisi tekelci burjuva ve yağmacı karakteri gereği gerici, sağcı, milliyetçi ve pragmatisttir. Putin ve Rusya oligarşisi, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin esas olarak ABD tarafından belirlenen (ekonomi de neoliberalizm, siyasette yeni-sağcılık ve postmodernizm vb) politikalarına temelde bağlıdırlar. Rusya oligarşisi bu politikaları emperyalistleşme sürecine hizmet edecek tarzda kullanmışlardır. Petrol, doğal gaz ve askeri-sanayi altyapıyı devletin elindeki kapitalist işletmeler olarak tutarak, bunlar aracılığıyla Rusya oligarşisi finanse edilmiş, toplumun geri kalan bölümleri ise bu imkanlardan sınırlı ölçülerde yararlandırılarak sisteme bağlanmaya çalışılmıştır. Oligarşi devletin kaynaklarını yağmalayarak finans, ticaret, hizmet, sanayi ve tarım sektörlerinde, tam ve kesin bir tekelci ekonomi inşa etmiştir. Yine hem devletin mali kaynakları, hem de oligarşinin faaliyetleri sonucu elde edilen karlar yoluyla başta eski Sovyet cumhuriyetler olmak üzere, tüm dünyada henüz çok sınırlı da olsa, sermaye ihracı süreci geliştirilmiştir. Petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki büyük artışlarla ve silah sanayinin yeniden toparlanması yoluyla yapılan ihracatlarla elde edilen gelirler. bu süreci ciddi biçimde hızlandırmış ve Rusya ekonomisi küçümsenemeyecek bir toparlanma yaşamıştır. (Buna rağmen Rusya ekonomisi hala esas olarak petrol ve doğal gaz gibi eski ve geleneksel endüstriyel sektörlere ve kaynaklara bağımlıdır ve bunların fiyatlarındaki oynamlar ekonomiyi keskin biçimde etkilemektedir.) Hiç kuşkusuz bu toparlanma esas olarak oligarşinin büyümesini sağlamıştır. Bugün Rusya’da nüfusun yüzde 1’i tüm servetin yüzde 80’ine sahiptir. Ve bu, SSCB’nin çöküşünün ardından geçen sadece 30 yıl gibi oldukça kısa bir sürede sağlanmıştır.
Öte yandan, bu sürecin günümüze değin, ekonomik ve toplumsal açıdan güçlü bir emperyal güç yaratamadığı da görülüyor. Rusya ekonomik olarak, dünya emperyalist-kapitalist sisteminde Batılı emperyalistlere nazaran oldukça zayıf sayılabilecek bir kapitalist ülkedir. Rusya oligarşisinin tümüyle yağmacı ve dengesiz yapısı ülkenin mali kaynaklarının üretken uluslararası yatırımlara dönüştürülmesi yerine, ülkeden kaçırılmasına, „pasif yatırım“ olarak tutulmasına, ekonominin hızla büyümesi için tüm koşullar olmasına rağmen, sanayi, ticaret ve finans alanındaki büyümesinin ciddi biçimde zayıflamasına neden olmaktadır. Rusya ekonomik olarak büyük potansiyellere sahip olmasına rağmen, oligarşinin bu karakteri gelişmesini engellemekte ve onu ekonomik olarak emperyalist ülkeler hiyerarşisine ancak en alt sıralardan dahil olmasına neden olmaktadır. 145 milyonluk nüfusu olan Rusya, ekonomik büyüklük olarak dünya sıralamasında hala nüfus olarak kendisinden çok daha küçük olan Kanada (38 milyon nüfus) ve Güney Kore’nin (51 milyon nüfus) altındadır, 11. sıradadır. Diğer bütün ekonomik parametrelere baktığımızda (askeri-sanayi kompleksi kısmen ayrı tutabiliriz) aynı zayıf durumu görebiliriz. Rusya’nın buna rağmen, yeni-sömürgecilik handikapını aşabilmesi, emperyalistleşme yoluna girebilmesine temel oluştaran asıl şey, SSCB döneminden kalan ve emperyalistlere bağımlı olmayan, kendi iç dinamikleriyle gelişmiş endüstriyel ve tarımsal altyapısıdır ve dünyanın en büyük yeraltı kaynaklarına sahip olmasıdır. 1990 sonrası kapitalistleşirken, sanayi ve tarımda emperyalist teknoloji ve sermayeye bağımlı olmadı. Pek çok endüstrisi ve mali sistemi yıkılmasına rağmen, elde kalanlar da görece bağımsız bir gelişme gösterme ve büyüme şansına sahip olabildi.
Bu bağlamda, Rusya’nın dünyanın geri kalmış pazarlarının paylaşımında ekonomik ve siyasal temelli „soft“ bir yeni-sömürgecilik ilişkisi geliştirmesinin temelleri çok zayıftır. Ancak özellikle SSCB döneminden gelen büyük askeri güç (nükleer güç vb.) Rusya’nın emperyal yayılmacı hedefleri için büyük imkanlar sağlamaktadır. Rusya kapitalizminin çevre ülkelerde ve dünyanın geri bıraktırılmış bölgelerinde koşullar oluştuğunda yayılmak için yeni-sömürgeci metodlardan daha çok, işgal ve askeri yöntemlerle kendine bağlama tutumuna yönelmesi esasta bu sebepledir. Bu bağlamda, Rusya’nın emperyalistleşme sürecindeki en büyük avantajı eski SSCB’nin askeri, politik, ekonomik, bilimsel, tarihsel ve başta bölgesel olmak üzere, dünya çapındaki ilişki mirasını devralmış olmasıdır. Dünyanın en büyük nükleer silah stokuna sahip olan SSCB’nin, tüm nükleer ve diğer temel askeri altyapısını Rusya devralmıştır. Bugün dünyanın en güçlü ikinci ordusu Rusya ordusudur. Özellikle nükleer kapasitesinin büyüklüğü, siyasal ve askeri gelişmelerde bir tehdit unsuru olarak kesin bir caydırıcı öğe durumundadır.
Öte yandan, Rusya’nın, ABD’nin dünya hegemonyasına alternatif olma bağlamında bir gücü ve kapasitesi, dolayısıyla iddiası bulunmuyor. Esas olarak ABD merkezli dünya emperyalist kapitalist sistemi ve hegemonyasının, adım adım kendisinin de belirleyici güçlerden biri olacağı çoklu bir hegemonya sistemine dönüşmesini istiyor. Rusya emperyalizminin temel hedefi eski Sovyet cumhuriyetlerini ve Sovyetlerin güçlü bağlarının olduğu ülkeleri askeri tehdit, işgal ve kısmen de yeni-sömürgeleştirme yoluyla kendi hegemonya alanına dahil etmektir. Bu yoldan, bir yandan bölgesel bir devasa bir emperyalist güç haline gelmek, diğer yandan ise, hem dünyadaki başka bölgelerde nüfuz alanları inşa ederek, hem de başta nükleer gücü olmak üzere askeri alandaki muazzam kapasitesiyle dünya ölçeğindeki güç paylaşımında başlıca aktörlerden biri haline gelmeyi hedeflemektedir. Baltık cumhuriyetleri (Litvanya, Estonya ve Letonya) hariç, eski SSCB cumhuriyetleriyle Rusya’nın derin bağları bulunmaktadır. Bu devletlerin çoğunda ciddi bir Rus ulusal topluluğu bulunmaktadır. Bu topluluklar üzerinden bu ülkelerin politikalarına doğrudan müdahale edebilmekte ya da sorun alanları açabilmektedir. Bu noktada, Rusya kendine özgü hegemonyacı bir Slav milliyetçiliği üzerinde yayılma politikası izlemektedir. İkinci olarak, bu ülkelerle olan tarihsel, coğrafi, siyasi, askeri ve ekonomik bağlar üzerinden de, net bir „Büyük Rusya, eski Rus toprakları“ söylemi temelinde emperyalist sömürgeleştirme/yeni-sömürgeleştirme politikası izlenmektedir. Devletleşme süreçleri yeni ve henüz çok zayıf olan bu ülkelerle yapılan ikili ve çoklu siyasal, askeri ve ekonomik anlaşmalar yoluyla bu ülkeler (Gürcistan, Azerbaycan ve 2014 sonrası Ukrayna hariç) Rusya’nın belirleyici hegemonyasının olduğu yeni-sömürgelere dönüştürülmüştür. Rusya’nın hegemonyasının kırıldığı ve Batılı emperyalistlerin güç kazandığı Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan gibi ülkelerde ise bu ülkelerin yaşadıkları ulusal ve diğer iç çatışmalarda doğrudan taraf olunarak (Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Gürcistan-Güney Osetya ve Abhazya çatışması, Ukrayna-Donetsk/Lugansk çatışması ve Kırım’ın işgali vb.), çelişkiler derinleştirilerek bu ülkelerin durumları belirsizleştirilmiştir. Rusya elinin uzanabildiği her çatışma zeminini büyük askeri gücünü kullanarak bir biçimde hegemonyasını büyütmeye aracına dönüştürmektedir. Suriye ve Libya bunun en somut örnekleridir. Ayrıca Küba, Nikaragua gibi geçmişte SSCB ile yakın bağları olan sosyalist ülkelerle de (Nikaragua bugün halkçı bir hükümetin işbaşında olduğu kapitalist bir ülkedir) bağlarını güçlendirerek hegemonya savaşında güç kazanmaya çalışmaktadır.
Ekonomik olarak zayıf, askeri olarak güçlü Rusya emperyalizmi bu bağlamda net yayılmacı, hegemonyacı politikalara sahiptir. Almanya’nın „lebensraum“ (yaşam alanı) politikası, ABD’nin Latin Amerika’da uyguladığı „arka bahçe“ politikası, İngiltere’nin eski sömürgelerinde uyguladığı „commenwealt“ (İngiliz Milletler Topluluğu) politikası, Fransa’nın siyah Afrika’da uyguladığı politikalar, AKP faşizminin uygulamaya çalışıp çakıldığı „Yeni-Osmanlıcılık“ politikaları gibi stratejik yayılmacı politikaya sahiptir. Bunu Slav kökenli toplumların yaşadığı bölgelerde, Türkiye’deki Turancılık gibi faşizan bir milliyetçilik (Ruski Mir) temelinde yapıyor. Orta Asya ve başka bölgelerde ise Çarlık Rusya’sının büyük imparatorluk ve eski topraklar söylemiyle yapıyor. Kazakistan’daki halk ayaklanması ve eski Sovyet bölgelerine karşı müdahalelerinde bu söylemleri değişik biçimleriyle kullanıyor.
İran, Çin ve Hindistan’la geliştirdiği ilişkiler ise esas olarak tümüyle bu hesaplarını güçlendirmek için müttefikler oluşturmaya yöneliktir. Bu politikalarında en büyük aracı devasa ordusudur. Fazlaca sıkıştırıldığında, elindeki dünyanın en büyük nükleer silahlar stokunu bir koz ileri sürmekte, tüm dünyayı yok edebilecek bu kapasiteyi kullanabileceğini Ukrayna krizinde olduğu gibi açıkça ifade edebilmektedir. „Askeri güce ve nükleer silahlara sahibim ve yapıyorum. Durdurmak için büyük hesaplaşmayı göze almalısınız“ gibi barbarca bir yaklaşımı dayatmaktadır. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, diğer emperyalistlerin barbar işgal ve sömürgeleştirme politikalarını, kendi yayılmacı, işgal politikalarını savunmak için gerekçe olarak kullanmaktadır. „Sizler yapabiliyorsanız, ben de pekala yapabilirim“ mealinde bir yaklaşımı her kriz durumunda kullanmaktadır.
Putin ve ekibi bütün bu politikaların baş mimarıdır. Rusya’da kurulmuş olan yağmacı oligarşik düzenden en büyük payı alanlardan biridir. Anti-komünist ve anti-Sovyet gerici, sağcı ve otokratik bir siyasal sistemin kurucularındandır. Rusya’daki burjuva demokratik kurumlar önemli ölçüde biçimsel ve kurgusaldır. Ekonomik ve askeri düzen, seçimler, parti düzeni (resmi büyük Komünist parti de dahil olmak üzere tüm partiler), devletin işleyişi, medya, kültür alanı, din vb. tümüyle Putin’de simgeleşen küçük bir politik ve askeri elitin denetimindedir ve bunlar oligarşi adına bu düzeni yürütücüleridir. Putin ve kliği de oligarşinin birer parçasıdır. (Putin, tıpkı Erdoğan gibi dünyanın en zengin politikacılarından biri olarak biliniyor.) Putin ve kliği tam bir pragmatist politikaya sahiptir. Milliyetçilik, din, SSCB, sosyalist değerler, istisnasız her şey işlerine yaraması durumunda kullanılacak birer araçtan başka birşey değildir. Putin ve kliğinin denetimi dışında kalan muhalefet ise yok edilmesi gereken, istisnai olarak ise en fazlasından tahammül edilmesi gereken düşmadır. Kendisi SSCB’yi yıkan döneklerden biri olduğu gibi, siyasal kariyerini de tarihin en büyük döneklerinden ve alçaklarından biri olan Yeltsin’in yanında yapmıştır. Onun önemli bürokratlarından biri olmuş, ardından Yeltsin’in başbakanlığını yapmıştır. Yeltsin istifa ettiğinde görevi Putin’e bırakmıştır.
Rusya emperyalizmi ve onun baş temsilcisi Putin’in hali ahvali kabaca böyle özetlenebilir.
(Sürecek)