Piyasa, Meta ve Para İlişkileri
ve Değer Yasası
Kapitalizmin belirleyici nitelikleri, artı-değer, meta ve piyasadır. Artı-değere „mutlak“ biçimiyle kapitalizmden önce de rastlanmaktaydı. Ancak mutlak ve nisbi biçimleriyle hakim bir kategoriye dönüşmesi, kapitalizm süresine denk düşer.
Artı-değer, elden çıkarılan sermayeye oranla, metalardaki artışın özel biçimi olarak çıkar. Bunun sonucu olarak artı- değer, piyasayla en sıkı bağı olan kategori olmuştur.
Marks’ın saptadığı gibi, kapitalist üretim sürecinin sonucu, ne yalnızca üründür (kullanım değeri) ne de yalnızca meta; onun kendisine özgü ürünü olan artı-değerdir. Onun sonuçları da, üretimi için para ya da meta biçiminde elden çıkarılandan daha çok değişim değeri taşıyan, yani daha çok emeği temsil eden metalardır. Kapitalist üretim sürecinde, iş süreci yalnız araç olarak, değer katma süreci ya da artı-değerin üretimi ise. amaç olarak görünür. Ekonomi bu anlamı kazanınca, sermaye, kâr amacıyla üretimde kullanılan zenginlik olmaktadır.
Sosyalist ilişkiler açısından ise, durum çok farklıdır. Sosyalist üretim, planın öngördüğü süre içinde, toplumsal ihtiyaçları, koşulların elverdiği en yüksek düzeyde gidermeyi amaçlar. Bu, sosyalist üretimin toplumsal amacı, sosyalizmin temel ekonomik yasasıdır.
Bununla birlikte meta üretimi ve ona bağlı kategoriler olarak piyasa, para ve değer, sürekli tartışmalara konu olmuştur. Reel sosyalist ülkelerin bir çoğunun yöneldikleri „yeniden yapılanma“ da, bilindiği gibi, sosyalist piyasa ekonomisi kavramının üzerinde yükselmiştir. Sorunun kavranışı açısından, bu ülkelerde sözkonusu revizyonlara gidilmeden önce; piyasa, meta ve değer kategorilerinin içerdiği anlamı kısaca özetlemek gerekir.
Sosyalizmde artı-değer sömürüsü yoktur. Bununla birlikte, üreticinin emek miktarının tam karşılığını aldığı da söylenemez. Emeğin özgürlüğü, üretim araçlarının toplumun ortak mülkü haline getirilmesini ve toplam emeğin, emek gelirlerini adil olarak dağıtılacak biçimde örgütlenmesini amaçlar.
Ancak, söz konusu dağıtım, idealize edilmiş bir norm olarak ele alınmamalıdır. Her toplum karmaşık bir organizma olması nedeniyle, gerekli fonksiyonların gerçekleştirilmesi amacıyla, harcama yapılmasını gerektirir. Yalnızca burjuva toplumunda değil, sosyalist toplumda da gerekli olan bu harcamalar, ancak toplumsal üründen karşılanabilir. Dolayısıyla her toplumsal sistemde, bir işçinin geliri daima eksiltilmek durumundadır. Birey olarak üretici, toplumsal harcamalar için gerekli indirimler yapıldıktan sonra, topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alabilir. Onun topluma verdiği şey, kendi emek miktarıdır.
Burada uygulanan ilkeyi Marks, meta değişimini düzenleyen ilkeye benzetmişti. Sosyalist toplumda kimse emeğinden başka bir şey veremez ve tüketim araçları dışında bir mülk edinme durumu da söz konusu olamaz. Dolayısıyla, eşdeğer metaların ilişkisine benzetilebilecek bir ilişki söz konusu olur ve bir biçimdeki belli bir miktar emek, başka bir biçimdeki eşit miktarda emekle değiştirilir.
Sosyalist üretim ilişkileri içinde, meta kategorisinin yeri ise, genellikle tartışmalara neden olmuştur. Stalin’den başlayarak sosyalizmde niteliğinin tepeden tırnağa değiştiği vurgulansa da, meta üretiminin ve ona bağlı kategoriler olarak piyasa ve değer yasasının varlığı kabul edilmiştir
Buna göre sosyalist toplumda, meta değişimi kendisini; birincisi, devlet sanayii ile tarımsal kooperatifler arasında gerekli ekonomik ilişki biçimi olarak; ikincisi, kolhozların „yardımcı“ kişisel işletmelerinde; üçüncüsü, devlet işletmeleri tarafından üretilen üretim araçlarının dolaşımında, işletmeler arasında alış veriş yoluyla; dördüncüsü, sosyalist ülkelerle diğer ülkeler arasındaki ticarette gösterir.
Burada, kategorik olarak metanın kapsamını zorlayan bir açıklama biçimiyle karşı karşıyayız. Çünkü, meta her şeyden önce piyasada değişim için üretilen emek ürünüdür. Metaların birbirleriyle değiştirilebildiği oranlar, son çözümlemede, üretimciler için gerekli olan soyut emekle belirlenir. Çeşitli dallara dağılımını kendiliğinden belirler ve emek ürünlerinin meta biçiminde ortaya çıktığı her yerde etkilidir.
Sosyalist ilişkiler ise, varlıklarıyla bu niteliğe sahip bir meta dolaşımının hakimiyet kurmasına engeldir. Bronislav Minch’in anlatımıyla, sosyalist ürünün ikili bir karakteri olduğu saptanmaktadır: „Birincisi, sosyalist üretim, planlanan biçimde gerçekleştirme amacıyla bağlantılı, doğrudan kendine özgü nitelikleri içerir. İkincisi, meta özelliğini içerir. Modern sosyalist ekonominin ürünü, artık basit meta üretiminin ya da kapitalist üretim sürecinin ürünü gibi, yalnızca meta değildir. Saf metanın yapımcısı, yatay piyasada bir alıcı bulmaya ve mümkün olan en yüksek kazanca (basit meta üretiminde) veya kâra (kapitalizmde) yönelmeye dikkat etmek zorundadır. Buna karşılık sosyalist üretim, seçilmiş bir dönem içinde, toplumsal ihtiyaçların mümkün olan en yüksek düzeyde giderilmesini, gerçekleştirilmesi gereken bir devlet planı temelinde görür.“(B, Minch, Bovyetler Birliği’nin Sosyo Ekonomik Karekteri, A. Karlo)
Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, sosyalist toplumda üretim bir plan çerçevesinde, toplumsal ihtiyaç esas alınarak gerçekleştirilir ve satıştan kâr sağlama amacı değil, kullanım değeri unsuru ağır basmaktadır. Yani ürünlerin değeri, onları üretmek için, toplumsal bakımdan gerekli emek zamanıyla belirlenir.
Öte yandan sosyalist ilişkiler, bireysel emeğin, doğrudan doğruya toplumsal bir emek olarak üretim surecine sokulmasını öngörür. Ücretli emek sisteminin tasfiye edilmesi, bireysel emek ile toplumsal emek arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmıştır; bir işgücü piyasası yoktur. Diğer bir deyişle, bu üretimin çelişkisi olan kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişki ortadan kalkmıştır.
Kapitalizmde, toplumsal bakımdan gerekli zaman, piyasada anarşik biçimde saptanır, ve kapitalist artı-değeri ve toplam ürünün sabit sermayedeki sürekli aşınmayı karşılayan bölümünü, piyasada gerçekleştirmek zorundadır. Sosyalizmde ise, bütün girişimler ve üretim, toplumsal mülkiyet üzerinde yükselir, fiyatlar plana bağlı olarak oluşur ve ölçü, gerekli emek zamanı olmaktadır.
Bu durumda, bir toplumsal plan çerçevesinde, toplumsallaşmış emek tarafından üretilen ürünlerin, meta niteliğini taşıdıklarından söz edemeyiz. Örneğin meta dolaşımının başka biçimlerinden birisi olarak gösterilen, devlet işletmelerinin arasındaki ürün alışverişini ele alalım. Burada devlet, hem alıcı ve hem de satıcı durumundadır. Gerek üretim ve gerekse de alışveriş, plan doğrultusunda olmakta, fiyatlar ve ücretler, yine bu plan doğrultusunda saptanmaktadır.
Piyasa ve değişim değerinin bu süreç içinde bir rolü yoktur. Kuron ve Modzelewski’nin örneğini tekrarlayacak olursak: „çelik fabrikasının çeliği, metal işleyen fabrikaya ya da madendeki kömür çelik fabrikasına gittiği zaman bu, defterlere üretim araçlarının satışı olarak geçer. Gerçekte ise söz konusu olan, aynı sahiplik ilişkileri çerçevesi içinde, basit biçimde transferdir, yoksa gerçek bir alışveriş işlemi değil.“(Kuron, Modzelewski; Tekelci Bürokratik Sosyalizm)
Meta dolaşımının bir değer biçimi olarak gösterilen dış ticari ilişkiler acısından da durum değişimez Devlet, plan doğrultusunda, toplumsal ihtiyaçların belirlediği ölçülerde ti cari ilişkiler içine girmektedir. Piyasa ve kar. belirleyici bir olgu değildir. Dolayısıyla ithal edilen bir tüketim maddesi, ülke içinde meta olmaktan çıkmakta, toplumsal ihtiyaç ölçüsün de bu ürüne dönüşmektedir.
Meta dolaşımının üçüncü biçimi olarak gösterilen devlet sanayii ile kolhozlar arasındaki alışveriş sürecinde ortaya çıkan ilişki de, yine büyük ölçüde abartmaya dayanmaktadır. Çünkü kooperatif çiftliklerini; devletten bağımsız, devletle piyasa kurallarına uygun ticari ilişkiler yürüten, dolayısıyla bir meta piyasasının oluşmasına neden olan işletmeler olarak görmek yanlıştır.
Devlet ve kooperatifler arasındaki alışveriş sürecinde, fiyatların ayırt edici özellikleri, nominal olmalarıdır. Yani ekonominin hakim unsuru olarak, bir piyasanın olmadığı koşullarda; devletin, planın öngördüğü çerçevede belirlediği fiyatlar üzerinden bir alışveriş sözkonusudur. Buna ticaret denilemez. „Devlet tarafından yapılan“ ‚ödeme‘, ancak kolhozun gerekli stokunun tamamlanmasını mümkün kılmaya yarar. Aksi halde kolhoz, çalışmasını durdurmak zorundadır (A. Karlo, Sovyetler Birli-ği’nin Sosyo Ekonomik Karakteri)
Ekonomik anlamda da yekpare bir bütün olarak ifade edilen süreç, eskinin çeşitli düzey lerde etkileri ce dönüştürücü, yıpratıcı faaliyet-leriyle karşı karşıyadır. Buna gayri meşru piyasa demek yanlış olmaz. Çünkü, kural dışı eğilim ve uygulamaları içermekte ve kapitalist ilişkilerin uzantısı olarak sürmektedir. Bu piyasayı iki biçimde
özetleyebiliriz:
Birincisi, küçük üreticiliğin bir sonucu olarak görülür Eski reel sosyalist ülkelerin tamamına yakınında, özellikle tarım alanlarında küçük üreticilik yaygındır. Kooperatif çiftliklerde bile, kooperatif üyelerinin kağıt üzerinde, kendi bireysel ihtiyaçlarını karşıladıkları, küçük çaplı bahçeler bulunur. Bu küçük mülkiyetin, ülkedeki ekilebilir tarımsal alanlar içindeki payı çok azdır. Ne var ki. üretkenlik bağlamında kooperatif çiftliklerden çok ilerde, onu bir kaç kez katlayacak düzeydedir. Böylelikle, özellikle tüketim maddelerini içeren ve örgütlü olmayan, ‚perakende‘ diyebileceğimiz bir meta piyasası oluşur ve bunun tüketim maddeleri içinde hatırı sayılır bir yeri vardır.
Ancak sosyalist ilişkileri geriye çekme ve bu ilişkilerin genel özelliklerinin çarpıtılması bağlamında niteliksel bir rol oynadıkları söylenemez. Böyle bir olasılık, ancak sanayileşememiş, ekonomisi büyük ölçüde tarıma bağlı ülkeler için söz konusu olabilir. Örneğin, SSCB’de başlangıçtaki durum buydu ve Lenin, bunu büyük bir sakınca olarak kabul etmekteydi.
Gelişmiş bir sanayi toplumu açısından da kırlarda küçük üreticilik elbette
tercih edilmez ama artık küçük üretim sistemin varlığını ya da niteliğini, sağlıklılığını birinci dereceden etkileyen bir etken olmaktan çıkar. Çünkü sanayiye, toplumsal planlama ve toplumsal mülkiyet üzerinde yükselen oranlı bir gelişme damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla, sanayiye mutlak biçimde bağımlı bir sektör olarak tarımcılığın, üstelik hakim ‚olmayan bir biçimi olarak küçük üretimin etki alanı sınırlı ve ancak uzun vadeli olmaktadır.
İkincisi, karaborsa ticareti ve stokçuluğu içerir. Bunun da, reel sosyalist ülkelerin bir çoğunun ortak özelliği olduğu bir gerçektir ve ülkeden ülkeye değişen bir etki alanı vardır. Planın bilinçli düzenlenmesinden koparak gayri resmi biçimde meta ilişkilerine tabi olan bu faaliyetlere, gölge ekonomisi adı da verilmektedir.
Gölge ekonomisi, devlet tarafından tahsis edilmiş malların bir bedel karşılığında özel kişiler arasında devri (örneğin ev, daire kiralama) özel ders ve muayene, ev ve otomobil tamirinin özel kişilere yaptırılması gibi „masum“ biçimlerden (gri borsa), resmi fiyat üzerinden talebi arzı aşan malların (moda giysiler, mobilya, otomobil, inşaat malzemesi, vb.) özel kanallardan daha yüksek fiyata satılmasına (kahverengi borsa), nihayet ithal ve yasadışı malların (fabrikalardan çalıntı, döviz, altın, esrar, fahişelik hizmetleri, vb) satışına (kara borsa) kadar geniş bir meta ilişkileri ağını kapsar.
Bu ekonominin boyutlarını kavrayabilmek için bir tek sayı yeterli olmalı: E. Mandel’in Sovyet kaynaklarına dayalı hesaplamalarına göre; 17 ila 20 milyon arası Sovyet vatandaşı, iş dışı saatlerinde hizmetler kesiminde çalışmıştır. (Katsegenelinber-gen ve Mandel’den aktaran, S. Savran, 11.Tez)
İlk bakışta bu gölge ekonominin sosyalist ilişkileri dönüştürücü etkilerinin sınırlı olduğu düşünülebilir. Ama özellikle yozlaştırıcı ve sistemi yıpratıcı etkileri küçümsenemez. Bu ilişkiler, herşeyden önce etkili bir yabancılaşmanın göstergesi olmaktadır. Ve bu yabancılaştırmayı yaygınlaştırma anlamında, büyük etkileri vardır. Öte yandan başlangıçta sınırlı gibi görünen bu faaliyetlerin, büyüme ve sistemi etkileme özellikleri de küçümsenmemelidir.
Reel sosyalist ülkelerde görülen ve piyasaya özgü olguları çağrıştıran basit bir örnek olarak, satılamayan ürünler vardır. Plan dahilinde üretilen bir ürün, eğer tüketici tarafından benimsenmemişse, elde kalabilir ve stok büyüyünce de, o ürünün fiyatı düşer. Yani satış sürecindeki tüketici eğilimi, o ürünün fiyatını belirleyebilmektedir. Ancak bu da tek tek ürünler bazında olmakta ve ürünlerin fiyatlarını belirleyen genel bir özellik durumuna gelmemektedir.
İncelediğimiz bu özelliklerin bir sonucu olarak, paranın sosyalist ilişkiler içinde yüklendiği rol, en azından teorik düzeyde kapitalist ilişkilerden oldukça farklı olmaktadır. Sosyalizm için para, sosyalist ürünlerin fiyatlarının, bir piyasanın kurallarına bağlı olmadan saptanması için, genel bir eş değer olarak kullanılır. Gerçekte. Marks’ın da çerçevesini çizdiği gibi, sosyalist bir düzende hesaplamanın ve değer ölçüsünün aracı para değil, e-mek zaman birimine dayanan bir hesaplama olmalıydı. Bu, başlangıçta pratik zorluklar nedeniyle olanaksız göründü. Sonrasında ise, bölüşümün sosyalist olmayan niteliğini gizleyen bir araca dönüştüğünden kurumlaştı ve sistemin kabullendiği bir uygulama haline geldi.
Üretici Güçlerin Sürekli
Geliştirilmesi Zorunluluğu
Çağdaş sosyalist pratiğin en önemli sonuçlarından birisi de üretici güçlerin sürekli geliştirilmesi sorunudur.
Çağdaş sosyalist teori, ekonomik büyüme ve üretici güçlerin gelişmesini sürekli kılmanın yollarını, öncelikli bir sorun olarak ele almıştır. Sosyalizmin günümüzde yaşadığı sorunların kökeninde de, üretici güçlerin gelişmesi sorununa mutlak bir çözüm bulamamak ve bu doğrultuda bir gelişme temposunun yeterince örgütlenememesi yatmaktadır. Bu bağlamda, sorun yalnızca ekonomik bir kategori olarak alınmamalıdır. Toplumsal hayatın diğer süreçleriyle derin bir bağlantı sözkonusudur; bu sorunun çözümlenememesi, diğer süreçleri de etkiler ve onlardan etkilenerek büyür.
Üretici güçlerden; toplum tarafından yaratılmış olan üretim araçları, herşeyden önce de iş aletlerinin ve maddi malların üreticisi olarak insan anlaşılır. Üretim süreci içinde, insanlar arasında meydana gelen maddi malların değişim ve bölüşüm ilişkilerine ise üretim ilişkisi denir. Üretici güçlerin belirli bir gelişme düzeyine erişmeleri, bu gelişmeye uygun düşecek ilişkileri gerektirir.
Tersi durumda, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişmesine uygun bir nitelik kazanmaları zorunlu hale gelir.
Gelinen noktada açık olan gerçek, sosyalist ülkelerde üretici güçlerin gelişme özelliklerinin, sistemin ihtiyaçlarına karşılık veremediğidir. Bu ihtiyaçlar nelerdir? Kısaca, komünizmin üst ve yetkin aşamasına geçebilmenin koşullarının yaratılması, diyebiliriz.
Bu da, SBKP’nin programlarında soruna yer vermek ve 1980’li yıllarda komünizme ulaşılacağını iddia etmek türünden fantastik saptamalar oluşturmakla sağlanamaz. En azından böyle olamayacağını tarih kanıtlamıştır. 1980’lerde komünizme varmayı öngören SBKP, bugün tarihe gömülmüştür. Çünkü, üretici güçlerin gelişme temposu, amaca ulaşabilmenin, bu yolda mutlak bir gereklilik olarak emperyalist kapitalist sistemi bütün alanlarda geride bırakabilecek düzeyin gerisinde kalmıştır.
Sosyalizm bunu başaramadığı gibi, şu ya da bu şekilde yaşayabilecek bir düzeyi ancak tutturabilmiş ve sorun nihayet bir arayış sürecinin hakimiyetine dönüşmüştür. Bu arayış süreci; tarihin en büyük yıkımlarından biri ile noktalanmıştır ve insanlık bunun acılarını, emperyalistler arası dünya savaşlarından arta kalan acılardan çok daha fazla ve derin bir biçimde çekmektedir.
Buradan bir sonuç çıkarmak gerekirse, reel sosyalist ülkelerdeki üretim ilişkilerinin aldığı biçimin, üretici güçleri geliştirmeye yetmediğini, ya da bu gelişmeyi engellediğini söyleyebiliriz. „Perestro-ika“ işte bu temelin üzerinde yükselebilmiştir. Sosyalist inşa sürecinde ortaya çıkan ilişkiler, çok hızlı bir kalkınmayı, rekor bir gelişme temposunu mümkün kılmış, fakat sosyalist inşanın en temelde başa-rılmasının ardından, komünizmin üst aşamasına geçişin koşullarını yaratabilmekte yetersiz kalınmıştır.
SSCB ve diğer reel sosyalist sistem ülkelerinde göze çarpan genel bir olgu var. Bu, sanayi sektörleri arasındaki gelişme farklılığıdır. Bir ekonominin üretken kesimleri, sanayi ve tarımdır. Sanayi sektörünü ise, kendi içinde üç dala ayırabiliriz: Yapım (imalat) sanayi, Madencilik (istihraç) sanayi ve Enerji sanayi… Ancak‘ sanayi‘ tanımlaması, genellikle imalat sanayi ile özdeş bir nitelik kazanmıştır. İmalat sanayii de yine üç sektörden oluşur: Tüketim malları imalatı, ara malları imalatı ve üretim mallan imalatı.
Ağır sanayileşme, ancak üretim araçları imalatı ile anlam kazanır. Üretim araçları imalatının olmadığı bir ülkede sanayileşmekten söz edilemez. Örneğin Türkiye açısından durum budur. Reel sosyalist ülkelerde ise, tersi bir durum söz konusudur. Hemen hemen sosyalist ülkelerin tamamında, sanayi yatırımlarının büyük bölümü üretim araçları imalatına ayrılmış, tarım ve hizmetler sektörleri ile tüketim ve ara mallan sanayileri, asıl olarak üretim araçları sanayiine tabi kılınmıştır.
Bu durumun nedeninin, sosyalist sistem ülkelerinin çoğunda, başlan gıçta üretici güçlerin gelişme düzeylerinin geri olmasından kaynaklandığı açıktır. Emperyalizmden bağımsızlaşmak, onunla rekabet ve çatışma koşullarında gelişmek ve ayakta kalmak, büyük oranda ekonomik bağımsızlaşma ve gelişmeyle mümkün olduğundan, devrim sonrası çabalar, en temelde bu amaca yöneltilmiş, bunun sonucu olarak da, sanayileşme çabası öne çıkmıştır. Üretici güçlerin yeterince gelişmediği bir ülkede, emperyalizme rağmen sanayileşmenin bir tek yolu vardır; diğer sektörleri, üretim araçları sanayiine tabi kılmak ve kendine yeterli olmanın ötesinde, çağdaş gelişmişliğin başlıca ölçüsü olarak ağır sanayileşme sorununu bu şekilde en temelde çözmek.
Ancak bu çözümün de aksayan çeşitli yanları, süreç içinde baş gösteren çeşitli sakıncaları vardır. Sağlıklı bir ekonomi herşeyden önce, çeşitli unsurlar arasında, birbirine koşut bir gelişme ve uyumu gerektirir. Sanayinin yalnızca bir sektörüne dayanan bir gelişme, salt ekonomik düzeyde değil, diğer düzeylerde de çeşitli sorunlar doğurur.
Üretim ve tüketim, bir bütünün iki kutbunu oluştururlar, ve birinin ötekine sürekli baskın olması, başlangıç için yüksek bir tempo oluştursa da; sorun, belli bir aşamada sanayileşme sorununun çözümüne dayanır. Yani üretim araçları sanayini hakim unsur yapan nedenin asıl olarak ortadan kalkmasından sonra, gelişme temposu düşer; giderek de, sosyalist gelişmenin ihtiyaç duyduğu düzeyin gerisinde kalınmasına neden olur.
Reel sosyalist ülkeler, gelişme ağır sanayileşmeyi gerektirdiğinden; bütün olanaklarını üretim araçları sanayiine seferber ettiler. Bu,üretici ve tüketici sektörler arasında mutlak bir eşitsizliği getirdi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, birbirine atbaşı giden bu sektörler, sosyalist ülkelerde, üçe bir, dörde bir gibi oranları bulan farklılıklar gösterdi. Yani arada, bir uçurum vardı ve bu uçurum yalnızca bir sistem olarak kapitalizm ve sosyalizm arasındaki farklılıklarda** değil, üretici güçlerin gelişme düzeyleri arasındaki farklılıktan kaynaklanıyordu.
Lenin’in başlangıç için „acıklı“ olarak nitelediği bu durum ülkenin ekonomik potansiyelinin üretim araçları sanayine tabi tutulmasını zorunlu kılmaktay-
dı. Ve sonuç bu yolla sosyalist ülkelerin sanayileşme sorunlarını en temelde çözümlemeleri oldu. Çağımızda, üretici güçleri geri iken sanayileşmeyi başaranbaşka ülkeler ve başka bir gelişme modeli yoktur. Ne var ki bu sürecin beraberinde getirdiği başka sorunlar da vardı ve giderek büyüyen ve önem kazanan sorunların kökeninde yatan başlıca nedenler de aslında bunlardı. Çünkü, aradaki eşitsizlik gelişmeyi büyük ölçüde tek boyutlu kıldı, özellikle emperyalizmle çatışmanın somutlaştığı sektörleri yüksek bir teknolojik düzeye sahip kılarken, diğer sektörlerde (özellikle de tüketim ve ara malları sektörlerinde) görece geri niteliğin sürmesi gibi bir sonuç doğurdu.
Bu durumun, toplumsal düzeyde neden olduğu sancılar nelerdir? Bu soruya en temelde, halkın günlük ekonomik sorunlarına ilişkin taleplerinin karşılanamaması, beklentilerinin giderilememesi biçiminde karşılık vermek yanlış olmaz. Bu, ilk bakışta önemli görülmeyen ancak, onlarca yılı içeren bir sürecin sonucu olarak, temel nitelikte bir olguya dönüşen önemli bir konudur. Bu önem, bölüşüm ilişkilerindeki sağlıksızlıklardan ve proletarya demokrasisinin ayaklarının havada kalmasından kaynaklanmaktadır.
Bir ülkede halkın, iktidarın sahibi olduğundan yana kuşkuları varsa, yönetici bürokrasi giderek genişlemekteyse, ayrıcalıklar giderek büyüyorsa, o zaman günlük ekonomik sorunlar kaçınılmaz biçimde önem kazanır; daha iyi yaşama özlemi giderek artar, sistemin öngördüğü kural ve ilkelerin dışında yolların yaygınlaşması, önde gelen özelliklerden biri haline gelir. Bu noktada yabancılaşma artık o toplumda etkili olmaya başlamıştır.
Ve yabancılaşma, sosyalist bir toplum için en tehlikeli olgulardan biridir.
Perestroika’nın İdeolojik Çerçevesi
Gorbaçov, önce “uskorenie” (hızlandırma) dedi. Bu sürecin gelişmeleri, bize pek yansımadı. Sonra “glasnost” (duyurma, saydamlık, açıklık) kampanyasını başlattı ve kampanya bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaygın popülarite kazandı, genel bir ilgiyle ve sempatiyle karşılandı.
“Açıklık”, sosyalistlerin hep istedikleri, özledikleri bir olguydu. Sosyalizmi totaliter bir sistem, toplumsal bir karabasan olarak empoze eden emperyalizmin söyleminin karşısında, düşüncelerin serbestçe anlatımına olanak tanıyan bir imaja sahipti. Bu düşüncelerin, iddiaların dünyadaki yankıları, doğal olarak Gorbaçov’a büyük bir popülarite kazandırdı. Gorbaçov’un seçildiği günlerde, SBKP/MK’nın kıdemli bir üyesi şöyle diyordu:
“Biri yarı yarıya ölmüş, biri yarım yamalak yaşayan, biri de neredeyse konuşamayan üç önderin ardından, genç ve enerji dolu Gorbaçov’u görmek, doğrusu sevindiriciydi.”
Ne var ki; Glasnost yalnızca bir başlangıç, bir ilk adım, ya da yalnızca sorunun bize ilk elde yansıyan boyutuydu. Süreç içinde, aysbergin su altında kalan kütlesi ortaya çıktı. Sorun, özgürlük söylemiyle, ya da asalak bürokrasinin tasfiyesiyle sınırlı değldi; sosyalist sistemi temellerinden dönüştürmeyi amaçlayan bir Perestroika söz konusuydu.
Üstelik, Glasnost’un bir gereği olarak, bu Perestroikanın nedenleri, kapsamı ve amaçları yeterince açık biçimde ortaya konması gerektiği halde böyle davranılmamaktaydı. Seçenekler içinden bir seçenek değil, sosyalizmin başlıca seçeneği olmak gibi bir işlev yükleniyordu perestroikaya ve toplumsal bir devrim olarak lanse ediliyordu.
Perestroika, kendisine önsel olarak sosyalizmin çelişkilerinin antagonist olamayacağı tezini almıştı. Bu, yıllardır meta ekonomisi ile sosyalist ilkeleri uzlaştırmaya çalışan revizyonist teorisyenlerin kendilerine dayanak olarak kullandıkları bir savdı ve kökenleri sosyalizmin kuruluş dönemine kadar dayanıyordu.
Bizzat Stalin’in ifadesiyle, tek ülkede sosyalizmin inşaasının tamamlanacağına, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkabileceğine ve hatta komünizmin üst ve yetkin aşamasına ulaşılabileceğine olan inanç, böyle bir teze kaynaklık etmişti. Kullanılan ekonomist ölçülerden yola çıkılarak; SBKP, 1936 yılında sosyalizmin inşaasının tamamlandığını, 1956 yılında ileri sosyalist toplum olduğunu ve 1981 yılında da komünizme ulaşılacağını resmen ilan etmişti…
Ancak, Gorbaçov sürecinde birçok şey ortaya döküldü. Rakamlar açıklandı, istatistikler konuldu. Marks’ın, Lenin’in hayal bile edemeyecekleri kadar büyük çarpıklıklarla, olumsuzluklarla yüklü bir “komünizmdi” bu… Proletaryanın ve halkın öncüsü parti, geçinmenin ve rahat yaşayabilmenin bir sığınağına dönüşmüş, partili olmak mesleki avantajların aracı durumuna getirilmişti. Devlet bürokrasisi, gelişmenin engeli, toplumun kamburu bir asalak olmuş; koyu bir sansür ve baskı, kültürel ortamı tek boyutlu duruma sokmuş, halk kitleleri yabancılaşmanın etkisine girmişti. Zenginler için ayrı semtler, ayrı alış veriş merkezleri, ayrı sosyal tesisler yapılması doğal karşılanırken; karaborsa ve küçük üretim gibi sosyalizm dışı olgular kök salmıştı.
Halkın yönetimi ancak kağıt üzerinde kalabilmiş, onlarca yıldır ezilen ulusların kurtuluş umudu olan sosyalizmin, ileri olduğu varsayılan anayurdunda, işlerin pek öyle yolunda gitmediği, ulusal dokunun için için kaynayan bir volkan olduğu açığa çıkmıştı.
Ama bütün bu olumsuzlukları, bütün bu sorunları bizzat kendisi ifade eden, geçmişte ancak Troçkistlerin ya da ÇKP ve yandaşlarının kullandıkları bir retorikle, zaman zaman onları da aşacak biçimde sayıp döken Gorbaçov, yine de ileri sosyalist olma iddiasını elden bırakmıyordu.
Bu bir rastlantı değildi elbette. Çünkü bu tez, bu ekonomik indirgemeci yaklaşım, SBKP’ne sınırsız bir manevra alanı sağlıyor, aykırı görünen çeşitli uygulamalara meşruiyet kazandırıyordu. Sosyalizmin ileri aşamaya ulaştığı ve geriye dönüşün koşullarının olmadığı bir ortamda; sistemin sorunlarına çözüm çabası, geçmişteki ilkelerle çelişen yanlar içeriyor gibi görünse de, bu durumun sistemi geriletmek gibi bir tehlikeyi içermeyeceğine inanılıyordu. Çünkü geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkması demek, antagonist çelişkilerin de artık ortadan kalkması anlamına geliyordu. Sorunlar bir çatışmayı gerektirmeden aşılacaktı. SBKP’ne göre çatışmanın olmaması, tarihsel bağlamda geri olanın geçici bir egemenliğini bile olanaksızlaştırıyordu.
Bütün bunlardan yola çıkılarak, o dönem dünyada yaşanmakta olan çelişki ve ilişkilere ve bu çelişkilerin çözüm yollarına ilişkin, farklı yaklaşımlar getirildi. Genelde dünyanın ve özelde sosyalizmin sorunlarına çözüm politikaları; dolayısıyla da bir bütün olarak Perestroika sürecinin ideolojik çerçevesi, daha önceden rastlanmadık biçimde, komünist bir partinin, komünist teori ve pratiğin o aşamaya kadar öne çıkan ilke ve kurallarının temelden yadsınmasına dönüştü.
SBKP, günümüz dünyasının çelişki ve ilişkilerinin çözümlenmesine “uygarlık krizi” önermesiyle başlamıştır. “Bu krizin özü genel biçimiyle açıktır: İnsanlık; askeri, ekonomik, ekolojik vb. nitelikteki felaketlerin önlenmesi bakımından güvenilir araçları henüz bulamamıştır”denilmiştir. SBKP tarafından, bu saptamadan yola çıkılarak; temel devrimci görev, bu krizi aşmak olarak belirlenmiştir.
Dolayısıyla onlara göre bu yolda sağlıklı bir perspektif, ancak geçmiş geleneklerin ve onun ürünü olan koşullanmışlıkların aşılması ile mümkündür. Çünkü “uygarlık” demektedir Gorbaçov, “sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunması duygusu ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları; kısacası, eski düşünceyi ayıran bir çizgiye alışmış bulunuyor.” Yani, “uygarlık krizi kapitalizmin krizi ile özdeşleştirilemez ve hatta yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak da düşünülemez.”
Uygarlık krizinin, herşeyden önce; kapitalizmin gelişme kaynaklarının henüz tükenmediği bir aşamada, yalnızca kapitalizmin değil, bütün insanlığın varlığını tehlikeye soktuğuna inanılmaktadır. Sosyalizm de objektif ve subjektif nedenlerin bir sonucu olarak bu sürecin dışında kalmak bir yana, önemli bir parçası olmuştur. Bu kriz aşılmadıkça insan soyunun ortadan kalkması gibi bir tehlikenin var olduğu düşünülmekte ve devrimci görüş, barışcıl yollarla bu krizin aşılması biçiminde ifade edilmektedir. Bu yol, insanlığın varlığını sürdürmesine uygun düşen ve bu doğrultuda gerçek olanakları ortaya çıkaran bir yoldur onlara göre…
Bu yolda izlenecek politika ise, her şeyden önce barışı esas almalı, insan soyunun yokolmasına neden olacak politikalar terkedilmelidir. Böyle bir çabayı sürdürmenin maddi koşulları da var sayılmaktadır, çünkü kapitalizmin farklılaştığı söylenmektedir. “Kapitalizmin alternatifi vardır. Bu alternatif, sosyalizmdir. Ancak gelişmenin çok seçenekliliği de ortadan kalkmış değildir. Eski dünyanın güçleri, tarihsel spiralin her boğumunda, o andaki tehlikeli ilişkiyi ortadan kaldırma ve egemenliklerini sürdürme olanağına sahiptirler. (…) Kuşkusuz kapitalist düzenin olanakları, her aşamada yeniden üretiliyor, ancak bu üretim yeni bir biçimde, başka türlü oluyor.”
Buradan hareketle, kapitalizmin günümüzde kazandığı bu ‘başka türlü biçimlerinin’, artık sağlam bir barışın kurulmasına engel olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. “Sağlam bir barışın kurulmasını, sosyalizmin kurulmasına bağımlı kılmak” düşünülmemektedir.
Bu yaklaşım, açık biçimde geçmişte izlenen politikaların olumsuzlanmasıdır. Dolayısıyla geçmişteki politikalar dogmatik olarak nitelenmektedir. “Sosyalizm, toplumsal bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek mücadelesi dolayısıyla silahlanma yarışına kapılmış, etkili ve rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi içinde çevre korunmasına yeterli ilgi gösterememiş ve sosyalizmin gelişimi kendi sorunlarını ve çelişkilerini doğurmuştur.” denilmekteydi.
“Barışın önündeki engelleri aşabilmeyi”, aynı zamanda “geçmişin bu hatalarının aşılmasına“ bağladılar. Bunlar, toplumsal ilerlemenin biçim ve yolları üzerine Lenin’in ölümünden sonra Komintern’de ağırlık kazanan anlayışların, toplumsal ilerlemenin, diyalektik bakımdan gelişen çok yönlü konseptinin şemalaştırılmış bir basite indirgenmesidir. Öte yandan, nükleer öncesi, ‘kriz öncesi’ çağ koşullarında, belli ölçülerde haklı olan yargıların kutsallaştırılmasının da onların yeni ölçülerine göre “aşılması” anlamına gelmektedir.
SBKP’nin bu “yeni düşünme biçimi, silahsızlanma çerçevesinde, kapsamlı bir uluslararası güvenlik sistemine ihtiyaç olduğunu ve bunun mümkün olduğunu genel olarak kanıtlama” (Gorbaçov, Ekim Devrimi ve Perestroika) amacına yöneliktir. Oysa bir kez barış sorunu “stratejik amaç ve yönelim” çerçevesinde ele alınınca ve kapitalizmin sağlam bir barışın önünde engel olmadığı sonucuna ulaşılınca, diğer çeşitli sorunlara yaklaşım da, uzlaşma esasına dayanmaktadır. Bu noktada sınıflar savaşının yadsınması, uygarlık krizi ve “yeni düşünme sistemi”nin doğal bir sonucu olmaktadır.
“Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve kapitalizm, uzun süre başlıca antagonist gelişme mekanizması diye adlandırılabilecek bir şeyle birbirlerine bağlıydılar. Kuşkusuz bu durum, ticari, kültürel, politik ve diğer ilişkileri ve değiş tokuşları dışlamadı. Ancak, sosyalizm ve kapitalizm açısından harekete geçirici dış etki, sözü edilen bu ilişkiler ve değiş tokuşlar değil, karşıt sistemlerin birbirlerinin varlıklarına meydan okumalarıydı. Karşılıklı mücadelenin bu etki ile bağlı biçimleri, sistemlerin iç gelişmeleri açısından ne tür olumsuz sonuçlara yol açmış olursa olsun, bu etkiyi önemsememek olmaz.
Ama bu antagonist mekanizma, nükleer çağ öncesinde oluşmuş ve etkide bulunmuştur. Şiddetten arınmış bir dünyaya yönelmenin devrimci anlamı, insanlığın varlığını tehdit eden ve ilerlemeyi engelleyen bu mekanizmanın parçalanmasını zorunlu kılmasındadır. Karşılıklı bağımlı, bütünsel ve patlamaya hazır bir dünyada, “sizin için ne kadar kötüyse, bizim için o kadar iyidir” ilkesi artık geçerli değildir. Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün en önemli özelliklerinden biri, taraflardan birisinin ilerlemesi onun karşıtının yıkımını getirmemelidir, bu karşıtın tarihsel yokoluşa sürüklenmesini gerektmemelidir, kendi ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası ilişkiler alanına taşımayarak, barış içinde birarada yaşama becerisini gerektirmelidir.”(Tezler, Y. Açılım)
Görüldüğü üzere, kapitalizm artık kendisini üreten, geliştiren bir sistem olarak kabul edilmekte ve kapitalizm ile sosyalizmin rekabet ve işbirliği içinde uzun bir dönem yanyana yaşamak zorunda olduğuna inanılmaktadır. Çağdaş dünyanın sorunlarını biraz olsun yakından izleyen bir insan için, bu öyle yeni bir çıkarım ya da yeni bir düşünme biçimi değildir. Tersine, emperyalizm sürecinin çözümlenmesinden, tek ülkede sosyalizm anlayışının oluşturulmasından bu yana, bu olasılık her zaman ve kendisine marksist diyen herkes tarafından kabul görmüştür. Lenin bunun canlı örneğidir.
Emperyalizmin, asalak, can çekişen ve çürüyen kapitalizm olarak nitelenmesine rağmen, kapitalizm yok olmamıştır ve görünen o ki daha uzun bir süre yaşayacaktır. Bu arada dünya bilimsel ve teknolojik bir devrime sahne olmuş, termo nükleer silahlanma, kapitalizmin emniyet sibobuna dönüşmüştür. Bilimsel teknolojik devrimin dönüştürücü etkileri, kapitalizmin yaşama olanaklarını genişletmiş, üretim süreci üzerindeki etkileriyle, endüstrileşmenin anlamını farklılaştırmıştır.
Ancak bütün bunlar ne kapitalizmin farklılaşması anlamına gelir ve ne de buradan hareketle sınıflar savaşını, insanlığın ilerletici dinamiği olmaktan çıkarır. Dahası, Lenin’in emperyalizm anlayışı, böyle bir teorik çerçeveyi zaten içermemektedir.
“Çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı gelişimini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Bütünüyle kapitalizm, eskiye oranla çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”(Lenin, Emperyalizm)
Kapitalizm, bir sistem olarak, genişletilmiş yeniden üretime dayanan, artı değer sömürüsü üzerinde yükselen ve bağımsız üretim birimlerinin anarşik rekabeti aracılığıyla piyasada gerçekleşen bir üretim biçimidir.
Bu özellikler, Marx’tan bu yana temelde değişmemiştir. Emperyalizmi can çekişen kapitalizm yapan neden de, onun gelişmesinin aldığı son biçim olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü tekelleşme ile birlikte, kapitalizmin gelişmesinin kaynağı olan yeni pazarlar olanağı ortadan kalkmıştır. Rekabet daha derin biçimde ve daha az sermaye grubu arasında, paylaşılması tamamlanmış pazarlara yönelik olarak sürmek gibi bir zorunluluğun üzerinde yükselmiştir. Dolayısıyla, gelişmesi de teorik olarak tamamlanmıştır.
Öyleyse durumu nasıl açıklayacağız? Can çekişen kapitalizmin hala yaşamasının sırrı nedir? Bunun cevabı kapitalizmin farklılaşması olamaz. Tek bir karşılığı vardır; üretimin yaygınlaşması ve bunun sonucu olarak, emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsünün başlıca biçimi haline gelen yeni sömürgecilik…
SBKP, bu olgunun öneminden ve emperyalizme kazandırdığı olanakların sınıflar kavgasının yönelimi üzerindeki etkilerini ölçmekten her zaman uzak durmuş, yeni sömürgelere ve ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımında hep mesafeli olmuştur. Bu durum, sorunun boyutlarını kavrayamamaktan çok, partiye hakim olan ekonomik indirgemeciliğin ve statükoculuğun bir sonucudur.
Bir kez daha tekrarlayalım; emperyalizm, 2. Dünya Savaşı’ndan büyük kayıplarla çıkmış, ve bu süreçte de dünya topraklarının üçte biri, emperyalizmin denetiminden çıkmıştı. Karşısında güçlü ve gelişen bir sosyalist blok ile ulusal kurtuluş hareketleri dalgası vardı. SBKP, bu sürecin yeni bir paylaşım savaşıyla sonuçlanacağına inanıyordu. Tarihsel kaçınılmazlığın bu kaba yorumu, sürecin içerdiği çelişki ve ilişkilerin kavranamamasının açık bir örneğiydi.
Emperyalist-kapitalist sistem, savaştan ekonomisini büyük oranda askerileştirerek ve ABD’nin yüklendiği hegomonyacı rol ile çıkmıştı. Bir savaşın sistemi ve hatta bütün bir insanlığı yok edebileceği olasılığı, sistem ülkelerini entegrasyona zorlamış, emperyalistler arası çelişkinin derinleşmesi, emperyalizmle sosyalizm arasındaki çelişki, ve bunlara eklenen termo-nükleer silahlanma olgusu, yeni bir paylaşım savaşı sonucunu doğurmamıştı. Tersine, bütün bunlardan rekabet ve çatışmanın son bulması anlamına gelmeyen bir entegrasyon doğmuştu.
Emperyalist kapitalist sistem açısından bu dönemde, iki önemli olgu yaşamanın ve gelişmenin öne çıkan yolları oluyordu. Bilimsel teknolojik devrim ve yeni sömürgecilik… Her ikisi de emperyalist sömürü ilişkilerini temelde farklılaştırmıyor, artı değer olgusunu ortadan kaldırmıyor, ama ona büyük oranlara yükselen bir üretkenlik kazandırıyordu.
Üstelik bu, durağan bir süreç değildi, sabitleşmiş yöntemlerin üzerinde yükselmiyordu. Tersine, kendini yeni tekniklerle sürekli yenileyen yoğun bir süreçti. Örneğin, yeni sömürgecilik, başlangıçta ithal ya da ihraç ikameciliğine dayanırken, üretim araçlarının evriminin sağladığı olanaklarla, bu sömürü tekniklerini yoğunlaştıran, birikim olanaklarını arttıran fason sanayicilik ya da “yeni” ikamecilik türünden gelişmelerle sürüyordu.
Değişmeyen, emperyalizmi bağımlı ülkeler için ekonomik-siyasal-toplumsal düzeylerde, içsel bir olgu durumuna getiren, ülke iç pazarının yeni olanaklar ve tekniklerle genişletilmesine dayanan, temel nitelikti. Pazarlar gerçekte değişmiyor ya da büyümüyor, ama üretim araçlarının evrimine bağlı olarak, yeni birikim olanakları sağlayacak şekilde değerlendiriliyordu.
Kısacası yeni sömürgecilik, emperyalizmin can damarıydı. Dolayısıyla, bu can damarının kopartılmasına karşı tepkisi, her zaman çok yüksek oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen zaman, emperyalizmin sayısız katliamları ve kırımlarıyla doludur. Yakın zamanın çıplak gerçeklerine rağmen, barış sorununun sağlıklı bir çözümünün, kapitalizmin varlığı nedeniyle mümkün olmadığını görememek, ancak SSCB’deki statükocuların ve uzlaşma politikalarının bilinçli bir teorileşmesiyle açıklanabilir.
Dolayısıyla, ‘uygarlık krizi’ kavramı, tanımlanması ve içeriği anlamında son derece yanlış bir kavramdır. “Bu yaklaşım, çağdaş krizin köklerinin kapitalizmin krizi açısından karakteristik olan toplumsal, sınıfsal anlaşmazlıkta aranmasına yönelmemektedir. Bu kökleri, çağdaş insanlık ile doğa arasındaki, tekniğin gelişmesi sonucu ortaya çıkan sorunların arasındaki çelişkide aramaktadır.” (G. Vodolozov,Y.Açılım)
Bilimsel ve teknolojik devrimin, günümüz açısından taşıdığı önem ve üretim sürecindeki etkileri tartışma götürmez. Emperyalizm, çok uzun yıllardır, bilimsel çalışmaları, üretim sürecinin bir parçasına dönüştürmüştür. Bilimsel teknolojik devrimin canlı emeğin önemini arttırdığı açıktır. Çünkü, canlı emek, maddi hareket etkenlerinin artan bir bölümünü harekete geçiriyor, kendi çevresinde döndürüyor. Gerçekte el emeği az kalifiye olan emek üretiminden uzaklaşıyor. Giderek daha çok zihinsel bir karakter kazanan emeğin, bilimsel teknik emeğin, yaratıcı, doğa ve üretim süreçlerini dönüştürücü, zorunlu toplumsal değerleri yaratan emeğin rolü artıyor. Mühendis ve teknikerlerin değil, aynı zamanda bilim adamlarının, çok çeşitli faaliyet alanları temsilcilerinin ve bu arada ‘üretici olmayan alana’ geleneksel olarak dahil kişilerin, giderek artan biçimde üreticiler kategorisine girdikleri görülmektedir.
Bunlar genelde doğrudur, ama işçi sınıfı kavramının farklılaşması gibi bir anlam taşımaz. Bir kez, bu süreç, daha çok metropoller düzeyinde kalmıştır ve üstelik belli stratejik sektörlerde geçerlidir. Ekstantif karakterli sektörler ve bütün olarak dünyanın güneyine henüz yabancı gelişmeler durumundadır. İkincisi bu gelişmeler, artı değer ve ona tabi kategorileri ortadan kaldırmamakta, tersine yoğunlaştırmaktadır. Proletarya üzerindeki sömürünün nicelik anlamıyla farklılaşması başka şeydir, nitelik değiştirmesi çok daha başkadır. Ama bu önemli olgunun üstü örtülerek, ciddi bir teze ulaşılmaktadır:
“Eğer soruna insanlığın temel kaygısı olan soyunu devam ettirme açısından bakarsak; o zaman görüyoruz ki, ‘bilimsel teknik devrim öncesi’ döneme ait işçi sınıfı, en azından kapitalist olmayan dünya ülkelerinde, bu acil toplumsal amacın gerçekleştirilmesi mücadelesinde öncü olamamıştır. Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa) insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması gibi muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden gelebilmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu durum gözönüne alındığında, toplumsal ilerlemenin öznesinin basit biçimde değiştirilmesi değil, onun daha geniş bir temelde oluşturulması zorunluluğu açık biçimde ortaya çıkmıyor mu?” (Tezler)
Burada da Marksizm’in temel anlayışlarından birinin çarpıtılması ile karşı karşıyayız. Marksizmin hiç bir ustası, ya da hiç bir önemli teorisyeni, işçi sınıfının insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması görevinin üstesinden tek başına gelebileceğini iddia etmemiştir, etmez. Söylenen şey, çok daha başkadır.
Proletarya, Marx’ın anlatımıyla, “bütün toplumu kurtarmakla kendisini de kurtaracak olan sınıftır” ve gücü; örgütlenmeye ve disiplinli bir harekete yatkınlığından, kapitalizmin diğer sınıf ve katlarının tersine, üretim araçlarına sahip olamamasından ve kendi emeğinden başka satacak şeyi olmamasına rağmen, üretim sürecinin temel dayanağı olmasından kaynaklanır. Marx proletaryayı şöyle tanımlamıştır:
“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için, evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel değil genel bir haksızlık olduğu için, yalnız kendisinin kurtuluşunu değil, bütün toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf. Geleneksel bir statü değil, sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil, bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bu bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması halinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf… İşte bu sınıf, proletaryadır.” (Marx, 1844 Elyazmaları)
Proletarya, bir ülkenin nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaz. Ama o ülkenin can damarları, sanayi işletmeleri, limanları, ulaşım, iletişim, enerji sektörleri, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını değerlendiren işletmeleri, bu sınıfın üzerinde yükselir ve onun siyasal eylemi, bütün bu faaliyetlerin bir anda felç olmasına, ülkeyi sarsmasına yeterlidir. Lenin’in sözleri, hala geçerliliğini sürdürmektedir.
“Kapitalist bir ülkede proletaryanın gücü, toplam nüfusun içindeki oranına nazaran sınırsız biçimde daha fazladır. Bu, proletaryanın, bütün kapitalist ekonomik sistemin merkezi noktalarının, sinir merkezlerinin altında, ekonomik ve politik bakımdan emekçilerin büyük çoğunluğunun gerçek çıkarlarının temsilcisi olması nedeniyle böyledir.”(Lenin, 1919 Yılı)
Ne varki bunlardan; proletaryanın, yalnızca bu gücünün bilincine ulaşarak ve bu bilinçten hareketle siyasal eylemi yoğunlaştırarak, bütün bir insanlığı tek başına ilerleteceği sonucu çıkmaz. Sahip olduğu nitelikler, proletaryayı elbette bu sürecin başlıca unsuru yapar.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın mutluluğunu sağlamak, toplumsal ilerlemeyi nesnel bir gerçekliğe dönüştürmek ise, ancak proletaryanın bütün çalışanlarla ve demokratik güçlerle oluşturacağı sağlam ittifaklarla, kısacası geniş halk kitlelerinin ortak hareketliliği ile mümkündür. Yani proletarya tek başına toplumsal ilerlemeye gerçeklik kazandıran güç değil, toplumsal ilerlemenin lokomotifi, devindirici gücüdür.
Proletarya demokrasisi de, ancak kentlerin ve kırların proleter olmayan tabakalarıyla ve herşeyden önce de köylülükle sağlam temellere dayanan bir ittifakla anlam kazanır. Tersi durumda, proletarya demokrasisinin toplumsal pratik içinde aldığı biçim, proletaryayı diğer sınıf ve katlardan yalıtan bir çarpıklığa dönüşür. Diğer toplumsal katların desteği yeterince sağlanamadığı, onlarla sağlam bir ittifaka dayanılamadığı için; proletarya söylemi sadece yeni iktidar sahiplerinin bir kalkanı olarak kalır. Proletarya hakimiyeti ancak kağıt üzerindeki sözlere hapsedilir. Dolayısıyla da, totalitarizme özgü yöntemlerin kullanılmasının meşrulaştığı bir iktidara yol verilmiş olunur, proletarya demokrasisinden uzaklaşılır.
Proletaryanın sınıf olarak sahip olduğu içeriğin abartılması ve bu abartılı ölçülerin sonucunda, onun işlevinin azaldığı düşüncesine ulaşılması, yeni bir olgu değildir. Marks, bu türden sapmalar için şöyle demişti:
“Demokratlar halk kelimesini kutsallaştırmışlardır, siz de proletarya kelimesini kutsallaştırıyorsunuz, tıpkı demokratlar gibi, olayların yerine kelimeleri geçiriyorsunuz. Biz emekçilere diyoruz ki, sadece yaşama koşullarını değil, kendinizi de değiştirmek için mücadele etmeniz gerekiyor.” (Franz Mehring, Karl Marks)
SBKP’nin proletaryanın farklılaşması tezinin dayandığı “proletarya” da bu şekilde tasarlanmış bir kavramdır ve bu abartılmış kavramdan yola çıkılarak oluşturulan ölçüler, günümüz dünyasına uymayacağından, rahatlıkla ihtilalci teori budanmakta, statükoculuk yüceltilmektedir. Kuzeyin metropollerindeki işçilerden yola çıkılarak ve dünyanın güneyi bütünüyle atlanarak tez yaratılmaktadır.
Oysa gelişmiş ülkelerde bile esktantif sanayileşme aşılmış değildir. Kaldı ki bu da yeterli bir ölçü olamaz, çünkü artı değer kategorisi, kapitalist sistemin temelinde yer almayı sürdürmektedir. Emperyalizmin dayanağı olan yeni sömürgelerde ise, kaba ve fahiş bir sömürü yine vardır. Bu konuda burjuva ideolog Samuelson’un sözleri, SBKP’nin yaklaşımından daha gerçekçi olmayı sürdürüyor:
“Gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki karşıtlığı anlayabilmek için; az gelişmiş bir ülkede, örneğin El Salvador’da, Hindistan’da veya Nijerya’da yaşayan yirmi bir yaşında tipik bir vatandaş olduğunuzu varsayın. Yoksulsunuz, üretip piyasaya sürmeden tükettiğiniz malları da hesaba katsanız bile yıllık geliriniz yüz dolardan düşüktür. (…) Ömrünüzün uzunluğu hakkındaki olasılıklar, ileri ülkelerdeki ortalama vatandaşınkinin yarısı kadardır. Zaten kardeşlerinizin ikisi ya da üçü rüştüne varmadan ölmüştür. (…) Asya, Afrika ve Latin Amerika vatandaşı olarak, dünya nüfusunun %70’ini oluşturuyorsunuz, buna karşılık dünya gelirinin ancak %20’sini aranızda paylaşmak zorundasınız. (Bugün Asya, Afrika ve Latin Amerika nüfusunun dünya nüfusu içindeki payı %70’in üzerine çıkmış, geliri ise, %20’nin altına inmiştir ve bu oransızlık giderek derinleşmektedir.) (…) Yoksullar ve zenginler arasında daima farklar olmuştur.
Neden az gelişmiş ülkeler sorunuyla bu kadar ilgileniyoruz? Bu ilgimizin nedenlerini sıralarsak durumu daha iyi anlarız: İleri ülkelerde gelir farkları küçülürken, ileri ülkelerle az gelişmiş ülkeler arısndaki gelir farkları, tam tersine büyümektedir. (…) Endonezya, Hindistan ve diğer az gelişmiş ülkelerde hayat standartları çok az düzelmiş ve hatta bazı bölgelerde bozulmuş bulunmaktadır. (…) İnsanların midelerini doyurun, böylece komünist olmalarına engel olursunuz derler. Bu iddia doğru değildir. Sefalet içindeki insanlar isyan edemezler, geçmişin büyük ihtilalleri (örneğin Fransız ve Rus ihtilalleri) belli bir iktisadi gelişme başarıldıktan sonra olmuştur. Buna rağmen, gelişme sorununa sırtımızı çevirmemiz, bizim için felaket olabilir. (…) Sefiller başkaldıramazlar, şimdilik korkmayın. Ama bir gün akılları başlarına gelirse, biz para babalarının çanlarına ot tıkayabilirler. Bu yüzden gene de dikkatli olalım. (…) Dünya nüfusunun altıda birinden az kısmı gelişmiş ülkeler grubunda yaşamaktadır.” (B. A. Samuelson, İktisat)
Proletaryanın farklılaştığı yönündeki görüşler, aynı zamanda burjuvazinin de farklılaştığı görüşünü içerir. Bu iki sınıf aynı bütünün kutuplarıdır ve birinin dönüşümü ya da evrimi, ötekinin de evrimiyle mümkündür. SBKP revizyonizmi, proletarya kavramının farklılaşması, genişlemesi ve artı değer kategorisinin ortadan kalkmasıyla birlikte; büyük sermayenin de, gerek kendisini yeniden üretme ve gerekse de üreticilerle ilişkiler bağlamında farklılaştığını açıkça söylemektedir:
“Büyük sermaye, bazen kendi ayrıcalıklarının bir kısmından bile vazgeçerek, üretimin yönetimine ve kâra katılımı öngören çeşitli sistemler yardımıyla, ücretli emeğe özgü olan yabancılaşma olgusunun üstesinden gelmeye yöneliyor.”
Dolayısıyla, bir bütün olarak üretim sürecinin de farklılaştığı, kapitalizm ve sosyalizmin uzlaşmasına uygun bir çerçeveye yönelindiği ileri sürülmektedir:
“Endüstriyel ekonominin mantığı, çok çeşitliliğin ortadan kalkmasına, toplumun tek türdenleşmesine, toplumun tüm alan ve sektörlerinde tek bir endüstri örgütlenmesine yol açıyor. Her özel faaliyet türüne; tek, ortak bir ölçüt ile değil, ona özgü bir ölçüt ile yaklaşılmasına neden oluyor. Bu yaklaşım, faaliyet türü için en uygun olan örgütlenme biçimlerini sağlıyor. Endüstriyel ekonomi için, olgunluğa giden yol, çok çeşitlilikten tek çeşitliliğe doğru bir hareket anlamı taşırken, bilimsel teknik ekonomi için, bu yol tersi bir doğrultuyu öngörüyor. Bu ise, yalnızca evrensel, girişken insanın oluşumunun çok çeşitliliğini değil, aynı zamanda onun kendisini geliştirmesinin pratik biçimlerinin de çeşitliliğini sağlıyor.” (Tezler)
Bu yaklaşım birçok belirlemenin de alt üst olmasını ve “eski”nin yerine “yeni” saptamaları, buradan da yeni programları kaçınılmaz kılar. Örneğin, dünyaya yön veren çelişki ve ilişkilerin yeniden belirlenmesi ister istemez gündeme gelecektir. Çünkü, “şiddetten arınmış bir dünyanın kurulması yolundaki stratejik amacın bu yönleri, kendi içinde anti-kapitalist bir potansiyel barındırıyor ve kapitalizmi kimi temel özelliklerinin kendi karşıtlarına dönüşümünün yeni bir aşamasına götürüyor.” (agy) Artık yön verici olan eski çelişkiler değil, uygarlık krizidir, deniyor ve bu krizin aşılması da, eski antagonist çelişki saptamalarının tam olarak terkedilmesiyle mümkündür. Gorbaçov’un şu sözleri, bu perspektifi yeterince verecek kadar açıktır:
“Uygarlık, sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunma duygusu ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları, kısacası, eski düşünceyi ayıran bir çizgiye ulaşmış bulunuyor.” (agy)
Bu durumda, emek ile sermaye arasındaki farklılaşma nasıl bir biçim alacaktır? Üretim sürecinin temelden değiştiği varsayıldığına, hem proletaryanın ve hem de burjuvazinin farklılaştığına inanıldığına göre, dünya nasıl bir biçim alacaktır? Kapitalizm ve sosyalizm, yani bugüne kadar çatışan iki sistem, bilimsel teknolojik devrimin açtığı yeni ufuklarla; toplumsallaşma ve desantralizasyon, insan soyunun yok olmasına karşı tavır gibi paydalarda buluştuğuna göre, burjuvazi ile proletarya arasındaki tarihsel çelişkide farklılaşmakta, sorunun ancak bir biçimi, çelişkinin özel bir biçimi olmaktadır.
“Toplumsal ilerlemenin bütün öznesi, şimdi ortak karşıtına karşı koyma temelinden çok, insanlığın varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı temelinde, uygarlık krizinden çıkılması ve şiddetten arınmış bir dünyaya doğru ilerlenmesi adına oluşmaktadır. Kuşkusuz karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin genel olarak tekelci burjuvazi biçiminde değil, onun militarist askersel-endüstriyel fraksiyonu olarak beliriyor. Toplumsal ilerlemenin yeni bütünsel öznesi, olumlu amaçların gerçekleştirilmesi olarak, belirli bir karşıta ‘karşı birlik’ biçiminde anlaşılan daha önceki devrimci sürecin akımları karşısına konulamaz. Ama ağırlık merkezinin olumsuzlama görevlerinden kurucu görevlere doğru yer değiştirmekte olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu nedenle, gerçekçi bir eylem programı böylesi bir önem kazanmıştır.” (agy)
Çelişkilerin bu düzeye indirgenmesi ve her şeyin uygarlık krizini aşmaya bağlanması, varlığı kapitalizmle özdeşleştirilmekten önemle kaçınılan olumsuzlukların aşılması yolunda mücadeleye de reformist bir içerik kazandırmaktadır.
“İlerlemenin çeşitli güçleri arasında önceki ayırdedici birçok çizgi, yeni görevler karşısında anlamını yitiriyor. Tüm tarafların ‘çok bilmişlik kibirinden’ vazgeçmesi, gerçeğin birlikte aranması ve diyaloga hazır olunması, her koşul ve durumda lider olma iddiasından uzaklaşılması, daha esnek ve demokratik örgütsel yapıların yaratılması; işte tüm bunlar, ilerici güçler ile onların ‘kriz karşıtı güçlerin birliği’ çerçevesinde yeni işbirliği biçimleri arasındaki mevcut ya da olası yapay engellerin aşılmasına götürüyor.” (agy)
SBKP’nin sahip olduğu mücadele perspektifi en temelde budur ve Gorbaçov’un “yeni düşünme biçimi” dediği şey de, görüldüğü gibi uzlaşmacılığın yeni bir biçiminden başka şey değildir.
Böylece, uygarlığın bir kriz içinde, bir yok olma tehlikesi içinde bulunduğu ve kapitalizmin, geçmişte yapılan belirlemelerin tersine çürüyen değil, kendisini üreten bir sistem olduğu belirlemesine varılmaktadır. Buradan hareketle, bilimsel teknolojik devrimin açtığı olanaklarda bu iki sistemin buluştuğu sonucuna ulaşılmaktadır. Gerçi, bunun ogünden sağlandığı söylenmiyor, ama kanallar bu yola açılıyor ve böyle bir uzlaşmanın mümkün olduğu söylenerek, bu uzlaşma devrimciliğin yeni biçimi olarak tanımlanıyor.
Eski reel sosyalizm revizyonizmine göre, toplumsal mülkiyet olarak o güne kadar, hep devlet mülkiyeti ifade edildi ve bu sahipsiz bir mülkiyet anlayışıydı. Öte yandan, toplumsallaşma ve desantralizasyon bir arada düşünüldüğünde, daha çok da ekonomik bir kategori olarak alındığında, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farklar asgariye indirgenmektedir. Sosyalizmin kapitalizme alternatif olduğu sözü, bu durumda giderek anlamsızlaşır. Çünkü aradaki çelişkiye antagonist olmaktan çıkmış gözüyle bakmak ve iki sistemi, ortak amaç ve özelliklerde buluşturmak, devrim olgusunun ve sistemler arası farklılıkların açıkça yadsınmasından başka bir anlam taşımaz.
Gorbaçov’a göre, bu yeni düşünme biçimi, kalıcı barışı ilerletmenin imkanlarının teorik yöntemlerini incelemektedir. Bu amaca ulaşmak hem zorunludur, hem de uygulanabilir. Güçler arasındaki karşılıklı ilişkileri yöneten yasalar belirlenmelidir ki rekabetin, çelişkilerin ve çelişen çıkarların içinden, istenen sonuçlar elde edilebilsin. Bu bağlamda, bazı zorlu sorular ortaya atılmalı ve karşılıkları aranmalıdır. Bu soruları şöyle çıkarmış Gorbaçov: “Birinci soru, emperyalizmin niteliği ile ilgilidir (…) şimdiki aşamada dünyanın gelişmişliği ve onun karşılıklı bağımlılık ve bütünlüğünün yeni düzeyi veri alındığında, o bünyeyi etkilemek ve onun, daha tehlikeli göstergelerini bloke etmek mümkün mü?” (Gorbaçov, agy)
Böyle bir sorunun ifade edilmesi bile, kapitalist sistem üzerine değerlendirmelerdeki köklü değişimi anlamaya yetmektedir. Militarizasyonun kapitalizmin doğasından kaynaklanmadığına inanılmaktadır. SSCB’de çeşitli çevreler bu soruya olumlu karşılık veriyorlardı. Örneğin, Bilimler Akademisi şöyle diyordu:
“Bu mücadelenin mantığı (şiddetten arınmış bir dünya mücadelesi) sosyalist olmayan dünyada, toplumsal ilerleme güçleri bloğunun oluşmasını getirecektir. Bu blok, bir görevden başka bir göreve geçerek ve bu arada kendisi de gerekli değişimlere uğrayarak, derin toplumsal dönüşümlerin bir öznesi olarak ortaya çıkabilir.”
Gorbaçov’un çizdiği çerçeve de bu görüşe uygundur: “Sadece geçen savaşın dersleri değil; fakat aynı zamanda, şimdi bir dünya sistemi olan sosyalizm karşısında, kendi enerjisini tüketmek korkusu, kapitalizmin içsel çelişkilerinin uç noktalara kadar götürülmesine izin verilmesini engellemiştir. Kapitalist ekonomilerde, teknolojik ve örgütsel alt yapı alanında meydana gelen değişiklikler de çelişkilerin yatıştırılmasına ve değişik çıkarların dengelenmesine yardımcı oldu.(…) Geçmişte, faşizm tehditi yükseldiğinde, bir sosyalist ülke ile kapitalist devletler arasında ittifakın mümkün olduğu kanıtlandığına göre, bu şimdi için bir derse işaret etmiyor mu? Bugünün dünyası, nükleer felaket tehlikesiyle, güvenli nükleer enerji ihtiyacı ile çevre tehlikesinin önlenmesi ile karşı karşıya bulunuyor. Bütün bunlar gerçek ve acil sorunlar. Onları kavramak yeterli değil: Pratik çözümler de bulunmalı.” (Gorbaçov, agy)
Gorbaçov’un ikinci sorusu, bu ilk soruyla bağlantılı:
“Kapitalizm, militarizmden kurtulabilir mi? Ve iktisadi alanda, onsuz işleyişini sürdürüp geliştirebilir mi?”
Sovyet toplumbilimci Primakov şöyle cevap verdi bu soruya:
“Günümüzde kapitalist sistemin karakteristiği için ilkesel önemdeki soru, onun gelişmesine eşlik eden militarizasyondur. Bu kapitalizmin doğasından mı kaynaklanıyor sorusuna verilecek cevap; görülüyor ki, ikilidir. Hiç kuşkusuz militarizmin yaratılışı, kapitalist toplumun gelişme süreciyle bağlantılıdır. Bununla birlikte bu sonuç, günümüz koşullarında kapitalizmin militarizm olmadan varolma anlayışıyla aynı anlama gelmiyor. Bilindiği gibi, sermaye dünyasında çeşitli ülkelerin ekonomik ve politik yaşamının militarizasyon düzeyinin eşit olmaktan uzak olduğu gözleniyor. Bir dizi Batı Avrupa devleti, geniş ölçekli bir militarizasyona sahip değiller. Savaş sonrası Japonya’sı (…) kapitalizmde militarizmin üretici güçlerin büyümesine zorunlu biçimde eşlik etmediğini kanıtlamıştır. Tüm bunlar bize göre, ekonominin militarizasyonunun ciddi biçimde gelişmiş olduğu kapitalist ülkelerde bile bu sürecin tersine çevrilebileceği konusunu gündeme getirmeyi olanaklı kılıyor.” (Primakov, Yeni Açılım)
Gorbaçov ise, yine kesin belirlemelere girmeden, çerçeveyi çizmekle yetiniyor:
“Savaştan beri, ABD ekonomisi askerileştirilmeye doğru yönlendirildi ve buna bağımlıydı ki; bu ilk bakışta ekonomiyi canlandırıyor gibi görünüyordu. Fakat sonra kaynakların anlamsız ve toplumsal açıdan yararsız biçimde boş yere harcanması, astronomik ulusal borca, diğer sorunlara ve hastalıklara yol açtı. En son tahlilde, aşırı askerileştirmenin, iç durumu giderek kötüleştirdiği, diğer ülkelerin ekonomilerini bozduğu ortaya çıktı.”
Gorbaçov’un üçüncü sorusu ise şöyle idi: “Kapitalist sistem, halen bekası için gerekli öğelerden biri olan, yeni sömürgecilik olmadan yapabilir mi?”
Ve cevabı: “Üçüncü sorumuza cevap ararken de; durum, çözüme karşı koyar gibi gözükmüyor. Bu alanda da değiştirilebilirlik sözkonusudur. Fakat bu gerçeği anlamayı ve yeni düşüncenin ruhuna uygun olarak pratik eylemlerin ayrıntılı biçimde planlanmasını gerektiriyor.”
Aynı günlerde SBKP’nin Türkiye’deki müminleri ise şöyle diyordu:
“Fidel Kastro, ‘Eğer durum böyle devam ederse, inanıyorum ki, patlamaya hazır bir ortam yaratabilir’ diyor. Bu gerçeğin farkına varan kapitalist ülkeler, kendiliklerinden zaman zaman bazı önlemler almaya yönelmektedir (…) belirli koşullarda yeni krediler açmayı ve faiz indirimlerine gitmeyi planlıyorlar. Bu uygulamalar, daha köklü çözümleri tartışma gündemine getiriyor. Kapitalizm koşullarında yeni sömürgeciliği geriletmek ve ortadan kaldırmak olanaklıdır.” (M. Taş, Yeni Açılım)
Toparlayarak, perestroikanın üzerinde yükseldiği ve yeni düşünce biçimi olarak tanımlanan ideolojik çerçeveyi temel çizgileriyle özetleyelim:
l İnsanlık büyük bir dönüşüm halindedir, ve uygarlık, ekonomik, askeri, ekolojik vb. nitelikteki bir krize tutulmuştur. Bu kriz, genel olarak insanlığın faaliyetleriyle doğanın gelişme yasaları arasındaki çatışma anlamına gelir.
l Günümüzde devrimci görev bu krize karşı mücadeledir, ve bu kapitalizme karşı mücadele ile özdeşleştirilemez. Çünkü kapitalizmin gelişme olanaklarının yitirilmesinin bir sonucu değildir.
l Bu yolda ilk elde yapılması gereken termo-nükleer bir savaş olasılığını ortadan kaldırma yolunda çabaları yoğunlaştırmaktır ve dünya kamuoyunun yaptırım gücü, olumlu sonuca ulaşmanın koşullarını olgunlaştırmaktadır. Barış sorununun tam bir çözümünün kriteri, kapitalizmin yok olması değildir.
l Öte yandan, artık bilimsel teknolojik devrimin açtığı ufuklar, üretim sürecini farklılaştırmış, burjuvazi ve proletaryayı yok etmese de klasik anlamlarının dışında nitelikler yüklemiştir.
l Geçmiş burjuvazinin yerini artık menajerler almaktadır ve büyük sermaye kendi zararına sonuçlardan hareketle, yabancılaşmayı aşmaya çalışmaktadır. Büyük sermaye kendi varlığının üreticilerin zenginleşmesine bağlı olduğunu anlamıştır.
l Bu nedenle, çağımızda toplumsallaşma ve desantralizasyon, bir çelişki olmaktan çıkmıştır ve yan yana yaşayabilmektedirler.
l Bu durumda kapitalist sistem içinde, sistemi olumsuzlarından arındıracak devrimci bir blok oluşturulabilir. Dolayısıyla da militarizasyon ve yeni sömürgecilik, kapitalizm yok olmadan da aşılabilir.
l İki sosyo-ekonomik sistemden sosyalizm, kapitalizmin alternatifi ve ileri olanıdır. Ama anlaşılan o ki, bu ikisi uzun süre bir arada yaşayacaklar ve bu süreç, kapitalist toplumun ekonomik, siyasal, entellektüel bütün yanlarına dokunarak onun varlık ve evrim koşullarının biçimini belirgin olarak değiştirmektedir.
l Bunların sonucu olarak, kapitalizme ilişkin eski tanımlamalar ve mücadele perspektifi, artık geçerliliğini yitirmiştir. Militarizasyonun ortadan kalkmasının olanaklılığı, kapitalizmin reformlar yoluyla düzelmesini de olanaklı kılmaktadır.
Perestroika’nın Ekonomik Çerçevesi
Daha önce de vurguladığımız gibi, sosyalizm hiç bir zaman yekpare bir ekonomi olarak anlaşılmamalıdır. Üretimin toplumsal planlamaya tabi niteliğine rağmen, kural dışı uygulama ve eğilimlere her zaman rastlanabilir. Bunu, teorinin toplumsal gerçeklikle çelişen karakteriyle açıklayabiliriz.
Hiçbir teori, hiçbir planlama ve öngörü, hayatın kendisiyle bire bir uyum göstermez. Beş yıllık kalkınma planlarının, milyonlarca emekçinin, onbinlerce işletmenin içereceği kural dışı eğilimleri engellemesi, olanaksızdır. Bu eğilimler, çeşitli biçimlerde kendisini gösterir ve bir kısmı dayanaklarının gücü ölçüsünde meşrulaşır.
Kırlarda bireysel tüketime ayrılan bahçelerdeki ürünlerin meta olarak kullanımı, hiçbir planda öngörülmez ama yaşayan bir gerçek olarak kabullenilegelmiştir. Karaborsa, bunun bir diğer örneğidir ve planın aksaması ölçüsünde, karaborsanın etki alanı genişler. Daha başka çeşitli koşullardan, dış ilişkilerden, diğer sosyalist ülkelerdeki gelişmelerden, doğal koşullara kadar yayılan geniş bir yelpaze oluşturan çok sayıda etken; ekonominin yönlendirici olguları olarak, planın uygulanış biçimini ve sonuçlarını etkiler.
Ama bütün bu etkenler, genel bir nitelik olarak, sosyalist ekonominin planlı karakterini ve planın bütün bir ekonomik yapılanma üzerindeki genel denetimini değiştirmeye yetmez. Çünkü toplumsallaşmış bir üretim ve toplumsal mülkiyet söz konusudur.
Bu nitelik, sosyalist ekonomiyi, kapitalist ekonomik işleyişe taban tabana zıt bir çizgiye oturtmuştur. Bu ikisini birbiriyle uzlaştırmak mümkün olmaz ve böyle bir çaba, bir norm olarak sosyalizmin ekonomik anlamının çarpıtılması ile ancak gündeme gelebilir. Sosyalist piyasa ekonomisi kavramının kökeninde yatan gerçek budur.
Piyasa, kapitalizme özgü bir kategoridir. Sosyalist ekonomik işleyişi incelerken değindiğimiz gibi, SBKP’nin uzun bir süre savunduğunun tersine; sosyalist yasalar, değer ve piyasa kategorilerinin yadsınmasını gerektirir. Piyasayı sosyalizmle uzlaştırmak, aynı zamanda kapitalizme özgü diğer çeşitli olayları da içerecek ve bir işgücü piyasasının oluşmasını getirecektir.
SBKP’ni böyle bir seçeneği gündeme getirmeye iten nedenler nelerdir?
Nüfusun %4 artışına rağmen 1985’e göre son beş yıllık dönemde, GSMH’da kişi başına artış olmamıştır. Fakat ekonomide durgunluk yaşanmıştır. Sanayi kesiminin %40’ında üretim gerçekte gerilemiştir, tarım ve taşımacılık da buna dahildir. Halkın üçte ikisinin yaşam standartı düşmeye başlamıştır. Durgunluk bunalıma doğru gitmektedir. (A. Aganbegyan)
Üretimdeki etkinlik, ürünlerin kalitesi, bilimsel gelişme, ileri teknoloji üretme ve kullanma bakımından dünyanın ileri ülkeleriyle aradaki açık, sürekli olarak büyümektedir. Yokluklar, gayri safi üretim saplantısı, üretim yapılırken malzeme, işgücü, sermaye kullanımında sorunlar vardır. Genel olarak israflı ve beceriksiz bir girdi kullanımı, bilimsel ve teknolojik yeniliklerin etkin uygulama eksikliği yüzünden başarısızlığa uğramıştır.
Bu etkenlerin bir sonucu olarak emek üretkenliği düşük bir düzeyde kalmaktadır. Aradaki fark, yalnızca ekonomik ve teknolojik verilerle açıklanmayacak kadar büyüktür. Nitekim Gorbaçov da sorunu yalnızca bu biçimi ile açıklamamıştır. Ona göre ideolojik boşluk, halkın moralindeki çürüme, dayanışma duygusunun zayıflaması, disiplinsizlik, kayırma, sorumsuzluk, parti rehberliğinin gevşemesi ve bazı hayati süreçlerde girişimin kaybolması, kültür, sanat, eğitim ve bilimde gerilemeler, önemli nedenlerdir.
Yoklukların ve kıtlıkların baskısı altında üretimi artırmak için getirilen maddi teşvikler, hak edilmemiş gelirler yaratmış, parazitlik artmış, bilinçli ve kaliteli işçiliğin itibarı düşmüştür. Çalışma ile tüketim ölçüleri arasında ortaya çıkan dengesizlik, toplumsal adaleti, kağıt üzerinde geçerli bir kategoriye dönüştürmüştür. Ekonomi mali bakımdan sıkışmış ve döviz sıkıntısı baş göstermiştir.
Bu sorunları aşabilmek için gündeme getirilen uygulamalar, perestroika sürecinin beyni olarak nitelenen Aganbegyan tarafından üç bölümde özetlenmiştir:
“SSCB’de perestroikanın ekonomik yönü üç biçimde gelişiyor. Birincisi, ekonominin toplumsal gereksinmelere doğru biçimde uyum göstermesinin güçlendirilmesidir. İkincisi, ekstantif büyümeden intansif büyümeye dönüşümdür. Üçüncüsü, yönetimde reformdur, idari yöntemlerden ekonomik önlemlere geçiştir.”
Aganbegyan’ın ekonominin toplumsal gereksinmelere doğru biçimde uyum göstermesinin güçlendirilmesi biçiminde özetlediği şey, sosyalist piyasa ekonomisi olarak tanımlanan uygulamaların yürürlüğe sokulmasıdır. Bu, çeşitli resmi kaynaklarda yeterince açık biçimde konulmaktadır.
Örneğin, parti programında şunlar söyleniyor: “Üretimde verimi artırmak, dönüşüm, mübadele ve tüketimi daha iyiye götürmek için, mal – para ilişkilerini daha yaygın biçimde kullanmak önemlidir. Ancak bu, sosyalizmin yeni kazandığı içeriklere uygun olacak. Parasal araçlar kullanarak işin miktarı ve kalitesinde, kontrolün ve daha yüksek ekonomik hareketliliğin sağlanması zorunludur. Ekonomik kaldıraç ve özendirmelerden ne varsa hepsini kullanmalı, devlet bütçesi sağlamlaştırılmalı ve rublenin alım gücü artırılmalıdır.” (Gorbaçov, 27. Kongre Siyasal Raporu)
Buradaki yaklaşımın anlamı, planlama ilkesinin, o güne kadar taşıdığı anlamın farklılaştırılmasıdır. Planlı ekonomide, toplumsal kaynaklar; değer yasası kurallarına göre değil, önceden saptanmış önceliklere göre bilinçli biçimde dağıtılır. Oysa Perestroika süreci, arz ve talep arasında dinamik ilişkilere dayanmaktadır. Örneğin Aganbegyan şöyle söylemektedir:
“1990’a kadar perakende fiyatların yapısında reform yapmak. Perakende et ve süt fiyatlarının yükselmesi, yaşam standartının ise düşmemesi için çalışılacaktır.”
Buradaki anlam; fiyatların belirlenmesi, sosyalist planlamanın öncelikli ihtiyaçlar ilkesinin yerine, piyasa ölçülerinin konulmasıdır. Örneğin, planlı ekonomik uygulamanın bir gereği olarak sosyalist ülkelerde, öncelikli tüketim maddelerinin fiyatları, sübvansiyonlar yoluyla her zaman belli bir düzeyde tutulur. Onlarca yıl zam yapılmayan tüketim maddeleri vardır. Ama artık bu uygulama bırakılmakta ve ölçü piyasada oluşacak arz- talep dengesi olmaktadır. Aganbegyan durumu; “bu perestroikanın ilk yönüdür: Kaynakların genel yaşam standartını yükseltmek üzere kaydırılması. Ama bütün bunlar daha yüksek verimlilik, daha fazla çıktıya dayanıyor” biçiminde açıklamaktadır. Bu yaklaşımı, Gorbaçov’un şu sözleri de doğrulamaktadır:
“Meta ve para ilişkileri konusundaki önyargılı bu ilişkilerin planlı ekonomi rehberliğinde bütünüyle bir yana alınmasına son vermek zamanı gelmiştir. Bunların insanların daha iyi çalışmaya duyduğu ilgi ve üretim üzerindeki güçlü etkisinin önemini reddetmek, mülkiyet muhasebesi sisteminin zayıflamasına, hatta daha başka istenmeyen sonuçlara yol açar. Tersine sosyalist bir temelde meta ve para ilişkileri sonuçları, tam olarak kollektifin çalışma kalitesine, yöneticilerin becerilerine ve insiyatifine bağlı olan bir durum ve ekonomik koşulları yaratabilir. Eskimiş, zamanını doldurmuş herşeyi yeniden yapılandırmak göreviyle karşı karşıyayız.”
Anlaşılacağı üzere, perestroikanın anlamı, merkezi planlama anlayışının bugüne kadar uygulana gelen işleyişinin yadsınmasına dayanmaktadır. Perestroika öncesi Sovyet planlaması, hiyerarşik düzeyde üç ana bölümden oluşmaktaydı: Gosplan (merkezi planlama örgütü), bu planın belirli üretim dallarına uygulanmasından sorumlu bakanlıklar ve işletmeler.
Perestroika işletmelere özerklik tanıyarak onlara bağımsız hareket etme olanağı verirken, bakanlıklar da onların çevresindeki geniş bürokrasinin rolünü asgariye indirmeyi amaçlamaktadır. Bunun aracı olarak, bir kaç bakanlığı bünyesinde toplayan süper bakanlıklar oluşturulmaktadır. Bu güçlendirilmiş merkezi birimler dikkatlerini; “toplumsal ve ekonomik gelişme hızını artırma stratejisini, bilimsel ve teknolojik ilerlemeye, kapital yatırımlarına, ulusal ekonomideki yapısal değişikliklere, toplumsal üretimin hangi kesimde yapılacağına, planlı devlet rezervlerinin güçlendirilmesine, üretici güçlerin dağılımına, işçiliğin karşılığının ödenmesine, sosyal güvenlik, fiyatlar, tarifeler ve kamu maliyesi ve istatistiklere önem verme üzerinde” yoğunlaştıracaklardır. (Gorbaçov)
Bu durum işletmelerin özerkliği uygulaması ile yanyana getirildiğinde, ortaya geçmişin sıkı denetiminin yerini alan dolaylı bir denetim çıkmaktadır. Gosplan’ın yeni rolü şöyle ifade ediliyor: “Gosplan ve ekonomi alanındaki öteki kuruluşlar; çabalarını, kısa vadeli planlama sorunları, ekonomide oranlı ve dengeli gelişmenin güvence altına alınması, perestroika programının uygulamaya konulması, ulusal ekonominin her biriminde en yüksek sonuçlara ulaşma fırsatı veren ekonomik koşulların ve özendiricilerin üzerinde merkezileşmek zorundadır.” (Gorbaçov)
Planlama, ekonominin uzun erimli yönelimini belirlemek ve perestroika programının önünü açmak, yani işletme özerkliğinin hayata geçmesini engelleyen bürokratizmin önünü almak gibi bir işleve oturmaktadır. Geçmişte planlama hiyerarşisinin can damarı olan bakanlıklar bürokrasisi, bu kez, merkezileşme yoluyla devreden çıkarılmakta, insiyatif, işletmelere tanınmaktadır. Bu durumda denetim, ancak dolaylı olacaktır.
Perestroika’nın tartışma gündemine soktuğu tam hozraşet ilkesinin anlamı, böylece açığa çıkmaktadır. Hozraşet, iktisadi muhasebe anlamına gelir. SSCB ekonomisinde, öteden beri sözü edilegelen bir ilkedir. Ancak gerçek uygulaması, perestroika ile başlamıştır. Buna göre, “işletmeler öz finansmanına dayalı olarak çalışacak, modernizasyon ve genişleme yatırımlarını kendi kârlarından yapacaklardır. Devlet bütçesinden sadece öncelik taşıyan devlet görevlerine yönelik yatırım fonları ayrılacaktır.” (Gorbaçov)
Tam hozraşet; işletmeye, işgücü planlama yetkisi vermekte, işletmelere fiyat belirleme hakkını tanımakta, başarısız işletmelerin desteklenmesini reddetmektedir. Bu durumda, işletme iflaslarını engelleme politikası da terk edilmektedir. Nitekim ilk olay 1987’de baş göstermiş ve iki bin işçi çalıştıran Leningrad İnşaat Birliği iflas etmiştir.
Bu yaklaşım doğal olarak beraberinde, Aganbegyan’ın “yönetimde reform, idari yöntemlerde ekonomik önlemlere geçiş” olarak tanımladığı, işletmelerin özerkliği uygulamasını getirmektedir. Buna göre işletmeler, ekonomik yönetimlerini idari amirler sisteminden ekonomik araçlarla, fiyat, kar ve toptancılıkla, düzenleme sistemine doğru değiştirilmektedir. Bunun anlamı; fiyat oluşumu kadar maliyet ve bankacılık reformu, kaynakların merkezden dağıtılması yerine satın alınması ve satılmasına geçilmesidir. (Aganbegyan)
Toparlayacak olursak; işletmelerin özerkliklerini arttırma hedefinin içine şu öğeler girmektedir:
l İşletmelerin alım satımda serbest olması, işletmelerin ve örgütlerin planlama fazlası ürettikleri ürünü ve kullanmadıkları hammaddeleri ve gereçleri, donanımları vs. bağımsız olarak piyasaya sürebilmeleri, işlenecek maddeleri kendilerinin satın alması.
l Mali özerklik; merkezden sürekli olarak yardım isteme eğilimini ve “asalaklığı” özendirmemek, belirli bir gerileme gösteren işletmelerin, bakanlıkların, bölgelerin kayıplarının verimli birimlerin zararına merkezden karşılanmaması, zararlı işletmelerin kapanması. Mali özerkliğe uygun olarak finans ve kredi sisteminin kullanılması. İşletmelerin talebe, fiyatlara, maliyetlere, teknolojiye olan duyarlılığının artırılması.
l İşletmelere yatırım yetkisi; işletmelerde üretimin geliştirilmesi ve teknolojinin çağdaşlaştırılması için gerekli araçları bizzat kendilerinin sağlaması, yani oto-finansman, üretim araçlarında toptan ticaretin geliştirilmesi.
l Fiyat esnekliği; mali özerklik sistemini etkinleştirmek, reel gelirleri artırmak için fiyatları saptayabilme yetkisi, fiyatların düzeyinin sadece maliyetlere göre değil malların tüketim özelliklerine, sosyal ihtiyaçlara ve tüketici talebini karşılama derecesine göre saptanması, fiyat hadlerinden ve sözleşmeli fiyatlardan daha geniş ölçüde yararlanılması. Ayrıca hammadde ve sanayi ürünlerinin fiyatlarının da arz talep yasasına göre belirlenmesi. Fiyat esnekliğinin etkileyeceği önemli bir alan olan konut, sağlık gibi sosyal tüketime dahil bazı mal ve hizmetlerin paralı olması ve fiyatlarının maliyete ve kaliteye göre farklılaştırılması, dağılımlarının miktar kısıtlamasına göre değil, satın alma gücüne göre yapılması.
l Ücret fonunun işletme gelirlerine bağlanması, işletmelerin ücret fonunun, malların piyasaya sürümünde elde edilen gelirlere doğrudan doğruya bağlı olması, yararsız, düşük kaliteli, satılamayan malları üreten işletmelerin, personelin ücret, prim ve öteki gelirlerinden yararlanamaması; verimlilikten, çalışmanın sonuçlarından sorumlu olunması ve buna göre maddi pay almanın ücret sistemini belirlemesi, ücretin yapılan işin kalitesi, miktarı ve verimliliğine uygun hale getirilmesi, aşırı ücret eşitliği eğiliminden kaçınılması.
l İş hacmine göre vergilendirme.
– Merkezi dış ticaret sisteminin gevşetilmesi ve bazı devlet kurumlarına ve sistemlere ithalat-ihracat yetkisi verilmesi.
l Gelişmiş kapitalist ülkelerle ortaklık ve modern teknolojinin ithaline izin verilmesi.
l Ekonomik normların rolünün artırılması, esas olarak verimlilik, karlılık, kalite normlarının kullanılması. (Gayri safi üretim miktarı normu yerine).
l İşletmelerde ve fabrikalarda yöneticilerin çalışanlar tarafından seçilmesi, işletmelerin yönetiminde çalışanların etkinliğinin artırılması. (T. Arın)
Perestroikanın öne çıkan bir amacı da ekonomide intansif (yoğun) gelişmeye uygun kanalların oluşturulmasıdır. SSCB ekonomisine bugüne kadar hakim olan karakter ise ekstantif (yaygın) gelişme olarak tanımlanmaktadır.
Ekstantif büyüme, hantal, gelişme dinamikleri zayıf, büyüme esasının ileri teknolojiye değil, daha çok emek miktarına dayanması anlamına gelir. Bu tür bir karakter, hem daha çok emeği ve hem de daha çok sermayeyi gerekli kılarken, emek üretkenliği düşük bir düzeyde kalır. Ekstansif büyüme, sosyalist inşaa sürecinin başlangıcında, üretici güçleri görece geri bir pozisyonda olan sosyalizm için hemen hemen tek seçenek olmuştur.
Üretici güçleri görece az gelişmiş bir ekonomide hızlandırılmış büyüme ve sanayi için, var olan fakat düşük kapasitede kullanılan kaynak rezervlerini harekete geçirmek, hammadde, sermaye, işgücü alanlarında yeni kaynaklar yaratabilmek için ekonomide gerek duyulan yapısal dönüşümleri hızlı ve tutarlı olarak başarabilmek gerekiyordu. Bunun da en etkili yolu merkezileşmiş ve tepeden kararla yönetilen bir planlama idi. Belli fiziksel hedeflere ulaşmak, bu yapısal dönüşüm için son derece önemli ve belirleyici idi.
Ancak, başlangıç için zorunlu ve geçerli olan bu yol, süreç içinde yeterli olmamaya başladı. Sosyalist ekonomik işleyişin sağlıklılığı, sürekli bir gelişmeyi gerektiriyordu. Ekstansif karakterin hakimiyeti nedeniyle bunun anlamı, sürekli gelişme için, daha fazla emek miktarı olmaktaydı. Gelişme, yüksek teknolojiye dayandırılmadıkça, emek miktarının artırılmasının yerine emek üretkenliğinin artırılması koyulmadıkça, ekonomi hep daha fazla işgücü talep edecek, tersi durumda gelişmenin durması ve sistemin tıkanması başgösterecekti.
Geçmiş 5 yıllık planlarda emek gücü 5 yıllık dönem içinde on milyondan onbir milyona çıkmış, yakıt tüketimi ortalama %25’ten %30’a çıkmış, sermaye yatırım ortalaması %45’ten %50’ye yükselmiş ve bu yolda çıktı artırılmıştı. Fakat, 1970’lerin ortalarından itibaren bu tür artışlar olanaksız oldu, emek gücü 5 yılda 3 milyon arttı. Son 15 yılda, önceki 15 yıldan, 20 milyon daha az arttı. Çünkü son savaşın yol açtığı demografik biçimlenme nedeniyle daha az genç insan, daha fazla emekli vardı.
Bu dönüşü karşılamak için emek verimliliğinin %100 artması gerekiyor. Yakıt üretiminde bozulan jeolojik koşullar; çıktının son 5 yılda, ancak %3-5 artmasına olanak veriyor. Hammadde üretiminde de aynı sorunlar var. Ekolojik korunma ve savunma talepleri artıyor, sermaye oluşumunda artış son 5 yılda önceki sayının iki katından fazla, %25 düştü. Bütün bunların anlamı, tam hızlanma gerektiği zaman, ekonomik büyümenin yavaşladığıdır.
Olumsuzlukları aşabilmenin başlıca yolu; ekstansif karakterin, yerini intansif büyümeye bırakmasından geçmektedir. Büyüme, yoğun kaynaklarını, genel üretkenlik artışından, sermayenin ve diğer üretim araçlarının daha etkin kullanımından sağlar. Yoğun büyüme, daha etkin üretim yöntemlerini, yani yeni üretim süreçlerini, emek tasarrufu araçlarını, daha iyi fabrika örgütlenmelerini, vb. gerektirir. Bu da genellikle ek sermaye harcamaları ile birlikte, teknolojik yenilik ve gelişmelerle mümkündür. Yaygın büyüme de sermaye harcamalarını gerektirdiğine göre, yoğun büyüme asıl olarak teknolojik ilerleme ile mümkündür.
Nitekim Aganbegyan da aynı çerçeveyi çizmektedir: “Önümüzdeki yol teknik ilerlemeden geçiyor. SSCB’de devrimci teknolojik kazanımlar oldu, fakat bunların uygulanması gerekiyordu. Bilime çok para harcanıyor ve yüksek düzey elde ediliyor ama elde edilen sonuçlar uygulamaya konulmuyor. Üretim planında çok az yenilenme var. Yanlış yatırımlar oldu, teknolojik yenilenme yerine ilave inşaatlar hedeflendi; yetersiz kaynaklar, özellikle geri kalmış mühendisliğe yatırıldı. 1985’te mühendislikle ilgili bir araştırma %71’inin geri kalmış olduğunu, fakat ancak % 3,1’inin her yıl hizmet dışı bırakılabildiğini ortaya koydu.
Politika değişikliği şarttı ve 1988’de işletmelerin % 9.3’ü yenilenecek. 1990’da bu oran % 13’e varacak. Bu yaklaşım teknik temelin yeniden örgütlenmesini gerektiriyor. 1981 ve 1985 arasında sermaye yatırımı da % 24 arttırıldı. 1986-1990 arasında % 80 arttırılması planlandı. Bunun büyük bölümü yeni yapımlara değil, mevcut işletmelerin yeniden örgütlenmesine gidecek. 1986-1987’de bu uygulama önceki yedi yılın oranını çoktan aştı. İmalatta böyle bir dönüşüm süreci zordur, fakat emek üretkenliğini 1.5-2 kat arttırırken, metal tüketimini de %15 azaltacaktır.”
Ekstansif büyümeden intansif büyümeye geçiş sorunu, ilk kez Perestroika dönemi ile gündeme gelmiş değildir. 1960’lı yıllarla birlikte sorunun bu yanı yeterince ifade edilmiş ve çözümü yolunda girişimlerde bulunulmuştu. Brejnev döneminde bu çözüm, ‘bilimsel ve teknik devrim’ kavramında ifadesini bulmaktaydı.
Bu dönemde de reform girişimleri, en temelde merkezi planlamaya yeni bir çehre kazandırdı. Aksayan yönleri aşmak amacına dayanmaktaydı. Böylelikle intansif büyümeye geçişin koşullarının olgunlaştırılacağına inanılıyordu. Temel felsefe, işletmelerin hareket alanlarını genişletmek, onları özerkleşmiş ekonomik birimlere dönüştürmekti. Böylelikle merkezi planlama sisteminin aksayan iki yanının, işletmelerin pratik sorunlarının çözüm biçimi ile planın genel hedefleri ve denetimi arasında başgösteren ve işletmelerin zararına çözümleri getiren çelişki ile dinamizm eksikliğinin aşılması amaçlanmıştı.
Ancak bu reform girişimleri, genellikle sonuç verici olmadı ve pratikte karşılaştığı çeşitli sorunlara karşılık veremeyerek tıkandı, başlangıçtaki olumsuzluklara yenilerini ekledi. Çünkü, böyle bir kapsamlı dönüşümün gerektirdiği bir koşul olarak, arz-talep ilişkisi başlıca ölçülerden biri olamıyordu. Ama asıl olarak proletarya demokrasisinin işletilmemesi, bu girişimlerin başarı yolunda ihtiyaç duyduğu dinamizmin oluşmasını engellemekteydi.
Perestroika sürecinin özetlemeye çalıştığımız bu ekonomik çerçevesi, kısaca, sosyalist piyasa ekonomisi biçiminde ifade edilmektedir. Bununla birlikte, kavramın perestroika süreci ile birlikte gündeme geldiğini söyleyemeyiz. Bu kavramın, NEP dönemine kadar uzanan bir kökeni vardır. O dönemde, Buharin’in emrindeki sağ muhalefetin tezleri, bir çok açıdan, sosyalist piyasa ekonomisi düşüncesinin öncülü kabul edilebilir.
Sorunu ilk kez formüle eden ise, O.Lange oldu. Lange, 1986 yılında yaptığı saptamaları daha sonra yanlış bulmuştu. Ama, özellikle 1960’lı yıllar boyunca, kavram yaygın biçimde tartışıldı. W.Brus, O.Şik, E.Liberman gibi revizyonist teorisyenlerce çeşitli biçimlerde açıldı ve dahası uygulanma olanağı buldu. Yine de Yugoslavya’nın etkileri, son derece önemli olan erken dönüşümü bir yana, uzun süre modelin başlıca örneği olarak Macaristan vardı.
1980’li yıllarla birlikte model yaygınlaştı. Çin ve SSCB’nin de gündemine girdi. Sosyalist piyasa ekonomisi, hızla sistem ülkelerinin ağırlıklı ekonomik politikasına dönüştü ve bu, yaşanan sancılı sürecin ilk elde çıkardığı sonuçlardan biri oldu.
Sosyalist piyasa ekonomisi, bir dönem çağdaş sosyalist ilerlemenin zorunlu durağı olarak gösterildiyse, bunun belli bir mantığı vardı. Kavramın değerlendirilmesine geçmeden önce, bu mantığın yapı taşlarını özetlemek gerekiyor.
Sosyalist piyasa ekonomisi kavramı, kendisine önsel olarak, ekonomik indirgemeci yaklaşımın ürünü olan, sosyalizmin inşasının tamamlanabilirliğini alır. Emperyalizme karşı mutlak biçimde baskın olunamadan da böyle bir düzeye ulaşılabileceği görüşü, beraberinde bu sistemin iç çelişkilerinin antagonist olamayacağı düşüncesini de getirir. Böylece çeşitli uygulamalar için, geniş bir hareket alanı sağlanmaktadır. Yani varolan aksaklıkları aşma yolunda atılacak adımların, hiçbir biçimde, sistemi nitelik olarak sarsmayacağı, bir geriye dönüş tehlikesinin olamayacağı yolunda, Stalin’in oluşturduğu ve Gorbaçov’un da açıkça savunduğu, teorik bir temel var.
Bu, kuşkusuz Stalin’in düşünmediği bir sonuçtur. Çünkü o, varolan işleyişin aynı tempoda gelişmeyi sürdüreceğine inanıyordu. Bu türden olasılıkları içeren esnek bir yaklaşımı yoktu. Ama oluşan gelenek, kendisini üretti ve belli bir noktadan sonra, bu geleneğin kendisini de yadsıyan sonuçlar doğurdu.
Bu önsel üzerinde yükselen kavram, sosyalist inşa sürecine özgü uygulamaların, zamanla yetersizleştiğini söyler. Başlangıçta üretici güçler görece geridir ve sosyalist bir altyapıyı oluşturmak için, sıkı bir merkeziyetçilik gerekmektedir. Görece geri nitelik, bu kalkınma sürecine ekstansif bir karakter kazandırmakta, yani yaygın bir emek miktarının kullanımını gerektirmektedir. Ancak, ekonomik yapılar belli bir olgunluk ve karmaşıklık düzeyine ulaşınca, ekstansif model, tıkanır.
Sosyalist işleyiş, sürekli ve istikrarlı bir büyümeyi gerekli kılmakta, intansif bir karakter kazanılmadıkça, bu durumun pratikte aldığı biçim, emek miktarının sürekli olarak büyümesini bir ihtiyaç durumuna getirmekte ve bu ihtiyacın karşılanması olanaksız olduğundan, tıkanıklık başlamaktadır. Tek çözüm, yüksek bir teknolojiyi hakim kılmaktır.
Ancak bu da zordur; geçmiş ilişkiler, bir bürokrasiyi doğurmuş ve bu bürokrasi, giderek toplumsal gelişmenin, bu yolda yeniden yapılanmanın engeli durumuna gelmişlerdir. “Sanayileşme süreci içinde şekillenmeye başlayan ve kollektifleştirme kampanyası ile yeni kan kazanan idari buyruklar düzeni, ülkenin tüm toplumsal, siyasal düzeni üzerinde etkili oldu. Bütün bunlar bir kez ekonomiye ilişkin olarak oluştuktan sonra, onun üst yapısına sıçrayıp, sosyalizmin demokratik olanaklarının gelişmesini sınırladı ve sosyalist demokrasinin gelişmesini geciktirdi.”(Gorbaçov, Ekim ve Perestroika) “Kemikleşmiş üretim ilişkileri anlayışı uç vermiş, bu ilişkilerin üretici güçlerle diyalektik ilişkisi küçümsenmiştir.”(Gorbaçov, Yenilenme ve Kadro Politikası)
Dolayısıyla yapılması gereken, hem bu asalak engeli kaldırmak ve hem de intansif büyüme kanallarını açacak dinamizmi topluma yeniden kazandırmaktır. Çünkü “dar demokratik temelli yönetim sistemi, halkın kamu mülkiyeti ve kendisini yönetme bilincini olumsuz etkileyerek, insan ilgisinin çeşitliliğinin ihmaline, çalışma isteksizliğine, ahlakın bozulmasına, iktidarın kötüye kullanılmasına, yolsuzluğa yol açmıştır.”(Gorbaçov, Perestroika)
Bu dinamikleri yaratmanın yolu da piyasa kurallarının yürürlüğe sokulmasında bulunmuştur. Bu kuralların sosyalist ilkelerle uyuşmayacağı da kabul edilmemektedir. Daha önceden uygulanmaya çalışılan reformların; örneğin 1965 reformlarının, piyasa, meta ve para kategorilerine, değer yasasına ön yargılı yaklaşmaktan kaynaklandığına ve bu asalak bürokrasinin ön yargılarının, reformların uygulanmasını engellediğine inanılmaktadır. “Bu koşullar altında meta-para ilişkilerinin rolüne ve sosyalizmde değer yasasına karşı ön yargılı tavır geliştirilmiş olması ve çok kere bunların sosyalizm karşıtı ve yabancısı olduğunun ileri sürülmesi, buna ek olarak kâr-zarar muhasebesinin önemsenmemesi, etkin iktisadi önlemleri engellemiştir.” (Gorbaçov)
Ekonomi artık sıkı bir merkezi planlamaya değil, dolaylı bir denetime dayanacak ve toplumsal ihtiyaçlara doğru bir uyum esas alınacaktır. Fiyatlar, arz-talep ilkesine göre belirlenecek, çeşitli maddeler üzerindeki sübvansiyon kaldırılacaktır. Çeşitli maddelere zam yapmak, bu politikaların bir gereği olmaktadır. Bu arada ücretler de, Marks’ın değindiği gibi, ‘herkese ürettiğine göre’ ilkesinden hareketle belirlenecektir. Perestroikacılara göre, bu ilkenin sağlıklı uygulanması, “Stalinizm” tarafından bugüne kadar engellenmiş ve bu durum asalaklığın yayılmasına neden olmuştur.
Sosyalist piyasa kavramının önemli bir unsuru da, ekonomik işletmelerin özerkliğidir. İşletmeler planın dolaylı yönlendirmesiyle, ancak kendi insiyatifleriyle çalışacaklardır ve yöneticileri işçiler seçecektir. Piyasada rekabete ayak uyduramayan işletmelerin iflas etmeleri doğal karşılanmalıdır. Bu uygulama, sosyalist ilkelerle çelişmez, çünkü büyük ölçüde toplumsallaşmış bir ekonomi, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti üzerinde yükselmektedir. Özel işletmelerde ücretli işçi çalıştırmak şimdilik yasaktır. Bu aşamada yalnızca aile üyeleri çalışabilirler. Kırlarda ise, üretimi teşvik amacıyla, toprak kiralama ya da sözleşmeli yönetim gündeme gelecektir.
Bu yeniden yapılanma, doğal olarak dış ticarete de yansımaktadır. Amaç; “dış ticaretin adım adım yeniden yapılandırılmasıdır.”(Gorbaçov, 27, Kongre Siyasal Raporu) 1985 yılında çıkan bir kararname, işletme düzeyinde ihracat teşviki ve ihracat yoluyla kazanılan dövizin kısmen işletme tarafından kendi ihtiyaçlarına göre kullanılması yolunda serbestlik getirir. Ağustos 1986’da ise, 21 bakanlık ve 68 işletmeye, dışarıyla doğrudan ticaret yetkisi verilmiştir. Yani, dış ticaret tekelinden yavaş yavaş vazgeçilmektedir.
Sosyalist piyasa ekonomisinin genel çizgileri ve SSCB’deki uygulanış biçimi, kısaca budur. Eğer bunlar sosyalizmin yaşadığı zorlukların bir sonucu ve geçici uygulamalar olarak açıklansaydı ya da proletarya demokrasisinin işletilmesine dayandırılsaydı, o zaman tartışma ve değerlendirmeler, çok farklı bir hatta otururdu. Ama durum bu değildi. Gerek Gorbaçov’a ve gerek diğer reformculara göre, bu uygulamalar, sosyalizmin o süreçte uygulanması gereken gerçek biçimi idi. Ve Stalinizmin tahribatı dışında, sosyalizmin teorisiyle çelişmemekte idi…
Gorbaçov, 3. programın hayata geçirilmediğini, bir dizi tahmin yanlışı yapıldığını söyledi. Ama ona göre bu, SSCB’nin gelişmiş bir sosyalist toplum olduğunun yadsınması anlamına gelmemeli idi. Burada, gelişmişlikten kastedilen, yalnızca refah düzeyinin artması değil, sosyalizmin komünizme geçişin koşullarını olgunlaştırması anlamında bir gelişmişliktir. Yani Gorbaçov da bütün o sert eleştirilerine rağmen, sistemin antagonist çelişkiler içermediği görüşünü savunmuştur. Dahası, kendi programının uygulamaya sokulmasının bir dayanağı olarak, bu tezi önsel almıştır.
Perestroika seçeneğini sağlıklı bir eksene yerleştirmek, içerdiği çeşitli sakıncaları görmekten geçer. Ama durum tam tersidir. SBKP’nde; uygulamalara, geçici uygulamalar, ya da bir geri çekilme olarak bakan yaklaşımlar söz konusu olmamıştır. Tersine, toplumsal gelişmenin ve komünizme geçişin tek yolu olarak, partinin belirlediği yeni çizgi kabul edilmiştir.
Sosyalizm, üretimin toplumsallaşması sürecinin bir ürünüdür. Marksizmin ustaları, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin kapitalizmi yıkacağına ve üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti üzerinde yükselecek yeni bir sistemin dünyaya hakim olacağına inanmışlardı. Bu yeni sistem, meta ve ona özgü kategorilerin, piyasanın, paranın, değer yasasının yadsınması esasına dayanacak ve bunun yolu olarak da, planlı ekonomik işleyiş hakim kılınacaktı.
Marks, Engels ve Lenin’in öğretilerinden çıkan sonuç budur. Sosyalizm, komünizmin ilk aşamasını oluşturur ve bir geçiş toplumudur. Dolayısıyla, çelişik bir karakteri olacaktır. Ama önemli olan bunun saptanması değil, bu çelişik karakterin ve toplumsal ilerleme sürecinin önündeki engellerin, teorinin ve amaçların yadsınmasına dönüşmesini engelleyebilmektir. Devrimci nitelik, ancak böylesi bir çabanın sürekli kılınmasıyla korunabilir.
Değer yasası ve kategorileriyle, planlama ilkesi arasında tarihsel bir çelişki vardır ve uzlaştırılmaları, hiçbir koşulda mümkün olmaz. Marks’ın Engels’e söylediği; “Gerçekte hiçbir toplum biçimi, toplumun tasarrufundaki çalışma zamanını, üretimi şu ya da bu biçimde düzenlemekten alıkoymaz. Ancak bu düzenleme, toplumun kendi çalışma saatleri üzerinde dolaysız ve bilinçli denetiminde değil de -ki bu ancak ortak mülkiyet ile olanaklıdır- meta fiyatlarının hareketi tarafından yerine getiriliyorsa, her şey senin Fransız-Alman Yılllığı’nda bütünüyle ustaca tanımlamış olduğun gibi kalır.” (A. Karlo) sözleri, sorunu yeterince ortaya koymaktadır.
Değer yasasının yön verdiği bir ekonomide tayin edici olgu, piyasa ve arz-talep ilişkisidir. Toplumsal ihtiyaçların önceliği değil, piyasanın talepleri belirleyici olmaktadır. Bu piyasa, gelir eşitsizliğinin bir ürünü olarak farklılaşmış taleplere, toplumun bölüşüm ilişkilerinden farklı düzeylerde yararlanabilen kesimlerin farklı düzeylerde taleplerine dayanır. Bu nitelik, merkezi planlama ve öncelikli ihtiyaçlar ilkeleriyle bağdaşmaz. Onun yerine, anarşik karakterli bir üretimi ve meta fetişizmini koymak zorundadır.
Sosyalist piyasa ekonomisi tezini oluşturanların tamamının üzerinde durdukları sorun; fiyatların, piyasa mekanizmasının serbest işleyişine göre belirlenmesidir. Yalnızca az sayıda ürün bu kapsamın dışında tutulmaktadır. “Satın alma gücü olan nüfusun artması; yiyecek talebini, özellikle et, süt, meyve talebini arttırmıştır. Sürekli arz eksikliği vardır. Devletin gıda üretim fiyatlarını düşük tutması bunu körüklemektedir. Fiyatlar genellikle maliyetin altındadır. 1990’a kadar reform” (Aganbenyan) yapmak amaçlanmıştır.
Bu durum, yatırım malları fiyatlarının da piyasada oluşmaya başlamasını getirir. Yani, piyasanın işleyişinin yaygınlaştığı oranda, planın etkisi azalmaktadır. Çünkü belli bir kâr amacıyla üretilmiş metalar ve bireysel tüketim taleplerine karşılık veren bir meta piyasası söz konusudur.
Ekstansif büyümeye dayanan hantallaşmış bir ekonominin bu yönde dönüşümü; başlangıç için bir dinamizmi ve gelişmeyi sağlasa da bu süreç kâr unsurunun artan biçimde öne çıkması, toplumsal tüketime yönelik üretimin, yerini bireysel tüketime bırakmaya başlaması yönünde evrilir. Çünkü ancak dolaylı bir denetime tabi olan özerk işletmelerin başarılarının ölçüsü, bu işletmelerin ne derecede kârlı olabildikleridir. Bu, üretim hedefleri ve çalışma yöntemlerinin seçiminde özerk olarak hareket edebilen girişimleri yönlendirebilecek başlıca ilkedir. Ve beraberinde çeşitli uygulama ve sonuçları getirir; aralarındaki rekabet, zayıf ve başarısız işletmeleri iflasa zorlar. Bunun reel sosyalist sistem ülkelerinde pek çok örneği vardır.
İşsizlik, işçiler arasında bu temelde başlayan rekabet ve nihayet bir emek gücü piyasasının oluşması, bu sürecin bir sonucu olacaktır. Uygulamayı daha önceden başlatan ülkelerin ulaştıkları sonuçlar, yeterli birer gösterge olmuştur. İşletmelerin başarılı olabilmek, iflas etmemek için bireysel tüketime yönelmeleri ve kâr unsurunu öne çıkaran niteliği ile bütünleşen bu olgu, kapitalist sömürünün işletmelerde uç vermesi ve gelişmesi demektir.
Yani piyasa ekonomisinin gelişmesi, merkezi planlamadan giderek daha çok uzaklaşmayı, kar amacını taşıyan işletmelerin birbirlerinden bağımsız üretimini, dolayısıyla da anarşik bir karakteri, enflasyon ve işsizliği getirecektir. Planlama ilkesi, ne kadar aksi iddia edilirse edilsin; işletmeler arası rekabetin neden olacağı bir tekelleşmeyi, işsizliği engelleyemez, emek gücü piyasasını oluşturacak yöntemlerle yanyana yaşayamaz.
Bu türden eleştiriler, meta ekonomisi ile sosyalist planlamayı uzlaştıran revizyonistlere göre dogmatik bulunmakta ve kabul edilmemektedir. Çünkü; onlara göre sosyalizmin inşaası tamamlanmıştır, geriye dönüş tehlikesi yoktur ve amaç, var olan hantallığı aşmak, intansif büyümeye geçebilmektir. Bu yaklaşımın temel dayanağı ise, mülkiyetin ve kazancın toplumsallaştırılması ve piyasa sosyalizminin işçi öz yönetimine dayandırılmasıdır.
Mülkiyetin ve dolayısıyla kazancın toplumsallaşması, tek başına bir anlam taşımaz. Sosyalizm üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan bir sistemdir, ancak bu yalnızca sistemin bir yönünü oluşturur. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini tamamlayan diğer olgular; toplumsal planlama, bölüşüm ilişkilerinin “herkese çalışmasına göre” ilkesine dayanması, meta ve ona özgü kategorilerin yadsınması, üretici güçlerin sürekli bir gelişmesinin sağlanması ve her şeyden önce de bu karakterin proletarya demokrasisine koşut yürütülmesiyle anlam kazanır. Bunlar, sosyalizmi bir sistem olarak farklı kılan temel taşlardır ve bir tekinin aksaması bile sistemin sağlıklılığını sarsar.
Lenin’in kapitalizmin gelişme yatağı olarak nitelediği meta üretimini ve ona özgü kategorileri sosyalizmle uzlaştırma çabası; sürecin bu yönde evrilmesiyle, diğer temel taşları ve bu arada mülkiyetin ve kazancın toplumsal niteliğini de dönüşüme zorlar.
İşletmeler arası rekabet ve kâra yönelik üretim, toplumsal tüketimin yerini bireysel tüketim yasasının alması, işletmeler arası farklılaşmaya uygun bir zemin doğurmuştur. İflaslar, işsizlik ve enflasyonun başlaması, bu yönde yeterli verilerdir.
Başlangıçta işsizlerin istihdamı sorunu çözümlense de, piyasanın genişlediği oranda, sorunun artık çözümlenememesi ve emek gücü piyasasının mutlak bir unsur haline gelmesi, kaçınılmazdır.
Bu noktada, grup mülkiyeti olgusu ağırlık kazanmış olur. Yani üretim araçlarının özel mülkiyeti bireysel düzeyde değil ama, yönetici ve çalışanlarıyla grup düzeyinde gerçekleşmektedir. İşletme özerk olduğundan, yani bağımsız girişim ve hatta gelişmesi durumunda bağımsız iç ve dış ticaret hakkına sahip olduğundan; karlı olduğu oranda, grup olarak kazancı, başarısız işletmelerden yüksek olacaktır.
Hukuken, mülkiyet yine toplumsal görünecektir. Ama durum asıl olarak, bağımsız girişimci işletmelerin vergilendirilmesinden başka bir şey değildir. Olayın hukuki ifadesi ile pratik işleyiş biçimi arasındaki çelişki, sürecin kendi evriminin belirleyici olması durumunda, hukuki prosedürün de değişimini gerektirir. Bu aşamada, eddişelerimiz henüz uzak bir olasılıktır. Ama Yugoslavya ve Macaristan örnekleri, bu olasılığın ciddi bir olgu olduğunun kanıtlarıdır.
Bu aşamada, en azından işletmeler düzeyinde gelir farklılığı söz konusudur. Yani, zaten sosyalist olmayan bölüşüm ilişkilerinin bu niteliği aşılmamış, yeni ve daha geri bir nitelik kazanmıştır. Kırlarda büyük arazilerin elli yıllığına kiralanması ve sözleşmeli üretim gibi gelişmelere koşut süren bu durum, Gorbaçov’un iddialarının tersine gelir eşitsizliğini sona erdirmek bir yana, derinleştirmekten öte bir sonuç doğuramaz.
Bir yanda yüksek bürokratlar, işletme yöneticileri, karlı işletme ve sektörlerin çalışanları, kiracı ve sözleşmeli çiftçiler ve öte yanda çalışanlar vardır. Bu süreç ilerledikçe, kendisine uygun kültür ve teorileşmeyi de yaratır. Eşitsizliğin toplumsal gelişmenin dinamiği olduğu söylemi hakim olur. İşte Macaristan Başbakanı Karely Groz’un 1987 yılında söyledikleri:
“Zenginlerle neden uğraşıyorlar? Çok açık: Çünkü zenginler ötekilerden daha akıllı, daha yetenekli ve daha usta”
Macaristan bu noktaya elbette bir anda gelmedi, sosyalizm ile meta ekonomisinin uzlaşmaz olmadığını varsayarak, gelişme adına sosyalizmin başlıca ilkelerini birer birer törpüleyerek geldi.
Tıpkı diğer reel sosyalist ülkeler için olduğu gibi…
Ama sosyalistler için reel sosyalizmle sosyalizmi ayırdedecek temel ilkeler mevcuttur ve bizleri reel sosyalizm pratiklerine karşı dinamik kılan tarz, bu ilkelerde yatmaktadır.
Ve yine diyoruz ki: “Yaşasın Sosyalizm”…
Geriye Dönüş Sorunu, SBKP Ekonomizminin Kökenleri
Tek ülkede sosyalizm sorunu, yalnızca bunun olabilirliği ile sınırlı değildi. Aynı zamanda, sosyalizmin anlamının ve sosyalist inşanın sınırları sorunlarının da tartışılmasını içermekteydi. Emperyalist kuşatma koşullarında, sistem en temelde inşa edilse ve hakim üretim biçimi durumuna gelse bile bu, o ülkede sosyalizmin inşasının tamamlandığı anlamına gelecek miydi?
Stalin 1924 yılında, yani tek ülkede sosyalizm sorununun daha tartışılmadığı, Avrupa devriminden yana umutların (önemli ölçüde çözülmekle birlikte) henüz yok olmadığı bir sırada, bu soruya olumsuz karşılık vermişti.
Doğmatizmi aşamamalarının bir sorucu olarak, SBKP muhalefetinin tek ülkede sosyalizm sorununa temelden yanlış yaklaşması ve sürecin dışına itilmeleri, Stalin önderliğinin soruna yaklaşımının tümüyle doğru olduğu anlamına gelmez. Stalin, ekonomik indirgemeciliğin ve pragmatizmin yaratılmasında, SBKP’ndeki hakimiyeti de düşünüldüğünde, en önemli payın sahibidir.
Tek bir ülkede burjuvazinin devrilerek proletarya iktidarının kurulması, sosyalizmin zaferinin sağlandığını kesin olarak göstermez. Sosyalizmin temel sorununun, yani sosyalist üretimin örgütlenmesinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Sosyalizmin nihai zaferini sağlamak ve sosyalist üretimin organizasyonunu tamamlamak için tek bir ülkenin harcadığı çabalar, özellikle Rusya gibi bir tarım ülkesinin harcadığı çabalar yeterli değildir. Bundan dolayı, çeşitli ülkelerin proletarya sınıflarının göstereceği çabaya ihtiyaç vardır. (Stalin)
Ancak Stalin’in düşüncelerini değiştirmesi fazla uzun sürmedi. Aynı yıl yayınlanan “Leninizm’in Sorunları” adlı broşürde tersi görüşü savunmaya başladı:
“Biz, ülkemizdeki güçlerin proletaryayla köylülük arasındaki çelişkileri çözebileceğini söylüyoruz. Öteki ülkelerin proletaryasının sempatisi ve yardımlarıyla (ama öteki ülkelerdeki proletaryanın zaferini bir ön koşul olarak ileri sürerek değil), emekçi sınıfımızın iktidarı ele alabileceğini ve bu iktidarı, tam anlamıyla bir sosyalist toplum kurma amacıyla kullanabileceğini ileri sürüyoruz. Böyle bir olanak yoksa, sosyalizmi kurmak, kurulabileceği umudundan yoksun olarak sosyalizmi kurmak demek olur ki, bu da Leninizm’in bir yana atılmasından başka bir şey değildir.” (Stalin)
Ülkenin sanayileşmesi sorununun çözülmesine bağlı olarak da önce Molotov ve ardından Stalin, 1936 yılında, sosyalist inşanın tamamlandığını ilan ettiler. 1939 yılında Stalin, emperyalist kuşatma koşullarında komünizmin yetkin aşamasına da ulaşılabileceğini söyleyerek olaya bambaşka bir çehre kazandırdı. Böyle bir durumda devletin ne olacağına ilişkin soruna şöyle bir açıklama getirmekteydi.
“Biz, henüz komünizm aşamasına ulaşmış değiliz, ona doğru hızla yol alıyoruz. Komünizm döneminde de devlet varlığını sürdürecek mi? Evet, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi yok edilmezse sürdürecek. Hayır, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılır, eğer onun yerine sosyalist kuşatma geçerse, devlet varlığını sürdürmeyecek ve yok olacaktır. Sosyalist devlet sorununda durum budur.” (Stalin)
Bu sözler, herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar açık biçimde, emperyalist kuşatma koşullarında, komünizmin yetkin aşamasına ulaşılabileceğini vurgulamaktadır. Yani yalnızca sosyalizmin inşa edilmesi değil, daha ileri aşama kastedilmekte, böyle bir aşamada devletin yaşamasının doğal karşılanması gerektiği anlatılmaktadır. Bu ciddi bir yanılgıdır ve SBKP ekonomizminin kökenlerini açığa çıkartan başlıca örneklerden birisidir.
Tek ülkede sosyalizmin inşasını olanaklı bulmak ile bu ülkenin tek başına komünizme ulaşabileceği iddiası, aynı şey değildir. Ve tersine, özenle ayrı tutulmalıdır. Stalin, tek ülkede sosyalizmin inşasını savunurken haklıydı ve böylece emperyalist dönüşümle birlikte, derinleşen, eşit olmayan gelişmenin dünya halklarının zararına sonuçlar vermesi, halkların emperyalizme karşı savaşta sağlam bir mevzide durmasının yolu açılmıştır. Troçkizm’in konuyu bulanıklaştıran ve kapitalizmden komünizme geçiş sorununu sürecin öne çıkardığı çelişki ve ilişkileri dikkate almadan belirsiz bir geleceğe devreden yaklaşımına karşılık Stalin’de simgelenen yaklaşım, Marksizm’in eylem klavuzu olma niteliğinin önemli bir örneği olmuştu.
Ne var ki bu sürecin tamamlanabileceği savı hatalıdır, geriye dönüşün koşullarının kalktığı anlamına gelir. Sosyalizm, bütün insanlığa sunulmuş bir olanak, maddi bir olgu olarak, ileri bir niteliğe ulaşabilir. Ama, emperyalizme karşı mutlak bir üstünlüğün sağlanamadığı koşullarda, geriye dönüş teorik olarak her zaman zayıf bir olasılık biçiminde de olsa pratikte vardır.
Kapitalizmin yıkılması süreci, daha önceden öngörülenin tersine, sistemin ileri ülkelerinde değil, görece geri kalmış ülkelerde başladı. Bunun sonucu olarak kapitalist üretim ilişkileri ile gelişmesi bu ilişkiler tarafından engellenen üretici güçler arasındaki çatışma, yerini, sosyalist üretim biçimi ile bu üretim ilişkilerinin gereklerine karşılık verebilmekte yetersiz kalmaktan kaynaklanan çelişkiye bıraktı.
Değişik biçimde anlatacak olursak, devrim yapmış ülke, yalnızca ileri kapitalist ilişkileri dönüştürerek sosyalizmi inşa etmekle değil, kapitalizmin saldırdığı koşullarda hem görece geri olan üretici güçlerini geliştirmek ve hem de bunları sosyalist ilişkilere ve dağıtım mekanizmalarına uygun biçimde örgütlemek gibi ciddi bir problemle karşılaştı. Tek ülkede sosyalizmi inşa çabasının başlangıçtaki durumu budur.
Yanlış olan, bu yolda başarının mutlaklaştırılmasıdır. Oysa çağımız bir yönüyle, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalizmin çatışma çağıdır fakat bu, tarihsel olarak haklı olan sosyalizmin bu çatışmadan her aşamada üstün çıkacağı anlamına gelmez. Üstünlük, çeşitli etmenlerle, daha önceden hesap edilmeyen ve toplumsal pratik içinde beliren çeşitli düzeylerden engellerin çözümüyle ve yeni olguların yol açtığı etkilerle büyük ölçüde bağlantılıdır. Emperyalizm ile yanyana yaşanılan bir dünya -olumlu ya da olumsuz anlamda,- siyasal,kültürel ve ekonomik ilişkilerde karşılıklı etkilenmeleri de kaçınılmaz kılar. SSCB tarihi boyunca, emperyalist ülkelerle ilişkiler, farklı nedenlerle, sürecin o aşamada ihtiyaç duyduğu boyutlarda , her zaman olmuştur.
Bu ilişkiler, sosyalist sınırlar içinde uygulanan politikalar ne olursa olsun, eğilim düzeyinde de olsa, geriye dönüş olasılığını canlı tutar. Kaldı ki SSCB, geriye dönüşün koşullarını ortadan kaldırırken de komünizm aşamasına ulaşıldığı ifade edilirken de sağlıksız pek çok özelliğe sahipti. Herşeyden önce, emperyalist-kapitalist sistemle çatışmada üstünlük ele geçirilmemişti. Ne var ki revizyonizm soruna bu biçimiyle bakmıyordu. Ölçüleri daha farklıydı onun…
Geçiş toplumları, çelişkilerin son derece yoğun biçimde yaşandığı toplumlardır. Bir yanda geçmiş toplumun etkileri ve bir yanda da geleceği örgütlemek gibi bir çaba vardır. Aynı zamanda geçiş toplumları, gelecekteki olgun dönemini yaşayacak, bir sonraki toplumsal sistemi karşılayan (tekabül eden) ilişkileri de bağırlarında üretir ve taşırlar. Toplumsal sürecin çeşitli ögelerinde, bu nitelik kendisini gösterir; eski ve yeni topluma özgü ilişkiler yanyana, birbirleriyle rekabet ve çatışma halinde yaşarlar.
Zafer, kuşkusuz yeni ve gelişmekte olanındır. Ancak sorunun bu teorik ifadesi, toplumsal pratik içinde süren ve sürecek olan çatışmaların yadsınması anlamına gelmez. Eski topluma özgü ilişkiler, sık sık baskın çıkabilir ve hatta çeşitli düzeylerde bir hakimiyet de söz konusu olabilir. Geriye dönüşün koşulları her zaman vardır kısacası… Hele hele eski toplumsal ilişkiler, dünyada hala güçlü ve baskın durumda ise, hala sosyalist sistemle rekabet ve çatışmanın çeşitli alanlarında üstün durumda ise, bu tehlike çok daha büyüktür.
Sosyalist mücadele sürecinde, birçok yanlışlığa kaynaklık etmiş bir eğilim olarak, ekonomik olanın rolünü abartmak, ekonominin son çözümlemedeki belirleyiciliğini toplumsal sürecin diğer başat unsurlarının yadsınmasına dönüştürmek, sonuçları açısından ciddi zararlar vermiştir. SBKP’nin yanlışlıklarının önemli bölümünün temelinde bu olgu, ekonominin rolünü, ekonomizme saplanacak ölçüde abartmak yatmaktadır ve kökenleri sosyalist inşa sürecine dayanmaktadır. Durum, sosyalist inşa sürecinin “zorunlu” uygulamalarının olağandışı bir sürecin olağan olmayan uygulamaları olmaktan çıkarılmasıdır. Ve bu olağandışı uygulamalar; kurum ve alışkanlıkların kendilerine varlık temeli yaratma çabalarıyla, ekonomik indirgemeciliğin hakimiyetine dönüşmüştür.
Sosyalist inşa süreci politakaları ve bunların teorik düzeyde ifade ediliş biçimi olarak en başta Stalin’in yazdıklarının ortaya çıkardığı bir sonuçtur bu… Örneğin, Stalin’in, Lenin’in çeşitli zamanlarda söylenmiş sözlerinden yola çıkarak geriye dönüş olasılığı ve devrilmiş burjuvazinin gücünün kaynakları üzerindeki saptamalarına bakalım:
“Devrilmiş burjuvazinin gücü nerede yatmaktadır?”
Birincisi, uluslararası sermayenin gücünde, burjuvazinin uluslararası bağlantılarının güç ve sağlamlığında.
İkincisi, devrimden sonra uzun bir süre sömürücülerin kaçınılmaz olarak, bir dizi muazzam gerçek avantajları ellerinde bulundurmasında. Çünkü hala paraları vardır. (Paranın derhal ortadan kaldırılması mümkün değildir.) Bir miktar para, çoğu zaman önemli miktarda taşınabilir servet, ilişkiler, örgüt ve yönetme alışkanlıkları onlarda kalır. Yönetmenin bütün sırları (aletler, yöntemler, araç ve olanaklar) ellerindedir. Daha yüksek eğitime sahiptirler, (burjuva tarzda yaşayan ve düşünen) yüksek teknik personelle yakın ilişki içindedirler, askerlik sanatında karşılaştırılmayacak derecede büyük deneyimleri vardır. (Bu çok önemlidir) vb.
Üçüncüsü, alışkanlığın gücünde, küçük üretimin kuvvetindedir… Çünkü ve yazık ki dünyada hâlâ pek çok küçük üretim vardır.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları)
Bu sözler, tek boyutlu ve eksik yaklaşımın, ekonomik indirgemeciliğin dışa vurumudur. Herşeyden önce, sorunun ancak ikincil boyutlarını ele almaktadır. Burjuvazinin gücünün asıl kaynağı, sosyalist bir ülkede geriye dönüş tehlikesini canlı tutan gerçek neden, sosyalist yaşama biçiminin topluma egemen kılınamamasından, yeni sosyalist insanın yaratılamamasından ve bir geçiş dönemi toplumu olarak sosyalizmin, emperyalizm karşısında mutlak bir üstünlük elde edememesinden kaynaklanır.
Bunlar sağlanmadıkça, bu temelde bir süreklilik kazanılmadıkça, devrilmiş burjuvaziye maddi güç kazandıracak somut görünen nedenler ezilse ve tasfiye edilse bile, sorunun sağlıklı bir çözümü mümkün olamaz ve olmamıştır. Dahası bunlar başarılmadan, emperyalist kapitalist sistemden asgari düzeyde yalıtılma gerekliliği de gerçeklik kazanamaz.
Çünkü bu düzeyde de ekonomik indirgemecilik ölçü olacak, emperyalizmle ekonomik ilişkilerin asgari düzeyde tutulması, seyahat serbestisinin sınırlanması yeterli bulunacak, emperyalist kapitalist sistemin canlı ve güçlü olmasının toplum üzerinde yaratacağı muazzam baskının boyutları, kültürel ve psikolojik etkileri hesaba katılmayacaktır.
Stalin’in bu sözleri, uzak görüşlü bir Marksist önderden çok, günlük pratiğin gereklerine karşılık veren ve teorik çıkarımları da bu pratikle sınırlı kalmayı ancak başarabilen bir politikacının sözleri gibidir. Dolayısıyla, geçiş sürecinde kültür ve yeni tip sosyalist insan olgularının önemine karşılık veren yaklaşımları, Stalin’de bulamayız. Sosyalist inşanın ve komünizme varabilmenin ölçüleri, temelde ekonomik veriler ve gelişme olmaktadır.
Bu perspektifin sonucu; sözkonusu yaklaşımın gelenekselleşmesi, sosyalizmi inşa sürecinin zorunlu olarak içerdiği, gerçekte ise sosyalizm dışı kalan kurum ve eğilimlerin varlıklarının teorik bir temele dayanması ve kendisi için eğilimler kazanması, bu eğilimlerin giderek toplumun sırtında bir kambura, gelişmenin önünde bir engele dönüşmesinin yolunun açılması olmuştur.
Stalin 1924 yılında, burjuvazinin devrilmesinin, iç savaşın kazanılmasının üzerinden yalnızca birkaç yılın geçtiği, devrimci coşku ve heyecanın hâlâ yüksek olduğu bir sırada, ancak Çarlık Rusya’sına yeniden dönüş tehlikesinin kaynaklarını açıklayabiliyor ve 1924 yılının bu açıdan hakim atmosferinin ifadesi sözler söylüyordu. Ama Lenin’in 50-60 yıllık zaman biçtiği bir süreç olarak sosyalist inşanın gerçekleştirilmesi sürecinde, eski haliyle değil ama yeniden burjuva sınıfının oluşması gibi bir olasılığın canlı kalacağını, bunun da sosyalist yaşama biçiminin gerçekleştirilebilmesindeki, sosyalist yeni insanın yaratılabilmesindeki zaafların üzerinde yükselebileceğini göremiyordu.
Geriye Dönüşün Anlamı
Gerçekte, toplumsal sürecin hiç bir parçası diğerlerinden soyutlanamaz. Toplumsal gelişmenin ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik, estetik, etik boyutları; birbirleriyle yoğun bir ilişki içindedirler, birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler.
Örneğin ekonomik gelişme, özünde üretici güçlerin gelişmesidir ve üretici güçlerin başında da insan yer alır; insanı yönlendiren etkenler ise çok çeşitlidir. Ve ekonomik alan, bunlardan yalnızca birisidir. Bir bütün olarak topluma hakim olan atmosfer, insanı biçimlendirir, olay ve olgulara yaklaşımlarına, eylemlerine yön verir. Ama bir kez sorunun bu niteliği, zorunlulukların kurumlaşmasına kurban olursa, toplumsal gelişme de temelinden engellerle karşılaşmış olur. Stalin’in yaklaşımlarında bu olgu hemen göze çarpar. En önemli eseri diyebileceğimiz “Sosyalizmin Ekonomik Meseleleri” adlı derlemesi üzerine Mao’nun söylediği sözler, kuşkusuz çarpıcıdır:
“Stalin’in kitabı, başından sonuna kadar, üst yapı hakkında hiç bir şey söylemiyor. Kitap insanlarla ilgili değil, insanları değil, eşyaları göz önünde bulunduruyor.(…) Onlar teknolojinin, kadroların herşeyi belirlediğine inanıyorlar; her zaman “kızıl”dan değil, uzmanlardan, kitlelerden değil, kadrolardan sözediyorlar.” (Mao, Yayınlanmamış Eserler)
Bununla birlikte Stalin’le başlayan ekonomik indirgemecilik ele alınırken; kaba bir biçimde, onlarca yıl, ekonomik alan dışında, diğer toplumsal süreçlere hiç önem verilmediği söylenemez. Troçki’ye yakın tarihçi İ. Deutscher’in söyledikleri kayda değer:
“1930 yıllarında, ortalama bir Avrupa ulusununkinden daha aşağıda olan maddi üretim aygıtı öyle büyük ve öyle çabuk genişledi ki Rusya şimdi Avrupa’nın birinci ve dünyanın ikinci sanayi gücü durumundadır. On yıldan azıcık fazla bir zamanda, kent ve ilçelerin sayısı ikiye katlandı ve kent nüfusu 30 milyon arttı. Her dereceden okul sayısı çok şaşırtıcı bir biçimde çoğaldı, bütün ulus okula gönderildi. Ulusun bilinci öyle uyarıldı ki gerisin geriye uykuya güçlükle yatırılabilir. Bilgi, bilimler ve sanat için arzusu, Stalin hükümeti tarafından, sıkıntı verici ve doymak bilmez bir hal alma noktasına kadar uyarıldı.(…) Son olarak Rus toplumunun bütün yapısı öyle derin ve çok yönlü bir değişim geçirdi ki gerçekten tersine çevrilemez.” ( Stalin, İ. Deutscher)
Thomas Angotti ise, bu ifadeyi daha da ileri götürerek, Stalin’in ekonominin belirleyiciliğini, toplumsal sürecin diğer unsurlarının önemini yadsıyacak düzeyde öne çıkardığı iddialarına karşı çıkmakta ve tam tersine Stalin önderliğinde bir kültür devriminin yaşandığını vurgulamaktadır:
“Kültür devrimi, yaygın bir okuma-yazma kampanyasını içerdi; tiyatro, sanat ve edebiyatı işçi sınıfı için ilk kez ulaşılabilir hale getirdi ve kültürel hayatın bütün dallarında gözü pek bir deneyimin önünü açtı. Stahanovist hareket, rekabet kampanyalarıyla üretimi arttırmak için, işçiler tarafından başlatılan kendiliğinden bir hareket olarak çıktı. Bu kampanyalar Bolşevik Parti tarafından yönlendirilince, nihayetinde işçilerin geniş katılımını sağladı. Subbotnikler, kamu işlerinde gönüllü çalışmayla ve toplumsal olarak yararlı diğer tasarılarla ilgilendi. Moskova Metrosu gibi birçok kilit tasarımın inşasına yardım ettiler.” (Stalin Dönemi: Tarihin Açımlanışı, T.Agnotti)
Bu yaklaşım, sorunun özüyle değil, biçimiyle ilgilenmenin, dahası sosyalizmi sistem olarak farklı kılan ilke ve kuralları biçime kurban etmenin tipik bir örneğidir. Agnotti’nin buradaki sözlerinin doğruluğunun tartışılması, Stahanovizm ve Subbotnizmin, bir kültür devriminin ne derece göstergesi olabileceğinin ele alınması ayrı bir konudur. Sovyet yazarları şimdi, resmi yazının yıllarca söylediklerinin tam tersi şeyler söylüyorlar ve bir yerde bütün bunlar anlamsız olmakta. Çünkü özellikle kültür devriminin anlamı, burada çizilen çerçeveden daha farklıdır.
Kültür de toplumsal sürecin diğer parçaları gibi, ancak bir bütün olarak sosyalist sistemin uygulanış biçimiyle bağlantılıdır. Proletarya demokrasisinin kağıt üzerinde kaldığı bir ülkede, ekonomik gelişmeyle toplumsal gelişmenin hemen hemen özdeşleştirildiği, ekonominin, üretici güçlerin; makineler, eşyalar ve uzmanlar düzeyinde ele alındığı koşullarda, bir kültür devriminin varlığından sözetmek, ancak toplumsal gerçekliği yansıtmaktan uzak, iktidar güçlerini koruyan ve aklayan bir yaklaşımın ürünü olabilir.
Deutcher ve Agnotti’nin sözünü ettikleri kültürel seferberlik, kuşkusuz doğrudur ve iktidar tarafından bilinçli olarak başlatılmıştır. Ancak atlanan şey, bu seferberliğe hakim olan tek boyutluluktur. Halkın yönetime ortak edilmediği, politikaların yürütülüş biçimi üzerindeki etkilerinin sınırlı düzeyde kaldığı bir ortamda; söz konusu kültürel faaliyetler, ancak başlangıç anlamında çarpıcı kalır. Belli bir noktadan sonra -ki bu süre oldukça sınırlıdır- kendi kendini üretemeyecek olan kültürel alt-yapı, ürettiği taleplere karşılık olamayacağı için, süreklilik kazanamaz ve durulur.
Sosyalist sistemin kültürel özellikleri bu olamaz. Sağlıklı bir kültür devrimi, ne Stalin’in genel seferberliklerle başlattığı ve kültürü asıl olarak kendisiyle sınırlayan, dolayısıyla daha baştan güdük kılan politikalarla; ne de Mao’nun yaptığı gibi, halkın öne çıkan taleplerini uyararak kültür devrimini bir kitlesel gösteriye dönüştürme ve bu çerçevede bir kült yaratma ama öne çıkan taleplerin de hiç birine ciddi biçimde karşılık veremeden kitle gücünü boğma olarak kavranamaz.
Bu kültür devrimlerinin en çarpıcı sonuçları, Stalin ve Mao çevresinde yaratılan kült olmuştur. Buna karşılık, süreç içinde sonuçları açığa çıkan son derece olumsuz yanları vardır. Örneğin SSCB’de, Lisaynko Olayı, Wersmann-Morgan teorileriyle birlikte bütün genetiğin milyonlarca siyasi okul öğrencisinin gözünde bir daha tamir edilemez şekilde mahkum edilmesi, böylece de ülkenin en yetenekli bilim adamlarının yer aldığı bir bilim dalının, şaşırtıcı denecek biçimde yıkıma uğraması, sonra, Stalin’in dil-bilimi ve ekonomi-politik bilimine düzenleme ve toparlama anlamında yaptığı katkıların, yıllarca resmi politika gereği baştacı edilmesi türünden örnekler, oradaki kültür devriminin sonuçlarının önemli göstergeleridir.
Çin’deki kültür devrimi hareketinin ardından, koca ülkede beş yıl tek bir romanın yayınlanamaması da kayda değer bir başka örnektir. Proletarya demokrasisinin olmadığı, halkın yönetime katılma talebinin yerine getirilmediği yerde, sosyalist bir kültür de sağlam biçimde oluşamaz ve sosyalist insanın ülkenin hakim karakteri olması gerekliliği yerine gelmez.
Her devrim, toplumsal bir alt üst oluş, toplumsal sürecin bütün alanlarını kapsayan büyük bir çalkalanma anlamına gelir. Eski düzenin bürokratik askeri mekanizması parçalanmış, yerine daha ileri bir üretim biçimini inşa etmenin bir aracı olarak devrimci bir kurumsallaşmaya yönelinmiştir. Bu süreç, zoru temel alarak ilerlemekte ve burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasıyla kalmamakta, aynı zamanda, ekonomik, ideolojik, entellektüel ve etik düzeylerde de eski-yeni çatışmasına dönüşmektedir.
Devrimin ilk yılları, devrimci coşku ve heyecanın da en üst düzeyde olduğu yıllardır. Yalnızca iktidar el değiştirmez, toplumsal yaşantının yerleşik kural ve ilkeleri de sarsılır ve yenilenmeye başlar. Her devrim, ülkenin kültürel ortamını da etkiler ve bu düzeyde de yankılarını bulur. Toplumun manevi özelliklerinin ve geleneklerinin sarsılması ve dönüşüme uğraması, devrimin izlerini taşıyan bir sanat ve düşünsel ortam, devrim sonrası her ülkenin ortak özellikleri arasında yer alır.
Bununla birlikte, her devrimin bir durulma, bir oturma, yerleşme aşaması vardır. Bunun süresi, devrimin üzerinde yükseldiği koşullara, devrim sonrası çatışma ve yaklaşımlara bağlıdır. Ancak sonuçta, eski-yeni çatışmasının geçici bir dengesi, toplumsal ilişkiler ve değerler bağlamında aldığı bir biçim vardır. Eski olan, bir anda teslim olmamakta, etkileri sürmektedir.
Devrimin halka verdikleri ve ondan aldıkları, bu etkilerin düzeyini büyük ölçüde belirler. Eski toplumun simgelediği değerlerin üzerinde yükselen sistem dünyada hâlå güçlüyse, geri kültür ve yargıların etkileyicilik şansı daha yüksek demektir. Sorunu bu biçimde saptarsak, ister istemez kullanılan ölçüleri, oluşturulacak programları ve günlük politikanın yürütülüş biçimini derinden etkileriz. Tersi durumda, yeni ekonominin rolünün abartılması durumunda da aynı düzeyde hatalar gündeme gelir.
SSCB’nin sosyalist inşasının tamamlandığının ve geriye dönüşümün koşullarının ortadan kalktığının açıklandığı dönemde kullanılan ölçüler, değindiğimiz gibi, ekonomik alanın rolünün abartılmasına dayanıyordu. Sanayileşme sürecinin başarıları açıktır. Bugün de Stalin’e yönelik eleştirilere rağmen, bu genel kabul görmektedir. Ama bu başarı, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığı anlamına gelmezdi ve hayat bunun doğru olmadığını açığa çıkarmıştır.
SSCB’nde, üretici güçleri görece geri bir ülkeden, sosyalist bir ülke yaratılmış ve bu, büyük ölçüde halkın özverisine dayanmıştı. Devrimi izleyen ilk yılların coşku ve heyecanının durulmasıyla da halkın daha farklı talep ve eğilimleri ortaya çıkmaya başladı. Bu doğal bir sonuçtu ama neden olduğu olumsuzluklar anlamında kaçınılmaz değildi.
Özellikle 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, toplumsal sonuçlarıyla birlikte, yeterince saptanabilen bir gerçektir bu. Halkın düzenden yana tercihinin ortadan kalkmasına yol açtığını söylemek yanlış olur. Halk, kapitalizme karşı sosyalizmden yana tercihini belki yine korumuştur. Ama bunun derin bir hoşnutsuzluk ve giderek büyüyen bir yıpranmayla atbaşı gittiği açıktır.
Bu durumun göstergeleri ortadadır. Glasnost ve Perestroika’yla birlikte yaşananlar ve en başta da Gorbaçov’un o dönemde söyledikleri, yeterli kanıtlardır. Bu arada, karaborsanın ulaştığı boyutları ve küçük üreticiliğin verimlilik bağlamında, devlet işletmelerini birkaç kez katlayan düzeyinin öğrettiklerini de unutmamalıyız. Kısacası, SSCB’nin sosyalizmin ekonomik alt-yapısını en temelde yaratmak bağlamında, geçmişten başarılı olduğu ne derece gerçekse, sosyalist yaşama biçimini egemen kılmak ve yeni sosyalist insanı yaratma anlamında başarılı olamadığı, aynı derecede gerçektir.
Halkın düzenden yana tercihinin mutlak kalmasının yolu nereden geçer? Devrimi izleyen yılların coşku ve heyecanından kaynaklanan tercihini sürekli kılmanın yolu ne olabilir? Deneylerden yola çıkarak diyebiliriz ki, bu soruya verilecek karşılık, birbirini tamamlayan, iç içe geçmiş iki ana başlığı içermektedir: Halkın günlük sorunlarının çözümü ve halkın politikaya ilgisinin canlı tutulması.
Sosyalizm bir piyasa ekonomisine dayanmaz. Ekonominin işleyişi, kapitalist bir piyasanın gerekleriyle değil, planlamayla yürür. Plan, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının ve gelişmenin başlıca aracıdır. Kapitalizmin anarşik niteliğinin karşısına dikilen bu olgu, sosyalizmi kapitalizme karşı daha baştan üstün kılar.
Marks ve Engels, kapitalizmin anarşik niteliğinin yerini alacak planlı bir ekonomik işleyişin, dünyayı altın çağa ulaştıracağına inanıyorlardı. Ancak planlı ekonomi, kapitalizmin üretici güçlerinin muazzam gelişmesi ve uluslararası sermayenin büyük ölçekli birikiminin ardından, üretici güçlerin görece geri olduğu ülkelerde gündeme geldi. Bu durum, planlamanın, ülkenin bütün kaynaklarının, üretici güçlerin geliştirilmesi esasına uygun biçimlendirilmesine neden oldu.
Bunun pratik içinde aldığı biçim, tüketim sektörünün işgali, daha açık bir deyişle, halkın büyük ölçüde özverisine dayanan bir kalkınma modeliydi. Üretici güçlerin niteliği, yoğunlaşmış bir sanayileşmeyi, yani yüksek teknolojiye dayalı sanayileşmeyi değil (intansif gelişme); yaygın sanayileşmeyi, yani halkın özverisine dayanan, emeğin büyük ölçekli kullanımına ve giderek daha çok işgücüne ihtiyaç duyan sanayileşme çabasını (extansif gelişme) ancak mümkün kılıyordu.
Her ülkede değişik bir süreç izleyen devrimci coşkunun durulmasıyla, halkın günlük yaşama ilişkin ekonomik talepleri de ağırlık kazandı. Halkın politikaya ilgisinin sürekli kılındığı da söylenemezdi; çünkü bunu sağlayacak temel şey başarılamamış, halk yönetime ortak edilememişti. Dolayısıyla sağlıklı bir kültür politikası ve yeni sosyalist insan yaratma sorununun gerçek bir çözümü de mümkün olmuyordu.
Böylece, sonuçları 1980’li yıllarda ortaya çıkan sorunlar öne çıktı. Halkın günlük sorunlarını çözmekle, ekonomik sorunlarını çözmek anlamında yeterlilik yoktu. Kalkınma temelde başarılmış, ancak halkın bir refah toplumuna uygun hayat standartına ulaşması, tam olarak başarılamamıştı. Oysa emperyalizmle çatışma, yalnızca sosyalizmin kazanımlarının ve dünya halklarının savunulması değil, asıl olarak sosyalist toplumsal ilişkilerin ve onun ürünü olarak sosyalist refahın, kapitalizmle, onun olanaklarıyla çatışmasıdır. Bu çatışmada üstünlük elde edilmedikçe, ideolojik, kültürel ve ahlaki bir erozyonun koşulları her zaman vardır ve komünizme bu sorun aşılmadıkça ulaşılamaz.
Sosyalist sistem ülkelerinin yöneticileri, izlenen politikaların ve genel bilançonun çıkardığı bir sonuç olarak, sorunun bu niteliğine, determinist ve ekonomist bir temelde bakmışlardır. SSCB’nde sosyalizmin inşası ve komünizme ulaşma hedefleri, her zaman ekonomik gelişmeyi, daha doğrusu üretici güçlerin gelişmesini temel almış, sorunun ideolojik boyutları yeterince değerlendirilememiş, beş yıllık kalkınma planlarına olmasa da, sosyalizmin sahip olduğu toplumsal içeriğe, yani sistem olarak kapitalizmi aşma planına ulaşılamamıştır.
Kapitalizmin, hayatın her alanında geçilmesini bütünüyle SSCB ekonomisine bağlamak doğru olmaz. Ancak, bugün sosyalizmin yıkılmış olmasının başlıca nedenlerini, sosyalist planlamanın zorunlu olarak dayandığı gelişme eksenine bağlamak da açıklayıcı olmaz. SBKP, ekonomist niteliğiyle olumsuzlukların başlıca sorumlusudur. Tarihsel zorunlulukların sonucu olarak, teoriden hareketle olaylara yön verme, teorik ilke ve yöntemleri bu bağlamda sürekli kılma gerekliliğinin yerine; teoriyi, olayların gidişine büyük ölçüde bağımlı kılma ve pragmatik bir niteliğe büründürme tavrının başlıca örneğidir.
Bir topluma, sosyalist ekonomik işleyiş temelde hakim olsa bile, gelir eşitsizliği, karaborsa, rüşvet, fuhuş ve alkolizm en yetkili ağızlardan, yaygın toplumsal hastalıklar olarak doğrulanıyorsa, o ülkede sosyalizmin inşasının tamamlandığından sözedilemez. Komünizme ulaşmaktan, sosyalist bir yaşama biçiminden, yani sosyalist insanın yaratılmasından hiç söz edilemez. Genel ekonomik performans ve emek üretkenliğinin, emperyalist metropollerin çok gerilerinde kaldığı koşullarda ise, komünizm hiç bir zaman yakalanamaz. Ancak komünizmi karşılayan ilişkiler vardır ve bunlar da görüngü olmayı aşamazlar.
Bu durumda sorunların niteliği giderek sönmek yerine güçlenecek ve böylece toplumsal üretim sürecinin üstünde yer tutmak, ekonomik artıktan önemli bir payı alıkoyan bir kastlaşmayı temel almak gibi bir eğilim, devlette her zaman var olacaktır. Parti’nin görevi, devletin işlevini üstlenmek değil, toplumun örgütlü öncü müfrezesi olarak, bu eğilimle mücadele etmek ve bu eğilimin ürünü olan yanlarından arınarak, dinamik bir güç olarak üzerine düşeni yapmaktır.
Devlet, önceden yapılan kurgularla ve planlarla değil, ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerin böyle bir örgütlenmeyi gereksiz kılması, bir fazlalık haline getirmesiyle söner.
Eski Reel Sosyalist ülkelerin birçoğunun er ya da geç, sosyalist piyasa ekonomisi kavramına yönelmelerini rastlantıyla açıklayamayız. Olay, üretici güçlerin gelişmesine rağmen, yaşama düzeyinin yeterince yükseltilememesinin bir sonucudur. Bu başarılamayınca, yozlaşma ve kapitalist sistemden farklı biçim ve nedenlere dayansa da yabancılaşma yaygınlaşmakta, ekonomik verimlilik düşmekte ve bu kez üretici güçlerin gelişmesi durmaktadır.
Reel Sosyalist ülkelerde yıllarca, emek üretkenliğini arttırma adına, maddi ve manevi teşvik yöntemleri kullanılmış, prim, emek kahramanlığı vb. uygulamalar yaygınlık kazanmış, yarışma ve rekabet savunularak teorileştirilmiştir. Bu, belki yanlış değil; ama şu gerçek görülürse: Maddi ve manevi teşvik, son çözümlemede ancak bireysel bir çıkış yolu olabilir ve toplumsal dinamizmi yoğunlaştırma bağlamında ciddi bir rol oynadığından söz edilemez. Bu işlev, sınırlı bir düzeydedir. Çözüm, toplumun bir bütün olarak refah düzeyine ulaşabilmesinden, bu yolda bütünlüklü ve uyumlu bir gelişmeden geçer.
Zorunluluk, belli bir noktadan sonra açıklayıcı olmaktan çıkar ve giderek engelleyici bir işlev görür. Çünkü bu açıklama yolu, yanlış bir teorileşmeyi, dolayısıyla yanlış çözümlere kaynaklık etmek gibi bir tehlikeyi içerir. Örneğin, SSCB’nde yıllarca tüketim sektörü ihmal edilmiş, uzay teknolojisinde önde giden bir ülke, tüketim ve ara malları sanayisinde, birçok yeni sömürgenin fason mallarının gerisinde bir kalitede kalabilmiştir. Bu elbette asıl olarak üretici güçleri geliştirme zorunluluğunun bir sonucudur. Ama emek üretkenliğini ve tüketime yönelik talebi düşük tutmak gibi kaygılar da önemli olmuş ve süreç içinde asıl neden haline gelmişlerdir.
Bu türden olguların ortaya çıkardığı sonuç, başta SSCB olmak üzere, sosyalist ülkelerin birçoğunun, belli bir aşamadan sonra başlangıçtaki yüksek gelişme temposunu yitirmeleri ve giderek hantal bir niteliğin ağır basmasıdır. Sorunun kökeninde yatan neden ise, topluma dinamizm kazandıracak olguları güçlendirememektir.
Bilindiği gibi, sosyalizm öncesi toplumlara dinamizm kazandıran temel neden, aynı zamanda eşitsizliğin de başlıca nedeni olan özel mülkiyettir. Sosyalizmin buna karşı alternatifi, çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliğine dayanan bir sistem olmasıdır. Bu niteliğin sosyalizmi dinamik kılacağı ve planlı ekonominin sağladığı avantajla sosyalist sistemin kapitalist sistemi geride bırakacağı düşünülmüştür.
Ancak, sosyalist sistem ülkeleri, halkı yönetime ortak etmek gibi, sosyalizmin temel bir ilkesine ciddi zararlar vererek ve ezilenlerin hakimiyeti yerine, yönetimi onlar adına üstlenenlerin hakimiyetini engelleyemeyince, toplumun üretim sürecine yabancılaşması ve dolayısıyla da, gelişme dinamiklerinin zayıflaması gibi bir sonuç doğmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin sistem olarak, insanlarını refah toplumunun üyeleri yapabilmekte emperyalist metropollerin gerisinde kalması, hantallığın ve durgunluğun diğer önemli nedeni olmuştur. Sonuçta, devrimi izleyen sosyalist inşa ve üretici güçleri geliştirme sürecinin baş döndürücü gelişme temposu ve dinamizmi, sosyalist sistemin çökmesi, temelden sorgulanması sürecini ve sorunların masaya yatırılmasını engelleyememiştir.
Stalin’in 1936’da ilan ettiği sosyalist inşanın tamamlandığı iddiası, birçok yanılgının ve izleyen yıllardaki teorik formülasyonların, bunlara bağlı pratiklerin nedenini oluşturmuştur. Ne var ki, SBKP yöneticileri, bu düzeyde bir hesaplaşmayı hiçbir zaman yapmadılar. Çünkü bu tip bir sorgulama herşeyden önce, parti bürokrasisinin kökenleri üzerine, onu besleyen ve ayakta tutan nedenler üzerine bir sorgulama anlamına gelecekti.
Böyle bir süreci, sonuçlarıyla ve yürütülüş biçimiyle, olumsuzlukları sınırlı tutarak Stalin’in hatasıyla açıklamak, çeşitli yanlışlıkları birbirinden yalıtarak ve çok yönlü etkilerini atlayarak ele almanın yanında hem daha zor, daha sancılı ve hem de bürokrasinin ayrıcalıklarının ortadan kalkması anlamına gelebilirdi.
Dolayısıyla sık sık gündeme gelen yenilenme ve reform girişimleri, geçmişin sağlam bir teşhisine dayanmadığından, hastalığı yanlış teşhis etmenin bir sonucu olarak, yanlış tedavi yollarına yönelecek ve sonuçta yenileme adına varılacak nokta, sosyalist ilke ve kurallar ölçüsünde geçmişin aşılması bir yana, bu geçmişin gerisine düşmek olacaktı.
SBKP 3. Programı ve Sonuçları
SBKP’nin ilk programı, RSDİP’in 2. Kongresinde (1903) kabul edilen programdı. Bu program daha çok “acil demokratik hedefleri” içermiş ve komünizmi partinin nihai amacı olarak ilan etmişti. Böylece RSDİP, dünyada proletarya diktatörlüğüne programında yer veren, Marks ve Engels’in bu arzularını yerine getiren ilk parti olma şerefini de kazanmıştı.
SBKP’nin ikinci programı ise, 1918’de toplanan 9. kongrede açıklandı. Bu program asıl olarak sosyalist toplumun inşa edilmesine ilişkin görevleri saptamıştı. Programda “Gotha Programının Eleştirisi” ve “Devlet ve İhtilal”de çizilen çerçeveye uygun olarak, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına geçiş sürecinin devlet biçimi olarak proletarya diktatörlüğü öngörülmekteydi. 1959 yılında toplanan SBKP’nin 21. Kongresinde ise, SSCB’de komünizmin ilk aşamasının tamamlandığı, resmen ilan edildi. Bu açıklama, Molotov ve Stalin’in daha önceki açıklamalarından oldukça farklı yanlar içeriyordu.
Stalin, komünizm aşamasına ulaşılmasını değil, sosyalizmin kesin üstünlüğünü dile getirmiş ve geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığı savından yola çıkmıştı. Ancak, soruna kazandırdığı yeni nitelik, Marx ve Lenin’in çizdikleri perspektiften bu düzeyden kopuşa, daha farklı yönelimlerin ortaya çıkmasına uygun bir zemin oluşturmuştur. Ve işte şimdi, komünizmin ilk aşamasının tamamlandığı söylenmekteydi. Aynı kongrede bir komisyon seçildi. Bu komisyonun görevi, toplumun içinde bulunduğu aşamayı tanımlamak ve yeni hedefler saptamaktı.
Komisyonun çalışmaları iki yıl sonra, 22. Kongre’de açıklandı. Ve onaylanarak, SBKP’nin 3. Programı olarak ilan edildi. 3. Program asıl olarak, Stalin’in emperyalizme rağmen komünizme ulaşılabileceği yaklaşımının bir uzantısıydı. Ve söz konusu perspektifin ekonomist ölçülere ağırlık verilerek programlaştırılmasıydı.
Stalin, emperyalist kuşatma altında tek ülkede bile komünizmi olanaklı görmüştü. Oysa şimdi sosyalizm daha avantajlı ve daha güçlüydü.
Emperyalistlerin çabaları, 2. Dünya savaşının sosyalizmin zaferine dönüşmesini engelleyememiş, savaştan güçlü bir sosyalist blok çıkmıştı. Sosyalizmin anayurdu, şimdi düşman ülkelerle değil, sosyalist ülkelerle çevrilmişti. Doğu Avrupa ve Çin ile, dünyanın üçte birini kapsayan, dev bir sosyalist blok kurulmuştu. Ve sosyalizm, dünyanın diğer yörelerinde de gündemin ilk sırasında, halkların kurtuluş bayrağı durumundaydı; hızlı ve dinamik bir gelişme vardı. Yani komünizm çok daha yakındı artık… Stalin’in devletli komünizm anlayışını oluştururken Marx, Engels ve Lenin’in öğretilerine dogmatik yaklaşmama adına oluşturduğu, teoriyi yenileme, gelişen olaylara uyarlama yaklaşımı, artık tam bir eklektizme dönüşmüş, ihtiyaç duyulan teorik temel, fazla zorlanmadan yaratılmıştı.
Program, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına geçiş sürecini ikiye bölmekteydi. İlk aşama sosyalizm, ikinci aşama ise ileri bir sosyalizmdi. İlk aşamanın devlet biçimi proletarya diktatörlüğü olurken, ikinci aşamada bütün halkın devleti sözkonusu olmaktaydı. İlk aşama, kapitalizme geri dönüşün koşullarını ortadan kaldırmaya ve sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya hizmet etmişti. İkinci aşamada ise, komünizme geçişin koşulları olgunlaştırılacak ve sınıflararası ayrım ortadan kalktığı için, proletarya diktatörlüğü yerine, bütün halkın devleti geçerli olacaktı.
Bu, yalnızca burjuvazinin ortadan kalkması anlamına değil, aynı zamanda, proletarya, küçük burjuvazi ve köylülük arasındaki ayrımın da ortadan kalkması anlamına geliyordu. Böylelikle, parti de proletarya partisi olmaktan çıkıyor, bütün halkın partisi oluyordu.
Programla birlikte, SSCB’de komünizmin büyük ölçüde kuruluşu dönemine girilmişti. “Sosyalizmin komünizme kerteli dönüşmesi nesnel bir yasadır, Sovyetler sosyalist topluma daha önceki tüm gelişmesiyle hazırlanmıştır” (SBKP 3. Programı, Nikitin) deniyordu. Buna göre, 1961-1980 yıllarını kapsayan onar yıllık iki plan süresinde bütün halk için maddi ve kültürel mal bolluğu sağlanarak komünizmin maddi ve teknik temeli yaratılacak, Sovyet toplumu, ihtiyaca göre bölüşüm ilkesinin uygulamasını başlatacak, tek bir komünist mülkiyete, bütün halkın mülkiyetine kademeli bir geçiş gerçekleşecekti. Komünist toplum SSCB’de 20 yılda esas olarak kurulmuş olacak ve bu iş ileri bir dönemde tamamlanacaktı.
Programda, “Toplumsal güçler; işçi sınıfı, kooperatiflerde toplanan köylülük, halktan gelme aydınlar ve ekonominin toplumsal biçimleri (sosyalist mülkiyetin iki biçimi üzerine kurulan işletmeler), Sovyetler Birliği ile öteki sosyalist ülkelerde aynı tip olduğuna göre; her birinin ulusal ve tarihsel özellikleri hesaba katılınca, komünizmin başlıca kuruluş yasaları, SSCB’de ve öteki sosyalist ülkelerde ortak olacaktır.” (Nikitin,Ekonomi Politik) denilmekteydi. Yani, diğer sosyalist ülkelerin de, çoğunun ileri sosyalizm aşamasına ulaştıkları varsayılmaktaydı.
Örneğin programı hazırlayanlardan P. Nikitin şöyle diyor; “Sosyalist ülkeler, bugün, farklı gelişme evrelerinde bulunuyorlar. Sovyetler Birliği, komünizmin büyük ölçüde kuruluşu dönemine girmiştir. Öteki kardeş ülkeler sosyalizmin kuruluşunu esas olarak tamamladılar ya da tamamlamak üzereler. Dolayısıyla, dünya sosyalist sistemine giren bazı ülkelerde sosyalizmin gelişmesinin farklı bir düzeyi ile, eşitsiz bir derecesi ile karşı karşıya bulunuyoruz (…) Dünya sosyalist sistemi, oluşturan ülkelerin, bir tek ve aynı tarihsel çağın sınırları içinde komünizme az çok birlikte geçişine olanak verir.” (Nikitin, Ekonomi Politik)
Açıkça anlaşılacağı üzere, 1961’den 1981’e uzanan komünizme kerteli geçiş, yalnızca SSCB’ni değil, diğer Doğu Avrupa ülkelerini de içeriyordu. Nitekim 3. Program’dan sonra bu ülkeler de çeşitli aralıklarla kendilerini “ileri sosyalist” ilan ettiler. Örneğin, ileri sosyalizm kavramı, SSCB’de 1967’de resmen kullanılmadan önce, Çekoslovakya’da 1960’da, Macaristan’da 1961’de, D.Almanya’da 1967’de literatüre girdi.
Program, komünizmin maddi temelini ise şöyle açıklıyordu: “Ülkenin toptan elektriklendirilmesi ve bundan (buradan) hareket edersek, tüm ulusal ekonomi dallarında tekniğin, teknolojinin ve toplumsal üretim örgütlenmesinin yetkinleştirilmesi, imalat yöntemlerinin toptan mekanikleşmesi, yöntemlerin daima daha ileri otomasyonu, kimyanın ulusal ekonomiye geniş şekilde uygulanması; ekonomik verimliliği yüksek yeni sanayilerde, yeni enerji ve malzeme tiplerinin azami gelişmesi; doğal, maddi ve emek-gücü halindeki kaynakların azami ve rasyonel kullanılması; bilimin ve üretimin hızlı bilimsel ve teknik ilerleme tempolarının organik bağdaşıklığı (association); emekçilerin kültürel ve teknik düzeyinin yükselmesi; emek üretkenliği bakımından kendileri kapitalist ülkeler üzerinde hatırı sayılır bir üstünlük, ki bu da komünist rejimin zaferinin önemli bir koşuludur.”
Daha sonraları, bunu sağlamanın bir aracı olarak bilimsel ve teknik devrim kavramı yaygın biçimde kullanıldı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından dünya çapında gündeme gelen dev atılımların, bilimsel ve teknolojik düzeylerde büyük bir dönüşümü, bir devrimi içerdiği gerçektir. SBKP ise, bu kavramdan yola çıkarak, sözkonusu devrimin sosyalizmi ilerletici, komünizme ulaşma hedefini hızlandırıcı işlevini, yoğun biçimde vurgulamaktaydı:
“Parti, komünist toplumun kurulmasında, bilimin rolünün sürekli artmasına geniş çaplı katkıda bulunacaktır, üretici güçlerin gelişmesine yeni olanaklar getiren araştırmaları özendirecek, en yeni bilimsel ve teknik gerçekleştirimlerin geniş ve hızlı bir şekilde uygulanmasına, doğrudan doğruya üretim için yapılanlar da dahil olmak üzere, deney çalışmalarında kesin bir iyileşme, örnek ve bilimsel ve teknik iletişim örgütü, yerli ve yabancı öncü deneyim için araştırma ve yayma sistemi elde etmeye çalışacaktır.”
Perestroika’nın beyni olarak kabul edilen A. Aganbegyan, partinin bu görevi nasıl yerine getirdiğini şöyle açıklıyor: “İlk Sputnik fırlatıldığında, ABD’de bir komisyon Sovyet gelişiminin nedenlerini inceledi ve gizin, okul düzeyinde Sovyet eğitiminde yattığına karar verdi. O zaman ABD’de SSCB’deki % 10 oranına karşılık, ulusal gelirin %4’ü eğitime harcanmaktaydı. 1985’e gelindiğinde ABD’nin eğitim harcaması %11’e çıktı. SSCB’de ise %7’ye düştü, çağdaş yaşamın getirdiklerinin çok daha altına. Okulların donanımı kötü, öğretmenlerin maaşları düşük ve nitelikleri yetersizdi.”
Komünizmin maddi temelinin kurulması ne getirecekti? Nikitin şöyle cevaplıyor bunu:
“Komünizmin maddi temelinin kurulması, şu önemli sorunların çözümüne olanak verecektir;
Birincisi, üretici güçlerin görülmedik bir gücünü yaratmak ve nüfus başına üretim bakımından dünyada ilk sırayı almak;
İkincisi, daha yüksek emek üretkenliğini sağlamak, Sovyetleri en yetkin teknikle donatmak, çalışmayı bir mutluluk, esin kaynağı haline getirmek.
Üçüncüsü, Sovyetlerin bütün ihtiyaçlarını sağlamak üzere, maddi mal üretimini geliştirmek, bütün halka daha yüksek yaşam düzeyi sağlamak, ihtiyaçlara göre bölüşüme geçiş koşullarını yaratmak;
Dördüncüsü, sosyalist üretim ilişkilerini kerte kerte komünist üretim ilişkilerine dönüştürmek, sınıfsız toplumu yaratmak, kent ile kır arasındaki, kafa ile kol emeği arasındaki başlıca farkları ortadan kaldırmak;
Beşincisi, kapitalizmle yapılan ekonomik yarışmayı kazanmak, ülkenin savunmasını SSCB’ne, tüm sosyalist kampa saldırmaya kalkışan her saldırganı ezmeye olanak verecek bir düzeyde tutmak.”
Ne varki; bilinen bütün belgelerin, incelemelerin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak, bu amaç ve beklentilerin hiç birine ulaşılamamıştır. Durumu yalnızca koşulların zorlayıcılığıyla açıklayamayız. Bu, ancak sosyalist inşa sürecini açıklamakta kullanılabilir. Ama ileri kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki fark, 1950’lere oranla daha da açılmışsa, ortada ciddi bir sorun var demektir.
Emek üretkenliği bağlamında, dünyada ilk sırayı almak bir yana, sosyalist ülkeler, Asya, Latin Amerika ve Afrika’nın aşağı çektiği dünya ortalamasının bile gerisinde kalmaktadır. ABD ile SSCB arasındaki fark ise bir uçuruma dönüşmüştür.
“Çalışmanın bir esin, bir mutluluk kaynağına dönüşmesi” amacının ulaştığı sonucu açığa çıkaran şu sözlerin sahibi ise, Perestroika’nın önderlerinden T. Zaslavskaya’dır:
“Sosyolojik incelemeler, hem kentte hem de kırda, bütün işçilerin ancak beşte birinin tam kapasitede çalıştıklarını gösteriyor. Geri kalanı, yapabileceklerinden daha azını yaptıklarına, koşullar izin verdiğinde daha çoğunu yapabileceklerine inanıyor. Bugüne kadarki yönetim sistemi, birçok durumda kendiliğinden etkenlerin uyandıracağı etkiye ayak uyduramıyor, toplumsal ekonomik gelişme de daha dengesiz hale geliyor. Bu gibi sonuçlar istenmiyorsa, bir takım işçilerin en önemli toplumsal değerlerden uzaklaşmalarının üstesinden gelmemiz, bireysel çıkarları, grup çıkarlarını ve toplumsal çıkarları bir bütün içinde birleştirmemiz gerekiyor. Sosyal toplumda, buna ulaşmanın başlıca yolu, ekonomik yönetimle ve toplumsal politikayla olur.”
SBKP 3. Programında; “Komünizme geçiş, komünist bilince sahip, pek bilgili, kol emeğine olduğu kadar kafa emeğine de yatkın, toplumsal ve sosyal yaşamın çeşitli alanlarında, bilim ve kültür alanında çalışması üstün olan insanların eğitimini ve yetiştirilmesini gerektirir” deniliyordu. 1981’e gelindiğinde bu sorun çözümlenmiş olunacak ki, “komünizmin yetkin aşamasının” kuralları işlemeye başlayacaktı. 1981’den sekiz yıl sonra 1989 Ekimi’nde, Aganbegyan, sosyalist insanın ne düzeyde yaratıldığını açığa çıkaran bir örnek verdi:
“Diğer bir hata, anti-alkol kampanyası sırasında yapıldı. 1986’nın sonunda votka fiyatlarını iki misli arttırdık, hiç bir gerekçe göstermeden, hiç bir hazırlık yapmadan. Karar, akademisyen ve uzmanlara danışılmadan alındı. Bu kararın sonucu olarak votka satışları yarı yarıya düştü. Ancak alkol tüketimi azalmadı. Çünkü insanlar kendi votkalarını kendileri yapmaya başladılar. Biz buna Samağon diyoruz. Evde alkol üretiminin hammaddesi şekerdi, bu yüzden kişi başına yılda 40 Kg. olan şeker tüketimi, 48 Kg’a çıktı. Ülkede şeker kıtlığı başladı. Ve ne oldu? Şeker ithalatına başlandı. İnsanlar ellerindeki para fazlasıyla şeker alıp bundan alkol yaparak içki içiyorlar.”
Bir de şu sözlere bakalım: “Aşırı sağın çekim merkezi VOOPIK’la birlikte Novosibirsk; Moskova ve Leningrad’da şubeler kuran (Pamyat) Bellek ve Rodina (Anayurt) klüpleri oldu. Onların önderleri, Yahudi karşıtı ve anti-demokratik görüşlerini gizlemiyorlardı. Güçlü bir devleti, eski imparatorluğun gerçek ruhunun canlanmasını düşlemektedirler. Yetkililerin, 1985-1986 yıllarında başlattıkları sarhoşlara karşı kampanya sürecince oluşmuş, çeşitli içki aleyhtarlığı kulüplerinde tutunmuşlardı. Moskova çevresindeki bölgede “Lyüberler” diye bilinen yarı kendiliğinden bir hareket başgöstermiştir. Programları şaşırtıcı derecede basittir: Moskovalıları, yabancı elbise giyen herkesi dövmek, “metalcileri” kovmak ve hippilerin saçını kesmek. (…) 1986 sonunda kamu savcılığı bürosu, Lyüberlerin yaptığını soruşturmaya başladı. Ne varki soruşturma bitirilemedi.(…) Oldukça açık biçimde belirli güçler, kamuoyunu bu tehdide karşı seferber etmekle hiç ilgili değillerdi. Açık olan başka birşey daha vardı. Lyuberlerin isimsiz ve nüfuzlu koruyucularının Gorbaçov’un muhalifleriyle bir ve aynı kişiler olması.”
Örnekler çoğaltılabilir, ama bu kadarı fazlasıyla yeterli. SBKP’ne göre 1961’den 1981’e kadar geçen zaman içinde, emperyalizm yakalanacak ve her alanda geçilecek, komünizmin yetkin aşaması başlayacaktır. SSCB, D.Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan, bu kategoride değerlendirilmektedir.
Yanlış saptama ve amaçlar, bununla bitmedi; 1981 yılında, SBKP 11. Kongresinde ileri sosyalist toplumun kurulduğu ilan edildi. Böylelikle sosyalizmin artık emperyalist kapitalist sistemi geride bıraktığı anlatılmaktaydı. Çünkü 3. Program’a göre, 1961-71 sürecinde kapitalizm yakalanacak ve geçilecek, izleyen on yılda ise, bütün halkı kapsayacak maddi ve kültürel bolluk dönemi başlayacaktı. Ama, 1971-75 döneminde de amaçlara ulaşılamayınca, bu kez 1976 yılında “ileri sosyalist topluma doğru güçlü ilerlemeden” söz eden bir söylem belinlendi. Nihayet 1977 yılında, SSCB Anayası’na, “ileri sosyalist toplumun kurulduğu” yazıldı. Komünizm başlamıştı…
Doğu Avrupa ülkeleri de bu plan ve programa, bu söyleme uygun olarak davranmaktaydı. Brejnev şöyle diyordu:
“SBKP’nin program ve amaçlarının gerçekleştirilmesi için alınan yol ve zamanlama düzeltilmiş, somutlaştırılmış ve uzun bir tarihsel dönem için strateji ve taktikleri tamamlanmıştır.”
Zamanla teori ve pratik arasındaki uçurum, SBKP önderliğini de ihtiyatlı olmaya zorladı:
“Ülkenin komünizm aşamasına yakınlığı konusundaki olası abartmalardan kaçınılması yolunda uyarıda bulunduk.” diyordu Andropov.
Gerçeğin itirafı içinse, Gorbaçov’un önderliği üstlenmesi beklenecekti.
“3. Parti Programı’nın kabulünden bu yana geçen çeyrek yüzyılda pek çok şey değişmiştir. Yepyeni bir tarihsel deneyim biriktirilmiştir. Tezlerin ve çıkarılan sonuçların hepsi doğrulanmıştır. Komünizmi tam olarak kurmanın görevleri, doğrudan doğruya pratik çalışmalar düzeyine aktarma zamanının gelmediği ortaya çıkmıştır. Bir dizi somut sorunun çözüme kavuşturulması süreci ile ilgili olarak tahmin yanlışları yapılmıştır.”
Buna rağmen, Gorbaçov, SSCB’de sosyalist inşanın tamamlandığı, geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığı ve ülkenin ileri bir sosyalist toplum olduğu iddialarını görmemekte, ya da komünizme geçişin kendi programı ile mümkün olacağını söylemektedir. Perestroika’nın ideolojik çerçevesini incelersek, bu program ve teorik temelin komünizmle ne kadar ilgili olup olmadığını göreceğiz. Ancak öncelikle, Perestroika’yı “son çare” yapan nedenleri gözden geçirmemiz ve sistemin baş çelişkisini tespit etmemiz gerekli.
Toparlayacak olursak, resmi açıklamalara göre, SSCB’de 1917’den 1950’ye kadar geçen süre, tek ülkede sosyalizmin kuruluş aşamasıdır. Bu tarihte Stalin, sosyalizmin inşasının tamamlandığını açıkladı. 1936’dan 1961’e kadar geçen süre, ileri sosyalist toplumu oluşturma aşamasıdır. 1961’den sonra ise, ileri sosyalizm aşaması sözkonusudur. 1977’de bu resmen ilan edilmiş ve anayasaya alınmıştır. Ayrıca 1961’den 1981’e kadar geçen sürede komünizme geçileceği öngörülmüş, bu planın tutmadığı ise, ancak 1987’de açıklanmıştır.
Bu açıklamalara temelde ekonomik indirgemeci ölçüler hakim olduğundan, hiçbiri, gerçeği yansıtmamıştır. Sosyalist inşa, ekonomik, siyasi, entellektüel ve etik süreçlerde tam bir hakimiyeti gerekli kılar. Dünyada emperyalist kapitalist sistem yaşarken de bu olanak dahilindedir. Ama emperyalizm karşısında mutlak bir üstünlüğü gerekli kılar. Bu da emperyalizmin zaten büyük ölçüde etkisizleştiği anlamına gelir.
Böyle bir olasılığı teorik düzeyde olanaklı kılan neden, bütün insanlığı tehdit eden nükleer silahlanmadır. Emperyalizm, nükleer silahlanmayı kendisi için bir çeşit emniyet sübobuna ve varlığına yönelik tehditlere karşı dünya halklarının tepesinde sallanan bir demokles kılıcına dönüştürmüştür. Ancak emperyalizmin varlığı henüz yalnızca nükleer silahlanmayla korunmaktan çok uzaktır. Bu değişmedikçe, gerçekleşmiş olan ve gerçekleşebilecek olan geriye dönüş sorunlarının sağlıklı bir çözümü olanaksız kalır. Çünkü sorunun temelinde yatan neden, yani yeni tip insanın yaratılması olanaksızlaşır.
Reel Sosyalist ülkeler, çöküş günlerine kadar, ekonomik ölçüleri, üstelik dünyanın diğer bölümünü bu ölçülerin ötesinde tutarak, gelişmenin göstergesi olarak kullandılar. Kendi içinde bir gelişme, elbette saptanmaktaydı. Ancak değil ileri sosyalizmin, sosyalizmin anlamı bu olamazdı. Bu, reel sosyalizmdi…
Ekonomist ölçüleri kullanırsak, dünyanın hiçbir yerinde, insanların 1917’den daha geri bir yaşama düzeyine sahip oldukları söylenemez. Örneğin Marks’ın “Kapital”de uzun uzun betimlediği işçi sınıfı görüntüleri, bugün ileri kapitalist ülkelerin hiçbirinde yoktur. Ekonomist ölçülerle bir gelişme, yaşama düzeyi bağlamında bir ilerleme elbette vardır. Ama bu reel bir gelişme anlamına gelmez. Çünkü sistemin temel işleyişi değişmemiş, artı-değer sömürüsü ortadan kalkmamıştır. Tersine daha büyük ölçekli ve daha yoğun bir sömürü vardır.
Sosyalizmin üstünlüğü başlangıçta, yaşam düzeyi bağlamında, ekonomik ölçüler bağlamında daha ileri olmasından kaynaklanmaz. Bu üstünlüğün dayandığı temel, daha ileri işleyiş yasalarına sahip olması, üretim sürecine hakim olan anarşinin yerine planı koyması, eşitsiz bölüşmenin yerine daha adil bir bölüşmeyi esas almasıdır. Ama çağdaş sosyalist gelişmenin, üretici güçleri görece geri ülkeleri başlangıç alması, bu üstünlüğün teorik düzeyde kalmasını getirmiş, sorunun gerçeklik kazanması süreç içinde çözüm beklemiştir.
Bu süreç tamamlanmadıkça, sosyalizmin teorik üstünlüğü toplumsal pratik içinde gerçeklik kazanmadıkça, geriye dönüş her zaman mümkündür. Yani sosyalizmin teorik planda var olan üstünlüğü, ekonomik, siyasal, entellektüel, estetik ve etik düzeylerde gerçeklik kazanmadıkça, sosyalist inşanın tamamlanmasından söz edilemez.
Sosyalist inşa değerlendirilirken kullanılan ölçütlerin niteliği ise, daha başkaydı. Özel mülkiyetin kaldırılması, kollektivizasyon ve sanayileşme programlarında hedeflere ulaşılması ve bu sorunların en temelde çözümü, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığını ilan etmeye yetmişti. Ekonomi politiğin asıl konusunun üretim değil, üretim sürecinde insanlar arası ilişkiler ve eğitimin toplumsal yapısı olduğu gerçeğine ters düşen ölçülerdi bunlar. Sosyalist kültür sorunu atlanıyor, sosyalist yaşama biçimi ve yeni insan olguları ölçü olmaktan çıkıyordu.
Bugün varılan sonuçtan hareketle rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığını ve komünizmin üst aşamasına ulaşıldığını iddia eden yaklaşımlara, ekonomizm damgasını vurdu. Bu niteliğin sonucu olarak da, proletarya diktatörlüğünün varlık nedenlerini yitirdiği düşünüldü. “İhtiyaca göre dağıtım” ilkesine uygun ilişkiler örgütlenmeden, ileri sosyalist bir nitelikten söz edildi. Gelir eşitsizliği sistemin baş çelişkisiyken, sınıfların kalktığı var sayılıyor, proletarya diktatörlüğünün yerine “bütün halkın devleti” ve proletarya partisinin yerine “bütün halkın partisi” konuyordu. Diğer yanlışlıklara koşut giden ve yanlış programlara, yanlış çıkarımlara kaynaklık eden tezlerdi bunlar ve sonuçları da ağır oldu.
1981 yılında komünizme ulaşılacağı varsayılan ülkelerden SSCB, yerkürenin bütün halkları için de ağır ve acı bir yıkım, geriye dönüş yaşamıştır.
Ekonomik ve siyasal sorunlar bir yana, ülkenin en büyük sorununun ulusal sorun olduğu, ve bu yakıcı sorunda SSCB sürecinde gerçek bir ilerlemenin sağlanamadığı anlaşılmış durumda. Ulusal sorunun çözümü, demokratik devrimin konusunu oluşturur. Sosyalist devrimin üzerinden 70 yılı aşkın bir sürecin geçtiği bir ülkede, bu sorun yıkıcı sonuçlar yaratabilecek düzeyini korumuşsa, durumu hiç bir biçimde “zorunluluk” türünden açıklamalarla tanımlayamayız. Tümüyle sosyalist inşa süreci boyunca işlenen bir hata vardır ortada. Yani sorunun çözümü daha baştan bir dizi yanlışı içermiş, süreç içinde de bu yanlışların aşılması bir yana, ortaya kocaman bir patlama çıkmıştır.
Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Doğu Almanya, Çekoslavakya ve Romanya’da da özgün süreçler yaşandı. Romanya’da Çavuşesku, yıkım sürecine ciddi bir direniş gösterdi ve bu direnişinin bedelini, pespaye bir CIA darbesinde infaz edilerek canıyla ödedi. Ardından, başta güzelim Romen kızlarının etleri olmak üzere, tüm Romanya başdördürücü bir satışa çıkarıldı. İç dinamizmleriyle değil, Emperyalistler arası 2. Paylaşım Savaşı’nın rüzgarıyla sosyalizme yönelen bu ülkelerin sosyalizm pratikleri de kuşkusuz ciddi bir tartışmanın konusudur. Ama ekonomist ölçülerin değil, Leninist ölçülerin kullanılması halinde, en azından Doğu Almanya ve Çekoslovakya ayakta kalabilma potansiyeline çok daha fazla sahiptiler.
Çünkü bu iki örneğin, ekonomist ölçülerde ciddi görünen sorunları yoktu. Sistemin en ileri ülkeleriydiler. Ama ekonomik başarılarla sorunların bitmeyeceği, dahası, ekonomik gelişmişliğin sağlam bir ölçü olmadığı açıkça görülmektedir. Onbinlerce insan Doğu Almanya’dan kaçtı ve Doğu Almanya’ın yıkımı, emperyalizmin görkemli ve isterik bir gösterisine dönüştü.
Bu sonuca nasıl varıldı? “İleri sosyalist” ülkeleri, bir sarsıntıya, bir çıkmaza, bir yıkıma sokan nedenler nereden kaynaklanıyordu? Bu sonuç, bir bütün olarak çağdaş sosyalist pratiğin bir sonucudur ve kökenleri Stalin sonrasına değil, Stalin’in yöneticiliğini yaptığı sürecin öne çıkardığı uygulama ve kurumların süreklilik kazanmasına dayanır.
Bugünün olumsuzlukları, kuşkusuz Stalin’in eseri olamaz. Ama oluşan yanlış uygulamalar, daha yanlış uygulamaları, bu temelde kural ve gelenekleri getirmiş, birbirini tamamlayan olumsuzluklar, giderek süreci belirlemeye başlamış ve sonuçta sistemi, tarihin en büyük yıkımıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Ama çok iyi bilinmelidir ki, yıkılan, çöken, sosyalizm değil, reel sosyalizmdir ve yenilen sosyalizm değil, sosyalizm adına yapılan hatalardır. Sosyalizm yaşamaktadır ve mutlak zaferi, kaçınılmazdır!.