Sosyalizmin Sorunları Dosyası II. Bölüm

Proletarya Demokrasisi ve SSCB deneyimi

Proletarya demokrasisini, kapitalizmden komünizmin yetkin aşamasına geçiş sürecine denk düşen yönetim biçimi, uygulamalara yön veren ilke ve kurallar bütünü olarak tanımlayabiliriz. Diğer bir deyişle proletarya demokrasisi, kapitalist piyasa ekonomisi işleyişine uygun bölüşüm ilişkilerinden, ihtiyaca göre dağıtımın temel olacağı ilişkilere geçiş sürecinin yönetim biçimidir.
Proletarya demokrasisi sürecinde, idealize edilmiş bir norm olarak demokrasi değil, bir sınıfın çıkarlarına hizmet eden uygulamalar söz konusudur. Proletarya demokrasisini, en ileri burjuva demokrasisinden “milyon kez milyon daha demokratik” yapan niteliği de bu özelliğinden, yani sömürücüler ve ezenler bir yana, halkın çoğunluğunun çıkarlarına dayanmasından gelmektedir.
Proletarya demokrasisi üzerine yapılan incelemeler ve değerlendirmeler, genellikle Paris Komünü deneyiminden yola çıkar. Marks ve Engels’in Paris Komünü’nü proletarya diktatörlüğü olarak nitelemeleri, yaptıkları değerlendirmelere de yansıdı. Daha sonra Lenin’in Ekim Devrimi’nin şafağında kaleme aldığı “Devlet ve Devrim” adlı yapıtında çizdiği çerçeve de, bu değerlendirmelerle uyum içindedir. Yani sosyalist Rusya için devlet ve demokrasi uygulamaları da, Paris Komünü deneyinden yola çıkmıştır.
Gerçekten de Marks’ın Fransa İç Savaşı’ndan yaptığı çıkarımlar, onun proletarya demokrasisinden ne anladığını ortaya koymuştur. Marks, Paris Komünü deneyinin içermediği olguları da çözümleyerek, yazdıklarına geleceğe yönelik bir program niteliği kazandırmıştır.
Ancak bu durum, sık sık yanıltıcı yorumlara, zaman ve mekan farklılığını atlamaktan kaynaklanan hatalı çıkarımlara neden olabildi. Paris Komünü, herşeyden önce, yenilgiyle sonuçlanmış bir deneydi ve yapılacak değerlendirmelerde, bu gerçek, ilk elde saptanmalıydı.
Marks ve Engels’in, Paris Komünü’nü “proletarya diktatörlüğü” olarak adlandırmaları, yalnızca Komün’ün içinde taşıdığı olanaklardan, Komün’ün özelliklerinden ve dinamiklerinden ötürüdür. Ama Komün kendi içinde henüz proletarya diktatörlüğü değildi. İktidar ele geçirilmiş olmakla birlikte, nasıl kullanılacağı bilinmediğinden dolayı, saldırıya geçilmesi gerekirken beklenildi ve ihtilal Paris çemberinin içinde yalıtıldı kaldı.
Sözgelimi, ihtilal devlet bankasına dokunmaya cüret edemedi. İktidarı ulusal çapta ele geçiremediği için de, mülkiyet ilişkilerinde alt üst oluşu gerçekleştiremedi. Bütün bunlara, hareketin önderlerini bile komünü “proletarya diktatörlüğü” olarak anlamaktan alıkoyan Blanquist tek yanlılık ve Proudhoncu önyargılar da eklenmelidir.”(Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri)
Dolayısıyla, idealize edilmiş ölçülerden yola çıkarak SSCB’de sosyalist inşa sürecini değerlendirmek, açıklayıcı özellikler taşıma olasılıklarına sahip değildir. Doğru olan, emperyalizm koşullarında üretici güçlerin görece geri oldukları bir ülkede, sosyalizmin inşa sürecinin, proletarya diktatörlüğünün idealize edilmiş biçimlerinden neler götürebileceğini görebilmek, koşulların proletarya demokrasisine verebileceği biçimi kavramaktır. Bununla birlikte, proletarya demokrasisi sorununu tartışırken kullanacağımız ölçü ne olmalıdır? Bu ölçü, öncelikle proletarya demokrasisinin ayırt edici özelliği olan toplumsal niteliğidir.

Tek Ülkede Sosyalizm Sürecinde Proletarya Demokrasisi
Yanlış bir eğilim olarak, proletarya demokrasisi tartışılırken rastlantılar ve bireyin etkileri abartılmaktadır.
Tarihte bazı süreçleri, bu süreçlerin öne çıkardığı bireyleri ve onlarla özdeşleşen uygulamaları; rastlantılarla ya da bireyin taşıdığı özel niteliklerle açıklamak, ancak bir yere kadar yeterli olabilir ve yüzeysel olmaktan öteye gidemez. Çünkü burada rastlantıları ve bireyi önemli kılan neden olarak, sürecin ilişki ve çelişkilerini, bu ilişki ve çelişkilerin yarattığı toplumsal atmosferi atlamak ya da yeterince değerlendirememek gibi önemli bir eksiklik söz konusudur.
Ama süreç, artık gerilerde kalmış, tarihsel bir olgu niteliğini kazanmışsa; daha sağlıklı değerlendirmelerin koşulları da, çok daha fazla vardır. Kuşkusuz eğer koşullanmışlıklar ve çeşitli nedenlere dayanan aşırı bir subjektivizm ya da siyasi körlük yoksa.
Nitekim, SSCB’de sosyalizmin inşa süreci uygulamalarını, Stalin’in kişiliğiyle ya da paranoyasıyla açıklamak eğilimi çok yaygındır. Bu söylem, özellikle Stalin sonrasının SBKP yöneticileri tarafından başlatıldı ve sürdürüldü.
Çünkü bu açıklama yolu, hem değerlendirmelerin kapsamının genişlemesini engellemektedir, hem de sistemin doğrudan kendisinin ve içerdiği sağlıksızlıkların sorgulamasının yolu kapatılmaktadır. Tersi durumda, birçok olayı ve Stalin’in tavrını açıklamak olanaksızlaşır. Örneğin 1917 Ekim Devrimi’nden önce, Kamanev ve Zinovyev’in tasfiyeleri gündeme geldiğinde; buna en başta karşı çıkanlardan birisi de Stalin’di. Daha sonra bu ikisi Troçki’nin tasfiyesini gündeme getirdiklerinde, Stalin yine karşı çıkmıştı. Sonraları bu durumu şöyle ifade edecekti:
“Peki dengesizlik nasıl başladı? Troçki’nin durumu ne olacak sorusuyla başladı herşey. 1924 yılı sonlarıydı. Leningrad Grubu, işin başında Troçki’nin partiden ihracını öngörüyorlardı (…) Bizler, yani MK çoğunluğu, Zinovyev ve Kamanev’in görüşlerine katılmadık. Çünkü biz ihraç etme politikasının parti açısından tehlikeler taşıdığının farkındaydık. Tutup atma, ihraç etme -onların istediği kurbandı- tehlikeli ve bulaşıcı bir iştir”(Stalin, Görüş Ayrılıklarının Tarihi Üzerine)
Stalin bu sözleri, “Leninizm mi Troçkizm mi” adlı değerlendirmeyi yazdıktan sonra söylemektedir. Yani açıkça çatıştığı bir ismin partiden ihracına karşı çıkmaktadır. Aynı yerde Buharin için söylediği sözler de çok farklı değildir: “Buharin’e karşı sürdürülen amansız saldırının anlamı nedir? Ne isteniyor Buharin’den (…) Buharin kurban edilsin mi istiyorsunuz? Onu kurban etmeyeceğiz, bu böyle biline.”
Ve Stalin sözlerini sürdürüyor: “Bu işin sonu nereye varır? Bu iş, eninde sonunda partiyi Rikov, Kalinin, Tomski, Molotov ve Buharin olmadan yönetmeye kadar gider. Ama yoldaşlar, şimdi adını söylediğim bu yoldaşlar olmadan parti yönetilemez.”(a g y)
Öte yandan, SBKP 20. Kongresi Kapalı Oturumu’nda okunan ünlü raporun bir bölümünde Kruşçev, 17. Kongre’de seçilen MK’nın akibetini şöyle ifade etmişti:
“17. Kongre’de seçilen 139 MK üyesi ve yedek üyesinden, 98’inin yani %70’inin daha sonra tutuklandığı ve kurşuna dizildiği (çoğunluğu 1937-1938 döneminde) kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tesbit edilmiştir” (Kruşçev, 20. Kongre Kapalı Oturum Konuşması)
Aradaki çelişkiyi, Stalin’i, “tutup atma, ihraç etme tehlikeli ve bulaşıcı bir iştir” sözlerinde ifadesini bulan yaklaşımından, MK’nın %70’ini tasfiyeye götüren nedenleri, hesaplı davranışta ya da maşinasyonizm de aramak, yüzeysel bir yaklaşım olur. “Stalin’in paranoyası” tezi ise, hem açıklayıcı değildir ve hem de bizi, sosyalizmin niteliğini anlamakla ile ilgili bir dizi açmazla karşı karşıya bırakır.
Çünkü benzer gelişmeler, sosyalizmi inşa çabasındaki bir çok ülkede yaşanmıştır. Bu durumda ancak bir toplumsal paranoyadan söz edilebilir ki, bu da yanlış bir değerlendirme olur. Nedenler doğrudan doğruya, tek ülkede sosyalizm sürecinin içerdiği sorunlarda aranmalıdır.
Devrimi izleyen günlerde, ülkenin tek yasal partisi Bolşevik parti değildi. Menşevikler, Kadetler ve Sağ Sosyalist Devrimciler; Sovyetler Birliği içinde faaliyet göstermekteydiler ve iktidara karşı bir muhalefet bloku oluşturmuşlardı. Bolşevikler, iktidarı Sol Sosyalist Devrimciler ile paylaşmışlardı. Ancak önce muhalefet partileri yasaklandı ve ardından Brest Litovsk Anlaşmasını izleyen günlerde, Sol Sosyalist Devrimciler’le ortaklık sona erdirildi. Bolşevik Partisi, artık ülkenin tek siyasal partisiydi. Partinin 10. Kongre’sinde ise, yani 1921 yılında, parti içi hizipler yasaklandı. Artık Leninist Partinin özellikleri sayılırken, bu özellikler arasında partinin hizipler toplamı olmadığı da ifade edilecekti.
Bu gelişmeler, sadece Stalin’e mal edilemez. Altlarında, Lenin’in, Troçki’nin de imzaları vardı. Sözgelimi, Kronstad’da işçi ayaklanmasının ezilmesi emrini onlar vermişti. Devrimi izleyen ilk yıllarda oluşan çerçeve, Stalin’le özdeşleştirilen uygulamaların kökenlerini ve bireysel özelliklerle bağlantısını gözler önüne sermektedir. Kökende yatan nedenler, Lenin, Troçki ve Stalin’in iradelerinin de dışındaki tarihsel olgulardır .
Lenin, iç savaş sırasında yeterli komünist uzmanların yetişmesi için yirmi otuz yıl beklenemeyeceğini söylerken, ya da Troçki Kızıl Ordu’daki Çarlık Ordusu subaylarını yermemesinin nedenlerini uzun uzun açıklarken; hep aynı nedenlere, koşulların getirdiği zorunluluklara dayanmaktadırlar. Açlıktan milyonlarca insanın öldüğü bir ülkede, emperyalizmin ve beşinci kolun saldırdığı koşullarda burjuva kökenli uzmanlardan yararlanmak, Devrim önderlerinin önündeki başlıca seçenekti. Üretici güçler yeterince gelişmemiş, ülke ekonomisi felç olmuştu. Dinamiklerin ve işçi sınıfının varlığına rağmen, ülke hala bir köylüler ülkesiydi.
İşte bu koşulların neden olduğu zorunluluklar, SSCB’ni proletarya demokrasisinden uzaklaştırmaya başladı.
Sorun yalnızca burjuva uzmanlara görev verilmesi değildi. Görev verilen bu unsurlar, bulundukları alanlara sınıfsal olarak sahip oldukları eğilimleri de taşıyorlardı. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, burjuvazinin sınıfsal olarak maddi güç kazanmasını engellemekteydi. Ama bu engelleyicilik, devlet ve parti içinde, devrimci değer ve ölçüleri yadsıyan, onun yerine oportünizmi ve pragmatizmi koyan bir bürokrasinin ağırlığını hissettirmeye başlamasını durduramadı. Lenin soruna dikkat çekiyor, “Çarlık bürokrasisini devraldık” diyor ve sıkı bir denetimi öneriyordu. Burjuva uzmanları kullanmak zorunluydu ama bu, sıkı bir denetime koşut gitmeli, parti, sapkın eğilimlerin sızmasına karşı korunmalıydı.
Hayatın dayattığı sorunlar, proletarya demokrasisinin idealize edilmiş normlarının, tek ülkede sosyalizm koşullarında yaşamasının olağanüstü zorlu olduğunu yeterince kanıtlamıştı. Demokrasinin, çoğunluğun ekonomik çıkarlarına hizmet etmesinin ötesinde, biçimsel düzeyde de olsa, muhalif eğilimlere örgütlenme hakkının tanınmasını içermesi türünden uygulamalara yer verilmişti. Toprak Kararnamesi türünden, Bolşeviklerin yanlış buldukları kararların çıkması bile kabullenilmişti. Lenin, “Demokratik bir hükümet olarak, biz katılmıyor olsak bile, sıradan halkın vermiş olduğu karardan kaçınmamalıyız” diyordu.
Ancak, henüz yerleşmeye çalışan bir devrim, inşa edilmeye çalışılan yeni devlet mekanizması vardı. Emperyalist ve işbirlikçi ordulara karşı savaş ve en az onun kadar zorlu olan sosyalizmin ihtiyaç duyduğu maddi temeli yaratmak gibi zorunluluklar; zor unsurunu yavaş yavaş öne çıkararak, ağırlık kazandırdı. Çok partili bir sistemde sorunları aşmak olanaksız görünmekteydi. Ayrıca süreç ilerledikçe, diğer partilerin karşı devrimci saflara sürüklendikleri görülüyordu.
Örneğin, Menşevikler, Kadetler ve Sağ SR’lerin oluşturduğu “Yenilenme İçin Birlik”, Brest Litovsk gibi stratejik bir anlaşmanın ardından savaş kışkırtıcılığı yaptıkları için kapatılmıştı. Sol SR’lerin tasfiyesinin nedeni de, provakatör ve komplocu yapılarıydı. İktidar ortağı parti, Alman Büyükelçisini öldürerek başlattığı bir komployla, iktidarın tek sahibi olmayı amaçlıyordu.
Bolşevik iktidar güçlendikçe, bu yeni iktidarın politikalarından rahatsız olan sınıf ve tabakalarla, bunların çıkarlarının temsilcisi olan örgüt ve çevrelerle çatışmak, bunların gelişmelerini engellemek kaçınılmazlaştı. İlk elde burjuva örgütlerin ve izleyen süreçte de küçük burjuvazinin ve köylülüğün içinde etkili olan örgütler dağıtıldı.
Bolşevik Partisi, ülkenin tek partisi olmuştu. Ancak bu da yeterli olmayacak ve gelişmeler, parti içi hiziplerin yasaklanmasına kadar gidecekti. İç savaş koşullarında gelişme ve yönetme; basın ve örgütlenme özgürlüğünün askıya alınmasını, ekonominin ve ordunun, -kilit noktalarını olmasa da- gövdesini burjuva uzmanlardan oluşturmayı gerektirmişti.
Sorunun başlıca nedenlerinden birisi de, işçi sovyetlerinin niteliklerinden kaynaklanmaktaydı. 1917’de oluşan işçi sovyetleri, devrimin ardından kurumlaşarak, siyasal iktidarın temel organları olmuştu. Yasama ve yürütme yetkisi, sovyetlerin elindeydi. Ancak muhalif partilerin kapatılmasıyla; parti, sovyetlerin yetkilerini fiili olarak üstlendi. Sovyetlerin, iktidarın gereklerini yerine getirebilmekten uzak olmaları, böyle bir sonuç doğurmuştu.
Zinovyev, durumu, “sovyet iktidarının parti olmadan üç gün bile dayanamayacağı” biçiminde ifade etmekteydi. Partinin öncü olmanın ötesinde yüklendiği rol, parti önderlerinin tamamı tarafından kabul edilmekteydi. Hatta Troçki ve Buharin olayı teorileştirmiş ve bir parti diktatörlüğü anlamına gelecek, “askeri proletarya diktatörlüğü” önerilerini gündeme getirmişlerdi.
Bu gelişmeleri tamamlayan etken, siyasal iktidar organları olarak yeterli güce sahip olmayan yerel sovyetlerin yetkilerinin; kongrelerde seçilen yürütme kurullarının, nihayet prezidyumların elinde toplanması oldu. Partinin rolüyle yanyana geldiğinde, partinin prezidyumu yönlendirmesi ve yukarıdan aşağıya atamanın egemen yöntem haline gelmesi sonucu doğdu. Bu ise, Marks’ın sosyalizme en yabancı saydığı şeydi.
Kısacası, devrim sürecinin olağanüstü özellikleri ve dünyanın ilk proletarya diktatörlüğünün karşı karşıya kaldığı zor koşullar; sosyalizme, özellikle uzun vadeli sonuçlarıyla oldukça uzak duran uygulamaları getirmişti. Stalin, bu sürecin bir parçası olarak, verili koşulların önderiydi; ancak söz konusu sakıncaları, olağanüstü bir dönemin geçici uygulamaları olarak görmek ve baş gösteren bürokrasiyi sıkı biçimde denetlemek yerine, bu uygulamaları kurumsallaştırmak gibi bir rolü oldu. Tek ülkenin komünizme ulaşabileceği yolundaki sözleri, onun büyük yanılgısıydı ve ekonomizmi içeriyordu.
Bu noktada, çok tartışılan bir olgu olarak, Stalinizm üzerine bir tanımlama yapabiliriz. Stalinizm, tek ülkede sosyalizmin inşa sürecinin adıdır ve üretici güçlerin gelişme düzeyleri, Stalinizme proletarya adına diktatörlük yaptırmıştı.
Stalin’in kişiliğinin, bu tanımlama çerçevesinde, Stalinizmin karakteri üzerindeki etkileri ancak ikincil olabilmiştir ve süreci hızlandırmak ya da yavaşlatmak gibi işlevleri yanında, bu sürecin yarattığı sosyalizm dışı olgu ve eğilimlerin kurumsallaşmasının yolunu açmak gibi bir özelliği vardır.
Öte yandan, Çekoslovakya ve D.Almanya dışında, sosyalizme geçen ülkelerin üretici güçleri, sosyalist bir altyapıyı oluşturmak için yeterli koşullara sahip olamamaları nedeniyle, Stalinle özdeşleşen uygulamaları, gelişmenin yolu olarak seçtiler. Böylece Stalinizm, SSCB ile sınırlı kalmaktan çıkarak, sosyalist inşa sürecinin kazandığı biçim olmak gibi bir özellik kazanmıştır.
Stalin bu sürecin ilk ve en zorlu pratiğinin önderidir. Onu önder yapan neden, rastlantılar değil, bu sürecin gereklerine karşılık veren özellikleridir. Böyle olduğu için, yanlışlıklarına rağmen sistem onu yaşatmış, dolayısıyla da bu yanlışlıklara uygun nitelikler yüklenmiştir.
Stalin’e yapılabilecek en büyük haksızlık, Stalinizme karakterini veren uygulamaları onunla başlatmaktadır. O, verili koşulların önderidir. Bir başkası da olsa benzer şeyleri yapardı. Hataları kaçınılmazdı demek yanlış olur, ama Stalin önderliğinin bütün uygulamalarının kökeninde yatan iki temel politika değişmezdi diyebiliriz. Bunlar, enternasyonalizmi ve dünya devrimini gündemin ilk sırasından çıkaran; tek ülkede sosyalizm politikası ile var olmanın bir koşulu olarak, ekonomik toplumsal zenginlikleri, üretim araçları üretimine tabi kılan politikalardır. Sosyalizmin o dönemde kazandığı gelişme çizgisi budur ve Stalinizm, yukarda özetlediğimiz iki temel özelliği ile, sosyalist çizginin zorunlu durağı olmuştur.
Proletarya demokrasisi sorununa da, Stalinizmin bu niteliğinden hareketle bakmalıyız. Tek ülkede sosyalizm dönemi boyunca, Marks ve Lenin’in çizdikleri çerçeveye uygun düşen bir proletarya demokrasisinden söz edilemez. Böyle bir düzey, daha sonra da yakalanamamıştır. Daha sonraki süreç, proletarya demokrasisinin yukarda belirlediğimiz özelliklerine yaklaşmak yerine, burjuva demokrasisinden etkilenmek gibi özellikler taşımıştır.
Açıktır ki; SSCB’de sosyalizmin inşası sorununa, ekonomik bir indirgemeciliğin ölçüleri ile bakıldı. Sosyalist yaşam biçimi ile sosyalist insanın yaratılmasının önemine uygun bir pratik yoktu. Tek ülkede sosyalizm, kendisine ölçü olarak ekonomik gelişmeyi, asıl olarak ta ağır sanayileşmeyi, yani üretim araçları üretimini almış, başlıca üretici güç olan bireyin bilinçli eylem ve insiyatifi olmadan üretici güçlerin gelişebileceği düşünülmüştü. Objektif ölçülerle ortaya çıkan bilanço budur.
Stahanovizm (sosyalizmde verimliliği arttırma yöntemi), bunları yadsıyan bir örnek değildir. Sosyalizmin sorunları üzerine yürütülen tartışmalar içinde, Stahanovist hareketin fazla etkili olmadığı, örneğin iş kahramanlarının diğer işçiler tarafından öldürülmesi olaylarının yaygın olduğu türünden yazılara rastlıyoruz. Ama bunun doğruluğu ya da yanlışlığı fazla önemli değil.
Birincisi Stahanovizmin içeriği ve yürütülüş biçimi, bireyin bilinçli eylem ve insiyatifini geliştirmeye uygun değildir. Proletarya demokrasisinin işlemediği yerde, bireysel insiyatifin gelişmesi, hiçbir zaman toplumsal bir özelliğe dönüşemez. İkincisi, toplum olarak benimsenmiş bir çalışma disiplini yoksa, iş kahramanı olmak ya da ödül almak, ancak sınırlı bir etkileyicilik şansına sahip olur ve süreç içinde bu etki de anlamsızlaşarak çözülür. Toplumsal bir disiplin ve yüksek üretkenlik ise, halkın ekonomik sorunlarının çözümü ve politikaya ilgisinin sürekli kılınmasıyla sağlanır.
Tek ülkede sosyalizm süreci boyunca, halkın ekonomik sorunlarının tam bir çözümü olanaksızdı. Üst üste gelen savaşlar, devrim, iç savaş, kollektivizasyon, sanayileşme ve dünya savaşı, hep halkın özverisine dayanılarak yürütülmüştü.
Kendisinin yöneten olduğunun bilincinde olan çalışanlar, her türlü özveriyi göze alabilir ve düzenden yana tercihini korur. Ama bu olmazsa, geçen her yılın daha da büyüteceği, büyük sorunlar olacaktır.
Sovyetlerin insiyatiflerinin prezidyumlarda, oradan da yüksek prezidyumda toplanması, partinin savaş koşullarında kazandığı devletin üstünde yer alan bir olgu olma özelliğini sürdürmesi, atama yöntemini etkili kılıyor ve böylece proletarya demokrasisi, proletarya için demokrasiye dönüşüyordu. Bunun iki önemli sonucu oldu:
Birincisi, çalışma sürecinin yol açtığı atomizasyonla bütünleşerek uzun vadede, halkın kendi sorunlarına, sınıfsal değer ve kaygılarına yabancılaşması.
İkincisi, sistemin kendisini denetleyecek aygıtlar oluşturamaması, böylece de olağanüstü döneme özgü işleyişin, atama yöntemi ve bürokrasinin kurumsallaşması.
SBKP 17. Kongresi’nde seçilen MK’nın başına gelenler, bu durumda anlaşılabilir. Üstelik bu tek örnek değildir. Stalin’in “sosyalizmin inşasını tamamlamasının” ardından, SSCB’de büyük tasfiyeler, kovuşturmalar ve cezalandırma kampanyaları yaşandı. Örneğin, 17. Kongre’nin 1965 delegesinden 1208’i öldürüldü. Bu delegeler, Stalin önderliğinin programını onaylamış ve önerilen MK’ni seçmişlerdi. Birleşik muhalefet, daha 15. Kongre’de 4000 parti üyesinin desteğini sağlayabilmiş ve partinin ezici çoğunluğu karşısında % 0.5 düzeyinde kalan bir azınlık olarak tasfiye edilmişti. İlerleyen yıllarda, Stalin’e güvenoyu veren partinin sessiz çoğunluğundan, MK ve Politbüro üyelerinden onbinlercesi, “sosyalizmin inşası tamamlandıktan ve geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkması”ndan sonra öldürüldü. Suçları: karşı devrimcilikti…
Kızılordu’da da benzer bir kıyım yaşandı. “Alay komutanlarının aşağı yukarı yarısı, tugay ve tümen komutanlarının hemen hemen hepsi, kolordu komutanlarının tamamı, savaş konseylerinin üyeleri, Bölge Politik Dairelerinin yöneticileri, tümen, kolordu ve brigotların siyasi kurmaylarının çoğunluğu, alay komiserlerinin üçte biri kovuşturmaya uğradı.”(Kruşçev, 20. Kongre Kapalı Oturum Konuşması) Öldürülenler arasında Kızılordu Komutanı Tuhaçevski ve sağ ya da sol muhalefetle ilgileri olmayan politbüro üyelerinden Kuybişev, Rudzutak, Uglanov, Ordzonikidze, Çubar, Kosyor, Bauman, Sirtsov, Postişev, Eyhe, Yejov da vardı.
Bunların tamamı, parti merkezini, Stalin’i desteklemişler, onunla birlikte kararlara imza atmışlardı. Hatta birbirlerinin ajanlığını onaylayan kararlar almış, bir süre sonra da benzeri kararların kurbanı olmuşlardı. Örneğin Yejov, bütün sorgulama ve kıyımların başlıca yürütücüsü idi ve benzeri bir soruşturmanın sonucunda öldürüldü.
Bu olayların asıl düşündürücü yanı, sistemin bu türden uygulamaları kaldırabilmesi ve dahası meşru kabul edebilmesidir. Çünkü denetim aygıtları yoktur. Halk çoğu zaman bu tür olayların yaşandığından bile habersiz kalmakta, ya da öyle görünmektedir. Tepkinin ifade edilmesinin ve harekete geçebilmenin koşullarının olmadığı yerde, yabancılaşmanın ve toplumsal bir bellek yitiminin koşulları vardır.
20. Kongreyi bir siyasal “şok” yapan nedenler de buradan kaynaklanır. Proletarya demokrasisinin tıkanması, sistemi denetleyici aygıtların oluşmasını engellemekte, bunun sonucu da siyasal yönetim organlarının demokratik ilke ve kurallardan uzaklaşmaları olmaktadır. Bu durumda sosyalizm dışı uygulamaların yolu açılmakta ve sistemin kurumsallaşma düzeyi, bu kural dışı uygulamaları engellemeye yetmemektedir.
18. Kongreyi izleyen 19. Kongreyi yapmak için, tam on iki yıl beklenecektir. 1939’dan 1951’e kadar, kongre yapmadan bürokrasinin ülkeyi yönettiği bu dönem boyunca; halkın, proletaryanın yönetime ne oranda ortak olabildiği, hangi düzeyde denetleyebildiği ortadadır. 2. Dünya Savaşı’nın engelleyiciliği, yeterli bir neden olarak görülemez, ondan daha az zorlu olmayan iç savaş boyunca, parti kongre ve konferansları aksamadan yürümüştü. Ayrıca savaştan sonra geçen altı yılı açıklamak da olanaksızdır.
Sosyalizmin sistem olarak sahip olduğu karakterden kaynaklanan demokratik özellikleri, dünyanın en nitelikli önderliği bile olsa, eğer denetim aygıtları ve demokratik işleyiş yoksa, ancak teorik bir açıklayıcılığa dönüşür ve süreç içinde her düzeyden aksaklık başlar.
Emek üretkenliğinin düşmesi bunlardan biridir. Denetlenmeyen yönetim organlarının, kendisi için eğilimler kazanması ve bu temelde bir farklılaşmanın güçlenmesi de, yine bu döneme rastlamaktadır. Yüksek Sovyet Prezidyumu ve devlet başkanlığı kurumları sembolikleşmiş, parti politbürosu ve sekreterliği, yönlendirici olmanın ötesinde, proletarya için diktatörlüğün somutlaştığı kurumlar olmuşlardır. Bunun adı, proletarya için parti diktatörlüğüdür. Böyle bir işlerliğin her türlü sapmaya ve revizyonizmin gelişmesine uygun zemin oluşturduğu açık bir gerçektir.
Böylece ekonomik indirgemecilik yaygınlaşmış, parti hedef ve amaçlarına damgasını vurmuş, teoriler, bu somut duruma uygun bir içerik kazanmıştır. Bu, zorunluluklardan yola çıkan kural dışı uygulamaların kurumsallaşması ve teorileşmesidir ve sosyalist bir alt yapıyı oluşturmakla birlikte, yabancılaşmaya, yozlaşmaya ve ekonomizmin önderliğine gelişme ortamı hazırlamıştır.

Bürokratizm Üzerine
Çağdaş sosyalist pratiğin en önemli tartışma konularından birisi de bürokratizmdir. Bu tartışmanın kökenleri, Ekim Devrimi’ni izleyen ilk yıllara kadar dayanır.
Günümüzde de, sosyalizmin uygulamalarına ilişkin sorgulamalar yapılırken, en sık geçen kavramlar arasında yer alıyor. Eski reel sosyalist ülkelerin tamamına ilişkin olarak, gelişmeyi engelleyici bir olgu olan bürokratizm tartışılmaktadır ve Gorbaçov örneğinde olduğu gibi, döneminin resmi ağızlarınca da ifade edilebilmiştir.
Gerçekten de, bürokratizm, sosyalist sistemin en büyük sorunlarından birisi olduğu gibi, sosyalist gelişmenin önündeki engellerden de birisidir. Reel sosyalist sistemin gelişme ekseninin dayandığı temellerin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu sosyalizm dışı olgu her yönüyle aşılamadığı sürece, sosyalizm için savaşımın dahi sağlıklı bir zemine sahip olması ve komünizmin koşullarının yaratılması olanaksız görünüyor.
SSCB’de bürokrasi nasıl doğdu ve gelişti?
Kuşkusuz birbirine koşut ve tamamlayıcı nitelikte çeşitli nedenler vardı. Bunların başında, üretici güçlerin başlangıçtaki görece geri niteliği gelir. Sorunu aşabilmenin yolu, ekonomik potansiyelin üretim araçları üretimine tabi kılınmasında bulunmuştu. Bu durumda sosyalist ekonomik örgütlenme, devasa boyutlarda bir kooperatif fabrika biçiminde tasarlanıyordu. Disiplinli ve yaygın bir çalışma temposu, ayırdedici özellikti.
Önemli sorun, bu devasa fabrikanın yönetimini üstlenen, üretimi planlayan önderliğin gelişmeye ne ölçüde ayak uydurabileceğiydi. Üretici güçlerin işbölümünü elimine edecek bir düzeyde olmaması, yöneticiliği büyük ölçüde özerk kılmış, çalışanların kendini yönetimi, bu çalışanlar adına önderliğin yönetimine dönüşmüştü.
Lenin’i “ideal disiplin ve sınıf bilincinin yokluğu halinde, tek iradeye kayıtsız koşulsuz tabiyet, büyük ölçekli makina sanayi modeli üzerine kurulu süreçlerin başarısı için mutlak bir zorunluluktur” sözlerini söylemeye iten; işçi, sendika ve yerel komite üyelerini tedirgin eden, tek kişinin yönetimi ilkesi, üretici güçlerin gelişme düzeylerinin doğrudan bir sonucu olarak gündeme geldi.
Böylece burjuva uzmanlar, yüksek ücretle ve tam yetkili olarak görev alıyorlardı. Bu, devrimci kaygılardan çok uzak unsurların da devlet ve parti mekanizması içinde görev almaları demekti; kendisi için eğilimleriyle birlikte bir bürokrasi oluşuyordu. Lenin, ‘Çarlık bürokrasisinin devralınması’ olarak tanımladığı bu olguyla mücadeleye, sık sık dikkat çekmekteydi.
Yeni rejimin, bu büyük ülkenin olağanüstü zor koşullarının ihtiyaç duyduğu uzman ve komünist kadrolara sahip olmamasından kaynaklanan bu süreç; emperyalist kuşatma koşullarında, partinin, yöneticiliğin ötesinde özellikler kazanmasına dönüştü. Ve kollektivizasyon, sanayileşme gibi atılımların yoğun içeriğinin açığa çıktığı, tek ülkede sosyalizmin amaç olarak kabullenildiği koşullarda, bürokrasinin varlığına ideolojik temel yaratmış oldu.
SBKP’nin 18. Kongresi, bu durumun simgesi kabul edilebilir. Parti içi muhalefetin tümüyle temizlenmesiyle birlikte, bu kongrede ekonomist teori ilk kez öne çıkmıştır. Komünist bir toplum ile güçlü bir devletin yan yana yaşayabilecekleri tezi, bürokrasi ile sistemin geçici olarak uzlaştırılması, sosyalist alt yapı ile devlet kurumları ve parti arasındaki uyuşmazlığın, geçici bir çözümüdür. Nitekim bu Kongre’den sonra, 12 yıl kongre toplanamamıştır.
Üretim sürecinin doğrudan bir parçası olmayan, ama üretim sürecini planlayan ve denetleyen bürokrasi, her zaman kendisi için eğilimlere sahip olur. Üstelik sosyalist ülkelerin başlangıçtaki durumu, yönetici kadroların ve özellikle de üretim sürecini fiili olarak denetleyen ve yöneten unsurların seçiminde gerçek ölçü olan siyasal yeterliliğin yerine, teknokratik yeterliliğin ölçü alınmasını getirmişti. Yönetici bürokrasinin kendisi için eğilimleriyle bu durumun yolaçacağı sakıncaların önünü almanın tek yolu, sözkonusu bürokrasinin sıkı denetimiydi. Bunun da başlıca biçimi, çalışanların denetimi olabilirdi ve proletarya demokrasisinin işlerliği de ancak böyle gerçeklik kazanabilirdi.
Ne var ki, sosyalist ülkenin karşı karşıya bulunduğu koşullar, böylesi bir demokrasi uygulamasına olanak da vermedi. Devrimi izleyen her yeni yıl, işçi sovyetlerinin biraz daha etkisizleşmesini, partinin devletle biraz daha bütünleşmesini getirdi. Artık yönetici bürokrasinin bürokratizme dönüşmesinin önündeki başlıca engel, ancak yönetici çekirdeğin partinin yapısını bu tür bir deformasyondan koruyabilmesiyle bağlantılıydı. Parti devrimci niteliğini koruduğu ölçüde, tehlike sözkonusu olmayacaktı.
Ekonomik gelişme ve sanayileşme sağlanmaktaydı; işçi sınıfı, hem kollektivizasyon sürecinde ve hem de sağ ve sol sapmaların tasfiyeleri sürecinde parti önderliğinin yolunda olmuş, sanayileşme sürecinde üzerine düşenleri fazlasıyla yerine getirmiştir. Planlı kalkınmanın başladığı 1929’dan 1950’ye kadar uzanan süreç içinde, sanayi üretimi, 6 kat arttı. Tam bir istihdam sözkonusuydu ve emek üretkenliği her plan döneminde % 40-50 düzeyine ulaşıyordu. Bunun tek anlamı vardı, üretici güçlerin büyük ölçekli gelişmesi…
Sosyalist bir alt yapının oluşması anlamına gelen bu başarılardan, yönetici çekirdek yanlış siyasal sonuçlar çıkardı. Parti içi demokrasinin ve çalışanların denetiminin büyük ölçüde askıya alınmasının da etkisiyle, ekonomik indirgemecilik hakim oluyor; olgu ve süreçlere yaklaşıma, giderek artan biçimde yön veriyordu. Proletarya demokrasisinin eksikliği, teknokratların hareket alanını genişletiyor, ülkenin görece geri yanlarının çözülmesine yönelik olarak gelişen teorileşme, denetimsizliğin bir sonucu olarak, yönetici bürokrasinin özerkliğinin büyümesine ve kendisi için eğilimlerinin pekişmesine yol açıyordu.
Sosyalist üretim ilişkileri işte bu sürece uygun olarak biçimlendi. Malların üretim, değişim, bölüşüm ve tüketimi, üretici güçlerin görece geri niteliğine ve bu güçleri geliştirme zorunluluğuna tabi kılınmıştı. Üretim, merkezi bir planlamaya ve sıkı bir denetime dayanıyor, tam istihdam ve ekstantif (yaygın) sanayileşme, ayırdedici nitelikler haline geliyordu.
Piyasa, meta ve değer yasasının varlığından, ancak kapitalist sistem ölçülerinden tepeden tırnağa değişmiş biçimiyle söz edilebilirdi. Yani, içerdiği klasik anlamlar bağlamında, bu kategoriler hakim unsur değildi. Bölüşüm ise, ekonomik kaygıların, siyasal ölçüleri ikincil düzeye itmesi nedeniyle, kapitalist nitelikten uzak olsa da yeni bir eşitsizliği derinleştirmekteydi.
İçerdiği bu sakıncalı yanlara rağmen bu ilişkiler, tek ülkede sosyalizmin inşa sürecinin zorunlu biçimi olmuştu ve üretici güçleri geliştirme zorunluluğu, bu ilişkileri sosyalist bir alt yapı oluşturmanın başlıca biçimine dönüşüyordu. Ancak sorun da burada başlıyordu. Parti önderliği, denetim aygıtlarının yetersizliğinin bir sonucu olarak, bu olağanüstü döneme özgü ilişkileri genelleştirerek, komünizme geçiş sürecinin geçerli tek biçimine dönüştürmüştü…
Böylelikle, bu sürecin içerdiği ve zorunlulukla açıklanan sakıncalar da genelleştirildi, teorik bir temel yaratıldı. Güçlü bir devlet aygıtıyla komünizmin yan yana olabileceği düşüncesi doğdu. Sorunun aldığı bu biçim, merkezi planlamanın ve onu kendisine dayanak yapan bürokrasinin varlığının temellendirilmesi anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla, bürokrasiyi ayrıcalıklı kılan bölüşüm ilişkilerindeki sağlıksızlıklar da kendisine teorik dayanak bulmuş oluyordu.
Stalin’in ölümüne kadar, bürokrasiyle çalışanlar kitlesi arasında, çeşitli olumsuz yanlar taşımasına rağmen, geçici bir denge yine de vardı. Bürokrasi, ayrıcalıklarına teorik ve kurumsal dayanak oluşturma yolundaydı. Ama bu sürecin tamamlandığı söylenemezdi. Stalin kültü, hem bürokrasinin koruyucu şemsiyesiydi ve hem de onun sosyalizm dışı eğilimlerinin hakimiyet kazanması önündeki başlıca engellerden birisiydi.
Bu kültün yıkılmasıyla, yani Stalin önderliğinin sıkı denetiminin ortadan kalkmasıyla, 3. Programda ifadesini bulan teorileşmenin ve programlaşmanın yolu açıldı. Bütün halkın devleti, bütün halkın partisi, ileri sosyalizm gibi kavramlar, güçlü bir bürokratik aygıtla sosyalizm kavramının çelişmeyeceği yaklaşımının teorik ifadeleriydi. Ne var ki, bu düzeyde eğilimlerin, üretici güçlerin gelişmesini engelleyeceği muhakkaktı.
Sosyalizmin maddi temelinin oluşturulmasının ardından; gelişme, ancak yeni hedefler ve bu hedeflere uygun düşen yeni örgütler, yeni perspektiflerle mümkündü. Oysa durum, yeni hedeflere eski örgütlerle, sosyalizmin maddi temelini yaratmaya yeten yöntemlerle ulaşmayı amaçlayan bir karaktere sahipti.
Dolayısıyla gelişme düzeyi giderek düştü, belli bir aşamadan sonra da bunalıma dönüştü. Gelişmenin yeniden sağlanmasının yolu, eski tekniklerin ve örgütlerin tasfiyesiyle açılabilirdi. Fakat bu yolun karşısında artık bürokrasi vardı; engelleyici özellikleriyle yolu tıkamıştı. Stalinizm ise, bu eskiyen ve aşılması gerekenin ideolojisi olarak empoze edildi ve bir günah keçisine dönüştürüldü.
Bürokrasi bir sınıf değildir; kendisi için eğilimleri ve bu eğilimlerin programlı düzeyi, onun bir sınıf olmasına yetmez. Çünkü sömürücü sınıf ya da kast, ancak üretim araçlarının özel mülkiyeti sayesinde, denetimi altındaki potansiyeli değerlendirme şansına sahiptir. Diğer bir deyişle, bürokrasinin sınıf olduğundan söz etmek için, denetler göründüğü sermayeyi yeniden üretme şansına sahip olması gerekir.
Mülk ile güvence altına alınmadığından, göreceli ve geçici bir gücün sahibidir ve bu güç, ancak onun ayrıcalıklı kalmasına yetmektedir. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve toplumsal planlama üzerinde yükselen üretimin toplumsal niteliği üzerindeki bürokratik baskıya rağmen bu, bürokrasinin sömürücü bir sınıf ya da kast olmasını engellemekte, onu küçük burjuva bir tabaka düzeyinde tutmaktadır.
Lenin, sınıf kavramını şöyle tanımlar: “Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplum içindeki iş örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal gelirden yeniden pay alma biçimlerine ve elde ettikleri payın büyüklüğüne göre birbirlerinden ayrılan geniş insan yığınlarına sınıf denir.”
Burada ayırdedici özellik, “üretim araçlarıyla olan ilişki” ölçüsüdür. Çünkü sınıflar üretim araçlarının özel mülkiyeti ile birlikte çıkmışlardır ve toplumsal mülkiyetin yeniden hakim olma süreci onları çözecektir.
Bürokrasi, üretim araçlarının sahibi değil, denetleyicisidir ve ayrıcalığı buradan kaynaklanır. Bu durum genellikle atlanmakta ve yanlış sonuçlara varılmasına kaynaklık etmektedir.
Bürokrasiyi sınıf olarak, yeni bir sınıf türü olarak tanımlayan yaklaşımlar, hareket noktası olarak genellikle bürokrasinin ayrıcalıklarını almaktadır. Bürokrasinin başta SSCB olmak üzere, reel sosyalist ülkelerde ayrıcalıklı bir yaşam tarzına sahip olduğu, aşağı yukarı genelde kabul görmekte, bir gerçek olarak nitelenmektedir. Ancak önemli olan bunu görmek değil, sorunun bu niteliğinden çıkarılan sonuçlardır.

Bürokrasi ve Parti Appparatçiğinin Koruyucu Kalkanı Olarak Kişi kültü
“Lenin’i böyle bir mezara koymakla ne iyi ettik. Aklımıza bu fikrin gelmesinden ne kadar mutlu olmuştur. Mezarın üstünde çok kısa bir yazısı olacak: Lenin.
Mezar taşını asla unutkanlık böğürtlenleri kaplamayacak. Hemen yakınında Lenin müzesi olacak. Yavaş yavaş bütün meydan Lenin’e ayrılmış bir kent haline gelecek. Onlarca yıl, asırlar geçecek ve bu mezar onlarca, yüzlerce milyon insan, bütün insanlık için daha kıymetli hale gelecek. Sadece dünyanın altıda birini kaplayan Sovyetler Birliği’nden değil; Çin’den, Hindistan’dan, Amerika’dan, bütün dünyadan milyonlarca insanın kendisini selamlamaya, hacı olmaya geldiğini, yattığı yerden görecek.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi)
Lenin’i büyük bir devrimci önder olmanın ötesinde, bir “aziz”e, bir “peygamber”e dönüştüren bu sözlerin sahibi, Zinovyev’di.
Lenin’in ölümünden hemen sonra Stalin, Zinovyev ve Kamenev’in başlattığı ve Lenin’i yücelten bu kampanya yalnızca iki kente (Ulyanoski ve Leningrad) onun adının verilmesiyle kalmıyor, toplumsal hayatın birçok ayrıntısına girecek bir tabulaştırmaya dönüştürülüyordu.
Krupskaya’nın “Sizden bir ricam var. Lenin’i anma biçiminin, onun kişiliğine hayranlığa dönüşmesine izin vermeyin. Onun için anıtlar dikmeyin, adını yollara, saraylara vermeyin, törenler düzenlemeyin. Sağlığında bütün bunlara hiç önem vermezdi. Unutmayın ki ülkemiz hala yoksuldur. Lenin’in adını onurlandırmak istiyorsanız, kreşler, okullar, çocuk bahçeleri, kütüphaneler, sağlık merkezleri, hastaneler, sakatlar için merkezler kurun ve herşeyin ötesinde temel ilkelerini pratiğe geçirin.”(a g y) sözleri bile bu durumu engellemeye yetmeyecekti.
Çünkü, yalnızca Lenin hayranlığı değildi söz konusu olan.. Aynı zamanda aslında, gelişme ve yerleşme çabasındaki reel sosyalist sistemin ideolojik dokusunun etkin bir unsuru olarak, Lenin motifinin kullanılması sözkonusuydu.
Bu hiç kuşkusuz büyük ve kaba yanlıştı. Çünkü halkın gözünde zaten bir kahraman olan Lenin’in tabu haline getirilmesi, bu tabunun birçok yanlış eğilimin ve Lenin’in yaşamının son yıllarında özellikle dikkat çektiği bürokrasinin kendisine koruyucu bir kalkan bulmasını, kendisi için eğilimlerinin bu koruyucu ile gizlemesini getirecek ve tabulaştırmanın çarpık örneklerinin yolunu açacaktı.
Aynı zamanda bu tabu, parti için çatışma ve tartışmaların da etkin bir unsuruna, çatışan tarafların bir dayanağına dönüşmüştü ki, bu da sakat bir geleneğin başlaması anlamına geliyordu.
Lenin’in hiç düşünmediği biçimde, adının Marksizmin yanına eklenmesi ve Marksizmin bolşevik yorumunun ya da o güne kadar ki nitelemeyle devrimci Marksizmin, Marksizm-Leninizm olarak adlandırılması da o dönem başladı. Kuşkusuz Lenin bunu hak etmemiş değildi. Marksist yöntemden hareketle, emperyalizm sürecinin çelişki ve ilişkilerini çözümlemek, bu çözümlemelere uygun bir mücadele ve örgütlenme anlayışı, devrim ve iktidar anlayışı oluşturmakla, çağdaş marksizmin büyük ustası olmuştu.
Ancak, terim olarak Leninizmi doğuran tek neden, Lenin’in teorik ve pratik dehası değildi. Örneğin o günlerde Troçkizm ve Lüxemburgizm biçiminde iki “izm” daha türetilmişti. Bu ikisi, parti içi saflaşma ve çatışmada ve Komintern’in SBKP’ye tabi kılınmasında, etkin biçimde kullanılmaktaydı. Böylece çarpık bir gelenek yaratılmış oluyordu.
Bireyleri, olumlu ya da olumsuz biçimde, gerçekte sahip olduklarının dışında nitelikler yükleyerek baştan saptanmış bir amacın unsuruna dönüştürmek ve ona yüklenilen ideolojik rol ile de, çoğu kez onun savunduklarının abartılı bir ifadesi yoluyla ideolojik bir hesaplaşmanın aracına dönüştürmek sözkonusuydu.
Böylece tabulaştırma, karikatürize etme, dogmatik bir hat oluşturma, günah keçisi yaratma, koruyucu kalkan oluşturma gibi devrimci ideoloji ve politika ile yanyana düşünülemeyecek nitelikler, devrimci sol teori ve pratiğin parçaları haline getirilmekte, devrimci politikanın devlet politikası olarak kullanımının başladığı stratejik bir dönemde, burjuva politika gelenek ve alışkanlıklar, devrimci saflara sokulmaktaydı.
Bunu zorunlulukla ya da kaçınılmazlıkla açıklayamayız. Tabulaştırma asıl olarak Lenin sonrasında; Troçki’de ifadesini bulan ve emperyalizm sürecinin gereklerinin, SSCB’nin koşullarıyla uyuşmayacak tarzda yorumlandığı bir romantizmle; Stalin’de ifadesini bulan devrimci romantizmi ve enternasyonalizmi SSCB’nin koşullarına uyarlayan ekonomik indirgemecilik arasındaki çatışmanın bir sonucu, tarafların üstünlük çabasının bir dayanağı olarak doğdu. Doğal olarak ayakları yere basan taraf çatışmada sağladığı üstünlükle birlikte, gerek bu çatışmanın sürdürülüş biçiminin gerekse de SSCB ve SBKP içindeki sağlıksızlıkların perdelenmesi özelliklerine bağlı olarak gelenekselleşti. Bu sağlıksızlıklar, başta yaratıcılarına olmak üzere, her zaman devrimci kavgaya zarar verdi.
Örneğin, kavram olarak Troçkizm ve Lüxemburgizmin yaratıcılarından Zinovyev, yıllar sonra günah keçisi olarak kullanılırken, Zinovyevizm de kitlesel “temizlik”in günah keçilerinden biri oldu. “Stalinizm” yıllardır Marksizm-Leninizmin revizyonunun gereksindiği ideolojik malzeme olarak kullanılmaktadır. Yejovçina, Jdanovçina, Titoizm, Maoizm ve hatta Castroizm, bu genel çerçeveyi izleyen örneklerdir.
Stalin’in putlaştırılması, işte bu ortam ve geleneğin bir ürünüdür. Olayı,” Sovyet halkı Stalin’e baba payesini verdi” biçiminde açıklamak nasıl yanlışsa, Stalin’in ihtirasları ve kişiliğiyle açıklamak da aynı şekilde yanlıştır. Stalin’in birey olarak sahip olduğu özellikler, elbette önemlidir. Ama tabulaştırma olayı daha genel bir çerçevede ele alınmalıdır.
Uzak ve yakın geçmişte, dünyada ve ülkemizde benzer uygulama örnekleri çoktur. Bunun kural haline getirilmesi ve bu temelde gerekçelendirilmesi güç. Örneğin, tek başına halkın kültürel yetersizlikleriyle açıklanamaz. Genellikle entellektüel ve etik düzey önemli rol oynamıştır, ancak Almanya gibi burjuva kültürün üst düzeye ulaştığı bir ülke, putlaştırmanın da en üst düzeyde örneği olabilmiştir.
Ayrıca kapitalist ülkeler bu konuda daha yaygın örneklere sahiptir. Olayı farklı toplumlarda ve çeşitli nedenlere dayanılarak, çeşitli düzeylerden sorunların çözümüne hizmet edecek bir olgu olarak; insanda her zaman varolan “inanç” güdüsünün ve buradan hareketle tabular yaratma, mitleştirme, yüceltme eğilimlerinin kullanılması yoluyla egemenliğin ideolojik bir parçası olarak tabulaştırma biçiminde tanımlayabiliriz.
SSCB’de tabulaştırma, başlangıçta, Lenin’e sığınılarak ve sistemin yerleşme, sapmalara karşı üstünlük kurma sürecinin bir ürünü olarak gündeme geldi ve ideolojik politikanın giderek en etkin araçlarından birine dönüştü.
Ancak olay, yalnızca Lenin’le sınırlı kalmadı kuşkusuz. Yavaş yavaş, yaşayan bazı adların da yüceltilmesine başlandı. Örneğin, 1924 yılında Petrograd’a Leningrad, Yekaterinburg’a Sverdlovsk adı verildi. Ama aynı dönem Yelizabehtgrad kentinin adı Zinovyevsk olurken, Çaritsin kentinin adı da Stalingrad yapıldı. Yine de bu dönem Stalin’in tabulaştırılmasının başlangıcı olarak 1930’lu yılları almak gerekir. Partinin 18. Kongresinden sonra, yani muhalefetin etkisinin kırılmasının ardından, tabulaştırma hızlanmıştır. Hatırlanacağı gibi aynı dönemde, SSCB’de geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığı ilan edilmişti.
İkinci Dünya Savaşı ve Stalin önderliğinin savaştaki rolü, bürokrasiye bu doğrultuda son derece uygun bir zemin oluşturdu. Proletarya demokrasisinin rolünün yerini, proletarya için parti diktatörlüğünün alması sürecinin ideolojik aracı olarak, Stalin yüceltilmekteydi.
Sosyalist yaşam biçimi, sosyalist kültürün gelişmesi, düzenin kendini denetleyecek aygıtlar oluşturması gibi sorunlar için çözüm yolu olmadığından, bu tür çözümlerin yolu tıkanmaya başladığından; giderek sosyalizmin ve sınıflar mücadelesinin sorunlarından uzaklaşan kitleler, devrimci politakadan da uzaklaşarak, günlük politika ve sorunlar içinde ifadesini bulan bir depolitizasyonun etkisine girmişler ve bürokrasi, kendisi için eğilimleriyle birlikte yaşama olanağı bulmuştu.
1930’lu yılların ortalarından başlayarak etkisini hissettiren Rus Tarihinin ve Kültürünün SSCB’nin kültürüne dönüştürülmesi süreci, söz konusu gelişmelerin bir başka boyutu ve sonuçları açısından kuşkusuz en olumsuzlarından biridir.
Stalin kültü, yan yana gelen bu nedenlerin bir ürünü, gelişmelerin bir sonucu olarak doğmuş ve fakat kendisi için eğilimler kazanması engellenemeyen bürokrasinin varlığını teorize etmesinin bir aracı olarak kullanılmıştır. Bürokrasinin niteliğini pekiştirmesine koşut biçimde günah keçisi olarak, bürokrasinin kendisi için eğilimlerinin ve onun teorik ifadesi olarak ekonomizmin gereklerini açıklamanın kalkanı olarak kullanılmıştır.
Bürokrasi ve bürokratizm birbiriyle karıştırılmamalıdır. Stalin düşmanlarının iddialarının tersine, Stalin dönemi boyunca bürokrasinin kendisi için eğilimlerinin SBKP’nin başat özelliği olduğu söylenemez. 1939’dan başlayarak bunun koşulları olgunlaştırılmıştır. Ancak Stalin önderliği, varlığıyla bu sürecin tamamlanmasını engellemiş, anavatanı öne çıkarma biçiminde de olsa, emperyalizme karşı uzlaşmaz bir politika, Stalin’li yılların özelliği olmuştur. Stalin’in ölümü iledir ki, onun kuşağı, bürokrasi tarafından tasfiye edilmiş ve 20. kongre ile birlikte bürokratizmin tam egemenliği ve ekonomist politikalar öne çıkmıştır.
Kruşçev’in ünlü “Kapalı” konuşmasındaki mantık bile, bu süreci açıklayıcılığı açısından yeterlidir. Konuşması boyunca Stalin hakkında demedik söz bırakmayan, ”katil, cani, haydut, kumarbaz, despot, aptal, budala, diktatör” gibi sıfatları birbiri ardına sıralayan Kruşçev, bu sürecin gerçek sorumluları olarak Stalin’i peygamber mertebesine çıkaranlar ve bu politikanın nedenlerine ilişkin tek bir söz bile etmez. Herşey, her türlü olumsuzluk, Stalin’in hastalıklı kişiliğine bağlanır. Bu hastalıklı kişiliği otuz yıl lider tutan sistem, ne menem bir şeydir, bunun cevabını bulamayız. Oysa bizzat kendisi bu sürecin aktif bir parçasıdır.
“Çok yaşa sevgili önderimiz, dahi önderimiz, partimizin, Sovyet Halklarının ve tüm dünya işçilerinin eşsiz önderi yoldaş Stalin”(1949)
“Yüce Lenin’in yakın dostu ve silah arkadaşı”(1939)
“İnsanlığın en büyük dahisi, öğretmeni ve önderi”(1939)
“Yüce, yenilmez komutan”(1945)
“Halkın gerçek dostu” (1939)
“Öz babam” (1949)
Bunlar, Kruşçev’in çeşitli zamanlarda Stalin için söylediği sözlerden yalnızca bir kaçı… Aynı Kruşçev,öldükten sonra Stalin’i lanetledi ve destalinizasyonu başlattı. Stalin kültünü yaratmakla, kendisine koruyucu bir şemsiye oluşturan bürokrasi; bu kez, kendisi için eğilimlerine uygun bir program oluştururken, bu programın o güne kadar ki sosyalist pratikle çelişen niteliğini meşru kılmanın bir aracı olarak, destalinizasyonu başlatmıştır. Böylelikle Stalin sürecinin sorgulanmasına yönelik yoğun talebe de karşılık verilmiş oluyordu.
Ancak başlatılan kampanya; SSCB’nin sağlıksızlıklarını, örneğin bürokrasinin gelişmeyi hantallaştıran niteliğini, ya da proletarya enternasyonalizminin gereklerinin giderek artan biçimde eksik bırakılmasını, proletarya demokrasisinin proletarya için demokrasiye dönüşmemesinin nedenlerini sorgulayıcı bir temelde sürmüyor, geçmişin olumsuzluklarının Stalin’in kişiliğine ve tutkularına bağlanmasına dayanıyordu.
Alttan alta işlenen mantık ise, sosyalist inşa sürecinin ve o güne kadar oluşan biçimiyle sosyalist teorinin yadsınmasıydı. Yirminci yüzyılın emperyalizmi yokedemeyeceği, dahası emperyalizmin kolay kolay yokolmayacağı, bu koşullarda bir uzlaşmanın kaçınılmaz olduğu kabulleniliyor, komünizme güçlü bir devlet ile ancak ulaşılabileceği düşünülüyordu.Hedefler bu temelde saptanmalıydı.
Böylece, bürokrasinin varlığı, kendisine uygun biçimde ideolojiyi yeniden düzenlemekteydi. Stalin, tek ülkede sosyalist inşaanın kaçınılmazlığına dayanarak, güçlenen parti bürokrasisi ve aparatçığıyla mücadele yerine, onların gelişmesine uygun bir teorik ve pratik zeminin oluşturulmasının yolunu açmış ve ölümüyle de aparatçık partiyi ele geçirerek, devrimci niteliğin yerine ekonomizmi mutlak biçimde koymuştu.
Bu sürecin, tek tek bireylerin iradesine bağlı olarak geliştiğini söyleyemeyiz. Engels’in sözleriyle; insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama genel bir plana göre ve hatta belirli, örgütlü, verili bir toplum çerçevesi içinde bile, kollektif bir iradeye uymazlar, çabaları birbirlerini engeller ve bu türlü bütün toplumlar içinde, açığa vurulmuş zorunluluğun egemen nedeni de, işte budur. Kendini bu toplumlara zorla kabul ettiren zorunluluk da, sonunda ekonomik zorunluluktur.
Kruşçev, yukarda örneklediğimiz ve Stalin’i yücelten sözleri söylerken; herhalde samimiydi ya da en azından öyle görünmek zorundaydı. Çünkü yaratılan ortam, bu biçimde düşünme ve söylemi doğurmuş, toplumsal yapıyla özdeşleşen birey etrafında yaratılan kült, toplumsal yaşantının bir parçası haline gelmişti. Tabu yaratma ve bu tabuların ardına gizlenme olayını yoğun biçimde yaşayan bir ülkenin insanları olarak, bunlar bizim için anlaşılmaz şeyler değildir.
Stalin’in tabulaştarılması, herhangi birinin ve bu arada Stalin’in iradesine bağlı olmadan, doğrudan doğruya, SSCB’de sosyalizmin inşaası sürecinin özelliklerine bağlı olarak gelişti. Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Rusya için inanılmaz derecede yoğun bir toplumsal çalkalanmalar zinciri anlamını taşıyordu. 1904 Japon Savaşı, 1905-17 Devrimi, Birinci Dünya Savaşı, İç Savaş, Kollektivizasyon, Sanayileşme, İkinci Dünya Savaşı, kıtlıklar ve salgınlarla dolu bir süreçti bu…
Stalin, bütün bu zorluklara ve alt üst oluşlara rağmen, ülkesini güçlü kılmış, insanlarının yaşam düzeyini büyük oranda yükseltmiş, açlıkları ve kırımları herkese iş ve sosyal güvenceye dönüştürebilmiş bir sürecin simgesi olmuştu.
Bu zorlu sürecin doğal bir sonucu olan, romantizm ya da pesimizmin (kötümserliğin, karamsarlığın) izlerini taşıyan sapmalarla mücadeleden, insanlarına bu olanakları tanıyarak zaferle çıkmış; bu yolda, ulusal güvencenin sağlanması yolunda, enternasyonalizmin ve proletarya demokrasisinin de içeriklerini daraltarak, dahası olağanüstü koşulların gerektirdiği düzenlemeler olmaktan çıkararak, onları evrenselleşmişti.
Kısacası Stalin, yoğun bir sarsıntılar süreci boyunca istikrarlılığın simgesi olmuş ve proletarya demokrasisinin rafa kaldırıldığı koşullarda daha bir pekişen bu istikrarlı görüntü, onun, tabulaştırılmasının yolunu açmıştır.
Bu sürecin bir ürünü olan bürokrasi ve parti aparatçığı, bu verili ortamı fetişize ederek kendi yararına sonuçlara dönüştürecek bir yol tutmuştu. Bürokrasinin ve parti aparatçığının partikülarist (bütünlüğün içinde sadece kendini düşünen) özelliklerini tamamlayan bu durum, verili koşullar içinde kendiliğinden oluşmuştu. Halkın inanç ve istikrar sorununun pratik içinde bulduğu çözüm olarak Stalin imgesi, aparatçığın kendisine yer bulma, yükselme gibi istemlerine karşılık verdiği oranda, tabulaşmaya dönüştürülmüştü.
Stalin böyle bir sürecin sonucu olarak tabulaştı ve belli bir noktadan sonra duruma en azından sessiz kaldı, giderek kendisini yüceltenleri onore ederek ortamın yarattığı havaya girdi. Stalin’i korumak adına bu durumu yadsımak olmaz.
Her parti, her örgütlü çalışma aynı zamanda aparatçık yaratma eğilimine sahiptir. Dinamik bir örgütsel yapıda bunun koşulları asgari düzeydedir. Özellikle yığın örgütlerinin bu eğilimden kurtulması çok güçtür ve ancak önderliğin konuya özel bir dikkatle eğilmesi ve denetleyiciliğiyle, engelleyicilik sağlanabilir, en azından örgütsel bir bürokrasinin oluşması engellenir.
Devrim sonrası sürecin içerdiği çalkalanmalarda, parti içinde önce hizipler yasaklanmış ve ardından atama ve açık oy yönteminin asıl kılınmasıyla, demokratik merkeziyetçilik büyük oranda ortadan kalkmıştı. Sürecin diğer özelliklerinin tamamlayıcı etkileriyle birlikte; bu durum, Lenin’in sağlığında dikkat çektiği boyutlara ulaşmıştı. Giderek parti içi çatışmalar bu aparatçığı güçlendirdi ve 19. Kongre sonrasında partinin ayırdedici özelliği durumuna geldi. Stalin’in bir gereksinme olmaktan çıkması, aparatçığın kendisi için eğilimlerini teorize ederek programlaştıracak güç ve hareket olanağına ulaşmasıyla da Stalin kültü, bu kez tersten bu amaca hizmet yolunda kullanıldı. Olay, en temelde budur.
Tersi durumda, süreci Stalin’in özellikleriyle ya da Sovyet bürokrasisinin bilinçli tutumuyla açıklayarak hiçbir yere varılamaz. Durum, Stalin’in kişisel tutumu ve Sovyet bürokrasisinin bilinçli tavrıyla daha sonra buluşmuştur.
Önemli bir nokta da tabulaştırmanın; sosyalist inanış ve eyleme bu kadar yabancı bir olgunun, çağdaş sosyalist pratiğin başlıca özelliklerinden birine dönüşmesidir. Bu konuda, bilindiği gibi bir çok örnek var ne yazık ki… Bu zaaflı sosyalist pratiğin doğurduğu ve daha da olumsuz olan tarihsel bir yönü vardır:
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra çeşitli ülkelerde mücadele eden ve mücadele etmeye çalışan parti ya da grupların anlayışlarında ve pratiklerinde, çok iyi çözümlenemeyen geçmiş dönemlerin yanlışlıklarının karikatürleri yaşanmaktadır. Bu durum da, gerek yaşadığımız dönem, gerekse de önümüzdeki süreçler için ciddi ber tehlike oluşturmaktadır.
Aslı ya da karikatürü, bu yaklaşımların sosyalizmin gerçeklikleriyle hiçbir ilişkisi olmamıştır ve bundan sonra olması şansı da yoktur. Ve daima yapay kalırlar; geleceğe, yaşama ve halka hizmet etmekten uzak bir dramanın tiradları olarak tarih sahnesinde suya yazılırlar.
İşte putları yıkmaktan söz edilen destalizasyon sürecinde Kruşçev için söylenenler:
“Kızıl Ordu’nun aktif kurucusu.” (Kruşçev, partiye 1918’de yani devrimden sonra üye oldu, iç savaş sırasında partinin onbinlerce siyasi görevlisinden biriydi ve savaş bitmeden, 1920’de terhis oldu.)
“Stalingrad direnişinin ruhu”
“Kozmik baba”
“ML teoriyi yaratıcı şekilde geliştirip zenginleştirmeye parlak örnek”
Öte yandan Stalin için:
“O, Leninist çizgiye doğru bir şekilde sadık kaldığı ve bunun sonucu hem kendi ülkesinin halkı, hem de yabancı ülkelerin halkları nezdinde büyük ün kazandığı halde, kendi rolünü haksız yere abartma, kişisel iktidarını kollektif önderliğin karşısına koyma hataları yapmış, bu da kendisinin önceleri bizzat savunduğu ML’nin bazı ilkeleri ile çelişen bazı tavırlar içine girmesine ve bazı eylemler yapmasına neden olmuştur. (…) Hayatının son yıllarında Stalin, giderek artan biçimde kendisini kişiye tapmaya terketti, parti içinde demokratik merkeziyetçiliği sergiledi” deniliyor. (Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimleri, İnter Yayınları)
İnanılır gibi değil ama; bunları, tabulaştırmada SBKP’yi birkaç kez katlayan ÇKP söylüyor.
ÇKP şunları da söylemiş:
“ÇKP, kişiye tapmaya karşı tarihsel olarak anlamlı mücadelede, SBKP’nin kazandığı büyük başarıları selamlamaktadır.” (a g y)
Çağdaş sosyalist pratik içinde, tabulaştırmaya sahne olmayan sosyalist ülke yok gibidir. Stalin’in kendi sürecinden çıkardığı sonuçların evrenselleşmesiyle, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde tabulaştırma, diğer konularda olduğu gibi aynen benimsenmişti. Destalinizasyon bir ölçüde engelleyici olduysa da, sonrasında bir Mao kültü vardı ki; etkileri Avrupa’ya kadar uzanmaktadır. Daha sonra da Kim İl Sung, Çavuşesku gibi örnekler vardır.
Bu yakın tabulaştırma örnekleri, Marksizmi bir çeşit din olarak görenlerin dört elle sarıldıkları bir olgu durumundadır. Yaygın bir eğilim de, Marksizmde felsefi normlar dışında bir renk arama çabasıdır. Oysa neden, doğrudan doğruya geçiş süreci olarak sosyalist inşa sürecinin içerdiği zorluklarında ve bu zorlukların öne çıkardığı eğilimlerde aranmalıdır.

SBKP Üçüncü Programında Devlet Sorunu:
SBKP Üçüncü Programı, yalnızca ekonomist bir yaklaşımla, komünizmin üst aşamasına geçişi mekanize etmiyor, aynı zamanda, bir bütün olarak kapitalizmden komünizmin yetkin aşamasına geçiş sürecine ilişkin, Marksizm Leninizmin o güne kadar öngördüklerinin yadsınması anlamına geliyordu.
Marks ve Engels, Komünizmi alt ve üst olmak üzere iki aşamadan oluşan bir sistem biçiminde düşünmüşlerdi. Kapitalizmin yıkılmasıyla, bir anda devletin olmadığı sınıfsız bir topluma ulaşılamazdı.
Dolayısıyla “iktisadi, manevi, entellektüel bakımlardan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan” bir toplumdu bu, ve ancak komünizmin ilk aşaması olarak nitelenebilirdi. (Marks, Gotha Programının Eleştirisi)) “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine geçiş sorunu yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz” diyordu Marks. “Sosyalizm ve siyasi mücadele tarihinden, devletin yok olmaya mahkum olduğu ve onun yok oluşunun geçiş biçiminin (devletten devlet olmayana geçiş biçiminin) proletaryanın hakim sınıf olarak örgütlenmesinin olmadığı sonucunu çıkarmıştı.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)
Marks’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde sözünü ettiği “gelecekteki komünist devlet”, proletarya diktatörlüğüydü. Sonradan komünizmin alt aşamasının sosyalizm olarak adlandırılmasının etkisiyle; Marks’ın bu sözlerinden, devletli komünizm anlayışı için, bütün halkın devleti tezine dayanak yaratılmaya çalışılacaktı. Oysa, Lenin soruna çok açık bir biçimde karşılık vermişti. Onun sözlerinde ve tavrında, Marks’ın sözleriyde çelişki yoktu. Marks ve Engels, komünizmin yetkin aşamasını, devletin söneceği ve zamanla çözüleceği bir toplum olarak düşünmüşlerdi. Bu durumda, devletin üç gelişme aşaması söz konusu olacaktı.
Birinci aşama -kapitalist toplumda burjuvazinin devlete ihtiyacı vardı- burjuva devletiydi.
İkinci aşama -kapitalizmden komünizme geçiş döneminde, proletaryanın devlete ihtiyacı vardı ve bu- proletarya diktatörlüğü idi.
Üçüncü aşama -komünist toplumda devlete ihtiyaç yoktu- devlet sönüp gidecekti. (Lenin, Devlet ve İhtilal)
SBKP’nin 1961’de açıkladığı 3. Program ise, komünizmde devlet ve demokrasi olgusuna ilişkin Marks, Engels ve Lenin’in anlayışlarının yadsınması anlamına gelmekteydi. SBKP, önsel olarak kendisine iki çıkış noktası almıştı. İlki, sosyalizmin inşasının tamamlanmasıyla aynı zamanda, sınıflar arası çelişkilerin antagonizma kazanması olasılığının ortadan kalktığı yolundaydı.
Bu durumda proletaryanın diktatörlüğüne gerek kalmıyordu. Çünkü burjuvazi yoktu ve yeniden oluşmasının da yolu kapatılmıştı. Proletaryayla köylülük arasındaki sorunlar da uzlaşmaz değildi. Dolayısıyla Parti’nin de artık proletarya partisi olarak ele alınması anlamsız ve zararlıydı.
Parti, bütün halkın proleter olsun olmasın, bütün insanların partisiydi. İkincisi, sosyalist ülkede çelişkilerin antogonizma kazanmasının koşulları olmasa da dünyada emperyalist saldırganlık sürdüğünden, devlet en azından sosyalist yurdu korumak amacıyla yaşamak zorundaydı. Ancak bu devlet, proletarya diktatörlüğü gibi bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı değil, sınıflar arası ayrımın büyük ölçüde ortadan kalktığı ve tek bir halka dönüştüğü bir toplumun devleti olacaktı. Buna, bütün halkın devleti denmekteydi.
Böylelikle bürokrasi, varlığı ile sosyalizm arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlamış, kendisine teorik bir temel yaratmıştı. Sosyalizmin inşa sürecinin taşıdığı özelliklerin ve zorunlulukların bir sonucu olarak ayrıcalıklı duruma gelen bürokrasi, buna rağmen o aşamaya kadar kendisine ekonomik ve siyasal düzeylerde sağlam bir temel oluşturabilmiş sayılmazdı. Sosyalist teori, toplumsal mülkiyet ve toplumsal planlamanın yerleşmesi ve toplum içindeki sınıfsal çelişkilerin ortadan kalkmasından sonra, devletin söneceği ve yok olacağını öngörmekteydi. Engels şöyle açıklamıştı bunu:
“Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve ilk ağızda üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür. Ama bunu yaparken proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, ve aynı zamanda devlet olarak devleti de ortadan kaldırır (…) Toplumda baskı altında tutulacak hiç bir sınıf kalmadığı zaman sınıf egemenliği ve o güne kadar ki üretim anarşisine dayalı bireysel var olma mücadelesiyle birlikte; bunlardan kaynaklanan çatışmalar ve aşırılıklar da ortadan kalktığı zaman, artık özel bir baskı gücünü, devleti zorunlu kılan, bastırılması gereken hiçbir şey kalmaz.
Devletin gerçekten bir bütün olarak toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem -üretim araçlarına toplum adına el konulması- aynı zamanda onun bir devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardından her alanda gereksiz hale gelir ve sonunda devlet, kendi kendine son bulur. Kişilerin hükümetinin yerini, şeylerin yönetimi alır. Devlet ‘ortadan kaldırılmaz’, yok olup gider. (Engels, Anti Dühring)
Bu yok olup gitme, objektif esaslara dayalı bir sürecin sonucu olarak gündeme gelecektir. Bunun ön koşulu da, sürecin içerdiği antagonist çelişkilerin ortadan kalkması, yerini yeni bir sürece ve onun yeni çelişkilerine bırakmasıdır. Buradan bir sonuç çıkarmak gerekirse; diyebiliriz ki, devlet ve demokrasi olgularının sönmeleri ve yok olup gitmeleri, emek ve sermaye arasındaki tarihsel çelişkinin ortadan kalkmasıyla mümkündür. Bu gerçekleşmedikçe, devlet ve demokrasi ile onun devrimci biçimleri olarak proletarya diktatörlüğü ve proletarya demokrasisi, yaşamayı sürdürecektir.
Bir yanıyla da kapitalizmden komünizme geçiş anlamına gelen bu süreç boyunca, devrimci bir devletin; proletarya diktatörlüğünden başka devlet biçimi olamayacağı, özenle belirlenmiş bir gerçektir. Örneğin Lenin şöyle demektedir:
“Kapitalizmden komünizme geçiş, tabii ki son derece bol ve çeşitli siyasal biçimler çıkaracak, ama özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya Diktatörlüğü.” (Lenin, agy)
Bir bütün olarak kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin herhangi bir parçasında, proletaryanın baskın olması, dahası kapitalist ilişkilerin silinmesi de, bu sonucu değiştirmiyordu. Çünkü komünizm bir dünya sistemi haline gelmedikçe ya da emperyalist kapitalist sistem karşısında mutlak bir üstünlük elde etmedikçe, kapitalist ilişkilerin yeniden uç vermesi olanaksız değildi.
Öte yandan, üretim süreci içinde, proletaryanın işlevini ikincil düzeye indiren bir dönüşüm de söz konusu değildi. Bilimsel teknolojik devrimin açtığı ufuklara karşılık proletarya, çağdaş toplumun en önemli ve üretici temel gücü olmayı sürdürmekteydi. Yani ölçü ne olursa olsun, proletarya diktatörlüğü ve proletarya demokrasisi; çoğunluğun iktidarının, sosyalist iktidarın tek biçimi olmayı sürdürmekteydi, ona bu niteliği veren koşullar değişmemişti.
SBKP’nin bu olguyu yadsımasının nedenleri ise, kuşkusuz daha başkaydı. Onu, koşulları farklı değerlendirmeye ve farklı sonuçlar çıkarmaya iten ölçüler; Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ölçülerinden değişik olduğundan, çıkarılan sonuçlar da değişikti. Bütün halkın devleti ve bütün halkın partisi tezleriyle, ülkedeki güçlü devlet aygıtının sosyalizm ile çelişen karakterini açıklama yolu bulunmuştu.

Proletarya Diktatörlüğünün Anlamı
Bilindiği gibi, sosyalizm; üretimin toplumsallaşması sürecinin bir ürünüdür. Üretimin artan biçimde toplumsallaşmasıyla üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki, kapitalizmi tarih önünde geri kılar ve bu çelişkiye son verecek toplumsal örgütlenme olarak komünizm kaçınılmazlaşır.
Sosyalizm emek gücünü bir meta olmaktan çıkarır. Dolayısıyla emek gücü piyasası da ortadan kalkmakta; emek, üretimin toplumsallaşmasının bir sonucu olarak gündeme gelen toplumsal planlamanın gerektirdiği biçimde kullanılmaktadır. Bu işleyişe yol veren koruyucu güç ise, proletarya diktatörlüğüdür. Yani, proletarya diktatörlüğü, emeğin özgürleşmesinin politik biçimidir.
Bu noktada, sorunun can alıcı yanı açığa çıkar. Burjuva demokrasisi bir emek-gücü piyasasının üzerinde yükseldiğinden, ekonomi ile siyasetin yürütülüş biçimi arasında bir çelişki vardır. Temel üretici gücün, siyasal iktidar üzerinde yargı, yürütme ve yasama organlarında söz hakkı yoktur. Ancak, proletarya diktatörlüğü bu çelişkinin ortadan kalkması anlamına gelir. Çünkü, temel üretici güç, siyasal otoriteyi de elinde tutmaktadır.
Dolayısıyla proletarya demokrasisi, toplum ve devlet arasındaki uyumsuzluğun ortadan kalktığı, toplumsal bir örgütlenme olmaktadır. Proletarya demokrasisinin temel ölçütü budur. Bu temel, farklı koşullarda farklı biçimler alabilir, çelişik gibi görünen uygulamalara sahip olabilir.
Ama kapitalizmden komünizme geçiş sürecini emeğin özgürleşmesinin politik biçimi olmaktan, üretimi salt ekonomik bir kategori olmaktan, demokrasiyi de salt siyasal bir kategori olmaktan çıkaran toplumsal bir örgütlenme olmak biçimindeki temel nitelik, değişmez. Bu temel nitelik, değerlendirmelerimizin başlıca ölçüsü olmaktadır.
Proletarya demokrasisinin bu niteliği genellikle atlanmaktadır. Örneğin, Türkiye’de özellikle belli çevrelerde sürdürülen “sosyalist demokrasi” tartışmalarının başlıca özelliği budur. Proletarya demokrasisi, yanlış bir ad ve yanlış içerikle salt siyasal bir kategori olarak ele alınmakta, toplumsal örgütlenmenin temel biçimi olan niteliği gözardı edilmektedir.
Bu durumda, sosyalizm sürecinin ekonomi-siyaset ayrımını ortadan kaldırması ya da bunu bir norm, temel bir amaç olarak saptaması gerekir. Çağdaş sosyalist pratiğin başlıca eksikliklerinden birisi de budur. Planlama, hep ekonomik bir kategoriye indirgenmiş, siyasal boyutu görülememiş ve öte yandan proletarya demokrasisi ve parti demokrasisi, temelde siyasal bir kategori olarak ele alınmıştır.
Ekonomik ve siyasal planla bir bütünleşme, içiçe girme ve burjuva demokrasisinin temel çelişkisini aşabilme başarılamamış, dolayısıyla da proletarya demokrasisi, ancak kağıt üzerinde kalmış, toplumsal pratik içinde ise durum, proletarya için demokrasiye dönüşmüştür.

Proletarya demokrasisi, ancak üç olgunun varlığıyla anlam kazanır:
Birincisi, üretim sürecine demokratik bir karakter kazandırmaktır. Bunun yolu da, beş yıllık ekonomik gelişme planlarını, demokratik bir sürecin sonunda oluşturmaktan, bu plana toplumsal örgütlenmenin aracı olarak plan niteliğini kazandırmaktan geçer. Bunun biçimleri, sahip olunan koşullara göre değişir.
Üretimin toplumsallaşmasının ulaştığı düzey, üretici güçlerin gelişme düzeyleri, ülkenin içinde bulunduğu siyasal ortam vb, çok çeşitli faktörler bu biçimlerin oluşmasında etken olur. Ancak, bu güne kadar gündeme getirilen işçi öz yönetim ilkesi, bu niteliği oluşturmaktan uzak kalmıştır. Bürokratizmin aşılmasının başlıca yolu da, planlamaya bu demokratik karakterin kazandırılmasından geçer.
İkincisi, siyasal yönetim organlarının, parlamenter örgenliğe dönüşmesini engellemek gerekmektedir. Tersi durumda, siyasal yöneticilik oportünizmin etkisine girecek, politikanın yerini politikanlık, demokratizmin yerini pragmatizm alacaktır. Bunun çözümü de, yönetim organlarının hiyerarşik biçimde doğrudan halk tarafından denetlenmesinden başka bir şey değildir. Genel oy ilkesi, görevden alma hakkıyla tamamlanmadıkça, demokratik bir niteliğin göstergesi olamaz ve bu denetim olmadan politikanlığın ve pragmatizmin engellenmesinin hiç bir yolu yoktur.
Üçüncüsü, Parti içi demokrasi ilkesinin uygulanmasıdır. Lenin’in yaşadığı dönem, en zor koşullarda bile bunun olanaksız olmadığını kanıtlamaktadır. Çağdaş sosyalist pratik, çok partili bir uygulamayı yaşatamamıştır, ve bu doğaldır. Ancak, çok partililik, demokrasinin bir ölçüsü olamaz. Bu, demokrasi olgusuna burjuva ölçülerle bakmaktan başka bir anlam taşımaz.
Demokratik toplumsal planlama ve siyasal yönetim organlarının fiili denetim ilkeleriyle yanyana yaşayacak bir tek parti uygulaması, iddiaların tersine proletarya demokrasisini tamamlayıcı bir işlevi yerine getirir. Ama bu partide de kendi varlığını yadsıyacak biçimde anti-demokratik yanlar etkili olursa, hem bir parti bürokrasisi oluşacak ve hem de bu bürokrasinin siyasal yönetim organlarını ve planı denetlemeleri kaçınılmazlaşacaktı. Reel sosyalist ülkelerin birçoğunun durumu bu düzeyde kalmıştır.
Bu üç olgu gerçeklik kazanmadıkça, proletarya demokrasisi toplumsal bir örgütlenme olmaz, belli bir noktadan sonra anlamsızlaşan, içi boşaltılmış bir kavrama dönüşür. Kitlelerin bu düzeyde bir “demokrasi”ye sonsuza dek katlanmaları da beklenemez.
İktidarın, çoğunluğun iktidarı olduğu gerçeği, halkın yöneticiliğiyle pekişmediğinden, ekonomik güdüler artan biçimde öne çıktığından, belli bir aşamadan sonra sistem, kendisine yabancılaşmış kitle hareketi karşısında çözülür ve komünizme ulaşacağı öngörülen yıllar, kapitalizmin restorasyonunu içerir.
Saptadığımız özelliklerin açığa çıkardığı sonuç; proletarya demokrasisinin sağlıklılığının, üretimin toplumsallaşmasıyla yakın bağlantısıdır. Üretim süreci toplumsallaştığı oranda, hem planlamayı yadsımak zorunda kalır ve hem de emeği özgürleştirmek zorundadır. Bu sağlanmadıkça, proletarya demokrasisinin çeşitli sakıncaları içermesi de kaçınılmazlaşır.
Buradan, sosyalist ülkelerin başlangıçta, üretimin toplumsallaşmasındaki ve üretici güçlerin gelişmesindeki yetersizliklerin proletarya demokrasisi adına gündeme gelen çeşitli düzeylerden yanlışlıkları kaçınılmaz kıldığı sonucu çıkmaz. Hiç bir hata kaçınılmaz değildir. Ama eski reel sosyalist sistem ülkelerinin başlangıçtaki koşulları, en azından pek çok şeyi açıklayıcıdır. SSCB’de proletarya demokrasisi sorununun aldığı boyutlar da, bu çerçevede ele alınmalıdır. Yani yanlışlıkları savunmak gibi bir sorunumuz olmamalı. Ama bu yanlışlıkları gündeme getiren nedenleri de görmek zorundayız.
Son olarak vurgulanması gereken bir nokta da, proletarya demokrasisinin, genel olarak demokrasi kavramının en ileri biçimi olduğu gerçeğidir. Demokrasi, bu güne kadar kullanılan içeriği ile, devletle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla devletin ortadan kalkması süreci aynı zamanda demokrasinin de ortadan kalkması, kavram olarak çözülmesi anlamına gelir. Baskının olmadığı, sınıflar arası ayrımın ve bu ayrımların insanların yönetilmesinde tayin edici rol oynamasının söz konusu olamayacağı bir toplumsal yapılanmada, demokrasi kavramını gerekli kılan nedenler de ortadan kalkacaktır.
Engels ve Lenin, önemle belirtirler bunu. Engels’i “özgür halk devleti” kavramını eleştirmeye iten nedenlerden biri de buydu. Lenin’in değindiği gibi, her devlet, ezilen sınıfın bastırılması için özel bir güçtür. Dolayısıyla hiçbir devlet ne özgürdür ne de halkın devleti olabilir.
Ancak SBKP, daha emek ile sermaye arasındaki çelişme ortadan kalkmadan, burjuvazinin yeniden etkinlik kurmasının koşulları sürerken, sınıflar arası ayrımın ortadan kalktığını varsayarak, bütün halkın devleti önermesine ulaştı ve onu Doğu Avrupa ülkeleri izledi. Bugün bu ‘halk devletlerinin’, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığını iddia eden devletlerin durumu, yeterince açık olarak ortaya çıkmış durumdadır.
Bir ülkede, sosyalist devrimin ardından, sosyalizmin ihtiyaç duyduğu maddi temelin oluşmasına koşut olarak, proletarya demokrasisi de “zor” unsurunun kullanımına daha az ihtiyaç duyar. Çünkü karşı devrimci güçler ezilmiş ve siyasal iktidar, kendine maddi temel de yaratmıştır. Eğer üretici güçler geri bir düzeydeyse, bu maddi temelin yaratılması da çok zor ve sancılı olmakta ve sosyalizm dışı olay ve kurumları içermek gibi bir eğilim öne çıkmaktadır. Eski reel Sosyalist ülkelerin aşağı yukarı tamamı, bu eğilimin canlı örnekleridir.
Bu eğilimlerin kurumsallaşmalarıyla birlikte, ekonomizmin gelişmesinin koşulları oluşur ve sosyalizmin maddi varlığı ile bu sosyalizm dışı eğilim ve kurumlar arasında bir çelişki doğar ve gelişerek sistemin sağlıklı işleyişinin önündeki başlıca engele dönüşür, bir deformasyonu başlatır. Bürokrasi, bunun en önemli örneğidir.
Ancak bürokrasinin yönetimi, hiçbir zaman diktatörlüğe dönüşemez. Çünkü bürokrasi, sosyalizm dışı bir olgu olmakla birlikte, aynı zamanda kendi varlık temelini de sistemi yaşatmakta bulmuştur.
Örneğin SSCB’de devrim sonrası süreç, bürokrasiyi güçlendirmiş ve etkili kılmış ama ona koşut oluşan sosyalizmin maddi temeli, durumun daha ileri bir noktaya ulaşmasını engellemiş, sistem kendisini savunmuştur. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti sürdükçe, bürokrasinin bir sınıfa dönüşmesi ve bir diktatörlük durumuna gelmesi olanaksızlaşır.
Belli bir noktadan sonra bu çelişki -üretici güçlerin gelişmesi duracağından- derinleşmekte ve bürokrasinin tasfiyesi talebini gündeme getirmektedir. Yıllarca bürokrasinin ayrıcalıklarından yola çıkarak Nomenklatura denen yeni bir sınıfın varlığını tesbit edenlerin anlayamadıkları nokta budur.
Bürokrasi, ayrıcalıklı olmakla birlikte, toplumsal mülkiyet ve toplumsal planlamaya rağmen sınıf olmayı başaramaz, çünkü denetlediği sermayeyi kendi tasarrufunda yeniden üretmesinin koşulları yoktur. Bu olmadıkça, bir bürokrasi diktatörlüğü (bürokratik kollektivizm) ya da revizyonist diktatörlük veya tekelci devlet kapitalizmi olanaksız olmakta, diktatörlük kendisini besleyecek zemini oluşturamamaktadır.
Öte yandan bu ülkelerde yıllar süren deformasyon, yaygın bir yabancılaşmayı getirmiş, kitleleri kendi değerlerine ve sistemine yabancılaştırmış, sosyalizm dışı kurumlara duyulan tepki, birçok yerde sisteme duyulan tepkiye dönüşmüştür. Dolayısıyla geriye dönüş, yani artı değer sömürüsüne ve sermayenin piyasada yeniden üretimine dayanan ilişkilerin gelişmesi söz konusu olabilmiştir. Fakat sosyalistlerin bu günden görebildikleri yeni bir gerçeklik vardır ki; geriye dönüşü yaşayan kuşaklar, yeniden geriye dönüşün en önemli unsurları olacaklardır.
Çünkü yanılsamayla gerçek arasındaki, sosyalizmle kapitalizm arasındaki, insanlığın kendi yolundaki savaşımıyla barbarlığın insanlıkla savaşımı arasındaki farklılıkları, çok somut olarak kendi yaşam süreçleri içinde görmüş, kafalarını Berlin’in bir tek duvarına değil, bütün duvarlara çarpmışlardır…

Sosyalist Ekonomik İşleyiş
Tek ülkede sosyalizm süreci, aynı zamanda, sosyalist ekonominin anlamı sorusunun karşılığını da en temeide vermiştir. SSCB’de 1930’lu yıllar boyunca oluşturulan ekonomik yapı, uzun süre sosyalist ekonominin prototipi olarak kabul edilmiştir. Daha sonraları sözkonusu model, „Stalinizm“ olarak adlandırılmaya başlandı ve bunun sosyalist ekonomik işleyişin tek anlamı olamayacağı, giderek ağırlık kazanan bir görüş oldu.
Sosyalist ekonomiye yüklenen yeni anlamlarla birlikte. geçmişte sosyalist ülkelerin tamamında çeşitli modellere dayanan farklılıklar olmasına rağmen, hepsinin temelde doğru kabul ettiği ve oluşturmaya: bu alt yapı modeli, daha sonra birçok ülkede yadsınmaya başlanmış, bu durum reel sosyalist ülkelerin son süreçlerinin önde gelen özelliği olmuştur Yugoslavya’da başlayan bu süreç, giderek diğer ülkelere, Macaristan’a, Polonya’ya, Çin’e ve nihayet geriye dönerek SSCB’ye uzanmıştır.
Sözkonusu dönüşümü genel çizgileri ile değerlendirmeden önce, sosyalist ekonominin bugüne kadar taşıdığı anlamı çözümlemek gerekiyor.

Toplumsal Mülkiyet
Sosyalizm kavramının en önemli özelliklerinin başında, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti gelmektedir. Bu durum, sınıflar arası ayrımın ortadan kalkmasının bir ön koşulu olarak kabul edilmiştir.
Özel mülkiyeti, eşitsizliğin kaynağı olarak görmek, çok eskilere; Platonlara, Diodoruslara kadar dayanır. Ütopik sosyalist edebiyatın başlıca özelliği, çizilen toplum modellerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Binlerce yıl boyunca, ezilenlerin isyanlarında göze çarpan ilk özellik, mülk kavramına karşı nitelikleridir. Bilimsel sosyalizm de bu gerçeği kabul ederek, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini, komünist toplumun özelliklerinden biri ve birincisi olarak koymuştur. Marks, Engels, Lenin ve uygulayıcı olarak Stalin’in sosyalizm anlayışlarının en temelinde yer alan olgulardan biri de, budur.
Ne var ki, toplumsal pratik içinde, komünizme geçiş süreci boyunca, yekpare bir toplumsal mülkiyetin söz konusu olmayacağı da genelde kabul görmüştür. Bunun ilk örneği olarak Engels, sınıfsız topluma geçiş sürecinde köylülüğün heterojen ve tutucu karakterinin bir sonucu olarak, bir anda ücretli işçi durumuna getirilmelerinin sakıncalarından söz etmişti.
Engels’e göre; tarımda küçük mülkiyet, toplumsallaşmış ekonomi için önemli bir sorun sayılmazdı. Çünkü onun için sosyalizm, üretici güçlerin en çok geliştiği, üretimin en çok toplumsallaştığı ülkelere özgü bir modeldi. Bu tip ülkelerde sanayi sektörü ile kırlar arasında, emek üretkenliği ve meta arzı bağlamında, her zaman büyük bir fark olacaktı. Dolayısıyla, kır ile kent arasındaki mücadelenin, ilkel bir özel sermaye birikimine dönüşme olasılığı yoktu.
Ancak tarihsel gelişmenin, sosyalizmi, üretici güçleri görece geri ülkelerin gündemine getirmesi, soruna daha karmaşık bir karakter kazandırdı. Küçük mülkiyet, bu ülkelerde sosyalizmin sağlıklı bir temelde inşa edilmesinin önünde ciddi bir engel durumundaydı. Hem çok yaygındı ve hem de sanayi sektörü, üretkenlik, üretim hacmi bağlamında, Engels’in düşündüğü şekilde, küçük üretimi etkisiz kılacak bir durumda değildi. Dolayısıyla tasfiye edilmesi, sahip olduğu ekonomik potansiyelin, sosyalist sanayileşme yolunda kullanılması gerekiyordu ve bunun sağlanması zorlu bir süreci içerdi. Bir kısım ülkede ise, ya tasfiye edilemedi, ya da tarımda verimliliği sağlamanın başlıca yolu olarak seçildi ve özendirildi.
SSCB’de kırlarda özel mülkiyetin tasfiyesi süreci, kolhoz tipi kooperatifleri yaygınlaştırmıştı. Bunun sonucu olarak, SSCB’nde sosyalist mülkiyetin iki biçiminin ortaya çıktığı düşünüldü; devlet mülkiyeti ve kooperatif mülkiyet. Ama her iki mülkiyet biçimi de, bir meta piyasasının değil, planlı ekonominin unsurları olduklarından, söz konusu farklılık, sosyalizmin üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanması ilkesinin zedelendiği anlamına gelmiyordu.
Gerçekte kolhozlar, devletten bağımsız, devletle bu temelde ticari ilişkiler içinde olan kurumlar olmadıklarından, planlı ekonomik işleyişi aksatmak gibi, örneğin, bir meta piyasasının oluşmasına neden olmak gibi bir özellikleri yoktu. Dolayısıyla kolhoz mülkiyeti ile devlet mülkiyeti arasındaki fark da, yapay olmaktaydı.

Toplumsal Planlama
Sosyalist bir alt yapının temel özelliklerinden birisi de, toplumsal planlamaya dayanmasıdır.
Marks, Engels ve Lenin’in de ifade ettikleri bir gerçek olarak, planı zorunlu kılan neden, üretimin toplumsallaşması ve genişlemesidir. Bu nitelik, özel mülkiyetle ve artı-değer yasasıyla çelişir. Kapitalizmi tarihsel açıdan geri yapan neden, en temelde budur.
Üretimin toplumsallaşması ve büyümesi, üretici güçlerin büyük ölçekli gelişmesi anlamına gelir. Gelişen güçler, özel mülkiyet ve artı değer sömürüsü ve sermayenin yeniden üretimine dayanan ilişkilerle zaptedilemez bir noktaya gelmiş ve sosyalizm bu çatışmanın sonucu olarak doğmuştur. Üretici güçlerin gelişmesine uygun düşen olgu ise, plandır. Ancak bu niteliğe uygun bir ekonomi, gelişmeyi sürdürebilecek ve toplumsal ilerlemeye yön verecektir.
Planın gerekliliği kabul edilmekle birlikte, uygulanış biçimi çeşitli tartışmaların konusunu oluşturur. Bu tartışmalara yaklaşım, aynı zamanda sosyalizm anlayışını da en temelde belirleyici bir öneme sahiptir.
SSCB’de sosyalizmin inşası sürecinde gündeme getirilen planlı ekonominin ana özelliği; sıkı (bazılarına göre aşırı) merkezi yapısıdır. 5 Yıllık süreleri kapsayan plan, yalnızca ekonomik gelişmenin genel çizgilerinin belirlenmesi değil, aynı zamanda üretim süreci içinde çeşitli sektörlerin ve birimlerin sıkı bir denetimi anlamına gelmektedir. Bu sıkı denetimi, sadece üretim araçlarının üretimi değil, tüketim maddelerinin üretimi sürecinin ve bölüşüm ilişkilerinin de sıkı bir denetimi olarak kavramak gerekir.
Böylelikle plan, ekonomik bir kategori olmaktan çıkarak, siyasal ve toplumsal süreçleri ‚de birinci dereceden etkileyen bir nitelik kazanır. Tüketici eğilimleri plan ölçüsünde saptanmakta, üretim araçları üretiminin gelişmesini yavaşlatıcı taleplerin oluşma-,sını engellemek mümkün olmaktadır.
Sosyalist ülkelerin, özellikle sosyalist inşa sürecinin ilk Dönemlerindeki gelişme hızlarını yitirmelerinin genellikle doğrudan va da dolaylı olarak planlamanın „aşırı“ olarak tanımlanan merkeziyetçiliğine bağlanması, yaygın bir eleştiri biçimidir. Buradan ha reketle, tartışma ve uygula maların ortaya koyduğu bir gerçek olarak, ademi mer keziyetçilik esasına dayalı planlamanın da sosyalist ilişkilere ters düşmeyeceği sonucuna varılmaktadır.
Burada kastedilen merkeziyetçiliğin ne anlama geldiğini de kısaca özetleyelim: Karar almanın merkezileşmesi; iktisadi ilişkilerin hiyerarşik olması, işletmelerin işleyişiyle ilgili kararların merkezi olarak verilmesi, bütün üretim ve dağıtım sisteminin yukardan verilen emirlerle işletilmesi, kararların, ürünlerin üretilmesi ve kullanılmasında fiziksel denge (maddi bilançolar sağlamak üzere alınması) ve iktisadi hesaplamanın fiziksel birimler temel alınarak yapılması.
Öte yandan üretim hedeflerinin fiziksel büyüklükler olarak saptanması, bu hedeflere ulaşmak için kullanılacak girdilerin üretimin teknik kat sayısına, yani kullanılması kararlaştırılmış üretim tekniklerinin gerektirdiği kat sayılara göre fiziksel büyüklükler olarak planlanması, fiyatların maliyetlere yansıtma amacını değil, hesaplama birimi olmak özelliğini taşıması ve idari olarak saptanması, bu nedenle de fiyatların ve maliyetlerin kav nakları ve gelirleri dağıtmak üzere rehber olmak işlevi taşımaması, kaynak dağılımının merkezi kararlar tarafından belirlenmesi… (T. Arın, Perestroika)
SSCB’de toplumsal planlama hiyerarşisi, başlıca üç bölümden oluşur. Bunlardan Gosplan (planlama örgütü) 5 yıllık planların hazırlanmasıyla sorumludur. Ekonominin yönelimini, hedef ve amaçlarını; Gosplan belirler. Bu planların kapsamlı niteliği, Gosplan’ı da genişletmekte, büyük bir örgüte dönüştürmektedir.
Gosplan’ı bakanlıklar izler Bakanlıklar sa vıca ve işlev olarak, kapitalist ülkelerden fark lıdır. Bakanlar Kurulu’nun görevi, en temelde Gosplan’ın öngördüklerini hayata geçirmek olmaktadır. Çok sayıda bakanlık ve onlara hayli koca bir bürokrasi ağı. planı tek tek sektörlere ve giderek işletmelere indirgemek ve bu süreci denetlemekle sorumludur.
Hiyerarşinin en alt basamağında ise işletme yöneticileri ver alır. Bütün pla
nın kaderi işletmelerin başarısıyla, uyumlu faaliyetiy le bağlantılıdır. dolayısıyla işletme yöneticiliği de çoğu kez geniş bir kategoriye dö-nüşmekte. plan ile onu bayata geçiren üretici arasın daki halkalar giderek genişlemektedir
Bürokrasinin bu düzey de genişlediği koşullarda da, bir hantallığın etkinlik kurması için gerekli koşullar var demektir Çünkü söz konusu olan, yalnızca bürokratik işleyişin üretim sürecini yavaşlatması değil, asıl olarak bürokrasinin zamanla kendisi için eği limler kazanması ve üretim sureci içindeki yerini konuna çabasıdır, sorun da buradan kay naklanır, bir ihtiyaç olarak doğan bürokrasi, üretici güçlerin evrildiği oranda ihtiyaç olmak tan çıkacak, kapsamı ve etki alanı daralacaktır Doğru ve- doğal olan budur.
Ama bürokrasinin süreç içinde üretim süre cini doğnıdan denetlemek gibi bir etkinliğe sahip olması, yerini sağlamlaştırmasına neden olur. Bu noktada bürokrasinin tutuculaşması ve giderek üretici güçlerin gelişmesinin bir engeli haline dönüşmesi kaçınılmazlaşır.
Sorunun tek çözümü, bürokrasinin sıkı bir denetimidir. Bu da ancak proletarya demokrasisinin sağlıklı işleyişiyle bağlantılıdır. Bu sağlıklılık sözkonusu olmadığından, üretim sürecinin ihtiyaç duyduğu bir olgu olarak uzmanlardan oluşan üretim hiyerarşisinin, genişleyerek bürokrasiye dönüşmesi, bu bürokrasinin de zamanla ihtiyaç olmaktan çıkmasına rağmen daralmak ve etki alanını sınırlamak yerine; genişleme eğilimine sahip olması, böylelikle üretici güçlerin gelişmesinin yavaşlaması ve giderek düşme noktasına gelmesi, çağdaş sosyalist pratiğin ortak bir özelliğidir ve sistem içi eleştirilerin çıkış noktası, her zaman bürokrasinin bu niteliği olmaktadır.