Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada çok önemli gelişmeler yaşanıyor.
Özgürlük ve demokrasi getireceği vaadedilen Ilımlı İslam, Türkiye’de dinci bir tek adam rejimiyle; Ortadoğu’da ise aşırı bir dinsel, mezhepsel, etnik vb. gerilimlerle sonuçlandı. ABD ve AB’nin göz bebeği AKP iktidarı şimdi onlarla kavgalı duruma düştü. Bu süreçte Kürt hareketi bölgede politik bir aktör olarak daha çok önem kazanırken Türkiye işçi sınıfı ve emekçi hareketi ise alabildiğine geriledi. Kolektif emeğin ürünü bilimsel ve teknolojik gelişmeler tekelci özel mülkiyet sistemi yüzünden ezilenlerin köleleştirilmesine varacak riskler taşıyor. Emperyalist güçler arasındaki mücadele şiddetlenirken bütün dünyanın kaynadığını görüyoruz.
Türkiye solunun ülkemizi, bölgeyi ve dünyayı etkileyecek büyük bir potansiyel güç olduğuna inanıyoruz. Sol hareketlerin gidişe nasıl baktığını ve ortak hareket olanaklarını görüşmek amacıyla bir söyleşi başlatmaya karar verdik.
Bu amaçla hazırladığımız sorulara cevap veren Sosyalist Barikat Dergisi’nin cevaplarını, aşağıda sizlerle paylaşıyoruz:
1- Türkiye nereye gidiyor?
Türkiye nereye gidiyor sorusu birbiriyle sıkı ilişki içinde olan iki bağlamın kesişim noktasında yanıtlanabilir. Dünya nereye gidiyor?, dünya ölçeğinde egemen hale gelmiş olan emperyalist kapitalist sistem kendi içinde ne tür değişimler ve çatışmalar yaşamaktadır?, dünya emperyalist kapitalist sistemindeki hegemonya savaşının dinamikleri ve başlıca aktörlerin gelecek perspektifleri ve pratikleri hangi doğrultudadır?, ve Türkiye kapitalist sistemi bütün bu süreçler içinde nereye oturmaktadır? sorularına verilecek yanıtlar birinci bağlamı oluşturuyor. İkincisi bağlam ise Türkiye’deki kapitalist sistemin kendine özgü nitelikleri; siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, askeri dinamikleri, sistem içi aktörlerin kendi iç çatışmalarının doğrultusu, işçi sınıfı ve sistem arasındaki çatışmanın doğrultusu, çeşitli toplumsal çelişki alanlarındaki çatışmalı süreçlerin doğrultusu vb. noktalara ilişkin çözümlemelerle oluşmaktadır. Kısacası, Türkiye’nin nereye gittiğine ilişkin sağlam yanıtlar oluşturmak çok yönlü ve bütünlüklü bir analizleri gerektiriyor.
Bu sorulara yanıtlar oluşturacak geniş analizlere burada girmek mümkün değil. Fakat burada kimi başlıkları ortaya koyarak kısa bir tablo oluşturabiliriz.
İlk olarak ifade edilmesi gereken nokta, bugünkü dünya emperyalist kapitalist sisteminin zeminin 1990’da reel sosyalizmin çökerek, kapitalist sistemin dünya ölçeğinde egemen hale gelmesi ile oluştuğudur. Bu durum sadece reel sosyalizmin çöküşüyle sosyalist hareketin dünya ölçeğinde derin ve olağanüstü büyük bir gerileme yaşamasına neden olmadı. Aynı zamanda dünya tarihinde belki de ilk kez kapitalizm (bir iki istisna hariç), hem coğrafi olarak, hem de kapitalist üretim ve toplumsal ilişkilerinin tüm dünya ölçeğinde derinliğine ve genişliğine egemen hale gelmesine neden oldu. Kapitalist dünyanın hegemonu ABD emperyalizmi bir anda, tüm dünyanın hegemonu haline geldi. İlk anda buna herhangi bir itirazın gelmesi de mümkün değildi. Fakat başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalistler bu durumun, kapitalist dünya sistemi için dikensiz bir gül bahçesi oluştuğu anlamına gelmediğini biliyorlardı. Başta Çin, Rusya ve hatta hızla gelişmekte olan Hindistan ve o güne değin nispeten uysal bir ittifak olan Avrupa emperyalistlerinin dünya pazarlarının paylaşım ve giderek hegemonyanın paylaşımı için büyük mücadelelere gireceği açıktı. ABD emperyalizmi kapitalist dünyada her alandaki liderliğinin ve dünya ölçeğinde politika üretme ve uygulama kapasitesinin olanaklarından yararlanarak hegemonyasını sürdürmek ve rakiplerinin güçlenmesine set çekebilmek için 1990’larda oluşan yeni dünya koşullarına uygun hegemonya stratejilerini hızla geliştirdi. Zaten kendi denetiminde yürüyen dünya ölçeğindeki politikalar olan ekonomide neo-liberalizm, siyasette faşizmin ikiz kardeşi yeni sağcılık, kültürel alanda kamusalın yok edilmesi ve post-modernizm vb.’nin yanı sıra, medeniyetler çatışması olarak kodlanan dünya ölçeğinde bir hegemonya ve çatışma stratejisi geliştirdi. Tüm dünyayı çeşitli medeniyetler başlıkları altında parçalara ayırıp, batı dışındaki tüm dünyayı rakip ve çatışma alanı gören bu strateji, bugün dünyadaki tüm çelişki ve çatışmaların arka planında işleyen temel stratejik fikirlerin başlıcasını oluşturuyor. Bu büyük hegemonya stratejisinin ilk büyük uygulama halkası Ortadoğu coğrafyası (“İslam Uygarlığı”) oldu.
Medeniyetler çatışması stratejisinde İslam uygarlığı olarak tanımlanan toplumlara ve coğrafyaya müdahale de kullanılan temel argüman ılımlı İslam/radikal İslam söylemi olmuştur. Bunun bir stratejiye dönüşmüş hali ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak tanımlandı. Tarihsel, dinsel ve kültürel referansları (İslam, uygarlık vb.), tüm sınıf çatışmalarını ve emperyalist paylaşım mücadelelerini örten bir şal olarak kullanan bu stratejinin ilk sahnesi Afganistan’ında “radikal İslam”a karşı işgal savaşı oldu. İkinci sahne ise “ılımlı İslam”ın AKP ve kontrgerillanın bir bölümü eliyle sahneye konulduğu Türkiye oldu.
Ilımlı İslam politikası ve BOP stratejisi esas olarak giderek daha büyük paylaşım mücadelelerine gebe olacak dünyada, bölgemiz Ortadoğu’nun batı kapitalizmi lehine, özelde ABD hegemonyasına hizmet edecek tarzda yeniden inşasını/dizaynını hedeflemekteydi. Bunun odak noktasında bölge devletlerinin ve kapitalizmlerinin dinci ve batıcı bir fikir bulamacı ekseninde yeniden örgütlenmesi/kurulması vardı. Bu fikir bulamacı ekseninde bölge toplumlarının ekonomilerinin neo-liberalizme tam teslimiyeti, düşünce ve kültürel dünyalarının dinci, mezhepçi ve batıcı düşünce bulamacı temelinde post-modern tarzda yeniden biçimlendirilmesi, siyasetin, askeri alanın ve bir bütün olarak devletlerin ve toplumların bu eksende yeniden inşası söz konusuydu. Şeytanlaştırılmış “radikal İslam” ise hem bölge halklarının, hem de bütün dünyanın “İslamcı teröre” karşı ABD emperyalizmi ve batının arkasında saflaştırılması için kullanılacaktı.
Ilımlı İslamın baş aktörü olan AKP, tam bir proje partisi olarak sistem siyasetçilerinin ve devlet aktörlerinin, başta Fetullahçılar olmak üzere tüm dinci kurumlaşmaların bir koalisyonu olarak örgütlendi. İktidara getirilen AKP, batılı emperyalistlerden aldığı tam destekle 2010’a kadar, başta devlet olmak üzere, tüm toplumsal yaşamda egemenliğinin kurması için gerekli olan tüm temel adımları, deyim yerindeyse alan temizliğini önemli ölçüde gerçekleştirdi. Çürümüş ve artık işlemez ve işe yaramaz hale gelmiş olan eski devlet aygıtı ve ona egemen olan siyasal aktörler ve kontrgerilla ekipleri birkaç hamlede tasfiye edildi.
AKP koalisyonu devlete egemen olduğu noktada üç hayati kırılma ile karşı karşıya kaldı. Birincisi, kendi iç çelişkileridir. Başta Fetullahçılar olmak üzere, çeşitli kesimlerin iktidardan daha büyük pay kapmak için adım adım açık çatışmaya yönelmesiydi. İkincisi, Arap baharı olarak kodlanan halk isyanlarının bölgede yarattığı derin sarsıntıydı. Üçüncü büyük çatışma/kırılma zemini ve meydan okuma 2013’de Büyük Haziran Direnişiyle oluştu.
Bu üç büyük çelişki ve çatışma zemini süreç içinde hem AKP ve Türkiye, hem de bölge açısından büyük değişimlerin kapısını araladı.
Her şeyden önce, “Ilımlı İslam” politikası ve onun üzerinden yükselen BOP, Arap baharıyla birlikte çöktü. “Ilımlı İslam” politikasının üzerinden yükselebileceği sağlam bir siyasal zeminin olmadığı görüldü. Bölgenin sadece siyasal İslamcılığın radikal/ılımlı vb. versiyonlarıyla tanımlanamayacağı, bunlarla denetim altına alınmayacağı anlaşıldı. Bölgenin demokratik, ulusal demokratik vb. farklı ve güçlü toplumsal/siyasal dinamiklere sahip olduğu açığa çıktı. Bölgedeki diktatörlüklerin ve faşist devlet yapılarının bir kısmı tümüyle çöküp, bir kısım ülkeler (Libya, Yemen, Irak, Suriye) işgal ve iç savaş zeminine yuvarlanırken, Türkiye, Kürdistan, İran, Mısır, Tunus, Yemen gibi oldukça önemli ülkelerde güçlü bir demokratik direniş dinamiğinin, hareketlerinin olduğu ortaya çıktı. “Ilımlı İslam”ın aktörlerinin ise hem emperyalistler tarafından denetiminin güçlükleri, hem de iktidar oldukları yerlerde (Mısır, Türkiye, Tunus) toplumsal muhalefeti bastırma kapasitelerinin hiç de beklendiği ölçüde olmadığı görüldü. Tam da bu nokta da, BOP yerine, bölgede yaşanan kaos ve yıkım ortamını kriz yönetimi politikalarıyla yönetme ve orta ve uzun vadede en büyük kazanımla çıkma, emperyalistlerin yeni yaklaşımı haline geldi. Mısır ve Tunus da “ılımlı İslam” partileri çok kısa iktidar süreçlerinin ardından halk isyanlarının büyümesi ve emperyalistlerin desteklerini çekmesiyle çöktüler.
AKP ise 2013’lere gelinceye değin, emperyalistlerin desteğiyle devlet ve toplumsal yaşamda güçlü zeminler oluşturması nedeniyle gücünün doruğuna ulaştı. Fakat tam bu noktada, gücün paylaşımı nedeniyle kendi içinde parçalanmaya başladı. Elbette en büyük parçalanma AKP koalisyonunun Milli görüşçülerden sonra ikinci en büyük ortağı olan Fetöcülerin 2013’den itibaren küçük adımlarla başlattıkları iç çatışmaydı. Bu çatışma bilindiği gibi, Fetöcülerin kanlı 2016 darbe girişimine değin uzandı. Cumhuriyet tarihinde egemen sınıfların içindeki en kanlı iç çatışma olarak kayıtlara geçen bu darbe aslında AKP ile somutlaştırılmaya çalışılan “Ilımlı İslam” politikasının resmi sonu olarak da görülebilir. Siyasal İslamcılar bırakalım birlikte ortak bir devlet inşasını sonuca ulaştırmayı, birbirleriyle kanlı ve büyük bir çatışmaya girmişlerdi. Ancak sadece bu değil, Türkiye oligarşisi de devlet eliyle yaratılan rantın küçümsenemeyecek bir bölümünün AKP yöneticileri tarafından yolsuzluk yoluyla gasp edilmesi ve AKP’nin toplumsal desteğinin sağlanmasında önemli bir rol oynayan dinci sermayeye aktarılmasından ötürü AKP ile sorunluydu. AKP’nin kendi içinde çözülmesi, emperyalistlerle başta Ortadoğu olmak üzere pek çok alanda çatışmalı hale gelmesi ve ekonomik ve toplumsal kriz emarelerinin büyümesiyle birlikte, Türkiye oligarşisi 2014’den itibaren AKP’den desteğini adım adım çekti. Gelinen nokta da, AKP ile oligarşi arasındaki ilişki bir tür katlanma ilişkisine dönüşmüş durumda.
AKP’nin çöküş sürecinde bir diğer belirleyici faktör, kendisini var eden emperyalistlerle çatışmalı hale gelmesidir. Arap baharının başlamasıyla birlikte, emperyalistler zaten “Ilımlı İslam”ın Ortadoğu’da toplumsal denetimi sağlamada bekledikleri ölçüde etkili olmayacağını görmüşlerdi. En az siyasal İslamcılar kadar büyük ve homojen olmayan fakat etkili demokratik muhalefet de söz konusuydu ve bu muhalefet on milyonlarca insanı sokağa dökmüştü. Bu dinamik görmezden gelinemez ve sadece “ılımlı İslam” atına oynanamazdı. İkincisi, AKP ve Mısırdaki Müslüman Kardeşler hareketi Arap baharıyla birlikte oluşan kaotik zeminde hassas ayarlar üzerinden yürüyen emperyalist politikalara genel olarak uymakla birlikte, bir yandan da bu politikaları aşındıran kendilerine güç devşiren bir bölgesel güç olmaya heveslendiler. Bu hevesler özellikle Suriye, Mısır, Tunus ve Libya’da belirgin biçimde ortaya çıktı. Giderek Katar, Suudi Arabistan, BAE ve İran politikalarını da içererek genişledi. Bu durum, mültecileri AB’ye karşı şantaj aracı olarak kullanma politikasıyla kısmen bir meydan okumaya dönüştü. Daha da önemlisi Rus emperyalizmini, ABD ve AB emperyalistlerine karşı, başına buyruk politikalar izlemede bir dengeleme aracı olarak kullanma politikalarıyla iyice şirazesinden çıktı. Bu gelişmelerin toplamı AKP’nin artık batılı emperyalistler açısından bölge politikaları bağlamında da uygun bir araç olmaktan çıktığı anlamına geliyordu. Ve durum batı emperyalizmi nezdinde AKP’yi katlanılan ve uygun bir zaman ve zeminde kurtulunması gereken bir aktöre dönüştürdü. Rusya (buna kısmen Çin’i de ekleyebiliriz) açısından ise AKP, batı emperyalist ittifakı içinde ömrünün ne olacağı belli olmayan adeta bir “deli dana”dır. Yararlanabildiği kadar yararlanacaktır, ama üzerine asla uzun vadeli hesaplar kurulmayacağını bilmektedir, dostu değildir.
AKP’nin çöküş sürecinin en belirleyici unsurlardan biri ise Gezi/Büyük Haziran İsyanı ile birlikte ortaya çıkan büyük halk muhalefeti dinamiğidir. Daha BOP süreci başlamadan Kürt ulusal demokratik hareketi liderini tutsak alarak etkisizleştirme hamlesine girişen, ardından 19 Aralık 2000’deki hapishane operasyonuyla Türkiye devrimci hareketine ağır bir darbe vurarak geleneksel mevcut toplumsal muhalefeti önemli ölçüde gerileten Türkiye oligarşisi soldan gelebilecek karşı dalgayı önemli ölçüde gemlemiş oldu. Düzen “sol”u olan DSP çökmüş, CHP ise Baykal eliyle zaten BOP sürecine eklemlenmişti. AKP, Ordu içindeki ve toplumsal alandaki kontrgerilla güçleri ve uzantılarına yönelik Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarına giriştiğinde ve bunu kontrgerillayla doğrudan alakası olmayan kesimlere doğru yaydığında gelişen Cumhuriyet Mitingleri ise esas olarak CHP’nin milliyetçi, kontrgerillayı sahiplenici gerici söylemlerinin eşliğinde bir süre sonra sönümlendi. Kürt hareketinin 2004’de gerilla savaşını başlatarak adım adım yaymasına ve toplumsal alanda gelişmesine AKP’nin ilk anda yanıtı göstermelik bir “Kürt açılımı” oldu. Devlet içinde gücünü sağlamlaştırdığında ise tepkisi 2009’lardan itibaren gelişen KCK operasyonları ve Güney Kürdistan’a değin yayılan büyük askeri operasyonlar oldu. Kürt hareketini sınırlamada kısmi bir başarı kazandı. Türkiye Devrimci ve Sol hareketi ise bütün bu süreçler boyunca toplumsal yaşamın merkezine yerleşen herhangi bir hamle geliştiremedi. İşte Büyük Haziran İsyanı tam da bu noktada, bütün toplumsal çelişki ve çatışmaların kesiştiği, bütün demokratik ve insanca yaşam taleplerinin birleştiği Türkiye tarihinin gördüğü en büyük ve kapsamlı halk isyanı oldu. Geleneksel devrimci ve sol hareketlerin ufkunu, tarzını, gücünü, örgütlenme ve kitlesel mücadele biçimlerini nitelik ve nicelik olarak aşan, AKP’yi ve tüm düzen güçlerini ve aynı zamanda solu da şok eden bir isyandı Büyük Haziran İsyanı… Özgürlük, insanca yaşam, adalet, dayanışma, kenti ve doğayı koruma, vb. bütün talepler Gezi İsyanının potasında birleşti. Kimlik siyasetleri, sınıf politikası, laiklik, bağımsızlıkçılık, vb. her türlü muhalif politika Gezi isyanında özgürlük ve insanca yaşam talepleri olarak içerildi, yeniden potaya sokuldu. Tüm muhalefet de bu potada birleşti. Bu durum başta AKP olmak üzere tüm düzen siyaseti açısından yeni ve şok edici bir durumdu. (Ve tabii ki, devrimci ve sol güçler açısından da…) Ve dolayısıyla, şu veya bu örgütle tanımlanamayan, Geziciler, çapulcular vb. biçimlerde kodlanan bir kitle, bir hareket, bir tarz ortaya çıktı. CHP’nin, Kürt hareketinin ve devrimci güçlerin önemli ölçüde yada kısmen etkisizleştirildiği koşullarda böylesi büyüklükte ve hiç beklenmeyen bir isyanın patlaması, AKP’nin devletleşme politikasının karşısında büyük bir mücadele gücünün olduğunu gösterdi. Aynı zamanda bu büyük meydan okuma AKP’nin toplumsal muhalefeti bastırmada sınırlarını da gösterdi. Kürt halkının 6-8 Ekim 2014 isyanı da benzer biçimde Kürt kentlerinde ve metropollerin Kürt mahallelerinde biriken büyük bir isyan dalgasının mevcudiyetini gösterdi. Gezi ve 6-8 Ekim isyanlarının dinamikleri hiç sönümlenmedi. Bu dinamikler, 7 Haziran 2015 seçimlerinde, Adalet yürüyüşlerinde ve pek çok biçim ve zamanda, son olarak İstanbul seçimlerinde kendini ortaya koydu. AKP’nin yüreğine çöküş korkusunu ilk Gezi direnişi/isyanı saldı.
Aktüel olarak AKP, artık eğik düzlemde hızla aşağıya doğru yuvarlanan, başlangıçtaki dinamiklerini büyük ölçüde kaybetmiş, toplumsal desteğini yitiren bir parti konumundadır. Fakat o sıradan bir parti değildir. 1900’lerin başındaki İttihat ve Terakki partisi gibi, 1923’deki CHP gibi, 1950’deki DP gibi devlet kurmaya/yeniden organize etmeye girişmiş bir partidir. Bu türden kendine kurucu misyonlar yüklemiş/yüklenmiş partiler iktidarı bırakmazlar, sonuna değin gitmek zorundadırlar. Çünkü devlet kurma/yeniden organize etme işi devlet olma işidir ve büyük suçlarla birlikte gerçekleşir. Rantı da, suçları da büyüktür.
AKP, hem iç politikada, hem dış politikada tükenişe doğru koşar adım gitmektedir. Ekonomik krizinde derinleşmesiyle birlikte bu süreç hızlanmıştır. 2014 sonrası Ergenekoncu kontrgerillayla ittifaka girmesinin, ardından MHP’nin de açıkça bu ittifaka dahil olmasının ve CHP ve İYİP’in Yenikapı koalisyonuna dahil olmasının yarattığı kısmi rahatlama döneminin de sonuna gelinmiştir. 31 Mart yerel seçimlerinin sonuçları apaçık gösteriyor ki, AKP artık MHP ile birlikte bile tüm hilelere, oy çalmalara vb. rağmen toplumsal rıza üretememektedir. Siyasal alanda artık inisiyatifi yitirmiştir. Kürtlere yönelik savaş politikasını Rojava’da, Güney Kürdistan’da daha da boyutlandırma, Kuzey Kürdistan’da Kürt hareketinin legal mevzilerine dönük Kayyum saldırısında olduğu gibi saldırılarını yoğunlaştırma vb. temelde muhalefeti bölme, milliyetçi dalgayı kışkırtarak geniş kesimleri arkasına alma politikası dışında, yani savaş politikası dışında tek bir söylemi, tek bir atraksiyon alanı kalmamıştır. Bu noktada da oldukça büyük kısıtlarla karşı karşıya olduğu, Rojava’ya yönelik saldırı girişimlerinin ABD tarafından şimdilik engellenmesiyle ortaya çıkmıştır.
Türkiye oligarşisinin ve emperyalistlerin alternatif üretemedikleri için AKP’ye zorunlu olarak katlandıkları dönemin sonuna gelinmektedir. Öyle görünüyor ki, Ekrem İmamoğlu şahsında Türkiye oligarşisi ve emperyalistler yeni bir seçeneği yoklamaktadırlar.
Kuşkusuz, iktidarı kaybetmenin sınırlarında gezinen AKP’nin buna verdiği, vereceği yanıt Kürtlerle savaşı büyütmekten başlayarak, gerici bir iç savaşı tüm TC coğrafyasına yayacak bir savaş politikasıdır. AKP açısından;
– dış politikada kendine yeniden alan açmasının,
– toplumsal muhalefeti önemli ölçüde bastırmasının,
– kendi iç çelişkilerini kısmen yatıştırıp, kısmen bastırmasının, – düzen içi muhalefeti milliyetçilik dalgasıyla arkasında sıralamasının,
görünen yegane yolu budur.
Elbette, Ortadoğu gibi kaotik bir bölgede ve NATO ülkesi Türkiye’de olduğumuz düşünüldüğünde farklı dinamiklerin devreye girmesiyle sürecin farklı bir rotaya evrilmesi mümkündür. Fakat halihazırda mevcut ve görünür gelecekteki tablo, iç ve dış savaşlar yoluyla ayakta kalmaya çalışmaktan başka çaresi bulunmayan bir AKP devleti tablosudur.
AKP’nin bu yönlü saldırı ve baskıları siyaset alanının hareketlendiği sonbaharla birlikte arttırdığı görülüyor. AKP rejiminin ABD emperyalizmi ile yapmak zorunda kaldığı güvenli bölge anlaşmasına rağmen, Rojava’ya operasyon seçeneğini sürekli ısıttığı ve CHP’ye yönelik baskısını arttırdığı görülüyor. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na 9 yıl 8 ay ceza verilmesi ve İstanbul belediyesine kayyum atanması söyleminin dillendirilmeye başlanması, bunun muhtemelen İzmir ve Ankarayı da kapsayacak hale getirilmesi, yine Kürt kentlerindeki belediyelerin önemli bir bölümüne kayyum atanması olasılığı vb. gelişmeler, AKP’nin seçim ve demokrasi oyununu yerel yönetimlerden başlayarak adım adım gündem dışı bırakmayı düşündüğünü gösteriyor. Ya Kürdistan’da veya Akdeniz’de bir savaş “zafer”i ve hızlı bir erken seçimle iktidarını nispeten sağlamlaştırma, yada adım adım geliştirilecek kontrollü bir tür gerici bir iç savaş” (sindirme savaşı) sonunda muhalefetin dağınıklaştırılması, ayrıştırılması ve ardından gelecek bir seçimle iktidarın garantiye alınması… AKP rejiminin önünde şu anda başkaca seçenekler bulunmuyor. Her iki olasılıkta da AKP rejimi için herhangi iktidarı garanti altına alacak bir “zafer” yok. AKP’nin önündeki her iki seçenekte de yaşanacak tökezlemeler ve çatışma zeminlerinin büyümesi, AKP rejimi ile ittifak halinde olan kontrgerilla çeteleri başta olmak üzere Ordu ve güvenlik bürokrasisinin olası bir darbesini de pekala gündemleştirebilir. Kısacası, her iki olasılık da her şeyi kaybedebilecekleri büyük bir kumara dönüşebilir. Kaldı ki, halk güçleri tüm zayıflıklarına karşın, toparlanarak büyük direniş ve isyan dalgası yaratabilir ve AKP rejimini yerle bir edebilir.
Tabii ki, bu noktada muhalefetin özellikle de, devrimci ve sol muhalefetin nasıl bir karşı duruş sergileyeceği, ne tür alternatifler üreteceği hayati bir öneme sahiptir.
Türkiye’nin gittiği doğrultuya ilişkin kabaca bunları ifade edebiliriz.
2. Türkiye solunun bu süreçteki durumu nedir?
Sol kavramı günümüzde oldukça muğlaklaşmış bir kavram. İçeriği çoğu kez keyfi olarak belirleniyor. En dar anlamıyla genel olarak devrimci yada Marksizmi referans alan hareketleri tanımlanmak için de kullanılıyor. En geniş anlamıyla düzen solu olarak CHP’yi de kapsayacak tarzda kullanılıyor. Biz burada, emekten yana olan, anti-kapitalist, anti-faşist en geniş kesimleri içeren kitleyi ve politik duruşu tanımlamak için kullanacağız. Tabii, bu tanımdan hareketle devrimci hareketlerde solun bir bileşenidir.
Türkiye solunun durumuna, ilk soruyu yanıtlarken kabaca değinmiştik. Biraz daha açarsak; Türkiye’de 1960’lardan bu yana sol hareket esas olarak devrimci ve Marksist hareketlerin yarattığı siyasal ve toplumsal mücadeleler içinde gelişmiş ve büyümüştür. CHP eksenli düzen solu ise esas olarak hem bu gelişmeden yararlanmak, hem de onu kontrol etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Düzen solunun hiç bir düzeyde tutarlı ve özlü bir anti-kapitalist, anti-faşist duruşu ve tarihsel arka planı yoktur. Hiç kuşkusuz, bu durum, CHP eksenli düzen solu ile devrimcilerin etki alanı içindeki anti-kapitalist, anti-faşist sol arasında kalın duvarlar olduğu ve hiç bir geçirgenliğin olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine, 1960’lardan itibaren hem tavanda, hem de özellikle tabanda yoğun bir etkileşim ve geçirgenlik olmuştur. Bu geçirgenlik ve etkileşim, 1970’lerde devrimci güçler ve gerçek sol lehine işlerken, 12 eylül darbesi sonrasında esas olarak CHP eksenli düzen solu lehine işlemiştir.
Nüfusun yüzde 40’ına yakınının kendini sol olarak tanımladığı coğrafyamızda özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren CHP eksenli düzen solu, bu kitlenin küçümsenemeyecek bir bölümünü gerici, faşizan bir Türk milliyetçiliği eksenine çekmiştir. Bundan anti-kapitalist, anti-faşist sol tabanda ciddi biçimde etkilenmiştir. 2000’lerin ilk on yılında anti-faşist, anti-kapitalist sol taban ve pratik önemli ölçüde daralmıştır. (Bunun tek istisnası Kürt hareketi olmuştur.) Sıradan bir sol söylemi bile bırakıp, milliyetçi faşizan çizgiye kaydığı ölçüde düzen solu da bu süreçte toplumsal tabanını önemli ölçüde yitirmeye başlamıştır.
Öte yandan, Türkiye’de 1980’lerden itibaren yaşanan kentleşmenin ve proleterleşmenin yeni dalgası, 1990’lar da devasa boyutlara ulaşmış, 2000’lerden itibaren ise doruğuna ulaşmıştır. Bu büyük sosyolojik değişim, birkaç kuşaktır kentlerde yerleşik büyük bir işçi ve emekçi kitlesinin oluşumu anlamına gelmiştir. Bu kitlenin orta yaş ve üstünün bir bölümü devrimcilerle ve solla bir biçimde belirli bir zaman diliminde ilişkilenmiş bir kitledir. Bu kitlenin çok büyük bir bölümü örgütsüz olsa da, yada örgütlülüğe ciddi bir mesafeyle yaklaşsa da kendini sol da tarif etmektedir. Devrimci değil, CHP’ye de büyük sempati duymamakta ama kendini bir biçimde sol olarak tarif etmektedir. Yeni genç kuşak ise kent yaşamıyla daha ilişkili, talepkar ve yeni iletişim biçimleri (internet, sosyal medya vb.) üzerinden daha sorgulayıcı, özgürlük ve insanca yaşam konusunda çelişkili fikirleri olsa da, kesin biçimde istekli bir kitle olarak biçimlenmektedir. Bu genç kuşağın küçümsenemeyecek bir bölümü solu ve devrimcileri bir biçimde kendi meşrebince tanımakta, devrimci ve sol düşüncelerle kendi özgürlük ve insanca yaşam talepleri arasındaki bağı şu veya bu düzeyde görmekte, sola ve devrimcilere yakınlık duymakta ve hatta pek çok durumda kendini solcu yada bir biçimde devrimci olarak tanımlayabilmektedir. Öte yandan, devrimci ve sol hareketlerin iç dünyalarında özgürlükçü olmadıklarına, düzeni yıkabilecek fikirlere ve güce sahip olmadıklarına ilişkinde güçlü fikirlere/yargılara sahipler. Örgütlü devrimci ve solcularla ortak talepleri dile getirmekte sakınca görmeyen, fakat onların saflarında örgütlü mücadelenin de fazlaca bir şey kazandırmayacağını düşünen yeni ve devasa bir sol kitle oluşmuştur. Bu kitle örgütlü devrimci ve sol kitleden kat be kat büyük bir kitledir. (Aslında örnek olması açısından belirtmekte fayda var; 2000’lerden başlayarak, 2011, 2012 yıllarındaki 1 Mayıslar da kortejlere katılmayıp, yol boyunca dizilen ve alana gelen devasa bir kitleden söz ederdik. O kitlenin bu kitle olduğunu söylebiliriz. 1 Mayısa gelme gereği duyacak kadar (veya fazlası) kendini solcu gören, fakat herhangi bir örgütlenmenin kortejine katılmayan devasa kitlenin ağırlıklı bölümü esas olarak bu yeni sol kitledir.)
Bu kitlenin açık biçimde siyasal ve toplumsal mücadeleye ağırlığını koyduğu dönemeç Gezi/Haziran İsyanıdır. Devrimci ve sol hareketler kendileriyle bir biçimde ilişkili olarak olmuş, fakat örgütlü alanının dışında biçimlenmiş bu kitleyi henüz anlamakta ve onunla güçlü biçimde ilişkilenmekte büyük zorluklar yaşamaktadır. Bu kitlenin düşünsel, siyasal, kültürel ve pratik şekilsizliği, daha doğrusu devrimci ve sol hareketlerin doğmalarına, kalıplarına uymaması bu kitleyi tanımlamakta bile bu hareketler açısından oldukça sorunlu bir durum yaratmaktadır.
Sorularınızın sunuşunda yer alan bir cümle aslında devrimci ve sol hareketin tam da bu türden yaklaşımının en genel ifadesidir. “Türkiye işçi sınıfı ve emekçi hareketi alabildiğine gerildi”. Tümüyle yanlış bir tespit. Bu kitlenin ezici bir çoğunluğu işçi ve emekçidir. Önemli bir bölümü, neo-liberal politikaların/birikim modelinin ürünü olan yeni iş örgütlenmesi ve düzenine bağlı olarak ortaya çıkan yeni işçi kitlesini oluşturmaktadır. Ve ifade edilenin tam tersine, bu yeni kitle bağlamında işçi sınıfı ve emekçi hareketi büyümüş ve büyük ve oldukça önemli mücadelelerin aktörü olmuştur. Bu devasa işçi ve emekçi kitlesinin işyeri yada okul temelli ekonomik ve demokratik mücadelelerinin ve örgütlülüğünün zayıflığı onun geriliği yada gerilediği anlamına gelmez. Bu yeni işçi kitlesinin oluşturan işçi sınıfı kesimleri, işçileşen öğrenci ve teknik elemanlar dünyanın dört bir yanında işyerine bağlı olmayan, esas olarak sokakta gelişen büyük mücadelelere imza atmaktadırlar. İşçi sınıfının ve emekçilerin en diri ve militan kesimlerini oluşturan ve anti-kapitalist, dayanışmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi sol bir rengi güçlü biçimde taşıyan bu kitleyi anlayamadığı ve bu kesimleri kapsayacak politikalar ve örgütlenmeler geliştiremediği ölçüde asıl olarak devrimci ve sol hareketler daha da gerilemekte ve etkisizleşmekteler.
Bu nedenledir ki, devletin açıklamasına göre Gezi İsyanında 15 günde 12.5 milyon işçi ve emekçi sokağa çıkmış olmasına karşın, bu kitlenin çok ama çok küçük bir bölümü örgütlü devrimci ve sol saflara akmıştır. Üstelik devrimci ve sol hareketler bu direnişte oldukça militan bir rol oynamalarına karşın…
İşte bu noktada asıl sorun örgütlü devrimci ve sol hareketlerdedir. Devrimci ve sol güçler 1990 sonrası yaşanan büyük değişimi bütünlüklü olarak anlayıp çözümleyemediği içindir ki, dönemin devrimciliğini ve/veya solculuğunu da yaratamamıştır. Bu nedenle büyük işçi ve emekçi kitleleriyle, üstelikte mücadeleye katılan militan kesimlerle bile arasındaki açı farkı kapanmak yerine büyümektedir. Şu veya bu düzeyde varlığını koruma, örgüt mülkiyetçiliğini yaşatma bugünün devrimciliğinin en temel karakteristiği olmuştur. Olumlu adeta tek şey; hala güçlü bir direnişçiliğin ve devrim yapma isteği ve çabasının varlığıdır. Fakat pek çok örnek açısından, siyaseten ve pratik olarak devrimcilik ya yoktur yada toplumsal yaşam açısından yok denecek düzeydedir. İranlı devrimcilerin geçmişte kullandıkları bir kavramla ifade edecek olursak; bu kesimlerin büyük bir çoğunluğunun politika ve pratiği “hayatta kalma teorisi ve pratiği”nin ötesinde değildir ya da çok ötesine geçmemektedir.
Hayatın bütün alanlarını; ideoloji, politika, örgüt, kültür, mücadele biçimleri, örgütlenme, kitle mücadelesi, yeni bir özgürlük ve komünal toplum yaklaşımı vb. kapsayan tarzda bütünlüklü bir devrimci yenilenme süreci olmadan da bu durum aşılamaz.
Bütünlüklü bir devrimci yenilenmeyi devrimci hareketlerin tümünün ve eş zamanlı olarak gerçekleştirmesi beklenemez. Bu noktada, mevcut yada yeni ortaya çıkacak devrimci bölüklerin bir yada bir kaçının, 1971 atılımında olduğu gibi, yada farklı biçimlerde devrimci yenilenmeyi gerçekleştirerek öncü adımlar atması ve bunun devrimci ve sol harekette ve mücadeleci işçi/emekçi kesimleri arasında güçlü sonuçlar yaratmasıyla mevcut tablo aşılacaktır. (Sosyalist Barikat olarak yaşadığımız tüm gerilemelere karşın, tüm çalışmalarımızı bu perspektif zemininde yeniden ayağa kaldırma çabasındayız.)
Hiç kuşkusuz bütünlüklü bir devrimci yenilenmeyi hedefleyen hiçbir güç bunu toplumsal mücadelenin dışında (kimi istisnai durumlar hariç) gerçekleştiremez. Devrimci yenilenme düşünsel, ideolojik, teorik olduğu kadarıyla pratik bir olgudur ve kitlelerden, kitle mücadelelerinden öğrenmeyi ve her yönlü beslenmeyi gerektirir. Onun içinde olarak ve ona önderlik yapma çabası içinde mümkündür.
Bu noktada, evet, sol parçalıdır.
Fakat birinci olarak, sol salt siyasal yapıların bir araya gelememesi bağlamında parçalı değildir. Esas olarak devrimci ve sol hareketlerle ile artık kendini milyonlarla mücadele arenasında ifade eden yeni sol kitle arasındaki açı farkı, bir araya gelememe, bakışımsızlık nedeniyle de parçalıdır.
Diğer yandan, sol ve devrimci hareketler, burjuva siyasal aktörlerin hegemonyasını kıracak, yeni bir devrimci ve sol dalga yaratmak için, yani bugünlerde çokça kullanılan 3. yolu oluşturma noktasında güçlerini özgürlük, dayanışma ve komün perspektifi bağlamında bir araya getirememe bağlamında da dağınıktır. Günlük siyasetin dar ufkuyla çeşitli parti, platform, cephe, hareket vb. isimler altında bir araya gelen sol hareketlerin en başta örgütsüz sol kitle olmak üzere, tüm halk kesimlerine kurtuluş ufku taşıması mümkün değildir. Nihayetinde de, solun birliği adına denenen tüm birlik biçimleri ancak çok sınırlı sonuçlar doğurabilmekte, etkisi oldukça sınırlı olmaktadır.
Son olarak sol ve devrimci güçler, en geniş sol kitleyle, bunun dışında kalan halk kesimlerinin birliğini, mücadele imkanlarını sağlayacak tarzda ortak politikalar geliştirememektedir. Bu alan neredeyse tümüyle düzen solu CHP’nin insafına terk edilmiş görünüyor. HDP’nin sınırlı etki gösteren girişimleri bu alanda inisiyatifin devrimci ve sol güçlere geçmesinin yolunu açacak politik perspektife ve pratik girişkenliğe sahip değildir.
Solun bu üç noktada belirginleşen parçalı yapısı kaçınılmaz olarak onun etkisiz olması değil, ama sahip olduğu potansiyel ve dinamiklerle, yapabildikleri arasında büyük bir açı farkını beraberinde getirmektedir. (Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, geleneksel sol ve devrimci kesimler evet etkisizdir, hem de çok etkisizdir. Fakat yeni sol kitle ve bu kitlenin pratiği oldukça etkili olmaktadır.) Bu noktada, ortaya çıkan tutum ya reaksiyoner biçimde sadece söylemde kalan bir sol sekterizm/lafazanlık, yada Kürt hareketine ve/veya düzen solu CHP’nin politikalarına bir biçimde eklemlenmek olmaktadır.
3. Sol sürece tutarlı ve etkin bir müdahale için kendi güçlerini nasıl birleştirebilir?
Birlikten hele ki, birbirinden çok farklı siyasal renklere sahip örgütlü ve örgütsüz geniş sol hareketin birliğinden söz ediyorsak, artık genel geçer birlik tariflerinin ve söylemlerinin ne denli etkisiz ve boş sözlere dönüştüğü açıktır. Hangi coğrafyada, hangi gündemle, hangi solun birliğinden söz ediyoruz? Bunun çerçevesini netleştirmek gerekiyor.
Öncelikle TC sınırları içinde coğrafi olarak sol ve devrimci hareket iki ayrı kol olarak gelişmektedir. Biri Türkiye devrimci hareketi ve solu, diğeri Kürdistan devrimci hareketi ve soludur. Her ikisi arasında uzun yıllara dayanan mücadele yoldaşlığı, pek çok cephe, platform vb. temelinde birlik deneyimleri söz konusudur. Fakat temelde her iki hareketin gündemi zamana ve koşullara bağlı olarak önemli farklılıklar içermektedir. Kürdistan dört gerici-faşist devlet tarafından sömürgeleştirilmiş bir ülkedir ve ana gündemi ulusal kurtuluş devrimidir. Kürdistanın dört parçasına yayılmış hareketler söz konusudur. Ve bu hareketlerin siyasal ve toplumsal gündemleri, öncelikleri, uluslararası bağlantı ve ittifak ilişkileri vb. dört parçada süren mücadelenin ihtiyaçlarına göre biçimlenmektedir. Türkiye devrimci hareketi ve solunun hedefi ise özgürlük ve komün temelli bir devrim gerçekleştirmektir. Ve gündemini (ki bu gündemin en önemli başlıklarından biri Kuzey Kürdistan meselesidir) bu temelde biçimlendirmek zorunda olan bir harekettir. Hiç kuşkusuz, her iki devrim ve her iki gündem arasında Çin seddi yoktur. (Hatta son yılların mücadele pratiğinin gösterdiği gibi, birleşik bir devrim süreci yaratmak günün en önemli görevlerinden biridir.) Fakat aynı zamanda farklıdır.
Bu noktada sorun şudur; Kürdistan devrimci hareketi kendi özgün gündemine ve bunu pratikleştirebilecek güce ve zeminlere sahiptir. Bu güç ve öz güvenle Türkiye’deki ve Kürdistan’daki her türlü siyasal aktörle, en başta da Türkiye devrimci hareketi ve soluyla ilişkilenebilmekte ve ortak mücadele gündemleri ve pratikleri yaratmaya çalışmaktadır.
Türkiye devrimci ve sol hareketi ise neredeyse 40 yıla yaklaşan bir süredir ve 1990 çöküşünden sonra büyümekte olan varolup-yokolma ikilemini aşarak etkili bir gündemle kendini var edememektir. Bu noktada, birlik dahil atılacak tüm adımlarda ana sorun Mahir-Deniz-İboyla tarihsel bir çıkış yapan Türkiye devrimciliğini ve solculuğunu yeniden ayağa kaldırmak olmalıdır.
Türkiye devrimci hareketi ve solu açısından bu noktada ilk olarak yapılması gereken, 1990’la birlikte başlayan yeni dönemi kavrama ve devrimci pratiğini yaratma doğrultusunda bütünlüklü bir devrimci yenilme potasına girmektir. Hiç kuşkusuz bu süreç her Hareketin tarihsel birikimine bağlı olarak farklı yollar izleyecektir. Ve her Hareket öncelikle kendinden başlayarak, ama aynı zamanda bu çabanın tüm devrimci ve sol hareketlere yayılmasına dönük etkin bir çaba göstererek yola koyulmalıdır. Bu adım tüm gelişmenin asıl motor gücüdür. Bu adım atılmadan, diğer bütün girişimlerin, birlik çabaları da dahil güdük kalması kaçınılmazdır.
İkincisi, bu hedefle ve pratikle bağlantılı ve paralel olarak atılması gereken ikinci adım Türkiye gündemini esas alan, Türkiyeli devrimciliği kendi motifleriyle yeniden canlandıracak dar günlük hedeflere sıkışmayan özgürlük, dayanışma ve komünal bir devrimi hedefleyen devrimci ve sol güçlerin örgütsel yada cephesel veya başkaca biçimler altındaki birlik çalışmalarını geliştirmek gerekiyor. Türkiye’de Türkiyeli işçi ve emekçilerin gündemine devrimci ve sol temelde müdahale edebildiğiniz ölçüde devrimcilik yapabilirsiniz, güç olabilirsiniz. Bu ise salt günlük yaklaşımlar üzerinden olamaz. En azından bugüne kadar olan pratik bunun mümkün olmadığını gösterdi. Kısa, orta ve uzun vadeli programların bileşkesi temelinde bir ortak pratik sürecin örülmesi hayati önemdedir.
Üçüncüsü, Türkiye devriminin stratejik müttefiki olan ve pek çok noktada karşılıklı geçişkenlikler taşıyan Kürdistan devrimiyle açık alanda ve diğer alanlarda ortak gündemlerde en gelişkin birlik, mücadele ve örgüt biçimlerini yaratmak gerekiyor. Ortaklaşmayan gündemlerde ise her iki devrimci sürecin kendi yolunda yürümesi, fakat karşılıklı sıkı bir dayanışmayı esas alması temelinde bir birliktelik biçimi yaratılmak zorundadır.
Somut bir örnek verecek olursak; anti-emperyalizm Türkiye’de tüm toplumsal kesimlerin ortaklaştığı bir çelişki alanıdır. Türkiye devrimci hareketinin de 1970 ve 80’lerde kendisini en güçlü biçimde ifade ettiği alanlardan biridir. Ve bugünde en güçlü politika ve pratiklerin geliştirilmesi gerekli olan başlıca çelişki alanlarından biridir. Türkiye devrimci ve sol hareketinin bu noktada geliştireceği büyük kampanyalara Kürdistan devrimci ve sol hareketinin Rojava ve Güney Kürdistan’daki mücadelenin özgün yanları nedeniyle katılması beklenemez. Bunda özel olarak yadırganacak bir yanda yoktur. Türkiye devrimci ve sol hareketi bu çelişki alanına yüklenmelidir. Öte yandan Kürdistan devrimci ve sol hareketiyle ilişkisini ve dayanışmasını da en güçlü biçimde sürdürmelidir. AKP faşizmine karşı ise çok güçlü biçimde birlik ve örgütlenmeleri birlikte geliştirecektir vb… Örnekler çoğaltılabilir, fakat sanırız bu kadarı yeterlidir.
Dördüncü birlik alanı, hem devrimci ve sol hareketlerin, hem de örgütsüz mücadeleci sol kitlenin, halkın gerici-faşist siyasal güçlerin etkisi altındaki geri kalanıyla mücadele içinde ilişkilenmesini ve birliğini sağlama görevidir.
Solun birliği ve etkin bir mücadele konusunda son olarak şunu ifade etmek gerekiyor; yukarıda belirttiğimiz ettiğimiz üzere sol homojen bir varlık değildir, tam tersine oldukça parçalı, oldukça karmaşık ve yeni işçi/emekçi kitlesinin oluşumuyla birlikte bugüne değin alışageldiğimiz dinamiklerden/bileşenlerden oldukça farklı pek çok ögeyi bünyesine katmış bir varlıktır. Oldukça farklı irade ve pratiklere sahip devrimci ve sol bileşenlerin tutarlı, etkin ve uzun erimli bir birlik geliştirebilmeleri tüm öznelerin aynı anda ve aynı zeminde ikna olmalarıyla olamaz. Bu noktada, tüm dünya pratiği göstermiştir ki, bir veya birkaç dinamik ve etkin devrimci ve sol öznenin geliştirecekleri öncü inisiyatifler belirleyici rol oynamaktadır. Yoksa söylenenler “sol birleşmelidir, şöyle yada böyle bir birlik olmalıdır” gibi genel geçer temenniler düzeyini aşamamaktadır.
Bu bağlamda, tüm devrimci ve sol hareketler ve örgütsüz devrimci insanlar ve kesimler açısından görev bu öncü inisiyatifi geliştirebilecek zeminleri, hareketleri yaratmaktır.
Bu röportaj imkanını yarattığı için Odak Dergisi’ne teşekkür ediyoruz.
7 Eylül 2019
Sosyalist Barikat