12 Eylül, anaların atağı ve Didar Şensoy – Algül Umutlu (sendika.org)

“Çocuklarımı serbest bırakmadıkça buradan ölümü kaldırabilirsiniz” diye haykırdı son sözünü söyler gibi, koluna yapışan polislerin suratlarına; “çocuklarım” derdi o her zaman bütün tutsaklara. Ne yazık ki, dediği gibi de oldu, canlı kaldıramadılar onu oturduğu yerden

Yürüdük bir ana sıcaklığıyla
Yürüdük elleri parmaklık izi
Kilitler ve kara bulutların üstüne

Ersin Ergün

24 Mart 1976’da Arjantin’de Peron hükümetine darbe yaparak yönetime el koyan ve tam yedi yıl boyunca ülkenin başına çöreklenen askeri faşist diktatörlüğe ilk başkaldırı, ilk örgütlü ses, kadınlardan gelmişti. Nasıl gelmesin ki, “Ulusal Yeniden Yapılanma Süreci” denilen ve 1983’e kadar tam yedi yıl süren bu dönem bu kadınlar için, gözaltında kaybedilen oğulları, kızları, eşleri ya da kardeşlerinden başka bir anlam ifade etmiyordu. Bir de bebek hırsızlığı vardı tabiî, kimisinin gelini, kimisinin kızı hamile idi bir gece apar topar götürüldüklerinde ve aylardır ne kendilerinden ne de çoktan doğmuş olması gereken bebeklerinden bir haber vardı. Ölüm uçuşlarından bahsediyordu fısıltı gazetesi, kulaktan kulağa yayılıyordu Uruguay sahillerine vuran kimliği belirsiz ceset sayıları. Cezaevlerine nakledilecekleri söylenerek bindiriliyorlardı o uçaklara ve biner binmez anestezi etkisi yapan bir ilaç yardımıyla uyutulup atılıveriliyorlardı denizin derinliklerine. Nasıl olsa onları sayıyla almamışlardı ya.

Ne kadar da benziyor bizim 12 Eylül dönemine değil mi? O gözaltı süresinin, -siz onu işkencenin anlayın- önce 90 güne çıkarıldığı, daha sonra lütfedilip 45 güne indirildiği o zulüm günlerine. Kaçımızın yüzüne karşı denilmedi ki aynı “sizleri sayıyla almadık ya” sözleri. “Sayıyla mı aldık sayıyla mı iade edelim, ha bir eksik, ha bir fazla, seni de şuracıkta kaybetsem kim ne diyebilir ki?”

Sessiz toplum yaratabilmek için her şeyi düşünmüş de bu işkenceciler, bir tek anaları göz ardı etmişler işte; önce Arjantinli analar çıkmış sokağa, ilk günler teker teker, sonra hep birlikte. “Plaza de Mayo Anaları” demişler onlara, başlarındaki beyaz başörtülere sadece çocuklarının adını, soyadını ve doğum tarihini işlemişler, bir de “yaşayan hayaletler” diye eklemişler adlarının yanına, “Nerede bizim çocuklarımız?” anlamında. Her geçen gün bir başka Ana eklenmişti onlara, sonra bir kardeş, bir ağabey, belki de bir baba, koskoca dernek oluvermişlerdi sonuçta. Yazarlar vardı içlerinde, ressamlar, gazeteciler, heykeltıraşlar. Korku duvarını aşmışlar, etten bir duvar olarak çıkıyorlardı saldırganların karşısına. Öyle bir güçtü ki artık onlar, öylesine dinamik, öylesine korkusuz öylesine ısrarla sormaya başlamışlar ki çocuklarını, dünyanın dikkatini çekmişlerdi kısa sürede. 1980 Nobel Barış Ödülü veriliyordu, 14 ay boyunca işkencede kaldıktan sonra bırakılan dernek üyelerinden yazar Adolf Perez Esküvil’e.

***

Aynı anda bizim ülkemizde de kadınlar çıkıyordu sokağa. Tıpkı Arjantinli analar gibi önce teker teker, sonra gruplar halinde, aynı korkusuzluk ve aynı ısrarla atıyorlardı kendilerini, çocukları olmadan üstlerine kâbus gibi çöken evlerinin dışına.

İlk günler, tedirgince beklediler emniyet müdürlüklerinin önünde.

Günlerce, haftalarca, aylarca beklediler çaresizce Birinci Şube’de gözaltında olan çocuklarından bir ses, bir soluk, bir haber alabilmek için umutsuzca. Sonra dilekçeler yazmaya başladılar sıkıyönetim komutanlıklarına, askeri savcılıklara, haber alamadıkları çocukları hakkındaki endişelerini, korkularını dile getiren. Tek birine bile doğru düzgün cevap alamadılar. Kimisi morgda buldu kendi çabalarıyla çocuğunu, kimisi kimsesizler mezarlığında. Yine de “şanslı” saydılar kendilerini yıllarca çocuklarının “kemiklerini” soran onlarca anaya göre. Bir daha sevgiyle sarılamayacak olsalar da ninnilerle büyüttükleri çocuklarına, en azından okşayacakları, başında gözyaşı dökecekleri mezar taşları olacaktı ya. Bir günah, bir suçmuş gibi yapayalnız gömdüler, ölülerine bile sahip çıkmalarının hoş görülmediği “terörist” damgası vurulmuş çocuklarını.

En “şanslıları”, onca işkenceden sonra ölmeyip cezaevine atılanlardı. İçlerinde sakat kalanlar, ruh sağlığını yitirenler de vardı ama olsun, hayattaydılar, canları sağdı ya; sayılı günler çabuk geçer, nasıl olsa bir gün yeniden kucaklaşırlardı.

Çok geçemeden anlayacaklardı sağ kalan çocuklarının atıldıkları bu cezaevlerinin ne menem bir işkencehane olduğunu. Hem de ne işkence! Ne başı belli ne sonu; ne zaman, nerede, nasıl biteceğini kimsenin bilmediği bir acayip kanlı bilmece.

Bilmeceyi anlar anlamaz yığıldı cezaevleri önüne aileler; anneler, babalar, kardeşler, eşler, teyzeler, sevgililer.

Sadece daha önceden emniyet müdürlüklerinin önünde kaleme aldıkları dilekçelerin başlıklarını değiştirdiler; Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına, Adli Müşavirliğe, Cezaevi Müdürlüğüne: “Çocuklarımızın tutuklanmış olmalarına sevinmiştik, çünkü haftalarca ölüm haberlerini beklemiştik işkence altında tutuldukları Emniyet Müdürlükleri, Birinci Şube önlerinde. Tam işkenceden sağ kurtulduklarını sanıp kendilerini görmeye gelmiştik ki; kapatıldıkarı cezaevleri kapılarında yeni bir görüş yasağıyla karşılaştık. Demek ki çocuklarımız burada da işkence altında, sorumlusu sizlersiniz, derhal işkenceyi durdurunuz.”

Yüzlerce, binlerce dilekçe yazılıyordu her gün, her saat ülkenin dört bir köşesindeki cezaevleri önlerinden, çocuklarından haber almak isteyen ailelerce.

Ne “intifada” girmişti ne de onun Kürtçesi “serhildan” henüz dünya literatürüne, ama “anaların atağı” yakıp yıkıyordu ortalığı.

Tıpkı Filistinli kadınlar gibiydiler: İşgalci güçlerin karşına çoluğuyla, çocuğuyla etten bir duvar halinde dikilen, tanka topa, tüfeğe karşı ellerinde taştan başka bir şey olmayan Filistinli kadınlar gibi dikiliyorlardı işkencecilerin karşısına. En karanlık günlerde nakış nakış işliyorlardı onlar da direnişlerini ellerinde “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” pankartlarıyla. Kar kış demeden; açlığa, susuzluğa aldırmadan, kimi zaman da acılara dayanamayıp hüngür hüngür ağladılar. Zaman zaman aldıkları güzel bir haberle çocuklar gibi şenlendiler. Mücadele içinde piştiler; artık neyi, ne zaman yapacaklarını öğrendiler.

Gün oldu dilekçe, telgraf yağmuruna tuttular yetkilileri, gün oldu cezaevi cezaevi dolaştılar tespit için hasarları. Açlık grevlerinde, yürüyüşlerde, salon toplantılarında, mitinglerde en öndeydiler.

İşkencede, cezaevlerinde, darağaçlarında, kırlarda, şehirlerde bir bir kırılan gencecik dallarının kıyımına son verebilmek için en öndeydiler artık.

***

Bir gece apar topar götürülen çocuklarının ne oluşunu ne de dirisini bulamayan anaların “ölüsüne razıyım, yeter ki mezarını gösterin” çığlıklarını dindirebilmek için atmışlardı kendilerini sokaklara. Demir parmaklılar arkasındaki evlatlarının başlarının daha dik, adımlarını daha sağlam atabilmeleri için ağıtlarını isyana, isyanlarını eyleme dönüştürmüşlerdi. Yılların acısı, itilmişliği, kovulmuşluğu, hıncı, öfkesiyle fırladılar ön saflara. Metris, Sultanahmet, Mamak, Adana, Buca, Şirinyer ve Diyarbakır’da da çıktılar sokağa.

Hem de ne çıkış; hani “bir çıktı pir çıktı” derler ya, öyle çıkmıştı bütün analar sokağa, hele de Diyarbakır’da. Ellerinde gaz bidonuyla geziyordu Kör Saliha ile Rahime analar doğup büyüdükleri Diyarbakır sokaklarında, diğer tutsak anaları da peşlerinde. Saliha Ana, PKK davası sanıklarından Mehmet Şener’in anasıydı, Rahime ana aynı davadan yargılanan Mehmet Şahin’in: “Çocuklarımızın istekleri kabul edilmezse kendimizi yakarız” diyorlar da başka bir şey demiyorlardı hiç ayrılmadıkları cezaevi önünde. Biliyorlardı ki, içeride ölüme yatırmıştı çocukları nicedir bedenlerini ve talepleri kabul edilinceye kadar sürdüreceklerdi eylemlerini. Üstelik de o kadar küçük, o kadar yerine getirilebilirdi ki istekleri: Cezaevlerinde uygulanmakta olan tek tip elbise uygulamasının ve Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması. Normal şartlarda bunlar için ölüme yatılır mıydı? Ama normal şartlar hüküm sürmüyordu ki ülkenin hiçbir yerinde. Bir ananın oğluna bildiği tek “Türkçe” kelimeyle, bütün görüş boyunca sadece, “Kamber Ateş nasılsın?” tarihi cümlesini kurabildiği o zor yıllardı. O tek kelimeyi de bilmeyen analar bu yasağa karşı ellerine gaz bidonlarını almayıp da ne yapsınlardı. Sadece almak mı? Tepelerinden aşağı boşaltmamışlar mıydı cezaevi önünde ellerinde kibritlerle? Nasıl da hissetmişti tüm toplum, tepeden tırnağa gaza batmış bu anaların baskı gücünü ta iliklerinde. Hemen ardından gelmişti taleplerin kabulü.

Anında çevrilmişti tüm cezaevleri önlerindeki direniş alanları şenlik alanlarına; halaylar, zılgıtlar, sevinçten ağlayanlar.

***

Yalnız İstanbul’daki şenlik alanındakiler buruktu biraz.

Bir eksikle kutluyorlardı onlar bu mutluluğu.

Yıllardır birlikte omuz omuza mücadele ettikleri Didar Sensoy yoktu yanlarında. İçlerindeki en kararlı, en inatçı, en eski savaşçı. Güzelliği desen film yıldızlarını kıskandıracak cinsten, üstelik de gezmeyi eğlenmeyi seven, esprili, hayat dolu biri.

Ta 12 Eylül öncesi başlıyordu onun cezaevleri önündeki mücadelesi; 1976 yılında kardeşinin yakalanmasıyla. MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği) dava sanıklarından Hasan Şensoy’un ablasıydı O. Kardeşinin yakalandığını duyar duymaz kurmuştu karargahını Siyasi Şubenin önüne, sonrası cezaevi ve mahkeme süreçleri; her aşamada adım adım izler kardeşini. Ne bir görüşü kaçırdığı görülmüş ne de elleri boş gittiği o görüşlere, sadece kardeşine de değil, tüm koğuşa yetecek ihtiyaç maddeleriyle gidermiş her görüşe. Ta ki kardeşi Toptaşı Cezaevi’nden firar edinceye kadar. Bu firarın örgütlenme aşamasında da elinden geleni esirgememiş Didar Abla; haberleşmeden tutun içeriye malzeme sokulmasına kadar birçok konuda seve seve yardımcı olmuş. Sonrasında da hiç de ürkmemiş bir firarinin kardeşi olmaktan, bütün baskılara onurluca karşı durmasını, tehditleri elinin tersiyle itmesini bilmiş.

12 Eylül ile birlikte hiç tereddütsüz yeniden başlar onun cezaevleri maratonu, kardeşi yeniden yakalanmıştır ve bu sefer cezaevleri tam bir abluka altındadır. Ne yalnız kalmakta korkar ne de üzerindeki baskılardan. Yılmadan, bıkmadan mücadele eder; artık cezaevi yöneticilerine “illallah” dedirten bir zindan mücadelecisidir O.

Ne ölüm tehditleri ne gözaltına alınışı ne de kısa süreli atıldığı cezaevleri yıldırabilir onu.

12 Eylül sonrasında, İstanbul cezaevlerinde yatan devrimci tutsaklar için açılan ilk toplu dava, kardeşinin yargılandığı MLSPB davasıdır ve hazırlanan iddianame büyük bir propaganda ve gözdağı malzemesi olarak abartılı bir şekilde bilmem kaç sanıklı idam istemiyle büyük puntolarla duyurulur kamuoyuna.

Didar Abla iddianameyi alır almaz gidiyor, hazırlayıcı olarak lanse edilen savcı Faik Tarımcıoğlu’nun Selimiye’deki makamına” diye anlatıyor kardeşi Hasan Şensoy bir röportajında. Savcının karşısına çıkar çıkmaz da girmiş hemen konuya: “Siz bu insanların yalnız kaldığını, bunları rahatlıkla idam edebileceğinizi düşünüyorsunuz, ama yanılıyorsunuz! Biz yaşıyoruz. Onları kesinlikle idam ettirmeyeceğiz!” Bir solukta söyleyiveriyor söyleyeceklerini, kan ter içinde. Ondan sonra da hep böyle cebelleşirmiş zaten Didar Abla, savcılar, adli müşavirler ya da cezaevi komutanlarıyla, korkusuzca, gözü kara, lafını esirgemeden.

Duruşma salonlarında bile. Hele de iddianamenin okunduğu o ilk duruşmadaki tavrı. Yıllar geçse de unutulur muydu onun o gün duruşma salonundan taşan haykırışı. Unutulmamıştı da zaten, tutuklu ailelerinin direnişinin simgesi olarak pankart yapılıp eylemden eyleme taşınmıştı o günkü duruşmada attığı “Çocuklarımızı Öldürtmeyeceğiz” sloganı. Ne cezaevlerinde ne işkencede ne de darağaçlarında… Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz sizlere!

***

1986 yılında İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında da ilk sıralardadır adı elbette başta Leman Fırtına olmak üzere diğer Metris Anaları ile birlikte. Hepsi de sokak mücadelelerinden gelmiş militan, bilinçli kişilerdi; ne koltukta vardı gözleri ne de entel gevezelik ederlerdi. Hiçbir yerden de beslenmez kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışırlardı. O günlerde İstanbul Şubesi’ne uğrayanlar bilir, onların parasızlıktan elektrik faturasını ödeyemeyip mum ışığında, gönüllü danışmanlık hizmeti verdiklerini.

Sadece İHD’nin kuruluşuna katılmakla da kalmamıştır tabiî ki Didar Abla; derneğin şekillenmesinde, gelişip güçlenmesinde, faaliyetlerinin geniş kesimlerce sahiplenmesinde de önemli payı vardır aynı zamanda. Kararlı duruşu ve müthiş örgütleme gücüyle 12 Eylül faşizmine karşı çıkmanın simge isimlerinden biri olmuştu kısa sürede.

Ve en son Ankara’da görürüz onu, Türkiye Büyük Millet Meclisi önündeki dilekçe eyleminde.

Üç gün öncesinden İstanbul’dan yola çıkmıştı yüze yakın tutuklu yakını, İstanbul’dan, üç otobüs dolusu, Çanakkale, Bursa, Eskişehir yolu üzerinden Ankara’ya varmaktı amaçları.

İlgiyle karşılanıyorlardı geçtikleri şehirlerde. Bazan SHP binalarını ziyaret edip dertlerini anlatarak destek işiyorlar, bazan da o şehrin sokaklarını baştan başa yürüyerek geçiyorlardı. Çığ gibi büyüyen destekle moralleri her geçen gün daha da yükseliyordu

Ah bir Ankara’ya varabilseler. Orada bir bir anlatacaklardı dertlerini, orada bulacaklarını biliyorlardı yaralarına merhemi. Tek amaçları Meclis’in dikkatini cezaevlerine çekmek, cezaevlerindeki koşulların düzeltilmesini istemekti. “Evlatlarımız ölmesin” diyorlardı, “işkence görmesinler, insan gibi yaşasınlar”.

Önce Ankara yolunda kesildi önleri, şehre sokmak istemedi kolluk kuvvetleri onları. Güya kanunsuzmuş yürüyüşleri, giremezsiniz böyle şehre denildi. Israr edince tartaklandılar, dövüldüler, olmadık hakaret ve küfürlere maruz kaldılar. 12’si gazeteci olmak üzere toplam 60 kişi gözaltına alındı.

Bu gözdağına rağmen kalanların gözü yılmadı; mademki çocuklarının hayatıydı söz konusu olan, mümkünü yok sonuna kadar gidilecekti.

En öndeydi yine beyaz elbisesi ve basındaki, üçü kırmızı karanfil işli, her zamanki gibi arkadan bağladığı küçük beyaz şifonuyla Didar Abla. Bütün engellemelere rağmen Meclis önündeydiler işte. Ama onlardan önce orada olanlar da vardı. Ne dünya basınının orada olması umurlarındaydı polislerin ne de ak saçlı anaların evlat acısıyla kavrulan yürekleri; pervasızca sallıyorlardı coplarını, hırsla, nefretle, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganı atan anaların üzerine, küfürün, hakaretin bini bir para. “Çocuklarımı serbest bırakmadıkça buradan ölümü kaldırabilirsiniz” diye haykırdı son sözünü söyler gibi, koluna yapışan polislerin suratlarına; “çocuklarım” derdi o her zaman bütün tutsaklara. Ne yazık ki, dediği gibi de oldu, canlı kaldıramadılar onu oturduğu yerden.

Uzun yıllardır şeker hastasıydı Didar Abla, dikkat etmesi gereken kurallar vardı, yiyecek içecek, ilaç gibi, ancak polis şiddeti bunları zamanında yapmasına imkân vermedi. Onca itilip kakılmaya daha fazla dayanamayarak fenalaşıp yığılıverdi oturduğu yerde.

1 Eylül 1987’de tam da Dünya Barış Günü’nde.

Ama bitiremediler. Hiç bitmedi. Cumartesi Anneleri’yle sürüyor mücadelesi.

Kaynak: sendika.org