Büyük Kötülük, Küçük Kötülük – Barış Yıldırım (sendika.org)

Yeryüzündeki şiddet düzeni şiddetsiz ortadan kalkmaz. Kişisel ve etik nedenlerle şiddet orucu yapmaya karar versek bile zulüm, dünyanın her yerinde zorunlu olarak direnişi ve direnişin haklı şiddetini doğurur. Haksız şiddetin nihai olarak ortadan kalkması ancak komünizmle mümkündür. Bu hedef için büyük bir mücadele gerekir. Biz mücadele etmesek bile egemen şiddet düzeni kendi çıkarları için her an savaşlara başvurmaktadır ve ister devrimci niyetlerle gerçekleşsin ister dar çıkarlar için, büyük çatışmalarda zarar gören sıradan insanlar ne yazık ki hep olmuştur. Devrimciler bu mazerete sığınarak haklı mücadelelerin yanında durmaktan ve şiddetin asıl zemini olan emperyalist düzene vurmaktan geri kalamazlar

Büyük kötülüğü düzeltmek için küçük kötülükler yapılabilir mi? Mazlumlar zalimlere zulmedebilir mi? Barış için savaşmak mümkün müdür?

Tarihten ve bağlamdan soyutlanmış olarak içeriği belirlenmeden sorulan bu sorular hatalıdır, yine de onları ortaya çıkaran koşullar somuttur, sahicidir, gerçektir. Dahası bu koşullar tarihin şafağından beridir hep bizimledir. Ezilenler, bu soruların açtığı çatlaklarda direnişe kalkarlar; ezenler bu soruların bataklığında direnişi gözden düşürmeye çalışırlar.

Aradan geçen bin yıllardan sonra kendimizi kandırmaya çoktan son vermiş olmamız gerekirdi. Her gün, her saat zamansız ölümlere, kitlesel acılara, dehşetli haksızlıklara neden olan şiddet düzenini şiddetsiz değiştirmenin olanağı, imkânı, mümkünü yok (Buna Önerme 1 diyelim: Şiddet düzeni şiddetsiz ortadan kalkmaz.). Buna karşılık, şiddetin ilanihaye şiddeti doğuracağı savı doğru değil, yalnızca “doğruculuk” (truism). İdeal koşullar altında haklı şiddet, haksız şiddeti ortadan kaldırabilir ve, insanın şiddete meyilli olduğunu iddia eden metafizik velev ki haklı olsun, bu meyil düzlenebilir, en azından sürekli denetim altında tutulabilir. Bu mantıksal olarak da toplumsal olarak da bütünüyle mümkün. İdeal koşullar altında…

Ama ideal koşullarda yaşamıyoruz. Bugün artık yalnızca silik anılar halinde hatırladığımız devrimleri ve İkinci Dünya Savaşı, Vietnam, Küba gibi istisnaları saymazsak insanlığın sınıf mücadeleleri tarihine yazılmış birçok muharebede, şiddet rejimlerine karşı silaha sarılanlar büyük bir şiddetle ezildiler ama şiddet rejimleri yaşamaya devam etti. Yani haksız şiddete şiddetle karşı çıkanlar, şiddeti bitiremedikleri gibi ekstradan şiddete “neden” oldular. Dünyanın tüm terör devletlerinin direnişleri terör diye yaftalamaları da bu olgu sayesinde mümkün oluyor.

Bu durumda ezilenler, direnişin az ya da çok şiddet içeren tüm biçimlerinden vazgeçip kaderlerine razı olsalar, daha ekonomik olmaz mı? Ölmesine ölüyorlar, kendilerini öldürenleri öldürmeye kalkınca daha da çok ölüyorlar, o durumda bu haltı niye yiyorlar?

İnsanın mutlak olarak şiddete meyilli olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok ama tüm canlılar gibi insanın da en güçlü içgüdüsünün kendini koruma içgüdüsü olduğu hususunda herkes hemfikir. Birine saldırırsanız kendini koruyacaktır, onu öldürmek isterseniz hayatta kalmak için sizi öldürmeyi isteyecektir. Tüm hukuk sistemlerinde yeri var: meşru müdafaa.

Demek ki biz istediğimiz kadar ezilenlere “Direnirseniz daha da çok ezilirsiniz” diyelim, bunu istatistiki olarak ispatlayalım, toplumsal dengeleri analiz ederek direnişin yenileceğini tanıtlayalım, onlar yine de direneceklerdir. Fizikte yeri var: Etki-tepki yasası veya her etki karşı yönde ve aynı kuvvette bir tepki doğurur (buna Önerme 2 diyelim: Zulüm zorunlu olarak direnişi doğurur).

Yine de Newton’un üçüncü yasası, yaygın adıyla etki-tepki yasası, toplumsal sistemlerde bu yalınlıkla işlemez. Çoğu zaman karşı yöndeki kuvvet (direniş), etki kuvvetinden (zulüm) daha zayıftır; zulüm çok, direniş azdır, hatta bazen hiç yok sanılır. Bunun sebebi tek bir etkinin değil çok farklı yönlerden gelen çok çeşitli etkilerin oluşturduğu karmaşık bir sistemde yaşamamızdır. Sık sık ezilenlerin tepkisi zayıf olmakla kalmaz, yanlış yönden gelir; ezilenler kendi ezilmelerine rıza göstermekle kalmaz, ezenlerin askerliğini, militanlığını yaparlar. Siyaset teorisinde bu fizik kuralının istisnası -etkinin aynı oranda bir karşı tepki doğurmaması durumu- yine bir fizik terimine başvurularak açıklanmıştır: Suni denge.

Ama adı üstünde, denge sunidir ve eninde sonunda kırılır. Evrimin kendini koruma içgüdüsü, fiziğin etki-tepki yasası, hukukun meşru müdafaa ilkesi galebe çalar: Ezilenler direnirler. Ezilenler aslında hep direnirler ve bu direniş birçok yerde mantıksal sonucuna ulaşarak kendilerini ezen şiddete karşı-şiddetle yanıt vermeye dönüşür. Biz de ilk sorumuzla yine baş başa kalırız: Büyük kötülükten kurtulmak için küçük kötülükler yapılabilir mi? “Yapılır mı?” değil. “Yapılabilir mi?” Çünkü (2. Önermemiz uyarınca) hep yapılıyor, hep de yapılacak. Ama yapmak doğru mudur, yapanı desteklemek gerekir mi, yapmasak olmaz mı?

Artık bu noktada sorumuzu somutlamamız, belirlememiz gerekir, bu soyutlukta verdiğimiz her cevap yanlış olacak. Diyelim ki evimizin kapısını kırıp bize ateş ediyorlar, ben de onlara ateş etmeli miyim? Cevap kolay görünüyor. Oysa kapıyı kıran pekâlâ emir kulu olabilir, kendi haline bırakılsa karıncayı incitmez, belki yeni nişanlanmıştır, küçük çocuğu vardır, kalacak yeri yoktur, benim evime ihtiyacı vardır… Bunları düşünemem. İçgüdü baskın çıkar, kendimi korurum.

Peki evim basılmadan bu saldırganın planlarından haberdar olursam, beni öldürmek üzere hazırlık yaptığını bilirsem, gidip onu bulunduğu yerde etkisiz hale getirebilir miyim?.. İşler netameli hale gelmeye başladı. Bu silsile, falan yerde doğacak bebeğin büyüyünce silaha sarılıp beni öldürmeye geleceğinden neredeyse eminsem ona karşı şiddete başvurmaya kadar gidecek gibi görünüyor. Bireyler arasında işlerin bu kadar ileri gitmesi pek beklenmez belki ama ya toplumlar arasında? Netamet pis kokulu bir cehenneme dönüşmek üzere: Biz Sivri Kafalılar, kuşaklar boyunca Yuvarlak Kafalılar’la savaşıyoruz. Doğacak bir Yuvarlak Kafa’nın büyüyünce bizden birini öldürmeye geleceği neredeyse kesin, saflığın alemi var mı, eşiktekini beşiktekini, anasını danasını, babasını atasını, kim varsa hepsini hedef almak, öz-korunma mantığı açısından anlaşılır değil mi?

Sorumuz yeterince somut. Cevabımız da somut olmalı: Değil. Yaşama içgüdümüzü de toplumsal önsezimizi de hukuki haklarımızı da bir yerden sonra sınırlamak zorundayız. İlkeler de burada ortaya çıkar: Sivillere zarar veremezsin, kimseye işkence yapamazsın, hiç kimse tecavüzü hak etmez…

Demek ki büyük kötülüğü yok etmek için bazı kötülükleri yapabiliyoruz ama bazılarını da yapamıyoruz. Bize ateş edene ateş edebiliyoruz (birine ateş etmenin iyilik olduğunu iddia eden yoktur herhalde?) ama mesela çocuğuna zarar veremiyoruz, herifçioğlunu enterne ettiysek infaz edemiyoruz, işkence yapamıyoruz vs. (Buna İlke 1 diyelim: Devrimciler mücadelelerini insan onuruna saygılı, gereksiz şiddeti önleyecek biçimde örgütlerler.)

Şimdi biraz da gerçekliğe gelelim. Belli bir çapı geçmiş herhangi bir savaşta bu kabul edilemez kötülüklerin hiç olmaması mümkün mü? Çok farklı eğitim düzeyleri ve toplumsal kesimlerden gelmiş insanlar, savaş psikolojisi veya “fırsatları” içinde hep ilkeli, hep doğru davranıyorlar mı? Diyelim ki davranmak için ellerinden geleni yapıyorlar, hiç mi hata olmuyor? Collateral damage’sız, “istenmeyen hasar”sız, “sivil zaiyat”sız savaş mümkün mü? (Gözlem 1: Büyük çatışmalar daima sivillere zarar verir.) Nazilerin ve onların liberal ardıllarının kendi kat kat büyük suçlarını gizlemek için bu karta abarta abarta oynadıkları açık ama hiçbir Sovyet askerinin hiçbir Alman kadınına tecavüz etmediğini söyleyebilir miyiz? İsrail binlerce sivili öldürdü, buna karşılık Birleşmiş Milletler rakamlarına göre Filistinlilerin neden olduğu sivil ölüm sayısı bunun %5’inden az; tamam ama Filistin tarafının -hele de İsrail’in tarihsel katkısıyla gerici Hamas’ın hegemonyasını kurduğu bir zamanda- hiç savaş suçu işlemediğini düşünebilir miyiz? Bu durumda Hitler’e veya Netenyahu’ya karşı savaşmamak, büyük kötülüğe karşı yalnızca pasif kalmak, direnmemek, kaderine razı olmak en iyisi değil mi?

Burayı geçmiştik (hatırlayınız: Önerme 2). Zulme, haksızlığa, şiddete karşı direnmek bir tercih meselesi değil. Bireysel tercihler mümkündür tabii; tek tek insanlar pasifizmi, tevekkülü seçebilir ama toplumsal olarak böyle bir şey asla olmayacaktır. Dini, felsefesi, kast sistemi, her şeyi bu kabulleniş üzerine kurulu Hindistan’da bile olmamıştır. Toplumlar, direnirler. Etki-tepki meselesi, hayatta kalma meselesi… İsrail Filistin’i işgal ettiyse, işgalini sürekli genişletiyorsa, eline silah verdiği para-militer çeteler Filistinlileri evlerinden zorla çıkartıp yerine yerleşiyorsa, abluka sonucu koca bir ülke metaforik olarak değil pratik olarak açık hava hapishanesine dönmüşse, her yıl yüzlerce sivil infaz ediliyor, çocukları öldürülüyorsa Filistinliler direneceklerdir. Direndiler, direniyorlar, direnecekler. Bazen yenilirler, bazen ezilirler, kollarını kıpırdatamaz hale gelirler ama hepsi yok olmadığı sürece eninde sonunda yapay ve geçici dengeler bozulur, karşı-tepki ortaya çıkar. Bu insani, vicdani, siyasi, tarihsel, toplumsal bir tepki olmadan önce “doğal” bir tepkidir. Rüzgâr ekildiyse fırtına biter. Bitti!

Bu durumda -hadi bu sorunlu, sorgulanmamış, metafizik terimi bir kısaltma, bir steno olarak kullanmaya devam edelim- kötülüğün mutlak iktidarına mahkûm muyuz? Dünyada çok uzun süredir kötülük hâkim, ona karşı direnmek de yeni kötülükler doğurup toplam kötülük hacmini artırıyor, direnmemek zaten doğa kanunları gereği mümkün değil. Nasıl yaşayacağız bu ekseni batası dünyada?

Soru zor ama somut. Cevabı da açık: Haksız şiddeti ve onu ortaya çıkaran tüm koşulları, adlı adınca söylersek kapitalizmi, emperyalizmi, faşizmi ve nihayetinde sınıflı toplumu, tüm maddi ve ideolojik kurumlarıyla birlikte şiddet yoluyla ortadan kaldırarak (Önerme 3: Şiddet nihai olarak ancak komünizmle ortadan kalkar.)

Büyük komünist Lenin, “Gençlik Birliğinin Görevleri” yazısında “Bizim ahlakımız bütünüyle proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir. Ahlakımız proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarından kaynaklanır,” diyordu. Brecht, bu makaleden esinlenen Önlem oyununda “İster pisliğe bat, ister kasaplarla kucaklaş, ama dünyayı değiştir buna ihtiyacı var!” demişti. Corç Habaş 1970’de rehin aldığı turistlere “Bizim ahlak yasamız devrimdir” diye konuştu. Bunlar, devrim uğruna her tür suçu işlemenin mübah olduğu, devrimin neylerse güzel eylediği, devrimcilerin hiçbir ahlaki sorumluluğu olmadığı anlamına geliyorsa banal bir “Amaç aracı haklı çıkarır”cılıktan başka bir şey değildir ama herhalde bunu bu kadar “süslü” söylemeye gerek de yoktur. Hayır, bayat ve vülger bir Makyavelcilik’le karşı karşıya değiliz. Komünist ahlak teorisi, en haklı mücadelelerde bile yanlışların mutlaka olacağının kabulü, ama bu yanlışları en aza indirmeye yönelik çelik bir iradenin gerekliliği, bir yandan da iki yüzlü, tutarsız, sınıf düşmanı burjuva ahlakının ve propagandasının kölesi olmanın reddinden müteşekkildir. Katil emperyalistlerden alacak ahlak dersimiz yok, bizim ahlakımız onlarınkinden kat kat üstün, bu yüzden de ilkelerine ölümüne sahip çıkan tek sınıf biziz. Gerçekten ölümüne… Planlandığından geç çıkan emperyalist subayların ailesinin tırnağına zarar gelmesin diye kendi koyduğu bombanın üstüne kapaklanan gerillalar geçti bu göğün altından. Gerilla ethosu, komünistlerin dünyaya lütfu değildir, var oluşları bu ethos sayesindedir. Lenin’in bahsettiği “sınıf mücadelesinin çıkarları” bu ethosun yaşatılmasına bağlıdır çünkü. (İlke 2: Devrimcinin ahlakı devrimdir ve devrime zarar vermemek için ilkelerine sonuna dek sadık kalmalıdır.)

Bu, devrim katarına bağlanan her vagonun arızasız olduğu anlamına gelmez, bizim ezilenlerin mücadelesinin her momentine bu bilinçle bakmamız gerektiği anlamına gelir. Aksa Tufanı’yla ilgili Filistin aleyhine çıkan haberlerin %90’ının yalan, %9’unun yanlı olduğu kuşku götürmez. Fakat (yukarıdaki Gözlem 1) gereği Filistin tarafının hiçbir suç işlemediğini iddia etmek anlamlı değil. Hiçbir devrimci, hiçbir İsrailli sivilin zarar görmesini onaylayamaz, bu zararları minimuma indirmek üzere gerekli örgütlenmeyi yapmayanları eleştirir. Öte yandan haklı bir direnişi de hatalarından dolayı desteklemekten vazgeçmez. Çünkü büyük kötülükle küçük kötülük arasında ayrımı yapacak gözleri vardır. Sınıf mücadelesi çok farklı cephelerde ve çok farklı öznelerce yürütülen bir mücadeleler çoğulluğudur, bu çoğulluk öyle bir hacme ulaşabilir ki gerici unsurlar da ezilen ulusun bir parçası olarak ya da kendi kötücül gündemleriyle bu hacme katılabilir (Japon işgaline karşı Çinli milliyetçiler, Nazilere karşı Hıristiyan burjuvalar, İsrail’e karşı Hamas bunlara örnektir). Biz bu mücadelelerde tek tek özneleri değil ama bir bütün olarak ezilen sınıfları ve halkları destekleriz (İlke 3: Devrimciler haklı mücadelelerin yanında durur.)

Filistin sınıf mücadelelerinin bir cephesidir. Emperyalist dünyada baş düşman emperyalizmdir. Emperyalizm, kapitalist sistemin bir aşamasıdır ve özellikle sömürge ülkelerde sık sık faşist yönetim biçimlerine başvurur. Bu yüzden Kudüs’te grev yapan Yahudi işçiler de Gazze’de kuşatmaya karşı savaşan Müslümanlar da biri kapitalizme, diğeri emperyalizme karşı mücadele verdiği için büyük sınıf mücadelesi anakarasının kıyılarıdır. Filistin’de tek mücadele eden Hamas değildir, Marksistlerin de dahil olduğu bir komuta merkezinin olduğunu biliyoruz fakat Hamas gericiliği ve olasılıkla başka gerici odaklar da bu sürecin içindeler ve ideolojileri gereği savaş suçlarına en açık olanlar da bunlar. Sınıf mücadeleleri çoğulluğu içine yanlış kişiler de dahil olur. Karısını döven işçi greve katılabilir, şeriat isteyenler Filistin’in kurtuluşu için savaşabilir, Kürt burjuvalar Yurtsever harekete destek verebilir sonra dönüp İsrail yanlılığı yapabilir. Bu unsurlar kendi gerici çamurlarını mücadeleye şu veya bu ölçüde bulaştırırlar ve bazı durumlarda hegemonyayı bile ele geçirebilirler. Biz hegemonyayı sınıf siyasetine geri kazanmak, bu çamuru temizlemek için elimizden geleni yaparız ama elimizi çamura bulaştırmamak için de hiçbir haklı mücadeleyi yalnız bırakmayız. Ne Filistin halkından ne Kürt halkından uzak dururuz; ne bilinçsiz işçiye ne dinin esiri edilmiş mülteciye ne halin varsa gör deriz.

Çamura dokunmadan çamuru temizleyemezsin. “İster pisliğe bat, ister kasaplarla kucaklaş” diyen Brecht soruyordu: “Hangi ilaç ölmek üzere olan insana tatsız gelir?” Her gün ama her gün ölen Gazzelilere direnişin içindeki Hamas’lılar “tatsız” gelebilir mi sizce? Aydınlıkçılar veya MHP’liler arz-ı endam ettiklerinde Gezi direnişi meşruiyetini yitirdi mi? Kürt hareketi adına hareket ettiklerini iddia eden bazı unsurlar sivil halkı hedefleyen kanlı eylemler yaptı diye ayağına lastik bağlanıp yakılan Kürt çocuğunun, Rojava’da başına bomba atılan Kürt ailenin, dili ve kültürü baskı altındaki bütün bir Kürt halkının acıları defterden silindi mi? Mültecilerin arasında şeriatçı katiller de sınırlardan içeri girdi diye Suriyeli çocuğun çıplak ayağına diken mi batsın?

Yukarıda tartışa tartışa ulaştığımız tüm önerme, ilke ve gözlemleri bir araya getirince şu özete varıyoruz: Yeryüzündeki şiddet düzeni şiddetsiz ortadan kalkmaz. Kişisel ve etik nedenlerle şiddet orucu yapmaya karar versek bile zulüm, dünyanın her yerinde zorunlu olarak direnişi ve direnişin haklı şiddetini doğurur. Haksız şiddetin nihai olarak ortadan kalkması ancak komünizmle mümkündür. Bu hedef için büyük bir mücadele gerekir. Biz mücadele etmesek bile egemen şiddet düzeni kendi çıkarları için her an savaşlara başvurmaktadır ve ister devrimci niyetlerle gerçekleşsin ister dar çıkarlar için, büyük çatışmalarda zarar gören sıradan insanlar ne yazık ki hep olmuştur. Devrimciler bu mazerete sığınarak haklı mücadelelerin yanında durmaktan ve şiddetin asıl zemini olan emperyalist düzene vurmaktan geri kalamazlar. Ancak devrimciler, mücadelelerini insan onuruna saygılı, gereksiz şiddeti önleyecek biçimde örgütlemelidirler. Çünkü devrimcinin ahlakı devrimdir ve devrime zarar vermemek için ilkelerine sonuna dek sadık kalmalıdır.

Hâlâ önemli bir sorumuz var: Devrimcilerin, verdikleri haklı mücadelede ilkelerine ve ahlaklarına sadık kalacaklarını nasıl garanti edebiliriz? Bu durumda insanlığı kendine devrimci diyen öznelerin insafına bırakmış olmuyor muyuz? Öyle ya, devrimciler hatadan münezzeh evliyalar, azizler değildir ve öyle olsalar bile, daha az önce büyük mücadelelerin temizliğine çamur bulaştıracak unsurların var olabileceğini kabul ettik.

Yeryüzü şu anda insan nüfusunun en aşağılık, en acımasız, en gözü doymaz, en saldırgan azınlığının insafına kalmış durumda. Kârdan ve iktidardan başka hiçbir değer tanımayan bu azınlığa emperyalist burjuvazi diyoruz ve ideolojik indoktrinasyon, para veya cebirle hizmetlerine soktukları toplum kesimleriyle birlikte sayıları hiç de az değil. Bu azınlık, hizmetindeki yoksul insanları da kullanarak yarı aç yarı tok milyarları çalıştırıp artı emeklerine el koyuyor; ülkeleri birbiriyle savaşa sokuyor; çarklarına çomak sokan insanları, toplumları ve ülkeleri kana ve ateşe boğuyor; çocuk, kadın, yaşlı demeden öldürmekten çekinmiyor; bebekleri açlıktan ve ilaçsızlıktan öldürmekte tereddüt etmiyor; rüşveti, tehdidi, tecavüzü, işkenceyi gündelik iş akışlarının parçası olarak kullanıyor. Tüm bu manzara karşısında pervasızca ve cüretle haykırabiliriz ki, bu şiddet düzenine karşı kendileri adına hiçbir çıkar beklentisi olmaksızın; tersine ölümü, işkenceyi, sürgünü, hapsi göze alarak; tutarlı ve anlamlı bir programla karşı çıkan tek bir kesim var: Komünistler.

Bugün komünistler ve dostları dünya nüfusunun bütününün gerçek çıkarlarının tek temsilcisi durumunda ama bu nüfusun oldukça küçük bir kısmını teşkil ediyorlar. Bu yüzden de -onları aydın bir azınlık sanma gafletine düşmeden- şu genellemeleri yapabiliriz herhalde: Komünistlerin içinde işçi olmayan birçok insan var; çoğunun değil ama birçoğunun bu düzen içinde görece bir refahla yaşamaya yetecek kültürel, insani ve parasal sermayesi mevcut ama yoksulların yoksulluğuna ve emekçilerin sömürülmesine karşı duruyorlar. Kendi boylarına bakmadan, tarihinin en büyük savaş makinesine savaş açmışlar. Mülteciler bir ülkeye aktıklarında onların da ekmeğini bölüyor, onların da işini alıyor ama onlar mültecilerin ekmek yeme ve çalışma hakkını savunuyorlar. Emekçi nüfusun büyük çoğunluğu -şimdilik- onları yabancı, hatta düşman belliyor; onları ihbar ediyor, fırsat bulursa dövüyor, asker olup polis olup üzerlerine kurşun yağdırıyor, gardiyan olup hapiste tutuyor ama onların aklına bir an bile emekçilerin kurtuluşu hedefinden vazgeçmek gelmiyor. Bunun karşılığında gözlerinde bir ışıltıdan başka hiçbir şey istemiyorlar. Ne bu dünyada para, ünvan, mevki bekliyorlar ne öbür dünyada cennet.

Ya iktidar?

Doğru bak, onu istiyorlar. Ama kendileri için değil emekçi sınıflar için.

İktidar olduklarında hiç mi bireysel çıkar elde etmeyecekler? İnsanoğlu ve kızı çiğ süt emmiştir, bugün iyidir yarın kötü, daha önce yozlaşan hiç mi sosyalist yok?

Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Bu dünyada yaklaşık yarım yüzyıldır onların istediği tek bir kalıcı iktidar değişikliği gerçekleşmedi, öncekiler de yıkıldı. Bu konuda kehanetler pek tutmaz ama yakın bir gelecekte iktidara geleceklerine dair hiçbir işaret de yok. Deli mi bunlar?

Belki de delidirler? Dünyayı görmek için bedenlerinin orta kısmındaki deliklerden başka bir şeyi olmayan liberaller onları meczup, çılgın, psikopatolojik Don Kişot’lar olarak sunmayı seviyor. Haklı olamazlar mı?

Egemen sınıfların kendi verilerine göre bile bu dünyada ekmeğin çoğunu insanların azı yiyor; insanların çoğuysa azıcık ekmekle zar zor yaşamaya çalışıyor. Onları da kendi haline bırakmıyorlar, üstlerine bombalar yağdırıyorlar, çocuklarını köleleştiriyorlar, karşı çıkanı hapse atıyorlar. Bu dünyanın herkese yeteceğini kanıtlayan sayısız bilimsel çalışma var ama biz bilimsel olarak açız, yoksuluz ve çoğuz. Bu düzeni bu haliyle kabul etmek zihinsel bir bozukluk olabilir ama ona karşı çıkmak olamaz.

Büyük kötülüğü yıkacağız. Bu dünya ya bizim olacak ya yok olacak. Bu bir tehdit değil öngörü: Bu dünyanın bu çivisi çıkmış haliyle kendi idame ettirmesi ne olanaklı ne mantıklı ne ahlaklı. Emperyalist kapitalizm bu dünyayı her gün yok oluşun kıyısına götürüp getiriyor, çıkarları öyle gerektirdiğinde hepimizi o kıyıdan aşağı atmalarını engelleyecek hiçbir şey yok. Sosyalizmden başka.

Kaynak: sendika.org