Sarkacı Kırmak- Nabi Kımran (sendika.org)

Sosyalist Barikat’ın Notu: Nabi Kımran’ın Sendika.org’da iki bölüm halinde yayınlanan yeni bir devrimci, demokratik halk hareketi inşa etmek için önemli öneri ve vurguları içeren yazısını tek bir yazı olarak sunuyoruz.

I-

Gezi türünden kendiliğinden bir patlama ya da faşizme karşı (örgütlü) bir isyan; hangi türden olursa olsun hazır olmanın ya da hazırla(n)manın vazgeçilmez koşulu örgütlü halk iradesinin inşasıdır. Bu temelden yoksun bütün hareketler öncekilerin akıbetine uğrayacaktır

“Durum” analizini bir yana bırakıp, durumumuz ve yapılabilecekler üzerine tartışmak daha isabetli olacaktır.

Verili güçler ilişkisinde iki seçenek öne çıkıyor: 1) bugüne kadarki tüm tecrübeleri aşan dinci faşist bir karanlığa yuvarlanmak ya da 2) mevcut iktidarın birtakım şiddetli sarsıntıların sonunda tasfiyesinin ardından gelecek kısmi reformlarla müesses nizamın korunması.

Üçüncü seçenek emek, özgürlük ve sosyalizm güçlerinin beceri ve savaşkanlığına bağlı olarak gündemleşecek ya da üstteki iki seçenekten birine talim edeceğiz.

Türkiye’de son altmış yılın siyasi tecrübesi, iki “seçenek” arasında salınan bir sarkacı andırıyor. Menderes’in son yıllarındaki despotizm, 27 Mayıs 1960 darbe sarsıntısıyla ve ardından gelen -iyi tanımlanmamış özgürlük talebini yatıştıracak- kısmi demokratik tadilatlarla “aşıldı”.

12 Eylül cunta idaresi, direnişlerin yanı sıra, toplumsal planda yaygınlaşan özgürlük talebini absorbe eden 1991 Özal affı ve “konuşan Türkiye” vaat eden Demirel-İnönü koalisyonuyla “aşıldı”.

1990’lı yılların kokuşmuş mafyöz iktidarları, oluşan tepkiyi oy desteğine çevirmeyi başaran 2002 AKP iktidarıyla “aşıldı”.

Türkiye’nin siyasi sarkacının dinamiği gösteriyor ki, kokuşmayı temsil eden mevcut iktidarlara duyulan tepkiyi ve özgürlük özlemini yedekleyen/istismar eden muhtelif düzen aktörlerinin “kurtarıcı” olarak gelmesini, halkın ağzına bir parmak bal çalınması ve ardından zehir üreten sistemik yapının restorasyonu izliyor.

Bu kısır döngünün dışına tüm düzen aktörlerinden bağımsız siyasi bir halk iradesinin inşası ile çıkılabilir ancak; bu irade hükmünü geçiremediği sürece sosyalist hareketin çabaları etkisiz, halkın özgürlük özlemi ise şu veya bu düzen aktörünün yedeği olmaktan kurtulamayacaktır.

Kavranacak halkanın ne olduğu gayet açıktır.

Kürt hareketi dışta tutulursa, sosyalist sol son kırk yıldır, zaman zaman yakaladığı imkânların dışında örgütlü halk iradesinin ifadesi olmaktan uzaklaştı. Halihazırdaki “sıkışık anda” ha deyince çözülebilecek bir sorun değil bu. Onlarca yıllık edilgenlik, denize düşüp yılana sarılmalar, solun bir seçenek olarak belirememesi vb. işimizi daha da zorlaştırıyor. Bağımsız halk iradesinin salt parlamenter alanda tecelli edemeyeceği de 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana açık hale gelmiş olmalı. HDP, Kürt illerinde son 35 yılda zaten oluşmuş bir halk iradesi temeli üzerinde yükselmesine rağmen, eşitsiz güç ilişkileri koşullarında bunun bile yetmeyeceği durumlar olduğu görüldü. Batı cephesine gelince, bu taraftan alınan iki milyon civarı oyun ciddi bir örgütlülük üzerinde yükselmediği zaten açıktı. Halk örgütlülüğü temelinden yoksunsanız, bırakalım diktatörlüğün kapsamlı saldırılarını bir özgürlük hamlesiyle karşılayabilmeyi, parlamenter alanı, yani oylarınızın sonuçlarını dahi korumanız mümkün değildir.

İster fiziki güçlerle politik savaşım yürütmeyi hedefleyin, isterseniz gerçek örgütlü gücünüzün tezahürlerinden biri olan parlamenter alanı savunmayı düşünün; bütün yolların çıktığı kavşak aynıdır: Örgütlü halk iradesi. Bundan yoksunsanız kazanımlarınız, ilk dalganın silip süpüreceği kuma yazılı yazılardır.

Bağımsız ve istikrarlı bir halk iradesi/örgütlülüğünden yoksunluk, Türkiye’de toplumsal hareketlerin ani kasılma/patlama-gevşemeler biçiminde ortaya çıkmasına yol açıyor. 1989-91 işçi hareketleri, 1995 Gazi başkaldırısı, 1996 Susurluk protestoları, 2001 esnaf eylemleri, 2013 Gezi İsyanı farklı dinamikler üzerinde yükselseler de istikrarlı bir örgütlülükten yoksunluğun ifadesi olan patlama-gevşeme döngüsünün örnekleridir. Öte yandan tüm bu yıllar boyunca sosyalist hareketlerimiz ağır bedeller pahasına kesintisiz faaliyet yürütmelerine rağmen söz konusu patlama dinamikleriyle sağlam bağlar kuramadılar.

Halk hareketlerinin kriziyle sosyalist hareketin krizi madalyonun iki yüzüdür aslında. Ve bu çifte sorun, “eylemli halk hareketi dinamiği içinde sosyalist öncülüğün inşası” ekseninde çözülmediği sürece, halk katından gelen tüm özgürlük arayışları ağıza çalınan bal karşılığı şu veya bu burjuva kliğin siyasi yedeği olmaktan kurtulamıyor; sosyalist hareketin krizi ise berdevam.

Yıllar içinde ilmek ilmek örülen taban örgütlülükleriyle, politik ve örgütsel kabiliyetle yol alınabilirdi elbette ama olmadıysa ahlanıp vahlanmaya gerek yok.

Şimdi, şu anda ne yapabiliriz, asıl soru budur.

Olağan zamanlarda halk durgun bir deniz gibidir, nice rüzgârsız yelkenli salınır durur üstünde. (Elbette bu devrimin köstebeğinin tatile çıkacağı anlamına gelmez.) Fakat şartlar olgunlaşıp deniz dalgalanmaya başladığında işler değişir, birkaç günde on yıllara bedel gelişmeler yaşanabilir; 2013 Mayıs’ının ilk haftasında hiç kimse, ay sonunda olacakları kestiremezdi herhalde. Türkiye böyle bir eşikte değilse eğer, hızla oraya yaklaşıyor.

Kalabalıklar ve meclisler…

Lenin, “Politikada sübjektivizm tehlikeli bir şeydir” diyor. Yani niyetlerinizi gerçekliğin yerine geçiremezsiniz ya da gerçekliği niyetlerinize göre eğip bükemezsiniz. Mevcut durumda olması gerekenle olan arasında muazzam bir açı farkı olduğu açıktır. Ve bu uçurum niyetlerle doldurulamaz. Kaldı ki niyet edenleri “niyetsizlerden” ayıran eylemli bir duruş farkı da yok ortalıkta; fark lafzidir ve giderek bir samimiyet krizine dönüşmeye yüz tutmaktadır. Hiçbir tutarlı iddia, yap(a)madıklarını dışındaki değişkenlere, yani “başkalarının yapmamasına” bağlamaz; yapar ya da söylemini yapabildiklerine uyarlar.

Öte yandan “aşırı gerçekçilik” en az sübjektivizm kadar tehlikelidir, duruma teslimiyet dışında bir şey üretmez. “Gerçeklik”, güç ilişkilerini hesaba katarak, uygun yol yöntemler bularak statükoyu bozmak, yıkmak, yeni yollar açmak için ele alınır; gölgesinde kış uykusuna yatmak için değil.

Sadede gelelim.

Kokuşmuş bir rejimle yüz yüzeyiz ve fakat rejimin elinde bu haliyle dahi aşırı bir güç temerküzü vardır. Ezilenler katına hitap eden herhangi bir politik-taktik önerme, halkın güçlerini derleyip toparlarken, karşısındaki yıkıcı gücü “boşa düşürecek” bir hattı gözetmek zorundadır. Bugünkü tabloda bunun tek bir yanıtı var: Kalabalıklar, kalabalıklar ve yine kalabalıklar. Gezi türünden kendiliğinden bir patlama ya da faşizme karşı (örgütlü) bir isyan; hangi türden olursa olsun hazır olmanın ya da hazırla(n)manın vazgeçilmez koşulu örgütlü halk iradesinin inşasıdır. Bu temelden yoksun bütün hareketler öncekilerin akıbetine uğrayacaktır.

Bugün işçi sınıfı ve ezilenlerin neresine dokunsanız bin ah işitiyorsunuz; zaten “ah”ların bir kısmı da parça bölük eylemli olarak sesini yükseltiyor. Sorun eylemli bölüklerden başlayarak tüm “ah”ları derli toplu, örgütlü, birleşik bir harekete dönüştürmeye yoğunlaşmada düğümleniyor. Sorun dar, düz, rutin örgüt faaliyeti olarak “emekçileri örgüte kazanma” sorunu değil, talep ve özlemleri ekseninde işçi sınıfı ve ezilenlerin öz örgütlülüklerini yaratmak sorunudur. “Örgütün örgütlenmesi” ya da öncülüğün tesisi tam da halk kitleleriyle hemhal olan böylesi bir deneyim içinde canlı bir gerçekliğe dönüşebilir. Yani ezilenlerin örgütlenmesi sürecinde kendini var eden, öncülük hakkını hayattaki etkilerine ve emekçilerin rızasına dayandıran bir diyalektik, önümüzdeki Gordiyon Düğümü’nü çözmeye aday olabilir.

Salt verili durumu değil, tarihsel tecrübeleri de gözeterek söyleyebiliriz ki; meclis tipi işçi, emekçi, ezilenler örgütlenmesine yoğunlaşmak günün kavranacak halkasıdır. Rusya’da birkaç kentte süren grevleri merkezileştirme ihtiyacından doğan sovyet örgütlenmelerinin, bünyesindeki devrimci yapıların da etkisiyle önce ayaklanma, daha sonra da iktidar organlarına dönüşmesi örneği çarpıcıdır ve iyi incelenmelidir; bugün sübjektivizm olarak görünen mücadele-örgüt biçimlerinin, esaslı bir halk temeline dayanarak uygulanma imkan ve menziline girmesi de buna bağlıdır.

Tarihin hangi döneminde, nerede ve hangi biçimde ortaya çıkarsa çıkarsa çıksın meclis tipi örgütlenmenin özü komünal-sovyetiktir; bu tip yapıların gerek inşası gerekse doğru çizgiye kazanılması dinamiğine dayanmayan çırçıplak bir “öncülüğün” başarı şansı yoktur.

Sarkacı kırmak (2)

II –

Komünistler için öğrenmek, kelimenin geniş anlamıyla dünyaya açık olmak, envai çeşit deneyim-birikimi kendi dünya görüşlerinin sistematiğiyle işleyerek teori ve eylemlerini güçlendirmek yönelimiyle bağlıdır. Bizde verili geleneksel kaynaklardan kafasını kaldırıp “dışarılara” bakanlar pek hoş karşılanmaz, “Çapanoğlu” aranır bu işlerin altında. Eleştirel devrimci bir dünya görüşü olan Marksizm’in ruhuna kökünden yabancı olan bir tür “Marksizm sofuluğu” epeyce itibar görür de; bu “ufacık aşım kaygısız başım” dar kafalılığının, doktrini ya da “dükkanı” koruma adına dünyayı değiştirme işinden feragat etme anlamına gelip gelmediği üzerine pek düşünülmez.

Halbuki Komünist Hareketin tarihinde çığır açan yenilik ve birikimler, rotayı yitirmeden bilinmeyen sulara yelken açanlar sayesinde mümkün oldu. II. Enternasyonal Marksizm’ine göre Avrupa dışındaki dünya bilinmeyen, yabancı, hatta hesap dışı bir alemdi; Lenin tam da bu bilinmeyen sulara yelken açarak 20. yüzyıl devrim ve sosyalizmlerinin kapısını açtı. Cüretkâr devrimci öncülerden biri de Gramsci’dir. “Makyavelizm” ile damgalanma endişesine aldırmadan, burjuva politika “sanatının” bu büyük ustasını inceledi. Makyavelli’nin “Prens” kavramı/metaforunu irdeleyerek, komünist parti ve liderliğin yetkinleştirilmesi için çok önemli sonuçlar çıkardı. “Ne derler” endişesine metelik vermedi çünkü, Makyavelli’yi bir Makyavelist olarak değil, komünist olarak ele aldı. (bkz. Hapishane Defterleri / Gramsci)

Bu -mecburi- girizgahın ardından konuya girelim.

Türkiye, yüz yıllık çalkantılı bir tarihin ardından yeni bir kırılma noktasının eşiğinde. “Kırılma” deyip geçtiğimiz şeyin nasıl acılı ve sarsıcı bir süreç olduğunu anlamak isteyen herkes 1913-23 aralığını incelemelidir. Ki o süreç, bugünkü krize özgürlük ve sosyalizm perspektifinden çözüm arayışları bağlamında da öğretici derslerle yüklüdür. Bir tür “Türk Makyavelizmi” kabul edilebilecek olan Kemalizm’in savaş dönemi tecrübelerinin, bugünün ihtiyaçları bağlamında komünist görüş açısıyla irdelenmesinin önünde engel yoktur.

M.Kemal, son derece yetenekli bir burjuva liderdir. 1919-23 aralığının fırtınalı ortamında, bir dizi savaşlar-iç savaşlar sürecinin sonunda iktidara gelmeyi başarmıştır. Savaşta yenilmiş, yıkıma uğramış bir ülkede, ümitsiz bir manzaranın ortasında ısrarla takip ettiği bir iktidar stratejisini uygulama iradesi göstermiş, sınırlı güçlerini büyütmeyi başarmış, toplumsal meşruiyet yaratacak araçlar önermiş, farklı mücadele ve örgütlenme biçimlerini senkronize edebilmiş, değişken ittifaklar kurmuş ve nihayet Türk burjuvazisini iktidara taşımıştır: Burjuva-bürokratik iktidar aygıtı olan TC devleti bu savaşımların sonunda kuruldu.

Sürecin kilit halkası olan kongrelere (Erzurum, Sivas, Balıkesir, Alaşehir) lise tarih dersinin sıkıcılığı içinde değil de gerçek tarihteki rolleri açısından bakarsak, oradaki parlak liderlik kabiliyetini görebiliriz.

Kongreler; 1) İttihat Terakki kalıntısı Karakol Cemiyetinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde örgütlenen ve birbirleriyle rekabet halinde olan, savaş kaybedip ülkeyi batırmış son derece itibarsız kadroların, yeniden önderliğine soyundukları mücadeleyi toplumsal bir meşruiyet temeline oturtmuş, halk desteğinin (ya da halkın “desteğe zorlanmasının”) yolunu açmış, 2) İstanbul’a karşı hızla ikili iktidar organlarına dönüşmüş, 3) İttihatçı kadroları hem “örtmüş” hem de bu örtünün altında (ya da sayesinde) hareketin liderliğine taşımıştır.

Kemalistlerin örgütlediği kongreler ayan-eşraf takımına dayanıyordu, alt sınıfların temsili yoktu vs., bunlar doğru ve ayrı konu; “kongreler” son derece yaratıcı örgütsel-politik araçlardır. Ve M. Kemal’in yanı başındaki sovyet tecrübesini kendi burjuva amaçları bakımından ele almış olabileceği de yabana atılamaz.

Kemalistler sosyalist sovyet tecrübesinden kendi burjuva kongreleri/amaçları için yararlandılarsa; biz de onların üst tabaka kongreleri tecrübelerinden işçi, emekçi, ezilenler kongreleri/meclisleri doğrultusunda neden yararlanmayalım?

Kongre ve öncülük meselesini bina ve kolonlarına benzetebiliriz; kolonsuz binalar daha ikinci katı çıkılmadan çöker, salt kolonlardan ibaret bina ise hiçbir işe yaramaz, ağaç kovuğu kadar olsun korunak sağlamaz: Biri olmadan diğeri olamaz. Kolonlarıyla, diğer yapı malzemeleriyle sağlam binalar apaçık belli olur. Hiçbir binada kolonlar “ben buradayım” diye bağırmaz; fakat yapının içine “gömülü” kolonlar sayesinde binaların ayakta durduğunu da herkes bilir.

Halk kendi kaderine el koyamaz mı?

Tarihin yeni bir kırılma kavşağında, bugünün Türkiye’sinde kavranacak halka, tüm burjuva politik aktörlerden bağımsız, özgürlükçü bir halk iradesinin inşasıdır. Bu iradenin örgüt biçimlerini, şiarlarını, inşa yol-yöntemlerini, gelecekte nereye yöneltilmesi gereğini vb. gözeten bir öncü kavrayış bu işe soyunabilir ancak. Örneğin, bölge bölge toplanacak demokrasi ve özgürlük kongrelerinde kabul edilen talepler manzumesi ve seçilen halk meclisleri, ısrarlı bir çabayla yavaş yavaş zemin tutmaya başlayabilir. Sağdan soldan medet ummaktan, dayatılan gündemlerin peşinden sürüklenmekten kurtulup, halkın kendi gündemini kendi öz örgütlülükleri üzerinden “dayatmaya” başlamasına geçilmeden ne bağımsız bir halk hareketinden ne de devrimci öncülükten söz edilebilir. Eldeki araç, form ve politika tarzlarının, sosyalist ve özgürlükçü güçleri rutinin kısıtlı alanına hapsettiği, buradan yol alınamadığı açık. O halde halkın inisiyatif ve iradesini açığa çıkaracak kongre-meclis-talepler manzumesi türünden yollar aramak; ve bu işe önayak olan sosyalistlerin mümkün ve muhtemel halk hareketinin içinde konumlanmaları neden denenmesin? Kazandıracakları şüpheli görünüyorsa şöyle soralım: Ne kaybederiz?

Günübirlik mücadelelerin ötesinde, sosyalist ve özgürlükçü güçler böylesi bir iddia ve iradeye sahip midir? CHP despotizmine karşı halkın desteğini istismar etmek için DP gericiliğinin 1950’de attığı “Yeter! Söz Milletin!” şiarının bugünkü özgürlükçü, halkçı ve sosyalist karşılığı olan, “Yeter! Halk kaderine el koyuyor!” şiarıyla Türkiye ve Kürdistan’ın her yerinde “Demokrasi ve Özgürlük Kongreleri”nin örgütlenmesine girişilemez mi?

Saray rejimini devirmekten çok, aşağıdan gelebilecek halk hareketlerini şimdiden söndürmekle meşgul bir “muhalefet” varken, CHP’den yakınmak yerine, tam da siyasal alandaki büyük boşluğu özgürlükçü-devrimci bir seçenekle doldurma imkânı neden denenmesin? “CHP’yi sola çekmeyi dert edinenler” bile buraya yoğunlaşmalıdır; çünkü halk sola kaymadan “CHP solculaşmaz”: Bkz. son altmış yıllık siyasi tarih.

Ezcümle halk kan ağlıyorken, “bunun zemini var mı yok mu” tartışmalarına boğulmak anlamsızdır. Zemin vardır da niyet ve yetenek var mıdır; tartışılacaksa bu tartışılsın.

Bu tip oluşumlar son derece esnek biçimler altında, siyasi ayrımların ötesinde işçi, emekçi ve ezilenlerin talepleri temelinde birleşmesini, halkın temsil organlarının örgütsel biçiminin açığa çıkarılmasını sağlayabilir. Sosyalistler, demokratlar, anti-faşist güçler çiğ bir “önderlik” rekabetine tutuşmak yerine, el birliğiyle kongreler-meclisler inşasına girişebilirlerse bu işi başarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Önderliğin şahikası da budur; bayrak sallama, yanındaki gruba üstün gelme yarışı vs. değil.

Bu tip kongre-meclislerin yaygınlaşması; 1) parçalı ve dağınık mücadelelerin birleşik bir mücadele örgütüne, 2) ısrarla izi sürülecek talepler manzumesine, 3) kadın dayanışma ağlarının ve Boğaziçi direnişinin gösterdiği üzere, farklı mücadele öbeklerini ezdirmeksizin toparlarken, rejimin militarist aygıtlarının yıkıcı gücünün “kullanılmasını” -şimdilik- boşa düşüren bir meşruiyet temeline, 4) halkın kendi mücadele tecrübeleriyle yaşadığı öğrenme süreçlerinin sağladığı birikim ve özgüvenle, faşizmle savaşımın kaçınılmaz gereği olan sert mücadele-örgüt biçimlerine geçişe; ezcümle halklarımızın faşizmle kıran kırana mücadeleye girişebilmesine yol açacaktır. Kelimenin gerçek ve mecazi anlamında “top güllelerine” dayanıklı bina-kolon diyalektiği; halkı nesne olmaktan kurtarıp özneleşmesini sağlayan örgütsel-siyasal tecrübeler içinde işçi ve ezilenlerle kaynaşmayı başaran devrimci öncü/yapıların da bileşik yeniden-inşası sayesinde mümkün olacaktır.

Böylesi bir dönemsel stratejik plan dolayımlar, esneklik, yaratıcılık, irade, farklı mücadele ve örgüt biçimlerinin senkronizasyonu, bir aşamadan diğerine ustalıklı geçişler; fırsatlardan faydalanma ya da gereksiz tehlikelerden kaçınmayı gözeten, nerede duracağını nerede vuracağını bilen bir politik liderlik kabiliyetini gerektirir.

Başarabilecek miyiz?

Yoksa olayların akışı içinde hazan yaprağı gibi sürüklenip gidecek miyiz?

Çok geç olmayan bir tarihte bu soruların yanıtını alacağız.

Kaynak:sendika.org