Geçiş Süreçleri – I -II-III – Nabi Kımran (sendika.org)

Sosyalist Barikat’ın Notu: Devrimci yazar Nabi Kımran’ın Türkiye’de 1960’dan günümüze değin yaşanan toplumsal geçiş süreçlerini incelediği ve sendika.org’da üç bölüm halinde yayınlanan yazısını başlıkları koruyarak toplu biçimde yayınlıyoruz.

Geçiş süreçleri – I: (1960-1980)

Toplumsal dayanakları olan emek-özgürlük eksenli talepler; güç, derinlik ve sağlamlıklarına bağlı olarak -şekilsiz ve örgütsüz olsalar da-, burjuva iktidar değişimi süreçlerinin (dahi) kayıtsız kalamayacakları olgular kapsamındadır

Cumhuriyet tarihinin en ağır çoklu-krizinin içindeyiz. “Türkiye yönetilmez, idare edilir” diyen Süleyman Demirel, örtük olarak krizler silsilesine de işaret eder aslında. Yakın tarihin kriz-geçiş süreci-“çözüm” dinamiklerine kuşbakışı göz atmak, gündelik olanın boğuntusundan sıyrılma imkânının yanı sıra, verili durumu tarihsel derinlik/bağlam üzerinden okuma penceresi de açabilir. Esaslı incelemelere konu olması gereken böylesine kapsamlı bir temayı, bir gazete makalesinin izin verdiği ölçülerde ele alabiliriz; yani kabataslak ve belirli yönleri öne çıkararak.

Menderes eşiğinden 1980’e

“Yeter, söz milletin!” şiarıyla iktidara gelen Bayar-Menderes ikilisi, demokrasi beklentilerine nazire yaparcasına işe TKP’yi hedefleyen 1951 tevkifatıyla başladı. Komünistlerin yarattığı tehditten çok, “komünizm tehdidi umacısını” köpürterek batı kampının teveccühünü kazanma hamlesi olan bu operasyon, ciddi bir aydın kırımıyla sonuçlandı ve iktidarın anti-komünist karakterini dünya aleme ilan etti. Devamı Kore’ye asker gönderme, NATO’ya kabul, kontrgerillanın -Türkiye’nin “tarihsel birikiminden” de yararlanarak- inşası ve Rum, Ermeni azınlıklara dönük 6-7 Eylül 1955 yağma-katliamıyla geldi. Dış borçlarla tarımda makineleşme, yol yapımında büyük atılım gibi hamleler nispi refah ve değişim umudunu bir süre diri tuttu. İktidarın ideo-kültürel tercihleri ve demagojik demokrasi söylemi, “dinsizlikle” kodlanan CHP döneminin baskılarından kurtulma (ham) hayalini besledi ümmi kitlelerde. Keza aynı yıllarda köyden kente doğru ciddi bir göç dalgası başladı, toplumsal mobilizasyon hızlandı, büyük kentlerde gecekondu bölgeleri ortaya çıktı. Fakat Menderes iktidarının ikinci döneminde taşıma suyla dönen değirmenin suyu kesilmeye başladı. Yoksul sınıflarda huzursuzluk arttı. Ekonomik sıkıntılara eşlik eden baskılar, tabanından tepesine CHP habitatında öfkeyle karşılandı. Keza yüksek öğrenim gençliği, aydınlar ve akademi hareketlendi. İÜ Öğrencisi Turan Emeksiz’in 28 Nisan 1960’ta polis tarafından katledilmesi infiali büyüttü. Nihayetinde bu gidişat 27 Mayıs darbesiyle noktalandı.

Darbenin anti-komünist karakteri, NATO’ya bağlılık beyanıyla işe başlaması, Kürt düşmanlığı, darbeler geleneğini başlatması, MGK’yi kurumsallaştırması bilinen gerçekler, tekrara gerek yok. Fakat darbenin ardından gelen geçiş süreci, darbe öncesi toplumsal basınç ve özlemlerin -ister istemez- izini taşır. 1961 Anayasası, 1959’da CHP kurultayında kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”nden derinden etkilenmiştir. Peki bu beyanname neden etkilenmiştir? Salt CHP kodamanlarının iktidar özleminin ifadesi midir? Evet; fakat bu özlem, CHP çerçevesinde dahi olsa, halkın yakıcı ihtiyaçlarına temas ederek toplumsal desteği arkalayacak bir içerikle formüle edilirse başarıya ulaşabilirdi. Çünkü bilinir ki, darbeyle de iktidara gelse, hiçbir rejim toplumsal meşruiyet/destek meselesini önemsizleştiremez. Ezcümle beyanname ve 1961 Anayasası, gençliğin, akademinin, kamu emekçilerinin, işçilerin, yoksullaşan, kutuplaştırılan ve baskı altına alınan halkın özlemlerini gözardı edemezdi ve edemedi; göreli olarak -memleket şartlarında diyelim- Cumhuriyet tarihinin en özgürlükçü anayasası böyle -ya da bu sayede- doğdu. Fakat cin şişeden çıkmıştı bir kez. 60’lı yıllar boyunca gelişen ve sonraki 20 yıla damgasını vuran sosyalizmin ideolojik etkisi altındaki işçi, köylü, gençlik, aydın hareketi ve Kürt siyasi yapılanmaları, 61 Anayasası’nın bahşettiği haklar sayesinde değil; bilakis, 61 Anayasası’nı da bazı hakları tanımaya mecbur kılan ve kökleri/mayalanması 50’li yıllarda aranabilecek toplumsal uyanış sayesinde mümkün olmuştur.

CHP’nin, özlemlerini söylemsel düzeyde istismar ederek iktidara tırmanma basamağı yaptığı emek- özgürlük eksenine sonraki yıllarda “ne yaptığı” ayrı bir tartışma konusudur. Tıpkı örgüt, program ve net bir politik şekillenmeden yoksun soyut -ama gerçek toplumsal temelleri olan- özgürlük talebinin, sırtında taşıdığı CHP kalıbına sığmaması ve TİP, DİSK, Dev-Genç, DDKO ve nihayetinde dönemin silahlı mücadele örgütlerine evrilmesinin; hatta tüm bu hareket ve yapıların “doğum lekeleriyle” sonraki süreçlerde nasıl baş edip-edemediklerinin ayrı bir bahis olması gibi.

Özetin ardından temel dinamiği kayda geçirebiliriz artık: Toplumsal dayanakları olan emek-özgürlük eksenli talepler; güç, derinlik ve sağlamlıklarına bağlı olarak -şekilsiz ve örgütsüz olsalar da-, burjuva iktidar değişimi süreçlerinin (dahi) kayıtsız kalamayacakları olgular kapsamındadır. Klasik döngü bellidir. Diktatörlüğün şu veya bu yolla sahneyi terk etmesinin ardından geçici bir “bahar havası” yaşanır; ve ardından bilek güreşi başlar. Özgürlük özlemini istismar ederek iktidara tırmanan klik, aynı özlemi kafesleyip sınırlamaya çalışırken, emek-özgürlük güçleri de geçici “bahar havasının” yarattığı iklimden yararlanarak ileriye fırlamaya çalışır. 1960-80 aralığındaki 20 yılda emek-özgürlük güçleri kendi toplumsal dinamizmine dayanarak tuzakları -büyük oranda ya da esasta- aştı, güçlü bir hegemonya alanı yarattı, “düzenin solunu” dahi baskılayıp etki altına aldı, “sola itti”. Milli Şef İsmet İnönü’yü 1965’te “ortanın solu” açıklamasına zorlayan da, Karaoğlan Ecevit’i, “Ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen”, “toprak işleyenin su kullananın” sloganlarına mecbur bırakan da işte bu toplumsal/devrimci/sosyalist dinamiktir. Yani ne 61 Anayasası ne İnönü’nün ortanın soluna geçmesi ne de Karaoğlan efsanesi devrimci solu güçlendirmedi; aksine, toplumsal dinamiklerin sosyalizme meyletmesi ve sosyalizmin taşıyıcı öznelerinin prestiji (Mahir, Deniz, İbo isimlerinin yankıları düşünülsün), CHP’yi “sola çekmeye” mecbur bıraktı. Çin, Küba, Cezayir devrimleri, Filistin, Vietnam direnişleri, dünyayı sarsan 68 gençlik isyanlarının yarattığı elverişli uluslararası iklim de, “iç dinamiği” olumlu yönde etkilemiştir kuşkusuz.

(12 Eylül 1980 yenilgisi -ya da yenilginin bu derece tahripkar olması- sosyalist hareketin CHP’ye/Kemalizm’e yedeklenmesinden vs. değil, kendi içsel zaaflarından; strateji kurma, ona hayat verecek muhkem ve çok boyutlu örgütler inşa etme, politika üretme, ittifak/cepheleşme beceriksizliği, olayların peşinden sürüklenme sorunlarından; velhasıl “başın gövdeyi taşıyamamasından” -yani beyinsizlikten- kaynaklandı.)

Geçiş süreçleri – II: (1990-2000) | Demirel komünist mi olacak?

Geçiş süreçleri – II: (1990-2000) | Demirel komünist mi olacak?

1987’de referandum ile siyasi yasakları kalkan liderlerin en uyanığı olan Süleyman Demirel havayı iyi kokladı ve “özgürlükçü/demokrat” bir söylemle öne fırladı. “Konuşan Türkiye”, “camdan karakollar” Demirel’in siyasi kampanyasının temel şiarlarıydı. “Bir darbe daha olursa Demirel komünist olacak” şakası dillerden düşmüyordu o yıllarda. Fakat Demirel Demirel’di, arkaladığı toplumsal desteğin özlemlerini (ya da Demirel’e dair ham hayalleri) 90’ların kan gölünde boğdu; eh 70’lerin kanlı Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin mimarından da başka türlüsü beklenemezdi zaten. Konumuz bu olmadığı için geçelim. Asıl mesele Demirel’in neden özgürlükçü bir söylemle sahneye çıktığıdır? 1991’den itibaren Başbakanlık, devamla Cumhurbaşkanlığı (1993-2000) dönemlerinde yaptıkları belli olduğuna göre, 1987’den itibaren neden özgürlükçü söyleme sarıldı Demirel? Söyleyene değil söyletene bakmak gerekiyor bu bahiste ya da toplumun nabzının attığı yere. Cuntanın baskı, yasak ve işkencelerinden bıkan toplumun temel özlemiydi özgürlük talebi ve ekmek kavgasıyla iç içe geçmişti. Hapishane direnişleri, insan hakları mücadelesi, gençlik hareketinin patlak vermesi, Kürt isyanının kitlesel ifadesi olan serhildanlar, 1989 baharında yüz binlerce işçinin sokaklara dökülmesi, kamu emekçilerinin örgütlenip hak arayışına başlaması, devrimci örgütlerin toparlanıp bazı bakımlardan etkili bir şeklide geri gelmesi ve tüm bu mücadelelerle etkileşim halinde güçlenmeye başlaması Demirel’in programını “belirliyordu” aslında: Bu özlemler istismar edilerek iktidara tırmanılacak ardından da oyalama girdabında sönümlemdirilecek, sönümlenmezse kan ve barutla ezilecekti. Demirel’in meşhur şapkasından “özgürlük” de çıktı, binlerce faili meçhul de…

Aynı toplumsal dinamikler dönemin SHP’sini çok daha güçlü etkiledi ve Türkiye tarihinde ilk kez sosyal demokrat kimliğine en çok yaklaşan parti oldu SHP. Cüneyt Canver ve Fikri Sağlar, Kürt illerindeki faşist baskıların üzerine cesaretle gittiler. Yasallaşması engellenen öğrenci dernekleri toplantı ve kuruluşlarını hemen her yerde SHP binalarında yaptı. Keza muhalif sendikal oluşumlar da aynı imkanlardan yararlandı. Kürt raporunu da o yıllarda hazırladı SHP. Son olarak Kürt vekilleri meclise taşıyarak 30 yılı aşkındır devam edegelen Kürt partileri geleneğinin doğuşunda olumlu bir rol oynadı. İster kendi sosyal demokrat çizgilerinin gereği samimi olduklarını varsayalım, isterse 12 Eylül faşizmine karşı emek-özgürlük eksenli uyanış ve derlenişin bulduğu her çatlaktan sızarak “yabancı” siyasi akımları dahi etkilemesi; dönemin toplumsal dinamiklerinin basıncı hemen her şeye kendi rengini aksettiriyordu, dönemin SHP’si bu parametreler ışığında anlaşılabilir. Tıpkı Demirel’in “özgürlük” demagojisine başvurmak zorunda kalmasının da aynı basıncın farklı bir tezahürü olması gibi.

Sonuçta 1991’de DYP-SHP koalisyonunun çatısı çatıldı. Demagojik istismara konu olan emek-özgürlük ve Kürt dinamikleri bu hükümetin ninnileriyle uykuya dalmayı reddetti ve 1996 sonuna kadar ivmesini artırarak yoluna devam etti. Hükümet ise ninni etkili olmayınca kamçıya sarıldı ve Türkiye, Kürdistan’dan başlayarak 90’ların kanlı girdabına sürüklendi.

İlk bölümde çıkarsadığımız dinamikler/olgular 80-90’larda da karşımıza çıkıyor: Kimsenin gözden ırak tutamayacağı kadar etkili bir dinamik olarak belirginleşen emek-özgürlük mücadeleleri, bırakalım SHP’yi, kırk yıllık Demirel’i bile özgürlükçü demagojiye mecbur kılıyor; kendine  savaşkanlığı oranında bir “yaşam alanı” açıyor ve eğer yeterince köklüyse, sırtına basarak iktidara tırmanan partiler kamçıyı ellerine aldıklarında dahi direncini yitirmiyor, yoluna devam edebiliyor: ta ki rejimin baskılarından çok kendi içsel zaaflarıyla çöküntüye uğrayana dek.

Türkiye, Erdoğan kavşağına bu mücadelelerden geçerek ve sonuçta 1960-2000 arasındaki kırk yıla damgasını vuran devrim, emek ve özgürlük mücadelelerinin 2000’ler başında yaşadığı tarihsel kırılmayla geldi. Düzen cephesinde de benzer bir tıkanma ve kırılma yaşandı; 90’ların kokuşmuş mafyöz iktidarlarının şahsında, önceki dönemin neredeyse tüm aktör ve partileri sahneyi terk etti. Her iki cephedeki tıkanış ve kırılma, başkaca (uluslararası vs.) etkenlerle de birleşerek Erdoğan’a sahneyi hazırladı.

AKP’nin reisinin yıldızının parladığı yıllar başlıyordu artık.

Geçiş süreçleri – III: (AKP’li yıllar)

2001’e tarihlenebilecek olan kırılmanın ardından AKP’li yıllarda kazanılan „yeni“ özellikler asıl yıkıcı sonuçlarını 2015 yazından bu yana geçen yedi yılda gösterdi, gösteriyor. 1990’lı yıllar hiç de son yedi yıldan daha az kanlı değildi; fakat devrimciler can pahasına direndiler, geri basmadılar ve kitleler dramatik şekilde sahneyi terk etmediler, sokakta kaldılar. İşte can acıtıcı kıyaslama ve sonuç budur. Fiziki daralmanın, güç kayıplarının ötesinde bu durum, İbn-i Haldun’un „asabiyet kaybı“ dediği şeydir

Geçiş süreçleri – III: (AKP’li yıllar)

Analizimizin ağırlık merkezi herhalde belirginleşmiştir; bir kez daha açıkça yazalım: Kelimenin geniş anlamıyla emek, özgürlük, devrim ve sosyalizm güçlerinin durumu, güçlü-zayıf, dirençli-dirençsiz olması, siyasi tablo/gidişat üzerinde dolayımlı ya da açık etkileri olan bir vakıadır; 1960-2000 aralığının toplam tablosu bu gerçeği kayda geçirmiştir.

Türkiye’nin inişli-çıkışlı siyasi tarihinde, özellikle yenilgi dönemlerinde devrimci hareketin iç meselelerine gömülüp kalmaktan tutun, genel bir sızlanma haline dek uzanan yelpazede “halimiz ahvalimizi” sakız gibi çiğnemek moda haline geliverir. Sızlanmadan hiçbir şey çıkmaz, sağlıklı eleştiri ise bırakalım yenilgi dönemlerini, en parlak zamanlarda dahi esaslı katkılar sağlayabilir devrimciliğimize. Devrimciliğimizin sorunları tartışılıyorken, “ama şöyle meziyetlerimiz, kahramanlıklarımız da var” mazeretçiliğine kaçmak pek de anlamlı bir iş değildir. Fakat bütün bunların ötesinde ıskaladığımız bir şey oluyor genellikle: Meziyetlerimizin veya yetmezlik, tıkanma, hatta çürüme öğelerinin ötesinde emek ve devrim güçlerinin Türkiye’nin genel siyasi gidişatındaki rol ve ağırlığı nedir, ne olmuştur/olabilir? Bu bağlamda sağlıklı bir tespit yapabilmek, hataların hangi ışık altında ele alınacağını ayan beyan ortaya çıkaracaktır. Mazoşist ve özcü “biz adam/kadın olmayız” sızlanması tüketici bir totolojidir; oluşmasında pay sahibi olduğumuz imkân ve mücadeleleri neden ileriye taşıyamadığımız ya da neden tıkanmasını engelleyemediğimiz, hatta tıkanmada neden/nasıl pay sahibi olduğumuz perspektifinden ele aldığımızda ise bambaşka sonuçlara ulaşmak mümkündür. Özetle inkârcılık yok; ve tersine olarak olumlu katkılarımızdan hareketle güzelleme edebiyatı, grupsal narsisizm hiç yok!

Şimdi meseleye gelebiliriz.

Soru şu: Tayyip Erdoğan nasıl oluyor da 20 yıldır Türkiye’yi keyfi denebilecek bir pervasızlıkla yönetebiliyor? Her biri önemli pek çok etken var, burada bir tanesinin altını çizelim: “Köpeksiz köyde değneksiz geziyor” da ondan! Bizim açımızdan asıl mesele budur.

Türkiye’nin 1960-2000 aralığındaki tüm demokratik kazanımlarında devrim, sosyalizm, emek ve özgürlük güçlerinin izinden öte damgası vardır; tartışmamız zayıf örgütsel yapılarımızın yer yer içler acısı halleri üzerinde değil, dişle tırnakla açtığımız özgürlük alanlarını devrim ve sosyalizm akımının kalıcı, sağlam mevzilerine neden dönüştüremediğimiz üzerinde yoğunlaşmak durumundadır. Eğer bu mevzilerimiz olsaydı ya da olduğu kadarı tasfiyeye/yıkıma uğramasaydı “köyümüz” de son yirmi yıldaki kadar sahipsiz kalmazdı. Bunu başarabilen yalnızca Kürt siyasi hareketidir ve bütün iniş çıkışlarına rağmen bu “müstahkem mevzi”, salt Kürt hareketi için değil, sosyalizm ve özgürlük güçleri için de hâlâ en önemli dayanak noktalarından biridir.  Karmaşık analizlere gerek yok: Bugün Saray rejiminin kaderi üzerinde tayin edici faktörlerin başlıcası HDP’nin varlığı ve tutumudur. Eğer halihazırda HDP ağırlığında Türkiyeli bir emek, özgürlük ve sosyalizm odağı olsaydı -parçalı da olabilir, fark etmez- köyümüz sahipsiz kalmaz, 20 yıllık keyfi rejime katlanmak zorunda kalmazdık. Bu cümleyi tersine çevirdiğimizde çözümün nereden geçtiği de kendiliğinden anlaşılır: Saray rejimine de sonrasında gelecek olası “özgürlükçü Demirel” versiyonlarına da esaslı bir şekilde son verebilecek yegâne tutarlı siyasi güç, emek, devrim ve sosyalizm akımıdır. Bunun dışındaki her şey türev tartışmalardır, ayrıntıya takılıp esası gözden yitiren “derin” pozlara bürünmüş darkafalılıktır, ikiz kardeşi de cesaretsizliktir. Örneğin CHP’nin “sola çekmemesinden”, “sağla, dincilikle flört etmesinden” yakınılıp duruluyor. Bin yıl daha propaganda yapsanız CHP’yi bir milim sola çekemezsiniz! CHP sola çekmez, sola çekmeye mecbur bırakılır; güçlü bir emek-devrim hareketi yaratılarak: bkz. 1960-1990 süreci. Bu basıncı oluşturacak toplumsal kuvvet/odak bir kez oluştuktan sonra CHP vb. sola da çekse, sağa da çekse, özgürlük ve devrim hareketi kendi yolunda yürür gider: bkz. yine aynı dönem. Bu bahiste diskur edinilecek yegâne tutum Nazım Hikmet’in bir polemik vesilesiyle Peyami Safa’ya söyledikleridir: “Kendine güven evladım, babana değil!”

***

Gelin görün ki ol deyince olmuyor. Önce gözlerimizi kaçırmadan aynaya bakmak gerekiyor. “Tasfiye oldu” gibi ağır sözler söylemek bazen tartışmaları tıkıyor, özü biçime kurban ediyor, literatür didiklemesinde boğulup kalıyoruz ya da tartışmalarımız kılıç-kalkan oyununa dönüşüveriyor. O nedenle dikkatli bir tarif yapmaya çalışalım. Türkiye’de devrim ve sosyalizm sahası son yirmi yılda fiziki daralmanın ötesinde bir tür nitelik kaybına da uğradı. Ve bu yıkım/erozyon tartışmasız olarak önceki dönemin yetmezliklerinin ürünüdür. Nasıl oluyor peki hem kendi yetmezlikleriyle tıkanan hem de tıkanışa doğru yol aldığı halde 1960-2000 döneminin demokratik kazanımlarını sağlayan sosyalist hareket gerçekliği? Bu, ak-karadan ötesini göremeyen düz mantıkla anlaşılabilecek bir şey değildir. Hayatın ve olguların çelişkili bütünlüğünü ve farklı düzlemde kendini yeniden kurmak üzere çelişkinin şu veya bu yönde çözülmesini kavrama imkânı sağlayan diyalektik felsefe/metodolojiyle anlaşılabilecek bir durumdur. Bu cümlenin basit bir mantık oyununa dönüşmesinin yegâne panzehiri ise nesnel (materyal/ist) olay ve olgulardır, 1960-2000 arası Türkiye siyasi tarihinin çelişkili-çatışmalı bütünlüğü ve nesnel bilançosudur; ki yazı boyunca bu tabloyu açığa çıkarmaya çalıştık.

1980-90’lı yıllarda sosyalist örgütlerin göreli zayıflıklarına/yetmezliklerine bakarak, yukarıda değindiğimiz, “sol habitatın etkili bir odak olduğu” değerlendirmemizi afaki bulanlar olabilir. Bilakis, asıl afaki ve dargörüşlü olan budur. Çünkü emek-özgürlük-sosyalizm habitatı salt örgütlerden ibaret değildir ve fakat örgütlerden bağımsız/alâkasız da değildir. Bir araştırma yapılsa ve 90’lı yıllarda örgütlere dönük kaç polis operasyonu yapıldığı, kaç kişinin yakalandığı, kaçının hapsedildiği, polis kayıtlarına geçmiş kaç eylemin olduğu, kaç devrimcinin sokaklarda, dağlarda ve hapishanelerde yaşamını yitirdiği açığa çıkarılsa (ve bu veriler 2002-2022) dönemi verileriyle kıyaslansa nasıl bir tablo çıkar ortaya acaba? Özetle yetmezlikleri vs. bir yana devrimciler sokaktaydı ve savaşıyordu bu yıllarda. Ama tabloya başka renkler de eşlik ediyordu: Ahmet Kaya’yı, Grup Yorum’u milyonlar dinliyor, Zülfü Livaneli’nin konserlerine yüz binler coşkuyla katılıyordu. Başka? Sokaktaki kalabalıklar neredeyse hiç eksilmedi 1997 başına dek, tekrara düşmemek için yazmıyorum. Hegemonya, iklim ya da atmosfer, ne derseniz deyin; bu tablonun toplamı esaslı bir ağırlık oluşturuyordu ve bu sayede faşist saldırılara direnildi, örneğin özelleştirmeler engellendi (özelleştirmelerin %88’i AKP döneminde yapılabildi), demokratik kazanımlar korundu ya da olabildiğince genişletildi. “Zamanın ruhu” türünden avuntulara, şartlara vs. sığınmaya gerek yok: Zamanın ruhu 1989’da duvarın çöküşünden beri aleyhte işliyordu, Türkiye ve Kürdistan emek ve özgürlük güçleri 1997’ye dek akıntıya karşı yüzdü. Dünyadaki az sayıdaki aykırı örnekten biridir memleketimiz.

İşte bu tablo ve ona hayat veren dinamikler kırıldı 2000’ler başında ve sonraki yirmi yılda da onarılamadı; birilerinin yirmi yıldır değneksiz gezmesi bundandır. (Gezi’ye ve bu dönemde yürütülen pek çok mücadeleye rağmen durum budur.)

***

Siyasal İslam’ın 28 Şubat 1997 darbesinin ardından kopardığı vaveyla kulakları öylesine sağır etti ki bu dönemde devrimcilerin başına gelenler duyulmaz oldu. Evet başörtüsü yasağı bir rezalettir, saçmalıktır. Fakat 28 Şubat bundan mı ibarettir? Ya devrimciler ne yaşadı bu süreçte? Şunu: Darbe ve devamı hükümetler döneminde Öcalan yakalandı ve ardından gelişen linç ve protestolarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Hepsi adına 7 Mart 1999’da işkenceyle katledilen yoldaşım Süleyman Yeter’i anmak isterim. Başka? Hapishanelerde ve sokakta yüzlerce devrimci katledildi. 28 Şubat darbesi iki bakımdan AKP’ye sahneyi hazırladı: 1) Devrimcilerin şahsında toplumun dinci siyasete direnme dinamiklerini kırdı, kırımdan geçirdi ve 2) dincilere asırlar boyu çiğneyecekleri bir başörtüsü mağduriyeti sakızı armağan ederek iktidara gelmelerinde payanda oldu. (Başörtüsü yasağı hakiki bir mağduriyettir, bu gerçeği “mağduriyet istismarından” özenle ayırmak gerekir.) Aslına bakılırsa 28 Şubat ideolojisi ile politik dincilik, her biri diğerinin hayat kaynağı olan düşman kardeşlerdir; biri olmadan diğerinin etkili olması hayli güçtür.

Tekraren vurgulayıp geçelim: 90’ların mafyöz özel savaş hükümetlerinin kokuşarak ve halkın tokadını yiyerek sahneyi terk ettiği, devrim ve emek hareketlerinin kırıldığı -ki bu durum, çarpışan düşman testilerin her ikisinin de kırılmasıdır bir bakıma- 2000’ler başı tablosu, denize düşen halkın AKP’ye sarıldığı vasatı oraya çıkardı.

***

AKP’nin ilk on yılını Avrupa Birliği çıpası, ikinci on yılını kan ve barut siyaseti kavramlarıyla özetleyebiliriz. AB hedefi -samimi ve mümkün bir hedeften çok, “hedefin istismarı siyaseti” demek daha yerindedir- liberal demokrasi yanılsamalarını güçlendirdi halkta ve aydınların azımsanamayacak bölümünde. 2004’e dek süren PKK ateşkesi 2004-07 arasında şiddetli çatışmalarla kesilse de devamında barış süreci denen yıllarda devam etti. (2015 Temmuz’una dek.) Yumuşayan iklime AB ve ABD’nin Erdoğan’a desteği eşlik etti. 2007, hatta 2013’e dek süren sıcak para akışı da AKP’yi besledi, yandaşlarına ve tabanına kaynak akışını güçlendirdi. Ezcümle AKP’nin ilk on yılı, nispeten yumuşak bir iklimde geçti; nispeten çünkü Erdoğan’ın sopası her zaman kolunun altındaydı. İşte bu atmosferden yararlanan Erdoğan iki kulvarda birden ilerledi.  Birincisi, yavaş yavaş ısıtılan sudaki kurbağa misali refleksleri uyuşan toplum özelleştirme, yağma, talan ve doğanın yıkımına gereken tepkiyi geliştiremedi. İkincisi de iktidar pozisyonlarını yavaş yavaş güçlendirdi. Önce Cemaat’le ittifak yaparak Ergenekon operasyonları üzerinden rakip kontrgerilla ekibini tasfiye etti, ordu, MİT, polis ve sivil bürokrasiyi ele geçirmeye başladı. (Ergenekon çuvalına haksızca doldurulan bir sürü insanı ya da dava süreçlerindeki haksızlıkları bir yana koyarak ve işin bu yönünü gözardı etmeden, operasyonun esasının kontrgerilla klikleri arasında iktidar mücadelesi olduğunun altı kalınca çizilmelidir. Sanki zımni bir “centilmenlik antlaşması” yapmış gibilerdi: Kontrgerillanın, Veli Küçükgillerin halka karşı işledikleri suçlara dokunulmayacak, bunun dışında atış serbest!) Kavga AKP’nin ikinci on yılına da sarktı ve 2012’den itibaren Cemaat’le kapışınca bu kez eski düşmanlarıyla ittifak yaparak 2016’da Cemaat’i tasfiye etti. (Darbe vs.)

AKP’nin ilk on yılında toplumsal muhalefet adına kayda geçilebilecek olaylar, 1 Mart Tezkeresini protesto ve engelleme eylemleri, IMF ve NATO protestoları ve 2007’den itibaren gelişen ve Taksim’i zorlayan muhteşem 1 Mayıslardır.

İkinci dönemin, yani 2015 Temmuz’unda Suruç Katliamı’yla başlayan kanlı sürecin sonuçlarını yaşıyoruz, tekrar hatırlatmaya gerek yok. 2014 sonbaharında MGK’de kararlaştırılan “Çöktürme Planı” sürecin asıl dönüm noktasıdır. İktidar içi çekişmeler vs. bir yana, bu süreç ve devamı, ezilenler katından gelen üç önemli hamleye yanıttır: 1) 2013 Gezi isyanı, 2) 2014’te Kürt hareketinin Kobanê’de cisimleşeşen zaferi ve içerideki yankısı 6-8 Ekim kitlesel olayları, 3) HDP’nin 7 Haziran 2015’te kazandığı büyük seçim zaferiyle meclise 80 milletvekili sokmasıyla Erdoğan’ın tek başına iktidarını engelleyen bir sonucun ortaya çıkması; bu üç faktöre karşı Erdoğan liderliğindeki müesses nizamın kanlı yanıtı geldi. Ardından da başkanlık, dil kopartma, çocuk çığırtma vs.

Erdoğan’ın iki döneminde sosyalist hareket

Emek, özgürlük ve devrim güçleri AKP’nin ilk döneminde 2000’ler başı kırılmasının hasarını onarmaya çabalıyordu ve bu ilk dönemin barışçıl “uyuşturucu” iklimi, zaten zayıflamış olan “sol sahanın” reflekslerini de törpülüyordu. Sonuçta özelleştirme, yağma, adam kayırma ve kadrolaşmalara gereken tepki gösterilemedi. Öte yandan Ergenekon süreci çok önemlidir ve iktidar/kontrgerilla içi kavga boyutuyla “oyun” falan değildir. İşin oyun boyutu toplumu alıklaştırıp avlamak için sahnelendi. Sonuçta toplumun sersemlemesi bir yana, devrim güçlerinin dikkatini dağıtarak kliklerden birine ya da öbürüne yedeklemek için “cambaza bak” oyununa dönüştürülen bu operasyonlar sürecinde sol saha tam manasıyla çuvalladı. Halbuki iki şey aynı anda başarılabilirdi, en azından bu yönde hamle yapılabilirdi: Ahmet Şık ve Mehmet Güneş gibi devrimcilerin dahi içine atıldığı “Ergenekon çuvalına” güçlü bir itiraz, dahası gerçek suçluların dahi adil yargılama hakkını savunmak; ve fakat hiç duraksamadan, örneğin Veli Küçük’te cisimleşen “zayıf karından” yüklenerek, kontrgerillanın halka karşı işlediği suçların üzerine gitmek, yargılamayı bu yönde derinleştirmeyi zorlamak -tereddütsüz sokakta zorlamak- mümkün iken; bırakalım bu yönde bir hamleyi, bunun politikası dahi oluşturulamadı. 1996 Susurluk sürecinin aynasından bakılınca ne kadar zavallıca bir durum: Susurluk’ta halk, sosyalist akım ve aydınların öncülüğünde sokakları zaptetti ve içişleri bakanı Mehmet Ağar istifa etmek zorunda kaldı. Ergenekon sürecinde ise halka karşı işlediği suçlardan ötürü bir kişinin bile yargılanmasını sağlayamadı sol, çünkü bunu mesele edinmedi. Böylesi devrimci bir tutuma ikame edilen şey, sol liberalizm-“ulusolculuk” saflaşması oldu. İkame bile değil, iki karşıdevrimci kampın her ikisine de -meşrebine göre- düpedüz yedeklendi sol saha.

Her iki akımın da kökleri derinlerdedir. Fakat örneğin 1960’larda İdris Küçükömer çizgisi etkili olamadı, Kemalizm’in aynı yıllardaki güçlü etkisi ise hareketi kötürümleştiremedi ve 1970’ten itibaren esasta aşıldı. Yani her iki akım da, şurada burada ideolojik saçaklarına rastlansa da, 1970-2000 aralığında marjlarda kaldı. Kavramın bulanıklığının/şekilsizliğinin farkında olarak söyleyelim: 2000’lerin ilk on yılında ise her iki akım “sol sahayı” istila etti ve tutarlı devrimci/sosyalist çizgi ilk kez bu kadar etkisizleşti, bir bakıma marja düştü. Tablonun tamamı, büyük bir ideolojik tasfiye/kırılma resmidir ve adıyla anılmalıdır.

Bu cümleden hareketle vurgulayabiliriz ki, eskinin militan illegal yapıları da nicel olarak ilk kez aynı yıllarda geriye düştüler. 1996 ve 2007 1 Mayısları kıyaslandığında durum olanca açıklığıyla belirginleşiyor. 90’ların son görkemli 1 Mayıs’ı olan 1996 Kadıköy’ünde 100 bini aşkın kitlenin ağırlık merkezini yasadışı örgüt pankartlarının arkasında yürüyen on binler oluşturuyordu ve katliam girişimine de bu yapıya uygun militan bir ruhla direnildi. Yıllar süren silikliğin ardından 2007’de görkemli bir 1 Mayıs yaşandı Taksim kapılarında. Fakat bu militan 1 Mayıs’ın renkleri ve ağırlık merkezi belirgin şekilde değişmişti. 96 1 Mayıs’ının illegal devrimci yapıları yine oradaydılar fakat bir farkla: Artık kalabalıkların ağırlık merkezi olmaktan çok uzaktılar. Örgütsüz kentli kitlelerin dövüşkenliği, yeni tarzı ve ideo-kültürel özellikleri hem ilk kez bu baskınlıkla (orada) ortaya çıktı ve eyleme damgasını vurdu hem de devrimci yapıların geriye düşüşü görünür hale geldi. (Gezi, aynı özelliklerin altını bir kez daha çizdi.)

Öte yandan yasal parti ve oluşumların bereketli çağı da bu dönemde başladı. Yasal oluşumların devrimci olup olmadığı kısır tartışması şurada dursun; pekâlâ yasal yapıların da -tıpkı illegalitedekilerde olduğu gibi- devrimci olanı vardır, olmayanı vardır. Asıl mesele yasal olanın da olmayanın da -kimi hamleler bir yana-, sürecin bütünü düşünüldüğünde, rejimin zorla çizdiği sınırları fazlaca ihlal etmemesidir. Örneğin, Türkiye’nin hiçbir döneminde “basın açıklaması”nın 2000’lerde olduğu kadar başat mücadele yöntemi haline geldiği bir dönem yoktur. (Elbette sorun basın açıklaması yapmakta değil, ötesine geçmemektedir.) Özetle bu dönem bir tür idare-i maslahat dönemidir. Sonuçta 2001’e tarihlenebilecek olan kırılmanın ardından AKP’li yıllarda kazanılan -yukarıda tariflemeye çalıştığımız- “yeni” özellikler asıl yıkıcı sonuçlarını 2015 yazından bu yana geçen yedi yılda gösterdi, gösteriyor. 1990’lı yıllar hiç de son yedi yıldan daha az kanlı değildi; fakat devrimciler can pahasına direndiler, geri basmadılar ve kitleler dramatik şekilde sahneyi terk etmediler, sokakta kaldılar. İşte can acıtıcı kıyaslama ve sonuç budur. Fiziki daralmanın, güç kayıplarının ötesinde bu durum, İbn-i Haldun’un “asabiyet kaybı” dediği şeydir. “İşte yapılarımız, işte şu veya bu biçimler altındaki varoluşumuz, işte şu, işte bu!” diyerek bu gerçeğin üzerinden atlanamaz. Sorun var olmakta değil, nasıl var olunduğundadır. Ve tüm spekülatif akıl yürütme/çekişmelerin ötesinde, nesnel tablonun söylediklerindedir: Saray rejimi sahipsiz köyde değneksiz geziyor bugün; 1960-2000 arasında -bazı kısa ara dönemler hariç- mümkün değildi bu. Acımasız gerçek budur.

***

Aynadaki görüntümüze dosdoğru bakma kararlılığı, durumu(muzu) değiştirmeye başlamanın ilk adımıdır. İnsanlar gibi akımların da iyi günü kötü günü, zaferi yenilgisi vardır, steril ve dümdüz bir hayat yok. Eğer iyi değerlendirilebilirse çelişkiler, sorunlar, hatta yenilgiler gelişmenin bereketli toprağına dönüştürülebilir. Bizim bölgede (Ege’de) bir halk deyişi vardır: Düştüğün yerden bir avuç toprakla kalkacaksın! Çizdiğim sevimsiz tabloya rağmen tereddütsüz bir imanla söyleyebilirim ki, bizim ülkemizde sosyalizmin güçlü birikimleri vardır. Diğer şeyler bir yana, sosyalizmin ideolojik etki alanı örgütlerimizin toplam gücünü kat kat aşan boyuttadır ve bu hiç de soyut, afaki bir iddia değil, elle tutulur, apaçık bir olgudur. (Yakın zamanda Kazakistan-Türkiye kıyaslaması yapan Hazal Yalın da bir yazısında aynı tespiti yaptı.) Merak edenler Gezi’ye bakabilir. Gezi bir yönüyle de örgütsüz fakat sosyalizmin/solun ideolojik çekim alanındaki büyük kalabalıkların isyanıdır. (2007’den itibaren gelişen 1 Mayıslar da öyle, daha niceleri de.) Öte yandan örgütlerimiz ne durumda olursa olsunlar hala toplumun vicdanı ve itiraz refleksidir: Örneğin dövizdeki yükseliş anında bulundukları her yerden sokağa fırlayanlar sosyalistler oldular. Pek çok işçi, öğrenci, çevre ve kadın direnişinde sosyalistlerin izi var. Geçinemiyoruz, ödemiyoruz, barınamıyoruz, özgürlük istiyoruz, değiştireceğiz diyenlerin en önünde sosyalist yapılarımız yürüyor.

Krizler içinde debelenen iliklerine dek çürümüş bir rejim; zamlara, açlık sınırında yaşamaya karşı isyan biriktiren bir halk, kadın, gençlik, çevre ve işçi hareketleri (Trendyol ve devamında hızla yaygınlaşan eylemler gösteriyor ki güçlü bir işçi hareketi patlak vermek üzere), Kürt hareketinin köklü varlığı, sosyalizmin ideolojik etki alanının anlamlı potansiyeli ve gerileseler de havlu atmayan, açmazlarını aşmayı dert edinen sosyalist yapılarımız: Bu tablodan hareketle vurgulayabiliriz ki, halkın derdine derman arayışını eyleme dökecek sürece -ustaca- önayak olmak,  kendimizi yeniden-kurmanın da yegane yoludur; bu ikisi tek bir sürecin iki veçhesidir. Ve başka türlüsü mümkün değildir.

Kriz aynı zamanda fırsat demekse eğer, bu süreçte sokakta, örgütlülükte, ittifaklarda ve siyasi kabiliyetlerimizi geliştirmede alacağımız mesafeye odaklanmak, salt mevcut çürümüş rejimi alt etmede değil; yerine gelecek olanlar üzerinde emeğin ve özgürlüğün basıncını -şimdiden- inşa etmede de tutulabilecek tek doğru yoldur. Seçimi de geçimi de faşizmin ezilmesini de hal yoluna koyacak olan yegâne kuvvet, emeğin ve özgürlüğün örgütlü varlığı/gücüdür. Bu kuru bir slogan değil, Türkiye’nin son altmış yılından süzülüp gelen dupduru bir gerçektir.

Çok uzadı, burada noktalayalım. Türkiye’nin bu kader kavşağında sosyalistler cephesinden geliştirilebilecek politika ve taktikler hakkında tartışmak başka bir yazının konusu olsun.

Kaynak: sendika.org