Devlet ve Demokrasi – Muzaffer Oruçoğlu (gazete patika)

Devrimleri devrilen sınıflar değil, devrilen sınıfların ruhu, yani devlet ortadan kaldırdı. Her devlet kendi varlık şartını özgürlüğün kısıtlanması, zincire vurulması veya tamamen ortadan kaldırılması üzerine kurar. Devleti yıkan devrim eğer devletin varlığına karşı bir yürüyüş içinde değilse kendi yaşama şartını kendi çabasıyla ortadan kaldıracaktır. 20. yüzyıl bunu kanıtladı. Avrupa ve Asya’da patlayan devrimler, büyük devletleri yıktılar ve büyük devletler kurdular ve kurdukları devletler tarafından yıkıldılar.

Demokrasi, insanın, insani zannettiği bir sistemin yönetim biçimidir. Kontrol ve baskı biçimlerinden birisi de diyebiliriz buna. İlgisizliğin, yokluğun, inancın ve ihtiyacın zirvesinde yaşayan insan yönetemiyor kendi kendini. Bir başka insanın yönetmesine ihtiyaç duyuyor. Dünyanın Tanrı tarafından yönetilmesini, yönetilme işinin kutsanması olarak da değerlendirebiliriz. Yönetici kutsanır, onaylanır ve itaatle güçlendirilir. Bu güç, yönetilenin yöneticiye yabancılaşmasını daha bir derinleştirir. Tanrı otoritesinin güçlenmesi ile yönetici insan otoritesinin güçlenmesi birbirine bağlıdır. Yani dünyevi otorite, uhrevi otoritenin güçlenmesini ister.

Diğer toplum biçimlerini bir kenara korsak, gerek sosyalist gerekse kapitalist toplumlarda, demokrasinin değişik biçimlerine rastlarız. Tekel öncesi demokrasi, mali oligarşinin egemen olduğu dönemlerin demokrasisi yani tekel sonrası demokrasi. Sosyalist demokrasi, bürokratik devlet demokrasisi, komün demokrasisi bu ve benzeri demokrasilerin kuruluşunda, sevk ve idaresinde devletin rolü aslidir. Devletsiz bir demokrasi, demokrasi olabilir mi? O, nihayetinde bir devlet biçimi değil midir? Bunun üzerinde kafa yormak gerekiyor. Devlet, ordu, polis ve bürokrasiden oluşan bir cihazdır. Bütün sosyalist devrimler bu cihazı parçalayarak iktidar oldular. Ve biçim olarak buna benzer bir cihaz kurdular ve bu cihaz tarafından ortadan kaldırıldılar. Devrimleri devrilen sınıflar değil, devrilen sınıfların ruhu, yani devlet ortadan kaldırdı. Her devlet kendi varlık şartını özgürlüğün kısıtlanması, zincire vurulması veya tamamen ortadan kaldırılması üzerine kurar. Devleti yıkan devrim eğer devletin varlığına karşı bir yürüyüş içinde değilse kendi yaşama şartını kendi çabasıyla ortadan kaldıracaktır. 20. yüzyıl bunu kanıtladı. Avrupa ve Asya’da patlayan devrimler, büyük devletleri yıktılar ve büyük devletler kurdular ve kurdukları devletler tarafından yıkıldılar.

Geleceğin sosyalist devrimlerini, devletsiz toplumlar şeklinde düşünebilir miyiz? Bence düşünebiliriz. Sosyalist devrimler hiç kuşku yok ki yine sınıflı toplumlar olarak ortaya çıkacaktır. Devletsiz bir sınıflı toplum akıl dışı gibi görünmektedir. O zaman durum tıpkı Paris Komününde olduğu gibi, devletin görevlerini yığın örgütlerine devretmek şeklinde bir sisteme indirgenebilir mi? Devlet iktidarını ele geçiren mülksüz sınıf, kendisini toplumun ilelebet yöneticisi ve devletin sahibi olarak hisseder. Mülkün tüm topluma ait olduğu, egemen olan devlette ise altın kudretini elinde tutan sınıf temsilcileri, bu mülkiyete karşı yönelen her muhalefeti tıpkı bir kapitalistin kendi mülkünü savunma psikozuyla savunur. Devlet dünyasında kendisi için bir demokrasi vahası yaratır ve bunu tüm halkın demokrasisi olarak ilan eder. Hatta bazen devlete yönelen muhalefetin ezilmesi konusunda, ‘doymuş’ kapitalistten daha hırslı ve daha terörcü bir davranış sergiler.

O zaman işçi sınıfını ve onun temsilcilerini iğfal eden böyle bir mekanizmadan kurtulmanın yolu üzerinde düşünmek lazım. Önümüzde Paris Komünü, Sovyetler ve Çin komünleri gibi deneyler vardır. Yığınlar komünlerde doğrudan devlet iktidarları şeklinde örgütlenebilir. Devletin savunmaya ve bürokratik işlere dair temel görevleri çalışan yığınlara devredilebilir. Bu demektir ki devrim, lağvettiği profesyonel merkezi orduyu ve bürokrasiyi yeniden bir devrim devleti olarak inşa etmiyor. Bürokratik devlet görevlerinin halka dağıtılmasına ve düzenli ordunun lağvedilmesine yol açıyor. Bu durumda merkezi görevleri yerine getirecek bir mekanizmaya, bir koordine örgütüne ihtiyaç vardır. Komünler arasındaki ilişkileri koordine edecek, merkezi hizmet görevlerini yerine getirecek bir mekanizmaya, adına klasik anlamda devlet diyemeyeceğimiz bir koordine örgütüne ihtiyaç vardır. Bu bir halk demokrasisidir. Halkın, doğrudan iktidar olmasına ve demokrasiyi doğrudan yaşamasına kapı aralayan bir durumdur. Bu durumun sömürücü sınıfların iktidarına yol açmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Devrimin iktidarı kaybedip etmemesi sorunu ekonominin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine, hem de kültür devrimlerinin sürdürülmelerine önemli ölçüde bağlı bir sorundur.

İnsanın devleti yıkan ve onun görevlerini halka devreden bir devrim geleneğine ihtiyacı vardır. Bu geleneklerin yaygınlaşması bizi çok daha ileri, bugün dahi düşünemeyeceğimiz demokrasi biçimlerine ve giderek de komünizme taşıyacaktır.

Paris Komünü hariç, şimdiye kadarki devrimler mülksüzleri devlet mülkiyetiyle sınıfsız topluma doğru taşımaya kalkıştı. Merkezileşmiş en büyük mülkiyetin, yani devletin ‘kurtarıcı’ rolünü işçi sınıfı inisiyatifi olarak halisane bir niyetle lanse etti. Gerçekte yapılan dev bir kızıl ordu, dev bir bürokrasi ve komünist partisinden oluşan bir cihazın tüm toplumsal zenginliği kendi mülkiyetine geçirmesi olayıdır. Devrim böylesi bir maceraya tarihin bu saatinden sonra kalkışamaz. Kalkışması halinde devrimi değil tekerrürü ve komediyi yaşar.

Kaynak: gazete patika