Bir yaşam biçimi olarak direniş kültürü – Mahir Yılmaz (komün dergi)

“Bugün, yarına dönüşebilecek olan zamandır.”

-Victor Jara

Devrimcilerin meselesi, örgütlülük zeminini, aynı zamanda özgürlük zeminine çevirmektir. Yani örgütlü birey veya topluluk verdiği mücadele ile özgürleştiğini duyumsamalıdır.  Hayatındaki birçok şeyi elinin tersiyle iter, örgütlenir ve özgürlüğü duyumsamaya, yaratmaya çalışırsın.  Ancak entelköy misali, sürtünmesiz, temassız bir alanda örgütlülük ve özgürlük tarifi yapmıyoruz. Anlattığımız örgütlülük ve özgürlük, var olan kapitalist sistemin ve onu oluşturan unsurların, toplumun duvarlarına çarpa çarpa, sürtüne sürtüne yeniden şekillenen bir düzlemdir. Bu sana zamanla bir tarz oluşturtur. En basitinden toplum içinde oturmasını kalkmasını bilmen gerekir. Konuştuğun kişinin veya topluluğun yaşam koşullarını bilmelisin. Yoksa anlattıkların ‘üfürükten nağmeler’dir.  Burjuva devlet aygıtına ve unsurlarına çarptıkça illegalite gelişmiştir mesela. Veya en kaba tabiriyle, sistem sınırları içerisinde onu yıkamayacağını anlayınca silahlı mücadeleye yönelirsin. Bu sürtünmeler sonucu bazı zorunluluklar gelişir. “Devlet olmayan devlet”, “kendini sönümlendirecek devlet” anlayışı bu zorunluluklardan biridir. Anlatmaya çalıştığımız, tarih içindeki gelişen hareketler, var olan maddi koşullar, senin hareket tarzını, yapını belirlemen için temel dayanak noktalarını oluşturur.

Uzun tarihi olan bir dünyaya doğuyoruz. Binyıllar boyunca insanlar mücadele ede ede değişim, dönüşümlere uğradı. Doğduğumuz dünya koşulları, bizim maddi koşullarımızı oluşturdu. Yani var olan maddi koşullar bizi belirleyen en temel etkendir. Tersten ise insan da maddi koşulları değiştirir, dönüştürür. Ancak bu  koşulları kıstas almadığımızda sürtünmesiz ortamda bir örgütlülük oluşturur, boşa kürek çekeriz. Ya da geçmişle kurulan dogmatik ilişki ve bunun yarattığı kaygılar belirleyen unsur olur. Böylelikle anlattığımız diyalektiği oluşturamayız. Yani maddi koşullardan hareket etmediğin için maddi koşulları değiştiremezsin.

TDH, kesintili mücadele süreçleri dolayısıyla reflekslerini kaybetmiştir. Bu refleksleri kazanmak için maddi koşulları göz önüne alarak kendini şekillendiren; toplumla sürtünerek hem kendine hem de dokunduğu kitleye şekil veren, burjuvazinin her türlü aygıtına çarparak kendini şekillendiren bir diyalektik çalışma tarzı gerekiyor.

Bir deyim vardır. “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.” Bizim de halimiz böyle olmuş. Alışılmış rutinleri yapıyoruz. Olmadığını görsek de bildiğimizi okumaktan vazgeçmiyor, dönüp dönüp aynısını tekrarlıyoruz. Rutin kolay olandır, ki her gün yapabilirsin. Her gün direnişe çıkan işçilerle dayanışabilirsin! Çok bir çaba sarf etmen gerekmez bunun için. Bu da önemlidir aslında ama sadece bunu yaparsan çizilen çerçevenin, alışılageldik olanın dışına çıkamaz, yol açamazsın.

Yeniden başa dönecek olursak; maddi koşullardan bağımsız aynı şeyleri tekrar etmek yerine maddi koşulları okuyup, bu maddi koşulları nasıl değiştiririzi tartışmalı ve hayata geçirmeliyiz.

Bu biraz da sonuca odaklanmayla alakalı. Ancak her başarılı sonucun tarihsel bir arka planı vardır. Şimdi bunları görmeden, kısa yoldan başarıya ulaşma çabası nafiledir. Yaptığımız hedefsiz bir çalışma ise daha da kötüdür. Başarı bizim için önemli bir kıstastır. Başarıdan uzak bir çalışma anlayışı, bizi ruhsuzlaştırır, sinikleştirir.

Başarının yolu alternatif yaratmaktan geçer. Alternatif; ideolojik, kültürel, yaşamsal her alanda sağlanmalıdır. Sadece anticilik fayda etmez. Anticilik bir birikim sağlamaz. Ancak her anlamda alternatifi kurarsan yenilsen bile bir kültür ve deneyim oluşturur, birikim sağlarsın. Nesilden nesile aktarırsın. Evet bu düzene karşıyız ama yerine ne kuracağız? Mesela Nuh peygamber, felaket tellalı gibi fırtınanın yaklaştığını avaz avaz bağırsaydı ama yeni hayatı kuracağı gemiyi inşa etmeseydi neye yarardı? Aynı şekilde Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa sadece hukuksuzluktan ve adaletsizlikten bahsedip alternatif bir yaşam inşası olmadan Aydın’da, Manisa’da, Karaburun’da onca insanı harekete geçirebilir miydi?

Bertell Ollman ile Türkiye’de yapılan bir röportajda, Ollman şöyle bir örnek veriyor: “…bir Zen Budist keşişine dair Şark hikâyesidir. Keşiş talebelerine bir soru soracağını söylemiş. Soruya ‘Evet’ yanıtını verirlerse talebelerine sopayla vuracakmış. ‘Hayır’ derlerse, yine sopayla vuracakmış. İlk talebe sorusunu dinlemiş ve ‘Evet’ demiş, sopayı yemiş. İkinci bir talebe ayağa kalkmış, soruya kulak vermiş, ‘Hayır’ demiş. O da sopayı yemiş. Talebeler soruları yanıtlamaya, keşiş de onları sopalamaya devam etmiş durmuş. En nihayetinde olan biteni seyreden bir talebe öne çıkmış. Sorusunu dinlemiş ve… Sopayı kapmış.” Buradan çıkaracağımız kıssadan hisse; bu sisteme karşı ‘evet’ dersek  gönüllü, ‘hayır’ dersek gönülsüz ezilmeye, sömürülmeye devam edeceğiz.  Üçüncü bir şansımız yok mu? Elbette var. Mesele, sisteme karşı çıkmanın yanı sıra, sopayı da emekçi halkların eline vermektir. Üçüncü şıkkı ancak bu şekilde yaratabiliriz. Direnişi anlık ve belli alanlara sıkıştırmadan, bir refleks, bir yaşam biçimi olarak örgütlersek, sopayı elimize alırız. Tersi durumda sopa yemeye devam edeceğiz.

Bunu daha iyi anlatabilmek için Latin Amerika ve Kürdistan’ın direniş kültürünün benzer yanına dikkat çekmek istiyorum. Her ikisinin de benzer yanı tarihsel yanı güçlü bir direniş kültürlerinin oluşudur. Ve bu direniş kültürü, var olan alternatif yaşamı korumanın biçimi olmuştur her iki halk için. Latin Amerika’da Sandino, Tupac Amaru, Farabundo Marti, Zapata gibi tarihsel direniş odakları var. Ve hala Latin Amerika’da bu direniş kültürü yaşıyor; halk, kültürünü sahipleniyor. Öyle ki örgüt isimleri dahi geçmişin direniş önderlerinin isimlerini taşıyor. PKK için 29. Kürt isyanı denir. Bir anlamda PKK, daha önce yaşanmış 28 Kürt isyanın birikimini de taşıyor demektir. Daha önceki 28 isyan yenilse de birikim PKK’yi yaratmıştır. Direniş kültürü, Kürtler ve Latin Amerikalılar için doğal bir örgütlülük olmuş. Mesela Kürtler için direniş ya da doğal örgütlülük, bazen toprağını terk etmemek, bazen Kürtçe konuşmak, bazen Kürtçe şarkı dinlemek, kültürünü korumak… vs. olmuştur.  Ancak bu doğal örgütlülük alternatif yaşamı bağrında taşısa da devletin ve kolluğunun baskısı, katliamları öte yandan sistemin kültüre dönük saldırılarını engellemeye yetmiyor. Bu doğal örgütlülük içinde yetişen ve doğal örgütlülüğün yetersizliğini gören PKK, Sandinistler, Zapatistalar, Tupamarolar, Bolivarcılar, FMLN sistemin duvarlarına çarpa çarpa kendilerine daha ileriden şekil kazandırmışlar. Bir nevi sisteme ‘hayır’ veya ‘evet’ deme ikileminin dışına çıkıp kendi alternatiflerini yaratmanın imkanını arttırmışlar, ‘sopa’yı kendi ellerine almışlar. Tersten ise bu örgütler olmasaydı da bu halklar direniş kültürü üzerinden bir öz örgütlülüğe sahip olurlardı. Bu bildiğimiz bir örgüte üye olma anlamında değil, direniş kültürü etrafında şekillenen bir doğal örgütlülüktür.

Özcesi doğal örgütlülük ya da direniş kültürü dediğimiz şey, toplumun kendini koruma güdüsü ile mücadele içerisinde sürtünmeler ile oluşmuş. Öte yandan, bu doğal örgütlülüğün yetersizliğini gören ileri unsurlar, sistemin duvarlarına çarpa çarpa ve toplumla doğallığında geliştirdiği derinlemesine ilişki ve sürtünmelerle öncü örgütü yaratmışlardır.

Daha iyi anlamak için basit bir örnek verecek olursak, bugün Amed nüfusu yaklaşık bir buçuk milyon iken Newroz kutlamalarına bir milyonu aşkın bir kitle katılmaktadır. Ya da Türkiye’nin nüfusunun yarısından az olan Latin Amerika ülkelerinde, 1 Mayıs gösterilerine milyonlar katılıyor. Türkiye’de ise Taksim 1 Mayıs gösterilerine açık olduğu zamanlarda beş yüz bin kişi toplandı ve çok büyük bir kitle toplandığını düşündük ama yanıldık.

Peki Türkiye’de tarihsel bir direniş kültürü yok mu? Elbette var. Babai, Bedreddin, Celali İsyanları, 60-80 dönemi, Gazi Ayaklanması ve 96 1 Mayıs’ında doruk noktasını yaşayan 90’lar süreci ve son olarak Gezi Ayaklanması… Ama süreklilik halkası eksik. Bunun birçok nedeni olabilir. Karşılaştırmalı olarak ilerlersek; Latin Amerika ülkeleri ‘yeni yetme devletler’dir. En eski olanının tarihi 300 yıla dayanır. Ve aynı zamanda biraz daha yapay ve dışsaldır. Latin Amerika halkı için devlet, önce İspanyol, Fransız, Portekiz, Hollanda sonra ise ABD’nin kılıcıdır. Türkiye tarihinin son 600 yılı bir imparatorluk geleneği içinde biçimlendi. İmparatorluklarda genel olarak direniş kültürünün zayıf olduğundan söz edebiliriz. Çünkü imparatorluklar esas olarak kendi dışlarına bakarlar; yeni topraklarıyla, yeni sömürü alanlarıyla, işgal ve savaşlarla ilgilenirler. Yani çelişkilerin sivri ucu esas olarak bu çatışmalar içinde biçimlenir. İçeride nispeten daha sakin toplumsal bir zemin vardır. Osmanlı da bunun tipik bir örneğidir. İmparatorluğun kuruluş sürecinde 1300’lerden 1600’lere değin, hem kurulu düzenin savaşlar ve egemenler arası çatışmalardan ötürü, hem de başta Alevileri, göçebeleri sisteme entegre etme sorunlarından ötürü, Anadolu ve Kürdistan’ın bir bölümünde yabana atılmayacak isyanların, direnişlerin varlığından  söz edebiliriz. Sonrasındaki 300-400 yıl ise imparatorluğun kurulu olduğu ve ardından özellikle sömürgelerini yitirdiği dönemdir. Anadolu uyuşuk feodal yapı içinde adeta kendi kaderine terk edilmiş bir yerdir. İmparatorluğun gerilediği dönemde özellikle İstanbul ekseninde iki eğilim vardır; birincisi, yeniçeri eksenli sorunlar bağlamında halk isyanları ve yeniçeri isyanlarıdır. Bunlar kısmi halkçı karakteri olsa da, yerel ve tekil niteliktedir. Yönetim bunları kimi kurbanlar vererek kısa sürede bastırabilmiştir, yerelden genele yayılmasını engellemiştir. İkinci eğilim ise 19. yüzyılda ortaya çıkan aydınların tepkileridir. Fakat bu tepkiler kimi ilerici öğeler taşısalar da esasta gerileyen imparatorluğu kurtarma eksenlidir. Diğer yandan, muhafazakarlık da gelişmiştir. Ve bu muhafazakarlık, sürekli toprak kaybeden imparatorluğun korunmasını amaçlar. Bu anlamda sivil toplum-devlet bağı daha güçlüdür. Kürdistan ise cumhuriyete kadar görece özerk bir bölgedir. Aynı şekilde devlet, Kürdistan’a da yıkım, sömürü ve ölümden başka bir şey getirmemiştir.

Beri yandan Türkiye tarihinde Osmangazi, Orhangazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Mustafa Kemal kurucu unsurdur. Sınıfsal olarak halka dışsaldır, devletlüdür. Kürdistan ve Latin Amerikalılar için toplumun bağrından çıkan doğal önderler Demirci Kawa, Şeyh Sait, Seyit Rıza, Sandino, Tupac Amaru, Zapata… kurucu unsurlardır. Yani devlet ve sivil toplum bağı görece daha zayıftır. Öte yandan, tarihsel direniş mirasımızı mücadelenin güncel koşullarında yeterince değerlendiremediğimiz açık. Bedrettin’i Nazım’la tanıdık, fakat kısmen bir mücadele öğesi haline gelmesi 2000’ler sonrasıdır. Fakat 71 atılımının öncülerini ise güçlü biçimde aktüel mücadelenin öğeleri, hatta kendi zayıflıklarımızı örtmenin bir aracı haline de geldi. Direniş mirası ve figürleri/kahramanları ancak aktüel direnişler içinde anlamlı bir rol oynayabilirler. Bugün önümüzde böylesi bir görev de var; geçmişin direnişleriyle güncel direniş ve mücadeleleri birleştirmek…

Türkiye’de de direniş kültürünün olduğunu ama görece zayıf olduğunu belirttik. Gezi’de bu direniş kültürü birden patladı. Ama bir ideolojikleşme, daha güçlü bağları olan bir direniş/başkaldırı kültürü yaratılamadığı için aktarım halkası zayıf oldu. Tekrardan tarihe bakacak olursak; Celali isyanları bir bakıma devletin ‘koruma, düzenleme’ ilkelerinin gidip yerini kaosa terk etmesi, açlık ve devletin ‘rolünü’ oynayamaması sonucu ortaya çıkmıştır. Kaosu toparlayacak güçlü, merkezi bir devlet yoktur.  Osmanlı Devleti açlığı giderecek yeni ekonomi politikaları geliştirememiştir. Ancak Celali İsyanları, 100 yıla yakın bir dönem sürmesine rağmen, tüm isyanları bir nehir misali, ana hatta toplayacak ideolojik bir önderlik olmadığı için güçlü bir toplumsal birikim sağlanamamıştır. Yine ideolojikleşme olmadığı için merkezi devlet güçlendikten sonra, “Allah devlete, millete zeval vermesin” ifadesinde somutlaşan tarzda her şey eskiye dönmüştür. Devlet-toplum bağı buna paralel olarak güçlendi. Bu süreç, aslında Celali İsyanları’nın, toplumsal hafızada yer edinmesini de engellemiştir. Kürdistan ve Latin Amerika’da ise bu boşluğu dolduran saydığımız doğal önderlerdir. Bu önderler var diye direnişler yaşandı demiyoruz elbette. Çünkü bu direnişler saydığımız önderleri yarattı. Bu karşılıklı bir oluşumdur. Şu an için de benzeri geçerlidir. Biz direnişlerden beslendiğimiz ve direnişleri beslediğimiz oranda ve yine direnişleri sosyalizm şiarına çektiğimiz oranda hem direnişler bir birikim sağlar hem de önderlik boşluğunu doldururuz.

İşte Kürdistan ve Latin Amerika ülkelerinde kesintisiz bir biçimde devam eden, ama Türkiye’de eksik olan, geldiğimiz günlerde arada hortlayan ve devleti paniğe sokan direniş kültürünü nasıl süreklileştiririz diye kafa yormalıyız. Ancak böyle yaparsak bir birikim sağlar, doğal örgütlülüğü yaratır ve öncü örgütü buradan damıtabiliriz. Bunun için en başta belirttiğimiz rutini, alışılageldik olanı bir kenara koyarak yola başlamalıyız. Diğer taraftan ise direnişleri ideolojikleştirmeli, ekonomist yaklaşmamalıyız.

Beri taraftan bugünkü halihazırda var olan dinamiklerle dışsal bir ilişkilenme var. İçsel istisnalar; yani direnişi bizzat yaratan, potansiyeli direnişe çeviren istisnalar mevcut olmakla birlikte, direnişlere yaklaşım oldukça dışsal kalıyor. En başta Latin Amerika ve Kürdistan’da var olan ama Türkiye halklarında olmayan doğal örgütlülüğü sağlamalıyız. Bunun için direniş/başkaldırı biçimlerini çeşitlendirmeli ve halkla buluşturmalıyız. Öte yandan ise halihazırda olan dinamikleri meclisleştirmeliyiz. Direnişi halkla buluşturmanın yolu aidiyetten geçer. Örgütlü güçler sürekli eylemlilik içerisinde. Ve toplumla bir etkileşim sağlanmaya çalışılıyor. Ancak etkileşim sağlamak için aidiyet duygusu gerekli. Bu aidiyeti sağlamadığımız sürece dışsal kalmaya devam ederiz. İçsel bir çalışma içinse Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Çalışma yaptığımız alanlarda meclisler oluşturmalı, kitlelerin yakıcı taleplerinin önünü açmalıyız. Bu illa “… meclisimiz var, sen de gelsene.” gibi bir çalışma gerektirmez. Farklı kesimlerin dikkatini çekebilecek, müzik, tiyatro… tarzı bir etkinlikten sonra burayı yakıcı talepleri konuştuğumuz bir meclise dönüştürebiliriz. Böylelikle kitlelerin talepleri doğrultusunda kararlarını kendilerine aldırtır, bir aidiyet duygusu katarız. Bize, ufak dokunuşlarla bu süreçlerin önünü açmak kalır.

Her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada varlığını koruyabilmek için bir direnç göstermek gerekir. Bu değişimin sürekli kapitalizmden yana olduğunu düşünürsek direnç meselesini daha da irdelememiz gerekiyor. Aynı zamanda ezilenlerin tarihsel başarıları sürekli unutturulmaya çalışılıyor. Günün ihtiyaçları sabır, metanet dilekleriyle dikkatimizi günün gerçeklerinden koparıp, gözlerdeki ışığa dikkat çekerek, içi boş gelecek tasarımları yaratılmaya çalışılıyor. Bügünler de bitecek masallarıyla hissiyatlara sürekli çekidüzen verilmeye çalışılıyor. İktidardakiler, toplumun gücünün farkına varmasını engellemek için kırk takla atıyor. Bilinmeyen bir geleceğe doğru ilerleyiş; öğrenilmiş çaresizlik dolayısıyla, korku, kaygı, umut, sevinç, karamsarlık duygularının zaman zaman pompalanan belli karışımıyla, beklenen bir gelecek var da ona ilerleniyomuş hissi yaratıyor. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bugünün koşullarında bir değişim olmazsa, gelecekte de bir değişimin olmayacağı anlaşılmalıdır.

Açlığın ordusu her geçen gün büyüyor. İktidar her ne kadar ufak ufak zamları geri çekse de başka bir yerden zamları arttırmaya devam ediyor. Gıda, barınma, ısınma, elektrik, ulaşım, su, akaryakıt zamlarıyla halkın bunlara erişimi gün be gün zorlaşıyor. Toplumun kafasındaki devlet algısı; toplum-devlet bağı zayıflıyor. İşte bu momenti, iyi değerlendirip halihazırda zayıflayan bağı koparmanın yollarını aramamız gerekiyor. Yani devletle toplumu karşı karşıya getirecek türden eylemliliklere girişmeliyiz. Daha önceki yazılarda da bahsettiğimiz gibi halihazırda yoksulluktan dolayı bir ödeyememe hali mevcut. Yine devlet eliyle baskı ve geliştirilen yeni normaller sonucu özgürlük yoksunluğu daha da can yakan bir hal aldı. Peki anlık hareketler ve ufak dokunuşlarla halihazırdaki durumları nasıl direniş dinamiğiyle buluştururuz? Ezilenlerin virüsü olan “öğrenilmiş çaresizliği” nasıl siler atarız? Direniş kültürünü nasıl inşa ederiz?

Yine Latin Amerika ve Kürdistan örneğine dönecek olursak; buralarda direniş sadece, okul, iş yeri, belli meydanlarda ve 1 Mayıs gibi belli zamanlarda yaşanmıyor. Bir yaşam biçimi olarak direniş ve başkaldırı kültürü mevcut. İşte bizim de zayıflayan toplum-devlet bağını kopartıp yerine direniş/başkaldırı kültürünü bir yaşam biçimi olarak inşa etmemiz gerekiyor.

Örneğin her gün halk otobüsü, metro, metrobüs, tramvay kullanıyoruz. Hemen hemen her gün parası olmadığı için otobüsten indirilen yoksul insanlarla karşılaşıyoruz. Somut olarak insanlar protesto mahiyetinde ifade etmese de ulaşım ücretlerinin insanların bütçelerini zorladığını biliyoruz. Başka bir yerden ele alırsak örgütlü devrimcilerin miting, eylem vb. sonrası toplu ulaşımda ‘akbil basma, turnikeden atla’ eylemleri yapıyor. Veya bunu ulaşım zamları sonrası belli noktalarda yaptığı pratikler olmuştur. Ancak bu eylem için tam yeri ve zamanı diyebileceğimiz günlerden geçiyoruz. Planlanarak yapılacak bu tarzda bir eylem, halkı davet etmeden doğrudan eylemle buluşabileceği bir tarz yaratır. Doğrudan eylemle buluşturma tarzı küçük adımlar olarak görülebilir. Ancak ileride atılacak büyük adımların da öncüsü olarak düşünülmelidir.

Yeri gelmişken Şili’de 2006 yılında gerçekleşen ‘penguenler ayaklanması’na[1] da değinmek gerek. Her şey 2008 yılında liseli bir genç kadının turnikelerden atlaması ile başlar. Ve bu bir akım yaratır. Böyle bir momentte neden benzeri bir hareket Türkiye’de toplu ulaşım hatlarında gelişmesin? Bu aynı zamanda elektrik, su, doğal gaz vb. faturaların ödenmemesine bir ısındırma turu da olabilir. Açlık çığlığının daha da büyüdüğü bir momentte çalışma yaptığımız bir alanda insanları AVM yağmalamaya teşvik edebiliriz.

Kadınlar her gün yanımızda kırıma uğruyor, baskı ve şiddet görüyor. Buna tepki vermek için basın açıklaması yapmak gerekmez. Anında müdahale kadının canını kurtarır, direnişi yaşam alanıyla buluşturur. Her gün sudan sebeplerle kalabalık caddelerde, mekanlarda gözaltılar yaşanıyor. Devlet-toplum bağının zayıfladığını düşünürsek; bu gözaltı anını herkesin dikkatini polislerin hukuksuzluğuna çevirerek bir direnişi neden başlatmayalım? Bu tarz bir çalışmanın özünü kavramak önemlidir. Bu tarzın özü kitleleri bilindik protestocu mantıktan çıkarıp, farklı türden direnişlerle etkileşime sokmak, direnişi bir yaşam biçimi haline getirmektir. Öz kavranırsa alana göre örnekler çoğaltılabilir. Bu tarzın; kapitalizm ve özelde neoliberalizm tarafından dayatılan bireyci kültürü yok edip, kitlelerin kendi gücünün farkına varmasını sağlamaktır. Yani yukarıda anlattığımız gibi Kürdistan ve Latin Amerika’da var olan ancak Türkiye’de eksik olan direniş kültürünü yerleşik, güçlü bir bağ haline getirme çabasıdır. Eğer bu tarzı, toplum içine yedirebilirsek, her şey daha kolay olacak, inanalım. Direnişi/başkaldırıyı “bir yanlışlık anı” olmaktan kurtaralım.

Her adımımızı, çelişkinin içine yerleşerek ve öncü adımlar atmak üzerine kurmalıyız. Bu adımların direniş geleneğine dönüşmesi, devrimcilerin, sistematik olarak çelişkiyi derinleştirecek adımları süreklileştirilmesi ve yaygınlaştırılmasına bağlı. Çelişki varsa eylem anı odur. İlla belli bir çerçevede çizilen eylemi beklemek gerekmez. Bu dönem tam da direnişi yaygınlaştırabileceğimiz, bir yaşam biçimi olarak direnişi örebileceğimiz zamandır. Son olarak şunu belirtelim. Kolay, kısa yoldan başarıları unutalım. Zor olanı kolaylaştırmaya çalışalım. Yaratacağımız başarının, arka planını oluşturalım.

[1]https://sendika.org/2022/03/silide-gecmis-ve-gelecek-el-ele-649866/