Not: Nabi Kımran’ın bu çalışması 17-18-19 Mart 2021 tarihlerinde üç bölüm halinde Gazete duvar’da sitesinde yayınlandı. Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair önemli, ufuk açıcı değerlendirmeler içeren bu çalışmayı tek bir yazı halinde toparlayarak yayınlıyoruz.
MARKSİZM VE SİYASET ÜZERİNE
Kitap yazmak bir yankı arayışıdır. Hayata katılma, tartışmalar içinde zenginleşme, düzeltilme, yanlışlanma, doğrulanma ve nihayet bir birikim olarak siyasal eyleme işleme saiklerini gözetmeden Marksizm ve Siyaset adlı bir kitap yazılmaz herhalde. Yordam Yayınları’ndan çıkan kitabı üzerine Gazete Duvar’dan Soner Sert’in Can Soyer ile yaptığı röportaja -kitabı henüz okumadım- bir yankı kabul edilsin bu yazı.
Son on yıldır dünyada onlarca isyan patlak vermesine rağmen -Gezi bunlardan biridir- Marksist/sosyalist yapıların bu başkaldırılarla rezonansa geçerek maya tutturamaması esaslı bir tartışma konusu. Bu bir bakıma 20. yüzyıl sosyalizminin çöküşünden bu yana kapanmayan tartışmanın devamıdır; dünya kapitalist sisteminin çok yönlü krizinin tezahürü olan isyanları sosyalist hareketle buluşturma sancısı, tartışmayı -teorik boyutunun ötesinde- pratik bir bağlama da oturtuyor.
Can Soyer Gezi’yi eşik kabul ediyor. 12 Eylül’den sonraki 33 yıllık döneme Gezi’nin aynasından bakıyor; keza Gezi sonrasını da hem Marksist hareketlerin yetmezlikleri hem de yeni dönemin imkanları üzerinden tartışmaya açıyor.
„Gezi ile birlikte Türkiye’de 12 Eylül’le başlayan bir süreç kapandı. Bu sürecin temel özelliğinin halkın siyaset yapma hakkının gasp edilmesi olduğunu düşünüyorum.“ Devamla bu hakkın Gezi ile -ilk kez- yeniden koparılıp alındığını ifade ediyor Can Soyer.
Can Soyer’in bu değerlendirmesini sorunlu buluyorum. Bu hakkın 1985-2000 döneminde ağır bedeller, sert mücadelelerle faşist cunta idaresinden koparılıp alındığını teslim etmek Gezi’den ne eksiltir ki? Gezi’nin önemini vurgulamak için, aslında Gezi’nin de üzerinde yükseldiği temel olan önceki dönem mücadelelerini yok saymak mı gerekir? Gezi’nin böyle bir abartıya ya da önceki dönemleri yok sayarak yüceltilmeye ihtiyacı var mıdır? Öte yandan Gezi öncesi mücadelelerin hakkını teslim etmek, neden o döneme eleştirel bakışa engel olsun? Bilakis, ardında değerli kazanımlar bırakmasına rağmen, o dönemin imkanları içinde dikiş tutturamamak, sosyalist hareketin Gezi’deki yetmezliklerini anlamanın da anahtarı olamaz mı?
Bu yetmezlikleri tartışabilmek için öncelikle inkarcı olmamak, yapılanı-yapılamayanı hakkaniyetli biçimde ele almak gerekir. Öncelikle materyalistçe. Materyale, yani dönemin siyasal olgularının nesnel bilançosuna bakmak salt gerçeğe sadakat için değil, belli bir tarihsel dönemin birikimini -ki yetmezliklerden öğrenmek de bu birikimin parçasıdır- bugünün ihtiyaçları bağlamında değerlendirebilmek için de vazgeçilmezdir.
Şöyle bir soru soralım: 12 Eylül 1980 ile 12 Eylül 1997’yi kıyasladığımızda, halkın siyasete katılımı, haklar ve özgürlükler vb. bağlamında ne gibi farklar görürüz? 1997 itibariyle Cuntanın gerile(til)diği -ki bu rejimin karakterinin değiştiğini değil, emek ve özgürlük güçlerinin siyaset alanını dişle tırnakla açtığını gösterir- ve haklar/özgürlükler alanının darbe gününe kıyasla genişlediği bir vakıa olduğuna göre, bu nasıl gerçekleşmiştir? Rejim bahşettiği için mi? Parlamenter sahadaki burjuva partiler, Özallar, Demireller, İnönüler, Çillerler cunta karşıtı bir tutum ve mücadeleyle demokratik özgürlükleri getirdikleri için mi? Örneğin Türkiye’de Yunan Albaylar Cuntasına iyi kötü direnen PASOK türünden bir sosyal demokrat parti var mıydı?
Gerçeğe sadakatten vazgeçilmediği sürece bu soruların olumlu yanıtlanabileceğini sanmıyorum.
80’LER 90’LAR MANZARASI
Rejimin, Kürdistan’da yürüyen özel savaşla iyice ağulanan faşist karakterine rağmen, 80’lerin ve 90’ların kanlı karanlığında, sosyalistler, işçi sınıfı ve ezilenler sokakta siyaset yapma haklarını fiilen kullanarak hak ve özgürlükler alanını genişlettiler. Örneğin 1 Mayıs’ın yasal izinli mitinglerle kutlanmaya başlanması nasıl mümkün oldu? Demirel-İnönü hükümeti Doğu Perinçek’in ricasını kıramadıklar için mi 1992’de ilk izni verdiler? (Gaziosmanpaşa Meydanı’nda cunta sonrası ilk izinli sokak kutlaması gerçekleşti. Perinçek’in İP’inin yaptığı izin başvurusunu kabul etti Valilik.) Yoksa 88’de falakalı işkencelere, 89’da yağdırılan kurşunlara ve Mehmet Akif Dalcı’yı yitirmemize, 90’da İTÜ’lü arkadaşımız Gülay Beceren’in polis kurşunuyla felç kalmasına ve üç bin gözaltıya, 91’de Saraçhane’den başlayan yasadışı yürüyüşün Unkapanı civarında sert çatışmalarla sonuçlanmasına rağmen -üstelik sürecin sertleşmesine paralel artan kitlesellikle- 1 Mayısların sokakta kutlanmasındaki ısrar mı, rejimi yasal izinli 1 Mayıslara mecbur bıraktı? Bu tablo sokakta siyaset yaparak bir hakkın koparılıp alınması, özgürlükler alanının mücadeleyle genişletilmesi değilse nedir?
Peki ya iki milyon işçiyi sokaklara döken işçi sınıfının 1989 Bahar Eylemleri? Zonguldak madencilerinin büyük Ankara yürüyüşü? 3 Ocak 1991 Genel Grevi? Ümit Akçay, dönemin işçi hareketinin neo liberal özelleştirme programını sekteye uğrattığını, işçi sınıfının cunta yıllarındaki ekonomik kayıplarını bir ölçüde telafi ettiğini ve bu direncin neo liberal ekonomi politikalarının dizginsiz uygulanmasını AKP dönemine dek ötelediğini söylüyor. Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür’ün yazılarında da benzer değerlendirmelere rastlamak mümkün. Bu tespitlere eklenecek olan şudur: „Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı!“ sloganıyla meydanlara akan yüzbinlerce işçinin adımları, yasakları paspas gibi çiğneyerek sokakta siyaset alanını genişletti. Eylemler ekonomik-sendikal çerçevede gelişse de nesnel siyasal sonucu rejimin gerilemesi, siyaset alanının, işçi hareketinin ve toplumsal muhalefetin gücü oranında açılması oldu.
80-90’lar manzarasına sorular sormaya devam edelim.
1987 14 Nisan’ından itibaren ivmelenen öğrenci eylemlerinin, derneklerin lağvedilmesine yol açacak tek tip dernek yasasının Meclis’ten geri çekilmesine yol açması? Feminist hareketin ilk öncü adımlarla o günlerde sokakta politikaya başlaması? KESK’in fiilî meşru mücadele ile inşa edilmesi, sendikalaşma özgürlüğünün koparılıp alınması? Kürdistan’daki serhıldanlar, fiilî Newroz kutlamaları, bu sahadaki birikimin, örneğin 1991’de HEP ile yasal siyaset zeminine bir daha geri çekilmemek üzere girmesi? 1993 Ocak’ında Uğur Mumcu, Temmuz’unda Sivas Madımak katliamlarını protesto eden anti-faşist gösterilerde yüzbinlerin sokaklara dökülmesi? Demokratik Alevi hareketinin o günlerden itibaren sökülüp atılamaz bir meşruiyete kavuşması? 22 cana mal olan 12 Mart 1995 Gazi başkaldırısı ve ardından gelişen yüzbinlerin protestoları? O günlerden geriye kalan Cumartesi Anneleri mevzisi ve gözaltında kayıp politikasının büyük oranda engellenmesi? 1995 ve ’96 1 Mayıslarına 100-150 binlik katılımlar? ’96 1 Mayıs alanına yağdırılan kurşunlarla üç arkadaşımızın Kadıköy’de hayatını yitirmesi? 1996 Kasım’ında Susurluk’ta kontrgerilla foseptiğinin patlamasının ardından iki milyon insanın memleket çapında ışık söndürme eylemleriyle sokağa dökülmesi?
Bütün bu olguları yok sayarak, 12 Eylül’ün halka kapattığı siyaset sahasının Gezi ile açıldığını ve buradan hareketle 12 Eylül’ün Gezi ile bittiğini söylemek mümkün müdür? Değildir ve tersi geçerlidir: Gezi, 12 Eylül sonrası iniş çıkışlarla yürüyen mücadelelerin birikimi üzerinde; bir bakıma önceki tarihsel dönemi içerip-aşarak yaşam bulmuştur.
Öte yandan Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’yi altüst eden çaptaki etkilerine tek kelime atıfta bulunulmadan, nasıl olur da „halkın siyaset yapma hakkı bağlamında 12 Eylül’den Gezi ile çıkıldı“ cümlesi kurulabilir? Kendi payıma eğer bu konuya girmeyeceksem, yazarken-konuşurken, „Kürt hareketi bir yana“ gibi bir not düşüyorum ihmalimin farkında olduğumu belirtmek için. Kategorik olarak Gezi öncesinde kayda değer bir şey olmadığı anlayışından yola çıkılınca ne Türkiye sahasında ne de Kürdistan’da olanlar -ve olanların anlamı- yerli yerine oturtulabiliyor.
Aynı ihmalkar tutum teorik birikimlerin değerlendirilmesinde de görülüyor. 1999’da hapishanede okuduğum M. Çulhaoğlu’nun „Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu“ adlı çalışması Türkiye sosyalizminin birikim hanesindedir, farklı geleneklerdeniz diye bu değerli çalışmanın üzerinden atlamayı aklımdan bile geçirmem, herkese de okumasını öneririm. (Behice Boran’ın teorik çalışmaları hakkında doğrusu bir bilgim/fikrim yok.) Peki ya Çulhaoğlu ve B. Boran ile sınırlayabilir miyiz kendimizi? Hikmet Kıvılcımlı’ya atıfta bulunulmadan Türkiye’deki Marksist birikim yelpazesi nasıl tanımlanabilir? İbrahim Kaypakkaya’nın Maocu şablonlara bağlılığını eleştirebilirsiniz, fakat Marksist devlet ve devrim teorisinin esaslı bir kavranışı üzerinde temellenen Kemalizm ve Kürt sorunu hakkındaki -döneminin oldukça ilerisindeki- tezleri nasıl yok sayılabilir? Mahir’i de olduğu gibi kabul etmeniz gerekmiyor, ancak esnek bir yelpazade farklı mücadele-örgüt biçimlerine olanak sağlayan teorik-politik görüşlerini yok sayabilir misiniz? Ve bu görüşler, dönemin mücadelerini taşıyan Türkiye’nin en büyük örgütlerine kaynaklık etmedi mi? Nereden duyduğumu hatırlamıyorum, intihal yapmış olmayayım: „Hepimiz Deniz Gezmiş’in parkasından çıktık“; Mahir-Deniz-İbo’nun parkasından. 1971-2001 döneminin teorik, politik, örgütsel ana akım devrimciliği o parkadan çıkmadı mı? 70’ler bir yana, 1985-2001 döneminde sokakta politika ile kazanılan özgürlükler alanında da izleri sürülemez mi o parkadan çıkanların? Tarih yazımında o parkadan çıkmayanların ihmali kısmi bir eksiklik yaratır; parkadan çıkanların ihmali ise koca bir boşluk!
Peki nereye vardı bu geleneğin akıbeti? Bana göre 2001 itibariyle bir dönem bitti, taşıyıcı aktörleri de teorik-politik-örgütsel çok yönlü bir krize sürüklendiler. Bu kriz Gezi ve devamında daha bir görünür oldu. Fakat öncesinde 12 Eylül yenilgisinde, devamla da 85-2001 döneminde, ilgili aktörlerin bizatihi mimarisine katkı sağladıkları imkanları/kazanımları değerlendirememesinde, hatta yer yer heder etmelerinde ifadesini buldu bu kriz. Eski dönemin devrimciliğini eleştirmek için yaptığı katkıları inkara gerek yok; bilakis katkılarıyla da beslenen imkanları heder etmesi çok daha sarsıcı bir eleştiriyi mümkün kılıyor.
Can Soyer, Türkiye’de Marksist örgütlerin Marksizmi pek de kullanamadığını/işlevlendiremediğini söylüyor, katılırım; Marksizmi benimsemek ile, onu eylem klavuzu kılabilmek hiç de aynı şey değildir. O halde Marksizmi işlevlenirme meselesini kendi yapıp ettiklerimiz üzerinde de sınamak durumundayız.
Marx, Paris Komünü’nü, pek de başarı şansı olmadığını bilerek destekledi. Marksistler yok denecek kadar azdı Komün sokağında ve yönetim kademesinde. Anarşistler, Prudhoncular, Bakuninciler, bir kısım burjuva demokrat, bileşenleri sanayi proletaryasından çok zanaatçılardan oluşan emekçiler Paris Komünü’ne damga vurdu. Ve Marx, „Paris’te taraftarlarım zayıf, işçiler değil küçük burjuvalar, anarşistler baskın, üstelik pek başarı şansı da yok ve altı üstü bir kentle sınırlı küçük bir deney“ diyerek Komün’ü görmezden gelmedi; bilakis politik olarak desteklemenin ötesinde devlet, devrim, ayaklanma sanatı, proletarya diktatörlüğü hakkında bugün hâlâ başvurduğumuz teorik sonuçlar çıkardı Komün tecrübesinden. Marks’ın tutumunun neşet ettiği teorik bağlamı anlamaya çalıştığımızda, O’nun herşeyden önce materyalist bir diyalektikçi olduğunu, ‚içinde biz var mıyız yok muyuz‘ türünden idealist bakkal hesaplarına girmediğini; Komün gibi bir materyal-nesnel gerçekliği yok saymasının -kendisiyle çelişmeden- zaten mümkün olmadığını görebiliriz. Marksizmin özü materyalist diyalektiktir; diyalektiğin, komünizm perspektifiyle (komünizmin diyalektiği de denebilir) tarihe, güncele, gelecek projeksiyonlarına, sınıflara, ideo-kültürel sahaya ve politikaya uygulanmasıdır Marksizm; tüm önermeleri bu teorik-metodolojik kökten neşet eder; bizatihi Marksizmin Marksist eleştirisinin de bu kökten neşet edebileceği gibi. O halde Marx’ı bugünün Türkiye’sine taşısak, örneğin Gezi öncesi otuz küsur yılın toplumsal-siyasal mücadeleler „materyaline“/ nesnelliğine bakarak, „halkın 12 Eylül’den beri siyaset yapma hakkını kullan(a)madığına ve bu makus talihin ilk kez Gezi ile değiştiğine“ mi hükmederdi? Daha tam bir ifadeyle Marx, kendi ürettiği teorik-metodolojik müktesebata bağlı kalarak böylesi bir değerlendirme yapabilir miydi? Peki ya Türkiye’nin teorik „materyal“ birikiminin yekününe bakıp, bunlardan bazılarını görmezden gelebililir miydi? (Eleştirel bir pozisyon ile yok saymanın aynı şey olmadığını vurgulayalım geçerken.)
Ezcümle „görmemek“ bir tür grup körlüğünden kaynaklanıyorsa fena, Marksizmi tarihsel/siyasal bir döneme uygulayamamaktan kaynaklanıyorsa daha da fena…
Kuşaklar meselesinde de -keyfiyete, subjektivizme düşmeyeceksek- aynı metodolojiden hareket etmek zorundayız.
KUŞAKLAR MESELESİ
Türkiye’de 68, 78 kuşağı vardır da, neden örneğin 58’liler ya da 2003’lüler yoktur? Daha tam bir ifadeyle, „yoktur“ dediğimiz tarihlerde de biyolojik olarak 20’li yaşlarında olan, sosyalizm mücadelesini ağır fedakarlıklarla sürdüren, hapse düşen, hatta yaşamını yitirenler olduğu halde neden 58’lilerden, 2003’lülerden vd. söz etmiyoruz? Çünkü sosyalizm mücedelesinde kuşaklar biyolojik kategorilerle değil, siyasal-toplumsal mücadelerde etkili, iz bırakan, ayırıcı bir katkı sağlayan kümelerle/dönemlerle tanımlanır. Sosyalizm mücadelesi dümdüz bir süreç değildir, dönemler belli anlam yumaklarının yoğunlaştığı kavşaklardır aynı zamanda. Buradan hareketle ele aldığımızda 68’liler kurucu (ya da yeniden-kurucu) kuşaktır, 78’liler iç savaş kuşağı; yani „kuruculuk“ ya da „iç savaşın tarafı olma“ gibi ayırıcı özelliklerle temayüz etmiştir bu kuşaklar. Kuşakların kitlesel olarak etkili olduğu dönemler 3-5 yılla sınırlıdır, kuşaklardan geriye kalan kadrolar ise on yıllar boyunca mücadeleyi sürdürebilirler. 1985-2001 dönemi mücadelerinin cuntayı geriletmek, siyasal hak ve özgürlükler alanını genişletmek gibi bir siyasal-toplumsal anlamı vardır. Cunta karanlığında ilk çoban ateşlerini tutuşturmaktan başlayarak, sokakta yüzbinlerle yürüyen mücadelelere uzanan olayların karmaşık yumağı içinde, kırmızı bir ip gibi izi sürülebilecek olan kuşak ise 87’lilerdir. (14 Nisan yürüyüşü ve Nisan 1987 gençlik eylemlerinden mülhemdir 87’liler) Bunun bir görünümü dönemin mücadeleleri ve ardında bıraktığı siyasi kazanımlarsa; diğer görünümü de 1985-2001 mücadelelerinin taşıyıcı omurgası olan bu kuşağın, faşizme karşı mücadelede yüzlerce mensubunu toprağa vermesidir. Ayırıcı özellikleri cunta karanlığına teslim olmayarak mücadeleye atılmaları ve 12 Eylül kesintisinin ardından devrimciliğin sürekliliğini sağlayan köprü kuşak olmalarıdır. Bu üç kuşağın ardından Gezi geldi. Gezi, üniversite yıllarından arkadaşım Volkan Yaraşır’ın özel bir yazışmamızda söylediği gibi, „bereketli bir alüvyon“ bıraktı ardında. Gezi, göz önünde olan kazanımları ve tarzının ötesinde, çok sayıda genç katılımcısını Rojava’da toprağa verdi. Tüm bu birikimlere rağmen siyasal-örgütsel form-lar ve oturmuş bir süreklilik kalmadı Gezi’den geriye. Buna karşın Gezi’nin alüvyonundan beslenen mücadele tarzları, yaratıcı biçimler, zengin dil, esnek ve kapsayıcı mücadele üslubu, son olarak Boğaziçi direnişinde görüldüğü üzere hemen her kritik eşikte yeniden ve yeniden sahneye çıkıyor. Bu yeni olgu ile eski usullerle bağ kurulamayacağı anlaşıldı. Sosyalist hareket çok yönlü bir yenilenme yaşamadan Gezi’nin alüvyonlu toprağıyla bağ kuramıyor; Gezi ise içsel cevherini istikrarlı ve etkili bir siyasal-örgütsel yapıya kavuşturamıyor. Ve bu çifte kilitlenmeden etkili bir politik güç açığa çıkmıyor.
Türkiye’de Gezi’nin de Marksist teori ve politikanın da önünde duran aktüel problematik/eşik budur.
Marksizm sahasında olan bitenleri, tarihsel sürekliliği de gözeterek „sekt“ kavramı üzerinden okumayı öneriyorum, tabii kavramın sınırlarını epeyce genişleterek. Can Soyer’in „radikal pasifizm“, „duyarlılık aktivizmi“, „stratejisizlik“ ve „müfreze tarzı“ kavramlarının da ’sekt’ler bağlamında değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Marksist hareketin tarihi, bir bakıma kurulup-yıkılan, yeniden kurulan sektlerin de tarihidir.
II. Enternasyonal tarihteki büyük sektlerden biridir („Büyük sekt“i oksimoron bir kavram olmaktan kurtarmaya çalışacağım bu yazıda). Teorik formasyonu (burjuva) ilerlemeci, kaba determinist, işçici/uryerist, ekonomist/üretici güçlerci ve üstyapılar körü olmakla maluldür; II. Enternasyonal Marksizmi böyle bir şeydir.
„Altyapı üstyapıyı otomatikman belirler, sosyalizme kapitalizmin geliştiği yerlerden geçilir, dünyanın geri kalanı sosyalizme müsait değildir, önce bir sanayileri, işçi sınıfları gelişsin sonra bakarız, işçi sınıfı iktidara gelip üretim araçlarını toplumsallaştırınca, temeldeki/altyapıdaki bu değişim üstyapıyı nasılsa değiştirecektir, o yüzden üstyapılar gibi tali sorunlarla uğraşmak gereksiz, hatta saptırıcıdır, hem zaten tarihin tekerleği sosyalizme doğru dönüyor, zorlamaya ne hacet“; bu formülleri ezberlerseniz iyi bir II. Enternasyonal Marksisti olursunuz. Bu „Marksizmde“ ne kadar derinleşirseniz derinleşin, varacağınız yer yukarıdaki şekerleme tadındaki tekerlemelerdir.
Politik planda beyaz, erkek, Avrupalı işçinin temsilcisidir. Tarihsel ilerlemenin ve üretici güçlerdeki gelişmenin neredeyse kendiliğinden sosyalizme götüreceğine inanır. Kendiliğindenciliğe tapınan bu reformizmin sonuçları en iyi halde, Avrupa işçi sınıflarının devrimden uzaklaştırılması mukabilinde alınan „ücret“ olan reforme edilmiş kapitalizm oldu. Kötü halde ise, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Avrupa işçi sınıflarının ulusal burjuvazilerin savaş arabalarına koşulması, 1919 Spartaküst ayaklanmasının bastırılmasında aktif rol alma, Roza ve Liebknecht’in katli, bölünen ve mücadele azmi kırılan işçi sınıflarının faşizmin iktidara tırmanışını engelleyememesine sebep olma -ki bu konuda hatalı politikalar izleyen komünistler de sorumluluktan azade değildir- gibi düpedüz karşıdevrimci rollerle temayüz eder II. Enternasyonal.
Milyonlarca işçiyi peşinden sürükleyen zamanın Avrupa’sının en büyük partileri nasıl „sekt“ olabilir? Şöyle olur: Eğer beyaz, erkek, Avrupalı işçilere hitap etmek dışında, kelimenin geniş anlamıyla „dünya“ hakkında diyecek bir şeyiniz yoksa („tarihsel ilerleme“ adına sömürgeciliği onaylayan „sözleriniz“ bir yana), siz, iri kıyım da olsa bir sekte hapsolmuşsunuz demektir. Teoriniz „dünyayı“ değil, en fazlasından Avrupa’yı kucaklar. Politikanız milyonlarca Avrupalı işçiyi bir sekte hapsetme ve geri kalan dünyayı dışlama gibi çifte surla korunan bir „sekt kalesi“ inşa edebilir en fazlasından.
Can Soyer’in „radikal pasifizm“ kavramı tam da böylesi bir paradigmada yaşam bulur. „İşçi sınıfı“ ve „sosyalizm“ kavramlarını merkeze alan teorik-politik doğruculuk, sınıflar mücadelesinin canlı karmaşası içinde inşa edilmesi gereken politika ve stratejinin iptalidir aynı zamanda; maymuncuk misali her kilidi açan „doğrularınız“ politikaya ikame edilmişse, otomatik pilota bağlanmış bu lafzî radikalizmin politikaya-stratejiye ihtiyacı kalır mı? Ve bu teorik doğrucu lafzî radikalizm, pasifist/reformist bir pratik/eylem dışında ne üretebilir? C. Soyer’in „radikal pasifizm“ kavramıyla ifade ettiği paradigma/davranış çizgisi ne yenidir ne de Türkiye’ye özgü; bilakis hangi dünya-tarihsel (teorik-politik) uğraklardan geçerek Türkiye’ye özgü renkler kazandığının izini sürmek, bizdeki durumun da daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Öte yandan „duyarlılık aktivizmi“, aynı tarihsel süreklilik içinde „radikal pasifizmin“ kefaretidir. Öyle ya, siz işçi sınıfı, Avrupa, üretici güçler vs. dışında bir şey görmüyorsunuz diye, diğer sorunlar yok olacak ya da sizin „yüce öncülüğünüze“ ilahi bir huşu içinde tabi olacak değiller herhalde! Onlar da kendi yakıcı özgül taleplerinden hareketle feminizm, ekoloji hareketi, ulusal kurtuluş mücadeleleri, LGBT+ hareketi, dinsel-kültürel azınlıkların hak mücadeleleri, hayvan hakları sahalarını vd. inşa ettiler.
Yanlış anlaşılmasın, „biz bu alanlarda etkili olabilseydik bu hareketler olmazdı“ ya da „biz varken onlara gerek yok“ türünden bir şey söylemiyorum; „Marksist hareketlerimiz bu alanları kucaklayabilen teorik-politik-örgütsel müktesebata sahip olsalardı daha etkili, canlı ve dinamik yapılara dönüşebilirlerdi“ diyorum. Şu veya bu şekilde bu hareketler var olacaklardır; bugün de yarının sosyalist toplumunda da. Mesele yoldaşça ve yapıcı bir etkileşim zemini inşa etmekte, karşılıklı geçişkenliğe açık olmaktadır, böylesi bir zemin her iki tarafı da besleyecektir. Kaldı ki bugün ortaklaştığımız bir dizi politik tavırla -nesnel olarak- hep birlikte kapitalist barbarlığın karşısında durmaya çalışıyoruz; kimsenin „gümbür gümbür gelen Marksist işçi hareketini“ devrim yolundan saptırdığı falan yok.
Şimdi dönüp bu alanlara, „siz parçalara hapsoluyor, sistemi görmüyorsunuz, alanınızla ilgili duyarlılık aktivizminin ötesine geçemiyorsunuz“ demek yerine; „biz tüm bu alanları kucaklayabilen teorik-politik bir müktesebata neden sahip olamadık“ ya da „duyarlılık aktivizmlerinin“ temsil ettiği sahalar neden bizim sektlerimiz içinde nefes alamaz hale geldiler“ demiyoruz? Ondan sonra gelsin „radikal pasifizm“, gitsin „müfreze tarzı“ solculuk. Farklılıklar doğaldır, eleştirel bir birliktelik geliştiricidir; fakat radikal pasifistler, yani dogmatik reformistler kibirli bir zaviyeden yargılamaktadır „duyarlılık aktivistlerini“; tam da bu sekter tutum yıkıcıdır, yoksa kimse „hepimiz kardeşiz“ türküsünü çığırarak dolaşalım demiyor.
C. Soyer’in radikal pasifizm dediği dogmatik/reformist Marksizmin tarihi, enternasyonal planda çok eskidir ve sanıldığından daha etkilidir. Büyük partilerde -hatta ülkelerde- de ifadesini bulsa kendini sektlere hapsetmekle kalmaz; bu oportünist günahın kefareti sadece „duyarlılık aktivizmiyle“ değil, „öncü müfrezelerin“ kahramanca ama kısır eylemleriyle de ödenir. Dahası „müfrezeler“ sadece sol sapmanın tezahürü değildir artık; kısırlaşan dogmatik Marksizm alanının „reformist/pasifist müfrezelere“ daraldığı da aşikardır. Reformist/pasifist günahlarıyla ve büyük oranda bu günahlara tepkiden neşet eden radikal müfrezeleriyle sol evrenin, örneğin 1985-2001 Türkiye’sinde inşasına katkı sağladığı imkanları/mücadele dinamiklerini heder etmesi ne kadar normal ise; envai çeşit „duyarlılık aktivizmlerinin“ şenlikli geçidi görünümüne bürünen Gezi’de maya tutturamaması da o kadar normaldir. Gezi Türkiye’nin sol birikiminden neşet etmiştir; fakat dogmatik Marksistiyle (radikal pasifistler), öncü müfrezeleriyle Türkiye sol örgütleri camiası, Cebelitarık Boğazı’nda Akdeniz’le okyanusun sularının birbirine karışmaması misali yan yana iç içe oldukları Gezi’nin -bildiklerinden farklı- sularına ka-rı-şa-ma-mış-lar-dır!
„Sekt“ler analizinin bilançosu ve Türkiye’deki özgül tezahürleri bağlamında sonda söylenebilecek olan yukarıdaki önermeleri biraz erkene çekmiş olduk. Şimdi bu ara-bilanço parantezini kapatıp biraz daha duralım sektleşme üzerinde.
Marx, politika alanına temel teşkil edecek öncülleri bıraktı ardında, fakat gelişkin bir politika teorisi inşa etmedi ya da edecek zamanı bulamadı. II. Enternasyonal liderleri ise devrimci özü boşaltılmış dogmatik Marksizmden türetilen „otomatik pilota bağlanmış“ ve aslında politikasızlığa tekabül eden bir „politika“ inşa ettiler; en politik olduğu hallerde dahi işçi sınıfını burjuvazinin kapısına bağlayan reformist bir politikadır bu.
„Marx bize, Kapital’de açıkladığı kapitalist üretim tarzının tutarlı, gelişmiş bir ekonomi teorisini bıraktı; ama ekonomi teorisiyle yan yana konabilecek, burjuva devlet yapısını açıklayan bir siyaset teorisi, ya da işçi sınıfının bu devleti yıkmak için vereceği devrimci sosyalist mücadelenin stratejisi ile taktiklerini bırakmadı.“ (Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler – Perry Anderson / Birikim yay. 5. Baskı. s. 25)
Anderson’un sözleri tartışmalı bulunabilir, yine de defansif bir refleksle karşılamak yerine, „Marksizmin politika alanındaki asıl atılımının Lenin ile başladığı“ şeklinde yorumlamayı öneriyorum bu değerlendirmeyi.
Lenin’in teorik-politik katkısı, Marksizmi Avrupa’ya hapseden II. Enternasyonalin inşa ettiği sekt duvarlarını yıkarak, Marksizmi bir dünya hareketi olarak yeniden-inşa etmeye dönük devasa bir hamledir. Avrupa-merkezci reformist sektin duvarlarında Lenin’in açtığı devasa gedikten Marksizm, Rusya gibi geri bir ülkede devrim ve sosyalist inşa alanına açıldı. (Ekim Devrimi karşısında Plehanovların, Kautskylerin şaşkınlığına Gramsci’nin verdiği yanıtı tekrar etmeye gerek görmüyorum.) Sömürgeler, tarım ve köylülük sorunları, ulusal sorunlar, kısmen de kadın sorunu hakkında ya hiçbir şey söylemeyen ya da düpedüz karşıdevrimci „sözler“ söyleyen II. Enternasyonalcilere karşı Lenin’in „yeni sözleri“ Marksizmi önce teorik, sonra pratik-politik olarak tüm bu sahalara açtı; Marksizm sahasındaki ilk büyük sektin (II. Enternasyonal’in) duvarları böyle yıkıldı.
Lenin’in ilk adımlarını attığı „dünyaya açılan Marksizmin“ yolu, ne yazık ki bir süre sonra yeni bir sektle kesildi: İşçi-emekçilerin inisiyatifine dayanan, dolayısıyla kitleler özneleştiği oranda sönümlenme yoluna giren „aygıtlar“ yerine; devlet/aygıt odaklı milli sosyalizm paradigması yeni devasa „milli sektimiz“ olarak zuhur etti. (Merak edilebilir söyleyeyim: Tek ülkede sosyalist inşa mümkün, nihaî zafer mümkün değildir. İnşa sürecinin şu veya bu aşamasında bulunan sosyalist ülke(leri)miz, dünya devriminin bir imkânı olarak işlevlenir; dünya devrimine ikame edilemez.) Tek tek olayları saymayayım, III. Enternasyonal, ömrü süresince ortaya çıkan hiçbir soruna; faşist karşıdevrimin saldırılarına ya da devrim imkanlarına başarılı çözümler üretemedi. Bu başarısızlığı nispeten telafi eden şey SSCB’nin varlığıdır; tüm sorunlara, sosyalist inşanın sakatlanmasına rağmen sosyalizmin kazanımları maddi ve moral bir güç olarak ezilenler katında sosyalizmin hegemonik etkisini ayakta tuttu, Hitler faşizminin yenilgiye uğratılması onuru da eleştirdiğimiz SSCB’nin tarihsel kazanımları hanesindedir.
SSCB’nin güvenliği gereklerine indirgenen „Enternasyonalizm“, önüne çıkan hiçbir imkân ve krizi devrime ilerletemedi ya da dünya devrimi perspektifini SSCB’nin güvenliği lehine fiilen terketti. Enternasyonalizmi değil, milli-devletçi sosyalizmin hegemonyasını tesise yönelen bu yeni sekt, kaçınılmaz olarak kendisine tepkiden doğan diğer sektlerin de yolunu açtı. Ondan sonra gelsin SSCB-Çin kavgası, gitsin Yugoslavya revizyonizmi, sürülsün tanklar Prag, Budapeşte, Doğu Berlin sokaklarına. Dünya devrimcilerinin yüreği hâlâ Vietnam direnişinin küllenmemiş közleri içinde atarken, 1979 gibi bir tarihte başlasın Çin-Vietnam savaşı, Kamboçya işgali… Kruşçevci tezlere ayak diredikleri için fakir Arnavutluk ve sanayisiz Çin’in „ekonomik yardımları keserek“ terbiyesiyle şaha kalkan „Enternasyonalizme“ bin selam! İnsanın dili varmıyor ama, son tahlilde hiçbir sekti dışta bırakmadan, 1915’te işçi sınıflarını milli burjuvazilerin savaş arabasına bağlayan II. Enternsyonalcilerin tutumundan ne farkı var yukarıdaki tablonun? Ki zaten tüm bu süreç boyunca, Lenin’in dünyayı-evrenseli kucaklamaya yönelen Marksizm çizgisini geliştirmek yerine, ince ince II. Enternasyonal çizgisine ricatın izleri de her yerde sürülebilir. Eh, böyle (milli/devletçi) sosyalizme, böyle (II. Enternasyonalci) Marksizm; daha ne olsun!
Sonuçta içinde kaynaşıp duran imkanları, dinamikleri, farklılıklarıyla „dünyayı kucaklayamayıp“ sektlere daralan, üstelik bir de „sektler savaşına“ tutuşan 20. yüzyıl sosyalizmleri hep birlikte çöktü; emperyalist işgalle değil, kendi halklarından başlamak üzere emekçi milyonların sahip çıkmamasından, hapsoldukları sektlerin içine çekilip „dünyaya değemediklerinden“ çöktü-ler…
Sektler tarihinin dışında tek bir örnek kaldı: Küba. Karayiplerin „yeşil timsahı“ hiçbir zaman sekt olmadı. Dünyayla, dünyanın meseleleriyle diğer „büyük sektlerin“ olamadığı kadar kapsayıcı/açık ilişkiler içinde oldular. Devrim stratejileri salt gerillacılığa indirgeniyor, yanlış; onların gerillacılığı gelişkin ve esnek bir politik liderliğin merkezî önemde bir unsuru olarak önemlidir, tersi değil. Daha baştan bir sekt refleksi geliştirerek dışlarındaki gruplarla dışlayıcı-rekabetçi ilişkilere girmediler. Bilakis, radikal öğrenci gruplarıyla, Havana ve diğer büyük şehirlerdeki işçi hareketleriyle (Frank Pais hatırlansın), Komünist Parti ile, Batista karşıtı liberallerle (ilk devlet başkanları Castro değil, bir liberaldir) rekabetçi olmayan, devrim/iktidar stratejisini besleyen esnek ittifaklar geliştirdiler. Örneğin, „gerillamız var, ötesine ne hacet“ demek yerine, dağlardan radyo yayını yapmayı ihmal etmediler. Onların „müfrezeleri“ sektleşmedi, kelimenin gerçek anlamıyla emekçi milyonlarla hemhal oldu; 1 Ocak 1959’da şehirlere giren gerillayı ayaklanma halindeki yüzbinler karşıladı. ABD’ye karşı bile, ilk elden meydan okuyarak bu emperyalist devin hışmını üzerlerine çekmeden, mevzilerini güçlendirdikçe renklerini daha net açık eden bir tutum aldılar. İktidara geldik diye KP’yi yasaklamadılar, yanlış hatırlamıyorsam 1965’te onlarla birleştiler. Sonuçta bugün devasa sektler yıkılırken Küba’nın ayakta kalması hiç de tesadüf değildir. İdeal bir sosyalizm mi Küba’daki? Değil elbette, şimdilik sosyalizmde ısrar eden bir sosyalizm; atom silahları olmayan ama „insanı yaşatan“ tıp alanında dünyanın en iyileri arasında olan bir sosyalizm. Küba’nın zengin pratik tecrübesi içinde gömülü duran, soyutlanıp açığa çıkarılmayı bekleyen bir „teori“ var hiç kuşkusuz. Che’nin tamamlanmaktan uzak çabaları dışında önderleri bu işe soyunmadılar. Belki de iyi yaptılar; çünkü teorileştirilen bütün tecrübeler bir süre sonra vulgarizasyonu ve donup kalmayı da beraberinde getirdi, kireçlendi, hayatiyetini yitirdi; Marksizmi „teorileştiren“ Kautsky’nin ve devrimci bir zeminde durmasına rağmen Lenin’i „teorileştiren“ Stalin’in yaptığı budur. Akıbeti böyle olacaksa bırakalım Küba da „teorisiz“ kalsın; bu haliyle hayata daha açık ve çok daha canlı. Küba’nın ayakta kalması gibi, Latin Amerika kıtasının devrimci canlılığını koruması da tesadüf değildir: Çünkü bu kıta „Avrupa için üretilmiş Marksizme“ ve dünyada hüküm sürüp tükenen ülke-sektlere çok uzak; kendi tarihsel devrimci geleneklerine, Che’ye, Castro ve Küba’ya ise çok yakındır.
Peki sektlerimizin duvarlarını yıkıp nasıl kucaklayacağız „dünyayı“?
Birkaç nirengi noktasını işaretleyip, tartışmanın kapısını aralayalım; devamı kolektif bir emek süreciyle getirilebilir ancak, bu makalenin de benim de boyumu aşar.
Bugün mızrak çuvala sığmaz hale geldi ve hepimiz biraz çevreci, biraz feminist, dinsel, kültürel, ulusal, cinsel topluluklara duyarlı hale geldik. Bir şeyin farkına herkesle birlikte varıyorsanız teoriniz yok demektir; ya da C. Soyer’in deyimiyle, Marksist olmanıza rağmen Marksizmi dünyayı anlama-değiştirmede işlevlendirememektesinizdir. Ve teorik bir temelden yoksun politik açılım gayretleriniz, hadi pragmatik ya da modaya uyan bir sürüklenmedir demeyelim de, en iyi ihtimalle eklektizmden kurtulamaz, iğreti kaçar.
SENTEZLER VE ‚YENİDEN İNŞA‘
Örneğin tutarlı bir ekolojist olabilmeniz ya da Marksizmiminizin ekolojiyi sistemik bünyesine katabilen bir zenginliğe sahip olabilmesi için, felsefi/teorik olarak „insan merkezli evren“ paradigmasından kopmanız gerekir. Küçük-büyük sektlere hapsolan ana akım Marksizm bu işlerin yanına bile yaklaşmadı yüz yıl boyunca, yaklaşanları da ya görmezden geldi ya da zındık ilan ederek dışladı. Örneğin Frankfurt Okulu’nun, Horkheimer, Adorno ve W. Benjamin’in Aydınlanma eleştirileri, insan merkezli evren tasarımından neşet eden (burjuva) ilerlemeciliğe esaslı bir darbe indirir. Onların açtığı kapıdan girildiğinde, insan merkezli evren tasarımından, „evrenin, onunla uyumlu parçası olan insan“ teorik/felsefi kavrayışına ulaşmak bir adımlık mesafedir. Örneğin SSCB’nin milli/sekt Marksizmi bu anlayışı içerseydi, „kapitalizmle yarışıp geçme“ ilerlemeciliğiyle Aral Gölü’nü kurutmaya kalkmaz (bu arada geçmeye çalıştığına benzemeye başlamaz) ya da bu bilinci içselleştirmiş Sovyet halkları tarafından durdurulurdu. (Tabii bunun için sosyalist demokrasi, halkın tutmunun bir hükmünün olması gibi şeyler de gerekir, geçelim.) Bizim „araziye uyan“ eklektik bir çevreciliğe değil, Marksizmin metodolojik temeli üzerinde yükselen ve komünist ütopyamızdan beslenen sağlam bir kavrayışa ihitiyacımız var; buna (her konuda) sahip olursak teorik-politik-örgütsel olarak „dünyayı“ daha bir derinden kucaklayabilir, bereketli nehirler gibi akabiliriz. Biz ekoloji diyelim, siz ezilen cinse ve diğer alanlara genişletin meseleyi; Marksizmin felsefi-metodolojik temeli, içindeki her şeyle birlikte „dünyaya açılmaya“, tüm sorun ve imkanları komünizm perspektifiyle „işleyip-içermeye“ müsaittir; (teorik-politik-örgütsel-milli) sektlere hapsolan Marksistlerin yap(a)madığı şey işte tam da budur!
Marksizm, tarihinin değişik evrelerinde yeni girdilerle beslenen sentezlerle „yeniden inşa“ edilmiştir, Lenin bu yeniden inşanın en parlak uğrağıdır.
O güne dek bilinen dünyanın berhava olduğu 1915 kavşağında, Lenin’in işi gücü bırakıp Hegel çalıştığını; felsefe, diyalektik, metodoloji sorunlarına yoğunlaştığını görüyoruz. Bizim dar pratikçi geleneklerimize „aydın fantezisi“ olarak görünecek bu iş -öyle ya, dünya yıkılıyor adam felsefeyle uğraşıyor!- tam da devrimci eylemin sağlam temellerde inşasının ilk adımıdır. „Bilinen dünya“ yıkılmışsa, yıkılanın ve yeni olanın verilerini önünüze çekip, tüm bu „materyali“ devrim ve komünizm görüş açısıyla işlemek zorundasınızdır. Peki hangi „aletle“? Diyalektikle ya da devrimin diyalektiğiyle. Buradan baktığınızda Lenin’in işi gücü bırakıp öncelikle diyalektik çalışması yerli yerine oturur. Çünkü zihninizi, diyalektik bakışınızı bileyerek; yıkılan, altüst olan bir dünyayı verili durumun gerçekleri ışığında (Marksist açıdan) yeniden tanımlamak, bu teorik uğraştan devrimin strateji taktiklerini (politik alanı) çıkarmak, örgüt ve kadro yapınızı yeni duruma uyarlamak zorundasınızdır: Leninist praksis böylesi bir sistematik içinde şekillendi ve dünyayı yorumlamakla yetinmedi, değiştirdi de.
Bu iş için bazı hasletler gerekiyordu tabii: Zamanın Marksist „din ulularını“ karşıya almak, kendi partisindekiler dahil „sol kamuoyu ne der“ endişelerine metelik vermemek gibi. Aklını kullanmaktan korkmayan bir cesaret ve iradeye sahip olunmadan bu zorlu konularda tek bir adım bile atılamaz-dı.
Bugün Lenin’in tariflediğinden, hele sektlerimizin anladığından çok farklı olan bir dünyanın „materyalini“ önümüze çekerek, neden Lenin’in açtığı yoldan ilerleyemiyoruz? Entelektüel kapasitelerimizin buna elverişli olup olmaması bir yana, biz her şeyden önce Lenin’in duruşundan, yeniyi inşa etme cesaretinden yoksunuz. Kilise babalarımızdan, „elalem ne der“den, belki de daha önemlisi ömür boyu ezber ettiğimiz amentülerimizden kopmaktan korkuyoruz.
Peki bu işi sektler başarabilir mi? Başaramaz. C. Soyer’in kavramları isabetlidir, kendisi ne der bilmiyorum ama, ben bu kavram setinin sektleri tanımladığını düşünüyorum. Sektlerin teorileri, politikaları, stratejileri olmaz. Kenar süsü, alameti farika olmak dışında Marksizmi hayata uygulamaları, eylem kılavuzu olarak değerlendirmeleri mümkün değildir. Sektlerin, „dükkanlarını çekip çevirmelerini“ sağlayan özel grup ideolojileri, iç dilleri, işaretleri, jargonları olur. Sektler dünya ile alış-veriş içinde olamaz, dünyayı değiştiremezler; „dünya“ onların kendilerini doğrulamaları için bir vesiledir, her şey kendilerini doğrulayıp-yüceltmeye yarayan araçsallıkla maluldür onların elinde: Sektin amacı kendisidir. Sektin önünde bir tek yol vardır; bir tür iç-devrimle sekt olmaktan çıkmak. Böyle bir şeyi başarılabilirlerse -neden olmasın?- kendileri/sekt olmaktan „kurtulacaklardır“ zaten; aslında bunca enerjiye, fedakarlığa, geçip giden yıllara yakışan da budur ya, neyse…
DÜNYAYA AÇIK OLMAK
Marx, diyalektikle işlediği senteze girdi sağlayan „materyallerini“ Adam Smith, Hegel ve ütopik sosyalistlerden aldı. Sentezin potasında işlenen bu materyaller hiç de girdikleri gibi çıkmadılar işlemden: Marksizm böyle doğdu. Lenin, Emperyalizm teorisini dayandırdığı materyali büyük oranda Hilferding’ten aldı vb.
Peki bugünün Marksistleri hangi birikimleri sentez potalarına alacaklar? Özel bir liste çıkaramayız, birkaç başlığı vurgulayabiliriz ancak. Ama önce bir not: Korkuyla, geleneğin tutucu yönlerine teslimiyetle yeni bir sentez çabasına girişilemez. Marx ve Lenin, liberal Hilferding’i, piyasacı Adam Smith’i, burjuva-devletçi Hegel’i sentez girdisi olarak alabiliyor da, bugünün Marksistleri hepsi de sol sahadan gelen kaynakları; Frankfurt Okulu’nu, W. Benjamin’i, R. Luxemburg’u, Gramsci’yi, H. Kıvılcımlı’yı, Murray Bookchin’in komünalizmini, Troçkist entelektüel mirasın katkılarını, Latin Amerika devrimci birikimlerini, anarşist hareketin bazı yönlerini, Kürt hareketinin teorik-pratik çabalarınının değerlendirilmesini, feminist ve ekolojist hareketin katkılarını vd. neden yeni dönem Marksist sentezinin potasında kaynatıp, komünizmin diyalektiğinin imbiğinden süzemiyorlar? Eklektik bir yamalı bohça mı çıkar bu karmaşık materyalden? Çıkmaz; yeter ki tüm bu materyali komünizmin diyalektiğinin süzgecinden geçirebilelim. Çünkü sentez bir üst üste yığma işlemi değil, eleştirel bir hazım faaliyetidir; onun tornasından geçen „materyaller“, işlendikleri potadan girdikleri gibi çıkmazlar. Farklı materyallerin işlenmesi eklektisizm ise eğer, Marx ve Lenin ilk büyük „eklektikçilerimizdir“.
Aslında tek tek başlıklar saymaktan çok, ilkesel bir tutumun altı çizilmeli: Dünyaya açık olmak, nereden geldiğine bakmaksızın önümüzde çıkan kayda değer her „materyali“ ve entelektüel birikimi devrimci diyalektiğin işlem sahası olarak değerlendirmek prensipte benimsenmelidir.
Bu yönde yol alınırsa Marksizm yeniden „dünyayı kucaklayacak“, belki de entelektüel etki alanını parlak zamanlarında olduğundan daha ötelere taşıyacaktır. Bu, „dünyayı değiştirme“ yönünde büyük bir güç kaynağıdır aynı zamanda. Keza bugün parça pinçik hale gelen toplumsal muhalefet alanı Marksizm çatısı altında yeniden „büyük anlatısını“, politik ve örgütsel temsiliyetini bulabilecektir. Gezi’nin ve dünyanın Gezilerinin renkliliğini, çeşitliliğini, özgürlük ve özgürleşme arayışını kucaklayabilmek öncelikle teorik-entellektüel planda böylesi bir açılım ve zenginleşmeyi gerektirir; bu türden bir yeni paradigmanın politik, örgütsel, stratejik sonuçlar üretmemesi zaten düşünülemez.
Peki ya işçi sınıfı neresinde bu işin? Merkezinde! İşçi sınıfının bilinci „dünyayı kucaklayan“, dünyanın tüm meselelerine „karışan“, kendi cephesinden çözümler üreten bir içeriğe sahip olabilirse sosyalist bilinç olabilir ancak. Bakışını salt kendine çevirdiği sürece işçi sınıfı en iyi durumda militan sendikalizme hapsolur, politikada burjuvazinin eklentisi olmaktan kurtulamaz, müttefiki emekçi ve ezilenlerle hiçbir bağ kuramaz. Komünist ütopya ve uygarlık idealinin sürükleyici gücü olamaz. Bu sorunlarla uğraşmak, bahse konu kaynaklardan beslenmek „radikal pasifistlere“ göre „günah“ olabilir -ki onlar da yenilgi garantisinden ötesini veremez işçi sınıfına- ; yeni sentezden doğacak devrimci Marksizm ise tercihen „günahkâr“ olmalıdır; bilinmeyen yasaklı sulara yelken açılmadan yeni kıtalar keşfedilemez çünkü.
GEZİ VE MARKSİZM
Tartışmamızda merkezî bir yerde duran Gezi ile noktalayalım.
Gezi, farklılaşan dünyanın/Türkiye’nin rengârenk tablosunu sundu önümüze. Bunca farklı renk, dinamik vb.nin örgütlenmesi hiç de kolay değildir; pekâlâ parçalanmayı da besleyebilir, farklılıklardan beslenen bir zenginleşme ve güçlenmeyi de. „Öncüsüz“ ve örgütsüz Gezi, bu haliyle bile güçlü ve ahenkli bir özgürlük korosu yaratabildi. Gezi’den köklenen ve Gezi’yi kucaklayabilecek olası siyasal-örgütsel formlar, bu renkli yapıyı tek-biçimli/standardize hale getirmeyi değil, bütün renkleriyle zengin ve zenginliğiyle güçlü ve mutlaka belli bir disipline-sistematiğe sahip kılmayı gözetmek durumundadır. Gezi kendi potansiyellerinden yeni siyasî özneler üretmezse eğer -ki geçen sekiz yıl bunun zayıf bir ihtimal olduğunu gösterdi- ; Gezi’yi belli bir forma kavuşturabilecek olanlar, bütün sorunlarına rağmen Marksistlerdir. Burada da şöyle bir denklem çıkıyor karşımıza: Marksistler kendi sekt duvarlarını yıkarak teorik-politik-örgütsel bir özgürleşme yaşamadan, Gezi’nin özgürlük arayışına yanıt olamazlar.
Gezi’yi ve Marksistleri ayrı kategoriler olarak ele alırsak, her ikisinin de potansiyelleri ve sınırları olduğunu görürüz.
Gezi panoramasına kuşbakışı baktığımızda, Avrupai tarzda bir burjuva demokrasisi özleminden, devrimci demokratizme uzanan baskın rengi görebiliriz; bu içten demokrasi ve özgürlük arayışı, tüm tutarlı demokratizmlerin sosyalizme açık ya da akraba olmasında görülebileceği gibi, sosyalizan bir renk de taşır. Gezi bunları istiyor, fakat elde edemezse ya da daha azına razı olmak „gerçekçi“ bir seçenek olarak belirirse, CHP’nin vaat ettiği Kemalist restorasyona da „fit olabilir“; Gezi’nin büyük politik zayıflığı budur. Bu „umut“ hep bir kenarda durduğundan, daha ilerisi için bir hamle yapmadı ya da yapamadı zaten. Hiçbir toplumsal hareket salt politik aktörlerin ona katacaklarıyla şekillenmez; hareketlerin kendi potansiyelleri, güçlü ve zayıf yönleri vardır. Örneğin 12 Mart 1971’de halk hareketi kesintiye uğradığında, eğer halk özgür ve sömürüsüz bir Türkiye için sert kavgalara girmeye hazır ve istekli olmasaydı 1974’ten itibaren yükselen mücadele mümkün olmaz, ileriye fırlayan devrimci örgütlerin arkası boş kalırdı. Yani o potansiyeli örgütler yaratmadı; varolan arayışın önce sözcüsü, sonra öncüsü oldular olabildikleri kadarıyla. Gezi’nin, ki artık Gezi tarzının demek gerekiyor, hem müthiş potansiyellerini hem de zayıflıklarını görmek; ve potansiyellerini işleyip geliştirerek, geriye çeken yönlerinin hareketi restarosyoncuların arabasına bağlamasını engellemek, devrimci politikanın önünde duran Gordion düğümüdür.
Devrimci politikanın kendi handikaplarını ise yazı boyunca işlemeye çalıştık, bir kez daha tekrarlayalım: Sektlerden özgürleşilmeden Gezi devrimcileştirilemez.
Bir futbol deyimiyle noktalayalım: Top yuvarlaktır, iyi oynayan kazanır. „Tarihin hep ileriye doğru dönen tekerleğinin“ bizi sosyalizme falan götüreceği yok, bu kaba determinist, ilerlemeci, teleolojik tarih anlayışı çocuklar için peri masalı olabilir ancak. „İnsanlar verili şartlar altında kendi tarihlerini kendileri yaparlar“; başarabilirsek sosyalizme doğru gideceğiz, başaramazsak pekâlâ barbarlığa, hatta yokoluşa sürüklenebilir dünya. Ve başarmak için diğer her şey bir yana, başkalarının cehenneminde odun olup yanmaktansa, kendi koparacağımız kıyametten şafağımızı damıtabilmeliyiz.
Çünkü devrim, „tarihin tekerleğinin“ bizi götüreceği mutlu son değil, „uçurumdan önceki son çıkışı bildiren alarm sirenidir“.
Kaynak: gazete duvar