Önce Kısa Bir Hatırlatma ve Yöntem Sorunu
Marksist devrim teorisi ve devrimin stratejik
çizgisi üzerine söz söylemeye başlamadan önce,
70’lerin başında Mahir Yoldaş tarafından ele alınmış
bulunan bir yöntemsel soruna bugün yeniden dikkat
çekmekte yarar var. Kesintisiz Devrim III.’ün
sonlarına doğru bir yerde şöyle yazar Mahir Yoldaş:
“Bugüne kadar Türkiye solunda, strateji hep yanlış
anlaşılmış, stratejik hedef ve stratejinin planı
ile bizatihi stratejinin kendisi sürekli olarak
karıştırılmıştır.” (vurgu M. Çayan’a aittir)
Daha sonra, bir tanımla sözlerine devam eder:
“Stratejik hedef, bilindiği gibi, üretici güçlerle
üretim ilişkileri arasındaki temel çelişkinin
ideolojik, politik, sosyal ve ekonomik çözüm platformudur.”
Ve yine daha sonra, (anti-emperyalist, anti-oligarşik
devrimin hedefleri üzerine bir özetlemenin ardından)
“stratejik hedefin tespiti ile sorun halledilmez”
diye devam eder: “Stratejik hedef, devrimin başlıca
darbesinin doğrultusunu tespit etmek işidir. Yani
stratejik planın sadece bir kesimidir. Bu nedenle
sorun, sadece stratejik hedefin doğru tespiti
ile bitmez; temel, öncü ve ihtiyatları da doğru
tespit etmek gerekir.”
Tam bu noktadan sonra Mahir Yoldaş, politikleşmiş
askeri savaş stratejisi üzerine tezlerini özetler.
Mahir Yoldaş’ın böyle bir netleştirme ihtiyacı
hissetmesinin kuşkusuz dönemin tartışmalarıyla
ilgili bir yanı vardır. O süreçte çok yaygın olan,
bugün de aslında pek değişmeksizin varlığını devam
ettiren bir eğilim, “devrim stratejisi” kavramını
salt bir “ekonomi politik” çalışması olarak gören,
daha doğru bir deyişle stratejiyi, üretici güçler
ve üretim ilişkileri üzerine ekonomik tahlillerin
sıradan bir uzantısı olarak algılayan bir yaklaşıma
sahiptir. Strateji kavramının bizzat kendisini
ilerleyen bölümlerde özel olarak ele alacağız;
ama şimdilik çok kısaca değinirsek, bu yanlış
yaklaşım, ülkedeki üretim ilişkilerinin ne durumda
olduğunu, üretici güçlerin gelişme seviyesini,
sosyal sınıfların pozisyonlarını özetlemekte ve
bundan sonrasını, deyim yerindeyse “Allaha havale”
etmektedir. Yani bu yaklaşım, gerekli sosyo-ekonomik
tahlilleri yaparak toplumsal çelişkilerin çözümü
bakımından hangi devrimci aşamada (sosyalist devrim,
demokratik devrim, vb.) olunduğunu bir kez belirlediğinde,
bundan sonrasını, yani bu çözümü gerçekleştirecek
olan devrimin nasıl, hangi yollardan geçerek ve
hangi araçlar, örgütsel biçimlerle gerçekleşeceği
sorununu atlamaktadır. Daha doğrusu, çoğu durumda
bu yaklaşımın sahipleri, (kendilerinin de hazır
oldukları bir noktada) bir milli kriz patlarsa
eğer, o dalganın sırtına binip kitleleri ayaklandıracakları
şeklinde bir klişeye sahip oldukları için, özel
bir stratejik kurgu ihtiyacı hissetmemektedirler.
Bu yüzden de bu konuya ilişkin programları, “her
şey olacağına varır” deyiminin teorik dille anlatımıdır
ve araçlar, örgütsel biçimler bölümünü de en çok
“her türlü mücadele aracını kullanırız” gibi genel-geçer
cümlelerle geçiştirmeyi tercih ederler. Çünkü
meseleye böyle bir klasik kriz tanımı üzerinden
baktığınız zaman, bugünkü günlük işlerinizi yürütmek,
bu arada “muhayyel” bir X gününe hazırlanmak,
temel amaçtır ve bu beklenti “kervan yolda düzülür”
stratejisinin temelidir.
Devrimci sosyalist hareket ise bu konuda daha
kapsamlı bir yaklaşıma sahiptir. Şimdilik birkaç
cümleyle özetlersek eğer, o, ülkedeki çelişkilerin
çözüm platformu olarak anti-emperyalist, anti-oligarşik
halk devrimini, yani devrimimizin neyi yıkıp neyi
kuracağını belirlemekle yetinmez; bunun da ötesinde
bu devrimin hangi yollardan geçerek, hangi çizgiyi
izleyerek, hangi mücadele ve örgüt biçimlerini
nasıl bir temel-tali ilişkisi içinde ele alarak
yürüyeceğini, nereden yola çıkıp nereye varacağını
temel hatlarıyla ortaya koyar. Birincisi, mevcut
dünya manzarası içinde ülkenin ekonomik-politik-sosyal
koşullarının ayrıntılı bir çözümlenmesini gerektirir;
ikincisi ise bütün bunlarla birlikte güç ilişkilerini,
coğrafyayı, jeopolitiği, tarihsel ve kültürel
ilişkileri, politik-askeri değerlendirmeleri,
çeşitli sınıf ve tabakaların politik psikolojisini
ve davranış biçimlerini ve başka bir dizi faktörü
de dikkate alarak bir kurgulamaya ulaşır. Birincisi,
kendisini bir “Devrim Programı” olarak ortaya
koyar; bu program, devrimin yoluyla ilgili maddeleri
de içerir ama sonuçta esas amacı devrimin hedeflerini
ve yapacaklarını anlatmaktır. İkincisi ise, bir
yol haritası, bir kılavuzdur. Tam da bu noktada,
devrimin hangi yoldan, hangi mücadele araçlariyla,
hangi aşamalardan geçerek zafere ulaşacaği, yani
devrimin stratejik çizgisi belirlenir. Stratejik
plan; stratejik hedef ile stratejik çizginin bileşiminden
oluşur.
Bütün bunlar önemlidir. O yüzden işin en başında
-daha sonra ayrıntılı ele alacağımız halde- özel
olarak vurguluyoruz; çünkü daha en baştan kafalarda
bir netlik oluşsun ve söyleyeceklerimizin mantığı
ve yöntemsel rotası anlaşılsın istiyoruz. Biz,
bu yazı kapsamında ikincisini, yani “bizatihi
stratejinin kendisini” ve bununla ilgili kavramları
ağırlıklı olarak ele alacağız ve tam da program
çalışmalarının hız kazandığı bu noktada devrimin
hedefleri, amaçları konularına yalnızca kısa özetler
olarak değinerek geçeceğiz; o tartışmanın kendi
seyrine müdahale etmeyeceğiz.
1- Öncelikli Soru: Ne İçin Devrim?
Bu ölçüde kapsamlı bir sorunu irdelemeye başlarken
böyle bir soru belki yazının mantığını bozan tuhaf
bir soru gibi algılanabilir ama değil; tersine
işe tam da bu soruyla başlamak en doğrusu ve en
sağlıklısı.
Her şeyden önce, 2000’li yıllarda, yeni tarihsel
sürecin içinde yaşıyoruz ve klasik başlangıçlar
artık bize yeterli görünmüyor. Sözgelimi 1970’li
yıllarda, dünya tablosunun daha istikrarlı göründüğü
bir süreçte, daha açık bir dille söyleyelim, işçi
sınıfının yetmiş yıllık emeğinin ve umudunun ufuk
yoksunu bir revizyonist kast tarafından henüz
yerle bir edilmemiş olduğu bir süreçte, böyle
bir yazıya daha başka bir yerden başlanabilirdi.
Yani, işin bazı temel noktalarının “zaten belli
olduğu” düşüncesiyle bir sıçrama yapabilir ve
esas konuya, devrim anlayışı ve stratejisi konusuna
hızla geçebilirdik.
Ama işte tam da bu nedenden ötürü, 2000’li yıllarda
böyle bir yazıya ufuk sorunu ile başlamak, önce
ufuk çizgisini son derece net biçimde ortaya koymak
ve sonra oradan “nasıl” ve “hangi yoldan” sorularına
doğru yol almak bir zorunluluk olmuştur. Yani
devrimci hareket, özel olarak da devrimci sosyalist
hareket, önündeki devrimci aşamayı tanımlarken
ve toplumsal çelişkilerin çözüm platformu olarak
devrim programını oluştururken de, mücadele ve
örgüt biçimlerini tartışır, devrimin yol haritasını
çizmeye çalışırken de bütün bu işleri “neden yaptığını”,
“yaparak nereye varmak istediğini” son derece
net olarak ortaya koymak zorundadırlar.
Bu noktada, son derece net bir biçimde, bir kutup
yıldızı gibi komünizm hedefinin altının kalınca
çizilmesi gereklidir.
Devrimci sosyalist hareketin nihai hedefi, komünist
bir dünya düzenidir.
Komünist uygarlık düzeyi, kısaca yeniden özetlenirse
eğer, “üretim araçlarının tümüyle toplumsallaştırıldığı,
üretici güçlerin sınırsızca geliştiği ortamda
herkesin topluma yeteneği kadar vererek ihtiyacı
kadar aldığı, böylece bireysel yaşama savaşının
sona erdiği koşullarda kol ve kafa emeği arasındaki,
kentle kır arasındaki farkların silindiği ve bugünkü
işbölümünün tarihe karıştığı, çalışmanın bir zevk
haline dönüştüğü yeni bir insanlık durumudur.”
(SB. 51. Sayı, Bilimin Yeniden İnsanlıkla Buluşması...)
Engels’in “Toplumu, onun her üyesinin kendini
geliştirebileceği, tüm yeteneklerini ve güçlerini
tam bir özgürlük içinde ve böylece toplumun temel
koşullarını engellemeden kullanabileceği biçimde
örgütlemek...” diye tanımladığı bu yeni düzey,
doğal olarak bütün sınıfların ve her türden baskı
kurumunun “sönerek” ortadan kalktığı bir özgür
insan toplumu anlamına gelir. Çünkü, böyle bir
“son” görev, proletarya açısından kendi sınıfsal
varlığına da son vermek anlamına gelir böylece
ulaşılan yer, birleşmiş özgür insan toplumundan
başka bir şey değildir. “Devletin ve bütün diğer
bürokratik kurumların gereksizleşerek ‘söndüğü’
bu koşullarda, toplumsal üretimin planlanması
ya da sosyal hayatın düzenlenmesi artık bütün
toplumun kendi iradesiyle yaratacağı basit mekanizmalar
tarafından yerine getirilebilecektir. Bugünkü
anlamıyla politika ve demokrasi kavramlarının
tarihe karıştığı böyle bir aşama, orduların, savaşların,
bütün baskı güçlerinin çöplüğe atıldığı bir noktadır.”
Tanımından da kolayca anlaşılabileceği gibi, böyle
bir uygarlık biçiminin kuruluşu ancak dünya ölçeğinde
mümkündür; böyle bir noktaya doğru ilerlemek için
ise bir yandan tek tek ülkelerde komünizmin iktisadi,
sosyal, kültürel, vb. temellerini inşa etmek,
diğer yandan da kapitalist sistemin dünya ölçeğindeki
gücünü kıracak bir dünya devrimi süreci için çaba
göstermek, devrimci bir enternasyonalist anlayışla
tek tek ülkelerdeki devrimlerin gelişimi için
çaba göstermek gereklidir.
Dolayısıyla, proletaryanın herhangi bir ülkede
iktidarı ele aldığı andan bu nihai hedefe kadar
uzanan geniş zaman dilimi, “komünizmin alt evresi”
ya da “sosyalizm” olarak nitelendirilmiştir. Marks’ın
deyimiyle “kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan
değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle
bir komünist toplum”u ifade eden bu alt evrenin
toplumu, “iktisadi, manevi, entelektüel, bütün
bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını
hâlâ taşıyan bir toplumdur” ve özel bir üretim
biçimi olarak değil, komünizme geçiş süreci olarak
anlamlıdır.
Sonuç olarak, devrimci sosyalist hareketin programatik
yaklaşımında nihai hedef sorunu böyle biçimlenmiştir
ve bu hedefe ulaşmak için izlenen güzergaha ait
tüm sorunlar, ancak bu hedef çerçevesinde ele
alınabilir.
Yani bu bir ufuk sorunudur ve hangi yollardan
geçeceğiniz, nereye varmak istediğinizle doğrudan
bağlantılıdır. Bir devrim bağlamında tartışacağınız
şeylerin tamamı, içinde bulunulan devrimci aşama,
strateji, mücadele biçimleri, örgüt biçimleri,
vs… tümü de ilhamını ve kaynağını kurmak istediğimiz
toplumsal yapıdan, o nihai hedeften alırlar; onun
dışında kendi başlarına, somut bir bağlama oturmayan
olgular değillerdir. Dolayısıyla komünizm üzerine
sağlam referanslara sahip değilsek, ne yapmak
istediğimizi genel olarak bilmiyorsak ya da bu
konu zihnimizde muğlaksa, neyi yıkmak istediğimiz,
nasıl yıkmak istediğimiz ve bu yıkım işinde hangi
araçları ve yöntemleri kullanacağımız konusu da
kendi içinde bir muğlaklık taşır. Çünkü biz bir
“yıkım-yapım” işinde çalışıyoruz ve bu işin en
temel özelliklerinden biri de, araçların amaçlara
sadece “uygun” olması, yani sadece o amacı gerçekleştirmekte
“elverişli” olması değil, aynı zamanda o amacın
kendisiyle çelişmemesi, yani kurmak istediğiniz
dünyanın temel kriterlerine ters düşmemesidir.
Sözgelimi bir askeri darbe, sizi basit anlamda
“iktidarı elde etme” noktasına taşıyabilir ama
içinde kitlelerin olmadığı bir hareketle asla
nihai amacınıza ulaşamazsınız.
Ayrıca bu ufuk sorununu göz ardı etmek, az sonra
göreceğimiz gibi devrimin “neden zorunlu olduğu”
sorusunun da zaman zaman boşlukta kalmasına neden
olabilir. Çünkü siz, nihai olarak kuracağınız
toplumsal düzenin, basit bir iktisadi değişiklik,
bir kalkınla projesi değil de tümüyle yeni bir
uygarlık düzeyi olduğu konusunda yeterince berrak
düşüncelere sahip değilseniz, değişimin köktenliği
konusunda da muğlak bir noktada kalırsınız. Değişimin
köktenliği konusundaki muğlaklık ise sonuçta “bu
işlerin devrim dışındaki başka yollardan da yapılabileceği”
konusunda başka muğlak düşüncelerin kapısını aralar.
Yani, kurmayı düşündüğünüz düzen, yalnızca bir
siyasal özgürlükler düzeniyse ya da yalnızca ulusal
bağımsızlıksa, ya da yalnızca bir iktisadi “ilerleme”den
ibaretse, yani sürece böylesi dar yerlerden bakıyorsanız,
bütün bu işlerin “reformlar yolundan da yapılabileceği”
şeklinde bir yanılsamaya kapılabilirsiniz. Ya
da siz kendi “kerametinizle” toplumu kurtarma
hevesindeyseniz, kendinizi Mesih sanıyorsanız,
o zaman da devrime değil bir darbeye ihtiyacınız
vardır ve bu, kitlelerin olmasa da olduğu bir
durumdur, vb...
2- Devrim Neden Bir Zorunluluktur?
a) Kapitalist Düzen “Islah” Edilebilir mi?
İşte tam burada, yine bir konu başlığı olarak
devrimin “neden gerekli olduğu” sorusuna geliriz.
Bu soru da ilk bakışta basit gibi görünür ve yanıt
olarak en kaba söyleyişle, “evet gereklidir, çünkü
sömürücü güçler başka türlü iktidarlarını terk
etmezler” diyebiliriz.
Ama bu kadarı Marks ve Engels’in neden ortaya
bu kadar “yıkıcı” bir teori koyduklarını açıklamaya
yetmez. Örneğin şu sertlikteki sözlerin kaynağı
nedir? “...Ancak, artık sınıfların ve sınıf çelişmelerinin
bulunmadığı bir düzendedir ki sosyal evrimler,
artık siyasi devrimler olmaktan çıkacaklardır.
O zamana kadar toplumun her yerinden değiştirilip,
düzeltilmesinin arifesinde sosyal bilimin son
sözü şu olacaktır: Ya mücadele ya ölüm, ya kanlı
savaş ya da yok olma.” (Felsefenin Sefaleti, s:
195)
Gerçekten, bu bir şiddet merakı mı? Marksistler,
neden bu kadar radikal bir yolu seçiyorlar ve
üstelik bunu belki daha az ağrılı olabilecek bir
“iktidar komplosu” şeklinde değil, ille de ezilen
kitlelerin ayaklanması şeklinde ortaya koyuyorlar?
Oysa kitlelerin, milyonların ayaklanması, negatif
bir açıdan bakarsanız eğer, aslında zor kontrol
edilebilir ve çok “sıkıntılı” bir süreçtir; buna
karşın “iyi planlanmış bir komplo” yine aynı kolaycılık
noktasından baktığınızda size daha az “sıkıntılı”
görünebilir.
Ya da tersinden bir soru: Postmodern mucitlerin
1990’lardan sonra dillerine doladıkları şu “Devrim,
reformların hızlı çekimdeki halidir” lafı doğru
mudur? Yani biz aslında toplumu düzenleyen reformlar
istiyoruz da “daha hızlı” olsun diye mi onları
bir araya getirip bir anda yapıyoruz?
Ne biri ne öteki…
Burada söz konusu olan şey, doğrudan doğruya kurmak
istediğimiz toplumsal düzenin köktenliğidir. Biz
bir “iktidar devri” istemiyoruz; biz basit anlamda
bir “iktisadi gelişme” peşinde de değiliz. Biz,
yüzlerce yıldır devam eden sınıflı toplumların
bugünkü en gelişmiş düzeyi olan kapitalizmi tümüyle
yok etmek, onun bütün temellerini parçalamak ve
yok etmek istiyoruz. Ve en önemlisi, bizim kurmak
istediğimiz nihai toplumsal düzen, kapitalizmin
bugünkü yapısı içersinde üretim ilişkileri olarak
mevcut bulunmuyor. Yani bir üretim ilişkisinin
sonbaharında onun içinden filizlenen ve güçlenerek
politik dönüşümleri de zorlayan bir durumdan söz
etmiyoruz. Bizim yapmak istediğimiz şey, mevcut
düzenin en temel unsuru olan üretim araçlarının
özel mülkiyetini tümüyle ortadan kaldırmak, böylece
insanla insan arasındaki ilişkiyi, daha doğrusu
insanın bizzat kendisini tam olarak yeniden inşa
etmektir.
Bu, kapitalist düzenin “ıslahı” yolundan yapılamaz.
Reformlar yoluyla bu sistemi ne kadar zorlarsanız
zorlayın; hatta bu zorlamalarda da kadar çok kısmi
başarı sağlarsanız sağlayın, sistemin özü, üretim
araçlarının özel mülkiyetidir ve onu ortadan kaldırmadıkça,
bütün kötülükler sürüp gidecektir. Dolayısıyla
siz onun bazı parçalarını koruyarak ya da onları
değiştirerek kullanamazsınız. Hatta kapitalist
işleyişe ait kavramsal çerçeveyi de (kâr, piyasa,
vb.) kullanamazsınız; çünkü o çerçeve de sonuç
olarak aynı özel mülk düzenine aittir.
“İktidarın gönüllü/barışçıl olarak devredilip
devredilmemesi” de esas olarak bununla ilintilidir;
çünkü bu iktidar, kişilerle ya da konjonktürel
aktörlerle değil, sınıflarla ilgilidir; sınıf
iktidarıdır. Ve üstelik, burada “iktidar”dan kastedilen,
günlük düşünme biçiminde ilk akla gelen hükümet
benzeri kurumlar değil, kapitalizmin yaşamın bütün
alanlarını kapsayan politik, ekonomik, kültürel,
ideolojik iktidarının tamamıdır. Dolayısıyla burjuvazi,
kendi sınıf varlığından vazgeçmeden böyle bir
iktidarı devredemez; bu, niyetlerden tamamen bağımsız
olarak sınıf iktidarının niteliğini bize anlatır.
Bütün diğer güncel, politik gerekçeler bir yana,
‘artı-değer’den ve o değerle beslenen sermaye
birikiminden vazgeçmek, sınıf egemenliğini terk
etmek burjuvazi için düşünülemez bir şeydir.
Dolayısıyla, bu değişimi “bugünkü devlet mekanizmasının
devralınarak iyileştirilmesi” yolundan da gerçekleştiremeyiz.
İliklerine ve bütün hücrelerine dek kapitalist
işleyişin hakim olduğu bu asalak kurum, aynı biçimde
sınıflı toplumun temel kriterlerine göre biçimlenmiştir;
onun ne seçimleri, ne yürütme mekanizmaları ne
de yargısı, ordusu, vb… bizim alıp “başka amaçlar
için” kullanabileceğimiz niteliğe sahip değildir.
Sözgelimi biz “daha adil davranan yargıçlar” istemiyoruz;
çünkü bugünkü eşitsiz üretim ve bölüşüm koşullarında,
adil bir yargı imkânsızdır; çünkü biz, ayrı sınıfların
üyesi olan eşitsiz bir insanlar topluluğuna aynı
hukuk maddelerinin uygulanması iddiasının tümden
yalan olduğunu biliyoruz, vs.
Bu yüzdendir ki Marks ve Engels, egemen sınıfın
baskı ve zor aygıtı olan bu mekanizmayı parçalamaktan
söz ederken özellikle Almanca’daki “havaya uçurmak”
deyimini tercih etmektedirler; çünkü onların ufkunda
bugünkü sistemin parçalarının yeni düzene “monte
edilmesi” yoktur; o yüzden mecazi anlamda devletin
“paramparça” edilmesini, yani eski düzenin parçalarının
“kullanılamaz” hale gelmesini öngörmektedirler.
Şimdi artık durup az önce örneklediğimiz postmodern
gevezeliğe de iyi bir yanıt verilebilir… Evet,
devrim, “hızlı çekimde yapılan reformlar” değildir;
reformlar da bir devrim sürecinde yapılanların
zamana yayılarak tek tek uygulanan parçaları değildir.
Burada bir nitelik ayrımı vardır. Yavaşlık-hızlılık
gibi göreceli kavramlardan öte, insanların toplumsal
eylemiyle gerçekleşen köklü bir değişimden, toprağın
alt üst edilmesinden söz ediyoruz. Bu yüzdendir
ki, devrimcilik ile reformizm arasındaki ayrım,
teknik değil ideolojik bir ayrımdır. İki akımın
dünyaya, insanlığın kaderine bakışı temelden farklıdır.
Bu belirli anda, tekelci kapitalizm çağında artık
kapitalizm, iktisadi evrimin, insan gelişmesinin
önünde bir engeldir ve ezilen sınıflar ancak bir
devrim yoluyla ondan ve binlerce yıllık sınıflı
toplumlar tarihinin kültüründen kurtulabilirler.
O belirli anda kapitalizm, artık toplumun karşısına
dikilen bir siyasal zordur. Onun devrimci döneminde
üretim araçlarının ve gelişmenin önünü açan siyasal
şiddet, artık çürümekte olan düzeni koruyan bir
asalak çete haline gelmiştir ve bu asalak yapıyı
ortadan kaldırmadan ileri bir adım atmak mümkün
değildir.
b) Şiddetin Tarihselliği
Demek ki, yukarıdaki ilk basit yanıta (“sömürücü
güçler başka türlü iktidarlarını terk etmezler”)
yeniden dönüyoruz, şiddet sorunu da anlık değil
tarihseldir. Yani bir devrimin şiddete dayanması,
o güncel durumda burjuvazinin iktidarının az ya
da çok şiddet kullanmasıyla ilgili değildir. Egemen
gücün ve onun baskı araçlarının şiddeti, A ya
da B zaman diliminde şu ya da bu düzeyde olabilir;
ama esas olarak onun sömürücü düzeni koruyan şiddeti
tarihsel bir olgudur ve keyfi ölçütlere değil
sınıfların varlığına bağlıdır.
Aynı şekilde, devrimin şiddetinin düzeyi de o
devrimin kaderi üzerinde belirleyici değildir.
Engels’in deyimiyle “her yeni toplumun ebesi”
şiddettir; ama onun düzeyi doğumun özellikleriyle
ilgilidir. Örneğin, eğer daha sonradan beyaz generaller
ve emperyalistler bir iç savaş başlatmamış olsalardı,
herhalde Ekim Devrimi dünyanın en az ölümlü devrimlerinden
biri olarak tarihe geçerdi. Çünkü bu devrimin
en özgün yanı, işçi kitlelerine karşı durabilecek
tek şiddet gücü olan askerlerin kitleler halinde
devrimci saflara geçmesidir; bu yüzdendir ki devrimle
hesaplaşmak isteyen beyaz güçler, ancak ülkenin
geri bölgelerine çekilerek, oralarda yeni ordular
kurmaya çabalamışlardır.
Buna karşın dünya tarihinde şu ya da bu politik
nedenle bir devrime ulaşamayan bazı toplumsal
olaylarda binlerce insanın sokaklarda katledildiğine
tanık olunmuştur. Demek ki devrim, karşılıklı
güçlerin ortaya koyduğu şiddet düzeyiyle ölçülebilen
bir şey değildir; o, politik bir olgudur.
Yani devrim dediğimizde silahlı adamların karşı
karşıya gelip birbirlerine ateş ettikleri bir
durumu ya da bir meydan muharebesini anlatmıyoruz.
Zora dayalı devrim, toplumsal hareket ve kitlelerin
yeni bir toplumsal düzen kurmak için ayaklanması
halidir. Böyle bir hareketin zafer kazanması da
politik bir olgudur, politik ölçütleri vardır.
Yani bir devrimin zafer gününde bile çoğu kez
iktidardaki egemen sömürücü güç, isyancılara oranla
çok daha fazla askeri araç-gereç ve olanağa sahiptir;
ama o artık politik bakımdan oyunu kaybetmiştir.
Kitleler ve toplumsal meşruiyet onu yanında değildir;
en son ana dek bütün şiddetiyle dirense de eninde
sonunda yenilir.
Yani sonuç olarak, devrimin “neden gerekli olduğu”
sorusu, askeri bakımdan yanıtlanabilecek bir soru
değildir; bir belirli anda karşı tarafın şu kadar
şiddet kullanması bir devrimi gerekli kılar gibi
kaba bir yanıt yetersizdir. Nihai olarak sorun,
düzenin ve sistemin bütününü değiştirmek için
iktidara yürümek isteyen emekçilerle bu sınıf
iktidarından ve kendi sınıfsal varlığından vazgeçmesi
mümkün olmayan egemen güç arasındaki çatışmanın
koşullarıyla ilgilidir. Engels’in sözünü ettiği
ebe, bu koşullar altında iş görür ve kitleler
iktidara yürürlerken tek bir insanın burnu kanamamış
olsa da o devrim zora dayanan bir devrimdir. Çünkü
devrim eyleminin bizzat kendisi, örgütlenmiş kitlelerin
mevcut iktidarı devirmesidir ve o, başlı başına
bir zor olgusudur.
c) Devrim ve İnsan
Görüldüğü gibi yine dönüp dolaşıp vardığımız yer
insan unsurudur.
İşin doğrusu her şey, Marks’ın şu harika tanımlamasında
olduğu gibidir: “Yığın içinde bu komünist bilincin
yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de
iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların
yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak
kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği
ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle
yapılabilir; bu devrim, demek ki, yalnızca egemen
sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu
kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin
kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve
toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli
bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği
için de zorunlu olmuştur.” (Alman İdeolojisi,
Sf: 62)
Devrim, insanla yapılan ve insanda da devrim yapan
bir şeydir. Yani biz, basit anlamda iktisadi-sosyal
sistemleri “değiştirmiyoruz”; biz bunu insanlarla,
somut olarak emekçilerle birlikte yapıyoruz ve
bu pratiği onların da değiştiği, yeni insanlar
haline geldikleri bir süreç olarak ele alıyoruz.
Dünyanın değiştirilmesi eylemi, değiştirenlerin
de değiştiği bir eylemdir ve Marks’ın dediği gibi
bu, ancak “devrimci pratik” olarak anlaşılabilir.
Bu yüzden devrim, halkların bayramıdır. Yani insanlar,
sokağa, dağlara, vb. çıkarlar ve her adımda toprak
alt üst oldukça yeni insanlar haline gelirler.
“Büyük tarihi gelişmeler söz konusu olunca” diye
yazıyor, Marks Engels’e, “yirmi yıl bir tek gün
bile sayılmaz ama sonradan yirmi koca yılı içinde
toplayan günler de gelebilir.”
Bu sıçramadır. Hayatın diyalektiği, sarmal bir
gelişmeyi zorlar getirir. Toplum, insanlar, hareket
içinde, hareketle birlikte değişir ve yeni insanlar
olurlar. Devrim, toplumsal yapının bütün taşlarının
yerinden oynaması ve insanların, kültürün, davranış
kalıplarının değişimidir. Parçalanmış insanı başka
türlü toparlayıp ondan yeni bir insan türü yaratamayız..
Bir devrime katılan insanlar topluluğu, genel
olarak tümüyle aynı duygulara sahip, tümüyle aynı
şeyleri düşünen homojen bir topluluk değildir;
hatta milyonlarca insan için mevcut düzenden umudunu
kesmiş olmak ve “daha iyi bir yaşam” istemek genel
hareket bakımından çoğu kez belirleyici bir duygudur.
Tam da bu karmaşa içinde devrimci öncü, bu isteği
karşılayan en tutarlı program ve pratiğe sahip
olan güç olarak değişik duygu ve düşünceleri sadece
proletaryanın değil, ayni zamanda tüm insanlığın
kurtuluşu anlamına gelen, insan bilincinin ve
pratiğinin en ileri düzeyine; devrimci kurtuluş
ve devrimci bütünlüklü insan hedefine yönlendirir,
yeni bir bilinç, pratik ve insan düzeyi yaratır.
Bu yeni bileşke, kitlelerdeki ham ve karışık düşüncelerin
en alt düzeydeki “ortak paydası” ya da “asgari
zemini” değildir; öncü, bu düşünceleri ve insanları
daha üst düzeye taşır, o düzeyden bir bileşke
yaratır. Yani, insan gibi ücret almak isteyen
işçi, ekip biçtiği ile doymak isteyen üretici
ya da doğru düzgün bir geleceğe sahip olmak isteyen
öğrenci belli bir noktadan sonra yalnızca bunları
isteyen insanlar olmaktan çıkarlar, daha üst düzeyden,
daha kalıcı bir kolektif kurtuluş modeline bağlanmaya
başlarlar. Devrim budur.
Örneğin, insanlığın bütün büyük devrimci dönemlerinin
aynı zamanda dinin en zayıfladığı dönemler olması
rastlantı değildir. Böyledir, çünkü bu dönemler
insanların kendi kaderlerini bir ilahi güce devretmekten
vazgeçtikleri ve kendi kendilerine hükmettikleri
dönemlerdir. Başkalarıyla birlikte yürüyen ve
kolektif güçle dağları yerinden oynatan insan
kendisindeki muazzam gücün farkına varır.
Ve aynı zamanda emekçiler, sözünü ettiğimiz süreçte,
bu gücü ifade etme, onu hayata uygulama yetisini
de yeniden kazanırlar. Böylece aslında kitleler,
kara tahtaları ve sınıf duvarları olmayan muazzam
büyüklükteki bir okulda kuralları ve müfredatı
toplumsal hareket tarafından belirlenen bir eğitimden
geçerler; en başta da bu demokrasi eğitimidir.
Sıradan emekçiler, bugünkü toplumsal düzenin fikri
bile sorulmayan cahil köleleri, kendi kişisel
tarihlerinde ilk kez başka kardeşleriyle birlikte
kendi sözlerini söylerler, kararlar alırlar ve
bu kararların sorumluluklarını üstlenirler. Başka
hiçbir biçimde olmasa bile en ücra köşedeki yerel
komiteden en merkezi meclislere ve konseylere
kadar her düzeyde katıldıkları söz söyleme, karar
alma mekanizmaları başlı başına bir okul olarak
işlev görür.
İşte bu, tam da Marksist-Leninist devrim teorisinin
devrimden kastettiği şeydir. Ve işte bu yüzdendir
ki, Marksist-Leninistler, “sıkı planlanmış bir
komplo” yerine daha “zahmetli”, daha “zor” bir
yol olan devrimci kitle hareketi yolundan yürürler;
çünkü, evet şimdi yine söylediklerimizin en başına
dönüyoruz, kurulmak istenen şey, komünizmdir.
Komünizme, kitlelerin bizzat kendilerini de değiştirerek
yürüdükleri bir yoldan ulaşabilirsiniz. Bütün
diğer yollar, elbette bir yerlere çıkarlar, ama
komünizme değil!
3- Marksist-Leninist Devrim Teorisinin Temel
Tezleri
a) Bütün bu tartışmaları böylece özetledikten
sonra kurmaya çalıştığımız kavramsal çerçeveye
devam edebiliriz.
Ve en temel Marksist-Leninist tezleri özetlemeye
başlarken ilk söylenecek olan şey, hiç kuşkusuz
devrimin güncelliği meselesi olur.
V.I. Lenin, bu konudaki tartışmayı kesin bir biçimde
tarihe gömmüştür.
Onun Emperyalizm isimli eseri, bu bakımdan bir
ekonomi kitabı değil, başlı başına bir politik
tezdir. Söylediği şeyin özeti, tekelci kapitalizmin
artık tarihsel olarak üretici güçlerin önünü tıkadığı
ve böylece sistemin sürekli ve genel bir bunalım
içine girdiğidir. Kapitalizmin üretici güçlerin
ve iktisadi evrimin önünü açtığı bir dönem, kesin
biçimde sona ermiş ve o, tarihsel olarak çöküş
sürecine girmiştir. Artık onun siyasal zoru, iktisadi
evrimin önünde aşılıp geçilmesi gereken bir engeldir.
Bunalım süreklidir; çünkü, sorun artık sistemin
zaman zaman ortaya çıkan devrevi krizleri noktasını
aşmış, sürecin bütününü bir kriz haline getirmiştir.
Zaman zaman görülen iyileşmeler geçicidir; kalıcı
olan bunalımın kendisidir. Ona “can çekişen kapitalizm”
adının verilmesine neden olan durum budur.
Bunalım geneldir; çünkü, dünyayı paylaşan ve kendisini
bir dünya sistemi haline dönüştüren tekelci kapitalizm,
bütün ülkelerin ekonomilerini tek bir zincirin
halkaları gibi birbirine bağlamıştır. Böylece
daha geri noktada olan ülkelerin bağımsız dinamiklerini
de artık kalıcı biçimde sakatlayan tekelci kapitalizm,
bu tablo içinde kendi bunalımını bütün dünyaya
taşımış, genelleştirmiştir.
Bütün bu nedenlerden ötürü Leninizm, tekelci kapitalizm,
yani emperyalizm çağının proleter devrimleri çağı
olduğunu söyler ve şu ya da bu ülkede bir devrimin
mümkün olup olmadığı tartışmasını sona erdirir.
Bunun yerine koyduğu tartışma, az sonra göreceğimiz
gibi “nerede” ve “nasıl” sorularıyla ilgilidir
ve Lenin bu tartışmanın yeni teorik ölçütlerini
ortaya koymuştur.
Yani, bir proletarya devriminin şartları bütün
ülkelerde objektif olarak mevcuttur. A ülkesinde
B zamanında bir devrimin “neden olmadığı” sorusunu
sorabilirsiniz; ama genel olarak o ülkede mevcut
kapitalist düzenin yıkılıp yeni bir düzenin kurulmasının
mümkün olup olmadığı tartışması, artık 1848’lerde
kalmış bir tartışmadır.
Ama bu arada şu çok önemlidir ve üzerinden atlamamalıyız:
Leninizmin ortaya koyduğu tez, bir ülkede emekçi
sınıfların ayaklanıp yönetimi bir süreliğine ele
geçirmesine ilişkin değildir. Bu, her zaman, her
koşulda mümkündür. Lenin’in kastettiği şey ise
bir proleter devrimin yaşayabilirliğidir. Yani
devrimin objektif şartlarının bütün ülkeler itibarıyla
mevcudiyeti, onun “yapılmasının” mümkünlüğü değil,
onun sürekliliği, yani komünizme dek giden yolda
yürümesinin mümkün olmasıdır. İşte tam da burada
Leninizmin tarihe gömdüğü bir başka tartışma,
politik devrim-sosyal devrim ayrımı üzerine olan
tartışmadır. Yani artık Leninizmin tanımında devrim,
yalnızca iktidarın ele geçirildiği bir durum değil,
aynı zamanda bu iktidar aracılığıyla sosyal dönüşümlerin
yapılabildiği bir eylemdir. Bu bakımdan emperyalist
çağda devrim kavramı, politik-sosyal devrim anlamında,
yani yıkıp-yapan bir içerikle kullanılmaktadır.
Ve herhangi bir ülkedeki özgün aşamalar nasıl
olursa olsun, bu devrimlerin bütünü proletarya
devrimleridir; nihai hedef komünizmdir.
b) Devrimin güncelliği üzerine bu tespit, doğası
gereği, determinizm-volantirizm üzerine olan tartışmayı
da kesin biçimde sona erdirir.
Devrimin mümkün olup olmadığı tartışması sona
erdiğinde ulaşılan sorular, devrimin “nerede”
ve “nasıl” olacağı, “kimler tarafından” gerçekleştirileceği
sorularıdır. Ve bu sorular, boşluğa atılmış sahipsiz
sorular değildir.
Yani burada söz konusu olan şey, “devrimin kaçınılmazlığı”
teorisi değil, “devrimin mümkünlüğü” teorisidir.
Yani devrim, üretim ilişkileri ve üretici güçler
arasındaki çelişkinin kendiliğinden yarattığı
bir durum değildir. Devrimin zorunluluğundan tabii
ki söz edebiliriz; örneğin devrime yol açan, onun
objektif koşullarını oluşturan ortamın bir iradeyi
ortaya çıkaracağını ya da çıkması için gerekli
zemini yaratacağını söyleyebiliriz. 1900’lerin
Rusya’sı Lenin ve Bolşevikleri yaratmıştır, 1960’ların
Türkiye’si de partimizin oluşmasının koşullarını
olgunlaştırmıştır. Ama sonuç olarak bu, devrimin
mukadder oluşu değildir; Gerçek bir devrim, örgütlü
iradenin ortaya çıktığı, volantirist bir eylemdir.
İrade, ortaya atılır ve süreci tırmandırır. Yoksa
iktisadi koşulların kötülüğü, sosyal çelişkiler,
yoksulluk, vs. kendi başına bir devrim yaratmazlar;
devrimci iradenin ortaya çıkmadığı ya da etkisiz
olduğu şartlarda bütün bu olgular çürüme ve yozlaşmadan
başka bir sonuç vermezler, hatta 1930’ların Almanya’sında
olduğu gibi tam tersine bir sonuca bile yol açabilirler.
Sonuç olarak Mahir Yoldaş’ın çok berrak bir anlatımla
özetlediği gibi, “Marksist devrim teorisi, hem
determinist hem de volantiristtir. (İradecidir)
Bu ikili yön, diyalektik bir bütün oluşturmaktadır.
Devrimin olabilmesi için maddi bir zeminin varlığı
şarttır. Üretici güçler, devrim için gerekli olan,
“belli olan” seviyede olursa devrim olabilir.
Bu anlamda devrim teorisi, deterministtir. Fakat
sadece devrimin zaferi için üretici güçlerin belli
bir seviyede olması, objektif şartların olgun
olması yetmez. Devrimin zaferi için ihtilalci
inisiyatif de geçerlidir. Bu anlamda da Marksist
devrim teorisi, volantiristtir.”
“Proletaryanın yönetimi ele geçirebilmesi için,
üretim ilişkileri ile üretici güçlerin arasındaki
çelişkinin antagonizma kazanması, son hattına
ulaşması gerekmektedir. Proletarya, daha doğrusu
onun öncü müfrezesi, bu zıtlığı çözümlemek için
devrimci sınıfları kendi saflarına çekerek, ileriye
fırlar, karşı tarafın baskı ve cebrini devrimci
şiddet ile bertaraf edip, eski devlet mekanizmasını
parçalayarak, kendi politik hegemonyasını kurarak,
kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine
geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli
kılar.”
c) Ve nihayet Leninizm, burjuva demokratik devrimler
ile proletarya devrimleri arasındaki ilişkiyi
yerli yerine oturtmuş, daha sonraları birçok kez
tartışılsa da bu meseledeki ana ilkeleri ortaya
koymuştur.
Çok kısaca özetlenirse, aslında Marksizmin ortaya
çıktığı andan itibaren karşılaştığı en önemli
sorunlardan biri, burjuva demokratik devrimin
şu ya da bu nedenle tamamlanmamış olduğu ülkelerde
proletaryanın nasıl bir yol izleyeceği sorunudur.
Kapitalizmin beşiği denebilecek gelişkin kapitalist
ülkelerde ortaya çıkan (ki böyle olması onun doğasına
uygundur) Marksizm, bu gelişkinliğe sahip olmayan
ülkelerle ilgili olarak kendi içinde bir dizi
tartışma yaşamıştır. Proletarya, esasen kendisine
ait olmayan bir görevler dizisini de omuzlarına
yüklenmeli midir; yoksa saf bir proleter devrimi
için durumun olgunlaşmasını mı beklemelidir?
Leninizmin yaptığı şey ise bir anlamda bu tartışmayı
ilkesel bir sonuca ulaştırmaktır. Lenin, son derece
açık bir şekilde proletaryanın “durup beklemesinin”
söz konusu olamayacağını, yanına demokratik devrimden
çıkarı olan diğer güçleri de alarak öne fırlamasının
mümkün olduğunu ve böylece buradan kesintisiz
biçimde sosyalizme geçilebileceğini ortaya koymuştur.
Bu bakımdan onun “İki Taktik” isimli eserinin
adındaki “taktik” sözcüğü, adeta kitabın içeriğiyle
çelişmektedir; çünkü orada söz konusu olan şey,
tamamen devrimin en temel sorunuyla, iradeyle
ilgilidir. Kitabın bütün özü, “beklemek” ve “harekete
geçmek”, “kendiliğindencilik” ve “devrimci irade”
ayrımı üzerine kuruludur. Ve aslında daha derindeki
ayrım çizgisi, devrim ve reform arasındaki çizgidir.
Proletarya kendi saflığını bozmasın ve “kendi
işine” bakarak burjuva devrimin sürecini seyretsin
diyen ve böylece pek solcu görünen Menşevizme
karşı Lenin’in söylediği şey, “hayır, proletarya
yoksul köylüleri yanına çekerek ileri atılmalı
ve iktidarı ele almalı, oradan da sosyalizme doğru
yürümelidir” şeklindedir.
Leninist devrim teorisini açıklarken Mahir Yoldaş,
“belli bir tarihi aşamanın sınıfsal karakteri
ile, bu aşamadaki sınıfların rolü arasındaki farklılık,
bu teorinin temelidir” diyor ve son derece doğru
bir şey söylüyor. Olan şey tam da budur. Sosyalizme
yürümek isteyen proletarya, önündeki bir engelin
kendiliğinden ortadan kalkmasını beklemiyor, bu
işi kendi perspektifi ile yükleniyor ve bu perspektifi
de komünizme dek uzanan kesiksiz, kızıl bir çizgi
olarak ele alıyor.
Macar sosyalistlerinden György Lukacs, 1903 RSDİP
kongresindeki ünlü parti üyeliği tartışmasını
özetledikten sonra, “bu tartışma” diyor, “ancak
devrim olasılığına, devrimin muhtemel akışına,
karakterine, vb. ilişkin iki temel tavır arasındaki
fikir ayrılığından hareket ederek anlaşılabilir.”
Son derece yerinde bir belirlemedir. Çünkü bir
bütün olarak Menşevizmle Lenin arasındaki çelişkinin
özü, iktisadi tartışmalarla, üretim ilişkileri,
vb sorunlarıyla değil, doğrudan doğruya yukarıda
özetlediğimiz volantirizm sorunuyla ilgilidir.
Yani, ya “bekleme”yi ve onun örgüt biçimini seçiyorsunuz,
ya da devrime kalkışmayı ve onun örgüt biçimi
olan Bolşevik partiyi kuruyorsunuz. Bütün mesele
budur.
Daha sonraları dünya devrimci hareketinin çeşitli
parçalarında sorun birçok kez yeniden tartışılmış,
proletaryanın görevleri üzerine yazılmış çizilmiştir.
Ancak Leninist devrim teorisi, son derece açık
bir yaklaşıma sahiptir; o, sosyalizm ve komünizm
hedefini önüne bir kutup yıldızı gibi koyar ve
proletaryanın devrimci iradesini bu yolda kesintisiz
bir devrimle görevlendirir. Bu yol, şu ya da bu
özgün durumda hangi dönemeçlerden geçerse geçsin,
proletaryanın volantirist inisiyatifinin sürecin
bir adım gerisinde kalmasını aklına bile getirmez.
4- Devrim… Nerede ve Ne Zaman?
a) Genel Bunalımdan Zayıf Halkaya
Şimdi artık daha sadeleşmiş bir zihinle, devrimin
güncelliği tespitinin önümüze koyduğu temel sorulara
geçebiliriz.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “bir devrimin
mümkün olup olmadığı” sorusunun Lenin’le birlikte
tarihe karışması, ortaya herhangi bir devrimin
“nerede” ve “ne zaman” gerçekleşeceği konusunda
yeni bir tartışmayı çıkarmıştır.
Lenin’in bu noktada yaptığı şey, tek kelimeyle
teorik cüretkârlıktır!
Mahir Yoldaş’ı literatürde bulunmayan kavramlar
icat etmekle suçlayanların nedense görmediği olgu,
Lenin’in “milli kriz-devrimci durum” teorisinin
tümüyle yeni bir “icat” olduğudur.
Gerçekten de Lenin, sözünü ettiğimiz iki soruyu
yanıtlamak için, tekelci kapitalizmin yapısal
özelliklerini irdelemiş ve buradan bir teorik
kurguya ulaşmıştır.
Bu kurgunun en önemli ayağı, kapitalizmin, yalnızca
ulusal ölçekte değil, uluslar arası ölçekte de
anarşik ve eşitsiz bir gelişme gösterdiği belirlemesidir.
Bu, aynı zamanda kapitalizmin genel ve sürekli
krizinin de sistemin bütün parçalarında, her ülkede
eşit derinlikte olmadığı, olamayacağı anlamına
gelir.
Yani genel olarak bütün kapitalist yapı, uluslar
arası boyutta da, tek tek ülkeler bazında da kırılgandır,
her an çöküşlerle karşılaşabilir. Bu, zaten kendi
içinde evrelere ayrılan ama temel niteliği sürekli
ve genel bunalım olan durumdur. Üretim ilişkileri
ile üretici güçlerin tarihsel karşı karşıya gelişi
bu bunalımın temelidir. Genel ve sürekli olması
da, krizin geçmişte olduğu gibi salt üretim fazlası
sorunundan çıkan devrevi hareketten farklı olarak
artık yapısal oluşudur.
Ama bu kadarını söylemek yetmez. Yani bu, hangi
ülkenin devrimci gelişmeye uygunluk bakımından
ne durumda olduğunu bize vermez. Burada başka
çözümlemelere ihtiyacımız vardır. Kapitalizm,
her ülkede aynı dinamiklere, tempolara sahip değildir.
Onarıcı ve esnetici mekanizmaları da her ülkede
aynı güçte değildir. Kırılganlık düzeyleri farklı
farklıdır ve bunlar sadece ekonomik de değil,
siyasal, sosyal, kültürel etkenler tarafından
da biçimlendirilir. Sonuçta, kapitalist dünyadaki
ülkeler arasında eşitsiz bir durum vardır ve dünyanın
bazı ülkeleri birçok faktörün etkisiyle krizlere
daha yakındır. Hatta belli ülke grupları ve kategoriler
de buna yatkındır.
Bu yüzden biz, “zayıf halka” diye bilinen durumdan
söz ederiz. Yani kapitalist sistemin bazı halkaları,
bazı ülkeler, çeşitli faktörlerden ötürü daha
zayıftır, bir devrimle kırılmaya daha uygundur.
Hatta iktisadi-siyasal-kültürel benzerliklerden
ötürü bazı ülke grupları, bazı coğrafi bölgeler,
vb.. de böyle bir durumda olabilmektedirler. Marksist-Leninist
terminolojide sık sık kullanılan “devrim havzası”
gibi özel terimler böyle bölgeleri tanımlamak
için üretilmişlerdir.
b) Milli Kriz Kavramı
“Milli kriz” ya da “devrimci durum” kavramı işte
bu durumun bir sistematik içinde ifadesidir. Doğrudan
Lenin’den aktarmakta yarar var: “Marksistler için
devrime elverişli bir durum olmaksızın bir devrim
imkânsızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime
yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri
nelerdir? Şu üç ana belirleyiciyi sıralarsak bizce
yanılmış olmayız: 1. Hakim sınıflar için bir değişiklik
yapmaksızın hakimiyetlerini sürdürmek imkânsız hale
geldiği zaman; ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya
da bu şekilde bir buhran olduğu zaman; hakim sınıfın
politikasındaki bu buhran, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk
ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak
bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için
çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak
‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların
da’ eski biçimde ‘yaşayamaz hale gelmeleri’ gerekir.
2. Ezilen sınıfların sıkıntıları ve ihtiyaçları
dayanılmaz hale geldiği zaman, 3. yukarıdaki sebeplerin
sonucu olarak barışta soyulmalarına hiç seslerini
çıkartmadan katlanan ama, ortalığın karıştığı zamanlarda
hem buhranın yarattığı şartlarla ve hem de bizzat
‘üstteki sınıfların’ bağımsız tarihi bir eyleme
sürüklenmeleriyle kitlelerin faaliyetinde oldukça
büyük artış olduğu zaman. Sadece tek tek grupların
ve partilerin değil, münferit sınıfların iradesinden
de bağımsız olan bu objektif değişmeler olmaksızın,
genel kural olarak, bir devrim imkânsızdır. Bu objektif
değişikliklerin hepsine birden, devrim durumu denilmektedir.”
(Lenin, Sosyalizm ve Savaş, sf. 118-119, Akt. Kesintisiz
Devrim II-III)
Lenin’in burada sözünü ettiği şey, çok kabaca özetlenirse,
genel bir ekonomik-siyasal-toplumsal çöküntü halidir.
Tanım kısa ve dar gibi görünüyor ama aslında derin
ve hacimli bir anlatım sunuyor. Ve dikkat edilirse
Lenin, ısrarlı bir biçimde ezilen kitlelerin krizde
olmasını yeterli bulmuyor, bunun yanında ezenlerin
de bir krizde olmasını koşul olarak ortaya koyuyor.
Ezenlerin krizi nasıl olur? Bu, bir ölçüde sistemin
iktisadi-politik-sosyal onarım mekanizmalarının,
işleyişlerinin çöküşü olarak anlaşılabilir. Yani
kapitalizmin her zaman bir krizden çıkmayı sağlayan
ya da en azından “ağrı kesici” olarak iş gören potansiyelleri,
olanakları, araçları vardır. Kapitalizmin tekelci
çağla birlikte “tarihsel olarak” kendi sınırına
gelip dayanmasını “fiziki olarak tamamen tükenmesi”
biçiminde yorumlamak bu açıdan doğru değildir. Böyle
olsaydı işimiz çok kolay olurdu; ama stratejik planda
tarihsel olarak çürüyen kapitalizm, güncel planda
dinamiktir ve çoğu kez kendisini yeniden onaracak
mekanizmaları -geçici de olsa- üretir. Tanımda kastedilen
şey ise işte bütün bu mekanizmaların büyük ölçüde
işlevsiz hale geldiği derin bir çöküntü halidir.
En azından içinden kolayca çıkılamayan bir durum
söz konusudur.
Tabii ki burada “insansız” bir durumdan, rakam yığınlarından
söz etmiyoruz. Meslekten iktisatçılar duruma böyle
bakabilir. Onların “şu yükselirse şu alçalır, kriz
şöyle artar, şöyle hafifler, vs…” gibi yorumlarını
biliriz; ama hem dikkate aldıkları yalnızca ekonomi
alanıdır, hem de bu yorumların içinde “insan” unsuru,
yani emekçi kitlelerin hareketi yoktur. Oysa devreye
emekçi hareketi de girdiğinde kriz, halkın tepkilerinin,
kitle hareketinin-ayaklanmalarının ve grevlerinin,
vb. sürece katıldığı bir durumdur, ki buna çoğu
zaman iradi devrimci müdahale de dahil olur ve işler
iyice karışır, kriz derinleşir.
Ayrıca, “eskisi gibi yönetilmek istememe” ve “eskisi
gibi yönetememe” ya da “eskisi gibi yaşamak istememe”
gibi kavramları anlamak için de çok yönlü bir analiz
gereklidir. Burada “ezilenlerin hoşnutsuzluğu” kuşkusuz
onların her günkü tepkilerden daha derin ve daha
“çığırından çıkmış” bir durumdur, Türkçe’deki “bıçağın
kemiğe dayanması” deyimi bu olguyu iyi ifade eder.
Üst sınıfların yaşadığı kriz ise onların yüzlerce
yılda birikmiş siyaset ve yönetim yeteneklerinin
artık durumu idare etmeye yetmemesi anlamını taşır.
Bu, doğal olarak sokak demektir. Yani belki temsili
organlar ve bürokrasi şöyle ya da böyle işlese de,
genel bir yönetsel tablo artık çalışmıyor, eski
yöntemlerle halk yönetilemiyor demektir. Lenin’in
sözünü ettiği “gedik” budur; egemen güçlerin yönetim
sisteminin aşırı yıpranmışlığı kitleler arasında
bu sisteme karşı açık bir güvensizlik yaratmakta
ve insanlar sokakta “yeni bir yol” aramaktadırlar.
Onlar da şu ya da bu hükümetle değil, sistemin kendisiyle
bir çelişme içindedirler. Yani bir süreliğine bu
duygu bir hükümeti, bir partiyi, vb. hedef alsa
da kitlelerde artık daha derin bir hoşnutsuzluk
ve “kim gelirse gelsin” durumun düzelmeyeceği fikri
yaygınlaşmaktadır. Yönetememe budur; her şey dökülmektedir,
Türkçe’deki “zıvanadan çıkma”, “çivisi çıkma” gibi
deyimler de buraya tam uygundur.
Bu, doğal olarak varlığı ancak politik çözümleme
ile kavranabilecek politik bir durumdur. Dolayısıyla,
bu çözümlemeyi nasıl yaptığınız da önemlidir; yani
sizin devrim perspektifinize bağlı olarak bir “görecelilik”
vardır. Evet, olgu Lenin’in tanımı itibarıyla son
derece objektif bir durum olarak görülebilir belki
ama toplumsal olaylar kimya ya da fizikte olduğu
gibi ölçülemezler. Daha doğrusu ölçülebilirler aslında
ama sizin kullandığınız ölçü önemlidir. Örneğin
siz en baştan reformizmde karar kılmışsanız, işlerin
böyle bir doygunluk noktasına geldiğini asla görmez
ve görseniz de kabul etmezsiniz. Ya da tersine bir
başkası en küçük bir karışıklık halini “zamanın
gelmesi” olarak yorumlayabilir, vb… Bu konudaki
en çarpıcı örneklerden biri herhalde Lenin’in Ekim
Devrimi öncesinde yaşadıklarıdır. O, durumun tümüyle
olgunlaştığı görüşündeyken neredeyse Bolşevik partinin
tamamı tersini düşünmektedir.
c) Devrimci Durumdan Devrim Aşamasına
Ama sonuçta -bu tartışmaya az sonra yeniden döneceğiz-
genel olarak bu tanımlanmış olgunun literatürdeki
adı, milli kriz ya da devrimci durumdur; teorik
olarak böyle bir durum, devrimin başlayabilmesi
ve zafer kazanabilmesi için zemin olarak kabul
edilir.
Buradan varılan bir başka kavram ise “devrim aşaması”
kavramıdır ki, o da devrimci durumun devrimci
irade ile buluştuğu aşama olarak tanımlanır. Bu
da kuşkusuz teorik bir tanımdır; bir devrim için
bu iki öğe bir araya gelmeli ve aynı süreçte var
olmalıdır. Teorik olarak bunlardan birincisi,
devrimci durum, bizden bağımsız bir sosyo-ekonomik-politik
kültürel ve toplumsal olgudur; diğeri ise bize
bağlıdır, bizim hazır olmamıza, yeterli kadromuzun,
yeteneğimizin, örgütlenme araçlarımızın, askeri
güçlerimizin, vs… olup olmamasına bağlıdır.
Ancak bütün bu tanımlarda son derece kritik iki
nokta vardır.
Bunlardan birincisi, yukarıda ifade ettiğimiz
gibi bu olguların tespitinin bir politik çözümleme
sorunu olması, dolayısıyla çözümlemeyi yapan kişi
ya da partinin ideolojik-politik hattına bağlı
olmasıdır. Hepimiz kendi kişisel hayatlarımızda
şu ya da bu konuda kararlar alıp uygularız; ama
milyonlarca insandan oluşan bir toplumun durumunu
anlamak, aynı anda yerel ve uluslar arası koşulları
değerlendirmek, olayların kısa ve uzun vadeli
gidişatı üzerine öngörülerde bulunmak ve yine
devrimci örgütün yeterlilik durumlarını doğru
değerlendirmek hiç de kolay değildir. Bu, kitlelerin
ve hayatın “nabzını tutmak” denilen şeydir, bütünlüklü
bir bakışı ve bir partinin kolektif aklının bir
araya getirilmesini gerektirir. Bu yüzden devrimci
partiler en tartışmalı toplantı ya da kongrelerini
tam da bu karışıklık tablosu sürerken yaparlar;
çünkü hem bu kolektif akla ihtiyaç duyarlar; hem
de kendi yapılarının politik-psikolojik durumunu
da kavramak isterler. Ama yine Ekim Devrimi öncesinde
görüldüğü gibi bu da yetmeyebilir; bir partinin
yönetiminin Lenin dışındaki tüm üyeleri somut
durumu doğru değerlendiremeyebilirler.
Öte yandan yalnızca milli kriz koşullarını değil,
devrimci örgütün durumunu değerlendirmek de kritik
bir konudur. Sonuç itibarıyla bir devrimci örgüt,
kendi hazırlık durumunu, askeri olanaklarını,
üyelerinin ve ilişkilerinin sayısını, gücünü rakamsal
olarak bilme olanağına elbette sahiptir. Ama bu
yine de bir politik yorumlamanın konusudur. Yani
örneğin, bu “yeterlilik” konusunda öyle bir “mükemmellik”
ararsınız ki, varacağınız yer pasifizmin batağı
olur. Hiçbir zaman “hazır” ve “yeterli” olmazsınız!
Oysa bir başka açıdan baktığınızda, örgütün durumunun
asgari olarak yeterli olduğunu ve eksiklerini
de hızla, pratik içinde kapatabileceğini düşünürsünüz.
Örneğin Lenin’in 1905 günlerinde partiye gönderdiği
bazı notlar, tam anlamıyla askeri talimatlar gibidir,
“silah bulun, bomba hazırlayın, karakolları soyun”
gibi sözleri bu notlarda sık sık okuruz; çünkü
Lenin eksik bir hazırlığın tamamlanması gerektiğini
düşünmektedir; ama buna karşın “madem ki hazır
değiliz, bu trenin geçmesini kenardan izleyelim”
tutumunda da değildir.
İkinci kritik nokta ise, bütün bu kavram ve tanımların
mekanik yorumlanması tehlikesidir.
Örneğin böyle bir yorum, milli kriz-devrimci durum
halini bir trenin istasyondan gelip geçmesi gibi
algılayabilir ve zaten yaygın anlayış da böyledir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi, tanım, devrimci
durum ile devrimci iradenin aynı süreçte buluşmasını
devrim aşaması olarak tanımlamaktadır. Böyle bir
tanımın da en kaba yorumu, biri tümüyle bizim
dışımızda diğeri tümüyle bize bağlı olan iki ayrı
olgu öngörür.
Oysa gerçek hayatta, olgular hiç de böyle birbirinden
tümüyle bağımsız değildirler. Ayrıca bu diyalektik
ilişkiye bağlı olarak aynı devrimci durum gibi
olgular aniden başlayıp biten süreçler de değildir.
Öncelikle, devrimci durum, hiçbir zaman devrimci
iradeden bağımsız bir ortamda oluşmaz. Dünyanın
hiçbir yerinde, hiçbir zaman böyle “insansız”,
uzay boşluğundaki steril bir ortamda kriz oluşmaz.
Kriz, genellikle devrimci iradenin de sahnede
olduğu, onun kitlelerdeki ruh halini ve davranış
biçimlerini etkilediği koşullarda ortaya çıkar.
Yani devrimci irade ve inisiyatif genellikle krizin
bir bileşenidir. Bunun böyle olmadığı haller çok
nadirdir; çünkü sınıf mücadelesinin doğası böyledir.
Çarlığın genel bir çöküntüye uğramasında Rus devrimci
hareketinin payı vardır. Evet, Şubat ve Ekim Devrimleri
için “sahne arkasındaki gerçek aktör savaştı”
diyen Lenin haklıdır; ama bu savaşın sonlarına
doğru devrimci hareketin gösterdiği performans
da durumun genel bir krize dönüşmesinde önemlidir.
Yani bir devrimci irade, evet, verili koşullar
üzerinde iş görür; ama sistemin kendi iç dinamik
ve çelişkileri de bu iradeden etkilenerek oluşur.
Ya da klasik tanıma uyarak söyleyelim, ezilenler
ve ezenler eskisi gibi durumlarını sürdüremiyorlarsa,
bunda devrimci iradenin etkinliğinin, onlarla
birlikte ve onların dışında yaptığı eylemlerin,
aldığı tutumların vb. rolü vardır. Kitlelerin
kafasındaki “eskisi gibi yönetilmek istememe”
duygusu elbette devrimci iradeden bağımsız da
oluşabilir ama çoğu durumda bu duygunun mimarlarından
biri devrimci harekettir.
Ayrıca devrimci irade dediğimiz şey ve onun güçlenip
inisiyatif sahibi olması da tümüyle keyfi olarak
ortaya çıkmamakta, verili koşullarda gerçekleşmektedir.
1917 Şubat’ından Ekim’e dek geçen sürede Bolşeviklerin
oldukça zayıf bir noktadan işe başlayarak güçlenişinin
diyalektiği de budur. Bu, kuşkusuz Bolşevik partinin
doğru tutumlarının ve atılganlığının eseridir;
ama öte yandan bu atılganlığın zemini de Şubat-Ekim
arasında objektif olarak mevcuttur.
Dolayısıyla, sonuç olarak denilebilir ki, biri
tamamen determinist, diğeri tamamen volantirist
iki apayrı çizgi buluşunca devrim olmuyor! Yalnızca
Türkiye gibi milli krizin süreklik arz ettiği
ülkelerde değil, aslında Rusya gibi en klasik
örneklerde bile böyle bir mekanik ayrım söz konusu
değildir.
Bunun tespiti ve diyalektik-dışı böylesi bir yaklaşımın
fark edilmesi son derece önemlidir. Çünkü, klasik
“kriz bekleyici” sağ-pasifist tutum, kaynağını
buradan almaktadır. Eğer siz, (Türkiye’deki milli
krizin özgün durumunu kavramama hatasını bir an
için dışta tutarak söylüyoruz) böyle bir mekanik
noktadan hareket ediyorsanız, yazımızın en başında
da belirttiğimiz gibi, oturur bir sosyo-ekonomik
tahlil yapar ve ortaya bir devrim aşaması ve devrim
programı tespiti koyarsınız, işin kalan bölümünü
de “Allah’a havale” edersiniz. Bir devrim stratejisine,
hangi mücadele biçimlerinin nerede, nasıl, hangi
ağırlıklarla kullanılacağının belirlenmesine ihtiyacınız
yoktur; bütün planınız, örgütlenmek, hazırlanmak
ve bir kriz geldiğinde o dalganın sırtına binmektir!
Bu arada kuşkusuz “hiçbir mücadele biçimini reddetmemek
ve mutlaklaştırmamak” en klişe söz olarak baş
köşede yerini almaktadır. Çünkü siz, “milli kriz”
ile kendi varlığınızı mekanik biçimde birbirinden
ayırmış, kapitalizme “kriz yaratma”, kendinize
de “devrime hazırlanma” görevi vermişsinizdir.
Nasıl? Bütün yöntemleri kullanarak! Ama işte bu,
tam da Bolivya’lı devrimci İnti Peredo’nun dediği
gibi halka “bütün yöntemler”den söz etmektir.
“Bir parti ya da grup kendisini iktidarı ele geçirmeye
odakladığında” diyor Peredo, “o parti ya da grup
belirli ve açık bir yöntem seçmek zorundadır,
böyle yapmamak iktidarı ele geçirmeyi ciddiye
almamakla eşdeğerdir.” (SB. 48. sayı)
Mekanik bir kriz yorumunun varacağı nokta budur.
d) Klasik Evrim ve Devrim Aşamaları Tanımlamaları
Buraya kadar genel olarak devrimci durum ve buna
devrimci örgüt ve iktidarın alınması için doğrudan
ve devrimci şiddet temelinde devrimci girişimin
işin içine girmesiyle birlikte oluşan siyasal-toplumsal
durumu ifade eden devrim aşaması kavramlarını
ele aldık.
Tam da bu noktada, sürecin bu aşamaya gelinceye
değin geçtiği dönemleri tanımlama sorunu ortaya
çıkar. Marksist literatürde, devrim aşamasından
önceki süreçler esas olarak evrim aşaması olarak
tanımlanmıştır.
Ancak bu tartışmada da aslında yine karşı karşıya
gelen iki görüş, mekanik ve diyalektik görüşlerdir.
Diyalektik bir çözümlemenin varacağı sonuç, bellidir.
Devrim ve evrim aşamaları, bir anda biten ve başlayan,
bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılan dönemlerden
söz edilememektedir. Yani sadece özgün koşullarda
değil, genel olarak en klasik devrim olan Ekim’de
de böyle bir mekanik durum yoktur. Yani tarihte
önce “yaprak kımıldamayan” bir süreç, sonra da
birden patlayan silahlar gelmez. Hiçbir yerde
böyle bir olgu yoktur.
Ayrıca, öncelikli olarak bir noktayı iyice vurgulamak
gerekiyor. Esasında, günlük dilde zaman zaman
kullanılsa da “evrimci çalışma” diye bir şey de
yoktur. Devrimci partinin çalışması her zaman
devrimci çalışmadır ve bu bir demagoji değildir.
Devrimci perspektif, bir devrim hareketi yaratma
ve iktidarı hedefleme kavrayışı devrimci partinin
temel özellikleridir, onun faaliyetinin her döneminde
belirleyicidir. Bunu vurgulamak önemlidir; çünkü
klasik tanımların mekanik yorumlanmasından hareketle,
evrim zamanında legal ve gevşek; devrim günlerinde
ise illegal ve sıkı çalışma yapılacağı fikri yaygın
bir yaklaşımdır.
Oysa tersine, denebilir ki, devrim günleri, ayaklanma
zamanları, bir devrimci hareketin en çok legale
çıktığı, en çok açıkta olduğu zamanlardır. En
çok bu zamanlarda devrimci yapı kendini ortaya
koyar, açıkça lanse eder, hatta ikinci bir iktidar
inşa ederek kitleleri oraya doğru çağırır. Buna
karşın genel olarak evrim aşaması denilen süreç,
doğrudan ayaklanma söz konusu olmadığı halde çoğu
kez sıkı illegalite koşullarında yaşanan zorlu
bir dönemdir. Yani burada söz konusu olan ayrım,
doğrudan iktidarı elde etme hamlesi içinde olup
olmamayla ilgilidir. Yoksa devrimci ajitasyon,
her zaman ajitasyon devrimi vurgular, propaganda
ve her tek insanın örgütlenişi, devrimi hedefler.
Peki ne arada fark vardır?
Klasik tanımda ve klasik durumda, bu süreçler
birbirinden silahlı ayaklanma ve öncesi diye ayrılabilir.
Birinde, doğrudan silahlı ayaklanma çağrısı yoktur,
şiddete dayalı araçlar ikincil plandadır. Bunun
yerine örgütlenme, grevler, gösteriler, vb. gündemdedir.
Bu, onların -en azından her zaman- barışçıl oldukları
anlamına gelmez. Rus örneğinde taşra kentlerinde
bile barışçıl, sakin geçen tek bir 1 Mayıs yoktur.
Bildiriler gizlidir, toplantılar gizlidir, çoğu
kez çatışmalar vardır; ayrıca aynı süreçte partinin
askeri örgütleri de çalışmakta, büyümektedir.
Ancak parti, kitlelere ayaklanma çağrısı yapmamaktadır.
Ayaklanma bir “oyun” değildir çünkü. Burada söz
konusu olan, kitlelerin, örgütün ve olanakların,
araçların böyle bir ayaklanmaya hazırlanması halidir.
Devrimci sosyalizmin bu tutumu keyfi bir tercihten
kaynaklanmaz. Bu tümüyle emperyalist-kapitalist
ülkelerdeki milli krizin gelişme seyri ile ilgilidir.
Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle geliştiği,
ekonomik ve toplumsal dengelerin ve geleneklerin
oturduğu, emperyalist aşamaya ulaşmış ülkelerde,
milli kriz belli bir derinleşme aşamasından sonra
yavaş yavaş zayıflar, çünkü bu ülkelerde, kapitalizmin
kendini onarma mekanizmaları tarihsel süreç içinde
oturmuştur. Belli bir anda oluşan milli kriz,
devrimci bir partinin önderliğinde devrimle sonuçlandırılmazsa,
kriz sistemi ciddi biçimde hırpalayıp, tahribatlar
yaratsa ve çürümeyi derinleştirse de, sistem yavaş
yavaş kendi onarma mekanizmalarını devreye sokarak
krizi önce hafifletir, daha sonra da kendini toparlar.
Hiç kuşkusuz bu toparlama geçicidir. Emperyalist-kapitalist
sistem ve ülkelerde milli krizin bir toparlanmaya
doğru evrildiği aşamada dahi yeni kriz öğeleri
gelişmeye başlar. Kapitalizmin eşitsiz gelişme
yasası ve tüm ekonomik ve toplumsal ilişkiler
kriz öğelerini sürekli biçimde yeniden yeniden
üretir. Kriz, toparlanma, yükseliş ve tekrar kriz
sarmalı, devrimle sonuçlanmadığı sürece, sürekli
biçimde her seferinde sistemin dinamiklerini daha
da çürüterek kendini tekrar eder.
İşte, emperyalist-kapitalist bir ülkedeki devrimci
sosyalist bir parti, milli krizin belirgin biçimde
ortaya çıktı ve derinleştiği aşamada ajitasyon,
propaganda, örgüt ve mücadele biçimlerini derhal
işçi ve emekçi kitlelerin doğrudan iktidara el
koymasını sağlayacak biçimde değiştirir.
Devrimci sosyalist partinin bu momenti kaçırdığı
ya da devrim girişiminin başarısızlığa uğradığı
ve ülkedeki sistemin kendisini toparlamaya başladığı
noktada, devrimci çalışma ve örgütsel yapılanma
da kendisini bu nesnel duruma uyarlar. Sistemin
kendisini toparlaması, esas olarak ekonomik krizin
etkisinin azalması, sistemin kendini yönetme mekanizmalarının
tamir edilip, yeniden duruma hakim olması, geniş
emekçi yığınlarının yeniden kırıntılar yoluyla
aldatılması imkanlarının doğması anlamına gelir.
Milli kriz ya onarılmıştır, ya da geçici rahatlama
sağlanmıştır. Dolayısıyla devrimci durum ortadan
kalkmıştır.
Bu aşamada emekçi kitlelere önüne silahlı devrim
çağrısını güncel bir şiar olarak koymak anlamlı
değildir. Bu noktada, “evrimci” yani doğrudan
şiddet araçlarının öne çıkmadığı, barışçıl (silahlı
yöntemlerin ikincil olması anlamında barışçıl
olan, fakat asla uzlaşıcı olmayan) mücadele araçlarının
öne çıktığı, sabırlı bir çalışmayla partinin ve
emekçilerin devrimci çalışmaya kazanıldığı bir
çalışma dönemi başlar. Evrim dönemi devrim dönemine
göre nisbeten uzun bir süreçtir.
Bütün bir devrim süreci açısından bakıldığında,
evrim aşaması, nispeten kaba olan bir başka benzetmeyle
nicel birikim aşaması, devrim aşaması ise nitel
sıçrama aşmasıdır.
e) Klasik Tanımdan, Evrim-Devrim Aşamalarının
İç İçeliğine...
Leninist devrimci durum-milli kriz tanımlamaları
evrensel niteliktedir. Ancak bu, söz konusu tanımların
ifade ettikleri nesnel durumların tüm ülkelerde
aynı biçimde ve tanımların ifade ettiği en olgun
düzeyde ortaya çıkacağı anlamına gelmez.
Bu tanımlar her şeyden önce, o güne değin devrimci
mücadelenin ana merkezleri olan emperyalist-kapitalist
ülkelerdeki devrimci savaşım deneyimlerinin ürünleridir.
Bu tanımlamaların ilk elde çağrıştırdığı pratikler
de doğal olarak bu ülkelerdeki pratiklerdir.
Marksizmin tezlerini, temel tanımlamalarını, her
koşulda tek biçimli olarak ortaya çıkan yada gerçekleşen
tezler ve tanımlar olarak ele alan bütün ülkelerin
dogmatikleri, evrim ve devrim aşamalarına ilişkin
ml tezleri de tüm ülkeler için başta Sovyet devrimi
deneyimi olmak üzere, emperyalist-kapitalist ülkelerin
deneyimlerini taklit etme temelinde anlamışlardır.
Devrimci durum, devrim aşaması, evrim aşaması gibi
kavramların içerikleri, emperyalist-kapitalist ülkelerden
farklı olan, ayrı bir kategori oluşturan ülkeler
(sömürge, yarı-sömürge ve 1945 sonrasında yeni-sömürge
ülkeler) içinde, emperyalist-kapitalist ülkelerin
koşulları sanki bu ülkelerde de varmışçasına kabul
edilerek yorumlanmıştır.
Oysa, evrim ve devrim aşamalarının biçimlenişi,
emperyalist-kapitalist anayurtlar ile sömürge ve
yarı-sömürge, yeni sömürgelerde tümüyle farklı özellikler
gösterir. Hatta denilebilir ki, evrim aşaması dediğimiz
aşama klasik biçimiyle bu ülkelerde söz konusu dahi
olmaz.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde milli kriz sürekli
değildir. İç dinamiğiyle gelişmiş olan kapitalist
sistem kriz bir devrimle taçlandırılamadığında onu
onarır. Krizin yükünü bir yanıyla sömürge ve yeni-sömürgelere
aktarır, hızla onlardan büyük çaplı sermaye transferi
gerçekleştirir, bu ülkelerin çöküşü pahasına onlara
dönük büyük yağmalamalar gerçekleştirir. Diğer yandan,
krizin en ileri aşamasında dahi bir kısım sermaye
kesimi çökerken, bir bölümü yavaş yavaş onların
sermayelerine el koyarak büyür ve sistemin normal
işleyiş mekanizmalarını adım adım devreye sokmaya
çalışır. Devlet ve diğer siyasi ve toplumsal kurumlar
normal işleyiş konusunda engin bir deneyime sahiptir
ve çeşitli temizlikler yoluyla bu mekanizmaların
normalleştirilmesi yoluna gidilir. Bunlar toparlanma
dediğimiz aşamada adım adım gelişir.
Sonuçta, devrimci sosyalist parti açısından görev
milli krizin en olgun aşamasında, en uygun momentte
tayin edici darbeyi vurmak, yani genel halk ayaklanması
yoluyla iktidara el koymaktır. Eğer bu gerçekleşmezse
sistem sahip olduğu büyük tarihsel deneyimi ve maddi
ve siyasal, toplumsal olanakları devreye sokarak
krizi, kaçınılmaz olan yeni bir krize değin hafifletir,
sonrasında da önemli ölçüde ortadan kaldırır.
Halbuki, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde egemen
sınıfların ve işgalci sömürgecilerin böylesi ekonomik
ve siyasal, toplumsal güçleri yoktur. Sömürgecilik
ve yeni-sömürgecilik doğası gereği buna imkan tanımaz.
Somut deneyimler üzerinden ilerleyecek olursak;
örneğin işgal altındaki bir Vietnam’ı düşündüğümüzde
durum değişir. Orada, zaten işin daha en başında,
o topraklara ilk emperyalist postallar değdiği anda,
insanların hayli önemli bir bölümü böyle “yönetilmek”
istememektedirler ve işgalcilerle işbirliği yapan
hain yöneticiler de sırtlarını dayadıkları bu gücün
dışında bir meşruiyet kaynağına hiç sahip değillerdir.
Sorunun boyutları iyice anlaşılsın diye verdiğimiz
bu örnekte, milli kriz, güneş tutulması bir süreliğine
görünüp kaybolan bir durum değildir, baştan itibaren
mevcuttur. Böyle bir ülkede devrim aşaması tartışması
da artık krizin varlığıyla değil, o ülkenin devrimci
güçlerinin harekete geçip hem kendilerini hem de
kitleleri örgütlemesiyle ilgilidir. Üstelik, yine
aynı örnekte, devrim aşaması yalnızca emperyalistlere
ve işbirlikçilerine en son darbenin vurulduğu, sözgelimi
başkentin ele geçirildiği aşama değildir. Devrim,
iktidarı da parça parça ele geçirerek ilerlemekte,
uzun süren bir “iki iktidar” durumu yaşanmakta ve
son aşamada geriye kalan iş, en son kalenin düşürülmesi
olmaktadır.
Örnekler çoğaltılabilir. Sorunun anlaşılması için
en çarpıcı örnekler olan Küba’daki Batista diktatörlüğü
ya da Nikaragua’nın Somoza yönetimi özel olarak
incelenebilir. Her ikisinde de, klasik milli kriz-devrimci
durum tanımına harfiyen uygun davranmak, devrimci
hareketlerin ölümü anlamına gelirdi; çünkü her iki
ülkede de milli kriz denilen olgu, gelmesi beklenen
bir Godot değil, zamana yayılarak ülkenin iliklerine
işlemiş sürekli bir olgudur.
Emperyalizme bağımlı ülkelerde, yani sömürgeciliğin
ve daha yaygın bir durum olarak yeni-sömürgeciliğin
egemen olduğu ülkelerde milli kriz yukarıda da belirttiğimiz
üzere, emperyalist-kapitalist ülkelerde olduğu gibi
nispeten kısa süreli bir durum değildir, sürekli
bir durumdur. Bu süreklilik sömürgecilik ve yeni-sömürgeciliğin
doğasından kaynaklanır. Sömürgecilik bağlamında
ele aldığımızda, Vietnam örneğinde de belirttiğimiz
gibi işgalin kendisi daha ilk andan itibaren geniş
emekçi kesimler açısından, hatta burjuvazinin bir
bölümü açısından kesinlikle karşı durulması gereken
bir olgudur. Bu daha baştan “bu biçimde yönetilmeyi
istememek” anlamına gelir. Her işgal aynı zamanda
o ülkenin yağmalanması ve halkın aşağılanması, ülkenin
tüm iç dinamiklerinin alt-üst edilip, bozulması
anlamına gelir. Ve kaçınılmaz biçimde güçlü ve yaygın
bir tepki yaratır. Sadece bu değil, işgalciler de
kendi ülkelerinde olduğu gibi yönetemezler, yönetmek
de istemezler. İşgal ve sömürgeciliğin amacı, işgal
edilen ülkenin tüm dinamiklerinin ezilmesi ve yağmacı
bir anlayışla sömürgeci ülkenin çıkarlarına bağlanması
olduğu için olağanüstü yönetim mekanizmaları gereklidir.
Bu ise doğal olarak baskı, şiddet ve kıyımın esas
alındığı, sürekli çatışmalı bir yönetme tarzını
ve direnişi beraberinde getirir. Devrimci durum-milli
kriz bağlamında baktığımızda tablo sürekli bir ekonomik,
siyasal, sosyal, kültürel, toplumsal kriz halidir.
Milli kriz yada farklı bir ifadeyle devrimin ülke
bağlamında nesnel koşulları, yani devrimci durum
sürekli biçimde vardır.
Yeni-sömürgeler açısından da kimi özgünlüklere karşın
tablo çok da farklı değildir. Yeni-sömürgecilik
kapitalizmin ülkenin kendi iç dinamikleriyle değil,
emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda çarpık
biçimde geliştirilmesi, ülkede üretilen artı değerin
önemli ölçüde emperyalistlere aktarılması ve daha
da ötesi tüm siyasal, sosyal, kültürel, toplumsal
yaşamın bu duruma uygun olarak çarpık biçimde düzenlenmesi
anlamına gelir. Ülke işgal edilir, ancak bu kez
emperyalist devletlerin kimliklerini taşıyan askerler
tarafından, onların orduları tarafından değil, baştan
aşağıya emperyalizme bağlanmış, kaderini tümüyle
emperyalizme bağlamış olan yerli işbirlikçiler eliyle,
kukla ordular ve devlet mekanizmaları eliyle....
Bu ülkelerde, milli kriz belli bir an’ı değil, ülke
gerçeğinin süreklileşmiş durumunu ifade eder. Zayıf
kapitalist yapı emperyalist kapitalist ülkelerde
yaşanan en küçük krizleri en derin biçimiyle his
eder. Tüm ekonomik yapı emperyalist ülkelere borçlanma
ve ağır borç ve faiz yükü altında kendi yolunu bulma
zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Yine, onların belirlediği
biçimde örgütlenme ve üretme zorunluluğu ve teknoloji,
makine, hammadde, ara malı, işletme sermayesi, vb.
tüm temel girdiler açısından emperyalizme kesin
bir bağımlılık söz konusudur. Ülkede yaratılan artı
değerden aslan payını emperyalistler alır, az üretebilen
ancak emperyalistlere çok vermek zorunda olan yapı,
sürekli darboğazlarla, krizlerle iç içe yaşar. Yerli
işbirlikçiler kendilerine kalan kırıntılar için
gerektiğinde şiddet de kullanarak kıyasıya bir çatışma
içindedirler. Emperyalist ülkelerde olduğu gibi,
emekçilere verilecek bir sus payı yoktur. Emekçilerin
payına düşen, kimi geçici dönemler dışında sürekli
derinleşen yoksulluktur ve toplumsal çürümedir.
Öte yandan, emperyalizme bağımlılık hemen her durumda
onur kırıcı bir tablo yaratır. Bu toplumsal yapıyı
yönetmek için faşizmden başka bir araçta çoğu kez
yoktur. Emperyalizme bağımlılık ve onur kırıcı kölece
tablo, ekonominde kimi kısa süreli yükseliş durumlarına
karşın, sık sık derinleşen ve genel olarak ortadan
kalkmayan kriz hali, şiddetli sistem içi iç siyasal
mücadeleler, emekçilerin tüm hak taleplerinin zorla
bastırılması ve faşist devlet yapılanması, kangrenleşmiş
bir yoksulluk ve toplumsal çürüme tablosu... İşte
yeni-sömürgecilik, emperyalist kapitalist ülkelerde
genellikle milli kriz dönemlerinde yaşanan bir tabloyu
sürekli biçimde üretir. Bu atmosfer içinde toplumsal
memnuniyetsizlik, bu biçimde yönetilmek istememe
de genel bir durumdur. Emekçilerin geniş kesimleri
sistem içinde insanca yaşam umudunu, bağımsızlık
umudunu, büyük ilerlemeler umudunu yitirmiştir.
Sistemden beklentileri çoğu durumda daha kötüsü
olmamasıdır, bu nedenle siyasal olarak kötünün iyisine
yönelirler.
Hiç kuşkusuz, bu milli kriz öğeleri sürekli biçimde
en olgun halleriyle bulunmaz. Milli kriz, zaman
zaman derinleşir, en olgun biçimlerine bürünür,
kimi zaman ise sistem kısmi olarak kendini onarır
ve milli krizin nispeten az hissedildiği görülür.
Ancak esas olan milli krizin öyle yada böyle sürekli
olarak varlığıdır.
İşte tam da bu noktada, sömürge ve yeni-sömürge
ülkelerde devrimci çalışma ve örgütlenme, emperyalist-kapitalist
ülkelerde olduğu gibi evrim ve devrim aşamaları
olarak keskin çizgilerle birbirinden ayrılamaz.
Devrimci sosyalist parti, barışçıl mücadele biçimlerinin
ve buna uygun örgütlenmelerin başat olduğu evrim
aşamasını esas olarak faaliyet yürüttüğünde düşeceği
nokta aslında pratik olarak devrimden vazgeçmektir.
Ne denli devrimci niyetler taşınırsa taşınsın böylesi
bir çalışmanın sonucu kaçınılmaz biçimde budur.
Sömürge ve yeni-sömürge ülkeler açısından evrim
ve devrim aşamalarının anlamını teorik olarak en
ileri düzeyde M. Çayan yoldaş formüle etmiştir.
Onun değerlendirmesinde özel olarak beklenen bir
“devrimci durum” olmadığı için, aşamalar arasında
klasik bir ayrım da yoktur; dolayısıyla iki aşamaya
ait örgüt ve çalışma tarzlarının yeniden harmanlanması
ve birlikte kullanımı söz konusudur. Kendi ifadesiyle,
“evrim aşamasının nerede bittiğini, devrim aşamasının
nerede başladığını tespit etmek fiilen imkânsızdır.
Her iki aşama iç içe girmiştir.” Krize müdahale
ederek onun derinleştirilmesi sürecinin bir parçası
olan devrimci parti, tek bir süreç içinde siyasi
mücadelenin en üst biçimi olan silahlı mücadele
ekseninde bütün çalışma ve mücadele biçimlerini
bir arada ve uyum içinde kullanmaktadır.
Bu, bir grup savaşçının emperyalizm ve oligarşiyle
hesaplaşması değil, karmaşık biçimlerin ve örgütlenme
tarzlarının birlikte hayata geçirilmesidir. Partimizin
bu yaklaşımı, milli krizin iktisadi ve toplumsal
öğelerin yanı sıra, doğrudan devrimci mücadelenin
en ileri düzeyden geliştirilmesi yoluyla da derinleştirilmesi
anlamına gelir.
Öte yandan, sömürge ve yeni-sömürgelerde milli krizin
sürekliliği evrim ve devrim aşamalarının iç içe
olması, emperyalist-kapitalist ülkelerde yaşandığı
biçimiyle bir devrim aşamasının sürekli varolduğu
anlamına gelmez. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere,
emperyalist ülkelerde milli krizin varlığı ve devrimci
örgüt ve hazırlığın belli bir aşamasında en ileri
mücadele düzeyi olarak silahlı halk ayaklanması
gündemdedir ve bu noktada devrim aşamasından söz
edilir.
Halbuki, evrim ve devrim aşamalarının iç içe olduğu
sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde, silahlı savaşımın
başat mücadele biçimi olarak gündemde olması, devrim
için bütün nesnel ve öznel koşulların varolduğu
anlamına gelmez. Evet, milli kriz inişli çıkışlı
yapısına rağmen süreklidir. Ancak her zaman en olgun
biçimiyle bulunmadığı gibi, devrimci sosyalist parti
de evrimci bir çalışma içinde kendini bir ayaklanma
düzeyinde ifade edecek yapıya istisnai durumlar
dışında sahip değildir. Devrimci sosyalist parti,
emperyalist kapitalist ülkelerde esas olarak evrim
aşamasında ve barışçıl mücadele araçlarıyla gerçekleştirilen
emekçi kitlelerin devrimci saflara kazanılması işini,
partinin emekçi sınıflar içinde inşası ve politik
mücadelenin geliştirilmesi işini, süreklileşmiş
milli kriz koşullarında ancak adım adım büyüyen
devrimci gerilla savaşı temelinde gerçekleştirebilir.
Daha somut ifadeyle;
- devrimci gerilla savaşının temel alınması,
- emperyalist-kapitalist ülkelerin evrim aşamasındaki
mücadele deneyimlerinden çıkmış olan bütün mücadele
biçimlerinin
- ve bulunulan ülkenin özgünlüklerinden türeyen
diğer barışçıl mücadele biçimlerinin gerilla savaşının
ekseninde uygulanması ve bunların bütünlüğü temelinde
bir devrimci savaşımın örülmesi…
İşte evrim ve devrim aşamalarının bıçakla birbirinden
ayrılamayacağı, iç içe geçtiği sömürge ve yeni-sömürgelerde
devrimin stratejik çizgisi budur. Bu çizgi, politikleşmiş
askeri savaş stratejisi (PASS)dir.
Devrimci sosyalist parti, evrim ve devrim aşamaları
sorunun bu temel yaklaşımlar temelinde çözüme kavuşturmuştur.
Böylece, devrim anlayışı ve strateji konusundaki
temel kavramları özetlemeyi bitirmiş bulunuyoruz.
Dünyadaki değişik devrimci stratejilerin ve somut
devrimlerin incelenmesi ve oradan yeniden coğrafyamıza
dönülmesi ise, şüphesiz başka bir çalışmanın konusudur.
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-II
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-III
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-IV
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI
|