Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

54. Sayı - Eylül 2007

Önce Kısa Bir Hatırlatma ve Yöntem Sorunu
Marksist devrim teorisi ve devrimin stratejik çizgisi üzerine söz söylemeye başlamadan önce, 70’lerin başında Mahir Yoldaş tarafından ele alınmış bulunan bir yöntemsel soruna bugün yeniden dikkat çekmekte yarar var. Kesintisiz Devrim III.’ün sonlarına doğru bir yerde şöyle yazar Mahir Yoldaş: “Bugüne kadar Türkiye solunda, strateji hep yanlış anlaşılmış, stratejik hedef ve stratejinin planı ile bizatihi stratejinin kendisi sürekli olarak karıştırılmıştır.” (vurgu M. Çayan’a aittir)
Daha sonra, bir tanımla sözlerine devam eder: “Stratejik hedef, bilindiği gibi, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel çelişkinin ideolojik, politik, sosyal ve ekonomik çözüm platformudur.”
Ve yine daha sonra, (anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimin hedefleri üzerine bir özetlemenin ardından) “stratejik hedefin tespiti ile sorun halledilmez” diye devam eder: “Stratejik hedef, devrimin başlıca darbesinin doğrultusunu tespit etmek işidir. Yani stratejik planın sadece bir kesimidir. Bu nedenle sorun, sadece stratejik hedefin doğru tespiti ile bitmez; temel, öncü ve ihtiyatları da doğru tespit etmek gerekir.”
Tam bu noktadan sonra Mahir Yoldaş, politikleşmiş askeri savaş stratejisi üzerine tezlerini özetler.
Mahir Yoldaş’ın böyle bir netleştirme ihtiyacı hissetmesinin kuşkusuz dönemin tartışmalarıyla ilgili bir yanı vardır. O süreçte çok yaygın olan, bugün de aslında pek değişmeksizin varlığını devam ettiren bir eğilim, “devrim stratejisi” kavramını salt bir “ekonomi politik” çalışması olarak gören, daha doğru bir deyişle stratejiyi, üretici güçler ve üretim ilişkileri üzerine ekonomik tahlillerin sıradan bir uzantısı olarak algılayan bir yaklaşıma sahiptir. Strateji kavramının bizzat kendisini ilerleyen bölümlerde özel olarak ele alacağız; ama şimdilik çok kısaca değinirsek, bu yanlış yaklaşım, ülkedeki üretim ilişkilerinin ne durumda olduğunu, üretici güçlerin gelişme seviyesini, sosyal sınıfların pozisyonlarını özetlemekte ve bundan sonrasını, deyim yerindeyse “Allaha havale” etmektedir. Yani bu yaklaşım, gerekli sosyo-ekonomik tahlilleri yaparak toplumsal çelişkilerin çözümü bakımından hangi devrimci aşamada (sosyalist devrim, demokratik devrim, vb.) olunduğunu bir kez belirlediğinde, bundan sonrasını, yani bu çözümü gerçekleştirecek olan devrimin nasıl, hangi yollardan geçerek ve hangi araçlar, örgütsel biçimlerle gerçekleşeceği sorununu atlamaktadır. Daha doğrusu, çoğu durumda bu yaklaşımın sahipleri, (kendilerinin de hazır oldukları bir noktada) bir milli kriz patlarsa eğer, o dalganın sırtına binip kitleleri ayaklandıracakları şeklinde bir klişeye sahip oldukları için, özel bir stratejik kurgu ihtiyacı hissetmemektedirler. Bu yüzden de bu konuya ilişkin programları, “her şey olacağına varır” deyiminin teorik dille anlatımıdır ve araçlar, örgütsel biçimler bölümünü de en çok “her türlü mücadele aracını kullanırız” gibi genel-geçer cümlelerle geçiştirmeyi tercih ederler. Çünkü meseleye böyle bir klasik kriz tanımı üzerinden baktığınız zaman, bugünkü günlük işlerinizi yürütmek, bu arada “muhayyel” bir X gününe hazırlanmak, temel amaçtır ve bu beklenti “kervan yolda düzülür” stratejisinin temelidir.
Devrimci sosyalist hareket ise bu konuda daha kapsamlı bir yaklaşıma sahiptir. Şimdilik birkaç cümleyle özetlersek eğer, o, ülkedeki çelişkilerin çözüm platformu olarak anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimini, yani devrimimizin neyi yıkıp neyi kuracağını belirlemekle yetinmez; bunun da ötesinde bu devrimin hangi yollardan geçerek, hangi çizgiyi izleyerek, hangi mücadele ve örgüt biçimlerini nasıl bir temel-tali ilişkisi içinde ele alarak yürüyeceğini, nereden yola çıkıp nereye varacağını temel hatlarıyla ortaya koyar. Birincisi, mevcut dünya manzarası içinde ülkenin ekonomik-politik-sosyal koşullarının ayrıntılı bir çözümlenmesini gerektirir; ikincisi ise bütün bunlarla birlikte güç ilişkilerini, coğrafyayı, jeopolitiği, tarihsel ve kültürel ilişkileri, politik-askeri değerlendirmeleri, çeşitli sınıf ve tabakaların politik psikolojisini ve davranış biçimlerini ve başka bir dizi faktörü de dikkate alarak bir kurgulamaya ulaşır. Birincisi, kendisini bir “Devrim Programı” olarak ortaya koyar; bu program, devrimin yoluyla ilgili maddeleri de içerir ama sonuçta esas amacı devrimin hedeflerini ve yapacaklarını anlatmaktır. İkincisi ise, bir yol haritası, bir kılavuzdur. Tam da bu noktada, devrimin hangi yoldan, hangi mücadele araçlariyla, hangi aşamalardan geçerek zafere ulaşacaği, yani devrimin stratejik çizgisi belirlenir. Stratejik plan; stratejik hedef ile stratejik çizginin bileşiminden oluşur.
Bütün bunlar önemlidir. O yüzden işin en başında -daha sonra ayrıntılı ele alacağımız halde- özel olarak vurguluyoruz; çünkü daha en baştan kafalarda bir netlik oluşsun ve söyleyeceklerimizin mantığı ve yöntemsel rotası anlaşılsın istiyoruz. Biz, bu yazı kapsamında ikincisini, yani “bizatihi stratejinin kendisini” ve bununla ilgili kavramları ağırlıklı olarak ele alacağız ve tam da program çalışmalarının hız kazandığı bu noktada devrimin hedefleri, amaçları konularına yalnızca kısa özetler olarak değinerek geçeceğiz; o tartışmanın kendi seyrine müdahale etmeyeceğiz.

1- Öncelikli Soru: Ne İçin Devrim?
Bu ölçüde kapsamlı bir sorunu irdelemeye başlarken böyle bir soru belki yazının mantığını bozan tuhaf bir soru gibi algılanabilir ama değil; tersine işe tam da bu soruyla başlamak en doğrusu ve en sağlıklısı.
Her şeyden önce, 2000’li yıllarda, yeni tarihsel sürecin içinde yaşıyoruz ve klasik başlangıçlar artık bize yeterli görünmüyor. Sözgelimi 1970’li yıllarda, dünya tablosunun daha istikrarlı göründüğü bir süreçte, daha açık bir dille söyleyelim, işçi sınıfının yetmiş yıllık emeğinin ve umudunun ufuk yoksunu bir revizyonist kast tarafından henüz yerle bir edilmemiş olduğu bir süreçte, böyle bir yazıya daha başka bir yerden başlanabilirdi. Yani, işin bazı temel noktalarının “zaten belli olduğu” düşüncesiyle bir sıçrama yapabilir ve esas konuya, devrim anlayışı ve stratejisi konusuna hızla geçebilirdik.
Ama işte tam da bu nedenden ötürü, 2000’li yıllarda böyle bir yazıya ufuk sorunu ile başlamak, önce ufuk çizgisini son derece net biçimde ortaya koymak ve sonra oradan “nasıl” ve “hangi yoldan” sorularına doğru yol almak bir zorunluluk olmuştur. Yani devrimci hareket, özel olarak da devrimci sosyalist hareket, önündeki devrimci aşamayı tanımlarken ve toplumsal çelişkilerin çözüm platformu olarak devrim programını oluştururken de, mücadele ve örgüt biçimlerini tartışır, devrimin yol haritasını çizmeye çalışırken de bütün bu işleri “neden yaptığını”, “yaparak nereye varmak istediğini” son derece net olarak ortaya koymak zorundadırlar.
Bu noktada, son derece net bir biçimde, bir kutup yıldızı gibi komünizm hedefinin altının kalınca çizilmesi gereklidir.
Devrimci sosyalist hareketin nihai hedefi, komünist bir dünya düzenidir.
Komünist uygarlık düzeyi, kısaca yeniden özetlenirse eğer, “üretim araçlarının tümüyle toplumsallaştırıldığı, üretici güçlerin sınırsızca geliştiği ortamda herkesin topluma yeteneği kadar vererek ihtiyacı kadar aldığı, böylece bireysel yaşama savaşının sona erdiği koşullarda kol ve kafa emeği arasındaki, kentle kır arasındaki farkların silindiği ve bugünkü işbölümünün tarihe karıştığı, çalışmanın bir zevk haline dönüştüğü yeni bir insanlık durumudur.” (SB. 51. Sayı, Bilimin Yeniden İnsanlıkla Buluşması...)
Engels’in “Toplumu, onun her üyesinin kendini geliştirebileceği, tüm yeteneklerini ve güçlerini tam bir özgürlük içinde ve böylece toplumun temel koşullarını engellemeden kullanabileceği biçimde örgütlemek...” diye tanımladığı bu yeni düzey, doğal olarak bütün sınıfların ve her türden baskı kurumunun “sönerek” ortadan kalktığı bir özgür insan toplumu anlamına gelir. Çünkü, böyle bir “son” görev, proletarya açısından kendi sınıfsal varlığına da son vermek anlamına gelir böylece ulaşılan yer, birleşmiş özgür insan toplumundan başka bir şey değildir. “Devletin ve bütün diğer bürokratik kurumların gereksizleşerek ‘söndüğü’ bu koşullarda, toplumsal üretimin planlanması ya da sosyal hayatın düzenlenmesi artık bütün toplumun kendi iradesiyle yaratacağı basit mekanizmalar tarafından yerine getirilebilecektir. Bugünkü anlamıyla politika ve demokrasi kavramlarının tarihe karıştığı böyle bir aşama, orduların, savaşların, bütün baskı güçlerinin çöplüğe atıldığı bir noktadır.”
Tanımından da kolayca anlaşılabileceği gibi, böyle bir uygarlık biçiminin kuruluşu ancak dünya ölçeğinde mümkündür; böyle bir noktaya doğru ilerlemek için ise bir yandan tek tek ülkelerde komünizmin iktisadi, sosyal, kültürel, vb. temellerini inşa etmek, diğer yandan da kapitalist sistemin dünya ölçeğindeki gücünü kıracak bir dünya devrimi süreci için çaba göstermek, devrimci bir enternasyonalist anlayışla tek tek ülkelerdeki devrimlerin gelişimi için çaba göstermek gereklidir.
Dolayısıyla, proletaryanın herhangi bir ülkede iktidarı ele aldığı andan bu nihai hedefe kadar uzanan geniş zaman dilimi, “komünizmin alt evresi” ya da “sosyalizm” olarak nitelendirilmiştir. Marks’ın deyimiyle “kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplum”u ifade eden bu alt evrenin toplumu, “iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur” ve özel bir üretim biçimi olarak değil, komünizme geçiş süreci olarak anlamlıdır.
Sonuç olarak, devrimci sosyalist hareketin programatik yaklaşımında nihai hedef sorunu böyle biçimlenmiştir ve bu hedefe ulaşmak için izlenen güzergaha ait tüm sorunlar, ancak bu hedef çerçevesinde ele alınabilir.
Yani bu bir ufuk sorunudur ve hangi yollardan geçeceğiniz, nereye varmak istediğinizle doğrudan bağlantılıdır. Bir devrim bağlamında tartışacağınız şeylerin tamamı, içinde bulunulan devrimci aşama, strateji, mücadele biçimleri, örgüt biçimleri, vs… tümü de ilhamını ve kaynağını kurmak istediğimiz toplumsal yapıdan, o nihai hedeften alırlar; onun dışında kendi başlarına, somut bir bağlama oturmayan olgular değillerdir. Dolayısıyla komünizm üzerine sağlam referanslara sahip değilsek, ne yapmak istediğimizi genel olarak bilmiyorsak ya da bu konu zihnimizde muğlaksa, neyi yıkmak istediğimiz, nasıl yıkmak istediğimiz ve bu yıkım işinde hangi araçları ve yöntemleri kullanacağımız konusu da kendi içinde bir muğlaklık taşır. Çünkü biz bir “yıkım-yapım” işinde çalışıyoruz ve bu işin en temel özelliklerinden biri de, araçların amaçlara sadece “uygun” olması, yani sadece o amacı gerçekleştirmekte “elverişli” olması değil, aynı zamanda o amacın kendisiyle çelişmemesi, yani kurmak istediğiniz dünyanın temel kriterlerine ters düşmemesidir. Sözgelimi bir askeri darbe, sizi basit anlamda “iktidarı elde etme” noktasına taşıyabilir ama içinde kitlelerin olmadığı bir hareketle asla nihai amacınıza ulaşamazsınız.
Ayrıca bu ufuk sorununu göz ardı etmek, az sonra göreceğimiz gibi devrimin “neden zorunlu olduğu” sorusunun da zaman zaman boşlukta kalmasına neden olabilir. Çünkü siz, nihai olarak kuracağınız toplumsal düzenin, basit bir iktisadi değişiklik, bir kalkınla projesi değil de tümüyle yeni bir uygarlık düzeyi olduğu konusunda yeterince berrak düşüncelere sahip değilseniz, değişimin köktenliği konusunda da muğlak bir noktada kalırsınız. Değişimin köktenliği konusundaki muğlaklık ise sonuçta “bu işlerin devrim dışındaki başka yollardan da yapılabileceği” konusunda başka muğlak düşüncelerin kapısını aralar. Yani, kurmayı düşündüğünüz düzen, yalnızca bir siyasal özgürlükler düzeniyse ya da yalnızca ulusal bağımsızlıksa, ya da yalnızca bir iktisadi “ilerleme”den ibaretse, yani sürece böylesi dar yerlerden bakıyorsanız, bütün bu işlerin “reformlar yolundan da yapılabileceği” şeklinde bir yanılsamaya kapılabilirsiniz. Ya da siz kendi “kerametinizle” toplumu kurtarma hevesindeyseniz, kendinizi Mesih sanıyorsanız, o zaman da devrime değil bir darbeye ihtiyacınız vardır ve bu, kitlelerin olmasa da olduğu bir durumdur, vb...

2- Devrim Neden Bir Zorunluluktur?

a) Kapitalist Düzen “Islah” Edilebilir mi?
İşte tam burada, yine bir konu başlığı olarak devrimin “neden gerekli olduğu” sorusuna geliriz. Bu soru da ilk bakışta basit gibi görünür ve yanıt olarak en kaba söyleyişle, “evet gereklidir, çünkü sömürücü güçler başka türlü iktidarlarını terk etmezler” diyebiliriz.
Ama bu kadarı Marks ve Engels’in neden ortaya bu kadar “yıkıcı” bir teori koyduklarını açıklamaya yetmez. Örneğin şu sertlikteki sözlerin kaynağı nedir? “...Ancak, artık sınıfların ve sınıf çelişmelerinin bulunmadığı bir düzendedir ki sosyal evrimler, artık siyasi devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana kadar toplumun her yerinden değiştirilip, düzeltilmesinin arifesinde sosyal bilimin son sözü şu olacaktır: Ya mücadele ya ölüm, ya kanlı savaş ya da yok olma.” (Felsefenin Sefaleti, s: 195)
Gerçekten, bu bir şiddet merakı mı? Marksistler, neden bu kadar radikal bir yolu seçiyorlar ve üstelik bunu belki daha az ağrılı olabilecek bir “iktidar komplosu” şeklinde değil, ille de ezilen kitlelerin ayaklanması şeklinde ortaya koyuyorlar? Oysa kitlelerin, milyonların ayaklanması, negatif bir açıdan bakarsanız eğer, aslında zor kontrol edilebilir ve çok “sıkıntılı” bir süreçtir; buna karşın “iyi planlanmış bir komplo” yine aynı kolaycılık noktasından baktığınızda size daha az “sıkıntılı” görünebilir.
Ya da tersinden bir soru: Postmodern mucitlerin 1990’lardan sonra dillerine doladıkları şu “Devrim, reformların hızlı çekimdeki halidir” lafı doğru mudur? Yani biz aslında toplumu düzenleyen reformlar istiyoruz da “daha hızlı” olsun diye mi onları bir araya getirip bir anda yapıyoruz?
Ne biri ne öteki…
Burada söz konusu olan şey, doğrudan doğruya kurmak istediğimiz toplumsal düzenin köktenliğidir. Biz bir “iktidar devri” istemiyoruz; biz basit anlamda bir “iktisadi gelişme” peşinde de değiliz. Biz, yüzlerce yıldır devam eden sınıflı toplumların bugünkü en gelişmiş düzeyi olan kapitalizmi tümüyle yok etmek, onun bütün temellerini parçalamak ve yok etmek istiyoruz. Ve en önemlisi, bizim kurmak istediğimiz nihai toplumsal düzen, kapitalizmin bugünkü yapısı içersinde üretim ilişkileri olarak mevcut bulunmuyor. Yani bir üretim ilişkisinin sonbaharında onun içinden filizlenen ve güçlenerek politik dönüşümleri de zorlayan bir durumdan söz etmiyoruz. Bizim yapmak istediğimiz şey, mevcut düzenin en temel unsuru olan üretim araçlarının özel mülkiyetini tümüyle ortadan kaldırmak, böylece insanla insan arasındaki ilişkiyi, daha doğrusu insanın bizzat kendisini tam olarak yeniden inşa etmektir.
Bu, kapitalist düzenin “ıslahı” yolundan yapılamaz. Reformlar yoluyla bu sistemi ne kadar zorlarsanız zorlayın; hatta bu zorlamalarda da kadar çok kısmi başarı sağlarsanız sağlayın, sistemin özü, üretim araçlarının özel mülkiyetidir ve onu ortadan kaldırmadıkça, bütün kötülükler sürüp gidecektir. Dolayısıyla siz onun bazı parçalarını koruyarak ya da onları değiştirerek kullanamazsınız. Hatta kapitalist işleyişe ait kavramsal çerçeveyi de (kâr, piyasa, vb.) kullanamazsınız; çünkü o çerçeve de sonuç olarak aynı özel mülk düzenine aittir.
“İktidarın gönüllü/barışçıl olarak devredilip devredilmemesi” de esas olarak bununla ilintilidir; çünkü bu iktidar, kişilerle ya da konjonktürel aktörlerle değil, sınıflarla ilgilidir; sınıf iktidarıdır. Ve üstelik, burada “iktidar”dan kastedilen, günlük düşünme biçiminde ilk akla gelen hükümet benzeri kurumlar değil, kapitalizmin yaşamın bütün alanlarını kapsayan politik, ekonomik, kültürel, ideolojik iktidarının tamamıdır. Dolayısıyla burjuvazi, kendi sınıf varlığından vazgeçmeden böyle bir iktidarı devredemez; bu, niyetlerden tamamen bağımsız olarak sınıf iktidarının niteliğini bize anlatır. Bütün diğer güncel, politik gerekçeler bir yana, ‘artı-değer’den ve o değerle beslenen sermaye birikiminden vazgeçmek, sınıf egemenliğini terk etmek burjuvazi için düşünülemez bir şeydir.
Dolayısıyla, bu değişimi “bugünkü devlet mekanizmasının devralınarak iyileştirilmesi” yolundan da gerçekleştiremeyiz. İliklerine ve bütün hücrelerine dek kapitalist işleyişin hakim olduğu bu asalak kurum, aynı biçimde sınıflı toplumun temel kriterlerine göre biçimlenmiştir; onun ne seçimleri, ne yürütme mekanizmaları ne de yargısı, ordusu, vb… bizim alıp “başka amaçlar için” kullanabileceğimiz niteliğe sahip değildir. Sözgelimi biz “daha adil davranan yargıçlar” istemiyoruz; çünkü bugünkü eşitsiz üretim ve bölüşüm koşullarında, adil bir yargı imkânsızdır; çünkü biz, ayrı sınıfların üyesi olan eşitsiz bir insanlar topluluğuna aynı hukuk maddelerinin uygulanması iddiasının tümden yalan olduğunu biliyoruz, vs.
Bu yüzdendir ki Marks ve Engels, egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olan bu mekanizmayı parçalamaktan söz ederken özellikle Almanca’daki “havaya uçurmak” deyimini tercih etmektedirler; çünkü onların ufkunda bugünkü sistemin parçalarının yeni düzene “monte edilmesi” yoktur; o yüzden mecazi anlamda devletin “paramparça” edilmesini, yani eski düzenin parçalarının “kullanılamaz” hale gelmesini öngörmektedirler.
Şimdi artık durup az önce örneklediğimiz postmodern gevezeliğe de iyi bir yanıt verilebilir… Evet, devrim, “hızlı çekimde yapılan reformlar” değildir; reformlar da bir devrim sürecinde yapılanların zamana yayılarak tek tek uygulanan parçaları değildir. Burada bir nitelik ayrımı vardır. Yavaşlık-hızlılık gibi göreceli kavramlardan öte, insanların toplumsal eylemiyle gerçekleşen köklü bir değişimden, toprağın alt üst edilmesinden söz ediyoruz. Bu yüzdendir ki, devrimcilik ile reformizm arasındaki ayrım, teknik değil ideolojik bir ayrımdır. İki akımın dünyaya, insanlığın kaderine bakışı temelden farklıdır.
Bu belirli anda, tekelci kapitalizm çağında artık kapitalizm, iktisadi evrimin, insan gelişmesinin önünde bir engeldir ve ezilen sınıflar ancak bir devrim yoluyla ondan ve binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinin kültüründen kurtulabilirler. O belirli anda kapitalizm, artık toplumun karşısına dikilen bir siyasal zordur. Onun devrimci döneminde üretim araçlarının ve gelişmenin önünü açan siyasal şiddet, artık çürümekte olan düzeni koruyan bir asalak çete haline gelmiştir ve bu asalak yapıyı ortadan kaldırmadan ileri bir adım atmak mümkün değildir.

b) Şiddetin Tarihselliği
Demek ki, yukarıdaki ilk basit yanıta (“sömürücü güçler başka türlü iktidarlarını terk etmezler”) yeniden dönüyoruz, şiddet sorunu da anlık değil tarihseldir. Yani bir devrimin şiddete dayanması, o güncel durumda burjuvazinin iktidarının az ya da çok şiddet kullanmasıyla ilgili değildir. Egemen gücün ve onun baskı araçlarının şiddeti, A ya da B zaman diliminde şu ya da bu düzeyde olabilir; ama esas olarak onun sömürücü düzeni koruyan şiddeti tarihsel bir olgudur ve keyfi ölçütlere değil sınıfların varlığına bağlıdır.
Aynı şekilde, devrimin şiddetinin düzeyi de o devrimin kaderi üzerinde belirleyici değildir. Engels’in deyimiyle “her yeni toplumun ebesi” şiddettir; ama onun düzeyi doğumun özellikleriyle ilgilidir. Örneğin, eğer daha sonradan beyaz generaller ve emperyalistler bir iç savaş başlatmamış olsalardı, herhalde Ekim Devrimi dünyanın en az ölümlü devrimlerinden biri olarak tarihe geçerdi. Çünkü bu devrimin en özgün yanı, işçi kitlelerine karşı durabilecek tek şiddet gücü olan askerlerin kitleler halinde devrimci saflara geçmesidir; bu yüzdendir ki devrimle hesaplaşmak isteyen beyaz güçler, ancak ülkenin geri bölgelerine çekilerek, oralarda yeni ordular kurmaya çabalamışlardır.
Buna karşın dünya tarihinde şu ya da bu politik nedenle bir devrime ulaşamayan bazı toplumsal olaylarda binlerce insanın sokaklarda katledildiğine tanık olunmuştur. Demek ki devrim, karşılıklı güçlerin ortaya koyduğu şiddet düzeyiyle ölçülebilen bir şey değildir; o, politik bir olgudur.
Yani devrim dediğimizde silahlı adamların karşı karşıya gelip birbirlerine ateş ettikleri bir durumu ya da bir meydan muharebesini anlatmıyoruz. Zora dayalı devrim, toplumsal hareket ve kitlelerin yeni bir toplumsal düzen kurmak için ayaklanması halidir. Böyle bir hareketin zafer kazanması da politik bir olgudur, politik ölçütleri vardır. Yani bir devrimin zafer gününde bile çoğu kez iktidardaki egemen sömürücü güç, isyancılara oranla çok daha fazla askeri araç-gereç ve olanağa sahiptir; ama o artık politik bakımdan oyunu kaybetmiştir. Kitleler ve toplumsal meşruiyet onu yanında değildir; en son ana dek bütün şiddetiyle dirense de eninde sonunda yenilir.
Yani sonuç olarak, devrimin “neden gerekli olduğu” sorusu, askeri bakımdan yanıtlanabilecek bir soru değildir; bir belirli anda karşı tarafın şu kadar şiddet kullanması bir devrimi gerekli kılar gibi kaba bir yanıt yetersizdir. Nihai olarak sorun, düzenin ve sistemin bütününü değiştirmek için iktidara yürümek isteyen emekçilerle bu sınıf iktidarından ve kendi sınıfsal varlığından vazgeçmesi mümkün olmayan egemen güç arasındaki çatışmanın koşullarıyla ilgilidir. Engels’in sözünü ettiği ebe, bu koşullar altında iş görür ve kitleler iktidara yürürlerken tek bir insanın burnu kanamamış olsa da o devrim zora dayanan bir devrimdir. Çünkü devrim eyleminin bizzat kendisi, örgütlenmiş kitlelerin mevcut iktidarı devirmesidir ve o, başlı başına bir zor olgusudur.
c) Devrim ve İnsan
Görüldüğü gibi yine dönüp dolaşıp vardığımız yer insan unsurudur.
İşin doğrusu her şey, Marks’ın şu harika tanımlamasında olduğu gibidir: “Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Alman İdeolojisi, Sf: 62)
Devrim, insanla yapılan ve insanda da devrim yapan bir şeydir. Yani biz, basit anlamda iktisadi-sosyal sistemleri “değiştirmiyoruz”; biz bunu insanlarla, somut olarak emekçilerle birlikte yapıyoruz ve bu pratiği onların da değiştiği, yeni insanlar haline geldikleri bir süreç olarak ele alıyoruz. Dünyanın değiştirilmesi eylemi, değiştirenlerin de değiştiği bir eylemdir ve Marks’ın dediği gibi bu, ancak “devrimci pratik” olarak anlaşılabilir. Bu yüzden devrim, halkların bayramıdır. Yani insanlar, sokağa, dağlara, vb. çıkarlar ve her adımda toprak alt üst oldukça yeni insanlar haline gelirler. “Büyük tarihi gelişmeler söz konusu olunca” diye yazıyor, Marks Engels’e, “yirmi yıl bir tek gün bile sayılmaz ama sonradan yirmi koca yılı içinde toplayan günler de gelebilir.”
Bu sıçramadır. Hayatın diyalektiği, sarmal bir gelişmeyi zorlar getirir. Toplum, insanlar, hareket içinde, hareketle birlikte değişir ve yeni insanlar olurlar. Devrim, toplumsal yapının bütün taşlarının yerinden oynaması ve insanların, kültürün, davranış kalıplarının değişimidir. Parçalanmış insanı başka türlü toparlayıp ondan yeni bir insan türü yaratamayız..
Bir devrime katılan insanlar topluluğu, genel olarak tümüyle aynı duygulara sahip, tümüyle aynı şeyleri düşünen homojen bir topluluk değildir; hatta milyonlarca insan için mevcut düzenden umudunu kesmiş olmak ve “daha iyi bir yaşam” istemek genel hareket bakımından çoğu kez belirleyici bir duygudur. Tam da bu karmaşa içinde devrimci öncü, bu isteği karşılayan en tutarlı program ve pratiğe sahip olan güç olarak değişik duygu ve düşünceleri sadece proletaryanın değil, ayni zamanda tüm insanlığın kurtuluşu anlamına gelen, insan bilincinin ve pratiğinin en ileri düzeyine; devrimci kurtuluş ve devrimci bütünlüklü insan hedefine yönlendirir, yeni bir bilinç, pratik ve insan düzeyi yaratır. Bu yeni bileşke, kitlelerdeki ham ve karışık düşüncelerin en alt düzeydeki “ortak paydası” ya da “asgari zemini” değildir; öncü, bu düşünceleri ve insanları daha üst düzeye taşır, o düzeyden bir bileşke yaratır. Yani, insan gibi ücret almak isteyen işçi, ekip biçtiği ile doymak isteyen üretici ya da doğru düzgün bir geleceğe sahip olmak isteyen öğrenci belli bir noktadan sonra yalnızca bunları isteyen insanlar olmaktan çıkarlar, daha üst düzeyden, daha kalıcı bir kolektif kurtuluş modeline bağlanmaya başlarlar. Devrim budur.
Örneğin, insanlığın bütün büyük devrimci dönemlerinin aynı zamanda dinin en zayıfladığı dönemler olması rastlantı değildir. Böyledir, çünkü bu dönemler insanların kendi kaderlerini bir ilahi güce devretmekten vazgeçtikleri ve kendi kendilerine hükmettikleri dönemlerdir. Başkalarıyla birlikte yürüyen ve kolektif güçle dağları yerinden oynatan insan kendisindeki muazzam gücün farkına varır.
Ve aynı zamanda emekçiler, sözünü ettiğimiz süreçte, bu gücü ifade etme, onu hayata uygulama yetisini de yeniden kazanırlar. Böylece aslında kitleler, kara tahtaları ve sınıf duvarları olmayan muazzam büyüklükteki bir okulda kuralları ve müfredatı toplumsal hareket tarafından belirlenen bir eğitimden geçerler; en başta da bu demokrasi eğitimidir. Sıradan emekçiler, bugünkü toplumsal düzenin fikri bile sorulmayan cahil köleleri, kendi kişisel tarihlerinde ilk kez başka kardeşleriyle birlikte kendi sözlerini söylerler, kararlar alırlar ve bu kararların sorumluluklarını üstlenirler. Başka hiçbir biçimde olmasa bile en ücra köşedeki yerel komiteden en merkezi meclislere ve konseylere kadar her düzeyde katıldıkları söz söyleme, karar alma mekanizmaları başlı başına bir okul olarak işlev görür.
İşte bu, tam da Marksist-Leninist devrim teorisinin devrimden kastettiği şeydir. Ve işte bu yüzdendir ki, Marksist-Leninistler, “sıkı planlanmış bir komplo” yerine daha “zahmetli”, daha “zor” bir yol olan devrimci kitle hareketi yolundan yürürler; çünkü, evet şimdi yine söylediklerimizin en başına dönüyoruz, kurulmak istenen şey, komünizmdir. Komünizme, kitlelerin bizzat kendilerini de değiştirerek yürüdükleri bir yoldan ulaşabilirsiniz. Bütün diğer yollar, elbette bir yerlere çıkarlar, ama komünizme değil!

3- Marksist-Leninist Devrim Teorisinin Temel Tezleri
a) Bütün bu tartışmaları böylece özetledikten sonra kurmaya çalıştığımız kavramsal çerçeveye devam edebiliriz.
Ve en temel Marksist-Leninist tezleri özetlemeye başlarken ilk söylenecek olan şey, hiç kuşkusuz devrimin güncelliği meselesi olur.
V.I. Lenin, bu konudaki tartışmayı kesin bir biçimde tarihe gömmüştür.
Onun Emperyalizm isimli eseri, bu bakımdan bir ekonomi kitabı değil, başlı başına bir politik tezdir. Söylediği şeyin özeti, tekelci kapitalizmin artık tarihsel olarak üretici güçlerin önünü tıkadığı ve böylece sistemin sürekli ve genel bir bunalım içine girdiğidir. Kapitalizmin üretici güçlerin ve iktisadi evrimin önünü açtığı bir dönem, kesin biçimde sona ermiş ve o, tarihsel olarak çöküş sürecine girmiştir. Artık onun siyasal zoru, iktisadi evrimin önünde aşılıp geçilmesi gereken bir engeldir.
Bunalım süreklidir; çünkü, sorun artık sistemin zaman zaman ortaya çıkan devrevi krizleri noktasını aşmış, sürecin bütününü bir kriz haline getirmiştir. Zaman zaman görülen iyileşmeler geçicidir; kalıcı olan bunalımın kendisidir. Ona “can çekişen kapitalizm” adının verilmesine neden olan durum budur.
Bunalım geneldir; çünkü, dünyayı paylaşan ve kendisini bir dünya sistemi haline dönüştüren tekelci kapitalizm, bütün ülkelerin ekonomilerini tek bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlamıştır. Böylece daha geri noktada olan ülkelerin bağımsız dinamiklerini de artık kalıcı biçimde sakatlayan tekelci kapitalizm, bu tablo içinde kendi bunalımını bütün dünyaya taşımış, genelleştirmiştir.
Bütün bu nedenlerden ötürü Leninizm, tekelci kapitalizm, yani emperyalizm çağının proleter devrimleri çağı olduğunu söyler ve şu ya da bu ülkede bir devrimin mümkün olup olmadığı tartışmasını sona erdirir. Bunun yerine koyduğu tartışma, az sonra göreceğimiz gibi “nerede” ve “nasıl” sorularıyla ilgilidir ve Lenin bu tartışmanın yeni teorik ölçütlerini ortaya koymuştur.
Yani, bir proletarya devriminin şartları bütün ülkelerde objektif olarak mevcuttur. A ülkesinde B zamanında bir devrimin “neden olmadığı” sorusunu sorabilirsiniz; ama genel olarak o ülkede mevcut kapitalist düzenin yıkılıp yeni bir düzenin kurulmasının mümkün olup olmadığı tartışması, artık 1848’lerde kalmış bir tartışmadır.
Ama bu arada şu çok önemlidir ve üzerinden atlamamalıyız: Leninizmin ortaya koyduğu tez, bir ülkede emekçi sınıfların ayaklanıp yönetimi bir süreliğine ele geçirmesine ilişkin değildir. Bu, her zaman, her koşulda mümkündür. Lenin’in kastettiği şey ise bir proleter devrimin yaşayabilirliğidir. Yani devrimin objektif şartlarının bütün ülkeler itibarıyla mevcudiyeti, onun “yapılmasının” mümkünlüğü değil, onun sürekliliği, yani komünizme dek giden yolda yürümesinin mümkün olmasıdır. İşte tam da burada Leninizmin tarihe gömdüğü bir başka tartışma, politik devrim-sosyal devrim ayrımı üzerine olan tartışmadır. Yani artık Leninizmin tanımında devrim, yalnızca iktidarın ele geçirildiği bir durum değil, aynı zamanda bu iktidar aracılığıyla sosyal dönüşümlerin yapılabildiği bir eylemdir. Bu bakımdan emperyalist çağda devrim kavramı, politik-sosyal devrim anlamında, yani yıkıp-yapan bir içerikle kullanılmaktadır. Ve herhangi bir ülkedeki özgün aşamalar nasıl olursa olsun, bu devrimlerin bütünü proletarya devrimleridir; nihai hedef komünizmdir.

b) Devrimin güncelliği üzerine bu tespit, doğası gereği, determinizm-volantirizm üzerine olan tartışmayı da kesin biçimde sona erdirir.
Devrimin mümkün olup olmadığı tartışması sona erdiğinde ulaşılan sorular, devrimin “nerede” ve “nasıl” olacağı, “kimler tarafından” gerçekleştirileceği sorularıdır. Ve bu sorular, boşluğa atılmış sahipsiz sorular değildir.
Yani burada söz konusu olan şey, “devrimin kaçınılmazlığı” teorisi değil, “devrimin mümkünlüğü” teorisidir. Yani devrim, üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki çelişkinin kendiliğinden yarattığı bir durum değildir. Devrimin zorunluluğundan tabii ki söz edebiliriz; örneğin devrime yol açan, onun objektif koşullarını oluşturan ortamın bir iradeyi ortaya çıkaracağını ya da çıkması için gerekli zemini yaratacağını söyleyebiliriz. 1900’lerin Rusya’sı Lenin ve Bolşevikleri yaratmıştır, 1960’ların Türkiye’si de partimizin oluşmasının koşullarını olgunlaştırmıştır. Ama sonuç olarak bu, devrimin mukadder oluşu değildir; Gerçek bir devrim, örgütlü iradenin ortaya çıktığı, volantirist bir eylemdir. İrade, ortaya atılır ve süreci tırmandırır. Yoksa iktisadi koşulların kötülüğü, sosyal çelişkiler, yoksulluk, vs. kendi başına bir devrim yaratmazlar; devrimci iradenin ortaya çıkmadığı ya da etkisiz olduğu şartlarda bütün bu olgular çürüme ve yozlaşmadan başka bir sonuç vermezler, hatta 1930’ların Almanya’sında olduğu gibi tam tersine bir sonuca bile yol açabilirler.
Sonuç olarak Mahir Yoldaş’ın çok berrak bir anlatımla özetlediği gibi, “Marksist devrim teorisi, hem determinist hem de volantiristtir. (İradecidir) Bu ikili yön, diyalektik bir bütün oluşturmaktadır. Devrimin olabilmesi için maddi bir zeminin varlığı şarttır. Üretici güçler, devrim için gerekli olan, “belli olan” seviyede olursa devrim olabilir. Bu anlamda devrim teorisi, deterministtir. Fakat sadece devrimin zaferi için üretici güçlerin belli bir seviyede olması, objektif şartların olgun olması yetmez. Devrimin zaferi için ihtilalci inisiyatif de geçerlidir. Bu anlamda da Marksist devrim teorisi, volantiristtir.”
“Proletaryanın yönetimi ele geçirebilmesi için, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin arasındaki çelişkinin antagonizma kazanması, son hattına ulaşması gerekmektedir. Proletarya, daha doğrusu onun öncü müfrezesi, bu zıtlığı çözümlemek için devrimci sınıfları kendi saflarına çekerek, ileriye fırlar, karşı tarafın baskı ve cebrini devrimci şiddet ile bertaraf edip, eski devlet mekanizmasını parçalayarak, kendi politik hegemonyasını kurarak, kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli kılar.”

c) Ve nihayet Leninizm, burjuva demokratik devrimler ile proletarya devrimleri arasındaki ilişkiyi yerli yerine oturtmuş, daha sonraları birçok kez tartışılsa da bu meseledeki ana ilkeleri ortaya koymuştur.
Çok kısaca özetlenirse, aslında Marksizmin ortaya çıktığı andan itibaren karşılaştığı en önemli sorunlardan biri, burjuva demokratik devrimin şu ya da bu nedenle tamamlanmamış olduğu ülkelerde proletaryanın nasıl bir yol izleyeceği sorunudur. Kapitalizmin beşiği denebilecek gelişkin kapitalist ülkelerde ortaya çıkan (ki böyle olması onun doğasına uygundur) Marksizm, bu gelişkinliğe sahip olmayan ülkelerle ilgili olarak kendi içinde bir dizi tartışma yaşamıştır. Proletarya, esasen kendisine ait olmayan bir görevler dizisini de omuzlarına yüklenmeli midir; yoksa saf bir proleter devrimi için durumun olgunlaşmasını mı beklemelidir?
Leninizmin yaptığı şey ise bir anlamda bu tartışmayı ilkesel bir sonuca ulaştırmaktır. Lenin, son derece açık bir şekilde proletaryanın “durup beklemesinin” söz konusu olamayacağını, yanına demokratik devrimden çıkarı olan diğer güçleri de alarak öne fırlamasının mümkün olduğunu ve böylece buradan kesintisiz biçimde sosyalizme geçilebileceğini ortaya koymuştur.
Bu bakımdan onun “İki Taktik” isimli eserinin adındaki “taktik” sözcüğü, adeta kitabın içeriğiyle çelişmektedir; çünkü orada söz konusu olan şey, tamamen devrimin en temel sorunuyla, iradeyle ilgilidir. Kitabın bütün özü, “beklemek” ve “harekete geçmek”, “kendiliğindencilik” ve “devrimci irade” ayrımı üzerine kuruludur. Ve aslında daha derindeki ayrım çizgisi, devrim ve reform arasındaki çizgidir. Proletarya kendi saflığını bozmasın ve “kendi işine” bakarak burjuva devrimin sürecini seyretsin diyen ve böylece pek solcu görünen Menşevizme karşı Lenin’in söylediği şey, “hayır, proletarya yoksul köylüleri yanına çekerek ileri atılmalı ve iktidarı ele almalı, oradan da sosyalizme doğru yürümelidir” şeklindedir.
Leninist devrim teorisini açıklarken Mahir Yoldaş, “belli bir tarihi aşamanın sınıfsal karakteri ile, bu aşamadaki sınıfların rolü arasındaki farklılık, bu teorinin temelidir” diyor ve son derece doğru bir şey söylüyor. Olan şey tam da budur. Sosyalizme yürümek isteyen proletarya, önündeki bir engelin kendiliğinden ortadan kalkmasını beklemiyor, bu işi kendi perspektifi ile yükleniyor ve bu perspektifi de komünizme dek uzanan kesiksiz, kızıl bir çizgi olarak ele alıyor.
Macar sosyalistlerinden György Lukacs, 1903 RSDİP kongresindeki ünlü parti üyeliği tartışmasını özetledikten sonra, “bu tartışma” diyor, “ancak devrim olasılığına, devrimin muhtemel akışına, karakterine, vb. ilişkin iki temel tavır arasındaki fikir ayrılığından hareket ederek anlaşılabilir.” Son derece yerinde bir belirlemedir. Çünkü bir bütün olarak Menşevizmle Lenin arasındaki çelişkinin özü, iktisadi tartışmalarla, üretim ilişkileri, vb sorunlarıyla değil, doğrudan doğruya yukarıda özetlediğimiz volantirizm sorunuyla ilgilidir. Yani, ya “bekleme”yi ve onun örgüt biçimini seçiyorsunuz, ya da devrime kalkışmayı ve onun örgüt biçimi olan Bolşevik partiyi kuruyorsunuz. Bütün mesele budur.
Daha sonraları dünya devrimci hareketinin çeşitli parçalarında sorun birçok kez yeniden tartışılmış, proletaryanın görevleri üzerine yazılmış çizilmiştir. Ancak Leninist devrim teorisi, son derece açık bir yaklaşıma sahiptir; o, sosyalizm ve komünizm hedefini önüne bir kutup yıldızı gibi koyar ve proletaryanın devrimci iradesini bu yolda kesintisiz bir devrimle görevlendirir. Bu yol, şu ya da bu özgün durumda hangi dönemeçlerden geçerse geçsin, proletaryanın volantirist inisiyatifinin sürecin bir adım gerisinde kalmasını aklına bile getirmez.

4- Devrim… Nerede ve Ne Zaman?

a) Genel Bunalımdan Zayıf Halkaya
Şimdi artık daha sadeleşmiş bir zihinle, devrimin güncelliği tespitinin önümüze koyduğu temel sorulara geçebiliriz.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “bir devrimin mümkün olup olmadığı” sorusunun Lenin’le birlikte tarihe karışması, ortaya herhangi bir devrimin “nerede” ve “ne zaman” gerçekleşeceği konusunda yeni bir tartışmayı çıkarmıştır.
Lenin’in bu noktada yaptığı şey, tek kelimeyle teorik cüretkârlıktır!
Mahir Yoldaş’ı literatürde bulunmayan kavramlar icat etmekle suçlayanların nedense görmediği olgu, Lenin’in “milli kriz-devrimci durum” teorisinin tümüyle yeni bir “icat” olduğudur.
Gerçekten de Lenin, sözünü ettiğimiz iki soruyu yanıtlamak için, tekelci kapitalizmin yapısal özelliklerini irdelemiş ve buradan bir teorik kurguya ulaşmıştır.
Bu kurgunun en önemli ayağı, kapitalizmin, yalnızca ulusal ölçekte değil, uluslar arası ölçekte de anarşik ve eşitsiz bir gelişme gösterdiği belirlemesidir. Bu, aynı zamanda kapitalizmin genel ve sürekli krizinin de sistemin bütün parçalarında, her ülkede eşit derinlikte olmadığı, olamayacağı anlamına gelir.
Yani genel olarak bütün kapitalist yapı, uluslar arası boyutta da, tek tek ülkeler bazında da kırılgandır, her an çöküşlerle karşılaşabilir. Bu, zaten kendi içinde evrelere ayrılan ama temel niteliği sürekli ve genel bunalım olan durumdur. Üretim ilişkileri ile üretici güçlerin tarihsel karşı karşıya gelişi bu bunalımın temelidir. Genel ve sürekli olması da, krizin geçmişte olduğu gibi salt üretim fazlası sorunundan çıkan devrevi hareketten farklı olarak artık yapısal oluşudur.
Ama bu kadarını söylemek yetmez. Yani bu, hangi ülkenin devrimci gelişmeye uygunluk bakımından ne durumda olduğunu bize vermez. Burada başka çözümlemelere ihtiyacımız vardır. Kapitalizm, her ülkede aynı dinamiklere, tempolara sahip değildir. Onarıcı ve esnetici mekanizmaları da her ülkede aynı güçte değildir. Kırılganlık düzeyleri farklı farklıdır ve bunlar sadece ekonomik de değil, siyasal, sosyal, kültürel etkenler tarafından da biçimlendirilir. Sonuçta, kapitalist dünyadaki ülkeler arasında eşitsiz bir durum vardır ve dünyanın bazı ülkeleri birçok faktörün etkisiyle krizlere daha yakındır. Hatta belli ülke grupları ve kategoriler de buna yatkındır.
Bu yüzden biz, “zayıf halka” diye bilinen durumdan söz ederiz. Yani kapitalist sistemin bazı halkaları, bazı ülkeler, çeşitli faktörlerden ötürü daha zayıftır, bir devrimle kırılmaya daha uygundur. Hatta iktisadi-siyasal-kültürel benzerliklerden ötürü bazı ülke grupları, bazı coğrafi bölgeler, vb.. de böyle bir durumda olabilmektedirler. Marksist-Leninist terminolojide sık sık kullanılan “devrim havzası” gibi özel terimler böyle bölgeleri tanımlamak için üretilmişlerdir.

b) Milli Kriz Kavramı
“Milli kriz” ya da “devrimci durum” kavramı işte bu durumun bir sistematik içinde ifadesidir. Doğrudan Lenin’den aktarmakta yarar var: “Marksistler için devrime elverişli bir durum olmaksızın bir devrim imkânsızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirleyiciyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız: 1. Hakim sınıflar için bir değişiklik yapmaksızın hakimiyetlerini sürdürmek imkânsız hale geldiği zaman; ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya da bu şekilde bir buhran olduğu zaman; hakim sınıfın politikasındaki bu buhran, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların da’ eski biçimde ‘yaşayamaz hale gelmeleri’ gerekir. 2. Ezilen sınıfların sıkıntıları ve ihtiyaçları dayanılmaz hale geldiği zaman, 3. yukarıdaki sebeplerin sonucu olarak barışta soyulmalarına hiç seslerini çıkartmadan katlanan ama, ortalığın karıştığı zamanlarda hem buhranın yarattığı şartlarla ve hem de bizzat ‘üstteki sınıfların’ bağımsız tarihi bir eyleme sürüklenmeleriyle kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış olduğu zaman. Sadece tek tek grupların ve partilerin değil, münferit sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu objektif değişmeler olmaksızın, genel kural olarak, bir devrim imkânsızdır. Bu objektif değişikliklerin hepsine birden, devrim durumu denilmektedir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, sf. 118-119, Akt. Kesintisiz Devrim II-III)
Lenin’in burada sözünü ettiği şey, çok kabaca özetlenirse, genel bir ekonomik-siyasal-toplumsal çöküntü halidir. Tanım kısa ve dar gibi görünüyor ama aslında derin ve hacimli bir anlatım sunuyor. Ve dikkat edilirse Lenin, ısrarlı bir biçimde ezilen kitlelerin krizde olmasını yeterli bulmuyor, bunun yanında ezenlerin de bir krizde olmasını koşul olarak ortaya koyuyor. Ezenlerin krizi nasıl olur? Bu, bir ölçüde sistemin iktisadi-politik-sosyal onarım mekanizmalarının, işleyişlerinin çöküşü olarak anlaşılabilir. Yani kapitalizmin her zaman bir krizden çıkmayı sağlayan ya da en azından “ağrı kesici” olarak iş gören potansiyelleri, olanakları, araçları vardır. Kapitalizmin tekelci çağla birlikte “tarihsel olarak” kendi sınırına gelip dayanmasını “fiziki olarak tamamen tükenmesi” biçiminde yorumlamak bu açıdan doğru değildir. Böyle olsaydı işimiz çok kolay olurdu; ama stratejik planda tarihsel olarak çürüyen kapitalizm, güncel planda dinamiktir ve çoğu kez kendisini yeniden onaracak mekanizmaları -geçici de olsa- üretir. Tanımda kastedilen şey ise işte bütün bu mekanizmaların büyük ölçüde işlevsiz hale geldiği derin bir çöküntü halidir. En azından içinden kolayca çıkılamayan bir durum söz konusudur.
Tabii ki burada “insansız” bir durumdan, rakam yığınlarından söz etmiyoruz. Meslekten iktisatçılar duruma böyle bakabilir. Onların “şu yükselirse şu alçalır, kriz şöyle artar, şöyle hafifler, vs…” gibi yorumlarını biliriz; ama hem dikkate aldıkları yalnızca ekonomi alanıdır, hem de bu yorumların içinde “insan” unsuru, yani emekçi kitlelerin hareketi yoktur. Oysa devreye emekçi hareketi de girdiğinde kriz, halkın tepkilerinin, kitle hareketinin-ayaklanmalarının ve grevlerinin, vb. sürece katıldığı bir durumdur, ki buna çoğu zaman iradi devrimci müdahale de dahil olur ve işler iyice karışır, kriz derinleşir.
Ayrıca, “eskisi gibi yönetilmek istememe” ve “eskisi gibi yönetememe” ya da “eskisi gibi yaşamak istememe” gibi kavramları anlamak için de çok yönlü bir analiz gereklidir. Burada “ezilenlerin hoşnutsuzluğu” kuşkusuz onların her günkü tepkilerden daha derin ve daha “çığırından çıkmış” bir durumdur, Türkçe’deki “bıçağın kemiğe dayanması” deyimi bu olguyu iyi ifade eder. Üst sınıfların yaşadığı kriz ise onların yüzlerce yılda birikmiş siyaset ve yönetim yeteneklerinin artık durumu idare etmeye yetmemesi anlamını taşır. Bu, doğal olarak sokak demektir. Yani belki temsili organlar ve bürokrasi şöyle ya da böyle işlese de, genel bir yönetsel tablo artık çalışmıyor, eski yöntemlerle halk yönetilemiyor demektir. Lenin’in sözünü ettiği “gedik” budur; egemen güçlerin yönetim sisteminin aşırı yıpranmışlığı kitleler arasında bu sisteme karşı açık bir güvensizlik yaratmakta ve insanlar sokakta “yeni bir yol” aramaktadırlar. Onlar da şu ya da bu hükümetle değil, sistemin kendisiyle bir çelişme içindedirler. Yani bir süreliğine bu duygu bir hükümeti, bir partiyi, vb. hedef alsa da kitlelerde artık daha derin bir hoşnutsuzluk ve “kim gelirse gelsin” durumun düzelmeyeceği fikri yaygınlaşmaktadır. Yönetememe budur; her şey dökülmektedir, Türkçe’deki “zıvanadan çıkma”, “çivisi çıkma” gibi deyimler de buraya tam uygundur.
Bu, doğal olarak varlığı ancak politik çözümleme ile kavranabilecek politik bir durumdur. Dolayısıyla, bu çözümlemeyi nasıl yaptığınız da önemlidir; yani sizin devrim perspektifinize bağlı olarak bir “görecelilik” vardır. Evet, olgu Lenin’in tanımı itibarıyla son derece objektif bir durum olarak görülebilir belki ama toplumsal olaylar kimya ya da fizikte olduğu gibi ölçülemezler. Daha doğrusu ölçülebilirler aslında ama sizin kullandığınız ölçü önemlidir. Örneğin siz en baştan reformizmde karar kılmışsanız, işlerin böyle bir doygunluk noktasına geldiğini asla görmez ve görseniz de kabul etmezsiniz. Ya da tersine bir başkası en küçük bir karışıklık halini “zamanın gelmesi” olarak yorumlayabilir, vb… Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri herhalde Lenin’in Ekim Devrimi öncesinde yaşadıklarıdır. O, durumun tümüyle olgunlaştığı görüşündeyken neredeyse Bolşevik partinin tamamı tersini düşünmektedir.

c) Devrimci Durumdan Devrim Aşamasına
Ama sonuçta -bu tartışmaya az sonra yeniden döneceğiz- genel olarak bu tanımlanmış olgunun literatürdeki adı, milli kriz ya da devrimci durumdur; teorik olarak böyle bir durum, devrimin başlayabilmesi ve zafer kazanabilmesi için zemin olarak kabul edilir.
Buradan varılan bir başka kavram ise “devrim aşaması” kavramıdır ki, o da devrimci durumun devrimci irade ile buluştuğu aşama olarak tanımlanır. Bu da kuşkusuz teorik bir tanımdır; bir devrim için bu iki öğe bir araya gelmeli ve aynı süreçte var olmalıdır. Teorik olarak bunlardan birincisi, devrimci durum, bizden bağımsız bir sosyo-ekonomik-politik kültürel ve toplumsal olgudur; diğeri ise bize bağlıdır, bizim hazır olmamıza, yeterli kadromuzun, yeteneğimizin, örgütlenme araçlarımızın, askeri güçlerimizin, vs… olup olmamasına bağlıdır.
Ancak bütün bu tanımlarda son derece kritik iki nokta vardır.
Bunlardan birincisi, yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu olguların tespitinin bir politik çözümleme sorunu olması, dolayısıyla çözümlemeyi yapan kişi ya da partinin ideolojik-politik hattına bağlı olmasıdır. Hepimiz kendi kişisel hayatlarımızda şu ya da bu konuda kararlar alıp uygularız; ama milyonlarca insandan oluşan bir toplumun durumunu anlamak, aynı anda yerel ve uluslar arası koşulları değerlendirmek, olayların kısa ve uzun vadeli gidişatı üzerine öngörülerde bulunmak ve yine devrimci örgütün yeterlilik durumlarını doğru değerlendirmek hiç de kolay değildir. Bu, kitlelerin ve hayatın “nabzını tutmak” denilen şeydir, bütünlüklü bir bakışı ve bir partinin kolektif aklının bir araya getirilmesini gerektirir. Bu yüzden devrimci partiler en tartışmalı toplantı ya da kongrelerini tam da bu karışıklık tablosu sürerken yaparlar; çünkü hem bu kolektif akla ihtiyaç duyarlar; hem de kendi yapılarının politik-psikolojik durumunu da kavramak isterler. Ama yine Ekim Devrimi öncesinde görüldüğü gibi bu da yetmeyebilir; bir partinin yönetiminin Lenin dışındaki tüm üyeleri somut durumu doğru değerlendiremeyebilirler.
Öte yandan yalnızca milli kriz koşullarını değil, devrimci örgütün durumunu değerlendirmek de kritik bir konudur. Sonuç itibarıyla bir devrimci örgüt, kendi hazırlık durumunu, askeri olanaklarını, üyelerinin ve ilişkilerinin sayısını, gücünü rakamsal olarak bilme olanağına elbette sahiptir. Ama bu yine de bir politik yorumlamanın konusudur. Yani örneğin, bu “yeterlilik” konusunda öyle bir “mükemmellik” ararsınız ki, varacağınız yer pasifizmin batağı olur. Hiçbir zaman “hazır” ve “yeterli” olmazsınız! Oysa bir başka açıdan baktığınızda, örgütün durumunun asgari olarak yeterli olduğunu ve eksiklerini de hızla, pratik içinde kapatabileceğini düşünürsünüz. Örneğin Lenin’in 1905 günlerinde partiye gönderdiği bazı notlar, tam anlamıyla askeri talimatlar gibidir, “silah bulun, bomba hazırlayın, karakolları soyun” gibi sözleri bu notlarda sık sık okuruz; çünkü Lenin eksik bir hazırlığın tamamlanması gerektiğini düşünmektedir; ama buna karşın “madem ki hazır değiliz, bu trenin geçmesini kenardan izleyelim” tutumunda da değildir.
İkinci kritik nokta ise, bütün bu kavram ve tanımların mekanik yorumlanması tehlikesidir.
Örneğin böyle bir yorum, milli kriz-devrimci durum halini bir trenin istasyondan gelip geçmesi gibi algılayabilir ve zaten yaygın anlayış da böyledir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi, tanım, devrimci durum ile devrimci iradenin aynı süreçte buluşmasını devrim aşaması olarak tanımlamaktadır. Böyle bir tanımın da en kaba yorumu, biri tümüyle bizim dışımızda diğeri tümüyle bize bağlı olan iki ayrı olgu öngörür.
Oysa gerçek hayatta, olgular hiç de böyle birbirinden tümüyle bağımsız değildirler. Ayrıca bu diyalektik ilişkiye bağlı olarak aynı devrimci durum gibi olgular aniden başlayıp biten süreçler de değildir.
Öncelikle, devrimci durum, hiçbir zaman devrimci iradeden bağımsız bir ortamda oluşmaz. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman böyle “insansız”, uzay boşluğundaki steril bir ortamda kriz oluşmaz. Kriz, genellikle devrimci iradenin de sahnede olduğu, onun kitlelerdeki ruh halini ve davranış biçimlerini etkilediği koşullarda ortaya çıkar. Yani devrimci irade ve inisiyatif genellikle krizin bir bileşenidir. Bunun böyle olmadığı haller çok nadirdir; çünkü sınıf mücadelesinin doğası böyledir. Çarlığın genel bir çöküntüye uğramasında Rus devrimci hareketinin payı vardır. Evet, Şubat ve Ekim Devrimleri için “sahne arkasındaki gerçek aktör savaştı” diyen Lenin haklıdır; ama bu savaşın sonlarına doğru devrimci hareketin gösterdiği performans da durumun genel bir krize dönüşmesinde önemlidir. Yani bir devrimci irade, evet, verili koşullar üzerinde iş görür; ama sistemin kendi iç dinamik ve çelişkileri de bu iradeden etkilenerek oluşur. Ya da klasik tanıma uyarak söyleyelim, ezilenler ve ezenler eskisi gibi durumlarını sürdüremiyorlarsa, bunda devrimci iradenin etkinliğinin, onlarla birlikte ve onların dışında yaptığı eylemlerin, aldığı tutumların vb. rolü vardır. Kitlelerin kafasındaki “eskisi gibi yönetilmek istememe” duygusu elbette devrimci iradeden bağımsız da oluşabilir ama çoğu durumda bu duygunun mimarlarından biri devrimci harekettir.
Ayrıca devrimci irade dediğimiz şey ve onun güçlenip inisiyatif sahibi olması da tümüyle keyfi olarak ortaya çıkmamakta, verili koşullarda gerçekleşmektedir. 1917 Şubat’ından Ekim’e dek geçen sürede Bolşeviklerin oldukça zayıf bir noktadan işe başlayarak güçlenişinin diyalektiği de budur. Bu, kuşkusuz Bolşevik partinin doğru tutumlarının ve atılganlığının eseridir; ama öte yandan bu atılganlığın zemini de Şubat-Ekim arasında objektif olarak mevcuttur.
Dolayısıyla, sonuç olarak denilebilir ki, biri tamamen determinist, diğeri tamamen volantirist iki apayrı çizgi buluşunca devrim olmuyor! Yalnızca Türkiye gibi milli krizin süreklik arz ettiği ülkelerde değil, aslında Rusya gibi en klasik örneklerde bile böyle bir mekanik ayrım söz konusu değildir.
Bunun tespiti ve diyalektik-dışı böylesi bir yaklaşımın fark edilmesi son derece önemlidir. Çünkü, klasik “kriz bekleyici” sağ-pasifist tutum, kaynağını buradan almaktadır. Eğer siz, (Türkiye’deki milli krizin özgün durumunu kavramama hatasını bir an için dışta tutarak söylüyoruz) böyle bir mekanik noktadan hareket ediyorsanız, yazımızın en başında da belirttiğimiz gibi, oturur bir sosyo-ekonomik tahlil yapar ve ortaya bir devrim aşaması ve devrim programı tespiti koyarsınız, işin kalan bölümünü de “Allah’a havale” edersiniz. Bir devrim stratejisine, hangi mücadele biçimlerinin nerede, nasıl, hangi ağırlıklarla kullanılacağının belirlenmesine ihtiyacınız yoktur; bütün planınız, örgütlenmek, hazırlanmak ve bir kriz geldiğinde o dalganın sırtına binmektir! Bu arada kuşkusuz “hiçbir mücadele biçimini reddetmemek ve mutlaklaştırmamak” en klişe söz olarak baş köşede yerini almaktadır. Çünkü siz, “milli kriz” ile kendi varlığınızı mekanik biçimde birbirinden ayırmış, kapitalizme “kriz yaratma”, kendinize de “devrime hazırlanma” görevi vermişsinizdir.
Nasıl? Bütün yöntemleri kullanarak! Ama işte bu, tam da Bolivya’lı devrimci İnti Peredo’nun dediği gibi halka “bütün yöntemler”den söz etmektir. “Bir parti ya da grup kendisini iktidarı ele geçirmeye odakladığında” diyor Peredo, “o parti ya da grup belirli ve açık bir yöntem seçmek zorundadır, böyle yapmamak iktidarı ele geçirmeyi ciddiye almamakla eşdeğerdir.” (SB. 48. sayı)
Mekanik bir kriz yorumunun varacağı nokta budur.

d) Klasik Evrim ve Devrim Aşamaları Tanımlamaları
Buraya kadar genel olarak devrimci durum ve buna devrimci örgüt ve iktidarın alınması için doğrudan ve devrimci şiddet temelinde devrimci girişimin işin içine girmesiyle birlikte oluşan siyasal-toplumsal durumu ifade eden devrim aşaması kavramlarını ele aldık.
Tam da bu noktada, sürecin bu aşamaya gelinceye değin geçtiği dönemleri tanımlama sorunu ortaya çıkar. Marksist literatürde, devrim aşamasından önceki süreçler esas olarak evrim aşaması olarak tanımlanmıştır.
Ancak bu tartışmada da aslında yine karşı karşıya gelen iki görüş, mekanik ve diyalektik görüşlerdir.
Diyalektik bir çözümlemenin varacağı sonuç, bellidir. Devrim ve evrim aşamaları, bir anda biten ve başlayan, bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılan dönemlerden söz edilememektedir. Yani sadece özgün koşullarda değil, genel olarak en klasik devrim olan Ekim’de de böyle bir mekanik durum yoktur. Yani tarihte önce “yaprak kımıldamayan” bir süreç, sonra da birden patlayan silahlar gelmez. Hiçbir yerde böyle bir olgu yoktur.
Ayrıca, öncelikli olarak bir noktayı iyice vurgulamak gerekiyor. Esasında, günlük dilde zaman zaman kullanılsa da “evrimci çalışma” diye bir şey de yoktur. Devrimci partinin çalışması her zaman devrimci çalışmadır ve bu bir demagoji değildir. Devrimci perspektif, bir devrim hareketi yaratma ve iktidarı hedefleme kavrayışı devrimci partinin temel özellikleridir, onun faaliyetinin her döneminde belirleyicidir. Bunu vurgulamak önemlidir; çünkü klasik tanımların mekanik yorumlanmasından hareketle, evrim zamanında legal ve gevşek; devrim günlerinde ise illegal ve sıkı çalışma yapılacağı fikri yaygın bir yaklaşımdır.
Oysa tersine, denebilir ki, devrim günleri, ayaklanma zamanları, bir devrimci hareketin en çok legale çıktığı, en çok açıkta olduğu zamanlardır. En çok bu zamanlarda devrimci yapı kendini ortaya koyar, açıkça lanse eder, hatta ikinci bir iktidar inşa ederek kitleleri oraya doğru çağırır. Buna karşın genel olarak evrim aşaması denilen süreç, doğrudan ayaklanma söz konusu olmadığı halde çoğu kez sıkı illegalite koşullarında yaşanan zorlu bir dönemdir. Yani burada söz konusu olan ayrım, doğrudan iktidarı elde etme hamlesi içinde olup olmamayla ilgilidir. Yoksa devrimci ajitasyon, her zaman ajitasyon devrimi vurgular, propaganda ve her tek insanın örgütlenişi, devrimi hedefler.
Peki ne arada fark vardır?
Klasik tanımda ve klasik durumda, bu süreçler birbirinden silahlı ayaklanma ve öncesi diye ayrılabilir. Birinde, doğrudan silahlı ayaklanma çağrısı yoktur, şiddete dayalı araçlar ikincil plandadır. Bunun yerine örgütlenme, grevler, gösteriler, vb. gündemdedir. Bu, onların -en azından her zaman- barışçıl oldukları anlamına gelmez. Rus örneğinde taşra kentlerinde bile barışçıl, sakin geçen tek bir 1 Mayıs yoktur. Bildiriler gizlidir, toplantılar gizlidir, çoğu kez çatışmalar vardır; ayrıca aynı süreçte partinin askeri örgütleri de çalışmakta, büyümektedir.
Ancak parti, kitlelere ayaklanma çağrısı yapmamaktadır. Ayaklanma bir “oyun” değildir çünkü. Burada söz konusu olan, kitlelerin, örgütün ve olanakların, araçların böyle bir ayaklanmaya hazırlanması halidir.
Devrimci sosyalizmin bu tutumu keyfi bir tercihten kaynaklanmaz. Bu tümüyle emperyalist-kapitalist ülkelerdeki milli krizin gelişme seyri ile ilgilidir. Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle geliştiği, ekonomik ve toplumsal dengelerin ve geleneklerin oturduğu, emperyalist aşamaya ulaşmış ülkelerde, milli kriz belli bir derinleşme aşamasından sonra yavaş yavaş zayıflar, çünkü bu ülkelerde, kapitalizmin kendini onarma mekanizmaları tarihsel süreç içinde oturmuştur. Belli bir anda oluşan milli kriz, devrimci bir partinin önderliğinde devrimle sonuçlandırılmazsa, kriz sistemi ciddi biçimde hırpalayıp, tahribatlar yaratsa ve çürümeyi derinleştirse de, sistem yavaş yavaş kendi onarma mekanizmalarını devreye sokarak krizi önce hafifletir, daha sonra da kendini toparlar. Hiç kuşkusuz bu toparlama geçicidir. Emperyalist-kapitalist sistem ve ülkelerde milli krizin bir toparlanmaya doğru evrildiği aşamada dahi yeni kriz öğeleri gelişmeye başlar. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası ve tüm ekonomik ve toplumsal ilişkiler kriz öğelerini sürekli biçimde yeniden yeniden üretir. Kriz, toparlanma, yükseliş ve tekrar kriz sarmalı, devrimle sonuçlanmadığı sürece, sürekli biçimde her seferinde sistemin dinamiklerini daha da çürüterek kendini tekrar eder.
İşte, emperyalist-kapitalist bir ülkedeki devrimci sosyalist bir parti, milli krizin belirgin biçimde ortaya çıktı ve derinleştiği aşamada ajitasyon, propaganda, örgüt ve mücadele biçimlerini derhal işçi ve emekçi kitlelerin doğrudan iktidara el koymasını sağlayacak biçimde değiştirir.
Devrimci sosyalist partinin bu momenti kaçırdığı ya da devrim girişiminin başarısızlığa uğradığı ve ülkedeki sistemin kendisini toparlamaya başladığı noktada, devrimci çalışma ve örgütsel yapılanma da kendisini bu nesnel duruma uyarlar. Sistemin kendisini toparlaması, esas olarak ekonomik krizin etkisinin azalması, sistemin kendini yönetme mekanizmalarının tamir edilip, yeniden duruma hakim olması, geniş emekçi yığınlarının yeniden kırıntılar yoluyla aldatılması imkanlarının doğması anlamına gelir. Milli kriz ya onarılmıştır, ya da geçici rahatlama sağlanmıştır. Dolayısıyla devrimci durum ortadan kalkmıştır.
Bu aşamada emekçi kitlelere önüne silahlı devrim çağrısını güncel bir şiar olarak koymak anlamlı değildir. Bu noktada, “evrimci” yani doğrudan şiddet araçlarının öne çıkmadığı, barışçıl (silahlı yöntemlerin ikincil olması anlamında barışçıl olan, fakat asla uzlaşıcı olmayan) mücadele araçlarının öne çıktığı, sabırlı bir çalışmayla partinin ve emekçilerin devrimci çalışmaya kazanıldığı bir çalışma dönemi başlar. Evrim dönemi devrim dönemine göre nisbeten uzun bir süreçtir.
Bütün bir devrim süreci açısından bakıldığında, evrim aşaması, nispeten kaba olan bir başka benzetmeyle nicel birikim aşaması, devrim aşaması ise nitel sıçrama aşmasıdır.

e) Klasik Tanımdan, Evrim-Devrim Aşamalarının İç İçeliğine...
Leninist devrimci durum-milli kriz tanımlamaları evrensel niteliktedir. Ancak bu, söz konusu tanımların ifade ettikleri nesnel durumların tüm ülkelerde aynı biçimde ve tanımların ifade ettiği en olgun düzeyde ortaya çıkacağı anlamına gelmez.
Bu tanımlar her şeyden önce, o güne değin devrimci mücadelenin ana merkezleri olan emperyalist-kapitalist ülkelerdeki devrimci savaşım deneyimlerinin ürünleridir. Bu tanımlamaların ilk elde çağrıştırdığı pratikler de doğal olarak bu ülkelerdeki pratiklerdir.
Marksizmin tezlerini, temel tanımlamalarını, her koşulda tek biçimli olarak ortaya çıkan yada gerçekleşen tezler ve tanımlar olarak ele alan bütün ülkelerin dogmatikleri, evrim ve devrim aşamalarına ilişkin ml tezleri de tüm ülkeler için başta Sovyet devrimi deneyimi olmak üzere, emperyalist-kapitalist ülkelerin deneyimlerini taklit etme temelinde anlamışlardır. Devrimci durum, devrim aşaması, evrim aşaması gibi kavramların içerikleri, emperyalist-kapitalist ülkelerden farklı olan, ayrı bir kategori oluşturan ülkeler (sömürge, yarı-sömürge ve 1945 sonrasında yeni-sömürge ülkeler) içinde, emperyalist-kapitalist ülkelerin koşulları sanki bu ülkelerde de varmışçasına kabul edilerek yorumlanmıştır.
Oysa, evrim ve devrim aşamalarının biçimlenişi, emperyalist-kapitalist anayurtlar ile sömürge ve yarı-sömürge, yeni sömürgelerde tümüyle farklı özellikler gösterir. Hatta denilebilir ki, evrim aşaması dediğimiz aşama klasik biçimiyle bu ülkelerde söz konusu dahi olmaz.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde milli kriz sürekli değildir. İç dinamiğiyle gelişmiş olan kapitalist sistem kriz bir devrimle taçlandırılamadığında onu onarır. Krizin yükünü bir yanıyla sömürge ve yeni-sömürgelere aktarır, hızla onlardan büyük çaplı sermaye transferi gerçekleştirir, bu ülkelerin çöküşü pahasına onlara dönük büyük yağmalamalar gerçekleştirir. Diğer yandan, krizin en ileri aşamasında dahi bir kısım sermaye kesimi çökerken, bir bölümü yavaş yavaş onların sermayelerine el koyarak büyür ve sistemin normal işleyiş mekanizmalarını adım adım devreye sokmaya çalışır. Devlet ve diğer siyasi ve toplumsal kurumlar normal işleyiş konusunda engin bir deneyime sahiptir ve çeşitli temizlikler yoluyla bu mekanizmaların normalleştirilmesi yoluna gidilir. Bunlar toparlanma dediğimiz aşamada adım adım gelişir.
Sonuçta, devrimci sosyalist parti açısından görev milli krizin en olgun aşamasında, en uygun momentte tayin edici darbeyi vurmak, yani genel halk ayaklanması yoluyla iktidara el koymaktır. Eğer bu gerçekleşmezse sistem sahip olduğu büyük tarihsel deneyimi ve maddi ve siyasal, toplumsal olanakları devreye sokarak krizi, kaçınılmaz olan yeni bir krize değin hafifletir, sonrasında da önemli ölçüde ortadan kaldırır.
Halbuki, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde egemen sınıfların ve işgalci sömürgecilerin böylesi ekonomik ve siyasal, toplumsal güçleri yoktur. Sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik doğası gereği buna imkan tanımaz. Somut deneyimler üzerinden ilerleyecek olursak; örneğin işgal altındaki bir Vietnam’ı düşündüğümüzde durum değişir. Orada, zaten işin daha en başında, o topraklara ilk emperyalist postallar değdiği anda, insanların hayli önemli bir bölümü böyle “yönetilmek” istememektedirler ve işgalcilerle işbirliği yapan hain yöneticiler de sırtlarını dayadıkları bu gücün dışında bir meşruiyet kaynağına hiç sahip değillerdir. Sorunun boyutları iyice anlaşılsın diye verdiğimiz bu örnekte, milli kriz, güneş tutulması bir süreliğine görünüp kaybolan bir durum değildir, baştan itibaren mevcuttur. Böyle bir ülkede devrim aşaması tartışması da artık krizin varlığıyla değil, o ülkenin devrimci güçlerinin harekete geçip hem kendilerini hem de kitleleri örgütlemesiyle ilgilidir. Üstelik, yine aynı örnekte, devrim aşaması yalnızca emperyalistlere ve işbirlikçilerine en son darbenin vurulduğu, sözgelimi başkentin ele geçirildiği aşama değildir. Devrim, iktidarı da parça parça ele geçirerek ilerlemekte, uzun süren bir “iki iktidar” durumu yaşanmakta ve son aşamada geriye kalan iş, en son kalenin düşürülmesi olmaktadır.
Örnekler çoğaltılabilir. Sorunun anlaşılması için en çarpıcı örnekler olan Küba’daki Batista diktatörlüğü ya da Nikaragua’nın Somoza yönetimi özel olarak incelenebilir. Her ikisinde de, klasik milli kriz-devrimci durum tanımına harfiyen uygun davranmak, devrimci hareketlerin ölümü anlamına gelirdi; çünkü her iki ülkede de milli kriz denilen olgu, gelmesi beklenen bir Godot değil, zamana yayılarak ülkenin iliklerine işlemiş sürekli bir olgudur.
Emperyalizme bağımlı ülkelerde, yani sömürgeciliğin ve daha yaygın bir durum olarak yeni-sömürgeciliğin egemen olduğu ülkelerde milli kriz yukarıda da belirttiğimiz üzere, emperyalist-kapitalist ülkelerde olduğu gibi nispeten kısa süreli bir durum değildir, sürekli bir durumdur. Bu süreklilik sömürgecilik ve yeni-sömürgeciliğin doğasından kaynaklanır. Sömürgecilik bağlamında ele aldığımızda, Vietnam örneğinde de belirttiğimiz gibi işgalin kendisi daha ilk andan itibaren geniş emekçi kesimler açısından, hatta burjuvazinin bir bölümü açısından kesinlikle karşı durulması gereken bir olgudur. Bu daha baştan “bu biçimde yönetilmeyi istememek” anlamına gelir. Her işgal aynı zamanda o ülkenin yağmalanması ve halkın aşağılanması, ülkenin tüm iç dinamiklerinin alt-üst edilip, bozulması anlamına gelir. Ve kaçınılmaz biçimde güçlü ve yaygın bir tepki yaratır. Sadece bu değil, işgalciler de kendi ülkelerinde olduğu gibi yönetemezler, yönetmek de istemezler. İşgal ve sömürgeciliğin amacı, işgal edilen ülkenin tüm dinamiklerinin ezilmesi ve yağmacı bir anlayışla sömürgeci ülkenin çıkarlarına bağlanması olduğu için olağanüstü yönetim mekanizmaları gereklidir. Bu ise doğal olarak baskı, şiddet ve kıyımın esas alındığı, sürekli çatışmalı bir yönetme tarzını ve direnişi beraberinde getirir. Devrimci durum-milli kriz bağlamında baktığımızda tablo sürekli bir ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, toplumsal kriz halidir. Milli kriz yada farklı bir ifadeyle devrimin ülke bağlamında nesnel koşulları, yani devrimci durum sürekli biçimde vardır.
Yeni-sömürgeler açısından da kimi özgünlüklere karşın tablo çok da farklı değildir. Yeni-sömürgecilik kapitalizmin ülkenin kendi iç dinamikleriyle değil, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda çarpık biçimde geliştirilmesi, ülkede üretilen artı değerin önemli ölçüde emperyalistlere aktarılması ve daha da ötesi tüm siyasal, sosyal, kültürel, toplumsal yaşamın bu duruma uygun olarak çarpık biçimde düzenlenmesi anlamına gelir. Ülke işgal edilir, ancak bu kez emperyalist devletlerin kimliklerini taşıyan askerler tarafından, onların orduları tarafından değil, baştan aşağıya emperyalizme bağlanmış, kaderini tümüyle emperyalizme bağlamış olan yerli işbirlikçiler eliyle, kukla ordular ve devlet mekanizmaları eliyle....
Bu ülkelerde, milli kriz belli bir an’ı değil, ülke gerçeğinin süreklileşmiş durumunu ifade eder. Zayıf kapitalist yapı emperyalist kapitalist ülkelerde yaşanan en küçük krizleri en derin biçimiyle his eder. Tüm ekonomik yapı emperyalist ülkelere borçlanma ve ağır borç ve faiz yükü altında kendi yolunu bulma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Yine, onların belirlediği biçimde örgütlenme ve üretme zorunluluğu ve teknoloji, makine, hammadde, ara malı, işletme sermayesi, vb. tüm temel girdiler açısından emperyalizme kesin bir bağımlılık söz konusudur. Ülkede yaratılan artı değerden aslan payını emperyalistler alır, az üretebilen ancak emperyalistlere çok vermek zorunda olan yapı, sürekli darboğazlarla, krizlerle iç içe yaşar. Yerli işbirlikçiler kendilerine kalan kırıntılar için gerektiğinde şiddet de kullanarak kıyasıya bir çatışma içindedirler. Emperyalist ülkelerde olduğu gibi, emekçilere verilecek bir sus payı yoktur. Emekçilerin payına düşen, kimi geçici dönemler dışında sürekli derinleşen yoksulluktur ve toplumsal çürümedir.
Öte yandan, emperyalizme bağımlılık hemen her durumda onur kırıcı bir tablo yaratır. Bu toplumsal yapıyı yönetmek için faşizmden başka bir araçta çoğu kez yoktur. Emperyalizme bağımlılık ve onur kırıcı kölece tablo, ekonominde kimi kısa süreli yükseliş durumlarına karşın, sık sık derinleşen ve genel olarak ortadan kalkmayan kriz hali, şiddetli sistem içi iç siyasal mücadeleler, emekçilerin tüm hak taleplerinin zorla bastırılması ve faşist devlet yapılanması, kangrenleşmiş bir yoksulluk ve toplumsal çürüme tablosu... İşte yeni-sömürgecilik, emperyalist kapitalist ülkelerde genellikle milli kriz dönemlerinde yaşanan bir tabloyu sürekli biçimde üretir. Bu atmosfer içinde toplumsal memnuniyetsizlik, bu biçimde yönetilmek istememe de genel bir durumdur. Emekçilerin geniş kesimleri sistem içinde insanca yaşam umudunu, bağımsızlık umudunu, büyük ilerlemeler umudunu yitirmiştir. Sistemden beklentileri çoğu durumda daha kötüsü olmamasıdır, bu nedenle siyasal olarak kötünün iyisine yönelirler.
Hiç kuşkusuz, bu milli kriz öğeleri sürekli biçimde en olgun halleriyle bulunmaz. Milli kriz, zaman zaman derinleşir, en olgun biçimlerine bürünür, kimi zaman ise sistem kısmi olarak kendini onarır ve milli krizin nispeten az hissedildiği görülür. Ancak esas olan milli krizin öyle yada böyle sürekli olarak varlığıdır.
İşte tam da bu noktada, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde devrimci çalışma ve örgütlenme, emperyalist-kapitalist ülkelerde olduğu gibi evrim ve devrim aşamaları olarak keskin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Devrimci sosyalist parti, barışçıl mücadele biçimlerinin ve buna uygun örgütlenmelerin başat olduğu evrim aşamasını esas olarak faaliyet yürüttüğünde düşeceği nokta aslında pratik olarak devrimden vazgeçmektir. Ne denli devrimci niyetler taşınırsa taşınsın böylesi bir çalışmanın sonucu kaçınılmaz biçimde budur.
Sömürge ve yeni-sömürge ülkeler açısından evrim ve devrim aşamalarının anlamını teorik olarak en ileri düzeyde M. Çayan yoldaş formüle etmiştir. Onun değerlendirmesinde özel olarak beklenen bir “devrimci durum” olmadığı için, aşamalar arasında klasik bir ayrım da yoktur; dolayısıyla iki aşamaya ait örgüt ve çalışma tarzlarının yeniden harmanlanması ve birlikte kullanımı söz konusudur. Kendi ifadesiyle, “evrim aşamasının nerede bittiğini, devrim aşamasının nerede başladığını tespit etmek fiilen imkânsızdır. Her iki aşama iç içe girmiştir.” Krize müdahale ederek onun derinleştirilmesi sürecinin bir parçası olan devrimci parti, tek bir süreç içinde siyasi mücadelenin en üst biçimi olan silahlı mücadele ekseninde bütün çalışma ve mücadele biçimlerini bir arada ve uyum içinde kullanmaktadır.
Bu, bir grup savaşçının emperyalizm ve oligarşiyle hesaplaşması değil, karmaşık biçimlerin ve örgütlenme tarzlarının birlikte hayata geçirilmesidir. Partimizin bu yaklaşımı, milli krizin iktisadi ve toplumsal öğelerin yanı sıra, doğrudan devrimci mücadelenin en ileri düzeyden geliştirilmesi yoluyla da derinleştirilmesi anlamına gelir.
Öte yandan, sömürge ve yeni-sömürgelerde milli krizin sürekliliği evrim ve devrim aşamalarının iç içe olması, emperyalist-kapitalist ülkelerde yaşandığı biçimiyle bir devrim aşamasının sürekli varolduğu anlamına gelmez. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, emperyalist ülkelerde milli krizin varlığı ve devrimci örgüt ve hazırlığın belli bir aşamasında en ileri mücadele düzeyi olarak silahlı halk ayaklanması gündemdedir ve bu noktada devrim aşamasından söz edilir.
Halbuki, evrim ve devrim aşamalarının iç içe olduğu sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde, silahlı savaşımın başat mücadele biçimi olarak gündemde olması, devrim için bütün nesnel ve öznel koşulların varolduğu anlamına gelmez. Evet, milli kriz inişli çıkışlı yapısına rağmen süreklidir. Ancak her zaman en olgun biçimiyle bulunmadığı gibi, devrimci sosyalist parti de evrimci bir çalışma içinde kendini bir ayaklanma düzeyinde ifade edecek yapıya istisnai durumlar dışında sahip değildir. Devrimci sosyalist parti, emperyalist kapitalist ülkelerde esas olarak evrim aşamasında ve barışçıl mücadele araçlarıyla gerçekleştirilen emekçi kitlelerin devrimci saflara kazanılması işini, partinin emekçi sınıflar içinde inşası ve politik mücadelenin geliştirilmesi işini, süreklileşmiş milli kriz koşullarında ancak adım adım büyüyen devrimci gerilla savaşı temelinde gerçekleştirebilir. Daha somut ifadeyle;
- devrimci gerilla savaşının temel alınması,
- emperyalist-kapitalist ülkelerin evrim aşamasındaki mücadele deneyimlerinden çıkmış olan bütün mücadele biçimlerinin
- ve bulunulan ülkenin özgünlüklerinden türeyen diğer barışçıl mücadele biçimlerinin gerilla savaşının ekseninde uygulanması ve bunların bütünlüğü temelinde bir devrimci savaşımın örülmesi…
İşte evrim ve devrim aşamalarının bıçakla birbirinden ayrılamayacağı, iç içe geçtiği sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimin stratejik çizgisi budur. Bu çizgi, politikleşmiş askeri savaş stratejisi (PASS)dir.
Devrimci sosyalist parti, evrim ve devrim aşamaları sorunun bu temel yaklaşımlar temelinde çözüme kavuşturmuştur.
Böylece, devrim anlayışı ve strateji konusundaki temel kavramları özetlemeyi bitirmiş bulunuyoruz. Dünyadaki değişik devrimci stratejilerin ve somut devrimlerin incelenmesi ve oradan yeniden coğrafyamıza dönülmesi ise, şüphesiz başka bir çalışmanın konusudur.


Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-II

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-III

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-IV

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19