Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

 

 

59. Sayı - Nisan/Mayıs 2008

Strateji: Ufuk Çizgisi…
Oldukça uzun süren bir notlar/yazılar dizinin sonuna doğru yaklaşırken artık bir özet yapma ve sonuçları toparlayarak günümüze doğru gelme şansına sahibiz.
Yazı dizisini başından itibaren izleyen okur, geniş bir tarihsel süreci dolanıp geldiğimizi, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya geçerek değişik devrim deneyimlerini belli bir açıdan incelediğimizi bilmektedir. Öyle sanıyoruz ki, dikkatli okur, bütün bu devrimler dizisinin her aşamasında öne çıkan bir olguyu da fark etmiştir: Devrimlerin yarattığı ve devrimleri yaratan ufuk zenginliği… Ve yine büyük bir olasılıkla aynı okur, tarihin büyük devrimlerinin öykülerini ve büyük devrim önderlerinin fikirlerini okurken, bu muazzam zenginlikle günümüz arasında da bazı kıyaslamalar yapmıştır.
Kıyaslamanın sonucunu biliyoruz: Evet, maalesef yeni tarihsel süreçte Türkiye devrimci hareketinde genel olarak “stratejik perspektif” ve ufuk çizgisi belirgin şekilde zayıflamış, devrimci yapıların uzun vadede ne yapmak istedikleri üzerine yazıp çizdikleri oldukça düzey kaybetmiştir. Açıkçası bu, genel olarak devrimin güncelliği ve mümkünlüğü fikrinin zayıflamasıyla paralel bir durumdur. Gerçekten de bugün genel olarak sol kitle üzerinde “siz bu ülkede bir devrimin olabileceğine ve sosyalizmin kurulabileceğine gerçekten inanıyor musunuz” sorusuyla bir anket yapılsa, alınacak sonuç doğrusu endişe verici olabilir gibi görünmektedir. Oysa aynı kitleye örneğin “Kürt sorununun çözülmesini istiyor musunuz” ya da “şu şu olayların hesabının sorulmasını ister miydiniz” soruları yöneltilse ilk sorumuzdan daha yüksek oranda olumlu yanıt alınacağı aşağı yukarı kesindir.
Evet, tablo böyledir ve bu tablo içersinde devrim ve strateji konularına vurgu yapan bir söylem, yalnızca üç adım öteye değil ufuk çizgisine de bakan bir yaklaşım, zaman zaman garipsenebilmektedir. Herhangi bir söyleşide güncel sorunlardan değil de devrimden söz eden bir konuşmacı bu anlamda biraz uçuk bulunmakta ve dinleyenlerin kafasında “peki ama şimdi ne yapacaksın, onu söyle!” biçiminde indirgemeci bir cümle dolanıp durmaktadır. Evet, bu arada gerçekten uçuk söylemlerle bu yoruma katkıda bulunan siyasi hareketlerimiz de yok değildir ama yine de bu ilk tepki bir ufuk problemi olarak gündemimizdedir. Dahası bu aşırı “yerele-güncele indirgemeci” yaklaşım, bir ölçüde de postmodernizmin “büyük siyaset öldü” safsatasının etkisi altında ortaya çıkmaktadır.
Örneğin 60’lı ve 70’li yıllarda “üniversite kantinlerinde strateji tartışması yapmak” diyerek pek çok alay edilen bir durum şimdilerde gerçekten ortadan kalkmış gibi görünmektedir ama doğrusu bugünkü çoraklıkla kıyaslandığında söz konusu tartışmaların o kadar alayı hak edip etmediği de şüpheli hale gelmiştir. Sonuçta o günlerde o tartışmaları yapan insanların en azından bir bölümü, hakikaten devrime inanmakta ve onun yolunu aramaktadır; sonraları o insanların çoğunun şehitler listesinde yer alması bunun kanıtı olsa gerektir.
Bütün bunlar önemli. Bütün bunlar okurun kafasını kurcalaması gereken sorulardır. 1970’in başında Mahir’in bir sorun olarak tespit ettiği “ideolojik keşmekeş”in bugünkü “ideolojik durgunluk”tan iyi olup olmadığı da önemli sorulardan biridir.
Çünkü devrimci strateji tartışması, iyisiyle kötüsüyle ve bütün “uçuk” yanlarıyla “devrimin mümkünlüğünü” varsayan bir tartışmadır. Siz yola çıkarken, eğer bu yol devrim yoluysa ve onun mümkün olduğuna inanıyorsanız, bir hat çizersiniz. Bu hattın çizilmesi başarının garantisi değildir. Sonuçta böyle bir çizgi, mevcut durumu veri alan ve ondan hareketle geleceğe yönelen bir kurgudur ve her teorik kurgu gibi pratik yaşam içinde sınanır, kimi zaman eksikleri görülür, giderilir, kimi zaman da tümüyle geçersizliği kanıtlanır ve değiştirilir. Hatta siyasal olarak doğru bir hattın pratik uygulanışında da sorunlar çıkabilir; örneğin sizin aşırı iyimserlikleriniz hayatın duvarına çarpabilir, beklentilerinizin bir bölümü zamansız olabilir, vb. vb… Bunların hepsi mümkündür, hepsi olabilir; çünkü, hepimizin bildiği gibi “hayat ağacı yeşildir!”
Ama yine de, bir devrime inanıyorsanız, onun gerçekleşmesi ve muhtemel gelişim yönleri üzerine bir çizgi ortaya koymadan yapamazsınız. Mükemmel planlar yapanların zafere ulaşacakları konusunda belki kesin bir kural yoktur ama hiçbir planı olmayanların da hiçbir şansı yoktur. Siz bir yol belirler ve onun üzerinden yürürsünüz; bu yolu belirlemezseniz yürüyemezsiniz.
Burada kritik sorun; yönelim ve konsantrasyon, yani öncelikler sorunudur. Çünkü sonuçta önünüze çizdiğiniz hat, sizin şimdi ve şu anda neye öncelik vereceğinizi, yönünüzü nereye doğru döneceğinizi belirler. Çalışmanız, seçtiğiniz alanlar, illegalite ile legalite arasında kurduğunuz ilişki, kadrolarınızın eğitimi, uzmanlaşma alanları, ruh halleri, olanakların kullanılması ve yönlendirilmesi, vb. vb. tümü bu hat üzerinden biçimlenir. Hatta işin pek görülmeyen bir yanı olan mali tablonuz bile bu doğrultuda düzenlenir; şu yoldan gitmek istiyorsanız bütçenizi o yolun düzlenmesine harcarsınız; başka bir yol tercih etmişseniz aynı bütçeyi oraya yöneltirsiniz. Yeterince açık… Moncada Baskını’nı planlayan Fidel, zengince bir avukat arkadaşının bütün parasını bu işi planlamak için harcamıştır örneğin; Lenin ise Kamo’dan gelen parayı doğal olarak kendi yürüdüğü yolun açılması için seferber etmiştir.
Yani, yanlış hesap yapmak bir şeydir, hiç hesap yapmamak başka bir şeydir. Bir hesap ve plan yaptığınızda, yine de istediğiniz sonucu elde edemeyebilirsiniz. Belli bir zamanda olmak istediğiniz yerin gerisinde ya da ilerisinde olabilirsiniz. Ama bütün bunlar stratejik çizgi belirlemenin önemini azaltmaz. “Hiçbir mücadele biçimini reddetmeden kitleleri örgütleyelim” derseniz, bir şey söylemiş olmazsınız. Zaten sorun da budur: Hiçbir belirleme yapmadığınızda da aslında bir belirleme yapmış olursunuz: Hiçbir şey!

Tarihin Dersleri ve Gelecek…
Birkaç kritik noktaya böylece vurgu yaptıktan sonra artık beş bölümdür sürdürdüğümüz yazımızın bazı genel sonuçlarını alt alta sıralayabiliriz.
Buraya kadar söylenenlerden gördük ki, devrimler tarihi boyunca “stratejik çizgi” kavramı her zaman kilit bir öneme sahip olmuştur. Strateji kavramının “belli bir amaca ulaşmak isteyen” her insan ya da gücün sorunu olduğu yolundaki genel geçer tanımları atlayarak, Marksizm’e ve proletaryanın mücadelesine geldiğimizde ise bu kavram daha da temel bir anlam kazanır. Çünkü Marksizm, “kendini gerçekleştirdiği” alanlar dışında salt kendi varlığıyla bir anlam ifade etmez. Onun “kendini gerçekleştirme”, “vücut bulma” alanları ise esas olarak proletarya hareketi ve iktidar savaşıdır. Eğer bu iki alan olmasaydı, bu iki alanda kendini ortaya koymasaydı, Marksizm, bir iktisat ve felsefe teorisi olarak kalırdı ve komünist dünya tasarımı da hepimize ütopik bir düş gibi görünürdü. Oysa Marksizm, yalnızca bir “dünyayı açıklama” çabası değildir; o aynı zamanda “Feuerbach Üzerine Tezler” in 11’incisinde denildiği gibi “dünyayı değiştirme” çabasıdır ve “dünyayı değiştirme” eyleminin esas içeriği, sınıf mücadelesi ve iktidar elde etme uğraşında kendini ortaya koyar. Esasen Marksizm’in kaynağı ve doğum yeri de sadece iktisat ya da felsefe dünyası değil, bu alanlarla birlikte 19. yüzyıl boyunca gelişip yükselen sınıf mücadelesi ve dünyayı değiştirme çabasının sıcak pratiğidir. Bütün o geçici zaferler yada hüsrana ulaşmış ayaklanmalar, grevler, vb. olmasaydı, Marksizm’in canlı ruhu da olmazdı. Bu yüzdendir ki, sonradan gelen kuşaklara, Lenin’e, Mao’ya Che’ye ve diğerlerine “Marksizme iktidar perspektifini (ve hırsını!!) eklemiş insanlar” olarak bakmak işin doğasına aykırıdır. Marksizm, doğuşundan beri sınıf mücadelesi ve iktidar savaşı zeminlerinin üzerinde var olmuş ve onlarla birlikte yaşayarak soluk alıp vermiştir. Üstelik, en önemlisi, Marksizm, iktidar sorununu ilk kez “Mesihçi” bir yaklaşımdan kurtararak ona kitlelerle birlikte bir anlam biçmiş, mevcut iktidarların devralınmasından-el değiştirmesinden değil parçalanarak proletarya kitleleriyle birlikte yeniden kurulmasından ve ayrıca bu kuruluşun da komünizm temelinde “sönme”ye ulaşması gerektiğinden söz etmiştir.
Bu bağlamda devrim ve iktidar sorunu için kafa patlatılması, her tarihsel aşamada bu sorun için yeni yollar bulunması, her devrimci kuşağın dünyanın ve kendi ülkesinin koşullarını ele alarak sorunu yeniden tanımlaması, Marksizm açısından kritik bir öneme sahiptir.
Yine buraya kadar gördüklerimizden öğrendiğimiz bir başka şey, Marksizm’e ilişkin bütün alanlarda olduğu gibi stratejik çizgi ve iktidar sorununda da klişe yaklaşımların, şablonların, modellerin çok fazla bir anlam ifade etmediğidir. Evet, devrimler tarihi aynı zamanda deneyimlerin birbirine eklendiği bir süreçtir; evet, bu deneyimler birbirine eklenerek ve birbirini aşarak belli bir toplam birikim yaratırlar ve hiçbir ülkenin devrimci gücü sıfır noktasından işe başlamaz; ama yine de her devrim, kendi yolunu bulmak, o yolun deneyimlerini kendisi yaşamak ve bu deneyimlerin dersleriyle kendisini yeniden ve yeniden inşa etmek zorundadır. Gazetecilikle ilgili meşhur tanımlamaya atıfta bulunarak diyebiliriz ki, her devrim, sonuçta “neyin yıkılacağı”, “yıkılanın yerine neyin kurulacağı”, bu işin “kimin öncülüğünde” ve “kimler tarafından” yapılacağı ve “nasıl/hangi yoldan/hangi araçlar kullanılarak” yapılacağı sorularını yanıtlayarak ilerler. Böyle bir süreç ve özellikle bu sürecin “nasıl” sorusunu kapsayan bölümü ise hayatla doğrudan teması ve devrimci bir pratiği şart koşar. Bu, uzay boşluğunda değil, her öngörünün yeniden ve yeniden doğrulandığı ya da doğrulanmadığı devrimci pratik içinde anlam kazanan bir süreçtir. Bu meselede, ekonomi-politik ya da felsefe dışında bilgiler gerektiren ve en önemlisi de sizin o ülkenin atmosferini, sokaklarını bizzat koklamanızı, toprağı analiz etmenizi zorunlu kılan bir düzeye ihtiyaç vardır. Yani burada “artı-değer teorisi” gibi az çok yerine oturmuş bir kategoriden değil, ele avuca sığmayan bir durumdan söz ediyoruz. Bu, yaratıcılıkların üst üste bindiği, bir deneyimin diğerini aştığı ve her süreçte belli sabit noktalarda direnenlerin de kenara itildiği bir süreçtir. Bu, bir tür “genelkurmay” harekat planıdır, yol kılavuzudur; siz politik-ekonomik-sosyal-kültürel-askeri-coğrafi, vb. bir dizi etkeni dikkate alarak bir yol çizer, o yolun geleceği üzerine kestirimlerde bulunursunuz.
Tarihe böyle bir açıdan bakmadığınızda, kendisine “makul” ve “kendiliğindenci” yollar ve “doktrinler” dayatan Alman solunu aşıp geçen Lenin’i, Komünist Enternasyonal’in şablonlarını atlayarak köylü gerilla ordularını kuran Mao’yu, Saygon’da kent ayaklanmaları düzenlemek yerine Cao Bang mağaralarında ilk “silahlı propaganda” birliklerini eğiten Ho Chi Minh’i ve Sierra Maestra’yı mekan belleyen Küba devrimcilerini anlayamazsınız. Bunların tümü üst üste binen yaratıcı deneyimlerdir; hiçbirine burun kıvırmadan, hiçbirini reddetmeden ve tabulaştırmadan siz, kendi ayak bastığınız toprağın kimyası üzerine kendi serüveninizi inşa edersiniz. Ekim büyük devrimdir örneğin, çığır açan bir devrimdir ama çok özel koşulların da devrimidir; en basit örnek olarak söylenebilir: savaştan bezmiş binlerce askerin sokakları doldurduğu ve büyük bir hızla devrimcileştiği bir ortam -kısmen Almanya ve Macaristan dışında- başka nerede yaşanmıştır? Ya da örneğin Çin gibi muazzam büyüklükte bir ülkenin kırsal alanlarının verimliliği bir başka ülkede var mıdır?
Sorular çoğaltılabilir ama bunu yapmak çok da gerekli değildir. Devrim, genel olarak böyle, tabuların, kalıpların içine sıkıştırılamaz bir şeydir; önemli olan bunu anlamaktır.

Genel Kurallar Yok mu?
Peki buraya kadar söylediklerimizden devrimin, özel olarak proletarya devriminin ve onun çeşitli biçimlerinin tamamen yerel koşullara ve yerelliğin sunduğu verilere göre şekillendiği sonucu mu çıkar? Başka bir deyişle söylersek, bütün bu tarihsel özetimizin ardından yine de elimizde kalan genel kriterler ve temel zeminler yok mudur?
Elbette vardır.
Marksizm-Leninizm evrensel bir olgudur; o, yerelliklerden beslenen ama yerelliklere de kendi rengini ve kurallar bütünlüğünü veren bir genel yaklaşımdır. Marksizm-Leninizm, kendisini sınıf hareketi ve iktidar savaşı içinde gerçekleştiren bir dünya görüşüdür ama bütün varlığı bundan ibaret değildir; o, “kendini gerçekleştirme” koşulları ile varmak istediği nihai hedefler, bu hedefleri belirleyen çözümlemeler ve tezler bütünlüğü arasında diyalektik bir ilişki kurar. Yerelin zenginliğine buradan doğru yönelir ve kuşkusuz oradan aldığı her dersi de kendi belleğine yazar.

a) Örneğin, çok bilinen “devrim kitlelerin eseridir” cümlesi bu genel kriterlerin birincisi ve en önemlisidir. Marksizm, iktidarın elde edildiği her durumu otomatik olarak meşru ve doğru kabul etmez. O, “kurtarıcılar”dan değil, sıradan, basit emekçilerin yıkıcı ve yapıcı gücünden söz eder, onları tarihin ve devrimin öznesi olarak tanımlar. Engels’in sözlerini şimdi yeniden anımsayabiliriz: “Baskınlar zamanı, bilinçsiz yığınların başında bilinçli bir küçük azınlık tarafından gerçekleştirilen devrimler zamanı geçti. Toplum düzenlenişinin tam bir dönüşümünün söz konusu olduğu yerde, yığınların kendilerinin de bunda işbirliği yapmaları, söz konusu olan şeyin ne olduğunu, varlarıyla yoklarıyla neyin içine girdiklerini önceden anlamış olmaları gerekir; işte son elli yılın tarihinin bize öğrettikleri bunlardır.”
Yani Marks’ın Alman İdeolojisi’nde belirttiği gibi “…başkaldıran devrimci bir yığın yoksa”, “bu alt üst oluş fikrinin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz.”
Üstelik, devrim, kitlelerin sadece katıldıkları bir şey de değildir; o, içinde milyonlarca insanın dönüştüğü, değiştiği ve kendi kendini yönetebilme yeteneklerini kazandığı bir toplumsal alt üst oluş sürecidir. Yani Marksist devrim teorisinde kitleler, devrime kalabalığa ve fiziki güce ihtiyaç olduğu için dahil edilmiş figüranlar değil, sahnenin gerçek oyuncularıdır; proletarya devrimi onların yıkıcı gücüne ve yeniden yapma iradesine dayanır.

b) İkincisi, proletarya devrimi, bizim keyfimizden yada düşmanın belli bir konjonktürde ne kadar şiddet kullandığından bağımsız olarak, tarihsel anlamda şiddeti içerir, şiddete dayanır. Bu şiddetin büyüklüğü bir ölçü değildir; nispeten küçük bir ülkedeki bir ulusal kurtuluş savaşında bile milyonlarca insanın ölümüne tanık olunduğu gibi, daha az kayıpla gerçekleştirilmiş devrim örnekleri de vardır; ama sonuçta devrim kitlelerin ayaklanıp savaşa girdiği bir süreçtir ve orada mutlaka iki tarafın şiddetinin ve şiddet araçlarının karşılaşması söz konusudur.
Çünkü kapitalizm, reforme edilemez. Genel olarak kapitalizm, artı-değerden ve kar hırsından, yani kapitalizm olmaktan vazgeçmedikçe, burjuvazi de bu sistemin siyasi tezahürü olan iktidardan ikna ya da parlamenter başarılar yoluyla vazgeçirilemez. 1950-60 yıllarının Sovyet ekolünde pek meşhur olan “militarizmi azaltılmış emperyalizm” tezi tümüyle safsatadır; siz ne kadar “yumuşama”dan ve “barış içinde bir arada yaşama”dan söz ederseniz edin, militarizm, kapitalizmin doğasına içkin bir şeydir ve onu uzlaşmalarla, reformlarla yok etmeniz düşünülemez. Dolayısıyla postmodern türedilerin sık sık tekrarladığı gibi kapitalizm koşullarında reform, devrimin yapacaklarının “ağır çekim” hali değildir; devrimden söz ettiğimizde kökten bir dönüşümden söz etmiş oluruz; o, toprağın alt üst olması, insanın, kültürün, yaşamın yeniden kurulmasıdır. Bunu da parlamenter yoldan yada sendikal, vb örgütlenmelerin basıncıyla oluşacak düzenlemeler yolundan yapmanız mümkün değildir. Parlamentoya katılabilirsiniz, düşmanla görüşmeler ve geçici anlaşmalar yapabilirsiniz ama asla bu yoldan, kitlelerin ve şiddetin işin içine girmediği bir güzergah üzerinden yürüyerek iktidar elde edemezsiniz.

c) Üçüncüsü, devrimler ve şiddetin kullanım biçimleri, düzeyleri de hiçbir zaman düz bir çizgi izlemez. Hatırlanacağı gibi, kapitalizmin tekelci aşamasına girmiş olmasının, onun sürekli ve genel bir bunalıma girmiş olması anlamına geldiğini, bunun da tüm dünya açısından devrimlerin objektif şartlarını yarattığını daha önce söylemiştik. Ancak bu genel bunalımın varlığı, devrimin güncelliğine zemin teşkil etse de, tek tek ülkelerdeki devrimlerin nasıl ve ne zaman gerçekleşecekleri üzerine bir fikir vermez. İşin bu bölümü, eşitsiz gelişme, zayıf halka ve en önemlisi de milli kriz/devrimci durum gibi başka kavramlar aracılığıyla anlaşılabilir. Genel tanım olarak herhangi bir ülkede bir devrimin gerçekleşebilmesi, o ülkede, ekonomik-politik-sosyal, vb. alanları kapsayan büyük bir çöküntüye bağlı olarak eski yönetme-yönetilme ilişkisinin felç olduğu, her şeyin zıvanadan çıktığı koşullara bağlıdır, ki bu koşullar klasik olarak “milli kriz” ya da “devrimci durum” olarak adlandırılır. Dolayısıyla, devrimci şiddet sorunu, (bundan sınıflar mücadelesinin her aşamasında mücadelenin doğası gereği yaşanan şiddeti değil, iktidar yürüyüşünün şiddetini, ayaklanmaları ve silahlı mücadeleyi, vb. kastediyoruz) rasgele bir yere değil, bütün bu ekonomik, politik, sosyal koşulların çözümlenmesi üzerine oturur. Bu koşullar, Lenin’in klasik tanımında olduğu gibi ortaya çıkabilir, ki bu durumda genel kural olarak nispeten kısa sayılabilecek bir “milli kriz” dönemi yaşanır; belli bir çöküntü dönemi proletaryanın partisi tarafından değerlendirilmek zorundadır; ya da sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde görüldüğü gibi devrimci durum sürecin başındanberi şu ya da bu düzeyde sürekli olarak mevcut olabilir, ki bu da silahlı mücadelenin şartlarının sürekli mevcudiyeti anlamına gelir. Ama her durumda kesin olan şey, sadece “devrimler çağı”nda yaşıyor olmamızın tek tek devrimlerin gerçekleşmeleri için yeterli olmadığı, bunun için her özgün duruma ilişkin çözümlemelerin gerektiğidir.

d) Dördüncüsü, sıkça söylendiği gibi her devrimin esas sorunu iktidar sorunudur. Hangi stratejik yoldan gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin her devrim, politik iktidarın ele geçirilmesi yada daha doğru bir deyimle mevcut devlet aygıtının parçalanarak yerine yenisinin inşası yolundan geçer. Devrimci süreçlerde belli bir güç ilişkileri dengesi, uzun süren bir ikili iktidar durumu, çoğu kez bir denge halinde kalmaz; mutlaka yeni bir biçime bürünür. Sonuç itibarıyla bir taraf ya yener, ya yenilir ya da ortaya bir çürüme ve yozlaşma hali çıkar. Böyle bir durumu uzun süre muhafaza etmeye çalışmak, devrimin ölümüdür. Lenin’in Ekim yaklaşırken ayaklanma konusundaki ısrarının nedeni budur; çünkü Şubat’tan itibaren oluşan ikili iktidar durumu artık sürecin taşıyamayacağı bir noktadadır. Beyaz orduların örgütlendiği günlerde beklemek ölümdür; ama aynı zamanda devrime hazır olan işçi ve asker kitleleri açısından da beklemek, yozlaşmak anlamına gelir. Yani iktidara el koyabileceğiniz bir durumda beklerseniz, tereddüt ederseniz; sonradan aynı insanları aynı enerjiyle harekete geçiremezsiniz. Muazzam silahlı güçlerini dağıttıktan sonra umutsuz bir iç savaş başlatan Yunan Komünist Partisi’nin trajedisi de budur; iktidara yürümekten bir kez ürktüğünüzde daha sonraki yürüme girişiminiz de eskisi gibi olmaz.

e) Demek ki, beşinci bir kriter de, devrimi ciddiye almak ve onunla “oynamamak”tır. Bu, yalnızca “ayaklanma” ile ilgili bir kriter değildir; bütün devrimci stratejik çizgiler açısından geçerlidir. Deneylerle kanıtlandığı gibi bütün büyük devrimler, böyle bir ciddiyetin eseridir. Ekim Devrimi nasıl böyle bir “ayaklanmayla oynamama” kuralının örneği ise, örneğin Mao’nun “Uzun Yürüyüş” kararını alması da böyledir; yada daha özel bir örnek olarak Vietnam’daki ünlü “Tet Saldırısı” sayılabilir. Belli bir zamanlamayla bütün cephelerde birden başlatılan Tet Saldırısı, Vietnam’daki Amerikan varlığının sonunu hazırlamıştır. Elbette bir devrimci öncünün sürecin bütün aşamalarına tümüyle hakim olabileceğini, her ayaklanmayı, her kitle hareketini milimetrik bir kesinlikle öngörüp yönetebileceğini söylemek abartılı bir yaklaşımdır; ama yine de devrim, kendiliğinden olayların uç uca eklendiği bir karışıklık dönemi değil, devrimci öncünün büyük ölçüde öngörerek planladığı bir süreçtir. Zaten ancak böyle bir öngörüye sahip olanlar, yerinde ve zamanında yönelimlerle zaferi sağlayabilirler.

f) Altıncısı ise, her devrimin bir sınıfın ve bir partinin öncülüğü ile başarıya ulaşabileceğidir. Tarihteki hiçbir devrimci deneyim, şimdilerde uydurulduğu gibi “çokluk” ya da genel olarak “kitle” gibi topluluklar üzerinden zafer kazanmamıştır. Tarihi belirleyen, her zaman sınıflardır, sınıf önderlikleridir. Hangi yoldan gidilirse gidilsin, nasıl araçlar ve mücadele biçimleri kullanılırsa kullanılsın, proletarya devrimlerinin değişik versiyonlarının tümü işçi sınıfının öncülüğünde başarıya ulaşmışlardır. Proletaryanın önderlik etmediği kimi ulusal kurtuluş savaşlarında da durum değişmez; onlarda da rastlantısal biçimde hareket eden yığınlar yada imece usulüyle bir araya gelmiş kişiler değil, bu kez başka sınıfların (küçük burjuvazi, vs.) öncülüğü söz konusudur. Çünkü sonuç olarak tarihin tekerleğini sınıflar sürükler, rasgele topluluklar değil.
Bu öncülüğün somut ifadesi ise partidir. Proletarya katmanlarının siyasi bilincindeki eşitsiz gelişmenin bir ürünü olarak ortaya çıkan parti; savaşın tüm aşamalarında -bunu hak etmişse eğer- Genelkurmay konumundadır. Tarih boyunca bütün devrimlerin ortak yanı, adı her ne olursa olsun proletarya partilerinin siyasi öngörüleriyle, program ve perspektifleriyle, yönlendirici inisiyatifleriyle olayları sürüklemesidir. Bu gerçek, söz konusunu partilerin program ve planlarının somut hayatla çeliştiği durumlar için de geçerlidir; böyle durumlarda da bu gerilim ve krizden çıkmasını, yenilgilerden ders almasını başarabilen partiler kitleleri kazanarak zafere ulaşabilmişlerdir.
Ve elbette, hemen eklemeliyiz; proletarya partileri, devrimler süreci boyunca proletaryanın bağımsızlığının da garantileri olmuşlardır; ya da şöyle diyelim; bunu yapabildikleri oranda ortaya başarılı devrim ve sosyalizm pratikleri çıkmıştır. Çünkü, devrim deneyimlerinin çoğunda, toplumsal sürecin içinden geçtiği aşamalar ile o süreçleri yöneten partinin ve proletaryanın niteliği, kadro, üye özellikleri birbirinin aynı değildir. Sözgelimi açık işgal koşullarında bir proletarya partisi ulusun tümüne direniş çağrısı yaptığında da, kendisini bir “ulusal parti” haline getirmez, getiremez; kendi nihai komünizm hedefini, dünya devrimi perspektifini, üyelerinin ve kadrolarının Marksist niteliğini koruyarak yürür. Bütün bunların yerine getirilmediği örneklerde ise uzun vadede sonuç mutlaka olumsuzdur.

g) Ve nihayet yedincisi, yine genel bir kural olarak üzerinde yürünen stratejik çizginin proletarya partisinin örgütsel biçimlenişini büyük ölçüde belirlemesidir. Yugoslavya Komünist Partisi’nin büyük değişimi böyledir örneğin; kentlerde seçimlere katılarak başarılar sağlayan bir parti, işgalle birlikte kendi yönetim yapısını hızla dağlara taşımasını bilmiş ve klasik parti kadrosunun yerine gerillayı koyabilmiştir. Çok daha yakın bir örnek olarak Nepal Komünist Partisi (Maoist) de -bütün diğer tartışmalar bir yana- parlamentoda yer alan legal bir partinin kendisini halk savaşına uygun bir hale getirmesinin ilginç bir örneğidir. Bütün bunlar işin doğası gereğidir; çünkü her savaş, kendi alanından ve kendi kurallarıyla yönetilebilir. 1905 ve 1917 devrimlerini işçi mahallelerinden, işçi yığınlarının içinden yönetebilirsiniz; Sierra Maestra’daki gerillayı da Sierra Maestra’dan yönetebilirsiniz; birinde partinizin kadroları büyük ölçüde silahlı işçi müfrezelerinin içindedir; diğerinde kır gerillası olarak karşımıza çıkarlar. Ve bu devrimci güzergahların hepsi, sizin hem yönetim mekanizmalarınızı, hem bu mekanizmalarda yer alan kadroların niteliğini, hem de genel olarak kadrolarınızın sahip olması gereken özellikleri, vb. belirler. Bu açıdan, gerçekten Marksist-Leninist bir proletarya partisinin en önemli özelliği, devrim hareketinin akışına ve ihtiyaçlarına uygun örgütsel biçimleri bulabilmesidir. Dünya devrimler süreci, bu yeteneği gösteren devrimci partilerin başarılarının açık bir kanıtıdır.

Türkiye Gerçeği ve Bir Kutup Yıldızı Olarak Mahir Çayan
Şimdi artık bütün bu özetlemeler ve toparlamalardan sonra, Türkiye’de, Mahir Çayan’ın ülkesindeyiz…
Doğrusu, bunu bir şans olarak görebiliriz; böylece aşırı gururlanmış da olmayız.
Çünkü gerçekten de Mahir Çayan, emperyalizmin III. Bunalım Dönemi boyunca ortaya çıkmış olan devrimci önderler arasında kendine özgü bir yerde durur.
Her şeyden önce, Mahir Çayan’dan söz ettiğimizde bir gelişme çizgisinden söz etmiş oluruz. Bu anlamda tek bir Mahir Çayan’dan söz etmek hem doğrudur, hem de yanlıştır. Bütün süreç boyunca tek bir Mahir Çayan vardır, evet, onu belirleyen öğe, tepeden tırnağa bir devrim isteği ve iradesidir. Öte yandan aynı Mahir Çayan, politik sürece katıldığı andan itibaren kendi iç gelişimini sürdüren, hem Marksizmi, hem de üzerinde yaşadığı toprağı gitgide daha iyi kavrayarak değişen, kendini yenileyen bir önderdir. Bu anlamda onun ilk yazdıklarıyla son yazdıkları arasında farklar olduğunu söylemek, eleştiri değil iltifat sayılabilir. Gerçekten de bu farklar vardır; çünkü bizzat Mahir Çayan’ın kendi düşünme biçiminde gelişme dinamiği vardır.
Bütün bunların yanında birkaç nokta özel olarak çok önemlidir.
Örneğin Mahir Çayan, siyasi anlamda dönemin Maoist fırtınasının ortasına doğmuştur. Gerçekten de 60’lı yıllar dünyanın her köşelerinde Maoist tezlerin etkinlik kazandığı, özellikle Halk Savaşı konusundaki belirlemelerin devrimci özelliklerinden ötürü -haklı olarak- hızla benimsendiği bir dönemdir. Zaten Mao ve Lin Piao’nun “Milli Demokratik Devrim-Halk Savaşı” tezlerini evrenselleştirdikleri zamanlar da aynı zamanlardır. Doğal olarak Mahir Çayan da siyasi sahneye girdiği andan itibaren bu genel atmosferin etkisi altındadır. Ama çok ilginçtir; siyasi tarihe az çok objektif yaklaşan hiç kimse Mahir Çayan’ın Maoist olduğunu söylemez, söylemeyi de düşünmez. Çünkü siyasi sürecinin en başında bile Mahir Çayan’da kendine özgü bir şey vardır. Aynı günlerde bir ÇKP şubesi olmaya soyunan PDA çevresinin aksine Maoist deneyimi şablonlaştırmaz; birincisi Mahir Çayan, açık bir biçimde Marksist-Leninist eserlere yönünü dönen bir önderdir; daha sonra Kesintisiz Devrim I’den de anlaşılacağı gibi asıl beslendiği yer orasıdır. O, Marks-Engels ve Lenin üzerinden Mao’ya gelmektedir. Mao’ya olan büyük saygısına karşın dalkavukça bir ululaştırma tutumunda değildir; Doğu Perinçek ekibinde simgelenen çığırtkan “Maocu” akıma da saygı duymamakta, onlara açıkça “kalpazan” suçlamasını yapmaktadır. (Sonradan bu akımın içinden güçbela yakasını sıyırarak devrimci bir eğilimi inşa eden Kaypakkaya çevresiyle Mahir arasında görüldüğü kadarıyla somut bir ilişki-polemik, vb. yaşanmamıştır. O süreçte bu akım zaten henüz Perinçek ekibinden tam olarak kopmuş değildir.) İkincisi, Mahir Çayan, Maoizmin temel tezlerini “Marksizme katkı” olarak ele alırken de üzerinde yaşadığı topraklardan kopmamakta, bir “aynen tekrar”ın ve klişenin tuzağına düşmemektedir. Daha sonra göreceğimiz gibi Perinçek ve ekibiyle yaptığı bütün tartışmalar, esasen Mao’nun düşüncelerinin de zorlanması anlamına gelen bu şabloncu anlayışın reddedilmesi üzerine kuruludur. Ve üçüncüsü, Mahir Çayan, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine” yazısında çok açıkça görüleceği gibi PDA çevresindeki Fidel-Che alerjisini hiçbir biçimde paylaşmamakta, onların Küba Devrimi’ni küçümseyen ve tesadüflere bağlayan tutumuna son derece sert bir karşılık vermektedir. Çünkü o, devrimci strateji konusunun diyalektik bir sorun olduğunun farkındadır ve Maoist deney dışındaki yolları aforoz eden dalkavukça tutuma karşıdır.
Öte yandan yine çok ilginçtir; aynı Mahir Çayan, Türkiye’nin yakın geçmişinden akıp gelen Kemalist düşüncenin etkilediği bir ortamda siyasi hayatına başlamış ve dönemin birçok devrimcisi gibi bu düşünceden etkilenmiştir. Ve evet, bu konuda ciddi değerlendirme eksikleri, yanlışlıkları vardır. Ama aklı ve vicdanı olan hiç kimse Mahir Çayan’ın cuntacı-Kemalist olduğunu söyleyemez. Bu meselede de yine onun sağlam Marksist-Leninist temeli rol oynar; söylem düzeyindeki eksiklik ve yanlışlıklara karşın devrimci pratikteki tavrı ve ortaya koyduğu mücadele hattı, son derece açıktır. İşçi sınıfı ve halk dışındaki güçlere bel bağlama, onlarla böyle bir ilişki kurma tutumu Mahir Çayan’da mevcut değildir. O, son derece açık bir biçimde kendi yoluna, politikleşmiş askeri savaş stratejisine bağlıdır.
Ve nihayet, üçüncüsü, Mahir Çayan, son derece yakın durduğu ve derslerini özümlemeye çalıştığı Latin Amerika deneyimi konusunda da seçici bir tavra sahiptir. Bu sürecin Latin Amerika deneyimi bilindiği gibi hiç homojen değildir; bölgedeki devrimci güçlerin toplamı içinde açıkça “anti-parti” tutuma sahip hareketlerden Regis Debray gibi fokocu eğilimlere kadar herkes vardır. Ve Mahir Çayan, bu konuda da Marksist-Leninist klasiklerle bağını hep canlı tutar; Kesintisiz Devrim broşürünün neredeyse dörtte üçü bu temele dayanan bölümlerden ve teorik açıklamalardan oluşur. O, fokonun heyecanına değil, “Ne Yapmalı”ya, parti fikrine bağlıdır. Ayrıca Çayan, Latin Amerika deneyimi konusunda da sağlam olan kaynağa, yani Fidel-Che ikilisine yönelir, orayı referans alır.
Sonuç olarak Mahir Çayan’ın Sovyet ekonomi kaynakları, Maoizm ve Latin Amerika arasında bir eklektik düşünce yarattığı suçlaması son derece yakışıksız ve ahlaki de olmayan bir söylemdir. Tersine Mahir Çayan, yaşadığı dönemin dünya solu içersinde son derece kendine özgü bir yerde durur; bu anlamda dönemin Türkiye’sinin en enternasyonalist ve en “yerli” önderidir.
Bugün, aradan 36 yıl geçtikten sonra kuşkusuz onun söyledikleri de değerlendirilebilir. Ama bu mesele, doğrudan doğruya yıllarla ilgili değildir. Siyasi hayatta “düşüncenin en yenisi ve en tazesi makbuldür” diye bir kural yoktur. Üstelik siyasi hayatta bazen “en taze” sanılanın da “son kullanım süresi geçmiş” bir malın yeniden ambalajlanmış hali olduğu durumlar az değildir. Sonuçta, yaklaşık yüz yıl önce yazılmış bulunan “Ne Yapmalı” ya da “Devlet ve İhtilal” nasıl bugün hala devlet ve parti konularında temel referanslar olmayı sürdürüyorsa, Mahir Çayan’ın yazdıkları da salt “aradan şu kadar zaman geçmiştir” denilerek değerlendirilemez; daha doğrusu -kuşkusuz yapılabilecek olan- bir siyasi değerlendirme böyle bir noktaya dayandırılamaz.

1960’larda Türkiye Tablosu ve Devrimci Hareket
Türkiye sosyalist hareketinin 1970’ler öncesinde bir iktidar perspektifi ve stratejik anlayışının olup olmadığı doğrusu tartışmaya açık bir konudur. Cumhuriyet öncesini bu bakımdan ele almak oldukça zor görünüyor. Ekim Devrimi’nden doğrudan etkilenen Mustafa Suphi kuşağının ise her şeye rağmen kendine özgü bir planı olduğu belki söylenebilir. Kabaca özetlenirse bu plan, zaten yürümekte olan işgal karşıtı savaşa fiilen katılmak ve ülke içinde epeydir varlığı bilinen diğer komünist odaklarla buluşarak inisiyatif elde etmek biçiminde olsa gerektir. Dönem itibarıyla da siyasi mantığın böyle işlemesi normal sayılmalıdır. Suphilerin katledilmesinden sonraki döneme ve özellikle 1930’lara doğru gelindiğinde ise TKP’nin artık iktidar fikrini artık tümüyle geriye ittiği ve Komintern’in de etkisiyle mevcut Kemalist rejime şöyle ya da böyle yedeklendiği ifade edilebilir. Dolayısıyla böyle işleyen bir mantığın devrimin rotası üzerine ciddi bir tasarım yapması herhalde beklenemez. Daha sonraları gelişen yasal parti girişimleri ve “tevkifat-yeniden örgütlenme-yeniden tevkifat” zinciri içerisinde de bu tür bir girişimi bulmak pek mümkün değildir. 1960’larda ortaya çıkan en ciddi yasal parti girişimi olan TİP ise, sosyalizmin topluma yayılmasında ciddi etkiler yaratmış olmasına karşın parlamenter çizgidedir ve bir stratejik çizgi kaygısı taşımamaktadır.
Bu anlamda Türkiye solu açısından bu tartışmanın ciddi biçimde 1960’ların sonunda -kuşkusuz özellikle Çin Halk Savaşı’nın etkisiyle- başlamış olduğunu söylemek yanlış değildir. Gerçekten de bu dönem, Türkiye devrimci hareketi, Marksizmle tanıştığı ölçüde iktidar ve devrim fikriyle de tanışmakta ve henüz çok sığ bir yerden de olsa devrimin “nasıl olacağı” tartışmaları başlamaktadır. Aslında ilk anda durum şöyle özetlenebilir: TİP’in “sandıktan çıkma” yaklaşımına karşı Doğan Avcıoğlu ve ekibinin -Mısır’daki Nasır örneğinden etkilenerek- öne sürdüğü “tepeden inme” teorisi (ki bu teori işçi sınıfının irticanın etkisi altında olduğundan hareketle devrimci cuntayı çözüm olarak görmektedir) karşısında konuyla henüz yeni tanışan devrimci gençler de çok kabaca başka bir yanıt vermektedirler: “Dağdan gelelim!” Her şey kendi seyri içinde makul ve anlaşılır durumdadır. Sonuçta Küba devrimi daha 10 yıllık tarihe sahiptir ve Vietnam halk savaşı halen devam etmektedir; Çin ise zaten muazzam bir zafer olarak tarihteki yerini çoktan almıştır.
Bu arada Türkiye, 1945 sonrasında başlayan yeni-sömürgeci ilişkilerin en olgun dönemini yaşamakta, bu “olgunluk” aynı zamanda kriz işaretlerini biriktirmektedir. Emperyalizmin gizli işgali altında yeni-sömürgeleştirilen Türkiye, ekonomisinden politikasına, kültürüne dek emperyalizme bağlıdır. Emperyalizmle işbirliği içinde semiren tekelci burjuvazi, ıkına sıkına birlikte olduğu toprak ağaları ve büyük tüccarlarla birlikte ülkeyi bir oligarşik diktatörlükle yönetmekte; bu durum ise en küçük kıpırdanmanın bastırıldığı sömürge-tipi faşizm anlamına gelmektedir. Öte yandan yeni-sömürgeci kapitalistleşme süreci bir yandan kırsal yapıda çözülmeler yaratarak büyük göç dalgalarını kentlerin kapılarına yığarken, diğer yandan ise yapay bir kalkınma havası yaratmaktadır. Bu yanılsama ile yoğun şiddetin birleşimi ise kitlelerin tepkilerinin doğrudan düzene doğru yönelmesini bir ölçüde önlemektedir.
Tam da bu koşullarda devrimci sosyalist hareket siyasi sahneye ilk adımlarını atmaktadır. Ağırlıklı olarak devrimci gençlik hareketi içinden çıkan bir devrimci kadrolar kuşağı, çok genç yaşlarına karşın artık ciddi şekilde iktidar meselesini ve devrimci strateji konusunu düşünmeye başlamışlardır. Bu dönemin solunun tablosu az çok bellidir. Bir yanda yurtdışı bürosuna mahkum olmuş bir TKP, diğer yanda ise parlamenter yolu içselleştirmiş TİP vardır. Bir başka cenahta ise açıkça darbeci olan Avcıoğlu ve çevresi durmaktadır. Bu koşullar altında yeni devrimci kuşaklar doğal olarak bütün dünyada esmekte olan halk savaşı rüzgarının etkisi altındadırlar. Maoizmin etkisi çok açıktır; öte yandan daha yeni bir deneyim olan Küba devrimini anlama çabası da yoğundur.
Mahir Çayan’ın bu ilk dönemde, 1969’da yazdığı yazıların bazıları aslında henüz tahrifatlara ve barışçıl rüyalara karşı bir direnç niteliğindedir. Örneğin “Revizyonizmin Keskin Kokusu I-II” böyledir. Yazdığı kitap tanıtımlarıyla Marksist eserleri ciddi biçimde tahrif eden TİP’li çevirmen Kenan Somer’in eleştirildiği bu yazılarda Lenin ve eserleri savunulurken, şiddete dayanan devrim tezinin Mahir’in kafasında net olduğunu görürüz. Bu yazılarda sert bir şekilde “barışçıl geçiş” tezleri eleştirilmektedir. Ama bu arada Mahir Çayan, Mao’ya yapılan bir saldırıya da yanıt verir ve “iktidar namlunun ucundadır” cümlesiyle birlikte halk savaşı tezini de açıkça savunur. Hatta Çayan, bu tezin Çin’e özgü olmadığını, Leninizmin evrensel tezi olduğunu özel olarak vurgular. İlginç olan, bu yazıda, yani henüz Ağustos 1969’da bunalım dönemleri çözümlemesinin yer alması ve III. Bunalım dönemi belirlemesinin yapılmasıdır. Ayrıca yazı, silahlı mücadelenin yalnızca “hiç legal imkanın kalmadığı işgal koşullarında geçerli olacağını” iddia eden Somer’e karşı Latin Amerika’daki gerilla mücadelelerini örnek vermekte ve “Örneğin, devrimcilere legal mücadele imkanını tanıyan parlamento ve kanunlara sahip ve de Marksist bir partinin eylem yaptığı Venezüella’da Douglas Bravo’nun zoru ne? Niye Falkon’da silahlı mücadeleyi sürdürüyor? Pekala parlamenter yoldan sosyalizm mücadelesi yapabilirdi. Ve de bir gün oyların %51’ini alıp iktidarı ele geçirebilir, sonra da anti-emperyalist mücadeleyi sürdürebilirdi, değil mi Bay Somer?” diye sormaktadır. Yani Mahir Çayan, bu süreçte halk savaşının evrensel olarak geçerli bir stratejik çizgi olduğu görüşündedir ve bunun sadece Çin’e özgü bir durum olmadığını, Latin Amerika’yı da kapsadığını ifade etmektedir. Bütün bunlar zaten stratejik hedef olarak Milli Demokratik Devrim tezinin benimsenmiş olmasıyla da uyum içersindedir.
Öte yandan, son derece önemlidir, aynı yazıda Çayan, Althusser’den hareketle “Aktüel Uğrak” kavramını tartışmaya dahil eder ve “milli kriz” ortamını da tarif eder. Böylece o, “barışçıl yol-savaşçı yol” ikileminin Marksistlere ait olmadığını, Marksistlerin yalnızca “milli krizin varlığı yokluğuyla” ilgili olduklarının altını çizer.

Mao’yu “Maocu”lardan (!) Korumak…
Daha sonraları, Ocak ve Haziran 1970’te yazılan zincirleme iki yazının ise (“Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” ile “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine”) doğrusu ilginç bir kaderi vardır. Kategorik olarak kendini Maocu diye tanımlamayan, bu tür tanımları alaya alan Çayan, sözde Maocu Perinçek çevresine karşı Mao’nun tezlerini savunmaktadır. Daha doğrusu, bu tam olarak Mao’nun savunulması da değil, aslında Leninist ilkelerin savunulmasıdır; her iki yazı da aslında işçi sınıfının dışındaki güçlere bel bağlayan sağcı anlayışa karşı Milli Demokratik Devrim’de işçi sınıfının öncülüğünün vurgulanmasını amaç olarak almıştır. Ancak yazıların bütünlüğü içersinde Halk Savaşı kavramına da sık sık yer verilmekte ve evrensel bir ilke olarak ortaya konulmaktadır. “Sağ Sapma” yazısında bu daha azdır ama “Yeni Oportünizm” yazısı tümüyle nettir.
Yazıda tüm klasik unsurlarıyla Halk Savaşı savunulmakta ve Mao’nun Marksizm-Leninizme katkıları sayılırken Halk Savaşı teorisi özel olarak zikredilmektedir. Burada savunulan Halk Savaşı çizgisi, özetle bir köylü savaşıdır; kırların temel alan olduğu bu savaş gerilla mücadelesiyle başlayıp halk ordularıyla devam edecektir. Köylülerin temel güç olduğu bu savaşta, şehirlerin rolü ikincildir ve işçi sınıfının öncülüğü ideolojik öncülüktür. İdeolojik öncülükten anlaşılması gereken ise işçi sınıfının partisinin köylü kitlelerine önderlik etmesidir. İşçi sınıfının ve şehirlerin temel alınması, Çayan’a göre pasifizmin kapısını aralamaktadır.
Henüz yeni-sömürgecilik belirlemesinin yer almadığı bu yazılarda Türkiye de “yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke” olarak tanımlanmakta ve klasik MDD anlayışı savunulmaktadır ama çok ilginçtir, buna karşın bu devrim anlayışı ve Halk Savaşı çizgisi tümüyle üretici güçlerin durumuna dayandırılmamaktadır. Mahir Çayan, bir ülkenin içinde bulunduğu devrimci aşamanın (ve stratejik çizginin) tamamen o ülkenin üretici güçlerinin düzeyine ve hangi üretim ilişkisinin hakim olduğuna gere belirlenemeyeceği, böyle bir belirlemenin politik durumu da dikkate alan bir yerden yapılabileceği görüşündedir. Kuşkusuz Mahir böylece MDD ve Halk Savaşının örneğin ABD ya da Almanya gibi ülkelerde de geçerli olduğu gibi saçma bir noktaya varmamakta, devrim ile ülkenin sosyo-ekonomik yapısı arasındaki ilişkiyi reddetmemektedir; onun sözünü ettiği şey, sömürge, yarı-sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde ister yarı-feodal, ister bağımlı kapitalist bir toplumsal yapı olsun, esas sorunun sürekli milli krizin varlığı ve belli bir ayaklanma vaktinin beklenmesinin pasifizm anlamına geldiğidir. Bu ülkelerde, görece uzun süreli istikrar dönemleri yoktur, daha baştan itibaren gerilla savaşı temeline dayanan bir uzun süreli savaş zorunludur ve rejimin yumuşak karnı kırlardır...

Küba ve Debray…
Leninist Çizginin Savunulması
Bütün bunlar bir yana, “Yeni Oportünizm” yazısında Küba ile ilgili özel bölüm son derece önemlidir. Bu bölüm, her şeyden önce Mahir’in Küba deneyimi üzerine olan tartışmaları ve bazı yayınları dikkatle izlediğini göstermektedir. İkincisi, Mahir böylece şabloncu “Maoist” ekolden tamamen farklı olarak Küba devrimini açıkça savunmakta ve bu deneyimin Marksizm-Leninizmin hazinesine büyük bir katkı olduğunu ifade etmektedir. Küba devriminin “emperyalizm uykudayken” gerçekleşmiş “tesadüfi bir başarı” olduğunu söyleyen bu şablonculara yazının yanıtı çok serttir. Tersine Mahir, bu devrimin III. Bunalım Dönemi’nin anlaşılabilir bir sonucu olduğunu ifade eder.
Ama asıl önemlisi bu bölümde Mahir’in Küba devrimi ile Regis Debray’ın anti-marksist görüşlerini özdeşleştirmek isteyen anlayışlara net olarak karşı çıkması ve Küba kaynaklarından ve Monthly Review’den yaptığı alıntılarla özet olarak şu üç noktayı ortaya koymasıdır. 1- Debray’ın askeri liderliğin temel unsur olması gerektiği tezi yanlıştır, “tam tersine siyasi çalışma esastır. Ve askeri yan, politik liderliğe tabi kılınmalıdır.” 2- Debray’ın “burjuva şehir-proleter kır”, (…)şeklinde yaptığı ayrımını bir sınıf çatışması olarak ortaya koyması, Leninist bir analiz değildir. 3- Debray’ın “Küba’da foco, partiyi yarattı” iddiası yanlıştır, devrim için parti şarttır.
Yani sonuç olarak Mahir Çayan, hem sözde “Maocu”ların yalnızca Çin deneyini kıble edinen tutumuna karşı çıkmakta, hem de Küba deneyimini doğru yerden kavramaktadır. Bu iki olgu, devrimci sosyalist hareketin daha sonraki gelişme adımı açısından önemlidir.

Teorik Sıçramadan Önce İki Belge…
Daha sonra gelen iki yazı da, (“Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” ve “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi”) aslında biraz “ihtiyaçtan kaynaklanan” yazılardır. Her ikisinin de başlangıcında “hareketin bütün görüşlerini ifade eden bir broşürün (Kesintisiz Devrim kastediliyor-SB) yayına hazırlandığı” hatırlatılmakta ve her iki çalışmanın da zorunluluktan ve eleştirilere cevap verme ihtiyacından kaynaklandığı ifade edilmektedir.
Ama ilginçtir, her iki yazı da Mahir Çayan’ın gelişiminin ilk döneminin belirlemelerini içerir. Örneğin bunalım dönemleri tezi henüz bütün mantıki sonuçlarına ulaşmış değildir, ülke hala “yarı-sömürge” olarak tanımlanmakta ve klasik Halk Savaşı planı savunulmaktadır. Şu sözler son derece açık olmalı: “Leninizmin dünyanın yarı-sömürge ve sömürge ülkeleri için öngördüğü devrim teorisi; işçi sınıfının önderliğinde köylü ordusunun halk savaşıyla kırlardan şehirleri kuşatması teorisidir. Biz, hiçbir sömürge ve yarı-sömürge ülkenin, kıtanın veya bölgenin leninizmin bu evrensel ilkesini geçersiz kılabilecek kendine özgü şartlar taşıdığını kabul etmiyoruz.” (ASD’ye Açık Mektup)
Daha net bir ifade ise şudur: “(…) Emperyalizme arkasını dayamış olan karşı-devrim cephesi, proletaryanın yoğun bulunduğu, büyük şehirlere ve kilit bölgelere güçlerinin büyüğünü yığmış ve çok sıkı bir denetim kurmuştur. Bu hain yönetimin yumuşak karnı kırlardır. Dünyadaki bütün kurtuluş savaşlarının (halk savaşlarının) pratiği, bize şunu söylemektedir; zafere kırlardan şehirlere doğru bir rota izleyen, çeşitli ara aşamalardan geçen halkın örgütlü savaşı ile varılabilir.” (age)
Öyle görünüyor ki Lin Piao’nun abartı ve zorlamayla bütün dünya için tartışmasız geçerli saydığı Çin Halk Savaşı çizgisi hala devrimci sosyalist hareketi etkisi altında tutmaktadır.
“İdeolojik öncülük” meselesinde de durum hala böyledir: “Köylülerin temel güç olarak formüle edilmesi sadece devrimin anti-feodal niteliğinden dolayı değildir. (…) Halk savaşı bir avuç öncünün savaşı değil emekçi halkın savaşıdır. Halk savaşında temel mücadele alanı kırlar olduğu için, köylüler de savaşın temel gücüdür.”

Kesintisiz Devrim I-II-III: Devrimci Sosyalist Manifesto
Hareket, Kesintisiz Devrim broşürleri noktasına geldiğinde ise artık durum oldukça köklü biçimde değişmiştir. Bu broşürler, o güne kadar yaratılmış olan birikimin derli toplu hale getirilerek bir tür “bildirge” ya da “manifesto” haline sokulmasıdır ve zaten dil ve anlatım bakımından da eski yazılardan farklı olarak, programatik bir tarza sahiptir. Broşürlerde, her parçası birbiriyle tutarlı ve olgunlaşmış bir bütünlük vardır; o güne kadar çeşitli yazılarda parça parça ve olgunlaşmamış olarak kullanılan kavramlar, yerli yerine oturmuş, mantıki sonuçlarına ulaşmış ve ortaya gerçek bir “yol kılavuzu” çıkmıştır.
Şüphesiz bu, zaman olarak kısa görünse de son derece canlı yaşanmış birkaç yılın birikimidir. Bu süreçte bir yandan Mahir Çayan Marksizm konusunda daha yetkin bir noktaya gelmiş, diğer yandan ise hem Mahir, hem de hareketin tümü, bir devrimci pratiğin içinde ülke toprağını daha iyi tanıma fırsatı bulmuşlardır. Türkiye’nin dört bir yanına koşuşturup duran, bütün büyük kitlesel olayların içinde yer alan Mahir ve yoldaşları artık üzerinde yürüdükleri yolu da daha iyi kavramaktadırlar.
Böyle bir sürecin ürünü olan Kesintisiz Devrim, bilinçli bir tercih sonucu klasik eserlerden ve Marksizm-Leninizmin temel ilkelerinden işe başlar ve adım adım Türkiye’ye gelir. Böylece okurun kafasında önce bir temel yaratan metinler, günümüze doğru geldiğinde ise artık daha kapsamlı ve yerine oturmuş bir dönem çözümlemesi ile karşılaşırız. Örneğin bunalım dönemleri tanımlaması daha nettir ve özel olarak III. Bunalım Dönemi üzerine ayrıntılı sayılabilecek bir çözümleme vardır. Üstelik bu çözümleme, akademik düzeyde bir emperyalizm tahlili olarak kalmamış, büyük bir hızla Türkiye’ye ve devrim stratejisi kavramına doğru yönelmiştir. Öte yandan, geçmişe oranla çok daha iyi kavranmış olan yeni sömürgecilik kavramı kilit bir kavramdır. Bu kavram üzerinden Türkiye’ye bakan Mahir, artık “yarı-sömürge, yarı-feodal” gibi eski tanımlamaları bir yana bırakmış ve ülke gerçekliğini derinlikli olarak yeniden kavramıştır. Gizli işgal, emperyalizmin de içinde yer aldığı bir blok olarak oligarşinin tanımlanması, faşizmin sürekliliği ve yeni sömürge kapitalistleşmesi ile zorun yarattığı bir siyasal durum olarak “suni-denge”, hep aynı mantık zincirinin halkaları olarak birbiriyle tutarlıdır.
a) Böyle bir yoldan giderek ulaşılan noktalardan birincisi, devrimin muhtevası, yani stratejik hedefle ilgilidir. Bu kez yapılan tanımlama şöyledir: “Ülkemizdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden ve de yerli tekelci burjuvazi, baştan emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğduğundan, stratejik hedefimiz anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimdir.”
Ve ardından Mahir bir parantez açarak ekler: “Anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim kavramı, kavram olarak MDD’den pek farklı değildir. Ancak daha geniş bir muhtevayı ve niteliği belirtmektedir. Emperyalizmin III. bunalım döneminin emperyalist işgal biçimini belirtmesi açısından bu kavram daha tutarlıdır. Milli Demokratik Devrim kavramı, genellikle, emperyalizmin eski istismar metodlarının temel olduğu dönemi karakterize etmektedir.”
Doğrusu bu, aslında bir parantezden daha fazlasıdır ve köklü bir dönüşümü ifade etmektedir. Her ne kadar “MDD’den pek farklı olmadığı” söylense de, bu yeni tanımlama neredeyse bir “dünya değişikliği”dir; çünkü böylece “kesintisiz” devrim yaklaşımı üzerinden bir ufuk açılmıştır ve klasik Maoist teori ile köprüler atılmıştır. Özellikle söz konusu parantezin ardından gelen uzun bir bölüm, Çin’i karakterize eden II. Bunalım Dönemi koşullarını ve yeni koşulları arkası arkasına açıklamakta ve baş çelişkiyi “oligarşi ile halk arasında” tanımlayarak durumu netleştirmektedir. Dahası bununla da yetinmeyen Mahir, aynı bölümde “sınıfsal ve ulusal planda” yürüyecek olan savaşın bugün “sınıfsal yönünün” ağır basacağını söyleyerek başka bir atak yapmaktadır. Sonuç olarak bu yeni yaklaşım artık bize halk devriminin programı bakımından daha gelişkin bir zemin sunmaktadır.
b) Stratejik çizgi bakımından ise dönüşüm çok daha köklüdür.
Her şeyden önce, yeni sürece bakarken Küba deneyimi daha öne çıkmıştır. “Küba devrimi” diyor Mahir, “çalışma tarzıyla, takip ettiği rota itibariyle bu tarihsel dönemin özelliklerinin bir sonucudur. Bir başka deyişle, Marksizm-Leninizmin, bu tarihsel dönemin pratiğine uygulanmasının bir sonucudur. (Küba proleter devrimi hariç bütün devrimler, iki evren savaşının alt-üst oluşları içinde olmuştur). Silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması ve de halkın devrimci öncülerinin savaşı, Marksizm-Leninizmin evrensel tezlerinin bu somut tarihsel durumun pratiğine uygulanması sonucu ortaya çıkmış olan, bütün emperyalist hegemonya altında olan ülkelerin proleter devrimcilerinin bolşevik çizgisidir.” Böylece geçmişe göre farklı -ve daha doğru- bir yaklaşımla Çin deneyinin aşılmış bir bunalım dönemine ait olduğu tespit edilmekte ve yeni döneme ilişkin düşünürken Küba deneyimi daha öne çıkarılmaktadır.
İkincisi, yeni yaklaşımda, Lenin’in “milli kriz/devrimci durum” tanımının özgün bir uyarlaması Mahir’in düşünme biçimine eşlik etmektedir. III. Bunalım Dönemi ve yeni-sömürge ilişkilerini çözümleyen Mahir, mevcut bağımlı ekonomik ve siyasal yapının tam da bu bağımlılık ilişkilerinden ötürü, kendi iç dinamiğiyle gelişen normal bir yapı değil, çarpık bir gelişme olduğunu ve bu çarpıklığın da sürekli kriz üreten bir mekanizma olduğunu belirlemektedir. Daha önce bu yazımızın ilk bölümünde ayrıntılı olarak ele aldığımız gibi, Lenin’in “milli kriz” tanımının böyle bir sürece birebir uygulanması doğru değildir ve her durumda pasifizmi üretmektedir. Çünkü böyle bir şabloncu düşünce, devrim durumunu kısa süreli bir med-cezir ya da tren-istasyon ilişkisi olarak algılamakta ve “uygun anı bekleme ve ona hazırlanma” parantezi içine sıkışmaktadır. Mahir ise, çarpık iktisadi-siyasi sistemin doğası gereği sürekli olarak bir milli kriz hali yaşadığını, bu krizin olgunlaştırılmasının ise artık devrimci güçlerin sorunu olduğunu düşünmektedir. Bu, henüz olgunlaşmamış bir krizdir; zaman zaman büyük kırılma noktalarına varmakta, zaman zaman nispi onarımlar gerçekleşmekte ama bir türlü düzlüğe çıkılamamaktadır.
Böylece Mahir, Che’nin “Devrim yapmak için tüm koşulların bir araya gelmesini beklemenin her zaman gerekli olmadığı, ayaklanma odağının bunları yaratabileceği” şeklindeki görüşünü benimsemekte ve klasik düşünme biçimlerinden kendisini koparmaktadır.
Bunun doğal sonucu olarak Mahir, “evrim” ve “devrim” aşamaları konusundaki yerleşik anlayışın da değişmesi gerektiği düşüncesindedir. Böylece vardığı yer, iki aşamanın özel olarak birbirinden ayrılamayacağı, öyleyse iki aşamanın mücadele, çalışma ve örgüt biçimlerinin yeniden harmanlanması gerektiğidir.
İşte tam bu mantık zinciri içersinden Mahir, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’ni çıkartır. Bu stratejinin özü, “mekanik biçimde bütün nesnel ve öznel koşulların bir araya gelmesini bekleyen, bunları hızlandırmayı düşünmeyen” bir yaklaşımın terk edilmesi ve krizin derinleştirilmesi ile kitlelerin örgütlenmesi görevlerinin tek bir devrimci süreçte birleştirilmesidir. Böylece Mahir, devrimci iradeyi, devrim durumunun derinleştirilip olgunlaştırılması sürecinin de öznesi yapmaktadır. Bu, silahlı propagandayı sürecin merkezine oturtan ve bütün diğer mücadele ve örgütlenme biçimlerini onun etrafına ören bir yaklaşımdır; “silahlı propaganda” konusundaki Vietnam deneyimi böylece derinleştirilmiş, gerilla savaşı, kitlelere hedef gösterilmesi ve onların örgütlenmesi sürecinin bir parçası yapılmıştır. “THKP-C tarzında silahlı propaganda, iki işlevin bir arada yüklenildiği bir durumu yansıtır. Bir yandan, düşmanın fiziksel tahribini değil siyasi yıpratmayı öne çıkaran tarzıyla bir “siyasi gerçekleri açıklama kampanyası” aracı biçiminde fonksiyon yüklenen silahlı propaganda faaliyeti, diğer yandan da ilk gerilla çekirdeğinden itibaren geleceğin halk ordusunun temelini atmakta, adım adım o gücü oluşturmaktadır. Bünyesinde bu iki amacı birleştiren silahlı propaganda, şüphesiz bu bakımdan, savaşın çok ileri aşamalarındaki az çok rutinleşmiş çatışmaları da ifade eden genel “silahlı mücadele” kavramından ayrılmakta, daha özgün bir durumu tanımlamaktadır.” (2000’lerin Başında Silahlı Mücadele, Özgür Barikat, Sayı: 5)
Yine sözü Mahir’in deyimiyle toparlarsak; “Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.”
Söylemeye bile gerek yok ki, bu, kitlelerin örgütlenmesinin reddi değil, bu örgütlenme sürecindeki temel araçların değiştirilmesidir. “Şüphesiz “örgütleme” denilen şey temel olarak insan ilişkilerine ait bir durumdur ve mutlaka o zeminde, o zeminin araçlarıyla, yüzlerce yolu bulunabilecek örgütsel/propagandif araçlar kanalıyla yürür; yani silahlı eylemin kendisi, doğrudan bir biçimde somut A kişisinin B örgütsel birimine çekilerek “örgütlenmesi” görevini yüklenmez. İşin bu bölümü, netice olarak dünyanın her yerinde ve her zaman olduğu gibi, somut ve günlük insani faaliyetin bir sonucu olacaktır. Silahlı mücadelenin örgütleyiciliğinden kasıt, silah sesinin kitleleri “örgütlemesi” değil, ama siyasi gerçeklerin açıklanmasının hizmetine koşulmuş olan silahlı mücadelenin yarattığı politik atmosferin, somut insan ilişkilerine çevrilmesi, genel olarak kitlelerin buna uygun hale getirilmesidir. Bu, bir yörünge, bir çekim merkezi oluşturulması ve klasik örgütleme çalışmasının bu somut üzerine oturmasının sağlanmasıdır.” (2000’li Yıllarda Silahlı Mücadele, Özgür Barikat, 5. Sayı)
Ayrıca bu bağlamda en kritik kavram olarak görünen “öncü savaşı” kavramında da bir sorun yoktur. Söz konusu kavram, bu mücadele çizgisinin mantığı gereği, savaşın belli bir aşamasında parti kadrolarının daha fazla öne çıkmasını bize anlatır ki, bunda garipsenecek bir durum yoktur. İşin doğası böyledir. Sorun, “başlangıç” denilen basit kavramla ilgilidir aslında. Burada bir “düello” değil, sürecin mantığı gereği nispeten daha dar bir parti kadrosuyla işe başlanması ve gerillanın giderek bir halk hareketine dönüşmesi vardır ve dünyanın neresine gidilirse gidilsin bir anlamda “başlangıç” denilen şey, böyle bir şeydir. Cao Bang mağaralarında eğitilen ilk kırk kişi de böyle bir ilk -ve dar- gruptur ve bu şaşılacak bir şey değildir. “1984 Ağustos Atılımı” öncesinde Kürt yurtsever hareketinin de köylerden doğru dürüst ekmek ve su bile alamadığı bilinen gerçekliklerdir; oradan 1992 serhıldanlarına gelene kadar epey bir zaman geçmiştir.
Kısacası işin mantığı, başlangıçta düşmana fiziki zarar vermekten çok siyasi propagandayı esas alan bir devrimci müdahale biçiminin ortaya konulması ve bu gücün büyütülmesi ile kitlelerin -hiçbir özel tabu tanımaksızın, her türlü araçla- örgütlenmesinin birlikte yürütülmesidir. Zaten bu ikisi birbirini kadro düzeyinde ve siyasal olarak besleyen süreçlerdir ve birinin yokluğu felaket anlamına gelir ve ayrıca kitlelerin örgütlenmesi de gerilla savaşının kendi başına, silah sesi aracılığıyla yapabileceği bir şey değildir. Kitlelerin örgütlenmesi, kitleleri örgütleyebilecek yapılar, kurumlar ve araçlar gerektirir.
Öte yandan PASS, sadece bir siyasi müdahale biçimi de değildir. Bu kavram, bir stratejik çizginin bütününü ifade eder ve bu bütünlük, özünde Halk Savaşı ya da Uzun Süreli Savaş kavramlarından içerik bakımından çok ayrı değildir. Ancak bu noktada Mahir, tipik Çin deneyiminden ayrıntı gibi görünen bir noktada farklılaşır. Evet, Mahir, son derece açık biçimde gerilla savaşının esas alanının kırlar olacağını ifade etmekte ve hatta bu konuda ayrıntılı olarak “dört aşamalı” bir plan ortaya koymaktadır ama öte yandan da “Bu stratejik çizgi, kır ve şehiri, silahlı propaganda ve öteki politik kitlevi mücadele biçimlerini diyalektik bir bütün olarak ele alan çizgidir” diyerek yeni bir anlayışın ipuçlarını da vermektedir. Daha sonraları devrimci sosyalist hareketin “Birleşik Devrimci Savaş” olarak adlandıracağı anlayış köklerini buradan almaktadır.
Ancak yine de bütün söylediklerine objektif olarak bakıldığında görülecek olan şey, Mahir’in kır gerillasına olan bağlılığıdır; o, ikinci bir iktidar odağının ancak kırlarda yaratılabileceğini, aksi takdirde kolayca ezilebileceğini düşünmekte; ama şehirlerin önemini de gözardı etmemektedir.
Kısaca -ve kabaca- özetlendiğinde Kesintisiz Devrim’deki tablo aşağı yukarı böyledir.
Esasen bütün bu konularda Mahir Çayan’ın kendi söylediklerine özel olarak eklemeler yapmak ve izaha çalışmak gereksizdir. Söylenenler ortadadır; yapılanlar da ortadadır; Mahir’i eleştiri amaçlı ikinci el alıntılardan değil de birinci elden, kendi yazdıklarından okuyanlar, bugüne dek yapılan spekülatif eleştirilerin çoğunun tümüyle safsata olduğunu görebilirler. Mahir’de söz konusu olan şey, ne “öncülerin düellosu” ne de “birkaç silah sesiyle kitleleri örgütleme hevesi”dir; bu bölümün başında özetlemeye çalıştığımız Marksist-Leninist devrim ilkelerinin tamamı Mahir’in yazdıklarında ve yaşamında mevcuttur.

Kesintisizlerin Yolunda Yürüyüş ve Devrimci Sosyalist Hareket
Açıkçasını söylemek gerekirse, Kızıldere sonrasında yeni kuşakların devralarak sürdürdüğü ikinci dönem, pratik alandaki bütün ataklarına karşın ideolojik alanda olması gerektiği kadar verimli değildir. 1974’ten itibaren bu çizgiye karşı bir saldırı ve “eleştiri” furyasının başlaması, hatta hareketin içinden gelen bazı unsurların Perinçek çukuruna dek kayabilen tutumları, yeni kuşakların teorik tutumunda da bir katılaşma yaratmıştır.
Bu yazı kapsamında sözünü ettiğimiz bu ikinci dönemin ayrıntılı değerlendirmesine girmeyeceğiz; ancak süreç boyunca THKP-C ardılı gruplardan çoğundaki esas sorunun Mahir’in iktidar perspektifi ve siyaset yapma biçiminden kopma olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Devrimci Yol cenahında yapılan şey, teorik olarak nasıl ifade edilmiş olursa olsun, pratikte Mahir’deki ufuk çizgisinin geriye çekilmesi, iktidar savaşının yerel düzeydeki çatışmalara indirgenmesi, parti kavramının sürekli ötelenerek kendiliğindenci yapılanmalar düzeyinin üstüne çıkılamamasıdır.
İşin açıkçasını söylemek gerekirse, devrimci sosyalist hareketimiz, kendi öznel niyetlerinin de ötesinde, bu süreçte daha ağırlıklı olarak parti çizgisinin saldırılara karşı savunulması kaygısına sahip olmuş, işin bu bölümüne büyük ağırlık vermiştir. Kuşkusuz aynı süreçte hareketimiz, Kemalizm ve Kürt sorunu konularında kendi içinde etkili tartışmalar yürütmüş ve nihayetinde bu sorunları doğru bir biçimde çözmüştür. Ayrıca “Birleşik Devrimci Savaş” yaklaşımı da hareketimiz bünyesinde başından beri genel kabul görmüş ve dillendirilmiştir. 87 sürecinde ise özellikle silahlı mücadele ile kitlelerin örgütlenmesi sorunlarında daha ayrıntılı tartışmalar vardır. Ancak yine de bütün bunlara karşın, 75 sonrası sürecin tamamına bir bütün olarak baktığımızda, genel bir savunma çizgisinin daha hakim olduğunu söylemek mümkündür.

Yeni Tarihsel Dönem ve Stratejik Çizgi Üzerine…

A) Yeni Tarihsel Dönem Süreç Üzerine Kısaca
Bilindiği gibi devrimci sosyalist hareketimiz, 1980’lerde filizlenerek 1990’lardan itibaren kendisini bir bütünlük halinde ortaya koyan dönemin, emperyalizmin -ve tabii ki dünyanın- yeni bir tarihsel dönemi olduğunu belirlemesini yapmıştır.
Yaklaşık beş yıl önce söylediklerimizi hatırlayabiliriz: “1990’lara değin, sosyalist sistem ile kapitalist sistem arasındaki çelişki ve çatışmanın ekseninde belirlenen dünya çapındaki ilişki, yapı ve dengeler, sosyalist sistemin çöküşü, sosyalist hareketin genel bir kriz içine girişi ve gerileyişi ile birlikte kapsamlı bir değişime uğramıştır. 1990’lı yıllar kapitalist sistem ve sosyalist harekette ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinde, 1945’ten beri kurulmuş olan toplumsal modellerin, ilişkilerin, çelişkilerin, yapı ve dengelerin bir bölümünün ortadan kalktığı, bir bölümünün ise hızla yapısal bir değişim içine girdiği ve böylece yeni ilişki, çelişki, yapı ve dengelerin oluştuğu yıllar olmuştur. Bu bağlamda hem kapitalizm, hem de karşıtı, yani sosyalist hareket bakımından yeni bir sürece girilmiştir.” (Tek Yol Devrim, Tek Yol Devrimci Yenilenme, SB. Sayı: 1)
Bu yeni dönem, daha önceki yazılarımızda sık sık ifade ettiğimiz gibi, kapitalist dünya ekonomisine 1945’lerden itibaren egemen olan kapitalist sömürü modelinin 1970’lerden itibaren krize girmesiyle şekillenmeye başlamış, 1980’lerdeki restorasyon ile belli bir mesafe kat etmiş ve nihayet 1990 çöküşü sonrasında somut bir gerçeklik haline gelmiştir.
Ekonomik anlamda bu yeni süreç, Keynesçi sömürü modeli politikalarının terk edilerek finans sermayesinin, mal ve hizmet üretiminin, dolaşımının ve pazarların tümüyle serbestleştirilmesi, kar oranlarının yükseltilmesinde para sermayenin başlıca aktör haline gelmesi, tüm insan etkinliklerinin ve bütün kamusal hizmetlerin meta üretimine dahil edilmesi, kapitalist sanayinin yüksek kar oranlarına sahip üretim sektörleri temelinde yeniden yapılandırılması gibi unsurları kapsar. Ayrıca, üretim sürecindeki tüm aşamalarının tek bir büyük işletmede ve standart kitle üretimi ve düzenli istihdam temelinde üretilmesi modelinden, üretim sürecinin işletme içinde ve işletmeler arasında parçalanmasını, işçi sınıfının hem zihinsel, hem de fiziki olarak yoğun biçimde sömürülmesini esas alan ve kazanılmış hakları yok eden bir çalışma düzeni olan esnek üretim örgütlenmesi egemen hale getirilmiştir.
Bu gelişmelere bağlı olarak, emperyalist ülkelerde ikinci sınıf sanayi sektörleri konumuna düşmüş sektörlerin yeni-sömürgelere aktarılması, daha çok borçlandırılmış bu ekonomilerin, mal ve hizmetlerin serbestçe akışının sağlanması zemininde yeniden yapılandırılması sağlanmış ve bu zeminde yeni bir uluslararası işbölümü geliştirilmiştir. Yeni-sömürgelerde yaşanan bu süreç yeni sömürü modelinin temel unsurlarından biri olmuştur. Bu sömürü modeli ile, kendine yeni ve yüksek kârlarla değerlenme alanları arayan birikmiş devasa tekelci sermayeye ekonominin her alanında çok büyük alanlar açılmış, yapısal krizin yıkıcı etkileri hafifletilmeye, ekonomik açıdan yönetilebilir hale getirilmeye çalışılmıştır.
Kısaca neo-liberalizm olarak adlandırılan bu sürecin politik düzeydeki karşılığı ise “yeni-sağ” diye bilinen neo-faşist eğilimli politikalar ve uygulayıcılarıdır. 1980’lerde Reagan, Thatcher, Kohl üçlüsüyle simgelenen bu akım, kamusal alanın “sosyal” kanatlarını kırmayı ve metalaştırmayı, sınıf örgütlerini etkisizleştirmeyi hedeflemiştir.Bu politikaların yeni-sömürgelerdeki karşılığı ise, bir yandan açık işgallerin, diğer yandan ise açık faşizm ile gizli faşizm uygulamalarının iç içe geçtiği “düşük yoğunluklu çatışma/düşük yoğunluklu demokrasi” gibi modellerin yaygınlaştırılmasıdır. Bu temelde, dizginsiz bir faşist terör ve demagojik bir demokrasi söylemi bilinç çarpıtıcı bir biçimde aynı sürecin parçası yapılmıştır.
Ve nihayet, eşyanın doğası gereği, reel sosyalizmin ortadan kalktığı koşullar, bir yandan dünya pazarını bir anda olağanüstü düzeyde genişletir ve dizginsiz bir küresel soygun ve haydutluğun önünü açarken, diğer yandan da geçmişte emperyalistler arası çatışmayı baskı altında tutan olgunun çöküşüne bağlı olarak hegemonya kavgasını büyütmüş, şiddetlendirmiştir.
Bütün bunların yanında yeni tarihsel dönem, bütün dünya açısından korkunç bir insani yıkımı beraberinde getirmiş, büyük bir yoksulluk uçurumunun yanında insanın manevi dünyasını da parçalayan ideolojik saldırı bu politikalara eşlik etmiştir. Siyasal ve ekonomik alanda yaşamı parçalanan ve daraltılan milyarlarca insana yeni vahşeti kabul ettirmenin, akılcı ve bilimsel düşüncenin yok edilmesinin, toplumsallığın, bütünlüklü kurtuluş fikrinin çürütülmesinin, sonuç olarak insanın çökertilmesinin ve değersizleştirilmesinin bir aracı olarak postmodernizm, bu süreçte son derece önemli bir görev üstlenmiştir.
Sonuç olarak, denilebilir ki, bütün bunlar dünya kapitalist sisteminin sağlamlaştırılması ve sosyalist tehlikeden “kurtulmuş” olarak sonsuz gelişme yollarının açılması olarak görülse de, aslında tam tersi doğrudur. Tam tersine, sürecin getirdiği insani yıkım, daha on yıl dolmadan büyük bir öfkeyi biriktirmeye başlamış, dünya çapında devrimci dinamikleri mayalandırmaya başlamıştır. Üstelik bu genişleme ve dizginsiz sömürü ortamı, kapitalist ekonomiye de “huzur” getirmemiş, sisteme bugün belki de “şımarık dönemin sonu” denebilecek bir krizi armağan etmiştir; ki bu ve diğer krizlerin dünya devrimci dinamiğini artıracağı kesindir. Çünkü, üzerinden atlamadan söylemeliyiz, ilk andaki “imparatorluk” havası da bugün sönmeye başlamış, sisteme kafa tutan çeşitli unsurların sayısında belirgin bir artış gerçekleşmiştir.

B) 2000’lerde Türkiye ve Değişen Koşullar
Bütün bu sürecin yaşadığımız coğrafyaya yansıması ise son derece yıkıcı olmuştur. 1990’ların çok öncesinde, hatta 1980 cuntası öncesinden başlayan restorasyon süreci, son 28 yılda Türkiye’nin çehresini kapsamlı biçimde değiştirmiş, bu durum, bazıları devrimci stratejik çizgi ile doğrudan ilgili olan sonuçlar yaratmıştır.

1) Yeni Tarihsel Süreçte Genel Olarak Yeni-Sömürgecilik Derinleştirilmiş ve
Katmanlaştırma Politikası Uygulanmıştır

Bilindiği gibi, günümüzdeki politikaların yeni-sömürgelere ilişkin uzantısı, 1945’ler sonrasındaki klasik bağımlı kapitalistleşme modelinin terk edilmesi, tüm ekonomilerin her alanda liberalizasyona geçmeye zorlanması ve yeni bir uluslararası işbölümünün yaratılmasıdır. Bu yeni işbölümü modeli, yeni-sömürge kapitalizminin kapsamlı üretim birimlerinden daha az sabit sermaye yatırımı gerektiren ve kârlılık oranı yüksek alanlara kaydırılması ve neoliberalizmin özelleştirme, sosyal alanların yok edilmesi gibi başka uygulamalarıdır.
Bu politikaların bir cephesi ise, yeni-sömürge ülkelerden bazılarının bölgesel planda etkinleştirilmesi ve öne çıkarılmasıdır. Bir başka yazımızda dediğimiz gibi: “Yeni-sömürgelerin stratejik konumları ve gelişmişlik düzeylerine göre katmanlaştırılması, bugün için stratejik önem taşımayan bazı ülkeler dibe doğru itilirken bir bölümünün de “eksen” adı altında bölgesel taşeronluk konumuna yükseltilmesi de (…) sürecin bir başka karakteristik çizgisidir. Böylece, bağımlılık ilişkisi politik anlamda M. Çayan’ın “gizli işgal” dediği durumla tartışmasız bir biçimde örtüşen emperyalizmin “içselleşmesi” durumu en olgun görünümüne kavuşmuştur.” (Geçmişten Bugüne Yeni-Sömürgecilik ve Türkiye’nin Sınıf İlişkileri III, SB. Sayı: 14)

2) Türkiye’nin Yeni-Sömürge Düzeni Emperyalist Politikalar Doğrultusunda
Yeniden Yapılandırılmıştır.

Türkiye’nin 1980’lerle başlayıp 2000’lerde olgunluk noktasına ulaşan restorasyon süreci kuşkusuz bu genel politikanın parçasıdır. Yirmi yıla yayılan bir dönem boyunca Türkiye, bütünlüklü bir “yeniden yapılandırma” sürecinden geçmiştir. Uluslararası sermaye piyasasıyla tam bütünleşme, sermaye akışının önündeki engellerin kaldırılması, büyük yatırımların durdurularak yeni işbölümüne uygun alanlara doğru yönelinmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, tarımın emperyalist isteklere göre düzenlenmesi, sosyal sistemlerin tasfiye edilerek sermayeye açılması, yeni iş örgütlenmesinin hayata geçirilmesi ve işgücünün ucuzlatılması bu sonuçlardan en önemlileridir. Böylece Türkiye kapitalizminin sektörel bileşimi değişmiş, içe dönük üretimin giderek “ihracata yönelik” yeni ve hafif sektörler almış, ülke spekülatif kârlar cenneti haline getirilmiştir. Öyle ki, kara-para, uyuşturucu gibi “sektör”ler de sürece katılmış ve yeni-sömürge ekonomisine ciddi katkılarda bulunmuştur. Bu durum, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin üst kesimlerinin bileşiminde değişikliklere yol açmış, -bazıları geçici olsalar da- yeni sürecin yeni ve hırslı aktörleri de sahnedeki yerlerini almışlardır. Eski tarzın tasfiye edildiği ve yeni bir işbölümünün ortaya çıktığı koşullarda hep olduğu gibi yoğun bir tekelleşme dalgası da bu dönemde yaşanmış, sermayenin merkezileştirilmesi operasyonu bu dalganın somut ifadesi olmuştur.

3) Emperyalizmle Bütünleşme Düzeyi Artmış, Bağımlılık İlişkisi
Derinleşmiştir

Bu yeni işbölümü, bağımlılık ilişkilerini artırırken bu ilişkilerin adeta “doğallaşması” sonucunu yaratmıştır. Eski işbirlikçi kapitalist modelin yerini, bütün cepheleriyle dünya kapitalist sistemine açılmış, bankacılıktan tarıma ve kamu alanlarına dek her alanda yağmaya uygun hale getirilmiş bir ekonomi almıştır. Sermaye dolaşımının serbestleştirilmesi sonucunda ekonomik bağımlılık biçimleri, hayatın bütün alanlarına yayılarak büyük ölçüde de “meşrulaşmış”tır. Artık bu ilişki, devlet politikalarının, bütçe harcamalarının, ücretlerin, vb. tümünün emperyalistler tarafından belirlendiği bir noktadadır. Buna paralel olarak devlet yapısı yeniden düzenlenmiş, bütün temel mali-sınai karar mekanizmaları parlamento denetiminden çıkarılarak “özerkleştirilmiş”, deyim yerindeyse ekonomi emperyalizmle ilişkiler bakımından “otomatiğe” bağlanmıştır.
Bu, emperyalizmin “içselleşmesi” olgusunun en derin aşamasıdır. Emperyalizm, TC’nin bütün tarihinde görülmemiş ölçüde “işin içine” girmiş, bütün sorunların ve “çözüm”lerin doğrudan bir parçası olmuştur, bütün burjuva politik kadroları “asla dokunulamaz” bu temel alanların dışına, ayrıntılara itilmiş, bağımlılık garanti altına alınmıştır. Aynı süreç, ordu cephesinde de tamamlanmış, büyük bir tekele sahip olan ordu ile emperyalizm arasındaki ilişkiler uyum noktasına ulaşmıştır.
Bu “içselleşme”nin emekçi kitlelerdeki sonucu ise çelişkilidir; bir yandan emperyalizm karşıtlığı, diğer yandan ise emperyalist vahşetin etkisiyle oluşan “verili ilişkilerin kötü fakat kaçınılmaz olduğu” fikri bir bilinç törpülenmesi yaratmıştır. Böylece sonuçta, anti-emperyalist bir mücadelenin nesnel temellerinin son derece güçlenmesi ile emperyalizme karşı duyguların törpülenmesi çelişik bir durum olarak aynı sürece denk düşmüş ve suni-dengenin bir bileşeni haline gelmiştir.

4) Süreç İçersinde Oligarşinin Bileşiminde Değişiklikler Meydana Gelmiş ve Oligarşi Daha Homojenleşmiştir
Yeni süreçle belirli sektörlerde bir yığılma ve merkezileşme gerçekleşirken bu duruma uyum gösterebilen eski tekellerin yanında sürecin yeni ve hırslı aktörleri de sahneye çıkmış, bunlardan bazıları sonradan tasfiye olurken bazıları ise üst mevkilere yerleşmişler, böylece oligarşinin 50’li 60’lı yıllar boyunca az çok istikrar gösteren bileşimi özellikle 80’lerde daha kaygan ve değişken hale gelmiştir. Daha sonraları, her kriz dalgasında tekel-dışı kapitalist güçler ve yeni gruplardan bazıları tasfiyeye uğrarken sistemin yapısı daha fazla merkezileştirilmiştir. Üstelik bu merkezileşme ve tasfiyeler, bizzat emperyalist kurumların denetiminde yapılmıştır. Aynı dönemde, karanlık alanlarda trilyonları döndüren “tefeci” piyasası da legalize edilerek “gayrı-meşru” para kaynakları sistem içine çekilmiştir.
Bu arada, 2000’e doğru gelindiğinde, emperyalistlerin direktifiyle yapılan tarımsal alanların tümüyle küresel soyguna açılması operasyonu büyük ölçüde tamamlanmış, kapitalistleşmenin yayılmasıyla eski moda “toprak sahipliği” düzeni de çökertilmiştir. Öte yandan, Kürt savaşıyla birlikte feodal ilişkilerin ve yöresel güçlerin yaygın olduğu Kürdistan coğrafyasında hatırı sayılır bir “temizlik” gerçekleştirilmiştir. Savaşta yurtsever tutum alan feodal güçler zaten tasfiye olurken, “sadık” kesimler ise “paralı askerlik” düzeyine inmişler ve topraktan gelen güçlerini yitirmişlerdir.
Sonuç olarak yeni-sömürge Türkiye’nin egemenleri artık emperyalizmle her alanda bütünleşmiş bir avuç büyük tekelcidir. Oligarşi artık daha homojen ve daha küçük bir grubu ifade etmektedir. Yaklaşık 10 sermaye grubu artık oligarşinin çekirdeğini oluşturmakta, tüm temel politik, ekonomik, vd. yaklaşımlar bu ekip tarafından belirlenmektedir. Bunlara ek olarak ordu ve medya sektörünün oynak unsurları da belirtilebilir. Ama büyük toprak sahiplerinin politika belirleme güçleri önemli ölçüde tasfiye edilmiştir. Şüphesiz yeni-sömürgeciliğin kaotik yapısı gelecekte de düşüş ve yükselişler, konjonktürel durumlar yaşanabilir ama bugünkü manzara, oligarşinin tekelci burjuvazi ve ordudan oluşan genel bileşiminin yerine oturduğu biçimindedir ve artık bu elit içersine anlık girişlerin kapısı kapanmıştır.

5) Yeni İş Örgütlenmesiyle Sınıfın Bileşimi Değişmiş, Yapısı Parçalanmıştır
Daha önce de ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi (bkz. SB. Sayı:2), yeni süreçte ortaya çıkan sömürü modeli, fordist iş örgütlenmesinin terk edilmesini ve esnek üretime geçişi de içermiştir. Üretim sürecinin parçalanması, yan ürünlerin büyük işletmelerden küçük ve orta boy işletmelere kaydırılması ve tipik vahşi kapitalist yöntemlere geri dönüş, dönemin başlıca özellikleridir. Sadece üretimin değil, iş zamanının, işin yapılış biçiminin, çalıştırılan işçi sayısının, vb. de yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim modelinin sonucunda işçi sınıfı sayıca muazzam bir artış gösterirken yapısı, bilinci ve örgütlenme alışkanlıkları parçalanmış, işyeri bazında örgütlenmesi neredeyse imkânsız yeni işçi sınıfı katmanlarının sürece eklenmiştir. Toplamı 20 milyona varan işçi sınıfının 14 milyonu 10 kişiden az işçi çalıştıran işletmelerdedir. Aynı süreçte şu ya da bu biçimde çalıştırılan çocukların sayısı 4 milyona ulaşmış, kadın işgücü ise en ucuz kategoriyi oluşturmuştur. Öte yandan işsizler de işçi sınıfının bir bölüğü olarak geçici alanlara kaymışlar, klasik fabrika ve atölye düzeninin dışında marjinal işler alanı ve lumpen proletaryanın yasadışı sektörleri olağanüstü düzeyde büyümüştür.
Aynı süreçte “kamu emekçisi” haline dönüşen memurlar, teknisyenlik düzeyine inerek işçi sınıfına yaklaşan mühendisler, doktorlar, vb. de sınıfın yeni katmanları olarak sahneye çıkmışlardır.
Sonuçta, devrimimizin öncü gücü olan işçi sınıfının örgütlenmesi, bir yandan geçmişe göre daha zorlaşırken, diğer yandan da bu büyük gücün yeni ve daha yaratıcı yollar bulunarak bir devrim ordusu haline getirilmesi kritik bir önem kazanmıştır.

6) Tarımsal Alanın Klasik Yapısı Çökertilerek Emperyalizme Bağlanmış,
Bu Arada Kırsal Alanın Nüfus Yapısı Tümüyle Değişmiştir

Yeni-sömürge kapitalizminin eski yılları boyunca tarımsal yapıları kısmi değişikliklere uğratan emperyalizm, yeni süreçte bu klasik politikanın yanı sıra, tarımsal üretimin kendisine de müdahale etmekte ve tarımı doğrudan doğruya dünya kapitalist sistemine bağlamaktadır.
Bu amaçla, 1980 sonrasından başlayarak Dünya Bankası’nın emriyle tarımsal destekleme politikaları yavaş yavaş tasfiye edilmiş, destekleme bütçelerinin azaltılması, zorunlu hale getirilen ithalat, kooperatiflerin özelleştirilmesi, vb. adım adım gerçekleştirilirken bazı ürünlerin sınırlanması ve biyo-genetik tohumların piyasaya sokulmasıyla en küçük üreticilerin bile emperyalist tekellere doğrudan bağımlılığının kanalları oluşturulmuştur. Sonuçta, tarımsal üretimin uluslararası tekeller için verimli ve değerli olmayan bölümü tasfiye edilirken tarım tamamen emperyalist çıkarlara açılmış, sonuçta ortaya yeni göç dalgaları ve yoksullaşma çıkmıştır.
Böylece tarımla ilgili sorun, artık yalnızca “toprağın adaletsiz dağılımı” sorunu olmaktan çıkarak doğrudan doğruya emperyalizmle ilgili bir sorun haline gelmiş ve anti-emperyalist mücadelenin konularından biri olmuştur. Gelecekte küreselleşmiş soygun ile tarımsal alandaki üreticiler arasındaki çelişkinin daha da net boyutlara varacağı kesindir.
Bütün bunların -ve Kürt savaşının- sosyal sonuçları ise kent ve kır arasındaki nüfus oranlarının 70’li yıllara göre tam tersine dönmesi, metropol kentlerin büyümesine karşın kırların boşalmasıdır. Gerçekten de 1970’lerde kentsel nüfus-kırsal nüfus oranları % 30-%70 iken, 2000’lerde bu durum tam tersine %70-%30 olarak değişmiştir. Bunun sonucu olarak zaman içersinde bazı iller ve ilçeler neredeyse “hayalet şehir” haline dönüşmüş, buna karşın metropoller ve bazı bölge çapında büyük şehirlerin nüfusu olağanüstü artış göstermiştir.

7) Geleneksel Orta Sınıfları Tasfiyeye Uğratan Düzen Yeni Türden Orta Sınıflar
Yaratmıştır

Neoliberal politikaların en önemli sonuçlarından biri, vahşi bir sosyal-Darvinizm ortamında eski orta sınıfların ve küçük esnafın yoksullaşması ve dibe doğru itilmesi, öte yandan ise yeni dönemin yeni orta sınıflarının yaratılmasıdır.
Bu yeni orta sınıflar, bir yandan rantiyelik ve piyasa-borsa düzeninden türemekte, diğer yandan da büyük sanayi işletmelerine tümüyle bağımlı, nihai ürün ortaya çıkarmayan küçük ve orta boy işletmeler olarak ortaya çıkmakta, taşeronluk, atölyeler sisteminin kaypak zeminlerinde oluşmaktadır. Yeni üretim düzeninin yarattığı bu zeminler son derece kritik sınırlarda çalışan ama zaman zaman genel yükselişe bağlı olarak çapını büyütebilen güçleri her gün üretip her gün batırmaktadır.
Diğer yandan yeni düzenin ihtiyaç duyduğu yönetici kadrolar da bu kategorilerin bir başka kaynağıdır. İhracat uzmanlarından reklamcılara, turizmcilerden finans danışmanlarına, yönetici mühendislerden ayrıcalıklı doktorlara dek uzanan bu tabakalar, yeni düzenin ideolojik taşıyıcıları olarak önemlidirler. Burjuva politikasında öne çıkan aktörler giderek daha çok bu kesimler içinde çıkmakta ve oligarşinin politik tutumunu geniş kitleler içindeki temsilciliğini artan ölçüde bu kesimler üstlenmektedirler.

8) Yeni-Sömürgeciliğin Ürünü Varoşlaşma Yeni Tarihsel Süreçte Daha da Büyürken, Sistemin Güçlü Çürütme Politikalarıyla, Zor Aygıtlarının Denetiminin Zayıflığı ve İsyancı Eğilimler Varoş Yaşamına Damgasını Vurmaktadır
Türkiye’nin son 50 yıldaki kentleşme sürecinin esas olarak kentlerin üretici kapasitesinin “çekme”sine değil, kırlardaki yoksullaşmanın “itme”sine bağlı olarak geliştiği, dolayısıyla tamamen çarpık bir sosyal manzara oluşturduğu bilinmektedir. Son süreçte bu gerçekliğin üzerine eklenen ise daha yoğun göç dalgaları ve kentlerdeki yoksullaşmanın artışıdır.
Her şeyden önce, geçmişte ağırlıklı olarak ekonomik nedenlere dayanan büyük göç dalgalarına 1980’lerin ortalarından itibaren “politik” kökenli bir başka göç dalgası eklenmiş, özellikle kirli savaş yöntemlerinin yoğun olarak kullanıldığı 1990’lar boyunca Kürt halkının önemli bir bölümü, büyük Kürt kentlerine, İstanbul gibi büyük metropollere ve Batı’nın nisbeten kendine yeterli illerine göçmüştür. Ekonominin istihdam kapasitesinin daraltıldığı, sosyal kurumların çökertildiği bir dönemde oluşan bu yeni dalga, sosyal bir felaket yaratmış, genel yoksullaşmayı hızlandırmıştır. Aynı dönemde “ekonomik” nedenlerden kaynaklanan göç hareketi de tarım üretiminin daraltılmasıyla birlikte artmış, böylece metropoller milyonlarca insanın yığılmasına uğramıştır. Neoliberal politikaların işinden ettiği işçi kitleleriyle dalgalar halinde gelerek kentlere yığılan bu vasıfsız emek güçleri, büyük ölçüde enformel sektöre, belirsiz işlere kayarak durumu idare etmeye çalışmakta, böylece milyonlarca insan sigortasız, düşük ücretli işlere razı olmakta, marjinal işler denilen yan alanlarda salt günlük hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Ayrıca bu dönem, metropollerdeki sınıfsal ayrışımı bütün mekansal, kültürel biçimler açısından netleştirmiş, yoksulların semtleri, hayatları, kültürleri, dilleri, okulları, vb. ile zenginlerin yaşadıkları hayat arasındaki uçurum giderek büyümüştür Büyük zenginlerin ve kısmen orta sınıfların oturdukları yerler, eğitim kurumları, eğlence mekanları, kültürel etkinlik alanları, sağlık kurumları, alışkanlıkları, vb. artık yoksullarınkinden ayrılmıştır. Kültürel alandaki yarılma böylece tamamen uç noktaya ulaşmış, bir yanda burjuva kültürün en üst örneklerine kolayca ulaşabilen bir azınlık varken, varoşlardaki milyonlarca insanın payına ise arabesk-pop kültürün en bayağı örnekleri, uyuşturucu, fuhuş ve alt kültürün bütün diğer örnekleri düşmüştür.
Özellikle son yirmi yılda uyuşturucu ve alkol satışının varoşlara doğru kayması ve ortaokul çocuklarına dek inen satıcı şebekelerinin oluşması ise potansiyel isyan odaklarını kontrol altında tutmak isteyen devlet tarafından organize edilmektedir.
Kısacası yeni tarihsel süreç, kırlarda ve kentlerde emekçi sınıflar açısından da yıkım ve felaket anlamına gelmiş, 1960’larda her şeye rağmen belli geleneksel tamponlarla dengede tutulabilen sosyal göstergeler kontrolden çıkmış, yoksulluk ve çürümenin bütün biçimleri metropollerin karakteristik manzarası olmuştur. Bunun politik sonuçlarından en önemlisi ise, geçmişten beri her zaman devrimci çalışmanın alanlarını oluşturan varoşların, bu kez bir yandan daha büyük potansiyelleri sunarken diğer yandan da kültürel bakımdan “zor” mekanlar haline gelmesidir. İşçi sınıfının yeni katmanlarını istihdam eden atölyeleri, küçük işletlemeleri, vb. bünyesinde barındıran varoşlarda çürütücü politikalara karşı mücadele ile sınıf mücadelesinin çeşitli biçimleri iç içe geçmiş, devrimci süreç bakımından olağanüstü bir önem kazanmıştır.
Aynı zamanda varoşlar işsizleriyle, yeni işçi kitlesiyle ve diğer emekçi katmanlarıyla esas olarak sistem açısından da “zor” mekanlar haline gelmiştir. Oligarşinin çürütme politikaları ve siyasal olarak sisteme bağlama çabaları (güncel olarak dinci partiler üzerinden) kimi başarılar kazanmasına karşın, sürekli bir isyancı eğilim kendini üretmektedir. Bunun yanı sıra, 1960 ve ‘70’li yıllara göre, olağanüstü ölçülerde büyümüş olan ve kentleri her yandan kuşatan varoşlarda, sistemin zor aygıtlarının denetiminin dışında kalan pek çok kör nokta karanlık ve karmaşık sokaklarda oluşmaktadır. İşsizlerin, yeni işçi kitlesinin, pek çok emekçi kesimin ve marjinal unsurların yaşam alanları ve çoğu durumda çalışma alanı olarak varoşlar sistemin zor aygıtlarının denetiminin zayıflığı ve isyancı eğilimlerin süreklileşmiş varlığıyla kentlerde hem devrimci savaşımın, hem de düşman şiddetinin en temel karşı karşıya geldiği/geleceği temel odaklardan birine dönüşmüştür. Bu bağlamda, şehirlere nazaran kırların sistemin yumuşak karnı olması esprisi, şehirlerde de kendini varoşlar bağlamında güçlü biçimde üretmektedir.

9) Yeni Tarihsel Süreçte Sosyal ve Kültürel Deformasyon Derinleştirilmiş, Suni-Denge Yeni Temeller Üzerinden Bir Kez Daha Biçimlendirilmiştir
1980 sonrasında başlatılan restorasyon ve 12 Eylül’ün en önemli yanı, yeni bir rejimin kalıcı formlar halinde inşa edilmesidir. Her alanda yasalarla sağlama alınmış kurumlaşmalar, “depolitize” edilen toplumsal yapı, örgütlülük ve toplu davranışın tehlikeli sayıldığı bir toplu eğitimden geçirilmiştir. Böylece, önce çıplak şiddet yoluyla ezilen kitleler daha sonra da yeni ekonomik politikalar ve “yükselen değerler”le alt üst edilmiş, büyük bir toplumsal deformasyona uğratılmıştır. Feodal yargıların çürütülüşü, kültürün çoraklaştırılması, genel ahlak düşüklüğü, vicdandan arınmış dincilik, en vahşi türünden sosyal Darvinizm, spekülasyon dünyasının yarattığı yozlaşma, yolsuzluk ve mafyanın meşrulaşması vb. gibi unsurlar, sınıfın parçalanması ve örgütsüzleştirilmesiyle birlikte toplumsal hareketin ciddi biçimde zayıflamasına yol açmıştır.
Ama öte yandan da bu dönemde klasik iktisatçıyı şaşırtan yeni marjinal geçim alanları ortaya çıkmış, yüz binlerce insanı kenarında toplayan yeni ekmek kapıları belirmiştir. Ardına kadar açılan spekülasyon kapıları ve piyasa ise yalnızca varlıklı kesimleri değil, orta ve alt kesimleri de hedeflemiş, sonuçta “tümüyle kaybetmişler dışında bütün sosyal tabakaları kesen yeni bir illüzyon” oluşmuştur. Yeni düzen, en alttakileri tamamen dibe iterken diğer yandan da başka bazı kesimleri oyalayabilen araçlar yaratmış, sınıf atlama hayallerinin canlı tutulabildiği yanılsama alanlarını kısmen korumuştur. Aynı biçimde tarımı çökerten ve bazı taşra illerini hayalet şehirlere çeviren yeni düzen, başka bazı illerde de yapay gelişme tempoları yaratmış, böylece düzene karşı tepkileri taşra kademesinde pasifikasyona uğratan araçlar üretmiştir. Bu illüzyon elbette oldukça zayıftır ve kriz derinleştikçe işlevsiz hale gelmektedir ama yine de bu araçlar koşullara bağlı olarak işe yarayabilmektedir.
Bütün bunların yanında, en önemli pasifikasyon aracı olarak şiddet ve baskı aygıtlarını büyük maddi olanaklar kullanarak tahkim eden oligarşi, reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı moral atmosferi de yedeğine alarak toplumda yeni bir korku ve umutsuzluk dalgası yaratmış, çıplak şiddeti de içermekle birlikte esas olarak “zihinlerin köreltilmesini” hedefleyen genel bir baskı ortamı yolundan gidilerek suni-dengenin yeni ayakları oluşturulmuştur. Şüphesiz burada postmodernizmin orta sınıflar üzerinden yayılan çürütücü etkisi ve geçmişle asla kıyaslanamayacak düzeyde gelişerek hegemonik bir güç haline gelen tekel medyasının bir çamur tabakası gibi toplumsal bilinci örtmesi de son derece önemlidir. Bütün bunların toplam sonucu kitlelerin umutsuzluğa itilmesi, düzene olan güvensizliklerinin kendi kendilerine olan güvensizlikleriyle dengelenmesi olmuş, devrimci iradenin zayıflığı koşullarında bu yeni dengeleme biçimi az çok başarı sağlamıştır. Ancak yine de görülmesi gereken gerçek, “mucize 1950’ler”den farklı olarak bugün düzenin ekonomik manipülasyon araçlarının giderek daha da zayıfladığı ve bu nedenle geliştirilmiş zor aygıtlarının pasifikasyonun başat araçları haline geldiğidir.

10) Genel Olarak Devlet Mekanizması Yeniden Yapılandırılmış, Militarist Yapı
Tahkim Edilmiştir

Son yirmi yılda düzen ekonomik-politik-sosyal bakımlardan hızla dönüştürülürken bir yandan da muhalefetin etkisizleştirildiği koşullarda devlet yapısı da yeniden ele alınmış ve bu yapı ekonomi ve militarizm alanlarında yeniden biçimlendirilmiştir. Ekonomi alanındaki düzenleme genel olarak “sıkıcı denetimlere kapalı” ama emperyalizme ve tekellere açık bir özerklikler sistemi ile sağlanmış, temel ekonomik sektörlerdeki belirleyicilik tümüyle emperyalizme bırakılmıştır.
Aynı şekilde bütün temel kamu iktisadi kuruluşlarının haraç mezat satılması da neoliberal politikaların en temel unsuru olmuştur. Önce sanayi işletmelerinden ve enerji-hizmet sektörlerinden başlatılan bu furya giderek devletin bütün sosyal kurum ve fonksiyonlarının tasfiyesi noktasına dek ulaşmış, son zamanlarda yasal çerçevesi de tamamlanan adımlarla, sağlıktan eğitime dek bütün alanlar kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak sermaye dolaşımına açılmıştır. Böylece bir yandan “devletin küçültülmesi” demagojileri yapılarak tekellerin önü açılır ve devletin “gereksiz harcamaları” (sosyal, eğitsel vb. harcamalar oligarşi tarafından gereksiz harcamalar kategorisine sokulmuştur) kısılırken, diğer yandan ise aynı devlet, askeri ve polisiye kurumları açısından olağanüstü düzeyde güçlendirilerek tam bir militarizasyon sürecinden geçirilmiştir.
MGK’de simgelenen militarist gerçeklik, siyasal alana bu dönemde hakim olmuş, zaman zaman “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak da ifade edilen bir yönetsel sistem kurulmuştur. Ekonominin teknokratlara, temel politik kararların MGK’ya, sokağın da polise bırakıldığı koşullarda, merkeze doğru çekilen burjuva siyaset arenası kısırlaştırılarak bir kukla tiyatrosuna döndürülmüş, parlementonun etkinlik alanı daraltılarak işbaşına gelen herhangi bir hükümetin bir öncekine çok benzer yollardan yürümesi garanti altına alınmıştır. Böylece açık faşist müdahaleleri ve cuntaları gerektirmeyecek ölçüde sağlama alınmış bir politik düzen kurulmuş, işlerin çığırından çıktığı ve politik kadroların “hizayı bozduğu” durumlar ise uygun dille yapılan açıklamalarla, “balans ayarları” ve “Postmodern darbe”ler ile giderilmiş, kurulu düzenin aksamaması sağlanmıştır.
Yine aynı dönemde sosyal hizmetler bakımından küçültülen devletin şiddet aygıtları bakımından büyütülerek yeniden yapılandırılması, 12 Eylül’de kazanılan deneyler ışığında gerçekleştirilmiş, devrimci harekete ve toplumsal muhalefete karşı mücadele eden birimler gitgide uzmanlaştırılarak klasik kolluk kuvvetleri içinden ayrılmış, bu arada dijital tekniklerle beslenen bir istihbarat ve bilgi ağı yaygınlaştırılmıştır.
Bütün bunların sonucu ise, 1990’lara doğru gelinirken eski 12 Mart cuntasının “balyoz harekâtı” tarzından farklı olarak, daha dar hedeflere, devrimci hareketin çekirdek güçlerine gaddarca darbeler vuran, kitleler üzerinde ise güç gösterileriyle etki yapan daha konsantre bir tarz benimsenmeye başlanmıştır.
Ve tabii hemen eklemek gerekir; Türkiye oligarşisi yeni süreçte ekonomik ve askeri bakımdan yeni bir pozisyon elde etmiş, kalburüstü bir yeni-sömürge olarak emperyalizmin bölgesel amaçlarına uygun bir noktaya varmıştır. Özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve eski reel sosyalist ülke topraklarına yayılan müteahhitlik ve taşeronluk işleri, yatırım ortaklıkları, vb. bu kapsamdadır. Öte yandan, Kürt savaşı boyunca deneyim ve teknolojik imkânlar biriktiren ordunun da etkisiyle Türkiye oligarşisi bir “bölgesel kılıç” olma yolundadır ya da en azından böyle olmak istemektedir. Savunma Bakanlığı bütçesine aslajøokunulamayan bir ülke olarak Türkiye, Ortadoğu bölgesinin İsrail’den sonra en modern askeri gücü sıfatıyla çevre ülkelere “eğitim” veren ve “uzmanlar” bulunduran bir noktaya gelmiştir. Böylece bir yandan emperyalizme bağımlılık ilişkileri pekişmekte, diğer yandan da zaman zaman Türkiye “stratejik konumunu pazarlayan” bir güç olarak sahneye çıkmak istemektedir.

***
Sonuç olarak yeni tarihsel dönemde Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve politik tablosunda küçümsenemeyecek değişimler yaşanmış ve stratejik çizgi bakımından bütün bu gelişmelerin bütünlüklü bir biçimde ele alınması zorunlu hale gelmiştir. Yedinci ve son bölümde bu konuyu ele alacağız.


 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19