Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

55. Sayı - Ekim 2007

1- Bir Yol Haritası Olarak Strateji Kavramı Üzerine Yeniden…

Hatırlanacağı gibi, çalışmamızın birinci bölümünde Mahir Yoldaş’tan hareketle stratejik hedef ve strateji kavramlarını tartışmış ve orada demiştik ki; “Devrimci sosyalist hareket bu konuda kapsamlı bir yaklaşıma sahiptir. Şimdilik birkaç cümleyle özetlersek eğer, o, ülkedeki çelişkilerin çözüm platformu olarak anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimini, yani devrimimizin neyi yıkıp neyi kuracağını belirlemekle yetinmez; bunun da ötesinde bu devrimin hangi yollardan geçerek, hangi çizgiyi izleyerek, hangi mücadele ve örgüt biçimlerini nasıl bir temel-tali ilişkisi içinde ele alarak yürüyeceğini, nereden yola çıkıp nereye varacağını temel hatlarıyla ortaya koyar. Birincisi, mevcut dünya manzarası içinde ülkenin ekonomik-politik-sosyal koşullarının ayrıntılı bir çözümlenmesini gerektirir; ikincisi ise bütün bunlarla birlikte güç ilişkilerini, coğrafyayı, jeopolitiği, tarihsel ve kültürel ilişkileri, politik-askeri değerlendirmeleri, çeşitli sınıf ve tabakaların politik psikolojisini ve davranış biçimlerini ve başka bir dizi faktörü de dikkate alarak bir kurgulamaya ulaşır. Birincisi, kendisini bir “Devrim Programı” olarak ortaya koyar; bu program, devrimin yoluyla ilgili maddeleri de içerir ama sonuçta esas amacı devrimin hedeflerini ve yapacaklarını anlatmaktır. İkincisi ise, bir yol haritası, bir kılavuzdur. Tam da bu noktada, devrimin hangi yoldan, hangi mücadele araçlarıyla, hangi aşamalardan geçerek zafere ulaşacağı, yani devrimin stratejik çizgisi belirlenir. Stratejik plan; stratejik hedef ile stratejik çizginin bileşiminden oluşur.”
Şimdi, teorik kavramlar üzerine bir özetten sonra geriye dönüp yeniden oradan başlayabilir ve strateji ve taktik kavramları üzerinde kısaca durabiliriz. Tarihsel devrim ve ayaklanma deneyimlerine geçmeden önce bütün bunların da netleştirilmesinde yarar var.
Strateji ve taktik denildiğinde aslında zihnimizde uyanan ilk çağrışımlar çok yanlış değildir. Birçok devrimci, bu iki kavram arasında en azından “uzun vade-kısa vade” açısından temel bir fark olduğunu bilir; örneğin birincinin ikinciyi belirlediğini de şöyle ya da böyle öğrenmiştir. Bunlar genel olarak doğrudur. Stalin’in bu konudaki kısa broşürü de esasen yararlı ve ön açıcıdır. “Strateji,” diyor Stalin, “programın direktiflerini kendine kılavuz edinir ve içte (ulusal) ve uluslararası planda mücadele eden güçlerin tahliline dayanır, proletaryanın devrimci hareketinin yöneltilmesi gereken genel yolu, genel doğrultuyu saptar ki, oluşan ve gelişen güçler dengesinde en iyi sonuçlar alınabilsin.”
Bu, “proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin mevzilenme planı”nın ortaya konulması olduğu kadar, bu güçlerin nasıl ve hangi çizgi üzerinden harekete geçirileceğinin de somutlanması anlamına gelir. Demek ki burada sözünü ettiğimiz şey, bir “genel harekat planı”dır.
Taktik ise yine Stalin’in deyimiyle, “stratejinin direktiflerini ve gerek ülkedeki gerek komşu ülkelerdeki devrimci hareketin deneyimlerini kendine kılavuz edinen, her verili anda gerek proletarya ve onun müttefikleri içindeki, gerek düşman kampı içindeki güçlerin durumunu (yüksek veya düşük kültür düzeyi, yüksek veya düşük örgütlülük ve bilinçlilik derecesi, şu ya da bu geleneklerin varlığı, hareketin şu ya da bu biçimlerinin, temel ve yardımcı olmak üzere örgütlenme biçimlerinin varlığı) hesaba katan ve düşman kampı içindeki uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanan (…) (stratejik plan temelinde ortaya konan güçlerin mevzilenme planını gerçekleştirmek üzere) geniş yığınları proletaryanın safına kazanmak ve onları sosyal cephedeki savaş mevzilerine yakınlaştırmak için tutulması gereken somut yolları, stratejinin başarılarını en emin bir şekilde hazırlayan yolları ana hatlarıyla tasvir eder.”
Yani taktik denildiğinde sözünü ettiğimiz şey, artık bir “genel harekat planı” değil, bu genel plana bağlı olan ve onun tarafından biçimlendirilen somut çalışma ve çatışma biçimleridir. Bir başka deyişle, taktikler, stratejik çizginin somut hayat içindeki karşılık noktalarıdır.
Bu anlamdadır ki, “Strateji, tarihsel dönemeç anlarında, tarihsel dönüm noktalarında değişir, bir dönemeçten (dönüm noktasından) bir diğerine kadar olan dönemi kapsar; bu yüzden, tüm bu dönem boyunca hareketi, proletaryanın çıkarlarını yansıtan genel hedefe doğru yönlendirir, tüm bu dönemi dolduran sınıflar arasındaki savaşı kazanmayı amaçlar, ve dolayısıyla bu dönem boyunca değişmeden kalır.” (age)
“Taktik ise, verili dönemeç, verili stratejik dönem temeli üzerinde inişler ve çıkışlar tarafından, savaşan güçlerin karşılıklı ilişkisi tarafından, mücadelenin (hareketin) biçimleri tarafından, hareketin temposu tarafından, herhangi bir bölgedeki, herhangi bir andaki mücadele arenası tarafından belirlenir, ve bu etkenler bir dönemeçten diğerine zaman ve mekan koşullarına uygun olarak değiştiklerinden, stratejik dönem süresince taktik birçok kez değişir (ya da değişebilir); çünkü taktik, tüm savaşı değil, savaşta zafere ya da yenilgiye yol açan sadece tek tek çarpışmaları kucaklar.”(age)
Yani stratejik dönem, taktik uygulama süreçlerinden daha uzundur ve taktik, stratejinin başarısını sağlamakla görevlidir. “Taktiğin görevi, kitleleri o şekilde mücadele içine sokmak, öyle şiarlar ileri sürmek, kitleleri o şekilde yeni mevzilere yakınlaştırmaktır ki, tüm mücadelelerin toplamı ile savaş kazanılsın, yani stratejik başarı elde edilsin.” (age)
Genel teorik çerçeve, yalın bir biçimde böyle çizilebilir.
Ama yine de birkaç önemli ayrıntıyla bu tabloyu tamamlamak gerekebilir:
Birincisi, kavramın günlük hayattaki kullanım biçimleri ve bunlardan doğan yanılgılarla ilgilidir.
Her şeyden önce strateji kavramı, Marksistler tarafından icat edilmiş bir kavram değildir ve hem tarihsel olaylar planında hem de bugünkü hayatın içinde yaygın bir kullanım alanına sahiptir. Bu bakımdan da o, aslında bir anlamda nötr bir kavramdır. Yani örneğin herhangi bir savaşta stratejisi ve taktikleri güçlü bir komutan zafer kazanır. Hatta kapitalist iş hayatında da “yatırım stratejisi” gibi deyimlerle karşılaşırız. Ya da daha genel düşündüğümüzde, herhangi bir toplumda herhangi bir önderlik, süreci yönetirken başarılı bir harekat planı uygulayabilir ve kendi amaçlarına uygun olan en elverişli durumu elde edebilir. Örneğin Kemalizm için böyle bir şey söylenebilir; sonuç itibarıyla bu önderlik, askeri ve politik alanda bir başarıya ulaşmıştır ve kuşkusuz bu başarı, yerel ve uluslar arası bir dizi başka faktörün yanında, uygulanan genel stratejik çizginin de başarısıdır. En azından durum böyle görünmektedir. Keza Hitler’in iktidara yürürken kullandığı yol çizgisi de, hiç olmazsa iktidar olması bakımından “başarılı”dır.
Elbette Marksist-Leninist literatürdeki kullanım biçimi de kavramın bu temel özelliklerinden çok bağımsız değildir. Ama burada söz konusu olan şey, nihai olarak komünizmi hedefleyen, bize özgü bir perspektiftir ve bizim kullanım biçimimizde stratejik çizgi kavramı artık “başarıya ulaşan yol” gibi basit bir ölçüyü aşar; işin içine nihai amaca uygun örgütlenme ve mücadele biçimleri, kitlelere bakış, sınıfın kendi kendisini kurtarması, dünyayı değiştirenlerin kendilerinin de değişmesi anlayışı, vb. gibi bir dizi başka öğe de girer. Yani, uygun bir zamanlama ve uygun hamleler dizisiyle bir darbe yapılır ve iktidar elde edilirse, biz bunun kelimenin dar ve teknik anlamıyla “doğru bir strateji” uygulaması olarak görebiliriz; ama sözü edilen güç kendisini “sosyalist” olarak tanımlasa da Marksist-Leninist bakış açısından bu “başarı” özel bir anlam ifade etmez. Bu, böylelikle iktidarı ele geçiren ekibin kendi çapında zeki ve atılgan olduğunu, zamanı ve koşulları iyi takip ettiğini, vs. gösterir ama onun Marksist-Leninist anlamda doğru bir stratejiye sahip olduğunu göstermez. Çünkü Marksist-Leninist strateji kavramı, diyalektik bir bütünlüğe sahiptir ve yalnızca “gidilen yolun iktidar elde etmeye uygunluğunu” değil, nihai amacın kendisini ve kullanılan araçların bu amaca uygunluğunu, mücadelenin hangi güçlerin önderliğinde yürütüldüğünü ve kimleri temel olarak aldığını da içerir. Ki bunlar, kuşkusuz bu plan dahilinde hareket eden güçlerin yapısını, ruh halini, vb. belirler. Önündeki yolu uzun ve zahmetli bir maraton gibi gören, her adımda işçi sınıfını ve emekçi kitleleri peşinden sürüklemeyi amaçlayan Komünist militan ile “düğmeye basıp” memleketi kurtarmak isteyen “darbeci” arasındaki fark budur.
İkincisi, kavramın yine günlük hayatta çoğu kez unutulan bir yönü ile ilgilidir.
Stratejik çizginin belirlenmesi, sonuç itibarıyla bir kurgudur. Ve her stratejik kurgu, hayatın içinde ama hayatı bir anlığına durdurarak yapılan bir şeydir. Belli bir anda durup, dünyaya ve yaşadığınız topraklara bakarsınız. Sadece rakamlar, ekonomik-sosyal veriler açısından değil, doğrudan doğruya sokak ve insanlar açısından da bakarsınız. Tarih ve coğrafya işin içinde karışır, tarihten gelen toplumsal psikoloji çözümlemeleri, demografik durum, kültürel öğeler bile bu çözümlemenin bir parçasıdır. Ve sonuçta bütün bunları diyalektik bir bütünlük içinde ele alarak ortaya bir yol çizgisi, bir kılavuz çıkarırsınız. Şuradan, şu gücün öncülüğünde şu güçlerle başlayıp, şöyle mücadele biçimlerini temel, şunları ise tali olarak ele alıp şu örgütsel biçimlerle yürüyeceğim ve muhtemelen şöyle bir yere varacağım dersiniz. Ve sonuçta bu yaptığınız kurgu, hayatın içine girer, orada sınanır. Eğer bu kurgu, şablonlara ve temelsiz kitabi tasavvurlara değil de, üzerinde yaşadığınız toprağın kimyasının gerçekçi bir analizine dayanıyorsa ve daha da önemlisi siz bu kurgunun arkasına bütün devrimci iradenizi koyuyorsanız, başarıdan kuşku duymak için hiçbir neden yoktur. Yok eğer durum böyle değilse, başarı sizin için bir düş olur.
Marksist-Leninistler, ortaya koydukları bu kurguya değişmez bir ayet gibi yaklaşmazlar; ama öte yandan, kuşkucu bir ampirizm noktasında da durmazlar. Belli verileri esas alarak yaptığınız bu kurguyu, “şöyle bir deneyelim bakalım” diyerek işe başlayamazsınız. “Diyalektiğin gereği”, “hayatın zenginliğini kucaklamak” gibi gerekçelerle böyle bir kurgu yapmaktan kaçınmanız, yaptığınız işe karşı ciddiyetsizliktir. Şimdiki ÖDP’nin önderliğini yapan eski “Devrimci Yol” liderlerinden birinin bir röportajında söylediği “başkaları M. Çayan’ın tezlerini hayata uygulamak istedi, biz ise hayat bizden ne istiyorsa onu verdik” mealindeki sözler, böyle bir “diyalektiğin”(!) tipik örnekleridir. Daha doğrusu bu, “kusuru övünme vesilesi yapmak” gibi tuhaf bir davranışın örneğidir. “Diyalektik” adı altında kendiliğindencilik övgüsüdür ve bir “harekat planı” yokluğunu haklı çıkarma girişimidir. Oysa harekat planı, strateji, üzerinden atlayıp geçemeyeceğiniz bir gereksinmedir. Bu planın gerektiğinde değişebileceğinin bilincinde olmak ayrı şeydir; onu kurgulamak, onu belli bir dönem boyunca rehber olarak almak ayrı şeydir. Hayat tarafından açıkça yanlışlanmadığı sürece bu önünüzdeki plan gerçektir, sizin üzerine bastığınız temeldir.
Öte yandan geleneksel solun stratejik çizgi konusunu hafife alarak “bütün mücadele ve örgüt biçimlerini kullanarak yürüme” gibi noktalarda takılıp kalması da çok “diyalektik” gibi görünmesine karşın tam da bu açıdan sakattır. Çünkü, yaptığınız her kurgu, aslında bir anlamda kadrolarınızı da kurgular. Nasıl bir yoldan yürümek istiyorsanız, insanlarınızı da ona göre hazırlarsınız, hayata bakışları, örgütlenme alışkanlıkları, pratik refleksleri, vb. ona göre şekillenir. Örneğin, Lenin’in parti tipinin militanı gevşek Menşevik hizbinden farklıdır. Örneğin, FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat’ın dergimizde yayınlanan birçok röportaj ve yazısında, Arafat ve Filistin yönetimini “intifadayı diplomatik görüşmelerin sopası olarak kullanmak”la suçlarken kast ettiği de budur. Kitlelerin sokakta ortaya koyduğu muazzam enerjiyi siz bir iktidar stratejisi kapsamında değil de, İsrail’le görüşmelerde baskı kurma aracı olarak düşünüyorsanız, insanlar da buna göre şekillenirler. Ve nihayet, Fidel’in “Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez” kitabında Venezüella Komünist Partisi’yle yaptığı polemik de tam bu konu üzerinedir. O süreçte de Venezüella’da olan şey, partinin gerilla güçlerini diplomatik manevralar için araç olarak kullanmasıdır. Bu, önemlidir, çünkü bu ayrım, devrim için yürüyüşe geçmiş olan gerilla ile taktik amaçlar için sağda solda silah patlatan askeri birlikler arasındaki temel farktır ve bu fark, her iki durumda da insanların bakış açılarını, reflekslerini, ruh hallerini belirler.
Demek ki, stratejik kurgu, evet kurgudur; evet, ancak hayatın içinde sınandıkça gerçek bir anlam kazanır ama öte yandan o, bir öngörüler toplamı olarak sizin üzerine ayağınızı bastığınız, belli bir dönem için kılavuz kabul ettiğiniz bir kurgudur. Yani diyalektiğin en temel kurallarını kötüye kullanarak, belirli bir stratejiden hareketle mücadeleyi örgütlemeyi bir kenara bırakmak, oradan bir bilinemezciliğe, bir muğlaklığa varmak doğru değildir.

2- Ekim Öncesinde Mücadelede Temel Biçimler Temel Deneyimler…
a) Ezilenlerin Sihirli Sözcüğü: İsyan!
Bu konudaki temel kavramsal çerçeveyi böylece yeniden çizdikten sonra artık ilerleyebilir ve tarihsel deneyimleri ele almaya başlayabiliriz.
Hep söylediğimiz gibi, sınıflı toplumların tarihi nasıl ‘sınıf mücadelelerinin tarihi’ ise, bu tarih aynı zamanda daha iyi, daha özgür, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı bir yaşam arzusunun da tarihidir. Sınıflı toplumun başından beri, ta kölecilikten bu yana her zaman bu amaçlar için isyan eden, mücadeleye atılan insanlar olmuş ve bütün kanlı bastırmalara karşın halk hareketi yeniden yeniden kendi küllerinden doğarak kendisini var etmiştir.
Yani, sınıflı toplumlar tarihi, en genel anlamda devrimler ve karşı-devrimler tarihidir. Resmi tarih kitaplarının sayfaları arasında çoğu kez geçiştirilen ve unutturulmaya çalışılan bu tarihin en sihirli kelimeleri ise “ayaklanma” ya da “isyan”dır.
Elbette “isyan” kavramı da bir açıdan bakıldığında salt kendi başına nötr bir kavramdır ve ancak “kimin kime karşı isyan ettiği” sorusuyla birlikte anlamlıdır. Örneğin, Franko’nun Cumhuriyetçi İspanyol hükümetine karşı başlattığı savaş, bir karşı-devrimci kalkışmadır; ya da Ekim Devrimi’nden sonra beyaz orduların Sovyet hükümetine karşı giriştiği hareket de yine bir karşı-devrimci isyandır. Ama yine de kavramın, aynen “gerilla” kavramında olduğu gibi derin bir büyüsü vardır ve herhangi bir yerde işittiğimizde, çoğu kez aklımıza önce halkın, ezilenlerin başkaldırısı gelir.
Bu genel kanı, haksız da değildir. Gerçekten de tarih boyunca ezilenler, bıçağın kemiğe dayandığı her noktada kendilerini bu yolla ifade etmişlerdir. Başarıya ulaşsalar da yenilseler de yürüdükleri yol, her zaman isyan-ayaklanma yolu olmuştur. Yarın da temel bu gerçek değişmeyecektir. Zaman içersinde şu ya da bu ülkede tercih edilen savaşım biçimlerinden, devrimci stratejilerden tamamen bağımsız olarak “isyan” ezilenlerin devrimci hareketinin temel biçimidir. Bir başka deyişle söylersek, herhangi bir tarihsel kesitte, herhangi bir coğrafyada devrimci hareketin gelişme seyri nasıl olursa olsun, her gerçek toplumsal devrim, kitlelerin ayağa kalkarak iktidara yürüdüğü bir durumu bize anlatır.
Bu, süreç içersinde çeşitli ülkelerde, çeşitli devrimci deneyimler üzerinden yapılan “kent ayaklanması (ya da genel halk ayaklanması/toplu ayaklanma) ve halk savaşı” tartışmalarıyla ilgili bir durum değildir. Bu kavramlar (daha sonra göreceğimiz gibi) siyasi terminolojide özel ideolojik-politik anlamları olan kavramlardır ve devrimci hareketin belli bir süreçteki yol çizgisini anlatmak için kullanılırlar. Oysa bu yollar ve stratejik kurgular nasıl olursa olsun, devrim yine de ezilen kitlelerin harekete geçerek iktidara el koydukları ve bu iktidar aracılığıyla yeni bir toplumsal düzeni inşa ettikleri bir durumdur. Devrim, kitlelerin eseridir. Bu, boşuna söylenmiş bir söz değildir. Eğer bir komplo ya da darbe değil de toplumsal devrimden söz ediliyorsa, kitlelerin katıldıkları ve kitlelerin bizzat gerçekleştirdikleri bir devrimden söz ediliyorsa, bu temel gerçek değişmez. En genel anlamıyla kitle hareketi yolundan gitmeyen, kitlelerin şiddetini düzenin karşısına dikmeyen gerçek toplumsal bir devrim yoktur ve olamaz. Şu ya da bu ülkede, şu ya da bu yolun, örneğin gerilla mücadelesinin temel olarak seçilmesi de bu durumu değiştirmez. Hiçbir durumda devrim, orduların muharebe ettikleri bir askeri karşılaşma, bir meydan savaşı değildir. Ordular orduları yenmez, ordular dahil çeşitli biçimlerde örgütlenmiş olan kitleler mevcut düzeni ve onun savunucularını yenerler. Marksist-Leninist terminolojideki gerilla ise zaten bir halk ordusudur, halkın silahlı örgütlenmesi dediğimiz şeydir ve dolayısıyla halk ordusunun savaşı, halkın kitlesel hareketinin bir biçimidir. Bu savaş, hemen her durumda kitlelerin ayaklanmalarıyla birlikte yürümüş, onlarla birlikte zafere ulaşmıştır ama bundan da bağımsız olarak her gerilla ocağının, her silahlı işçi müfrezesinin bizzat kendisi, bir kitlevi harekettir.
Bu anlamda, ilerleyen bölümlerde halk ayaklanmalarını/isyanlarını ve devrimleri anlatırken, “ayaklanma/isyan” kavramıyla her zaman genel olarak kitlelerin devrimci girişimlerini kastedeceğiz; stratejik kurgulardan söz ettiğimizde ise daha özel kavramlar kullanacağız.

b) Kölelerin Roma Kapılarındaki Öfkesi: Spartaküs
İşe biraz geriye giderek başlamak gerekiyor. Ezilenlerin tarih boyunca kullandıkları isyan biçimlerini süreç boyunca izlemek ve anlamak için bu zorunlu.
Ve bu geriye gidişte, belki abartılı bir yaklaşım gibi görünebilir alma bir mihenk noktası olarak Roma’nın belirlenmesi uygun bir tercihtir.
Büyük başın derdi büyük olur!
Roma’nın tarihte görülmüş en büyük köle ayaklanmalarına sahne olması muhtemelen bu özdeyişle ilgilidir. Gerçekten de Roma İmparatorluğu, köleci çağın en olgunlaşmış devletidir. Örneğin M.Ö. 43 yılında Roma nüfusunun yüzde 40’ı kölelerden oluşmaktadır ve insan yerine bile konulmayan bu kadar büyük bir kitlenin sürekli bir patlama potansiyeli taşıması rastlantı değildir. Köleliğin zaten başlı başına isyan nedeni olması bir yana, siyasi çalkantılar içinde yüzen Roma’nın yaşadığı kriz de en alttakilerin ayaklanması için gerekli zemini sağlalamktadır.
Roma tarihi zaman zaman alt tabakalardan köle olmayan “yurttaş”ların da ayaklandıklarına tanık olmuştur gerçi ama doğrudan doğruya köle ayaklanmalarının en ünlüsü Spartaküs’ün başlattığıdır. En ünlüsüdür ama ilk ayaklanma değildir. Örneğin M.Ö. 104’te Sicilya’da patlayan büyük köle isyanı öylesine etkilidir ki, yoksul köylülerin ve şehirli zanaatkarların da desteğini alan köleler 7 yıl boyunca tüm adanın denetimini ellerinde tutmuşlar ve bu arada Roma’nın gönderdiği 4 büyük orduyu hezimete uğratmışlardır. Sonunda Roma, adada duruma hakim olduğunda ise 20 binden fazla köle çarmıha gerilecektir.
Spartaküs ayaklanmasının büyüsü, bir adada sınırlanmayan, doğrudan Roma’yı tehdit eden muazzam bir başkaldırı olmasından kaynaklanır. Ellerinde silahlarıyla bir gladyatör okulundan kaçarak dağlara çıkan askeri yeteneklere sahip Spartaküs ve arkadaşları, civardaki bütün çiftlik kölelerinin de katılımıyla çok geçmeden bütün Orta İtalya’yı kontrol altına alan 70 bin kişilik bir köle ordusu yaratmışlardı. Belirli bir iktidar hedefi olmayan bu disiplinsiz ordu, uzun süre civardaki zenginlikleri yağmalayarak hüküm sürmüş, üzerine gönderilen bütün lejyoner ordularını yenilgiye uğratmış ve artık Roma kapılarına gelip dayanmıştı. Bu arada ele geçirilen kentlerde de köleliğin yanında altın ve gümüş biriktirmek de yasaklanmakta, belli bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır.
Bütün tarihsel anlatımlardan çıkarabildiğimiz kadarıyla, Spartaküs ayaklanmasının yarattığı şey, tipik bir halk ordusudur. Aldıkları askeri eğitimle kendilerini Roma ordusuna benzer şekilde örgütleyen köleler, lejyoner ordularını yenerken de kendine özgü askeri taktikler uygulamışlardır. Açık meydan savaşlarından kaçınarak sert ve yıkıcı baskınlar uygulayan bu ordu, böylece çok uzun süre Roma ordusunun “bitişik kalkan” düzeni karşısında ezilmeden direnebilmiştir. Ancak sonuçta, doğrudan Roma’yı hedeflemeyen, yalnızca zora sokup tehdit eden bu ordu, ne yapacağını, nasıl bir amaçla davranacağını net olarak bilememekte ve disiplin bakımından da zayıflamaktadır. Tam bu noktada, bir ayaklanma yakın tehlike haline dönüştüğünde egemen sınıfların gösterdiği tipik refleks gündeme gelecek ve Roma, iç çatışmalarını erteleyerek aralarındaki en azgın ve en zalim fraksiyona inisiyatif verecektir. Bu tarife uyan kişi ise, Roma’nın en zengin ve en acımasız adamı Crassus’tur. Gerçekten de savaştan kaçanları astırmasıyla ünlü Crassus, disiplinli güçleriyle Spartaküs ordusunu önce geriletecek, sonra da M.Ö. 71’de yenecektir. Sonuç, altı binden fazla kölenin son savaş meydanı olan Capua’dan Roma’ya uzanan yol boyunca çarmıhlara gerilmesidir. Bütün ayaklanmaların temel kuralı burada da işlemiştir: Nihai sonuca ulaşmak için gerekli atılganlığı gösteremeyen yenilir…

c) Dinsel Motifler ve Doğu’nun Aykırı Mezhepleri…
Elbette Roma’nın köle ayaklanmaları bütün köleci toplum sürecinin en çok bilinen ve kayıtlara geçmiş olan isyanlarıdır. Oysa aynı süreçte Doğu dünyası da esasen kaynayan kazan gibidir.
Ayrıca yine dinlerin ve peygamberlik kurumunun da esasen mevcut düzene karşı ayaklanma ya da muhalefet biçimleri olduğu söylenebilir.
Ancak dinlerden ve peygamberlerden de daha önemlisi, etkileri yüzyıllar boyu sürerek günümüze dek ulaşan “aykırı” mezhepler ve dini gruplar sorunudur. Hem Hıristiyanlıkta hem de Müslümanlıkta yaygın biçimde görülen bu durumun kökleri çoğu kez doğrudan ya da dolaylı olarak sınıfsal ayrımlara dayanmıştır. Bir dinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, duruma hakim olan kast ile çelişkiye düşen daha dışlanmış kesimler, dinsel metinlerin ve olayların şu ya da bu yorumundan hareketle yeni tarikatlar kurmakta ve çoğu kez bu oluşumlar ayaklanmalara yol açmaktadır. Dinin bir devlet biçiminde örgütlenmiş olan hakim eğilimi, toplumsal zenginliklerin de sahibidir ve bu noktadan sonra her muhalif hareket, bu zenginliklerden uzak tutulan daha yoksul kesimlerin tutumunu ifade etmektedir. Ve tabii hemen her durumda, hakim eğilim, muhalif güçleri “dinden sapma” ile suçlamakta ve “sapkın” olarak görmektedir.
Ortaçağda görüldüğü gibi mevcut kilise düzeni feodalizmle özdeşleşerek büyük zenginliklere el koyar hale geldiğinde ise bu, artık bir yoksullar savaşı haline dönüşmekte, bir köylü hareketi niteliğine kavuşmaktadır. Bunu az sonra göreceğiz. Aynı durumun Doğu’daki en etkin ifadesi, eski Asya dinsel inanışlarından gelen halkların Müslümanlığa dahil edildikten sonra gösterdikleri direnç ve giderek bu direnç noktasına uygun mezhepleri benimsemesidir. Muhammed sonrası ilk ayrılığın Arap toplumu içinde patlamasına karşın, sonradan bu çatışmadan türeyen ve giderek bu ilk çatışmayı da aşan akımların daha çok Arap olmayan topluluklar arasında yayılması bu anlamda rastlantı değildir.
Örneğin Alevilik, günümüze dek akıp gelen yönleriyle sadece “Ali’ye haksızlık” söyleminin çok ötesine geçerek özellikle Anadolu coğrafyasını kapsayan ve kendine felsefi, kültürel, vb. zeminler yaratan bir harekettir. Bu akımın çeşitli kollarının hemen her zaman şatafat ve saltanat karşısında sadeliği ve adalet duygusunu öne çıkarması, Avrupa’daki ilkel Hıristiyanlığa dönüş eğilimleriyle bu bakımdan bir benzerlik göstermesi rastlantı değildir; çünkü, sonuçta bu eğilimler ezilenlerin ve dışlananların bağrından doğmakta ve o kesimlerin tepkilerini ifade etmektedir.
Elbette aykırı uçlar yalnızca Alevilik inancıyla sınırlı değildir. Müslüman dünyada “Batıni” denilen başka “aykırı” eğilimler de vardır ve bunların bazılarının kökleri çok daha eski tarihlere uzanmaktadır. Sonuç olarak ağır vergiler ve yoksulluğun halkların belini büktüğü her durumda öfke filizleri yeşermekte ve bu biriken isyan potansiyeli kendisini dinsel yollardan ortaya koymaktadır. Aslında bu durum kaçınılmazdır da, feodal çağın temel bilinç biçimlerinin tümü kendilerini dinsel formlar içinde ortaya koymuşlardır. Henüz bilimsel düşünme biçimlerinin ortaya çıkmadığı koşullarda, en ilerici düşünceler kendilerini ancak o dönemin ideolojik biçimleri altında ortaya koyabilirlerdi. Gerçekten de olan budur; tanrıyı insanlaştırırken “cennet”i dünyevileştiren, adaleti maddi dünya koşullarında arayan bu akımlar, çoğu durumda daha eşitlikçi bir düzen isteğinin somut belirtilerini ortaya koymaktadır.
Bu süreçte İslam dünyasında görülen en özgün ayaklanmalar, ağırlıklı olarak İran civarında ortaya çıkmıştır. 6. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan ve “Tanrı topraktan yiyeceği ve tüm gereksinimleri, halk onları aralarında eşit bölüşsün diye yaratmıştır. Hiçbir kimse diğerinin payından fazlasını alamaz” felsefesine dayanan Mazdek inancı, bu ayaklanmaların en önemli ideolojik dayanağıdır. “İnsanlar, gıpta, azap, öç, yoksulluk, hırs gibi beş şeytan tarafından doğruluktan uzaklaştırılır. Bunları yenmek ve iyi bir inanç yolunda yürümek için zenginlik ortak ve kadın-erkek eşit haklara sahip olmalı” diyen bu inancın sahiplerinin ve bu inancı değişik biçimlerde üreten pek çok akımın Abu Müslim’le başlayan ayaklanmalar zinciri, 21 yıl süren Babek isyanı ile devam etmiş, iki halifeye saltanatlarını kaybetme korkusu yaşatmış, yüz binleri aşan büyük ordular kurmuştur. Türk, Arap, Kürt, Bizanslı, Ermeni gibi değişik uyruklardan komutanlar tarafından yönetilmekte olan Babek orduları, bu süreçte Abbasi halifelerinin kuvvetlerini defalarca yenilgiye uğratmışlardır.
Bu isyan da stratejik çizgi ve kullanılan araçlar bakımından tipik bir halk savaşı-halk ordusu örneğini bize verir. 816’da başlayan Babek hareketi, klasik bir davranış olarak önce dağlık bölgelerdeki boğaz ve geçitleri tutarak kendi gücünü büyütmüş, daha sonra geniş bir bölgeyi ele geçirmiştir. Karargahları, komuta kademeleri ve ele geçirilen kentlerde sivil yaşam örgütlenmeleri vardır; yani kontrol ettiği bölgelerde kendi yaşam biçimlerini uygulayan, merkezi iktidara karşın “ikinci bir iktidar” yaratan bir tarza sahiptir. Bu, daha sonraları Avrupa’da da örnekleri görülen tipik bir tarzdır. Belli bir alanı alternatif yaşam bölgesi olarak fethedip inşa etmek, böylece “devlet içinde devlet” yaratarak orayı korumak biçimindeki bu çizgi, süreç boyunca hep görülecektir.
İsyan, nihayet Abbasi Halifesi Mutasım tarafından bastırılmış ve sonuçta ele geçirilen Babek, bütün organları tek tek kesilerek öldürülmüştür. Yine de Babek Mutasım’ın önünde eğilip af dilememiştir. Hatta rivayete göre işkence altındaki Babek, kendi kanını yüzüne sürmekte ve bunu “yüzü korkudan sarardı demesinler” diye açıklamaktadır.
Aynı hareketin devamı olarak 860’lardan itibaren Hamdan Karmat tarafından güney ve orta İran’da yaratılan Karmati hareketi ise “komünist” özellikleri daha belirgin bir harekettir ve Irak, Bahreyn, Suriye gibi bütün diğer bölgelere de yayılmıştır. Önce gizli dernekler biçiminde gelişen öğreti, daha sonra Hamdan’ın 890-891’de Karmatiler için Küfe yakınlarında bir toplu yaşama yeri olan Dar al-Hicra kalesini kurmasıyla bir isyana dönüştü. Göçmenler Evi anlamına gelen kale, (daha sonraları sahneye çıkacak olan) Hasan Sabbah’ın Alamut’una benzer biçimde ele geçirilemez bir konumdaydı ve içinde mülklerin ortak olduğu bir düzen uygulanıyordu. Aynı biçimde Bahreyn Karmati devletinin başkenti Al Ahsa’da da para yerine kurşun kuponların kullanıldığı, iş yapmak isteyenlere devletin yer gösterip kredi verdiği bir düzen hakimdir. Daha sonraları Selçuklu sultanlarının yok edeceği kent, tipik bir kırsal komün gibidir.
Zaman zaman Bağdat kapılarına dek dayanan Karmati ayaklanmasının tarzı da dönemin askeri mantığına uygun olarak en geride, sağlama alınmış bir derin üs (Dar-al Hicra Kalesi ya da Al-Ahsa) ve oradan başlayan akınlar biçimindedir. Yani pratik olarak bir “ikili iktidar” ve “kurtarılmış bölge” durumu en baştan mevcuttur, hareketin başlangıç noktası böyledir. Yine büyük halk orduları kurulmakta, karargah ve komutanlık düzenleri oluşturulmakta ve kentleri kuşatıp düşüren bir yol izlenmektedir.
Daha sonraları, Doğu dünyasının en özgün isyan örneklerinden olan Hasan Sabbah hareketine geldiğimizde ise temel mantık yine değişmez. Ancak bütün diğer ayaklanmalardan farklı bir stratejik çizgi izleyen bu hareket, büyük ordularla kentlere saldırmak yerine, kendi seçtiği güvenli bir mevzi olan Alamut Kalesi’nde yuvalanmış ve burada yetiştirdiği küçük gerilla timleriyle bütün iktidar güçlerinin korkulu rüyası olacak bir suikastlar taktiğini uygulamıştır. Artık söz konusu olan düpedüz bir ikinci iktidar, hatta ayrı bir devlet düzenidir. Merkezi yönetim, bu alternatif iktidarın varlığını bilmekte, onu yok etmek için elinden geleni yapmakta ama hem dönemin askeri imkanlarının kısıtlılığı, hem de Sabbah’ın ustalıklı yönetimi nedeniyle bunu gerçekleştirememektedir. Klasik deyimle söylersek, bu tam bir “denge” durumudur.
1090 yılında başlayan ve genel olarak İsmaililer diye bilinen bu hareket, Sabbah’ın ölümünden sonra da devam etmiş, bütün kaledekilerin kılıçtan geçirildiği 1256’ya dek sürmüştür. Sünni tarihçiler tarafından üzerine çeşitli spekülasyonlar üretilse de Sabbah’ın Alamut’ta kurduğu düzenin tipik ortaklaşmacı-eşitlikçi özellikler gösterdiği kabul edilmektedir. Hareket, sonuçta bir iktidar değişikliği yaratamamıştır ama ezilenlerin, emekçilerin egemen sınıflara karşı yürüttüğü gerilla savaşının tarihsel olarak en yetkin, en sistematik ilk uygulaması diyebileceğimiz bir savaş düzenini yaratmış, hatta bu süreçte Selçuklu baş veziri Nizam-ül Mülk dahil birçok devlet adamının ortadan kaldırılması bağlamında silahlı propagandanın ilk örneklerinden birini gerçekleştirmiştir.

d) Ortaçağ Avrupa’sında Köylü Ayaklanmaları…
Doğu’daki gezintimize bir süreliğine ara verip Batı’ya, Avrupa’ya doğru baktığımızda ise yaklaşık olarak aynı şeyleri görürüz. “Aykırı” mezhepler ile zulme karşı ayaklanmaların en tipik örnekleri Ortaçağ Avrupası’nda yaşanmıştır.
Özellikle Engels’in özel olarak incelemiş olduğu Almanya, bu bakımdan önemlidir.
16. yüzyıl başında Almanya’nın düzeni, Engels’in deyimiyle bütün yükün köylünün boynuna asıldığı korkunç bir sömürü ve baskı düzeniydi. Bu düzen içinde bir yandan kapitalizmin filizleri doğarken, diğer yandan kilisenin soyguncu düzeni devam ediyor, ağır vergiler ve angaryalar altındaki köylülerin hayatı giderek dayanılmaz hale geliyordu. O günün koşullarında sınıfsal piramidin en altında gerçekten de “tanrının bile unuttuğu” büyük köylü yığınları vardı.
Bu koşullar altında kilisenin alt tabakası olan köy papazları ve vaizlerin gitgide halk temsilcileri haline geldikleri özgün bir durum ortaya çıkmaktaydı. Zayıf burjuva muhalefet etkisizdi, köylüler ise Engels’in dediği gibi “kendilerini ezen boyunduruk altında dişlerini gıcırdatsalar da” ayaklanamıyor; “dağınıklıkları, ortak bir anlaşmayı son derece güçleştiriyordu.”
Bu koşullar altında Luther’le başlayan yenilikçi dinsel hareket, yine onun tarafından gericiliğe doğru sürüklendiğinde yoksulların kilisesini kurmak Tomas Münzer’e kalmıştı. Daha doğrusu Luther, katı kilise düzenine karşı halkın tepkilerinin kapısını şöyle bir aralayıp geriye çekildiğinde, Münzer ve çoğu sonradan ayaklanma lideri olacak olan yerel papazlar, sorunun tam da merkezindeydiler. Yine isyancılığı yüzünden idam edilmiş bir babanın oğlu olarak 1498’de dünyaya gelen Münzer, ilkel Hıristiyanlığa geri dönüş amacıyla gizli dernekler kurmaya başladığında köylüler, yoksullardan yana bir dini görüşü benimsemeye hazırdılar. Münzer’e göre, Tanrının krallığı, sınıf ayrılıklarının olmadığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı, topluma yabancı devlet iktidarının olmadığı bir toplumdu. Şöyle diyordu Münzer: “Tefeciliğin, hırsızlığın ve eşkıyalığın batağı, tüm canlı varlıkları: sudaki balıkları, gökteki kuşları, toprak üzerindeki bitkileri kendi mülkleri yapan prensler ve beylerdir. Sonra da, yoksullara: çalmayacaksın! buyruğunu vaaz ederler, ama kendileri, ellerine düşen her şeyi kapar, köylü ve zanaatçının iliğini sömürürler…”
Engels’in de belirttiği gibi bu, henüz filizlenme halindeki komünist fikirlerin o çağdaki mümkün olan ifade biçimleriydi. Ve en önemlisi de bu fikirler, yoksul köylülerin genel ruh halinin tam bir ifadesiydi. Bu yüzdendir ki, koca bir 16. yüzyıl, Münzer’e bağlı olan ya da olmayan yüzlerce köylü ayaklanmasına tanıklık etmiştir. Bu süreçte köylülerin hatırı sayılır ordular kurup kentlere ve prenslerin ordularına saldırdıkları, kendilerine özgü bayraklar ve devletler yarattıkları o kadar çok ayaklanma vardır ki, saymak bile mümkün değildir. Eninde sonunda prenslerin vahşi orduları tarafından tam bir kasaplıkla bastırılan ve “reformcu” Luther’in “öldürün bu hayvanları!” diyerek katliamlara ışık yaktığı bu ayaklanmalar, yüz yıl boyunca Avrupa’yı bir başta bir başa sarsmıştır. Macaristan’dan Çekoslovakya’ya, Fransa’ya dek yüzlerce isyan şatoları yıkmış, buna karşın da ağaç dalları salkım salkım asılan isyancı köylülerin cesetleriyle dolmuştur. 1525 yılının Nisan ayı başında başlayan genel ayaklanma ise bunların en büyüğüdür. Münzer, tarihi kararlaştırılmış bulunan bu genel ayaklanmadan da önce 17 Mart 1525’te Mulhausen’de ayaklanarak yönetimi ele geçirmiş ve kendi ortaklaşacı düzenini kurmaya başlamıştır. Bu arada prensler de kendi aralarındaki çekişmeleri sonlandırıp büyük bir ordu kurma hazırlığındadırlar. Bir dizi yenilgiden sonra yine Roma’daki Crassus örneğinde olduğu gibi içlerinden en vahşi olan fraksiyona inisiyatif veren prensler, böyle bir orduyu da sonunda kuracaklardır.
Sonuçta Münzer’in yaşadığı şey, Engels’in de dediği gibi “aşırı bir parti önderinin başına gelebilecek en kötü şey”dir; yani tarihsel koşulların ve temsil ettiği sınıfın olgunlaşmadığı bir zamanda iktidara yürümek…
Bunun sonucu ise, doğal olarak daha disiplinli ve büyük bir orduyla yürüyen ve bu arada isyancı güçleri bölmek bin türlü dalavere çeviren prens ordularının zaferi olacaktır. Avrupa’nın bir çok yerinde yaşanan kader, sonunda Münzer’in de başına gelmişti. İlk yenilginin ardından Schlachtberg diye bilinen bir tepede barikat kuran Münzer güçleri, teslim olmayı reddettiler ama neredeyse silahsızdılar. Bir gün içinde prensler, beş bin köylüyü boğazladılar. Bu, tabii ki yine de düşük bir rakamdı. Daha bir yıl önce Yukarı-Macaristan’daki tek bir ayaklanmada 60 bin köylü darağacına çekilmişti.
Ve tabii, söylemeye bile gerek yok; bütün isyancı liderler gibi Münzer’de işkence edilerek başı kesilirken inançlarından taviz vermedi.
Böylece, 1525 ayaklanmaları yüz binlerce köylünün canına mal olarak sona ererken, aslında bu türden halk ayaklanmalarının bir tarihsel dönemi -en azından Avrupa için- sona ermiş oluyordu.
Bu dönemin karakteristik özelliklerinden biri, gelecekte yeni bir sınıfın ayaklanmalarıyla sarsılacak olan kentlerin şimdilik işe karışmaması, hatta durumu korkuyla izliyor olmasıdır. Şimdilik işler, kırlarda yürümektedir ve olan şey, korkunç bir zulüm altında inleyen köylülerin büyük öfkesinin patlamalarıdır.
Bu ayaklanmaların bir başka karakteristik özelliği de, ayaklanma önderlerinin karşı tarafa “nihai saldırı” yapacak güç ve organizasyonda ordular kurmak yerine, ki bu köylülerin dağınıklığından ötürü olanaksızdı, çoğu kez kendilerine bir kenti ya da bir bölgeyi mekan olarak belirleyip orayı savunmalarıdır. Çoğu örnekte önderler, ayaklanma fikirlerinin en güçlü olduğu bir bölgeyi ele geçirmekte, orada bir tür bağımsız yönetim, hatta bir tür “devlet” ilan etmekte, halkın silahlı güçlerini de mümkün olduğunca organize ederek isyanı genişletmeyi düşünmektedirler. Böylece varmak istedikleri nihai amaç konusunda hem önderlerin, hem de köylü kitlelerinin zihni bulanıktır. Zaten bütün Almanya’yı kapsayan bir ayaklanma hareketi de hiçbir zaman mümkün olmamıştır. İşin doğrusu zaten ortada “bütün Almanya” diye bir şey de yoktur! Söz konusu olan daha çok prensliklerdir. Ve tabii bu savunmacı bulanıklık, çoğu kez bulundukları bölgeyi de onlara mezar yapmaktadır; kuşkusuz uzun bir süre prenslerin yüreklerine korku saldıktan sonra!
Ama sonuçta, ne olursa olsun, Avrupa köylü ayaklanmaları fırtınasının geleceğe büyük dersler bıraktığı kesindir. Birkaç yüzyıl sonra gelecek olan burjuva devrimleri dizisi, onların bu cüretkarlığını bir temel olarak alacaktır.

e) Adalet Davasının Yüzlerce Yıllık Ateşi: Anadolu İsyanları
Bu arada, en eski Batınilerden gelen ve süreç içersinde aslında hiç kırılmayan zincir, 1200’lerden itibaren Anadolu’yu yeniden sarsmıştır. 1240’lardan başlayıp 1600’lere kadar gelen büyük ayaklanmalar zinciri, (aralarından bazı paşaların çıkar yüzünden çıkardığı isyanları ayıklarsak eğer) tipik köylü ayaklanmalarıdır. Ve bu isyanlar da tıpkı Alman köylü hareketleri gibi, yoksullardan oluşan devasa halk ordularına dayanmakta, tıpkı Almanya’daki gibi belli bölge ve şehirleri işgal ederek işe başlamaktadır.
Bu dönemde Selçuklu ve Osmanlı’nın zulüm ve sömürü düzeninin yarattığı tepkiler hemen her durumda Sünni azınlığın baskısıyla birleşmekte ve isyanlar çoğu kez Alevi dinsel anlayışının etkisi altında gerçekleşmektedir. Bu anlamda Alevilik, genel olarak Münzer’in ilkel Hıristiyanlık tezlerine yakın durmaktadır, ama bu arada bu çerçeveden de daha ileri giderek ilkel komünist düşüncelere yaklaşan Bedreddin gibi örnekler yok değildir.
1240’ta Baba İlyas ve Baba İshak tarafından başlatılan ve Amasya, Kırşehir, Sivas, Adıyaman ve Malatya yörelerini kapsayan büyük Babailer ayaklanması böyledir. Ayaklanma öylesine büyüktür ki, defalarca yenilgiye uğrayan Selçuklular sonunda Hıristiyan Frank askerlerini devreye sokarak bu işten kurtulabilmişlerdir; çünkü her savaşta Selçuklu askerlerinin yarısının Babailer safına geçmesi bir gelenek olmuştur. Babai ayaklanması tipik bir köylü ayaklanmasıdır; Baba İshak’ın işaretiyle daha ilk anda 50 bin kişilik gücün bir araya gelmesi ve “... karınca ve çekirgeler gibi hemen ayaklanarak sözleştikleri gün ve saatte isyan bayrağını” kaldırmaları, Anadolu’da daha sonra da sık tekrarlanacak bir örgütlenme geleneğidir. Ve yine çoğu isyanda olduğu gibi bu olayda da çeşitli ulus ve dinlerden insanlar yer almaktadır; ayaklanmacıların çoğu kez aileleriyle birlikte savaşmaları da başka bir gelenektir. Kayıtlarda geçtiği haliyle, eyleme Türkmenlerin dışında “... her ulustan katışanlar vardı. Din, ulus ayırt etmeksizin sürüler bir yere gelmişler”di.
Sonunda Babailer, artık Konya üzerine yöneldiklerinde sultan Keyhüsrev, Frank askerlerinin öncülüğünde 60 bin kişilik bir kuvvet kuracak ve hareketi ancak böyle ezebilecektir.
1511 ve 1512’de ardı ardına patlayan Şahkulu ve Nur Ali Halife ayaklanmaları da büyük halk hareketleridir. Antalya, Burdur, Isparta, Kütahya civarında harekete geçen Şahkulu, büyük Osmanlı güçlerini bozguna uğrattıktan sonra Sadrazam Ali Paşa’nın güçlerine yenilmiş; Amasya, Tokat, Çorum, Yozgat yörelerini ayaklandıran Nur Ali Halife ise daha kısa sürede yenilgiye uğramıştır. Savaşın sonunda galip gelen Osmanlı paşası, adet olduğu üzere Nur Ali’nin kellesini ve 600 isyancının kesilmiş burnunu İstanbul’a armağan olarak gönderecektir! Bu arada, daha sonraları bir dizi ayaklanmaya (Celali ayaklanmaları) adını verecek olan Bozoklu Celal de yine bir Türkmen dervişidir ve onun Tokat-Turhal’daki ayaklanması da büyük başarılar sağladıktan sonra 1518’de büyük bir katliamla bastırılabilmiştir.
Sivas, Tokat, Kayseri ve İçel hattında gelişen ve ağır vergilerin kaldırılması talebiyle hareket eden Baba Zünnun ayaklanması da bir başka büyük isyandır ve 1525’te bastırılmıştır. Sivas’ı ele geçiren ve üzerine gelen bütün Osmanlı güçlerini ezerek ilerleyen Zünnun kuvvetleri sonunda ancak birkaç beyliğin askerlerinin bir araya getirildiği bir ordu tarafından durdurulabilmiştir. Bunun hemen ardından 1527’de harekete geçen Kalender Çelebi, kısa bir zamanda Osmanlı baskısı ve zulmünden bıkan, yoksul Alevi-Sünni Türkmen köylülerini, küçük toprak sahiplerini, topraksızları, kentli ve kasabalı yoksul kesimi, Dulkadırlı Türkmenleri, tımar sahiplerinden 30 bin kişiyi etrafında toplamayı başarır. Osmanlı tarihçilerinin anlatımıyla Kalender Çelebi, “o kadar güç ve itibar kazanmış, o kadar kalabalık bir topluluğun başı olmuştur ki, böylesi şimdiye dek hiçbir asiye nasip olmuş değildir.” Ayaklanmaya bastırmak için harekete geçen Sadrazam İbrahim Paşa’nın kuvvetleri de ağır bir yenilgiye uğradığında artık Kalender kuvvetleri 40 binin üzerindedir ve ayaklanma yayılmaktadır. Sonunda Osmanlı rüşvetle bazı beyleri satın alarak onu yalnız bırakmayı başarır ve Kalender Çelebi, yanında kalan adamlarıyla Nurhak dağlarına çekilir. Burada Osmanlı kuvvetleriyle tekrar vuruşur ve zafer kazanan Osmanlı güçleri hepsini kılıçtan geçirir. Kellesi de bizzat Kanuni Sultan Süleyman’a armağan olarak gönderilir.
Ve kuşkusuz bütün bunlar ayaklanmaların en çok bilinenleridir. Örneğin Adana-Tarsus bölgesinde sadece ırgatlara dayanan Veli Halife ayaklanması ve “Celaliler” diye bilinen başka bazı isyanlar da en az diğerleri kadar önemlidir.
Ama herhalde bütün bu süreçteki ayaklanmaların en önemlisi ve Tomas Münzer hareketine en çok benzeyeni Şeyh Bedreddin hareketidir. Mısır’da iyi bir medrese eğitimi alan ve Ortadoğu’nun neredeyse tamamını gezmiş olan Bedreddin’in en önemli özelliği, her şeyden önce Münzer gibi ilkel komünist fikirleri dini düşüncelerle ifade etmesiydi. Birçok Osmanlı ve Bizans tarihçisinin nefretle ifade ettikleri gibi Bedreddin ve yandaşları malların ortaklığını savunuyorlar ve tanrının adaletinin yeryüzünde kurulabileceğini düşünüyorlardı. Bizans tarihçisi Dukas’ın anlatımıyla Börklüce Mustafa, “yalnızca giyim, yiyecek, vb. gibi malların değil; araba ve atların da ortaklaşa kullanılmasından yana”dır. Ayrıca, Bedreddin’in Alevilikle doğrudan bağları da şüpheli görünmektedir; dahası bu hareket çeşitli din ve milliyetlerden yoksul köylüleri de kapsamaktadır.
Bedreddin hareketin bir başka önemli özelliği ise ilk kez Osmanlı devlet görevlilerinden birinin önderliğinde gelişmesi ve doğrudan merkezi otoriteye yönelmesidir. Yıldırım Beyazıt’ın oğlu ve meşru veliaht olan Musa Çelebi’yi etkileyen Bedreddin, üç yıl onun kazaskerliğini yapmış ve bu arada görüşlerini yaymıştır. Daha sonra Musa Çelebi öldürüldüğünde ise, bu kez bizzat kendisi bir ayaklanma örgütlenmeye girişmiştir. Müritlerinden Börklüce Mustafa’nın Aydın’da, Torlak Kemal’in ise Manisa dolaylarında 1416’da başlattığı ayaklanmalar sürecinde Bedreddin de Sinop üzerinden Kırım’a ve oradan da Rumeli’ye geçer. Bu arada Börklüce, Karaburun taraflarında beş bin isyancıyla ayaklanmayı sürdürmekte ve üzerine gelen Osmanlı güçlerini bozguna uğratmaktadır. Sonunda, Çelebi Mehmed, Veziri Azam Beyazıd Paşa komutasında büyük bir gücü Börklüce’nin üzerine gönderecek ve isyancıların tümü kılıçtan geçirilecektir. Börklüce, çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Yalnızca isyancıları değil, tarihçilere göre Beyazıd Paşa “yolda rast geldiği ihtiyar ve çocukları, erkek ve kadınları, yaş ve cins farkı gözetmeksizin, merhametsizce kılıçtan geçirmekte”dir.
Daha sonra ise Manisa’ya yönelen ordu, üç bin kişilik Torlak Kemal hareketini de kanlı biçimde bastırmış ve Kemal’i Manisa’da asmıştır. Ve nihayet Osmanlı, Deliorman’da bulunan Bedreddin’i teslim alarak uydurma bir yargılamayla Serez’de asacaktır. Olayların seyrinden anlaşıldığı kadarıyla Bedreddin de tıpkı Münzer gibi, bilge bir ajitatör ve zeki bir düşünürdür; ama askeri bakımdan yetenekli olmasına biraz da geldiği eğitim düzeni uygun değildir. Alman ayaklanmalarında da örneğin Yoksul Konrad gibi başka bazı önderlerin daha usta taktikçiler olduğuna tanık olunmuştur.
Genel olarak bakıldığında Anadolu isyanlarının en temel özelliklerinden birincisi, çağın koşullarına uygun olarak dinsel motifleri kullanması ama bunun ardında zulme karşı nefreti ve eşitlikçi düşünceleri barındırmasıdır. Bu düşünceler sayesindedir ki onlar çoğu kez klasik Alevi motiflerini de aşmakta, Sünnilerden ve hatta bazen Hıristiyanlardan da yoksul köylüleri saflarına kazanmaktadırlar.
İkincisi, bu isyanlar da tıpkı Avrupa’daki benzerleri gibi esas olarak kır hareketleridir ve çoğu kez aileleriyle birlikte savaşan büyük köylü kitlelerini gezgin halk orduları ya da büyük çeteler gibi örgütlemektedir. Merkezi otoritenin asla denetleyemeyeceği geniş kırlık alanlarda “karınca sürüleri gibi” bir araya gelen ve uzun süre hazırlanma şansını bulan bu ayaklanma grupları daha sonra başka yörelere ve en zayıf görünen kentler üzerine yönelmektedir. Bazı ayaklanmaların bugünkü ulaşım koşullarında bile birbirlerine oldukça uzak sayılabilecek yöreleri kapsaması, isyan ordularının merkezi otorite tarafından engellenmeden Anadolu’nun bir ucundan öbürüne geniş yaylar çizerek ulaşabildiklerini göstermektedir.
Zaten, üçüncü bir özellik olarak sayılabilir; merkezi otorite de özellikle kendi içinde problemli ve zayıf olduğu dönemlerde olaya ancak isyanın büyüme ve olgunlaşma evresinde müdahale edebilmektedir. Bir araya gelen, örgütlenen, karargahlar kuran isyan orduları, İstanbul’a yürümeyi aklına bile getirmeden uzunca bir süre en sağlam bölgelerde faaliyet göstermekte, daha sonra gücünü büyüterek bazı önemli kentleri ele geçirmekte ve nihayet merkezi ordu üzerine geldiğinde de en elverişli konumlarda savaşarak zaferler kazanmaktadır. İsyan ordularının çoğu kez doğrudan savaş yöntemiyle değil de nifak ve içten parçalama yoluyla çökertilmesi bu bakımdan rastlantı değildir. Çünkü bu ordular yerel zemine yaslanmaktadır ve kendi istedikleri koşullarda savaşmaktadırlar.
Ve nihayet dördüncüsü, bütün bu ayaklanmalar, asla bütün Anadolu’yu kapsayan bir nitelik göstermemekte ve en iyi durumlarda bile belli yörelerin çerçevesini aşamamaktadırlar. Bu da köylü hareketinin en tipik özelliklerinden biridir.

f) Askeri Düzeni Bozan Bir Deneyim: Amerikan Bağımsızlık Savaşı
Kronolojik olarak kent ayaklanmalarının bir öncesinde yer alan ama klasik köylü isyanları kategorisine de girmeyen özgün bir olgu olarak Amerikan Bağımsızlık Savaşı ise, tarihsel öneminin yanında Engels’in çok iyi tanımladığı gibi savaş taktikleri açısından önemlidir. Gerilla, belki tarihte ilk kez olmuyordu ama bu savaşta ne kadar düzen bozucu bir rolünün olduğu kanıtlandı. “Amerikan bağımsızlık savaşı patlak verdiği zaman” diyor Engels, “iyi talim görmüş paralı askerler, karşılarında birdenbire, belki talim yapmasını bilmeyen, ama bir o kadar iyi ateş eden, çoğu kez ellerinde attığını vuran karabinalar bulunan ve kendi öz amaçları için savaşan, yani savaştan kaçmayan asi çeteler buldular. Bu asiler, İngilizlere, kendileriyle açık alanda, savaş teşrifatının tüm geleneksel kurallarına göre, savaşların ünlü ağır adımlı menuet dansını (İngiliz ordusunun savaştaki ritmli yürüme düzeni) oynama zevkini tattırmadılar; düşmanı, uzun yürüyüş kollarının, dağınık ve görünmez avcıların ateşi karşısında savunmasız kaldıkları sık ormanlar içine çektiler; dağınık düzen durumunda, alanın en küçük koruluğundan, düşmana zarar vermek için yararlanıyor, ve buna karşılık, büyük hareketlilikleri sayesinde, büyük yığınları bakımından her zaman düşman saldırısı dışında kalıyorlardı. Dağınık avcıların, daha bireysel ateşli silahların kullanılmaya başlanması sırasında bir rol oynamış bulunan ateşi ile savaş, burada, kendini, bazı durumlarda, özellikle gerilla savaşında, saf düzeninden üstün olarak gösterdi.” (Anti-Dühring)
Bu çok önemliydi, 1775-1783 yılları arasında Birleşik Krallık ve Kuzey Amerika’daki Onüç Koloni arasında geçen savaş, gerçi sonuçta General Washington komutasında düzenli Amerikan ordusunun zaferiyle sonuçlandı ama ilk başlangıçta Fransızların da desteklediği Amerikan kuvvetleri eyalet milisleri ve çiftçilerden oluşuyordu. Zaman zaman tipik gerilla taktikleriyle savaşan bu güçler, klasik savaş düzenini alt üst ettiler ve daha sonraları düzenli ordulara dönüştüklerinde de bu taktiklerden yararlandılar. Örneğin Amerikan ordusunun en zor duruma düştüğü zamanda General Washington’un 1776 Noel akşamında Delaware Irmağı’nı geçerek düzenlediği baskın, tipik bir avcı taktiğiydi.
Sonuçta, 25 Kasım 1783’te son İngilizler New York’tan ayrıldıklarında gerçekleşen şey tabii ki bir halk ayaklanmasının zaferi değildi. Ama böylece bir yandan dünya tarihinin önemli bir sayfası açılıyor; diğer yandan da büyük düzenli ordulara karşı düzensiz savaş taktiği ciddi bir deneyim olarak halkların belleğine kazınıyordu. Yaklaşık iki yüzyıl sonra Vietnam ormanlarında gerilla tarafından biçilen Amerikan askerlerinin aslında bu duruma çok da şaşırmamaları gerekirdi!

g) Modern Dünyanın Kapısı: 1789 Paris…
Ve işte nihayet… 1789 Paris’i…
Kölelerden ve köylülerden sonra, geniş ve sonsuz kırlardan sonra ilk kez kentler ve sokak savaşları…
Bütün insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri olan 1789 Fransız burjuva devrimi, aynı zamanda bir ayaklanma klasiğidir. Bu devrim, kuşkusuz daha sonraki işçi ayaklanmalarına ilham kaynağı olan büyük bir deneyim olmuştur.
Feodal üstyapı ile kapitalist üretim ilişkilerinin girdiği çelişki ve devrimin bütün diğer sosyal-ekonomik sebepleri, bu arada Aydınlanma gibi muazzam düşünsel sıçramalar kuşkusuz başka yazılarda ayrıntılı olarak incelenebilir. Ancak, devrimin izlediği pratik yol haritası bakımından olguyu incelediğimizde karşımıza çıkan şey, kırlarda ve şehirlerde büyük bir nefret dalgasıyla başlayan geniş bir ayaklanmadır. Tarihsel sebeplerin yanında derin bir mali krizin de eşlik ettiği genel yoksullaşma olayları tetiklemiş, devrimin siyasetçilerinin, yani Jacoben kulüplerinin harekete geçirdiği kitleler Paris’te ve taşrada büyük bir ayaklanmaya girişmişlerdir. Söylemeye bile gerek yok ki, 1789 devrimi, esasen önderliği ve nihai amacı, niteliği bakımından burjuvadır; yoksa ayaklanmanın bütün aşamalarında sokaklarda olan, devrim için kanını döken, emekçi halktan başkası değildir.
Ve en önemlisi de, kırlardaki ayaklanmalar da devrimde belli bir rol oynamakla birlikte artık önümüzdeki olgu ağırlıklı olarak kentlerle ilgilidir. Son üç yüzyıl boyunca büyük kentleri yaratan ve sanayileşme yoluyla durmadan büyüten burjuvazi böylece bir devrim odağı da yaratmış oluyordu. Devrimin ilk adımını atarak Bastille hapishanesini basanlar, orta burjuvaların önderlik ettiği şehirli “baldırı çıplaklar”dan başkası değildi. Daha sonraları başka ülkelerde de aynı ayaklanma kuralı işleyecektir: En nefret edilen, halka en çok acı çektiren kuruma yönelmek, önce orayı yakıp yıkmak!
Kuşkusuz Fransız Devrimi, daha sonra zikzaklar, iniş çıkışlar ve ileri-geri adımlardan oluşan pek çok aşamadan geçti.
Bir anlamda devrim, 1830’lara, hatta 1848 ayaklanmalarına dek devam eden bir süreç yaşadı. Bu süreçte Paris sokakları sık sık barikatlara tanık oldu, en büyük devrimci şiddet dönemleri de, kralcılığa geri dönüşler de, kenti bir baştan bir başa sarsan olaylar dizisi olarak aynı süreçte yaşandı. Devrimin üç büyük partisi, Jirondenler (tutucular), Jacobenler (radikaller) ve Anayasacılar, birbirlerinin ardı sıra gelip sahneye çıktılar. Marks’ın deyimiyle bu üç partinin her biri sırasıyla “devrimi kendisinin artık arkasından gidemeyeceği yere kadar” götürdü, bu noktadan sonra ise nöbeti (öncülüğü) o zamana kadar onu izleyen en gözü pek müttefik devraldı. Ve tabii her seferinde de giyotin iş başındaydı.
Ama sonuçta, bütün bu gelişmelerin çözümlenmesi bir yana, 1789’la başlayan büyük burjuva devriminin en önemli yönlerinden biri, kırlarda patlayıp sönen köylü isyanlarının yerini artık kentleri esas alan ve doğrudan merkezi politik sonuç yaratan ayaklanmaların almasıydı. 16. yüzyılın umutsuz köylü çırpınışları, artık tarihe gömülmüştü; artık sahnede başka güçler, şehirliler vardı ve üstelik sahnenin kendisi de değişmişti.
Ama yine de henüz bir sonraki aşamaya geçilmiş değildi. Sokakta olan kalabalıklar, henüz “genel olarak” halk denilebilecek karmaşık, çok sınıflı bir topluluktu. Burjuvalar, küçük zanaatkarlar, işçiler, lümpen proletarya… “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” üçlemesi, içine her şeyin sığabildiği geniş bir havuz gibiydi ve henüz modern çağın son kavgasının tarafları tarih sahnesinde kendi gerçek bayraklarıyla yer almıyorlardı.
Ama çok değil, daha elli yıl geçmeden Avrupa bir kez daha, bu kez proletaryanın darbeleriyle sarsılacaktır. Artık, üç renkli bayrakların yerini işçi sınıfının kızıl bayrağı almakta, “kimin için özgürlük”, “kimin için eşitlik”, “kimin için kardeşlik soruları” kent meydanlarında, barikatlarda sorulmaktadır.
Sahne, yine aynı sahnedir evet, ama bu kez başrolde olan tarihin gördüğü en devrimci sınıftır…

h) Gerçek Aktörün Sahneye Çıkışı: 1848 Devrimleri
“Karşılayalım bu kana susamış mezbaha cellatlarını / Öyle bir mezar kazalım ki onlara Paris’te / Tiranlara yaraşsın / Kum ve kaldırım taşlarından oluşturacağımız bu yığınlar / Can çekişen düşmana mezar olsun…”
23 Şubat 1848 gecesi Paris’in emekçi mahallelerinde barikatlar kurulurken bu şarkı söyleniyordu.
Yine Paris, yine barikatlar, ama bu kez kızıl bayraklar…
Marx, 1789’dan beri gerçekleşen Fransız burjuvazisinin devrimlerinin hiçbirinin “düzene karşı bir suikast” olmadığını, hepsinin de düzeni (sistemi) ve işçilerin köleliğini olduğu gibi bıraktığını söylüyordu. Bu devrimlerle birlikte değişen tek şey “sınıf egemenliğinin siyasal biçimi” idi. Ona göre sistemi/düzeni hedef alan ilk ayaklanma 22 Haziran 1848 Paris işçi ayaklanmasıdır.
Gerçekten de bu kez sahnede kızıl bayraklar vardır… Ve bayrakları tutanlar, 1789’da olduğu gibi “genel olarak halk” değil, proletaryanın ta kendisidir.
1830’lardan sonra yalnızca Fransa değil, bütün Avrupa bir ekonomik bunalımın içindeydi. Bir yandan üretim olağanüstü düzeyde artıyor, yeni makineler üretime dahil oluyor, 1845’te büyük işletmelerde çalışan Fransız işçilerin sayısı bir milyonu aşıyordu. Örneğin sadece kömür madenlerindeki işçi sayısı bile 1831 ile 1847 arasında 15 binden 35 bine fırlamıştı. Ama öte yandan, ücretler dibe vurmakta, fiyatlar artmakta ve kadın çocuk emeği korkunç biçimlerde kullanılmaktaydı. Grev ve sendika ise tümüyle yasaktı.
Paris ayaklanması doğrusu biraz garip bir noktadan başladı. Bütün siyasal gösteriler yasaklandığı için muhalefet o günlerde büyük çadırlarda binlerce insanın katıldığı ziyafetler dizisi örgütlemeye başlamıştı. 1847 yılının yaz ayından kışa dek 70 ziyafet düzenlenmişti ve tümü de gösteri havasındaydı. 22 Şubat akşamı yapılacak olan son ziyafet ise yasaklanmasına karşın gerçekleştirildi ve büyük bir yürüyüşe dönüştü. Sonuç, o gün için iki işçinin ölümüydü. Gece artık halk silah dükkanlarını yağmalıyor, karakollara saldırıyordu. 23 Şubat sabahı ise, istasyon, postane, emniyet müdürlüğü silahlı işçiler tarafından ele geçirilmiş, barikatlar kurulmuştu. Öğleye doğru ulusal muhafızlar da işçiler katıldı. 24 Şubatta ise kral Louis Philippe, ülkeyi terk etmiş ve saraya giren halk onun tahtını yakmıştı bile.
Paris’teki hareketin başını orta burjuvazi ve işçi sınıfı çekiyordu ama olan şey esas olarak bir işçi ayaklanmasıydı. Oluşan yeni geçici hükümet de bu bileşimi yansıttı; ama burjuvaların egemenliğinde… Bundan sonraki süreç, artık burjuvaların işçi sınıfını ve sosyalistleri kenarda tutmak istediği, buna karşın işçilerin de hemen her dönemeçte ortaya çıkıp duruma müdahale ettiği bir karşılıklı adımlar dizisidir. Örneğin “çalışma hakkı” isteyen işçiler oyalanmaya başlayınca durum sokağa çıkıyorlar; ya da “kızıl bayrağın ulusal bayrak olması”talepleri oyalanınca yine aynı şeyleri yapıyorlardı. İşçilerin bu kez dalaverelere karnı toktu. Örneğin 25 Şubat günü Paris proletaryası adına Raspail, Belediye Sarayı’na gidip, iki saat içinde cumhuriyet ilen edilmezse 200 bin kişiyle geri geleceğini söylediğinde, burjuvazi çaresizce cumhuriyeti ilan ediyordu. Ancak öte yandan burjuvalar, Mart ve Nisan boyunca güçlerini toparlıyorlar, bir yandan işçilerin etkinliğini kırmak için çaba gösterip çalışma yaşamı için kurulan komisyonu göstermelik hale getirirlerken, diğer yandan da işçi sınıfının sokaktaki bu etkinliğinin bir korkunç tehlike olduğu konusunda orta sınıflarda genel bir kanı yaratmaya çalışıyorlardı. Buna karşın, işçi sınıfı, süreç boyunca bütün enerjisiyle, barikatları kurmaya her an hazır olarak ayakta kaldı ve bu arada iş gününün kısaltılması, ulusal atölyelerin kurulması gibi önlemleri de zorla aldırabildi. Mart günlerinde ulusal muhafızlar saf değiştirip burjuvazinin hizmetine girdiğinde de işçiler bir gecede 150 bin kişilik kalabalıklarla tepkilerini koyabiliyorlardı.
Bu arada köylüleri de yedekleyen burjuvazi seçimleri kazanıyor, böylece oluşan kurucu meclis ise ulusal atölyeleri kapatırken sosyalistlere karşı tutuklamalara başlıyordu. Artık köprüler atılmıştı ve burjuvazi kitleleri bir ayaklanmaya kışkırtıyordu.
Zaten Haziran ayında işçilerin başka bir çaresi kalmamıştı. Barikatlar yeniden kurulmaya başlandı ve aldatılmış kitleler sokağa döküldü. 25 Haziran günü, düzenin kasabı general Cavaignac, 50 bin asker ve toplarla barikatlara saldırdı. 26 Haziran’da ise sağ kalanla kılıçtan geçiriliyordu. Binlerce işçi katledildi, on beş bini tutuklandı.
Marks’ın dediği gibi Paris artık proletaryanın mezarlığıydı ve bu mezarlık aynı zamanda burjuvazinin beşiği olmuştu.
Bu arada Paris ayaklanması, bütün Avrupa’yı allak bullak etmişti. Avrupa’nın belli başlı sanayi ve ticaret merkezleri ayaklanmalara sahne oldu. 13 Mart’ta Viyana, 18 Mart’ta Berlin ayaklandı, 10 Nisan’da İngiltere’de Çartistler büyük bir gösteri düzenledi, Mayıs başında İtalya’da bir halk ayaklanması koptu.
Viyana’daki özellikle ilginçti. 13 Mart’ta öğrenciler ve işçiler ayaklanmıştı, ilk dağınıklığın ardından da silah depolarını basıp silahlanmışlardı. 5 bin silahlı adamla öğrenciler sürecin önünde yürüyorlar, işçiler de onları destekliyordu. Bir süre sonra imparator Viyana’yı terk ettiğinde de kent tümüyle onların eline kalmıştı. Viyana böylece bir devrimci iktidar yaşamış oluyordu. Ama bir dizi olaydan sonra süreç Ekim ayına geldiğinde gerici güçler toparlanmış, 22 Ekim’de 70 bin asker kenti kuşatmıştı. Kentte ise devrimci güçlerin sayısı 50 bine yaklaşıyordu. Sonuçta, daha disiplinli ve acımasız olan taraf, topları da kullanarak üç bin işçi ve öğrencinin cesedini çiğneyerek Viyana’ya girdi.
Aynı dönemde Çekoslovakya Macaristan ayaklanmaları da ezilmekteydi. Berlin’de 13 Mart’ta başlayan ayaklanma ise uzun süren gidiş gelişlerden sonra, aynı biçimde ezilecekti.
Öte yandan 1848, Avrupa’nın ezilen uluslarını da harekete geçirmişti; Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Bulgarlar, ayaktaydı.
Sonuçta, olayların toplamına bir bütün olarak bakıldığında 1848, kuşkusuz bir burjuva devrim olarak kaldı. Bu devrim burjuvaziyi iktidar yapmış ve böylece kapitalizmin sınırları içinde kalmıştı. Ama öte yandan o güne dek hep burjuvazi ile ittifak halinde savaşan proletarya bu devrimde birdenbire “bağımsız bir parti” olarak öne çıkmış, burjuvazinin yanında kendi çıkarlarını üstün kılmaya çalışmış, devrime katılmakla henüz kendi kurtuluşunu değilse de bu uğurda bazı kazanımlar elde etmişti. Yenilginin ardından Marks, “kardeşlik burjuvazi ile proletaryanın çıkarlarının kardeş olduğu (çakıştığı) yere kadar sürdü” diyordu: “Bu ayaklanmada modern toplumu ikiye bölen iki sınıf arasında ilk büyük çarpışma verildi. Bu, burjuva düzenin sürdürülmesi ya da ortadan kaldırılması uğruna savaşımdı. Cumhuriyeti gizleyen perde yırtılıyordu.”
Bu yüzdendir ki, 1848 proletarya için hem bir ilerleme hem de yenilgi anlamına geldi.
Olayların toplamından Marks ve Engels’in çıkardığı en temel siyasal sonuç, kapitalist toplumun henüz gerçek bir devrim için olgunlaşmamış olduğuydu. Onlar, süreç hakkında yanıldıklarını itiraf etmekten de çekilmediler. “Paris ayaklanması, zafere ulaşan Viyana, Milano ve Berlin ayaklanmalarıyla yankılanınca, Rusya sınırına kadar bütün Avrupa harekete sürüklenince, daha sonra Haziran ayında Paris’te proletarya ile burjuvazi arasında iktidar uğruna ilk büyük savaş verilince, kendi sınıfının zaferi bile bütün ülkelerin burjuvazisini, yeniden, henüz az önce devrilmiş bulunan kralcı-feodal gericiliğin kollarına atılacak kadar sarsınca, biz, o günün koşulları içinde, büyük ve kesin kavganın başlamış olduğundan ve bu kavgayı uzun süreli ve seçeneklerle dolu bir tek devrimci dönemde vermek gerekeceğinden, ama bu kavganın ancak proletaryanın kesin zaferi ile sonuçlanabileceğinden artık hiç bir şekilde şüphe edemezdik.” Böyle diyor Engels ve son derece açıkça söylüyor: “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır.”
Marks ise, olayların ardından kapitalist sistemin yeniden kendini toparlayışını değerlendiriyor ve şöyle diyordu: “Burjuva toplumunun üretici güçlerinin, burjuva koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde, gür bir şekilde gelişebildikleri böyle bir refah nedeniyle, gerçek devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim, ancak, bu iki etkenin, yani modern üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleri ile çatışma haline geldikleri evrelerde olanak kazanır. Bugün, Kıtanın düzen partisinin değişik temsilcilerinin kendilerini kaptırdıkları ve karşılıklı olarak birbirlerini yıprattıkları çeşitli çekişmeler, yeni devrimlere fırsat hazırlamaktan çok uzaktırlar, tam tersine, ilişkilerin temeli, şu an için geçici olarak çok güvenilir ve, gerici güçlerin bilmedikleri bir şey, çok burjuvaca olduğu içindir ki, bu çekişmeler mümkündür.
Burjuva gelişmeyi durdurma yolundaki bütün gerici girişimler de, demokratların bütün ahlaki öfkeleri ve bütün coşku dolu bildirileri gibi, burjuva ilişkilere çarpıp kırılacaktır. Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.” (Fransa’da Sınıf Savaşımları)
Öte yandan, sonradan Engels’in değindiği ikinci önemli ders ise, bir ölçüde yazımızın özel konusuyla, yani “proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu koşullar”la ilgiliydi. Engels, “1848’in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiş, zamanı geçmiştir” diyordu ve özellikle barikat taktiğinin güncel durumda geçersizleştiğini ifade ediyordu. “Aslında” diyordu Engels, “klâsik sokak çarpışmaları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin cesaretini, dayanma gücünü (metanetini) sarsmak için bir çare idi. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa yenilmek vardı.”
Oysa 1848’in gösterdiği, artık bu savaş biçiminin eskidiği ve düşman tarafından sırrının çözüldüğü idi. “… ordunun bulunduğu yanda, toplar vardır, baştan aşağı donatılmış, talim görmüş istihkâm birlikleri, başkaldıranların hemen hemen her zaman tümden yoksun bulundukları savaş araçları vardır. En büyük bir kahramanlıkla çarpışılan barikat savaşlarının bile, -Haziran 1848’de Paris’te, Ekim 1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’da Dresden’de- saldırıyı yöneten liderler siyasal düşüncelere aldırmadıklarından salt askeri görüş ve gerekçelerle hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkaldırmanın yenilgisiyle sonuçlanmasında, demek ki, şaşılacak bir şey yoktur.”
“… o zamandan beri daha çok şey değişti, ve hepsi de askerlerin lehinde oldu. Büyük kentler önemli bir genişlik kazandıysa da, ordular daha da fazla büyüdü. 1848’den beri Paris ve Berlin, o zamanki durumlarının dört katına çıkmadılar, ama garnizonları bunun da ötesinde çoğaldı. Bu garnizonlar, demiryolları sayesinde, yirmi dört saatte iki katlarının üstüne çıkabilirler ve yirmi dört saatte dev ordular haline gelecek kadar büyüyebilirler. Muazzam bir şekilde takviye edilen bu birliklerin silahları eskisiyle ölçülemeyecek kadar daha etkilidir. 1848’de basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük kalibreli ve mekanizmalı tüfek, ilkinden dört kere daha uzağa, on kere daha isabetli ve on kere daha çabuk ateş ediyor. Eskiden topçunun göreli olarak az etkili gülleleri ve obüsleri vardı; bugün bir tanesi en iyi barikatı un ufak etmeye yetecek, çarpınca patlayan havan topu mermileri var. Eskiden duvarlar, istihkâmcıların sivri kazması ile delinirdi, bugün dinamit lokumları kullanılıyor.(…) 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması, gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle kapatıldığı, giderildiği taktirde başarılı olabilir. Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrimin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük kuvvetler, bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve 31 Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.”
Engels’in bütün bu belirlemeleri son derece önemlidir ve belki de bütün bu sözler, Şubat-Ekim 1917 devrimlerine o günden yapılan bir uyarı olarak da okunabilir.
Geçekten de 1848 devrimleri, büyük köylü orduları döneminden kentlere ve işçi sınıfı ayaklanmalarına doğru ilerleyen halk ayaklanmalarının ulaştığı kritik bir noktayı simgeler. Gelinen noktada, işçi sınıfı, burjuva devrimleri sırasında kazandığı “ayaklanma ve sonra barikatların ardına çekilip kazandığını koruma” alışkanlığının esiridir. Bu, işin açıkçası, işçi sınıfının hala kendisine tam olarak bir iktidar gücü misyonu biçmemesinden, henüz bu ölçüde özgüvene sahip olmamasından ve kendisini yöneten siyasi aktörlerin önemli bölümünün (Blanquistler, yer yer anarşistler, vb.) kafalarının bulanıklığından kaynaklanmaktadır. Henüz monarşilerin yaşandığı, burjuvazinin tam olarak duruma hakim olamadığı ya da bunu ancak başarmakta olduğu bir Avrupa söz konusudur ve bu durum işçi sınıfının da, siyasi önderlerinin de kafasında “ayaklanıp iktidar alıp sosyalizme yürüme” biçiminde bir netliğin oluşmasını önlemektedir. Başka bir deyişle, politik ve sosyal devrimler arasında hala bir açı vardır ve ayaklanmaya katılan işçiler de dünyayı kendilerinin yönetebileceklerinden tam emin değildirler. Dolayısıyla, kendilerine biçtikleri rol de nasırlı elleriyle iktidara taşıdıkları burjuva güçleri baskı altında tutma sınırında kalmaktadır. Bütün bunların sonucu ise, doğrudan ve kesin olarak merkezi iktidarı yıkmayı, onun yerine proletarya diktatörlüğünü kurmayı hedefleyen bir ayaklanma mantığının zayıflığıdır. Proletaryanın bu zaaflı durumdan kurtuluşu, ancak daha sonraları, Ekim devriminde gerçekleşecektir. Ancak o zaman proletarya, beş para etmez burjuvaları iktidara taşıyıp durmaktan kesin biçimde vazgeçecek; ancak o zaman barikat ardında düşmanın saldırısını bekleyen klasik tavrı terk ederek doğrudan Kışlık Saray üzerine yürüme, bunu yaparken de kendi iktidar organlarını kurma cüretini gösterecektir. Hatta bu anlamda Ekim, sadece 1848’in değil, 1905’in “Çar’a dilekçe verme” mantığının da aşılması, sınıfın artık kesin vuruş mantığını içselleştirmesidir.

ı) Muhteşem Bir Kapanış Gösterisi ve Devrimler Çağının Referans Noktası: Komün
Ama, 1848’den 1917 Ekim’ine giden yol, bu “iktidar alma” cüretini yaratan ve sonraki yüz yıl boyunca besleyen bir başka deneyimden geçecektir: Paris Komünü!
1800’lerin son çeyreğinde, rekabetçi dönemin işçi sınıfına iktidar yüzü göstermeyen ayaklanmalar çağı kapanırken, kapitalizmin tekelci dönemi, yani gerçek devrimler çağı başlıyordu ve bu arada eski sahnenin son gösterisini sergilemek yine kahraman Paris halkına düşmüştü.
Ama ne gösteri! Yüz elli yıldır burjuvaların ödünü patlatan şu hayalet, ilk kez ete kemiğe bürünüyor ve ilk kez ipleri eline almayı deniyordu. Topu topu 60 gün süren emekçi iktidarı, öyle muazzam bir sarsıntı yaratmıştı ki, etkileri bugüne dek sürüp gelecekti.
İşin doğrusu, Paris Komünü’ne klasik, bilinen anlamıyla bir ayaklanma demenin ne kadar doğru olduğu tartışmalıdır. Çünkü aslında 18 Mart 1871’de olan şey, alışılmış bir ayaklanmadan çok, kuşatma altındayken burjuvazi tarafından korkakça satılmış olan bir şehre proletaryanın “sahip çıkması”dır.
1870 yılında III. Napolyon tarafından başlatılan savaşın bir felakete dönüşmesi ve Kasım ayında Paris’in Prusya kuşatmasına girmesi olayların başlangıcıdır. Yoksulluk içindeki Paris bir de işgale uğramış, üstelik kendi burjuvazisinin imzaladığı anlaşma ile şehir resmen satılmıştır. Bu sıralarda aslında Paris çoktan kendini yönetme işine girişmişti bile. On binlerce Parisli “Ulusal Muhafızlar” adı verilen askeri birliklerin silahlı üyesiydi ve bunların şehrin savunulmasında önemli katkıları olmuştu. Emekçi mahallelerindeki taburlar kendi subaylarını seçiyorlar ve Paris’te bulunan topları ele geçiriyorlardı. Şehir Ulusal Muhafızlarla birlikte Prusya birliklerine altı ay boyunca direnmiş ve Prusyalılar şehrin küçük bir bölgesine hapsedilerek durdurulmuşlardı. Kararlar artık resmi hükümet tarafından değil, muhafızların merkezi komitesi tarafından alınıyordu. Başbakan Thiers, bu durumun tehlikeli bir iktidar merkezi yaratmaya başladığını görüyordu.
Yani ortadaki tablo, sözcüğün gerçek anlamıyla bir milli kriz-devrimci durum tablosudur. Geçen sayımızda Lenin’den aktardığımız “milli kriz” tanımına yeniden dönüp bakan okurlarımız, büyük bir ihtimalle Lenin’in Komün koşullarını referans almış olabileceğini düşünebilirler ve bu herhalde doğru bir tahmin olur. Çünkü gerçekten de o tanımın tüm unsurları 1871 baharında Paris’te mevcuttur. 1871 baharında Paris, artık kimsenin eskisi gibi yaşamak istemediği, mevcut tablonun bütün temel unsurlarının derin bir çöküntüye uğradığı bir kenttir. Kent, fiilen yönetilemez haldedir; kimse de hain burjuvazi tarafından yönetilmeye razı olacak değildir. Lenin’in “kitle hareketinin yükselişi” dediği şey ise özel bir gözlem ya da ölçüm yapmayı gerektirmeyecek kadar bariz biçimde ortadadır. Emekçi kitleler o kadar sokaktadırlar ki, çoktandır evlerinin yolunu unutmuşlardır! Sözünü ettiğimiz şey artık yedisinden yetmişe ayağa kalkmış ve kendi güçlü kollarının bilincine varmış bir kenttir.
İşte tam da bu koşullarda topların emekçi halkın elinden alınması kararını veren Thiers’in yaptığı şey, fitilin ateşlenmesidir. Bu emri reddeden askerlerin de katıldığı ayaklanma hızla yayılırken her şey çığırından çıkacak, Thiers bütün avanesiyle birlikte Paris yakınlarındaki Versay’a kaçacaktır. Artık, 1871 baharında Fransa’da fiilen iki iktidar vardı. Paris’teki emekçi iktidarını temsil eden Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi, 26 Mayıstaki komün seçimlerini düzenliyor, değişik sosyalist görüşlerden, emekçilerden siyasi eylemciler bir halk meclisine dönüşmüş olan Komün üyeliğine seçiliyorlardı. Üstelik tarihte ilk kez, halk seçtiklerini geri çağırma hakkına da sahipti.
Komün, bütün yetersizliklerine ve ancak 60 gün iktidarda kalabilmesine karşın iki milyonluk bir şehrin emekçiler tarafından yönetilebileceğini kesin biçimde kanıtladı. Tüm kuşatma boyunca kiraların hafifletilmesi, gece işinin kaldırılması, giyotinin kaldırılması, görev sırasında öldürülen Ulusal Muhafızların eşlerine olduğu kadar, eğer varsa çocuklarına da aylık bağlanması, savaş sırasında tüm işçiler aletlerini rehine vermeye zorlandığından şimdi hepsinin karşılıksız iadesi, borçların ertelenmesi ve faizin kaldırılması, sahipleri tarafından terkedilmiş fabrikaları işçilerin işletmeye devam etmesi gibi bir dizi önlem bu 60 güne sığdı. Ayrıca Komün, zorunlu askerliği kaldırdı ve onun yerine silah kullanabilen bütün şehirlilerden kurulu Ulusal Muhafızı inşa etti. Kilisenin bütün mülkünü devletin yaptı ve dini okuldan uzaklaştırdı. Kiliselerin dinsel faaliyetlerinin devamı ancak ve ancak akşamları yapılan politik toplantılara kapılarını açarsa mümkün olabilecekti. Bu durum kiliseleri Komünün asıl siyasi merkezleri haline getirdi. Diğer kanunlar eğitimi iyileştiren ve teknik eğitimi herkes için mümkün hale getiren reformlarla ilgiliydi.
Kısa varlığı boyunca Komün, önceden kaldırılmış olan Fransız Cumhuriyetçi Takvimini benimsedi ve üç renkten ziyade kızıl bayrağı kullandı.
Konsey üyelerinin (temsilci değil delegeydiler) yasama kadar yürütme işlerini de yerine getirmesi beklenmekle birlikte, işlerin çokluğu değişik faktörler tarafından kolaylaştı. Kuşatma boyunca mahallerdeki sosyal ihtiyaçları (kantinler, ilk yardım istasyonları) karşılamak için kurulan pek çok plansız organizasyon artarak devam etti ve Komünle işbirliği içinde çalıştı. Aynı zamanda yerel işçilerin yönetimindeki bu yerel meclisler hedeflerinin peşine düştü. Komün konseyinin resmi reformizmine rağmen, Komünün bileşimi daha çok devrimciydi. Sosyalistler, anarşistler, Blanquistler ve özgürlükçü cumhuriyetçiler buradaki devrimci eğilimleri oluşturuyordu.
Sonuç olarak nereden bakılırsa bakılsın, bu 60 günde yapılanlar, daha sonraki bütün sosyalizm deneyimlerine ışık tutacak nitelikte olmayı hak ediyordu. Aradan yüz yıldan fazla süre geçmiş olduğu halde Komün deneyimi, sıcaklığını korumaktadır.
Ve tabii aynı zamanda hatalarıyla da…
“Bu Parislilerde, ne çok esneklik, tarihsel insiyatif ve fedakarlık yeteneği var! Dış düşmandan çok içteki hainlerin sebep olduğu altı aylık açlık ve perişanlıktan sonra, Fransa ile Almanya arasında hiç savaş olmamış ve düşman Paris’in kapılarında değilmiş gibi, Prusya süngüleri altında ayağa kalktılar. Tarihte böyle bir büyüklük örneği daha yoktur. Yenilselerdi tek ayıplanacak şeyleri “iyi huylulukları” olacaktı.” Böyle diyordu Marks ve gerçekten de Komün’ün en büyük hatası, Marks’ın da dediği gibi, Versay’a çekilmiş olan hain burjuvaziye karşı saldırıya geçmemesi ve bu fesat yuvasının kendini toparlayıp güç kazanmasına izin vermesiydi. Pusuda bekleyen Thiers, kendini yeterince güçlü hissetmeye başladığı andan itibaren saldırıya geçecekti.
Ayrıca, içinde milyarlarca frankın olduğu Paris’teki Fransız Ulusal Bankası Komüncüler tarafından dokunulmadan ve korumaya alınmadan bırakıldı. Çekinerek, buradan para alıp alamayacaklarını sordular (ve şüphesiz bu para onlarındı). Komüncüler bankadaki paralara dokunmaya çekindiler çünkü eğer böyle yaparlarsa dünyanın onları kınayacağından korkuyorlardı. Böylece büyük miktarda para Paris’ten Versay’a, Komünü ezen ordunun kurulması için nakledildi.
Bunlar ve kırları yedekleyememeleri, yeterince atak olmamaları, vb. hepsi trajik hatalardı. Örneğin taşra kentlerindeki komün denemeleri çok zayıf kalacaktı.
Ve karşı devrim, bu hataların hiçbirini affetmedi.
Komün 2 Nisan itibariyle Versay Ordusu’nun hükümet güçleri tarafından saldırıya uğradı ve şehir bombardımana tutuldu. Burjuvalar, sözde düşmanları olan Prusya ile de anlaşmışlar ve onların serbest bıraktığı esir askerlerle birlikte kuvvetlerini 200 bine kadar çıkarmışlardı; Komün ise 40 bin savaşçıya sahipti.
Önce Courbevoie banliyösü ele geçirildi ve Komünün kendi güçleriyle verdiği geç bir karşılık, Versay üzerine yürümesi başarısızlığa uğradı. Savunma ve hayatta kalma giderek zorlaştı. Paris’in çalışan kadınları burada artık hayati bir rol oynuyordu. Ulusal Muhafız ordusundaydılar ve Montmartre’a giden yolda kilit bir nokta olan Place Blanche’da kahramanca dövüşen bir tabur meydana getirdiler. Marks onları “ilkçağ kadınları gibi kahraman, soylu ve özverili gerçek Parisli kadınlar” diye selamlıyordu.
Paris’teki siyasi mültecilerden ve sürgünlerden de güçlü bir destek geldi: bunlardan biri, Polonyalı eski subay ve milliyetçi Jaroslaw Dobrowski’ydi ve Komünün en iyi generali oldu. Komün tamamen enternasyonalizm’e inanıyordu ve bu kardeşlik adına I. Napolyon’un zaferlerini kutsayan ve bir şovenizm anıtı olan Vendome Sütunu yıkıldı.
Paris’in dışından işçi sendikası ve bazıları da Almanya’dan olan sosyalist organizasyonlardan moral ve iyi dilek mesajları geliyordu. Ama diğer Fransız şehirlerinden önemli yardımlar görmek yolundaki beklenti kısa zaman içinde son buldu. Thiers ve Versay’daki bakanları Paris’ten dışarı akan tüm enformasyonu engellemişti ve Fransa’nın kırsal ve kentsel bölgelerinde Paris’te olup bitenlere karşı her zaman şüpheli bir yaklaşım oldu. Narbonne, Limoges ve Marsilya’daki hareketlenmeler de hızlıca ezildi. Köylü ayaklanmaları sırasındaki durum şimdi tersine dönmüştü. Şimdi de köylüler olup bitenleri kaygıyla izliyorlardı.
Gittikçe kötüleşen durum karşısında, Konseyin bir bölümü bir “Kamu Güvenliği Komitesi” yaratılması yönünde bir karar aldı. Bu komite 1792’de de aynı adla kurulan, geniş ve merhametsiz bir güce sahip olan bir Jakoben kuruluşundan esinlenilmişti. Fakat güçlü bir merkezi otoritenin işe yarayabileceği zaman artık neredeyse geçmişti.
21 Mayısta Paris’in batıdaki şehir duvarlarındaki bir kapı yıkıldı ve Versay birlikleri şehrin işgaline başladı. Öncelikle zengin batı mahallelerine girdiler ve ateşkesten sonra burayı terk etmeyen zengin mahalle sakinleri tarafından sevinçle karşılandılar.
Bu arada bütünlüklü olarak tasarlanmış bir savunma yerine, şimdi her mahalle umutsuzca ve kendisi için dövüşüyordu. Dar sokaklardan oluşan ağlar, erken Paris devrimlerinde şehri zapt edilemez bir hale getirdiğinden, bu sokaklar şimdi geniş bulvarlarla değiştirilmişti. Versay ordusu merkezi bir komutanın ve modern topçu ateşinin hükmünü sürüyordu.
Saldırı boyunca, hükümet topçuları silahsız vatandaşları katletti: mahkumlar derhal öldürüldü ve orta yerde birçok idam gerçekleştirildi. Paris ev ev dövüşüyordu. Hükümetin toplamdaki kayıpları 900 kadardı. Versay bunun öcünü kat be kat fazlasıyla aldı.
En sert direniş emekçi sınıfların daha yoğun olduğu doğu bölgelerinden geldi. Savaş şiddetli sokak savaşlarının yapıldığı sekiz gün boyunca sürdü. 27 Mayıs’la birlikte yalnızca en yoksul mahalleler olan Belleville ve Menilmontant’ta birkaç sağlam direniş bölgesi kalmıştı.
28 Mayıs itibariyle, öğleden sonra 4 civarlarında Belleville Ramponeau’daki son barikat düştü ve burjuvazinin kasabı Marshall MacMahon bir duyuru yayımladı: “Paris sakinlerine. Fransız ordusu sizi kurtarmaya geldi. Paris artık özgür! Saat 4 itibariyle askerlerimiz son isyancı noktasını da ele geçirdi. Bugün savaş sona erdi. Düzen, çalışma ve güvenlik yeniden sağlandı.”
Ama sona eren yalnızca savaştı; katliam değil! Versay hükümeti son derece vahşice davrandı. Son direnişçiler şimdi Komüncüler Duvarı denilen Pere Lachaise Mezarlığındaki duvarın önünde vuruldular. Günler boyunca sayısız erkek, kadın ve çocuklardan oluşan komün destekçilerinin oluşturduğu insan seli, işkenceler ve zenginlerin tükürük yağmuru altında Versay’daki hapishane bölgesine acılar içinde yürüdü ve kurşuna dizildiler. Kanlı Hafta boyunca öldürülenlerin sayısı 30 binden fazlaydı. Daha sonra öldürülenlerle birlikte bu sayı 50 bini aşacaktı. 7 Bin kişi ise adalara sürüldü.
Böylece Paris bir kez daha emekçilerin kanıyla yıkanırken, bir dönemin de son perdesi kapanıyordu. Mac Mahon’un ahmakça böbürlenmesi doğruydu evet; savaş sona ermişti ama yalnızca Paris’te ve yalnızca bir süreliğine! Henüz yeni başlayan şey ise koskoca bir devrimler çağından başkası değildi. Düzen sağlanmıştı, evet; ama asıl “düzensizlik” şimdi başlıyordu. Kapitalizmin tekellerle birlikte içine girdiği çağ, sürekli ve genel bunalım çağıydı ve artık devrimlerin birbirini izlemesi kaçınılmazdı.
Üstelik bunlar, artık öyle altmış günlük provalar da olmayacaktı…
Paris’te yarım kalan hesap, dünyanın pek de umulmayan bir başka köşesinde görülecekti: Rusya’da…

i) Sovyet Devrimi Öncesi Tarihsel Deneyimler Üzerine Kısa Bir Özet
Tarihin sınıf savaşımlarından ibaret olduğu belirlemesi ezilen emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı geliştirdikleri mücadelelerin en billurlaşmış, en parlak ifadesidir. Yukarıda çok çok kısa bir özetini sunabildiğimiz büyük savaşımların deneyimleri, yüzyılı aşkın bir süredir, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci öncülerinin geliştirdikleri devrimci savaş stratejilerinin ana kaynakları olmuşlardır. Ayaklanma, toplu ayaklanma/genel halk ayaklanması, gerilla savaşı, uzun süreli halk savaşı, kurtarılmış bölgeler, politikleşmiş askeri savaş stratejisi, vb. gibi pek çok politik-askeri kavramın anlattığı olgular, süreçler, son yüzyıl içinde birden ortaya çıkmış değildir, tersine ezilenlerin tarihteki büyük savaşımları içinde nüveler olarak belirmiş ve son yüzyılda devrimci savaş stratejileri içinde en olgun ifadelerine kavuşmuşlardır. Bu kavramların tümü, hareket halinde olgunlaşan, yani içerikleri sürekli olarak gelişen, zenginleşen kavramlardır. Bugün de sınıflar mücadelesi, her yeni öğeyi, her yeni savaşımı ve bunların deneyimlerini özümleyerek zenginleşmektedir.
Ezilenlerin ister toplu ayaklanmalar biçimindeki, isterse kır gerillacılığı/çeteciliği biçimindeki isyanlarına baktığımızda, Marksist-Leninist literatürün devrimci durum, evrim, devrim aşamaları vb. kavramlarının tarihin ilk büyük direnişleri içinden süzülerek geldiklerini, o süreçleri anlamada da oldukça açıklayıcı olduklarını görüyoruz.
Köleci ve feodal çağlarda ezilenlerin büyük ayaklanmalarına daha çok imparatorluklarda rastlıyoruz. Özellikle sömürgeci Roma imparatorluğuna karşı gelişen kölelerin ve boyunduruk altındaki halkların ayaklanmaları Roma’nın tüm tarihsel gelişmesi üzerinde derin izler bırakmıştır. Tabii, emekçi sınıfların yüreğinde ve bilincinde de... Bu ayaklanmaların ana özelliği, köleler ile köle sahipleri ve köleci devlet arasındaki ince dengenin oldukça kırılgan olmasıdır. Kölelik sistemi hiç kuşkusuz hızla ayaklanma koşullarını, yani devrimci durumun pek çok temel öğesini bir araya getiriyordu. Toplumsal ilişkilerde devrimci bir durumun oluşması ve bu süreçte ezilenlerin ana kitlesini oluşturan kölelerin “artık eskisi gibi yaşamak istememesi” ve “ezenlerin de eskisi gibi yönetememesi” sıkça rastlanan bir durumdur. Ancak kölelerin sayısız ayaklanmaları içinde derin izler bırakanlar, daima devrimci kolektif bir iradenin ve örgütlülüğün oluştuğu ayaklanmalardır. Spartaküs ayaklanması, savaş tekniğini bilen, örgütlenme ve savaş örgütlenmesi deneyimine sahip olan kölelerin yönettiği bir ayaklanmadır. Ancak bu ayaklanmaların önemli bir bölümü ne yazık ki sağlam bir politik temele, programa dayanmıyordu. Spartaküs ayaklanmasının yenilgisinde de bu olgu belirleyici faktörlerden biri olmuştur. Köleliği karşı olmak, fakat onu aşan bir toplumsal düzen konusunda açık bir fikre sahip olmamak, daha doğrusu o günün koşullarında böyle bir fikre sahip olmanın da imkansız oluşu… Ayaklanmanın kaderini belirleyen başlıca faktörlerden bazılarıdır.
Feodal çağdaki köylü ayaklanmalarının önemli bölümü yerel, küçük çaplı ayaklanmalardır. Feodal sistemde küçük prensliklerin/beyliklerin varlığı, köylülüğün olağanüstü dağınıklığı ve merkezileşme noktasında bilgi, iletişim ve örgütlülük yokluğu hem devrimci durumun daha yerel çapta oluşmasına, hem de ayaklanmaların çok sınırlı alanlarda ve daha çok öfke patlamaları olarak gelişmesine neden oluyordu. Büyük ayaklanmalar, örneğin, Almanya’da Münzer’in, Anadolu’da Bedreddin’in ayaklanmaları bilgi, deneyim ve örgütlülük olarak ciddi bir birikime sahip olan önderlikler tarafından yürütülmüştür. Bu ayaklanmalarda, yerel devrimci durum zeminleri, başka bölgelerdekilerle hızla birleştirilmiş, geliştirilen devrimci hareketin etkisiyle başka bölgeler de hızla bu büyük mücadelelerin içine katılmıştır. Bu noktada, isyancıların ideolojik olarak kendilerini ifade ediş biçimi olan dinsel düşünce formları da hareketin genelleşmesinde etkili olmuştur. İsyan hareketleri tüm kitleler tarafından bilinen dinsel düşünüşü ezilen emekçi kitlelerin lehine yeniden kurmuşlar (ki o dönemlerde başka türlüsü de mümkün değildi) ve böylece kendileriyle geniş kitleler arasında güçlü bir düşünce ve iletişim kanalı bulmuşlardır.
Ayaklanmalar çoğu kez yerel küçük ayaklanmalar olarak, yani kendiliğinden olarak başlamış, çoğunluğu daha ilk aşamada bastırılırken, bir bölümü ise giderek daha örgütlü ve büyük ayaklanmalara dönüşmüşlerdir.
Büyük ve uzun süreli köylü ayaklanmalarının temel özelliklerinden biri, kurtarılmış bölgelerin oluşturulmasıdır. Köylü ayaklanmacıları belli bir bölgeyi ele geçirip kendi iktidarlarını kurduktan sonra, ayaklanmayı başka bölgelere yayma girişimleri içinde olmuşlardır.
İkincisi, gerilla savaşının yaygın kullanımıdır. Özellikle feodal otoritelerin ayaklanmanın üzerine gönderdikleri birlikler genellikle ilk olarak küçüklü büyüklü savaşçı birliklerinin gerilla taktikleriyle karşılanmış ve yıpratılmıştır. Bununla birlikte, nihai çatışmalar genellikle düzenli savaş taktikleriyle, meydan muharebeleriyle gerçekleşmiştir.
Köylü savaşçılığının Ortaçağ’daki en yetkin örneği; Hasan Sabbah’ın geliştirdiği baştan itibaren planlanmış, o dönemin koşullarına (hatta günümüze göre de) göre olağanüstü örgütlü ve stratejik bakış açısı derin olan uzun süreli büyük mücadeledir.
Hasan Sabbah ve yarattığı örgütlenme İran’ın Selçuklu tarafından işgaline karşı mücadeleyle, daha eşitlikçi bir toplumsal düzen idealini birleştirmiştir. İşgalin varlığı ve derin yoksulluğun geniş emekçi yığınlar içinde yarattığı hoşnutsuzluk, devrimci durumun zeminlerinin nüve halinde de olsa varlığı anlamına geliyordu.
Öte yandan, merkezi ve güçlü Selçuklu otoritesine karşı büyük bir ayaklanma yaratma koşulları bulunmuyordu. Hasan Sabbah bu tablo içinde gerilla savaşının en yetkin örneğini yaratmıştır. Öyle ki, bugün silahlı propaganda olarak tanımladığımız mücadele yönteminin tohum halindeki örneklerini de Hasan Sabbah’ın stratejisinin temel unsurlarından biri olarak görürüz. Daha baştan kurtarılmış bir bölgenin (Alamut kalesi ve çevresi) oluşturulması, burada bir yaşam-karşı iktidar alanın yaratılması, tüm İran, Kürdistan ve hatta Arap coğrafyasında bir ajitatörler, gizli örgütçüler ve istihbaratçılar ağının oluşturulması, bunların eğitimi için kurtarılmış alanda kapsamlı eğitim faaliyetlerinin yürütülmesi, küçük gerilla gruplarının özellikle Selçuklu, Abbasi ve küçük beyliklerin şeflerini, yöneticilerini cezalandırarak, düşmanın güçlü, yenilmez imajına çarpıcı darbeler indirmiş, bir süre sonra Selçuklu devletini adeta işlemez hale getirmiştir. Hasan Sabbah burjuva askeri stratejistler tarafından da bugün özellikle gerilla savaşları incelenirken önemli bir başlangıç noktası olarak ele alınmaktadır.
Yine, İngiliz işgaline karşı yürütülen Amerikan bağımsızlık savaşı da, işgalin toplumsal gelişmenin önünü artık iyice kestiği koşullarda, yani ezilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, ezenlerinde yönetme yeteneklerini artık yitirmeye başladıkları koşullarda, kırlarda ve kentlerdeki geniş halk yığınlarının Amerikan burjuvazisinin önderliğinde geliştirdiği uzun süren bir ayaklanma sürecidir. Bu süreçte, kırlarda gerilla savaş düzeniyle başlayan çatışmalar, bir süre sonra düzenli savaşa ve kentlerin ele geçirildiği genel/toplu bir halk ayaklanmasına dönüşmüştür.
Fransız devrimi kentlerin ve toplu ayaklanmanın tarih sahnesine en saf biçimiyle ortaya çıktığı önemli örneklerden biridir. Feodal sistemin artık yönetemez hale geldiği, toplumsal gelişmeyi tümüyle tıkadığı, aydınlanmayla biriken bilincin kent küçük burjuvazisinin örgütlenmesiyle buluştuğu koşullarda Paris halkının büyük devrimci ayaklanması patlamıştır. Paris’te başlayan ayaklanma dalga dalga taşraya ve kırlara yayılmış, devrim sürecinin gelişim seyri içinde feodal sistem tüm hücrelerine değin darmadağın edilmiştir. Daha sonra bütün kapitalist anayurtlarda (kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle geliştiği ve büyük emperyalist-kapitalist ülkelerde) tüm devrimci süreçler esas olarak genel/toplu halk ayaklanmaları biçiminde belli başlı büyük kentlerden başlayarak taşraya ve kırlara yayılmıştır. Bu durum, yazımızın geçen sayıda yayınlanan bölümünde ortaya koyduğumuz bu ülkelerde evrim ve devrim aşamalarının oluşum biçimi ile doğrudan bağlantılıdır.
Politik, ekonomik, sosyal ve kültürel öğelerin iç içe geçtiği derin milli krizlerin patlaması, yani devrimci durumun oluşumu, eğer emekçi yığınların öncü örgütlerinin buna hazırlıklı olma durumuyla buluşuyorsa, tablo hızla bir devrim tablosuna dönüşmekte, büyük kentlerde merkezileşen kitle hareketi hızla genel bir ayaklanmaya dönüşmektedir. Bu gerçekleşmediğinde ise kriz tüm çürütücü öğeleriyle işlemekte, sistem bir süre sonra kendisini onarmaktadır.
Genel/toplu halk ayaklanmasının Fransız devrimini de aşan en yetkin örneğini ise 1905 ve Ekim 1917 Sovyet devrimleri oluşturmaktadır. Önümüzdeki sayıda bu büyük devrim süreçlerini ele alacağız...

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-III

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-IV

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19