Batıdan Doğuya Kayan Devrim Ateşi, Yeni Stratejik
Deneyimler ve
Büyük Çin Devrimi
1917 Ekim Devrimi, tartışmasız biçimde bütün
insanlık tarihinin dönüm noktasıdır. O güne kadarki
bütün başarılı ya da başarısız girişimlerden farklı
olarak bu devrim, ezilenlerin gerçekten iktidar
oldukları ve en önemlisi bu iktidarı kalıcı hale
getirdikleri bir toplumsal harekettir. Gerçi Kışlık
Saray’ın ele geçirilmesiyle hiçbir şey bitmemiştir;
daha sonra açlıkla birlikte milyonları aşan sayıda
insanın canına mal olan iç savaş günleri gelmiş,
Sovyet toprağı sürekli bir kuşatma altında yaşamış
ve bütün bunların ardından emperyalist saldırganlık
faşist sürülerin büyük saldırısına dek uzanan
bir seyir izlemiştir ama sonuçta ne olursa olsun
Ekim’de buz kırılmış, yol açılmıştır. Proletarya,
yönetilmeye mahkum bir sınıf olduğu yolundaki
burjuva önyargıyı kesin ve kalıcı bir biçimde
parçalamıştır.
Öte yandan Ekim Devrimi, proletaryanın iktidar
yürüyüşü ve bu yürüyüşün stratejisi bakımından
da kendisinden önceki bütün deneyimleri kapsayan,
içselleştirerek geliştiren, kalıcı teorik-pratik
dersler yaratan bir hareket olmuştur. Bu bakımdan
Ekim örneğinin, 20. yüzyıl boyunca defalarca tartışılması,
yeni devrimler için genel bir model olarak benimsenmesi
rastlantı değildir.
Model ya da şablon gibi kavramların Marksizme
yabancı olması bir yana, Ekim’in ayrıntılarının
değil ama deyim yerindeyse ruhunun bütün dünya
devrimleri için bir örnek oluşturduğuna şüphe
yoktur. Devrimci iradenin iktidar konusundaki
tereddütsüzlüğü, kitleleri kazanarak sonuna kadar
gitme ilkesi ve proletaryanın artık başka sınıfları
değil kendisini iktidar yapma inisiyatifi bu devrimde
son derece açıktır.
Ekim’in hemen ardından birbiri ardına patlayan
Avrupa devrimleri, bütün bu temel kriterlerin
-olumsuz biçimde de olsa- kanıtlandığı hareketler
olarak tarihe geçmişlerdir. Aynı günlerde aslında
dünyanın dört bir yanında devrimci bir kaynaşma
ve ayaklanmalar, genel grevler, vb. vardır ama
özellikle Alman ve Macar devrimleri, Rus devriminin
umut bağladığı hareketler olarak özel bir öneme
sahiptirler.
Almanya: Kahramanlık, Saflık ve İhanet
Kuşkusuz bu yazımızın asıl amacı, dünyadaki bütün
devrimci deneyimleri ayrıntılarıyla incelemek
değil; dikkatli okur dünyanın dört bir köşesinde
patlayan irili ufaklı hareketlerin çoğunu atlayıp
geçtiğimizi, biraz seçmeci davrandığımızı fark
edecektir; ama doğrusu Almanya’nın son derece
özgün bir örnek olduğunu da kabul etmek gerekiyor.
Marksizmin beşiği olma onurunu taşıyan bu ülkenin,
topu topu bir yüzyıl içersinde en büyük devrimci
çıkışlardan en rezil Nazi çukuruna dek yuvarlanmış
olması son derece çarpıcıdır.
Aslında bir açıdan bakıldığında 1900’lerin Almanya’sı,
devrimci strateji bakımından en büyük avantajlarla
en kritik dezavantajların bir araya geldiği bir
ülkedir. Avantajlar tartışmasızdır; sonuçta bu
ülke Marksizmin doğum yeridir ve Avrupa’daki en
güçlü sosyal demokrat partiye, işçi sınıfının
kendi geçmişinden kaynaklanan zengin ayaklanma
deneyimlerine sahiptir. Ama öte yandan aynı Almanya,
Marksizmi tahrif ederek onun devrimci özünü sakatlayan,
enternasyonalizm yerine sosyal-şovenizmin en iğrenç
biçimlerini geçiren revizyonist eğilimlerin de
doğum yeridir. 1900’lerin başından itibaren Alman
sosyal demokrasisi adım adım sağa doğru kayarken
bu eğilim sadece Alman topraklarıyla da sınırlı
kalmamış, örneğin Rusya’daki sağcı akımların da
esin kaynağı olmuştur. Elbette diyalektik olarak
bakıldığında bu kaymayı yalnızca A ya da B parti
önderinin kişisel tutumlarına bağlamak mümkün
değildir. Gerçekte sorun daha derindir. Sorunun
sınıfsal temeli, son derece açık bir biçimde işçi
sınıfının içindeki bir üst tabakadır. Süreç içersinde
Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da
da işçi sınıfının bir bölümünün düzene bağlanarak
bir tür aristokrasi haline dönüşmesi, düzenle
doğrudan hesaplaşmayı ve bir devrimi göze alamayan
politik önderlikleri güçlendirmiş; öte yandan
bu sağcı eğilimler de yine geri dönerek işçi kitlelerindeki
düzene bağlanma eğilimini güçlendirerek iktidar
perspektifini köreltmişlerdir. O kadar ki, Alman
Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) kendini ortaya
koyan bu eğilim, sonuçta işçi sınıfı tarihinin
yüz karası olarak anılacak olan II. Enternasyonal
oportünizmini ve en bayağısından sosyal-şovenizmi
yaratmıştır.
Bu eğilimin yalnızca işçi aristokrasisi üzerinde
değil, genel olarak işçi kitleleri içinde de güçlü
olması, Alman devriminin felaketidir. Çünkü bu
eğilimin kitleler üzerindeki en olumsuz etkisi,
düzenden olduğu kadar, düzenin düşünme biçimlerinden
de kopmamayı beraberinde getirmesidir. Örneğin
Alman devrimini inceleyen herhangi bir araştırmacının
ilk fark edeceği şey, süreç boyunca bütün fırtınanın
“konseyler iktidarı mı - eski türden parlamento
mu” noktasında düğümlendiğidir. Deyim yerindeyse
“dananın kuyruğunun koptuğu yer” burasıdır! Bütün
devrim süreci boyunca, azınlıkta kalan devrimci
güçler “işçi ve asker konseyleri” iktidarını kurmak
isterken, SPD ve bütün diğer sağ eğilimler, mevcut
parlamenter kurumların ve alışkanlıkların, vb.
devamına oynamaktadırlar.
Ama işte zaten bir devrim de tam bu noktada kendisini
ortaya koyar! Eskiden, eskinin kurumlarından,
düşünme biçimlerinden kopmak ve yepyeni bir dünya
ve yepyeni bir iktidar ilişkisi inşa etmek…
Alman devrimini kronolojik olarak inceleyecek
değiliz; okurlarımız bunu ansiklopediler üzerinden
ya da Rosa Luxemburg başta olmak üzere dönemin
devrimci önderlerinin metinlerinden kolayca yapabilirler.
Ancak sürece genel olarak ve en kritik dönemeçler
üzerinden bakarsak, tablo özetle şöyledir. Bir
yanda, daha 1914’ten çok önceleri yakayı sosyal
şovenizme ve düzen politikalarına kaptırmış olan
SPD vardır. Diğer yanda ise Alman devriminin yüz
akı denebilecek Spartakist hareket ve onun önderleri…
Bu güçlerden birincisi, geleneklere dayanan bir
etkinliğe sahiptir ve iniş çıkışlarla yaklaşık
4 yıl süren devrimci süreç boyunca bu gücünü şöyle
ya da böyle korumuştur. En zayıf olduğu zamanda
bile SPD, solun merkezi durumundadır. Başlangıçta
bir parti bile olmayan ve ancak sonradan Alman
Komünist Partisi’ne (KPD) dönüşen Spartakistler
ise sürecin en canlı zamanlarında bile atılgan
ama zayıf bir yapılanmadır. Spartakistlerin de
-birkaç kesinti dışında- içinde yer aldıkları
Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD)
ise SPD’den ayrılarak kurulmuş daha sol bir partidir
ve aslında hatırı sayılır bir güce sahip olduğu
halde zaman içersinde yalpalamalardan ve SPD alışkanlıklarından
kurtulamamıştır.
1917’den başlayarak genel grevlerle, asker ayaklanmaları
ve sokak çatışmalarıyla devam eden devrimci süreç,
işte bu tablo içinde akıp gitmektedir. Almanya,
genel olarak aslında tipik bir devrimci durum-milli
kriz yaşamaktadır. Kasım 1918 ayaklanması boyunca
neredeyse bütün kentlerde İşçi ve Asker Konseyleri
kurulmakta, sokaklar gitgide daha fazla kızıl
bayraklı işçilerin eline geçmektedir. Ama hareketi
körükleyenler büyük ölçüde devrimci güçler olduğu
halde, sokaklarda yürüyen işçilerin çoğu hala
SPD’lidir ve SPD önderliği yangını söndürmek ve
kontrol altına almak için bu güce dayanmaktadır.
Daha doğrusu, Spartakistler bu kitleleri kazanıp
onları iktidar yoluna yöneltememektedirler. Spartakistler,
açık bir alternatif getiremeden ya da bu alternatifi
inşa edecek güce sahip olmadan devrimi ilerletmek
istemekte, ancak Alman işçi sınıfının çoğunluğu,
savaşın yarattığı yıkıma karşı harekete geçmekle
birlikte gelecek üzerine de net fikirlere sahip
değildir; kendilerine “aşırı” gelen Spartakist
öneriler yerine geleneksel partilerinin sesini
dinlemeyi tercih etmektedir. Yani deyim yerindeyse
devrimci durum olgunlaşmış, aslında kimsenin kimseyi
yönetemediği bir durum ortaya çıkmıştır; ama devrim
sürecinin sübjektif unsuru olan devrimci irade
buna yeterince hazır değildir. Sonuçta 9 Kasım
1918 akşamı Cumhuriyet ilan edildiğinde, bütün
Almanya ayaktadır ama yeni iktidarın ne olacağı
konusunda kitleler kararsızdır ve aslında Cumhuriyet’in
ilanı da bir anlamda devrimin Spartakistlerin
istediği yöne doğru kaymasını engellemek için
bir manevradır. 9 Kasım günü sokaklar silahlı
işçi ve asker kalabalıklarıyla doludur ve genel
grev hayatı felç etmiştir. İmparatorluğun son
temsilcileri yetkilerini SPD başkanı Ebert’e teslim
ederek sahneden çekilmişlerdir. Spartakistlerin
önderi Liebknecht ise imparatorluk sarayının balkonundan
“sosyalist cumhuriyet”i ilan etmiştir bile. Bu
ortamda SPD, her tarafta çoktan kurulmuş olan
İşçi ve Asker Konseylerini etkisizleştiren “Halk
Temsilcileri Konseyi” dayatmasıyla gelecek ve
kararsız USPD’yi de esneterek dediğini yaptıracaktır.
16 Aralık 1918’de yapılan ilk Almanya İşçi ve
Asker Konseyleri Kongresi’nde 489 delegenin 289’u
SPD’li, 90’ı USPD’li ve yalnızca 10’u Spartakisttir.
Kalan yüz delege ise partisiz ve dağınık güçlerdir.
İşin açıkçası, bir taraf, yani Spartakistler,
Rusya’yı örnek almakta, diğer taraf, yani SPD
ise Rusya adını duyduğunda bile dehşete kapılmaktadır.
Örneğin SPD liderlerinden Scheidemann, şöyle anlatmaktadır
o günü: “Nereye gidildiğini şimdi açıkça gördüm.
Liebknecht’in sloganını (bütün yetkiler işçi ve
asker konseylerine) biliyordum, Almanya bir Rus
eyaleti, Sovyetler’in bir kolu olacaktı. Hayır,
hayır, bin kere hayır!”
Sonuç, Kongrenin bütün yetkilerini “Halk Temsilcileri
Konseyi”ne devrederek kendisini ve devrimi siyasal
olarak bitirmesidir. Bir süre sonra SPD her iki
organda da tümüyle duruma hakim olacaktır.
Bundan sonrası artık inişli çıkışlı ayaklanmalar,
çeşitli bölgelerde kurulup ezilen Konsey iktidarları
ve bizzat SPD’nin yönettiği kanlı bastırmalarla
geçecektir. Bu arada SPD, lümpenleri ve eski askerleri
Freikorps adı altında özel birlikler olarak örgütlemekte
ve tam bir “karşı-devrim çetesi” yaratmaktadır;
ki bu çetenin üyelerinin çoğu sonradan, 1930’larda
SS subayları olarak karşımıza çıkacaklardır. Ocak
1919’da Geçici Devrimci Komite kurarak ayaklanmaya
girişen KPD güçleri ve devrimci işçiler ezilecek
ve Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in yanında
yüzlerce militan aynı Freikorps serserileri tarafından
öldürülecektir. Elbette bu olaylardan ötürü devrim
dalgası hemen geri çekilmeyecektir; daha sonra
“Toplumsallaştırma Hareketi”, Münih Konsey Cumhuriyeti,
Berlin, Ruhr, Orta Almanya ayaklanmaları bir birini
izleyecek ve hareketli dönem 1923’e kadar devam
edecektir. Ama her seferinde olanlar, 1918’de
olanların değişik boyutlardaki tekrarı gibidir.
Önce devrimci inisiyatif, sonra SPD’nin süreci
yozlaştırma girişimleri, sonra doğrudan terör
ve devrimci inisiyatifin kendine güvensizliğini
yenilgiyle ödemesi…
Tabloya bir bütün olarak baktığımızda ise gördüğümüz
şey, Lenin’in 1905 dersleri için yazdıklarına
geri dönerek anlaşılabilir. Gerçekten de Alman
Devrimi, o derslerin pratikte yeniden sınanıp
yeniden -ama negatif biçimde- kanıtlandığı bir
süreçtir. Her şeyden önce 1918 Almanya’sında tipik
bir devrim durumunun yaşandığı kuşkusuzdur; savaş
(üstelik kaybedilmiş bir savaş) bütün iktisadi-politik
hayatı felç etmiş, ülke fiilen yönetilemezlik
içine girmiştir. Kitleler kendilerini yıkıma sürükleyen
rejimin sonunun geldiği konusunda nettirler ve
hareket halindedirler. Üstelik daha bir yıl önce
benzer koşullarda işçi sınıfının iktidarı elde
ettiği bir başka örnek, Rusya biraz doğuda parıldamaktadır.
Ancak Alman devrimci proletaryası ve onun eşsiz
cesarete sahip önderleri, bütün çabalarına rağmen
karşı cepheyi parçalayarak halk kitlelerinin çoğunluğunu
kendi saflarına çekememişler, kendi hazırlamadıkları
koşullarda, elverişsiz araçlarla, tecrit edilmiş
ayaklanmalara mahkum olmuşlardır. Bunda kendi
tereddüt ve hatalarının da payı olmakla birlikte
onların son derece elverişsiz koşullarda savaştıklarını
unutmamak gerekir. İlginçtir, Alman Devriminin
ilk birkaç ayından sonra savaş, doğrudan doğruya
Alman burjuvazisi ile işçiler arasına cereyan
etmemiş, asıl çatışma fiili olarak burjuvazinin
çıkarlarını koruyan ve onun polis-ordu teşkilatını
yeniden organize eden SPD ile devrimci proletarya
arasında yaşanmıştır. Ve bu savaşta kitleleri
durdukları yerden koparıp kendisine kazanamayan
taraf, devrimciler yenilmiştir. Sonuç olarak denilebilir
ki, Spartakistler açısından sorun, stratejik çizgi
sorunu değil, taktik evrelerde düzen cephesini
parçalayamama, kitleleri düzen unsurlarından koparamama
sorunudur. Esasen bu konuda onların kafa karışıklıkları
da rol oynamıştır. Örneğin Spartakist söylem ve
eylem her zaman son derece atılgandır; ama bu
devrimci tutum çoğu kez gerçek tablo ile çakışmamaktadır.
Daha doğrusu, süreç boyunca kitleler arasında
yeterince güç sağlayamayan Spartakistler, devrimci
ayaklanmanın en temel kuralı olan “inisiyatifi
ele geçirme” kuralına aykırı olarak -bu kuralı
bilseler de- sürekli biçimde kendi istemedikleri
zamanlarda harekete zorlanmakta, karşı tarafın
saldırılarına direnmektedir. Örneğin Rosa ve Liebknecht’in
katledildiği son süreçte, SPD hükümetinin Spartakistlere
karşı giriştiği harekat ve Spartakistlere yakın
Berlin Emniyet Müdürü’nü görevden alma girişimi
ayaklanmada etkili olmuştur. Bu, belki Ekim Devrimi’nden
önce Kerensky hükümetinin Bolşevik gazetelere
karşı giriştiği saldırıya biçimsel olarak benzemektedir
ama o aşamada Bolşevikler artık Sovyet organlarında
ve sokakta yeterince duruma hakimdirler. Oysa
benzer bir saldırıyla karşılaşan KPD, yalnızca
umutsuz bir ayaklanma başlatabilecek durumdadır.
İşin trajik yanı, Rosa’nın da bu gerçeğin farkında
olması, “radikalizmle oynamanın sakıncalarına”
dikkat çekmesi ama sonuçta işçi sınıfının hazır
olmadığı bu ayaklanmaya katılmayı da bir erdem
olarak kabul etmesidir.
Sonuçta, Alman devriminin yenilgisi güçlü bir
devrimci durumun devrime dönüştürülememesi olarak
tarihe geçmiştir.
Macaristan: Kaçırılmış Bir Şans
“Macar Proletaryası daha şimdiden bizi geçmiş
bulunuyor” diyordu Lenin, 1919 baharında: “Macar
işçi yoldaşlar, proletaryanın gerçek diktatörlüğü
platformunda bütün sosyalistleri birleştirerek
Sovyet Rusya’dan daha iyi bir örnek gösterdiniz!”
Gerçekten de 1919 Mart’ında Budapeşte’deki durum
muazzam bir önem taşımaktadır. 21 Mart günü, Macar
sosyalistlerinin bütün sol güçleri bir araya getirerek
iktidara el koydukları gün olarak tarihe geçmiştir.
Aslında Macaristan’da da devrimin ilk evreleri
Alman deneyine benzer koşullarda yaşanmıştır.
Orada da güçlü bir Sosyal-Demokrat parti (MSPD)
geleneği vardır. 1918 Ekim-Kasım aylarında demokratik
bir devrim sonucunda Ulusal Meclis ve Cumhuriyet
ortaya çıktığında, Karolyi başkanlığındaki burjuva
parti duruma hakimdir ama Sosyal Demokrat Parti’nin
da tartışılmaz bir etkinliği vardır. Aynı günlerde
Bela Kun’un önderliğinde yeni kurulan Macar Komünist
Partisi (MKP) ise henüz çok zayıftır ama özellikle
MSPD saflarında etkisini artırmaktadır. Yine işin
başından beri işçi konseyleri Macaristan’ın her
yerinde kurulmakta, ama iktidar yetkileri yine
merkezi burjuva hükümette kalmaktadır. Bu yönüyle
işler Almanya örneğine benzemektedir. Savaşın
yıkımı nedeniyle devrimci durum açıkça kendini
ortaya koymakta, monarşinin çöküşü sonrasında
oluşan tabloda burjuva hükümet açık bir “yönetememe”
durumu sergilemektedir. Kitleler ise imparatorluk
sonrasında eski rejime benzer bir kurumlaşma tarafından
yönetilmek istememektedirler.
Bu kritik noktada MSPD önderliğinin asıl derdi
yeni gelişen tehlikenin, yani komünistlerin ezilmesidir.
Komünistlerin konseylerden atılması, gazetelerinin
illegaliteye zorlanması, hep bu dönemin olaylarıdır.
Bu arada MKP de kendisine yöneltilen saldırıya
silahla karşılık vermektedir. Bu arada, aşağı
yukarı Rosa’lara yapılan biçimde Bela Kun’un tutuklanması
ve hapishanede linç edilerek ağır yaralanması
tabloyu değiştirecek, MSPD saflarındaki çözülme
bu olayla birlikte hızlanacaktır.
21 Mart 1919’a işte böyle gelinir. Fabrika ve
kışla temsilcileri, komünistler ve artık solun
etkisine girmiş olan MSPD’nin yaptıkları ortak
toplantı yalnızca yarım saat sürer ve sonuçta
hem birleşme, hem hapisteki Bela Kun’un çıkarılması,
hem de Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti’nin
ilan edilmesi kararları alınır. İlginçtir, MSPD’nin
yirmide biri büyüklüğünde olan MKP’nin programı
toplantıda aynen kabul edilmiştir; Bela Kun da
konsey başkanıdır. O gece Devrim Hükümeti kurulur.
Devrim Hükümeti, öncelikle işçi konseylerinin
yeniden kurulmasını, el konulmuş fabrikaların
öz-yönetimle bu konseyler tarafından yönetilmesini
sağlar, büyük toprakların tümüne el koyar ve tarım
kooperatiflerine verir, okulları devletleştirir
ve konutların işçilere verilmesi kararını alır.
En önemlisi de ilçelerden başlayarak yönetimin
konseyler tarafından örgütlenmesidir. Sonuçta
Macar proletaryası, Ekim Devrimi’nin yolunu seçmiş
ve yürümektedir.
Ancak büyük bir kuşatma ve saldırı altında… Bu
yeni devrimin boğulması için Romen ve Çek gericiliği
emperyalistler tarafından harekete geçirilmiş
ve bu iki devletin orduları saldırıya geçerek
Budapeşte yakınlarına dek ilerlemişlerdir. Bu
kez emperyalist dünya Rusya örneğinden çıkardığı
derslerle davranmaktadır ve operasyonu yöneten
bizzat İngiltere’dir. Bütün Macar gericiliği de
ülkelerinin yabancı askerler tarafından işgaline
açık onay vermektedirler. Kararsız unsurların
gevşemesine karşın Budapeşte İşçi Konseyi, yeniden
oluşturduğu Kızılordu ile direnme kararı almıştır.
Ancak artık durum vahimdir. Rus Kızılordusu da
iç savaşın sınırları tıkaması yüzünden yardım
edememektedir ve bir süre sonra Macar Devrimi
yalnız başına kalır. MSPD’nin sağ kanadı etkinlik
kazanmakta, devrim tavizler verdiği halde yine
de saldırı ve karışıklık hafiflememektedir. Haziran
1919’dan 1920 Mart’ına kadar geçen sürede bir
yandan askeri saldırı, bir yandan artık yerlerde
sürünen sağ sosyal demokratların ihaneti vardır.
Sonunda Romen ordusu Budapeşte’ye girip Horthy
adındaki azılı gericiyi başa getirdiğinde katliam
da başlayacaktır. Devrim günlerinde toplam ölü
sayısı 700 civarında iken, beyaz terör birkaç
haftada 5 bin işçinin kanına girecektir.
Sonuçta Macar Devrimi için söylenebilecek olan
şey aslında onun ayaklanma ve devrimin klasik
kurallarına uyduğu, esas olarak doğru bir yoldan
yürüdüğü, ancak uluslar arası sınıf dengelerindeki
zayıflık nedeniyle emperyalizmin ortak operasyonuna
dayanamadığıdır. Sonuçta, 21 Mart’taki birlik
havasının bozulmasının nedeni de aslında komünistlere
asıl itibar sağlayan şeyin, enternasyonal dayanışmanın
zayıflaması, dört bir yandan yürütülen saldırı
karşısında güven duygusunun yitirilmesidir. Bütün
proletarya güçlerini birleştirerek iktidara yürüme
biçimindeki doğru stratejik anlayış, iktidarı
koruma konusunda sıkıntı yaşamış, açıkçası uluslar
arası komplo karşısında tutunmak mümkün olmamıştır.
Özgün Bir Deneyim Olarak İspanya ve “Rollerin
Değişimi”
Alman ve Macar devrimlerinin yitirilmesi, elbette
dünya devrimi ve özel olarak Sovyet iktidarı açısından
büyük talihsizliktir. Böylece umulan Avrupa patlaması
gerçekleşmemiş, Sovyet iktidarı kuşatma koşullarında
tek başına yoluna devam etmek zorunda kalmıştır.
Burada uzun uzun değinmeyeceğiz ama bu durum,
her bakımdan olumsuz bir etki yaratmış, hatta
Sovyet devriminin içe kapanmasının da temellerini
oluşturmuştur.
Yine de 1900’lerin ilk çeyreğinde uluslar arası
proletaryanın oksijen kaynakları bitmiş değildir.
Lenin’in ve Komünist Enternasyonal’in tam da bu
sıralarda yüzünü Doğu’ya dönmesi, özellikle Hindistan
gibi ciddi devrimci gelenekleri olan ülkelerin
öne çıkışı bu bakımdan rastlantı değildir. Enternasyonal’in
kendisini bir dünya partisi gibi örgütleyerek
dünyanın bütün köşelerindeki hareketi yönlendirmeye
çalışması, özellikle Doğu’ya ağırlık veren bir
gezici militan kadrolar tarzının yaratılması,
bir dizi sakıncanın yanında aslında tarihsel olarak
önemli deneyimlerdir.
Bu süreçte bir sıçrama yaparak 1936’ların İspanya’sına
gitmemizin nedeni ise keyfi değildir. Orada kaçırılan
büyük fırsat ve İspanya sürecinin strateji bakımından
özgünlüğü bu kararımızda rol oynuyor.
İspanya’nın özgünlüğü için belki de “rollerin
değişimi” sözü tam uygun değildir; ama ne olursa
olsun, gericilerin “ayaklandığı”, işçi sınıfının
ise “ayaklanmayı bastırmaya çalıştığı” bir durumun
herhalde belli bir özgünlüğü olmalıdır.
İspanya aslında 1800’lerin sonuna dek uzanan geçmişiyle
Avrupa’da solun geleneğinin en güçlü olduğu yerlerden
biridir ve o günlerden başlayarak ayaklanmalarla
anılır. Daha özgün bir olgu olarak İspanya, başından
beri anarşizm/anarko-sendikalizmin de kitlesel
düzeyde tutunabildiği bir ülkedir. Ayrıca İspanyol
coğrafyası, bir yandan kendi içinde Bask ve Katalonya
gibi çok ciddi ulusal sorunları barındırmakta,
diğer yandan ise bir zamanların en büyük sömürgeci
gücü olarak hala ciddi bir sömürgeler ağını elinde
tutmaya çalışmaktadır. Bütün iç savaş boyunca
Bask ve Katalan bölgeleri devrimin yanında önemli
bir güç olmuşlar, ayrıca işçi sınıfı hareketinin
de büyük aktörleri olarak süreçte yer almışlardır.
Sonuçta 1930’lara dek gelen tarih, İspanya’da
çoğu kez Katalan bölgesinden başlayan büyük işçi
hareketleri, kanla bastırılan ayaklanmalar ve
yeniden toparlanmalar sürecidir. Bu süreçte İspanyol
Komünist Partisi ve anarşist güçler ve onların
etkin olduğu UGT ve CNT gibi büyük sendikal federasyonlar,
ülkenin en ciddi politik güçleridir. Örneğin 1920’de
İKP etkinliğindeki UGT 200 bin üyeye sahipken,
anarşistlerin elindeki CNT’nin ise bir milyon
üyesi vardır.
Aynı süreçte İspanya, klasik “devrimci durum-milli
kriz” tanımının bütün temel noktalarına uygun
bir noktadadır. 11 milyonluk çalışabilir nüfusun
8 milyonu açık bir yoksulluk içindedir ve bunların
5 milyonunu madenciler, fabrika ve tarım işçileri
oluşturmaktadır. Topraksız işçilerin sayısı ise
2 milyondur. Buna karşın bir avuç ultra-zengin
ve toprak sahibi kitlelerin nefretini kazanan
bir şımarıklık içinde yaşamaktadırlar. Kitleler
hareket halindedir; ancak istikrarlı bir politik
partiden çok sendikal örgütlenmeler sürece daha
fazla hakimdir.
14 Nisan 1931’de kral ülkeyi terk edip cumhuriyet
ilan edildiğinde, çeşitli cumhuriyetçi burjuva
partilerin yanında sol da artık etkindir. Bu süreçte
irili ufaklı kralcı darbe girişimlerinin ardı
arkası kesilmemekte, gerici güçler yeniden partileşmekte,
cumhuriyetin tarım reformu saldırıya uğramakta
ama bir yandan da sosyalistlerin (sosyal-demokratların)
58 milletvekiline sahip olduğu bir ortam yaşanmaktadır.
Aynı süreçte Komünistler ise ancak 400 bin oy
alabilmektedirler. Sağın ve faşistlerin yükselişine
kaşı başlayan ve neredeyse bir devrime dönüşen
Asturias madencilerinin ayaklanması ve Asturias
Komünü’nü ilan etmeleri, daha sonra bu hareketin
büyük bir katliamla durdurulabilmesi ve diğer
bütün genel grev dalgaları hep bu dönemin olaylarıdır.
1936 seçimlerine gelindiğinde ise sol cenah artık
bir “Halk Cephesi” çatısı altındadır. Cumhuriyetçi
partiler, sosyalist ve komünist partiler, Katalan
ve Bask bölgelerinin devrimci ve milliyetçi örgütleri
bir araya gelerek seçimlere birlikte girmekte,
karşı tarafta ise kralcı-gerici-faşist cephe durmaktadır.
Sonuç, Halk Cephesi’nin zaferidir. Halk Cephesi
hükümeti hemen bir genel af ilen ederek işe başlayacak,
faşist “Falanj” örgütü yasadışı ilan edilecektir.
Bu arada toprak işgalleri kendiliğinden başlamıştır
bile.
Elbette bu zafer, aynı zamanda karşı-devrimci
ayaklanmanın hazırlıklarının da başlama tarihidir.
Bir yandan faşist cinayetlerle kargaşa büyütülüyor,
diğer yandan da Hitler ve Mussolini ile işbirliği
içinde darbenin hazırlıkları yapılıyordu. Temmuz
1936’da Franco tarafından o dönem İspanyol sömürgesi
olan Fas’ta başlayan ordu ayaklanması kısa sürede
birçok bölgeyi ele geçirdi. Ayaklanmanın İspanya
toprağındaki ayağı sinsice ve gizli olarak örgütlenmişti.
Devrimcilerin güçlü olduğu birçok bölgede bile
generaller önce “darbe-karşıtı” gibi görünmüş,
daha sonra şok saldırılarla kentleri ele geçirmişlerdi.
70 bin civarında İtalyan askerinin karşı-devrim
saflarında olması, hükümetin halka silah dağıtmaktaki
tereddüdü sonuçta etkili olmaktaydı. Geç de olsa
harekete geçen cumhuriyet güçleri ve devrimci
güçler olağanüstü kahramanlıklarla örülü muazzam
bir direniş gösterdiler; uluslar arası tugaylar
adı altındaki eşsiz enternasyonalist dayanışma
da bu dönemin en büyük kazanımı oldu. İspanya’nın
her köşesi, ama özellikle Madrid önleri, bu direnişin
en sert geçtiği yerlerdi.
Ancak bu dönem, aynı zamanda Halk Cephesi güçlerinin
de iç karışıklıklar yaşadığı, yeterince homojen
bir birlik yaratamadığı bir dönem olarak tarihe
geçti. İspanyol iç savaşı, bugün hala dünya solunda
en çok tartışılan süreçlerin başında gelir ve
biz bu çalışmamızın sınırlı çerçevesi içinde söz
konusu tartışmalara değinmeyeceğiz. Ancak sonuçta
kesin olan şey, tek tek parçaları itibarıyla olağanüstü
kahramanlıklar sergileyen çok renkli ve çok parçalı
İspanyol solunun tek bir yumruk halinde süreci
karşılayamaması ve iç karışıklıkların önlenememesiydi.
Sonuçta Mayıs 1938’de Franco Madrid’e girdiğinde
geride on binlerce ölü ve yenilgiye uğramış bir
cumhuriyet ve başka ülkelere göç etmek zorunda
kalan binlerce savaşçı vardır.
Bütün bu sürecin toplamına baktığımızda somut
olarak bir “İspanyol Devrimi”nden söz edebilir
miyiz; doğrusu bu şüphelidir. Sonuçta, Franco’nun
yıktığı İspanyol II. Cumhuriyeti, bir proletarya
diktatörlüğü ya da konseyler iktidarı değildir.
Ama yine de 1938’e dek süren bu dönem, hükümetteki
karışıklardan ve güç dengelerinden bağımsız olarak
sokakların işçi sınıfına ait olduğu bir dönemdir
ve herhalde gelecekte de bütün İspanya tarihinin
en özgür zamanları olarak anımsanacaktır. Stratejik
çizgi bakımdan ele alındığında ise İspanyol iç
savaşı, tereddüt ve saflığın karşı-devrimin vahşetiyle
“ödüllendirildiği” bir trajedidir. Sınıfsal ve
siyasal bileşiminin zayıflığından ötürü kendi
düşmanlarını zamanında tepeleyemeyen, onların
yaşamasına ve bütün hazırlıklarını rahat rahat
yapmasına izin veren hükümet, göz göre göre gelen
darbe karşısında savaşmaya hazır yüz binlerce
emekçiyi yeterince silahlandıramayan politik örgütler,
aslında yoksul köylüler arasında büyük prestije
sahip olan solun toprak düzeni konusunda net davranamaması
ve giderek Franko’nun bu alanda zemin kazanması
ve en önemlisi de faşist disipline sahip bir ordunun
karşısında dağınık düzende yürütülen savaş biçimi,
İspanya iç savaşının karakteristik çizgileridir.
Kuşkusuz bunlardan en önemlisi, sonuncusudur;
çünkü sonuç olarak süreci büyük ölçüde askeri
üstünlük belirlemiştir; Franko bir intikam ordusu
olarak ele geçirdiği her bölgede kitleleri sindirirken
devrimci cephe Madrid kapılarına kadar daraldıkça
ülkenin geri kalanından kopmuş, artık bir savunma
hareketi haline dönüşmüştür. Devrimci cephenin
disiplinli bir ortak yönetimle kazanacağı büyük
zaferler halinde, tablonun tersine döneceği kesindir;
ama başarılamayan da budur.
Yani evet, sonuçta bu, belki bildiğimiz anlamda
bir devrim değildir; söz konusu olan şey Macaristan’da
ya da Rusya’da olduğu gibi proleter bir Sovyet
ya da konseyler iktidarı değildir; ama İspanya,
kendine özgü bir durumdur. Genel olarak İspanya’daki
devrim cephesi, başka bir çok Avrupa ülkesinde
bulunmayan büyük bir kitlesel enerjiye ve sokak
deneyimine sahiptir; bu enerji ve deneyim, Franko’nun
yenilgiye uğratılması halinde artık klasik burjuva
cumhuriyetin çerçevesine sığmayacak kadar yüksek
bir birikim yaratmıştır. Asıl talihsizlik de zaten
işte budur. 1938 Mayıs’ında Avrupa’nın en büyük
ve köklü ülkelerinden birinin dünya sosyalist
cephesine dahil olması faşizm tarafından -emperyalist
merkezlerin de onayıyla- önlenmiş, bunun yerine
kırk yıllık kanlı bir diktatörlük İspanyol halkının
başına bela olmuştur.
Doğu Avrupa, Balkanlar ve Gerillanın Yeniden
Keşfi
Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki devrimci savaş deneyimlerini
ve Nazi sürülerinin kovulmasıyla birlikte ortaya
çıkan halk cumhuriyetlerini ayrıntılı bir biçimde
irdelemek, kuşkusuz böyle bir çalışma çerçevesinde
mümkün değildir. Esasen birbirlerinden farklı
özellikler gösteren bu direnişleri tek bir tanım
içersine sığdırmak da pek kolay değildir; ancak
yine de genel bir değerlendirme yapılabilir.
Bilindiği gibi solda zaman zaman bu direnişleri
bir parça küçümseyen, 1945 sonrasında olup bitenlerin
tümünü Kızılordu’nun durdurulamaz ilerleyişine
bağlayan tartışmalar hep olmuştur. Hatta 1990
çöküşünden sonra da benzeri düşünceler ortaya
atılmış, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki sosyalist
ülkelerin zaten temellerinin zayıf olduğu ima
edilmiştir. Böylesi imalar bir ölçüde gerçeği
ifade etse de toplam olarak içinde ciddi bir haksızlığı
barındırmaktadır.
Her şeyden önce bu ülkelerdeki direnişler, düzeyleri,
biçimleri, iç dinamikleri bakımından homojen bir
bütünlük oluşturmamaktadırlar. Bu ülkelerin devrimci
örgütlülükleri, bu örgütlerin güçleri ve diğer
politik partilerle ilişkileri de aynı değildir.
Elbette bunlardan bazıları için Müttefik ordular
yerine Kızılordu’yla karşılaşmak bir şans olmuştur
ama herhalde Kızılordu öncesinde bu ülkelerde
tümüyle bir politik boşluk bulunduğu da söylenemez.
Burada asıl önemli olan bütün bu işgal ve anti-faşist
direniş sürecinin temel unsurunun partizan/gerilla
savaşı olmasıdır.
Bu süreç boyunca Avrupa halkları -yalnızca Balkanlar
değil, Batı Avrupa halkları da- güçlü ve disiplinli
bir işgal ordusuna karşı eski tarihsel deneyimlerine
yeniden dönerek küçük-hareketli birliklerle yapılan
savaşın avantajlarını keşfetmişler, kırlarda ya
da şehirlerde işgal ordularını yıpratan, onları
gerileten ve hatta yenilgiye uğratan eylemler
tarzını şöyle ya da böyle uygulamışlardır. Kimi
ülkelerde bu, müttefik kuvvetlerin işini kolaylaştırma,
onları sabotajlarla yıpratma amacını güderken,
kimilerinde ise halk orduları şeklinde büyüyen
daha kapsamlı ve güçlü organizasyonlar söz konusu
olmuştur. Bu arada, bütün direniş sürecinde iki
merkez, İngiltere ve Sovyetler, bu partizan güçlerini
kendi amaçları doğrultusunda desteklemişler, böylece
aslında doğal olarak işgal sonrasındaki Avrupa
tablosunu da etkilemek istemişlerdir. Örneğin
Batı Avrupa’daki direnişler, Fransa, Belçika,
vb. komünist partizanların süreçteki ağırlıklarına
rağmen Londra’nın ağırlığı altındadırlar. Aslında
Londra, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da da boş durmamaktadır;
örneğin Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya’da
böyle çabaları vardır, ancak oradaki durum, Stalingrad’dan
başlayan muazzam Kızılordu hamlesiyle değişmiş,
dengeler yerinden oynamıştır.
Aslında bu ülkelerin neredeyse tümünde 1940’lara
gelindiğinde şu ya da bu biçimiyle kendisini gösteren
devrimci durumlar söz konusudur. Bazılarında 1918’lerde
bastırılmış devrimler (Macaristan gibi) vardır,
bazıları ise (Bulgaristan gibi) zaten 1917-1940
sürecinde ayaklanmalar yaşanmıştır.
Bu ülkelerin çoğunda işgal başlamadan hemen önceki
yönetimler tümüyle zaaf içindedirler; büyük iktisadi-politik
krizler yaşamakta ve istikrarsızlık içinde yüzmektedirler.
Yani işgal öncesinde bu ülkelerin çoğunda -Almanların
gelip bozduğu- burjuva anlamda bir “huzur” mevcut
değildir. Ama işgal, doğası gereği, süreçleri
hızlandırmış, bu toplumların en dinamik kesimlerini,
yani işçi sınıfını ve genel olarak solu öne çıkarmıştır.
Sonuçta, amaçlar ve düzey ne olursa olsun, gerilla
savaşı, bu sürecin karakteristik olgusudur.
Burada belki Sovyet partizanları, kuruluş biçimi
ve amaçları bakımından diğerlerinden ayrılabilir;
çünkü onlar çoğu kez doğrudan doğruya resmi Kızılordunun
eğitim vererek planlı biçimde yarattığı birimlerdir.
Alman ilerleyişinin hızı karşısında bizzat SBKP
Merkez Komitesi’nin emriyle bölgelerde parti tarafından
gizli üslerin, silah ve yiyecek depolarının, partizan
birliklerinin inşası, bu birliklerin Kızılordu
karargahlarında eğitilmesi, binlerce insanın kimlik
bilgilerinin silinerek bu alana kaydırılması,
tamamen planlı bir süreçtir.
Diğer ülkelerde ise işgalin şu ya da bu aşamasında
komünistlere bağlı ya da değil, değişik partizan
örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Örneğin Polonya’da
işgal sırasında hain ve işbirlikçi bir hükümet
ve ordu söz konusu değildir; başından beri Polonya
ordusu da işgale karşı direnmiştir. İşgal sırasında
ise Komünistlerin “Halk Ordusu” adıyla kurdukları
merkez giderek güçlenmiş, prestij kazanmış ama
yine de diğer burjuva-ulusal güçler ağırlıklarını
korumuşlardır. Örneğin 200 bin kişinin öldüğü
büyük ve umutsuz Varşova ayaklanması, bu güçler
tarafından, biraz da Kızılordu’dan önce davranmak,
Polonya’yı sola teslim etmemek için gerçekleştirilmiştir.
Ve tabii işgal sonrasında da halk cumhuriyetine
geçiş sancılı olmuştur.
Savaşın başından itibaren Avrupa’da Almanlara
en yoğun askeri desteği veren güç Romanya’nın
faşist iktidarıdır; Romen orduları Nazilerle birlikte
Sovyet ülkesinin işgalinde açıkça rol almışlardır.
Yoğun bir baskı ve vahşetle geçen süreçte, 1944’e
dek Romanya’da komünistlerin etkisi yok denecek
kadar azdır ve ciddiye alınabilir bir partizan
hareketi görülmemiştir. Komünistler, ancak bu
tarihten sonra siyasal sahnede daha aktiftirler
ve faşizmle işbirliği yaparak ülkeyi batırmış
olan eski rejim karşısında en etkin güç hale gelmişlerdir.
Macaristan’ın işgali, 1918 devriminin kasabı Hortry
rejiminin Nazilerle bir süre flört ettikten sonra
Batılı müttefiklere göz kırpmaya başlamasıyla
birlikte, Mart 1944’te gerçekleşmiş ve Nazi egemenliği
komünistlere karşı büyük bir kıyım anlamına gelmiştir.
Zaten illegal bir güç olan parti bir süre ciddi
olarak ezilmiş, ancak Aralık 1944’te Kızılordu’nun
yaklaşması ile birlikte komünistler ve başka ulusal
güçler bir hükümet kurabilmişlerdir. Yine de ilk
seçimlerde Komünistlerin alabildiği oy yüzde 17’yi
geçmeyecektir.
Çekoslavakya’da daha 1935’lerde bile ülkedeki
üçüncü parti düzeyinde olan, yüzde 25 oy alan
Komünist Partisi, işgalci güçlere karşı sürdürülen
illegal partizan direnişi sayesinde olağanüstü
bir siyasi prestije sahip olmuştur. Bu nedenledir
ki Çek komünistleri, Kızılordu’nun gelişi sonrasında
hükümette yer alacak konuma gelmişlerdir.
Balkanlarda ise durum son derece ilginçtir. Arnavutluk,
Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan dörtlüsü,
yukarıdaki örneklerden çok daha farklı bir yerde
dururlar. Bu dört ülkede de gerilla savaşı, teknik
bir kolaylığın ötesinde, politik olarak mücadelenin
ekseni düzeyinde rol oynamıştır.
Uzun yıllar boyunca katı bir bir baskı rejimiyle
yönetilen Arnavutluk’taki komünist hareket aslında
işgal yıllarında çok gençtir. Ama 1941’deki kuruluşundan
kısa bir süre sonra (ki Yugoslavya Komünist Partisi’nin
desteğiyle kurulmuştur) Arnavutluk Komünist Partisi,
Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni yaratarak ülkenin
en büyük direniş hareketi haline geldi. Önce İtalyan,
sonra Alman işgaline karşı tam da klasik anlamıyla
gerilla/partizan savaşı yürüten AKP, savaşın sonunda
1. Partizan Ordusu ile Tiran’ı kurtardığında,
zaten artık ülkenin iktidar olabilecek tek gücüdür,
halk ordusuna ve başından beri oluşturulan halk
iktidar organlarına sahiptir.
Bulgaristan’da ise komünist hareket, 1800’lerin
son çeyreğine kadar giden tarihiyle güçlü ve köklü
bir harekettir. Süreç içersinde iç-faşist rejimlere
karşı mücadele içersinde güçlenen ve deneyim kazanan
Bulgaristan Komünist Partisi, ayrıca belli bir
ideolojik-politik olgunluk düzeyine ve prestijli
önderlere de sahiptir, ülke içinde hatırı sayılır
bir siyasi güçtür. 1923’teki faşist darbeye karşı
kendi iç politik karmaşası yüzünden geç müdahale
eden BKP, daha sonra çiftçi birliği ile kurduğu
birleşik cephe ayaklanmasını başlatmış, bu ayaklanma
sonuçta ezilse de daha sonrasına dersler bırakmıştır.
1924-25 yılları arası, faşist teröre karşı tipik
şehir gerillası eylemleri ve partizan hareketi
yaygındır, parti illegal basın gibi alanlarda
da sistemli çalışmaya geçmiştir. 1925’te ezilen
parti, 1927’de legal olarak ortaya çıktığında
da seçimlerde 31 milletvekili çıkarabilmektedir.
1934’te yeni bir faşist darbe geldiğinde yine
birleşik cephe direnişi sürecektir.
Yani işgal yıllarına gelindiğinde Bulgaristan
belli bir tür gerilla deneyimine zaten sahip durumdadır.
Bulgar gerillası öteden beri faşist rejimin kanlı
katillerini, emniyet müdürlerini, vb. cezalandırmaya
alışkındır. Bulgaristan’ı Sovyetlerin işgalinde
güçlü bir lojistik arka plan olarak düşünen Hitler
680 bin askerini bu ülkeye yığdığında da anti-faşist
cephe geleneği devam etmiş, BKP başka ulusal güçleri
de kapsayan bir Vatan Cephesi’ni inşa etmiştir.
Anti-faşist direnişin partizan birlikleri 1942’de
artık 30 müfrezeye ulaşmış durumdadır. Bu süreçte
efsanevi bir gerilla direnişi gösteren Bulgar
komünistleri, genel olarak ülke içersindeki en
ciddi politik yapı olmayı başarmıştır. Kızılordu’nun
ilerleyişi sonrasında ise süreç daha da hızla
ilerleyecek, BKP Merkez Komitesi 26 Ağustos 1944’te
ayaklanma kararı alarak 8 Eylül’de Kızılordu’nun
da desteğiyle ayaklanmayı gerçekleştirecektir.
Daha ertesi günün akşamında, 9 Eylül’de artık
ülkenin tek hakim siyasi gücü, Vatan Cephesi’dir.
Öyle ki, 1945’te yapılan ilk seçimde 4.5 milyon
oydan 3.3 milyonunu Vatan Cephesi alacaktır. Yani
burada gerilla savaşıyla Kızılordu ilerleyişinin
gerçek bir ortaklığı vardır ve gerilla sadece
basit bir sabotajcı güç değildir.
Diğer iki örnek, Yugoslavya ve Yunanistan ise
aslında son derece trajiktir. Bütün anti-faşist
direniş süreci boyunca yazımızın konusu bakımından
en gelişkin örnekleri oluşturan, gerilla/partizan
savaşının klasik mantığına en uygun çizgileri
izleyen bu iki ülke, ayrı ayrı sebeplerle olumsuz
noktalara saplanmışlardır. Birincisi, (Yugoslavya)
iktidar sonrasında sağa doğru kayarken, ikincisi
(Yunanistan) ise sağ politikalar nedeniyle tasfiyeye
uğramıştır. Ama yine de her iki örnek, son derece
değerli derslerle doludur.
Özellikle Yugoslavya direnişi, sonradan kaydığı
çizgi nedeniyle solda pek incelemeye değer bulunmaz
ama aslında tipik halk savaşı çizgisinin oyun
kurallarına en uygun olan süreçtir. Gerçekten
de Yugoslav Komünist Partisi’nin organize ettiği
partizan direnişi, özellikle iki bakımdan çok
önemlidir. Birincisi bu direniş, işin başından
itibaren, Almanların genel yenilgisine umut bağlayan
bir yerden değil, doğrudan iktidarı hedefleyen
bir gerilla hareketi üzerinden inşa edilmektedir.
Kitleler arasından büyük bir meşruiyete sahip
olan direniş, yalnızca sabotajlar yapan “işgal
karşıtı” bir hareket olmanın ötesine geçerek,
bir halk ordusuna ve halk savaşına dönüşmektedir.
Bunun bir sonucu olarak YKP, kontrol edebildiği
her yerde “kurtarılmış bölgeler” yaratarak Halk
Kurtuluş Komiteleri adı altında iktidar organları
örgütlemektedir. Tito bu durumu şöyle anlatıyor:
“… daha 1941 yılında, gerek köylerde gerekse kasabalarda
yeni hükümetin ilk kuruluşlarına biçim vermeye,
adını özelliğinden alan halk kurtuluş komiteleri
dediğimiz örgütlerle yeni iktidar organları yaratmağa
başladık.” Ancak öte yandan aynı hareket, yine
böyle bir savaşın mantığına uygun olarak hiçbir
bölgeyi körü körüne savunmamakta, hareketli savaş
uygulamakta, hatta zaman zaman sonradan efsane
haline gelen büyük yarma hareketleriyle kendisini
kuşatmalardan kurtarmaktadır.
YKP, Yugoslavya’nın siyasi hayatında yeni bir
parti değildir. 1920’de yüzde 12 oyu ve 58 milletvekili
olan bir partidir. Çeşitli ideolojik ve pratik
iniş çıkışlar yaşayan parti, işgal başladığında
illegaldir ama yine de ülkenin en önemli muhalif
gücüdür. Parti, 4 Temmuz 1941 günü halka silahlı
mücadele çağrısı yaptıktan kısa süre sonra küçük
gerilla gruplarını yaratmaya başlamış ve giderek
büyük gerilla ordularına dek ulaşmıştır. Üstelik
aynı süreçte YKP gerillası, sadece işgalcilere
karşı değil, Hırvat faşistlerinin Ustaşa devletine
ve Sırp milliyetçisi Çetnik çetelerine karşı da
savaşmaktadır. Bu süreçte Komintern’in “ılımlılık”
çağrılarına da kulak asmayan YKP, büyük ölçüde
kendi gücüne dayanarak savaşmakta, bir süre sonra
kurduğu Yugoslavya Anti-Faşist Halk Kurtuluş Konseyi
ile çeşitli milliyetlerden halkların ortaklığını
yaratmaktadır. “Bu Konsey’i Londra’daki sürgünde
burjuva hükümetinin alternatifi olarak görmemek
gerektiği” yolundaki Komintern uyarılarına rağmen
YKP’nin böylece yarattığı aslında bir ikili iktidar
durumudur. Sonuçta 200 bin kişilik partizan ordusunun
baş edilemez gücünü yalnızca Komintern değil,
İngiltere de kabul edecek ve onu “müttefik ordu”
olarak niteleyecektir. 1944’te Kızılordu Yugoslavya’ya
girdiğinde Halk Ordusu da Belgrad yakınlarındadır
ve Kızılordu ile Partizan Ordusu birlikte savaşarak
Belgrad’ı alacaklardır.
Yazımızın sınırları gereği, daha sonra YKP ile
SBKP arasında oluşan ayrılıklara ve anlaşmazlıklara,
Tito’nun giderek sağa kayan çizgisine girmeyeceğiz.
Ancak bütün bunlar bir yana, kesin olan şey, Yugoslavya
direnişinin halk savaşı ve gerilla konusunda incelenmesi
gereken tipik bir örnek olduğudur. Sonraki macerası
nereye varmış olursa olsun işgal yıllarındaki
YKP, klasik türdeki bir komünist parti örgütünün
kendisini hızla gerilla örgütüne dönüştürmesi
bakımından başarılıdır ve tiyatro gruplarından
halk sağlığı ekiplerine, halk mahkemelerinden
yerel iktidar organlarına dek Yugoslav Halk Ordusu,
bu tür komplike gerilla savaşının iyi örneklerini
bize vermektedir.
Yunanistan ise kuşkusuz her şeyden önce yirminci
yüzyılın talihsizliklerinden biridir.
Yunan Komünist hareketi de aynen Bulgar ve Yugoslav
hareketleri gibi köklü ve güçlü geleneklere sahiptir.
1936’daki faşist Metaksas diktatörlüğüne dek Yunan
Komünist Partisi (KKE) zaman zaman çeşitli baskılarla
budansa da hem seçimlerde hem de toplumsal hayatta
etkin güçlerden biridir. Partinin ideolojik hayatı
oldukça karışıktır ve her zaman çok tartışmalı
süreçler yaşanmıştır ama yine de ülkedeki toplumsal
bir güçtür. İşgal başladığında ise önce Selanik
bölgesinde kendiliğinden oluşan gerilla birlikleri,
daha sonra KKE ve işgal karşıtı bütün ulusal güçleri
kapsayan Ulusal Kurtuluş Cephesi (EAM)’ın kuruluşuyla
sıçrama yapacak, EAM’a bağlı olarak Ulusal Halk
Kurtuluş Ordusu (ELAS)’ın kurulması gerçekleşecektir.
1942’de 15 kişilik ELAS birliğine hitaben “yakında
on binlerce kişilik bir ordu olacağız” diye konuşan
Komutan Aris’in dediği gerçekleşecek ve ELAS bir
yıl sonra gerçekten de büyük bir halk ordusuna
dönüşecektir. Ülkede İngilizlerin yönlendirdiği
başka burjuva direniş güçleri de vardır ama işin
belli bir noktasından sonra dağlara artık ELAS
hakimdir ve EAM’da fiili olarak KKE’nin etkinliği
altındadır. Ancak bu mucizevi avantaja karşın
Yunan direnişinin en büyük sorunu, kalıplaşmış
kafalara sahip KKE yöneticilerinin elindeki gücün
önemini anlamaması, bu güce karşı bir kuşkuyla
yaklaşarak adeta kendi kuvvetinden ürkmesi ve
en önemlisi de esas olarak kırlarda yürütülen
bu savaşı bürokratik bir parti mekanizmasıyla
yönetmeye kalkmasıdır. Başka bir deyişle, klasik
türden kent hareketine ve milli kriz kavramının
klişe tanımına körü körüne bağlı olan KKE, ELAS’ın
dayandığı muazzam kırsal potansiyeli anlamamakta,
bu alana ilişkin programatik bir yaklaşım da geliştirmemektedir.
ELAS onun için mücadelenin temel unsuru olmamış,
her zaman partinin silahlı kolu olarak kalmıştır.
Başlangıçta aslında klasik bir parti olan Yugoslav
Komünist Partisi, mücadele mantığını, temel mücadele
belirlemesini ve örgütsel yapısını hızla dönüştürerek
bir politik-askeri yapı haline gelirken, ondan
daha fazla “komünist” olan KKE’nin aynı yeteneği
gösterememesi son derece çarpıcıdır.
Nazi işgaline karşı direnişle başlayarak savaş
sonrasında İngiliz-ABD kuklası faşist Yunan hükümetleri
döneminde iç savaş olarak devam eden bütün süreç,
elbette bu yazı içersinde özetlenemeyecek kadar
karmaşık ve uzun bir süreçtir. Ancak kuşbakışı
olarak tablonun tamamına bakıldığında görülen
olgu şudur: Başta İngiltere ve ABD olmak üzere
emperyalist dünya, savaş içinde ve sonrasında
Doğu Avrupa ve Balkanlarda yaşanan felaketle bir
daha karşı karşıya gelmemek için Yunanistan’a
özel olarak ağırlık vererek sosyalist bir gelişmenin
önünü kesmek isterken, Sovyetler Birliği ise dönemin
dünya tablosu içinde Yunanistan’daki bir devrimci
iktidar olasılığını hesap dışı tutmakta, bu olasılığa
en iyimser deyimle “soğuk” bakmaktadır. Daha Almanlar
tümüyle kovulmadan bile İngiltere ikinci bir işgal
gücü olarak ülkededir ve Yunan faşistlerini organize
ederek solu ezmeye başlamıştır. Bu süreç boyunca
ELAS, sadece Almanlara karşı değil, İngilizlerin
desteklediği türlü çeşitli sağcı çetelere karşı
da savaşmakta ve bu arada Atina dahil büyük kentler
de ayaklanmalarla sarsılmaktadır. 70 bine ulaşan
büyük gücüyle Atina’yı bile kontrol edebilen ELAS’ın
yöneticileri (efsanevi komutan Aris başta olmak
üzere) nihai zaferin bu yolla sağlanabileceğini,
halk savaşı yolundan iktidara kadar yürünmesi
gerektiğini düşünürlerken KKE hala tereddüt ve
oyalanma içindedir. Sonuç hazindir: 1945’te ELAS
tasfiye edilir ve silahlar İngilizlere teslim
edilirken bunu kabul etmeyenler (Aris dahil) fiziki
olarak ortadan kaldırılmaktadır; üç beş ay sonra
da ELAS’ın savaşçıların çoğu ya tutukludur ya
da boğazlanmıştır. Bu tarihten sonra artık İngiliz
ve ABD büyükelçilerinin yönettiği Yunanistan’da
binlerce eski ELAS’çı idama mahkumdur, 80 bine
yakın insan toplama kamplarındadır.
Daha sonraları, 1946’da KKE, Demokratik Ordu’yu
kurarak (bu kez gecikmiş bir refleksle) iç savaşı
başlattığında kısa sürede yine 20 bin savaşçıya
ulaşılmıştır ama artık karşı cephede işin başında
ABD vardır ve bir yandan ülkeye 2 milyar dolar
yardım akıtılırken, diğer yandan faşist Yunan
ordusu muazzam olanaklarla, ağır silahlarla donatılmaktadır.
Sonuç, yine hüsrandır. Savaşmaktan yorulmayan
Yunan emekçileri kendi savaşından ürken, kendi
başlattığı savaşı içine sindiremeyen önderliklerden
yorulmuştur. 16 Ekim 1949’da KKE bürokrasisinin
önderi Zaharyadis “artık silahlı mücadeleyi sürdürmenin
bir küçük burjuva tavrı olacağını” söyleyerek
iç savaşı sona erdirdiğinde hala on binlerce devrim
savaşçısı çaresizce Arnavutluk’a ve Bulgaristan’a
sığınmaya çalışmaktadırlar. “Partinin başlangıçta
silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde savunmayıp
bir şantaj aracı olarak kullandığını, silahlı
mücadelenin ülke çapında etkin gerilla eylemleriyle
sürdürülmesi ve Demokratik Ordu’yu statik bir
konuma sokan düzenli ordu anlayışından vazgeçilmesi
gerektiğini” söyleyen “Demokratik Ordu” komutanı
Markos Vafyadis ise aynı önderlik tarafından oportünist
olmakla suçlanmaktadır. Yani ortada barışı da
savaşı da usulüne uygun yürütmeyen, kendi başlattığı
iç savaşı bin türlü tereddütle kısırlaştıran bir
önderlik vardır.
Sonuç olarak, konumuz açısından sürece yeniden
baktığımızda söylenebilecek olan şey, Yunan iç
savaşının kafası klasik formüllere ve uluslar
arası denge hesaplarına takılı kalmış olan statükocu
bir önderliğin trajedisi olduğudur. Gerçekten
de, Yunanistan gibi büyük devrimci potansiyele
sahip bir ülkenin enerjisinin bu biçimde yok edilmesi,
gerçekleşmesi pekala mümkün olan bir devrimin
kırılması ciddi bir günah sayılmalıdır. Bu süreçte
Stalin ve Sovyet politikalarının rolü üzerine
çok şey söylenebilir ve zaten söylenmiştir de;
üstelik bu olumsuz etki üzerine söylenenlerin
çoğunun da doğru olduğunu düşünebiliriz. Ama sorun
bu kadar da basit değildir. Yugoslavya ve Çin
örneklerinde görüldüğü gibi bir partinin kendi
yolundan yürümesi de mümkündür. Dolayısıyla Yunanistan
trajedisi, esas olarak, kendi ülkesinin gerçekliğini
anlamak ve ortaya devrimci irade koymak yerine,
şablonlara sarılan, halkın gücü dışındaki güçlere
bel bağlayan bir anlayışın ürünüdür. Bu yıkımın
temel sebebi, Zaharyadis önderliğinin Lenin’i
anlamayan Kautsky ile, Mao’yu anlamayan Kruşçev
ile aynı hamurdan olması, aynı düşünme biçimine
sahip olmasıdır. Kendi kurduğu gerilla ordusundan
ta en başından beri korkan, bu büyük halk iradesini
bir devrim imkanı olarak değil pazarlık ve baskı
aracı olarak kullanan önderlik, devrimin sonunu
hazırlamıştır. Üstelik, aynı kafa yapısı, daha
sonra da bu tarihsel yıkımdan ders almamıştır;
nitekim 1961’deki KKE kongresi, partinin iç savaş
kararını “sol sekter” bir eğilim olarak tanımlayacak
ve mahkum edecektir! Gerekçe, kitlelerin böyle
bir savaş için hazır olmamasıdır; KKE’ye göre
o dönem yapılması gereken “İngilizler dışarı!”
ve “Normal Demokratik Hayat!” sloganlarıyla seçimlere
girmek ve güç biriktirmektir!
Genel olarak yukarıdaki örneklerin tümü üzerine
yeniden düşünürsek, fark edeceğimiz en temel gerçek,
özellikle Balkanlardaki sürecin (ve aslında İtalya,
Fransa gibi örneklerin de) devrimci durum ve evrim-devrim
aşamaları, mücadeleye nereden başlanacağı gibi
konularda klasik anlayışları zorladığıdır. Bu
deneyimlerin, olumlu ya da olumsuz sonuçlarıyla
kanıtladığı olgu, devrimci stratejik çizgi sorununun
yalnızca üretici güçlerin düzeyine ya da iktisadi
verilere bağlı olmadığı, bu sorunun esas olarak
politik düzlemde kendisini ortaya koyduğudur.
Ekim örneğinden hareketle bir model gibi kalıplaştırılan
tipik düşünme biçimi, (uzun süren evrim dönemi,
kısa süren devrimci durum ve topyekun kent ayaklanması)
bu ülkelerde somut gerçeğin karşısında çözümsüz
kalmış, bu gerçeği doğru kavrayarak yeni bir yorumla
kendilerini dönüştüren partiler başarıyı yakalamışlardır.
Her şeyden önce (işgal öncesindeki durumlar bir
yana) bizzat işgalin kendisi klasik milli kriz
kavramını değiştirmiş ve bir devrim durumunu en
baştan itibaren üretmiştir, ki bu gerçek, silahlı
mücadeleyi ve gerilla birliklerini, giderek halk
ordularını işin en başında sürecin ekseni hale
getirmiş, politik ve askeri gücün birlikte büyütülmesini,
örgütün politik-askeri bir kompleks biçimde yeniden
düzenlenmesini zorunlu kılmıştır. Bu gerçeği kavrayabilenler,
“klasik parti merkezi” ve “silahlı kol” ayrımını
aşmışlar ve çoğu durumda hareketin bütün merkezi
yapısını ve organlarını da gerilla savaşının alanlarına
taşımışlardır. “Parti önderliği” ile “halk ordusu
komutanlığı” böylece aynı süreçte iç içe geçmiştir.
Bunu kavrayamayanlar ise - Yunanistan örneğinde
olduğu gibi- tasfiyeye uğramışlardır.
Yerelden Evrensele Taşan Bir Deneyim: Çin
Halk Savaşı
“Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe,
kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen
yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek,
yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle
kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz.”
Lenin’in yazı boyunca yüz kez tekrarlamaktan bıkmayacağımız
bu sözleri, hem Yunanistan’daki “sorunu”, hem
de Çin’deki “gerçeği” aynı anda anlatmaktadır
aslında. Nasıl Yunanistan yenilgisi, statükocu
düşünme biçiminden kopamayan bir önderliğin yarattığı
felaketse, büyük Çin Devrimi de, kendisine dayatılan
stratejik kalıpları reddederek kendi ülke gerçekliğini
somut olarak kavrayan bir önderliğin yarattığı
muazzam bir zaferdir.
Elbette bu büyük deneyimi incelerken de -okurumuzun
bizi anlayıp bağışlayacağını umuyoruz- uçsuz bucaksız
Çin tarihinin derinliklerinde boğulmayı tercih
etmeyecek, devrimci strateji bakımından en önemli
noktaları ele alarak ilerlemeye çalışacağız.
Ayrıca, Çin söz konusu olduğunda, yerellikle evrensellik
arasında en baştan kategorik bir ayrım yapmayı
gerekli buluyoruz. Bu önemli; çünkü Çin’de zafere
ulaşan halk savaşı, kendi ülke gerçekliği içersinde
başarı sağlamıştır evet, ama aynı savaş daha sonradan
başka ülkeler ve dünya devriminin genel sahnesi
için çığır açıcı imkanlar yaratmıştır, bu da meselenin
ikinci ve daha önemli olan cephesidir. Gerçekten
de, az sonra göreceğimiz gibi, Çin deneyimi, durduğu
yerde durmamış, evrensel düzeyde örnek oluşturan
yeni bir devrimci stratejik çizgiyi ortaya koymuştur.
Ve yine, yazı boyunca hep olduğu gibi Çin özgülünde
de devrimin hedefleri, türü üzerinde durmayacağız.
Mao’nun Yeni Demokratik Devrim tezi ve diğer yaklaşımları
da şüphesiz önemlidir ama biz daha çok “nasıl
bir yol” sorusunun peşinde ilerlemeyi sürdüreceğiz.
a) Bünyeye Uymayan İlaç ve Yeni Formül
Arayışı
Büyük ve kanlı ayaklanmalarla örülü Çin tarihinin
eski evrelerini atlayarak nispeten yakın dönemlere
doğru geldiğimizde ilk gördüğümüz olgu, Marksizm
öncesinde ortaya çıkan modern milliyetçi akımdır.
1900’lerin başında genç aydınlar tarafından başlatılan
ve 1912’de Cumhuriyet’in ilanından sonra Ulusal
Halk Partisi (Guomindang) olarak partileşen ve
iktidar olan bu akımın tarihsel önderi Dr. Sun
Yat Sen, “milliyetçilik, demokrasi ve halkın refahı”
üçlemesiyle tanımladığı bu çerçeveye, halkçı ve
devrimci bir içerik yüklemekte, anti-emperyalist,
özgürlükçü ve toplumsal üretime dayanan bir sistemi
öne çıkarmaktaydı.
Haziran 1921’de kurulan Çin Komünist Partisi (ÇKP)
ise henüz çok gençtir ve nasıl bir yol izleneceği
konusunda belirsiz fikirlere sahiptir. Muazzam
büyüklükteki bir coğrafyaya ve nüfusa sahip olan
Çin’de Avrupa’dan doğmuş bulunan klasik Marksist
teorilerin nasıl hayat bulacağı, nereden başlanıp
nereye varılacağı gerçekten de yanıtlanması kolay
sorular değildir.
Çin, yarı-sömürge ve feodalizmin ağırlıkta olduğu
bir ülkedir. Bir yanda büyük işçi kitlelerinin
bir arada bulunduğu sanayi kentleri vardır; öte
yanda ise uçsuz bucaksız kırlık alanlar üzerinde
korkunç bir yoksullukla boğuşan köylüler… Hatta
sonradan “Uzun Yürüyüş” sırasında Mao ve yoldaşları
ülkenin nasıl yönetildiğinden habersiz, dünyayı
kendi mezrasından ibaret zanneden en ilkel kabilelerle
bile karşılaşarak şaşıracaklardır. Ayrıca bu coğrafya
işbirlikçi kompradorların yanında büyük toprak
ağalarını, onların da ötesinde “savaş ağaları”
diye adlandırılan haydut generallerin yöresel
egemenliklerini de barındırmaktadır. Mao’nun deyimiyle
Çinli devrimci güçler ne kadar zayıfsa, karşı
taraf da o kadar “parçalanmış ve karmaşa içinde”dir.
Böyle bir sınıfsal tablo içersinde genç ÇKP, Moskova’da
eğitilmiş herkesin en iyi bildiği, en klasik yoldan
yürümeye başladığında, doğal olarak ilk adımlarını
büyük kentlerde atacaktır. Bu arada birkaç grevi
örgütlemeye çalışan partinin 1923’te hala 342
üyesi vardır. Bu büyüme aşamasında partinin en
önemli sorunlarından biri de kuşkusuz ülkedeki
diğer modern güç olan Guomindang ile ilişkilerdir.
Aynı dönemde, Avrupa devrimlerinin yenilgisinden
sonra yüzünü bir ölçüde doğuya dönen ve özellikle
büyük potansiyeller taşıyan Çin ve Hindistan’la
ilgilenen Komünist Enternasyonal de bu soruna
çözüm aramaktadır. Milli Demokratik Devrim tezi
az çok şekillenmekte, kısmen “üretici güçler teorisi”nin
de etkisi altında kurulan teorik formülasyonlarda
Çin gibi ülkelerdeki devrimci aşama devrimci-demokratik
çerçevede tanımlanmaktadır. Bu tanımlama özel
olarak bir yanlışlığı barındırmamaktadır aslında,
yerel gerçekliğe de aykırı değildir; ancak henüz
oldukça dar olan bakış açısı yaratıcı değildir
ve bir ölçüde şablon gibidir. Dünya çapında yapılan
kategorizasyonla ülkeler sınıflanmakta ve aşamalar
belirlenmekte, ama bunlar yapılırken ülkelerin
iç devrimci imkanları hesaplanmadan üretilen genel
politikalar her şeyin üstünü örtmektedir. Örneğin
aynı dönem Türkiye komünist hareketi de bu genel
politikalara uyumlu davranma adına iktidar perspektifinden
uzak bir noktaya savrulacaktır.
En önemlisi de bu genel politikalar, Ekim modeline
uygun bir devrimci stratejiyi, yani toplu kent
ayaklanmasını her koşulda sabit kabul etmekte,
değişik iktidar yürüyüşü biçimlerini derinlikli
olarak düşünmemektedir. Kırlarda gerilla birlikleriyle
başlayan bir köylü savaşı bu genel çizginin ilgi
alanı içinde değildir, genel olarak mantık böyle
kurulmamaktadır. Süreç boyunca Komintern tarafından
ÇKP’ye dayatılan da bu genel çizgidir: Guomindang
ile işbirliği ve bu arada büyük kentlerdeki işçi
sınıfı kitlelerinin örgütlenmesi… Zaten bizzat
Komintern de Guomindang’la işbirliği içindedir
ve Sovyet uzmanları Dr. Sun Yat Sen’in izniyle
Guomindang ordusunu eğitmektedir. Bütün bunlar
olurken ÇKP, 1925 Şanghay grevini örgütlemekte
ve üye sayısını artırmaktadır. ÇKP kontrolündeki
sendikaların üye sayısı da 1 milyonu aşmıştır.
Ancak Dr. Sun’un ölümünden sonra Guomindang’ı
ele geçiren Çan Kay Şek kliğiyle birlikte durum
değişir; komünistlere saldıran yeni liderlik bir
süre sonra 1927’de patlayan büyük Şanghay ayaklanmasının
kasabı olacak ve yollar kesin biçimde ayrılacaktır.
Şüphesiz bütün süreç boyunca bölgeye sık sık gelen
Komünist Enternasyonal militanları, Maring, Yoffe,
daha sonraları röportajında “Çin devrimini anlayamadım,
bir çok hata yaptım” diyecek olan Borodin ve başkaları,
özel olarak Çin devriminin düşmanları değildirler.
Çan Kay Şek’i katliamları sırasında bile ÇKP’ye
Guomindang’la ittifakı dayatan Komintern de ciddi
bir hata içindedir ama asıl hata, belli bir şablonun
ve klasik bakış açısının terk edilememesidir.
Bu bakış açısı bütün katliamlara ve yenilgilere
karşın klasik milli kriz kavramını ve şehirleri
temel alan işçi ayaklanması fikrinden vazgeçememekte,
yeni ve başka türlü bir stratejik çizgi bulunabileceğini
düşünememektedir. Yunanistan’da ELAS’ın iktidara
yürüyebilecek gücünü görmeyen mantık, Çin’de de
köylüleri, kırları ve gelecekte muazzam bir halk
savaşının sahnesi olacak geniş Çin coğrafyasını
görmemektedir. Üstelik, sözde “proleter devriminin
saflığını korumak” adına savunulan bu yaklaşım,
makro düzeyde “proletaryanın bağımsızlığı” çizgisinde
de değildir; çünkü aynı yaklaşım Çinli komünistlere
gericileşmiş Guomindangçılarla işbirliğini de
dayatmaktadır.
Bütün bu süreç boyunca Mao’nun Komintern’le doğrudan
bir polemiğine rastlanmaz, ama köylü çalışmaları
içinde kazandığı deneyimlerle Çin’e özgü yolu
keşfetmeye başladığı kesindir; kendi düşüncelerini
“Hunan’daki Köylü Hareketi Üzerine Rapor” gibi
belgelerde açmaya başladığında ise sansüre uğrayacak
ama buna da katlanacaktır. Sonuçta işler biraz
sabırla yürümekte ve 1927’de Mao’nun da içinde
bulunduğu bir çekirdek tarafından örgütlenen Nanchang
ayaklanması bastırıldığında suçlanan Mao, politbürodaki
yedek üyelik görevinden alınsa da artık yol bulunmuş,
yeni savaş biçimi öğrenilmeye başlanmıştır. Daha
bir yıl geçmeden kırdaki gerilla birlikleri sistematik
biçimde gelişmeye başlamış ve artık Guomindang
ordularını bozguna uğratabilir hale gelmişlerdir.
İki yıl içersinde 11 kurtarılmış bölge ya da Kızıl
Siyasi İktidar yaratılmıştır bile. Bu yıllarda
Çan Kay Şek kuvvetleri üst üste yenilgilere uğramakta,
yeni stratejik çizgi, gelişen askerlik bilgisiyle
birlikte meyvelerini vermektedir. Bu arada Japon
işgali de başlamış ve Guomindang bu fırsattan
yararlanarak yeni saldırılara girişmiştir.
Bütün bu süreçlerde hala doğrudan bir siyasi hesaplaşma
ve “halk savaşı” çizgisinin kendi hattının açıkça
ortaya konulması yoktur. Aslında, bir anlamda
klasik “ayaklanmacı” çizgi ile Mao arasında deyim
yerindeyse üstü örtülü bir “savaş” sürmektedir.
Mao, açıkça bir “halk savaşı” çizgisinden söz
etmemekte ve partinin geleneksel çizgisi resmi
anlayış olarak devam etmektedir. Bu çizgi, evrim
ve devrim aşamalarını klasik bir ayrıma tabi tutmakta,
“milli kriz-devrimci durum” kavramını da en katı
biçimiyle ele almaktadır. Kentlerde başlatılacak
bir işçi ayaklanması yoluyla iktidarın alınması
hala temel hedeftir. Mao’nun yaptığı ise bu resmi
çizginin devam ettiği koşullarda biraz “bildiğini
okumak” gibidir. Yani doğrudan ideolojik bir mücadele
yürütmemekte ama kendi çalışma yaptığı Hunan bölgesinde
pratikten öğrendikleriyle yeni bir stratejik çizgiyi
inşa etmekte, hatta pratik olarak uygulamaktadır.
Örneğin Hunan ve başka bölgelerde hareketin içindeki
köylü ağırlığının artması dogmatik parti yöneticilerine
“devrimin bozulması” gibi gelirken Mao’nun bu
konuda endişesi yoktur; hatta bunun feodal bir
ülkede elzem olduğunu düşünmektedir. Yine de stratejik
çizgi henüz net değildir; büyük olasılıkla Mao
da böyle kapsamlı bir teorik formülasyonu bütün
argümanlarıyla ortaya koyabilecek kadar mesafe
almış değildir. Öyle ki, işler epey ilerlediğinde
bile örneğin “Kızıl Siyasi Üsler” bu adla anılmamakta,
“destek üsleri” gibi eski yaklaşıma uygun kavramlar
kullanılmaktadır; yani kırdaki harekat hala kent
ayaklanması stratejisinin bir parçası gibi görünmektedir.
Yine örneğin, bu bölgelerde ilan edilen yönetim,
“Çin Sovyet Cumhuriyeti” adını taşımakta ve 1924
Sovyet Anayasası aşağı yukarı aynen kabul edilmektedir.
Öyle ki, artık halk savaşı stratejisinin az çok
hakimiyet kazandığı dönemlerde bile Mao, “gerillacı
eğilim” dediği bir eğilimle hesaplaşmak zorunda
kalacaktır. Bu eğilim, kırlardaki savaşın büyük
halk ordularına dönüşümünü reddetmekte ve kuvvetleri
küçük gerilla birliklerine bölerek uzun süre böyle
devam etmeyi ve ancak bütün Çin’de halk kitlelerinin
kazanılmasıyla birlikte büyük bir ayaklanmanın
başlatılmasını öngörmektedir. Daha sonraları Mao
silahlı mücadelenin ilk aşaması diye adlandırdığı
bu başlangıç sürecini “Partimizin silahlı mücadelenin
önemini fark etmeye başladığı ama henüz tam olarak
anlayamadığı, Çin devriminde silahlı mücadelenin
temel mücadele biçimi olduğunu kavrayamadığı aşamadır”
(Seçme Eserler II, sf: 294) diye niteleyecektir.
Uzun Yürüyüş bu anlamda aynı zamanda bir siyasi
sıçramadır. Mao çizgisi ile geleneksel ayaklanmacı
çizgi arasında sertleşen mücadele, bu olayla birlikte
pratikte çözümlenmiştir. Eylül 1934’te büyük bir
kuşatmaya giren Çin devrimi sürecinde “bir karış
toprak vermeme” çizgisi yerine “hareketli savaş
çizgisi”ni benimseyen Mao’nun üstünlük sağlaması
sonucu başlayan 15 bin kilometrelik yürüyüş, bir
yandan savaşılan, bir yandan propaganda yapılan
büyük bir siyasi hamledir ve sonuçta büyük kayıplar
pahasına Yenan’a varıldığında ÇKP “devrimin yarısını”
kazanmıştır. Öte yandan bu büyük harekat, gelenekçi
çizgiyi de bitirmiş ve Mao’nun Devrimci Askeri
Şura’nın başına getirilmesiyle hesaplaşma büyük
ölçüde tamamlanmıştır.
Bundan sonrası, büyük zaferler ve büyük yenilgilerle
dolu savaş yıllarıdır ve artık ÇKP istikrarlı
bir biçimde büyümekte, savaşın ibresi stratejik
anlamda halkın lehine dönmektedir. ÇKP’nin 1942’de
763 bin olan üye sayısı, 1945’te 1 milyon 200
bini geçecektir. Yine 1945’te Kızıl Siyasi Üsler’de
yaşayan nüfus 100 milyonun üzerindedir ve buralarda
üniversiteler, hastaneler, vb. dahil büyük yerleşimler
kurulmaktadır. 5 yıl içersinde 100 binden fazla
siyasi ve askeri kadro bu üniversitelerden mezun
olarak savaşa katılacaktır. 1947 ilkbaharında
“Halk Kurtuluş Ordusu” adını alan Kızılordu ise
artık çeşitli ordular, tümenlerle anılan devasa
bir güçtür.
Sonuçta, Japonya’nın 1945’te teslim bayrağını
çekmesinden sonra Guomindang’ı destekleyen ABD
de durumu kurtaramayacak ve 1948 yılının son ayları
artık sürekli zaferlere tanıklık edecektir. Ocak
1949’da ise 1 milyona yakın insanın öldüğü büyük
çarpışmalardan sonra Guomindang kesin yenilgiyi
kabul ederek Çin’i terk edecektir. 3 Şubat 1949’da
Pekin’e giren Halk Kurtuluş Ordusu artık ülkenin
hakimidir ve Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti
resmen ilan edilecektir. Bütün bunlar olup biterken
en son ana kadar Moskova’daki hava ise yine kuşku
havasıdır ve bu “yeni yöntem” güvenilir bulunmamakta,
bu yolla komünistlerin iktidar olabileceği fikri
genel kabul görmemektedir.
b) Yeni Stratejik Çizginin Temel Taşları
Böyle bir kısa özetten sonra sürece en başından
itibaren genel olarak bakmayı denersek, gördüğümüz
şey, kuşkusuz yeni bir iktidar elde etme stratejisidir.
Gelenekçilerin ve kuşkucuların bütün diretmelerine
karşın Mao’nun savaşın içinde ve elbette büyük
ölçüde savaştan da öğrenerek ustalıkla geliştirdiği
bu stratejik çizgi, tartışmasız biçimde çığır
açıcı bir gelişme olmuştur. Lin Piao’nun deyişiyle
“Bu, modern tarihte proletaryanın yönettiği en
uzun en karmaşık ve deney bakımından en zengin
halk savaşıdır.”
Halk savaşı, sonradan zaman zaman küçümsenerek
söylendiği gibi bir “savaş tekniği” değil, siyasi
bir çizgidir. Yani gerilla savaşının ya da genel
olarak düzensiz harekat biçimlerinin kullanıldığı
her savaş halk savaşı değildir. Ya da bir zamanlar
ülkemizdeki bazı siyasi grupların demagojik olarak
söylediği “halk savaşı halkın savaşıdır işte”
gibi tekerlemeler de durumu açıklamaz. Kent ayaklanmasına
dayanan Ekim devrimi, elbette “halkın savaştığı”
bir devrimdir ama stratejik çizgi olarak farklı
bir yerde durur. Yukarıda değindiğimiz gibi özellikle
Balkan deneyimleri ve hatta İtalyan-Fransız deneyimleri
(ki bu deneyimler Çin’deki savaşın gelişimiyle
aşağı yukarı eş zamanlıdır) aslında halk savaşı
çizgisine oldukça yakındırlar, hatta özellikle
bazı örneklerde bu çizginin tipik unsurları vardır.
Şehirlerdeki gerilla eylemleriyle desteklenen
kırsal gerilla orduları, temel mücadele biçiminin
silahlı mücadele olması, vb. böyle unsurlardır.
Ayrıca bu pratiklerde devrimci durum-millik kriz
kavramının yorumlanışı da artık uzun süren evrim
dönemlerine endeksli değildir; partiler doğrudan
doğruya gerilla müfrezelerini örgütleyerek işe
başlamakta ve özellikle bazı örneklerde bu güçleri
ordulaştırarak büyütürken bir yandan da kontrol
altına aldıkları alanlarda iktidar organları yaratmaktadırlar.
Yani bu örneklerde, özellikle Yugoslavya ve Arnavutluk
gibilerinde halk ordusu artık bir direnme aracı
değil, bir siyasi iktidar elde etme aracı haline
gelmiştir.
Ancak her şeye karşın teslim etmek gerekir ki,
bu stratejik çizginin en bütünlüklü ifadesi Çin
gerçeğinde yaşanmış, en özlü teorik anlatımını
da orada bulmuştur. Yani halk savaşı, tamamen
özgün bir stratejik çizginin adıdır ve kendi iç
bütünlüğü olan bir siyasi iktidar yürüyüşünü bize
anlatır. Klasik Maoist terminolojide “düşmanın
yumuşak karnı” olarak tanımlanan kırları ve kırlarda
yaşayan yoksul köylüleri temel alan bu yaklaşım,
gerilla birlikleri ile işe başlayarak hareketli
bir savaş yoluyla politik ve askeri olarak büyüyen
devrimci gücün giderek kurtarılmış bölgeler yaratmasını,
bu bölgelerde ikinci bir siyasi iktidar oluşturarak
sağlamlaşmasını ve nihayet halk orduları yoluyla
büyük kentleri ve merkezi siyasi iktidarı hedeflemesini
öngörür. En azından kabaca ve genel teorik kural
olarak durum böyledir. Bu unsurlardan birinin
yokluğu (örneğin Kurtarılmış Bölgeler gibi) belki
çizginin genel tablosunu değiştirmez ama izlenen
temel yol bellidir.
Kolayca anlaşılabileceği gibi bu anlayış, Lenin’in
klasik “milli kriz-devrimci durum” tespitinin
aşılmasıdır. Yani burada artık belli bir kısa
an gibi gelip geçen bir kriz durumu değil, tam
anlamıyla bir süreklilik vardır. Devrimci irade,
kendisini organize ettiği andan itibaren devrim
aşamasına ait araçları en ileri düzeyde, yani
büyük ayaklanmalar düzeyinde değil, başlangıçta
küçük birimler düzeyinde ama sistematik biçimde
kullanarak harekete geçer ve doğrudan silahlı
gerilla ile işe başlar. Ve gerilla, genel olarak
halk ordusu, politik-askeri bir güçtür; sık sık
üretime de katılan, hem düşmanla savaşıp hem propaganda
ve örgütleme çalışması yapan, yönetim yapısı da
buna uygun olarak biçimlendirilmiş politik bir
ordudur.
Mao’nun 1938’deki sınıflandırması yeterince açıktır:
“… kapitalist ülkelerdeki proletarya partisinin
görevi, uzun bir legal mücadele dönemi boyunca
işçileri eğitmek, güç toplamak ve böylece kapitalizmi
nihai olarak yıkmaya hazırlanmaktır. Bu ülkelerde
sorun, uzun bir legal mücadele, parlamentodan
bir kürsü olarak yararlanma, ekonomik ve siyasi
grevler, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin
eğitilmesi sorunudur. (…) Böyle bir ayaklanma
ve savaş, burjuvazi gerçekten çaresiz bir duruma
gelinceye, proletaryanın büyük çoğunluğu silaha
sarılıp savaşmaya hazır hale gelinceye ve köylük
bölgelerdeki kitleler proletaryaya gönüllü olarak
yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle
bir ayaklanmayı başlatmanın zamanı geldiğinde,
ilk adım şehirleri ele geçirmek, ardından da köylük
bölgelere ilerlemek olacaktır; tersi değil. (…)
Çin’de ise durum farklıdır. (…) Komünist partisinin
buradaki görevi, ayaklanma ve savaşı başlatmadan
önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek
ve önce büyük şehirleri ele geçirip ardından köylük
bölgeleri işgal etmek değil; tam tersidir.” (age,
Sf: 225)
Ve devamla; “Çin’de esas mücadele biçimi savaş,
esas örgütlenme biçimi ordudur. Kitle örgütlenmesi
ve kitle mücadelesi gibi öbür biçimler de son
derece önemli, hatta vazgeçilmez biçimlerdir,
hiçbir koşul altında küçümsenemezler ama onların
amacı savaşa hizmet etmektir.” (age, Sf: 227)
Mao’nun “Salt Askeri Görüş Açısı Üzerine” başlıklı
ünlü yazısında söylediği gibi “Kızıl Ordunun varlık
sebebi sadece savaşmak değildir; savaşmanın yanı
sıra, düşmanın askerî gücünü tahrip, kitleleri
hareketlendirmek, örgütlemek, silahlandırmak,
devrimci bir güç haline gelmelerinde yardımcı
olmak ve hatta Komünist Partisinin örgütlerini
kurmak gibi önemli görevlerin sorumluluğunu da
üstüne almıştır. Kızıl Ordu savaşmak için savaşamaz.
Aksine, kitleleri harekete geçirmek, örgütlemek,
silahlandırmak, devrimci bir güç haline gelmelerine
yardımcı olmak için savaşır. Bu amaçlar ortadan
kalkacak olursa, savaşmak da anlamını kaybeder
ve Kızıl Ordunun varlığına sebep kalmaz.”
Ve yine Mao’ya göre, “… silahlı mücadeleye ağırlık
vermek öteki mücadele biçimlerini terk etmek değildir;
tam tersine silahlı mücadele öteki mücadele biçimleriyle
bir arada yürütülmezse başarıya ulaşamaz.” (age,
Sf: 322)
Öte yandan, okurlarımızın geçen sayılardan izlemiş
olacağı “ikili iktidar” sorunu da bu stratejik
anlayışta Sovyet deneyinden başka bir biçimde
çözülür. Burada uzun süren bir ikili iktidar durumu
vardır; ya da başka bir deyişle her devrimin temel
sorunlarından olan “ikinci bir iktidar odağı yaratma
ve halkı onun otoritesine çağırma” sorunu halk
savaşında “zamana yayılmış” bir çözüm yoluyla
karşılanır. Gerilla orduları ile güvence altına
alınan ama asla körü körüne savunulmayan kurtarılmış
bölgeler, aynı zamanda devrimin iktidar alanlarıdır.
Devrim, geleceğin iktidar nüvelerini ilk andan
itibaren buralarda kurar ve Çin örneğinde olduğu
gibi bu bölgelerde merkezi iktidara alternatif
yeni bir iktidar odağının temelini atar, üretimi,
eğitimi, sağlığı, hukuku ve bütün diğer devlet
işlerini kendi perspektifine göre yeniden örgütler.
Bu devrim anlayışında klasik olarak düşmanın yıpratıldığı
ve güç biriktirilen bir “stratejik savunma” aşamasını
halk ordusunun büyük birimlere dönüşerek düşmanla
baş edebildiği ve belli alanları kontrol edebildiği
bir “stratejik denge” aşaması izler ve nihayet
küçük gerilla gruplarının destek olarak iş gördüğü,
daha ağırlıklı olarak düzenli halk ordusunun merkezi
iktidara saldırdığı “stratejik saldırı” aşaması
gelir. Doğal olarak ilk iki aşamada savaşın yürütüldüğü
alan itibarıyla köylülük süreçte ağır basarken
(ki yarı-feodal yapıya çözüm getiren devrimci
program da bu durumla uyum içindedir) son aşamada
artık büyük kent ayaklanmaları da gündemdedir
ve nihai vuruş sırasında -yine genel kural olarak-
birleşik bir saldırı mümkün hale gelir.
Genel kural olarak en son nihai saldırı dışında
savaşın hiçbir aşaması mevzi savaşını ve alanların
ne pahasına olursa olsun savunulmasını içermez,
Düzenli orduların karşı karşıya geldikleri klasik
savaşın yerine gerilla hareketli bir çizgi izler,
ani güç yoğunlaşmaları ve alan boşaltmalarla düşmanı
şaşırtır. Bu yüzden “uzun süreli savaş” deyimi
de sık sık kullanılır; hatta Mao, zaman zaman
kendine özgü bir deyim olan “sürüncemeli savaş”
kavramını kullanmaktadır; çünkü bu çizgi, başından
itibaren büyük zaferler bekleyen bir yerden değil,
düşmanı sürekli yıpratan, halk ordusunu güçlendiren
bir yerden inşa edilir. Böylece siyasi güç ile
askeri güç birlikte büyütülür ve bu süreç uzun
sürer.
Sonuç olarak Çin örneğinde en yetkin biçimi görülen
ve sonradan çeşitli uyarlamalarla başka ülkelerde
de yaşama geçirilen bu devrimci stratejik çizgi,
proletaryanın iktidar mücadelesinde yeni bir olgudur
ve özellikle dönemin yarı-sömürge ülkeler dünyasındaki
devrimci mücadeleler açısından çığır açan bir
çözüm yolu olmuştur.
c) Dünya Devrimi Açısından Halk Savaşı
Stratejisi
Gerçekten de dünya devrimci hareketinin önünü
açan bir olgudur Çin devrimi…
Çin’de olan şey, sadece bir ülkenin devrime kavuşması
değildir; bu muazzam büyüklükteki köylü ülkesinin
böyle bir yoldan devrime ulaşması, bütün dünyada
olağanüstü bir rüzgar yaratmış, özellikle emperyalizmin
boyunduruğu altındaki ülkelerde mücadele eden
bütün devrimci hareketleri derinden etkilemiştir.
Öyle ki, 1950’ler ile 1970’ler arasında bu ülkelerde
devrim mücadelesi konusunda samimi olan ve Maoist
deneyden etkilenmeyen hiçbir güç yoktur; ki buna
Mahir Çayan da dahildir.
Şüphesiz bu boşuna değildir.
Birincisi, zafere ulaşana kadar Mao tarafından
“Çin’e özgü” sayılan ve sonradan sistematize edilerek
evrensel önemi vurgulanan Halk Savaşı teorisi,
her şeyden önce dünya devriminin rotası ve imkânları
üzerine yeni bir söz söylemekte, bir yol açmaktadır.
Stalin döneminde başlayan içe kapanma ve Sovyetler
Birliği’ni her şeyin merkezi yapma eğilimi, daha
sonraları revizyonist bir “barış içinde yaşama/barışçıl
geçiş” teorisine dönüştüğünde ortaya çıkan durum,
gerçekten de dünya proletaryası için kocaman bir
boşluk anlamına geliyordu. Dünyadaki çelişmeleri
sıralarken “sosyalist sistem-kapitalist sistem”
çelişkisini baş çelişki olarak belirleyen Kruşçev/Brejnev
eğilimi, böylece dünya devrimine veda eder ve
herkesi “barış ve yumuşama için” mücadeleye çağırırken,
ÇKP’nin yaklaşımı “baş çelişkinin emperyalizm
ve ezilen halklar arasında olduğu” şeklindeydi
ve bu yaklaşım, yeni bir “zayıf halka” belirlemesi
anlamına geliyordu. Birinci yaklaşım, dünya halklarını
pasifizme ve “dengeleri bozmamaya” çağırır, emperyalizmin
boyunduruğu altındaki ülkelerin devrimcilerinin
iktidar perspektifini köreltirken; diğer yaklaşım
ise küçük halkların büyük emperyalist ülkeleri
yenilgiye uğratabileceğini söylüyor, üstelik bunun
için Halk Savaşını araç olarak sunuyordu. Sovyet
bürokratlarının bir türlü anlamadığı “emperyalizm
kağıt kaplandır” tezi de aslında düşmanın küçümsenmesi
anlamına gelmeyen stratejik bir belirlemedir.
“Bütün gericiler kâğıttan kaplanlardır. Görünüşte
korkunçturlar fakat aslında o kadar güçlü değillerdir.
Uzağı gören bir açıdan bakıldığında gerçekten
güçlü olanlar gericiler değil, halktır” diyen
Mao, devrim savaşına atılmak isteyen halklar için
bir güven öğesi yaratmıştır. Lin Piao’nun deyimiyle
“Düşmanı stratejik bakımdan küçümsemek bir devrimcide
aranan ilk şeydir. Düşmanı küçümseme ve yenme
cesareti olmaksızın, değil zafere ulaşmak, bir
devrim hareketine girişmek ve bir halk savaşı
vermek bile olanaksızdır.”
Ve yine Lin Piao’nun sözleriyle, “son tahlilde
sorun emperyalistlerin ve uşaklarının silahlı
saldırılarına ve baskılarına karşı kısasa kısas
savaşıp savaşmama, bir halk savaşma girişmeye
ve devrim yapmaya cesaret edip etmeme sorunu olarak
ortaya çıkar. Bu, gerçek devrimcileri ve Marksist-Leninistleri
sahtelerinden ayırt eden en şaşmaz mihenk taşıdır.”
Fakat herhalde Lin Piao’nun metinlerindeki şu
eşsiz belirleme dönemin ÇKP mantığının en özlü
ifadesi olsa gerektir: “Yeryüzünün tümü ele alındığında,
eğer Kuzey Amerika ile Batı Avrupa’ya ‘dünyanın
şehirleri’ denebilirse; Asya, Afrika ve Lâtin
Amerika da ‘dünyanın kırsal alanları’nı teşkil
ederler. II. Dünya savaşından bu yana, Kuzey Amerika
ve Batı Avrupa kapitalist ülkelerindeki devrimci
proletarya hareketleri türlü nedenlerle geçici
olarak bastırılabildiği halde; Asya, Afrika ve
Latin Amerika’daki devrimci halk hareketleri hızla
gelişmektedir. Böylece çağdaş dünya devrimi de,
bir anlamda, şehirlerin kırsal alanlardan kuşatılması
manzarası arz etmektedir. Son tahlilde, dünya
devrimi davasının tümü, dünya nüfusunun büyük
çoğunluğunu meydana getiren Asya, Afrika ve Latin
Amerika halklarının devrimci mücadelelerine dayanmaktadır.
Bu bakımdan sosyalist ülkeler Asya, Afrika ve
Latin Amerika’daki halkların devrimci mücadelelerini
desteklemeyi uluslararası bir görev saymalıdırlar.”
Bu yaklaşım gerçekten de çığır açan bir yaklaşımdır;
böylece “devrimci durum” ve “zayıf halka/devrim
havzası” gibi kavramların yeniden tanımlanmasının
önü açılmakta, dünyanın belirli bölgelerinin birbirini
motive eden zincirleme devrimler yoluyla ilerlemesi,
yani bölgesel devrim fırtınalarının yaratılması
mümkün görülmektedir. Hemen belirtelim, bu hayranlık
verici teorik belirleme, esas hatları itibarıyla
bugün de aynen geçerlidir.
Öte yandan, aynı yaklaşım, sosyalist ülkelerin
komünizme doğru ilerleyişindeki tıkanmaya da bir
çözüm yolu bulmak anlamına geliyordu. Maoizmin
sonradan varmış olduğu olumsuz nokta ne olursa
olsun, yukarıdaki belirleme, tek ülkeye sıkışmış
bir ilerleme çizgisinin önünü açıyordu.
Tanımı gereği bir dünya sistemi olan komünizme
geçiş, ancak emperyalizmin dünya çapında yok edilmesi
ya da etkisizleştirilmesi sonucunda mümkünse eğer,
bunun yolu elbette tek tek sosyalist ülkelerin
içe kapalı ekonomik-teknolojik gelişmesinden değil,
aktif bir devrimci enternasyonalizmden, emperyalizmi
yıkacak olan gerçek gücün, dünya halklarının devrimci
mücadelesinin açıkça desteklenmesinden geçmektedir.
Ki bu da, son derece anlaşılır ve mantıki bir
teori olan “emperyalizmin soluk borularının kesilmesi”
tezine dayanmaktadır; gerçekten de esas ekonomik
gelişme temposunu bağımlı ülkelerin sömürülmesi
üzerine kuran ve kendi ülkesindeki sosyal dengelerin
esnekliğini, hatta sosyal devlet gibi kurumlarını
biraz da bu sayede ayakta tutabilen emperyalizmin
dünyanın çeşitli köşelerinde ezilen halklardan
üst üste darbeler yemesi, onların iç krizlerini
de tetikleyecek, nihai olarak bu ülkelerde de
devrimci durumların önünü açacaktır.
Kaldı ki bu “soluk kesilmesi” salt ekonomik bir
anlam da ifade etmez; Mao’nun yaklaşımına göre
yoksul halkların devasa emperyalist ordulara karşı
kazandığı her zafer, politik anlamda da emperyalist
metropoller için bir itibar ve güven kaybı olacak,
yeni krizleri kışkırtacaktır. Doğrusu pratik durum
da bu tezi doğrulamış, özellikle Vietnam ve diğer
örneklerde ABD egemenliği ağır bir politik-moral
yara almıştır.
Bütün bunlar da son derece akla yakın ve devrimci
mantığa uygun düşüncelerdir. Maoizmin o dönemdeki
ve daha sonraki uluslar arası pratiğinden tamamen
bağımsız olarak bu teorik kurgu, tümüyle doğrudur
ve devrimcidir. Dolayısıyla, kendisine bağlı bütün
komünist partilerini kısırlaştıran, iktidar perspektiflerini
köreltip burjuva güçlerle işbirliklerine, ittifaklara
zorlayan SBKP’nin politikalarının karşısında bu
devrimci yaklaşımın bir fırtına gibi esmesi, dünyanın
her köşesinde etki yaratması hiç şaşırtıcı değildir.
Tabii hemen bir ek olarak söylemek gerekir; “kurtarılmış
bölgeler” üzerinden geçen böyle bir stratejik
çizgi, yalnızca iktidar yürüyüşüne pratik bir
çözüm bulması bakımından değil, geleceğin toplumsal
normlarının hayatın içinde uygulanma imkânlarını
yaratması bakımından da ekstra bir anlam ve önem
taşır. Ekim’de toplam olarak beş-altı ay süren
ikili iktidar döneminin halk savaşı pratiğinde
yıllara yayılması, sosyalist ya da sosyalizme
yönelen iktidar, demokrasi, özyönetim, hukuk,
vb. gibi pratik alanlarda ciddi deneyimler kazanılması
imkânını devrimcilere sağlamaktadır.
d) Sonuç ve Esinlenme ile Şablon Arasındaki
Fark
Bütün bu teorik formülasyonlar zincirinin evrensel
değer taşıdığı kesindir; Maoizm zaman zaman bu
“evrenselleştirme” çabasında diyalektiğin sınırlarını
zorlasa da bu böyledir.
Örneğin Lin Piao’daki şu pasaj teorinin evrensel
değeri konusunda belli bir mantıki zemin sunmaktadır:
“Çin’in ve diğer ülkelerin halk savaşları tarihi,
halkın devrimci güçlerinin zayıf ve küçük başlangıçlardan
güçlü ve büyük kuvvetler haline geçmelerinin sınıf
mücadelesi ve halk savaşı gelişiminin evrensel
bir kanunu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Şüphesiz
halk savaşı, gelişmesi sırasında kaçınılmaz olarak
birçok zorluklarla karşılaşılacak birçok iniş-çıkışlar
ve gerilemeler kaydedilecektir; fakat hiçbir kuvvet
onun kaçınılmaz zafer doğrultusundaki genel yönetimini
değiştiremeyecektir.” Gerçekten de, güçlü emperyalist
ordular karşısında halkların gerilla ve halk savaşı
yoluna başvurması, en genel anlamıyla söylenirse
evet, evrensel bir kural olarak kabul edilebilir.
Ama aynı Lin Piao’nun şu sözleri doğruların abartılarla
iç içe geçtiği tipik zorlamalardan biridir: “Mao
Tse-Tung yoldaşın kırsal alanlarda devrimci üsler
kurma ve şehirleri kırsal bölgelerden kuşatma
teorisi bütün ezilen ulusların ve halkların Amerikan
emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı giriştikleri
devrimci mücadeleler için belirgin olarak, evrensel
pratik önem taşıyan bir teoridir. (…) Bu ülkelerin
çoğundaki temel siyasal ve ekonomik koşullarla,
eski Çin’in koşullan arasında birçok benzerlikler
vardır. Çin’de olduğu gibi, bu ülkelerde de köylü
sorunu son derece önemlidir. Köylüler, emperyalistlere
ve uşaklara karşı yapılan milli demokratik devrimin
başlıca gücünü teşkil ederler. Emperyalistler
bu ülkelere saldırırlarken çoğunlukla büyük şehirleri
ve ana haberleşme hatlarını ele geçirerek işe
başlarlar. Fakat geniş kırsal bölgeleri tamamen
denetimleri altına almaya güçleri yetmez. Ancak
ve ancak kırsal bölgelerde devrimcilerin serbestçe
manevra yapabilecekleri geniş alanlar sağlamak
mümkündür. Devrimcilerin kesin zafere doğru ilerlemelerini
sağlayacak devrimci üsler, yine ancak ve ancak
kırsal, alanlarda kurulabilir. İşte bu nedenlerdir
ki; Mao Tse-Tung yoldaşın kırsal bölgelerde devrimci
üsler kurma ve şehirleri kırsal alanlardan kuşatma
teorisi, bu ülkelerin halkları arasında gittikçe
daha fazla ilgi toplamaktadır.”
Elbette bu düzeyde bir kalıplaştırma, devrimci
çözümleme ve stratejik çizgi belirleme mantığı
açısından sıkıntılı bir durumdur. Ayrıca bu katı
belirleme, emperyalizmin yeni egemenlik biçimlerini
de dikkate almamaktadır. Nitekim, Halk Savaşı
teorisinden etkilenen ya da esinlenen birçok ülkenin
devrimcileri de bu ölçüde katı sınırları benimsememişler,
kendi ülkelerinin özgün koşullarını dikkate alarak
yeni biçimler üretmişlerdir. Daha doğrusu, bunu
yapabilenler, yapabildikleri ölçüde zaferlere
imza atmışlardır.
Sonuçta bu da esasen yadırganacak bir durum değildir,
hatta biraz da devrim deneyimlerinin “kaderi”dir.
Çin Halk Savaşı, bütün devrimci deneyimler gibi
dünyanın çeşitli köşelerinde değişik algılamalara
konu olmuş; özellikle kendilerini bu devrimin
ve bu partinin şubesi gibi görenler daha çok bir
şablonlaştırma çabasına girişmişlerdir. Türkiye’de
olup bitenler de bu genel tablodan bağımsız değildir.
Bilindiği gibi ülkemizde de Çin deneyiminin izleyicileri
1960’ların sonlarında ortaya çıkmış, bir süre
ortalığı lafazanlıklar kaplamış, hatta Türkiye’ye
özgü bir deyim olarak “Kampus-Maoculuğu” gibi
kavramlara gerek duyulmuştur. Daha sonraları bu
akımın şaibeli bir kolu bugünkü neo-faşist İP
çizgisine dek uzanan bir yol izlerken, Halk Savaşı
teorisini daha ciddi düzeyde ele alan gruplar
-İbrahim Kaypakkaya çizgisi gibi- politik arenada
kendi varlıklarını yaratmışlardır.
Devrimci sosyalist hareket ise Çin Halk Savaşı’nın
yukarıda sözünü ettiğimiz olumlu katkılarına her
zaman büyük bir saygı ve dikkatle yaklaşmış, bu
deneyimin derslerinden etkilenip esinlenmiş, ama
bu arada şablonlaştırıcı girişimlerden uzak durarak
kendi ülke gerçekliğini kavrama ve oradan hareketle
yeni bir yol arama eğiliminde olmuştur. Aynı biçimde
devrimci sosyalist hareket, SBKP revizyonizminin
Çin deneyimini küçümseme, değersizleştirme, hatta
gerici ilan etme yolundaki tezlerine de şiddetle
karşı çıkmış, bu deneyimin özünü ve mantığını
ısrarla savunmuştur.
Gelecek bölümde bu büyük deneyimden esinlenen
ama kendi yollarını arayan yakın dönem devrimlerini
ele alacak ve artık yavaş yavaş “Uzun Süreli Birleşik
Devrimci Savaş” çizgisinin açılımlarına girişeceğiz.
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI
|