Halk Savaşının Genel Bir Çizgi Olarak Yaygınlaşması
ve Uzun Süreli Savaş:
Vietnam-Küba
Bu bölüme başlarken, okurlarımızın yadırgayabileceği
bir durumu en baştan açıklamak ve olası hayal
kırıklıklarını önlemek istiyoruz. Bilindiği gibi,
dizi yazımızın başından beri seçmeci bir anlayışla
gidiyor ve genel olarak bir “devrimler tarihi”
özeti yapmak yerine devrimci stratejik çizgi konusundaki
ana akımları ve bu akımların somutlandığı örnekleri
ele almaya çalışıyoruz. Yoksa, soruna salt tarih
özeti bakımından yaklaşıldığında 20. yüzyıl öyle
bir devrimler yüzyılıdır ki, onların tümünü sadece
özetlemek bile başlı başına bir iştir.
Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi olarak nitelediğimiz
1945 sonrası süreç ise bu bakımdan tarif edilemez,
kitaplara sığmaz bir zenginliğe sahiptir. Latin
Amerika’dan Asya’ya, Afrika’ya Ortadoğu’ya, hatta
bizzat metropollere dek bütün dünya bu dönemde
fokur fokur kaynamakta, ulusal kurtuluş savaşları
ve devrimler birbirini izlemekte, yüzlerce deneyim
birbirine eklenmekte, birbirini etkilemektedir.
Örneğin hiç abartmaksızın söylenebilir ki, bu
dönemde başarılı olsun ya da olmasın dünyada gerillası
olmayan ülke yoktur. Öyle ki, politik açıdan başarı
şansı (iktidara ulaşmak anlamında başarıdan söz
ediyoruz.) tartışmalı bile olsa Batı Avrupa’da
ve ABD’de bile çok ciddi silahlı hareketler belirmiş,
dünyanın efendilerini uzun süre sıkıntıya sokmuşlardır.
Ve tabii bu arada İrlanda, Bask ve Korsika’daki
ulusal direnişleri de unutmamak gerekiyor.
Sömürgeler ve yeni-sömürgeler dünyası ise özellikle
Küba ve Vietnam’dan sonra kaynayan kazan gibidir.
Okurlarımız bu süreci ansiklopedilerden ve diğer
kaynaklardan okuduklarında örneğin bütün Latin
Amerika’nın bir uçtan bir uca capcanlı olduğunu
göreceklerdir; Uruguay’da Tupamaroslar, Venezüella’da
Ulusal Kurtuluş Ordusu, Şili’de Devrimci Sol Hareket
(MIR), Bolivya’da ELN, Nikaragua’da FSLN, El Salvador’da
Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi, Kolombiya’da
daha 1965’lerde kurulan ve bugün de varlığını
devam ettiren FARC vb. bunun örnekleridir.
Aynı şekilde Afrika’da Gine Bissau’da Amilcar
Cabral’ın önderliğindeki PAICG, Mozambik’te Samora
Machel’in FRELİMO örgütü, Zimbabwe’de ZANU, Angola’da
Agustino Neto’nun başını çektiği MPLA, Kongo’da
Che’nin bizzat savaştığı gerilla mücadelesi, Güney
Afrika’daki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ve bir
dizi başka hareketin çoğu, en azından ulusal kurtuluş
bağlamında başarı sağlamış hareketlerdir.
Aynı şekilde Filistin’de başta FHKC olmak üzere
oluşan devrimci odaklar, İran’da Halkın Fedaileri
örgütü, Kürdistan, Yemen, Umman, Fas, Sri Lanka,
Nepal, Filipinler, Endenozya, Laos, Kamboçya ve
diğer ülkelerdeki örgütler ve hareketler önemlidir
ve bu tabii arada asla unutulmaması gereken Kore
devrimi de vardır.
Sonuçta bütün bu tabloyu (kuşkusuz unuttuklarımızı
da ekleyerek) düşündüğümüzde, önümüze çıkan şey
büyük bir zenginliktir. Ki, okurumuz, bir an için
durup bu zenginliğe emperyalist-kapitalist ülkelerdeki
işçi sınıfı hareketini, zaman zaman metropollerdeki
öğrencilerin yarattığı büyük direnişleri katmadığımızı
düşünmelidir. Böylece tablo daha gerçekçi hale
gelecektir. Ayrıca yine okurumuz, bu tabloya sosyalizm-dışı,
ya da onunla yalnızca dirsek teması olan ama emperyalizmi
de huzursuz eden kimi feodal milliyetçi hareketleri
de katmalıdır.
İşte bu yüzden okurumuzun takdir edeceği gibi
biz yazımızın bütününde olduğu gibi bu bölümde
de belli bir tercih yaparak Vietnam ve Küba örneklerini
özellikle öne çıkaracağız. Bu, stratejik çizgi
bakımından, iktidara yürüyüş biçimleri bakımından
diğer ülkelerin önemsiz oldukları ya da özgün
deneyimlere sahip olmadıkları anlamına gelmiyor.
Hemen aklımıza ilk gelen örnek olarak söyleyebiliriz;
okurumuz Nikaragua Devrimi’ni gerçekleştiren Sandinist
Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) deneyimini dikkatle
incelemeli, bu örgüt içinde “kırlara öncelik verilmesi
gerekir” diyen görüşle “şehirleri öne çıkaran”
görüşü ve bu ikisinin diyalektik birliğini savunan
üçüncü görüşü, bu görüşlerin sonradan nasıl bir
arada yürüyebildiklerini ilginç bir deneyim olarak
anlamaya çalışmalıdır.
Ancak dediğimiz gibi, ana akımlar üzerinden gidersek,
doğru seçim Vietnam ve Küba’dır ve biz oradan
ilerlemeye çalışacağız.
Halk Savaşında Özgün Bir Uyarlama: Vietnam
Hatırlanacağı gibi, geçen bölümde özelikle Çin
Devrimi’nde Uzun Süreli Savaş ya da daha çok anılan
biçimiyle Halk Savaşı stratejilerini incelemiş
ve bu stratejik çizgiye ait temel unsurları özetlemiştik.
O bölümde de söylediğimiz gibi aslında Mao’nun
bizzat kendisi de dahil olmak üzere ÇKP önderliği,
uzunca bir süre bu stratejik çizginin evrensel
yanına belirgin bir vurgu yapmamışlardır. Bu evrensel
vurgu daha çok zaferden sonraki dönemde gündeme
gelmiştir; ki bu herhalde anlaşılabilir bir durumdur.
Öte yandan -Geçen bölümde de belirtmiştik.- abartıları
bir yana, böyle bir evrensellik iddiası çok da
yanlış ve yersiz değildir. Gerçekten de özellikle
emperyalizmin II. Bunalım Dönemi ve III. Bunalım
Dönemi koşullarında geniş kırsal alanlara sahip
sömürge ve yarı-sömürge/yeni-sömürge ülkelerinin
çoğunun taktik bakımdan, askeri bakımdan zayıf
halklarının devasa işgal güçlerine karşı gerilla
ile başlayarak halk ordularına ulaşan bir güç
yaratması, giderek belli alanları kontrol ederek
“kurtarılmış bölgeler” oluşturması ve sonra bu
hareketli güç aracılığıyla düşmanı adım adım bozguna
uğratarak büyük kentleri ele geçirmesi, stratejik
bakımdan mantıklı bir yoldur. Sonuçta bütün ince
teorik tartışmalar bir yana, aklın yolu birdir
ve açık ya da gizli işgal altındaki bir ülkede
ille de Ekim Devrimi’nin koşullarını aramak, klasik
milli kriz ölçütlerini gözetmek son derece anlamsızdır.
Ayrıca, bu devrimlerin çoğunda savaşın cereyan
ettiği kırlık alanlardaki köylülerin devrimin
ve halk ordusunun bel kemiğini oluşturması özel
olarak korkulacak bir durum değildir. İşçi kuyrukçuluğunu
meslek edinmiş “rafine”(!) sosyalistlerin bunu
“devrimi bozan” bir şey olarak görmeleri de yersizdir;
bazı pratik örneklerde, böyle olguların yaşanması
olgunun kendisini “kader” haline getirmez; siz
kendinizi ve partinizi köylüleştirmiyorsanız eğer,
çekinecek bir şeyiniz de yoktur. İşçi sınıfı partisi,
işçi sınıfının partisidir. Onun başka sınıflarla
işbirliği yapması ayrı şeydir; o sınıfları fiziki
ve ideolojik olarak kapsayarak kendisini deforme
etmesi ayrı şeydir.
Sonuç olarak, Çin halk savaşının az çok benzer
koşullarını yaşayan ülkeler için bir “model” değilse
de “ilham kaynağı” olması anlaşılır bir durumdur.
Bu anlamda, kaskatı Ekim Devrimi şablonculuğunun
karşısında bu yol, stratejik çizgi bakımından
çığır açıcı bir niteliğe sahip olmuştur. Gerçekten
de, -yine geçen sayıda belirtmiştik- Çin halk
savaşı, dünya çapında bütün devrimciler için ciddi
bir çekim merkezi olmuş, şöyle ya da böyle herkesi
bir biçimde etkilemiştir. Bu dönemde SBKP’nin
etkisi altındaki partiler özellikle yeni-sömürgelerde
sürece yabancılaşmışlar, klasik “parti-sendika-grev-seçim”
şablonu içinde daralmışlar, önlerine en büyük
“vazife” olarak Sovyet politikalarını ve “Dünya
Barışını” desteklemeyi koymuşlar, çoğu zaman da
parlamenter oyunların parçası haline gelmişlerdir.
En iyi durumda ise bu partiler, işçi sınıfı ve
sendikalar içinde örgütlü olan, zaman zaman ciddi
çıkışlar yapan ama yoğun baskı koşullarında sınıfı
katliamlara uğratarak pasifizme doğru geri çekilen
örgütler olmuşlardır. Diğer yanda ise bütün dünyada
halk savaşı-gerilla savaşı fırtınası esmekte,
bu çizgi her zaman Marksist-Leninist zeminlere
oturmasa da, zaman zaman fokocu eğilimlerle sakatlansa
da bu ülkelerdeki devrimci cenahı oluşturmaktadır.
Örneğin “Gerilla Bilanço Çıkarıyor” isimli kitaptaki
röportajlardan birinde anılarını anlatan bir devrimci,
bir tartışmada arkadaşının kendisine “Parti bir
kürdandır dostum, bize sopa lazım” dediğini aktarır.
İdeolojik-politik açıdan tam bir felaket ve tam
bir anti-Leninizm örneği olan bu cümleyi lanetlemek
elbette kolaydır; ama öte yandan resmi KP’leri
gerçekten “kürdan” haline getiren anlayışın doğurduğu
“sopa” ihtiyacını anlamamak da mümkün değildir.
Gene tabloyu böyle özetledikten sonra Vietnam’a
doğru gelirsek, aslında oldukça ilginç bir tablo
ile karşılaşırız. Coğrafi olarak Çin’in kapı komşusu
olan Vietnam’daki devrimci hareket ve bu hareketin
tartışmasız önderi Ho Chi Minh, Çin’den değil,
Sovyet ekolünden gelen bir yapıya sahiptir. Paris’te
aşçı yamaklığından işportacılığa kadar her işi
yaparken bir yandan da Fransız Komünist Partisi’nin
aktif üyesi olan Ho (o zamanki adıyla Nguyen Ai
Quoc-Yurtsever Nguyen), bir Vietnamlı olduğu halde
giderek bu parti içinde yükselmiş, itibar kazanmış
ve sorumluluklar yüklenmiştir. Partinin en kritik
süreci olan “hangi enternasyonalin tercih edileceği”
noktasında kendi ifadesiyle “sömürgelere en çok
önem veren tarafı” yani 3. Enternasyonali seçmiş
ve partinin de bu yönde tercihte bulunmasında
etkili olmuştur. Bu tarihten sonra Ho, artık sık
sık Moskova’da Marksizm-Leninizm eğitimi gören,
çeşitli okulları bitiren ve 3. Enternasyonal kongrelerinin
hemen tümünde yer alan bir “gezici komünist militan”dır.
Hatta hayatının bazı bölümleri hakkında somut
bilgi bile yoktur; nereye gönderilirse oraya giden
ve görevini yapan bir militan yaşantı içinde kimi
zaman Çin’deki Guomindang’a yardım heyeti içinde
Komintern temsilcisi olarak yer alır ama sonra
yine Ho’yu Hollanda’da, hatta Amerika’da görmek
mümkündür. Ama bütün bunlar olurken gelecekte
Vietnam devriminin bel kemiği olacak olan Giap
ve Pham Van Dong gibi devrimcilerle ve ülkesiyle
ilişkisini kesmemektedir. Dolayısıyla Ho Chi Minh,
yereli unutmayan ama uluslararası durum ve sorunlar
üzerine de yoğun bilgiye sahip bir kişilik olarak
görünmektedir.
Bir başka ilginç nokta ise bu militanlık sürecinin
önemli bölümünün Çin’de geçmesine karşın oradan,
halk savaşının mantığından çok şey öğrenmesi ama
buna karşın tipik bir Maoist olmamasıdır. Örneğin
daha sonraları, 1960’larda Hindistan ya da Kamboçya
gibi ülkelerde Marksizm-Leninizm kavramına “Mao
Zedung Düşüncesi”ni de ekleyerek MLM üçlemesini
yaratan katı ÇKP yanlısı önderlikler ortaya çıkmışken
Vietnam’da benzer bir süreç yaşanmamış, Ho Chi
Minh ve parti önderliği, Leninist ekole bağlılığını
her zaman korumuş, bu tür abartı ve klişe davranışlardan
uzak durmuştur. Giap’ın anlatımına göre Ho Amca
yazılarında ve sohbetlerinde Çin devriminin deneylerini
sık sık açıklamaktadır. Ayrıca kendisi de Yenan’da,
Mao’nun karargahında uzun süre bulunmuş ve büyük
itibar görmüştür. Çin’deki durumu sürekli izlemekte
ve hatta ilk Vietnamlı grubu askeri eğitim için
Çin Kızıl Ordusu’na, Yenan’a göndermeyi planlamaktadır.
Giap ve yoldaşları Çin Kızıl Ordusu’nun karargahında
(8. Yol Ordusu) bir süre kalıp eğitim de görürler.
Ama yine de örneğin Giap’ın halk savaşı üzerine
yazdığı kitaplarda tek bir kez Mao adının geçmemesi
ve ağırlıklı olarak Engels ve Lenin’den alıntı
yapılması ilginçtir. Öte yandan Çin örneğindeki
Komintern’in klasik “ayaklanma dayatıcı” tutumuna
da Vietnam’da pek rastlanmaz; büyük bir olasılıkla
bunun nedeni, Ho Chi Minh’in bizzat kendisinin
Komintern temsilcisi ve sorumlusu olmasıdır. Yani
Vietnam devrimci hareketi oluşumu sırasında “Sovyet
kökenli” militanlar tarafından müdahaleye uğramamış,
Ho’nun varlığı yeterli sayılmıştır.
Bütün bu notları düştükten sonra Vietnam sürecine
dönersek, köklü bir tarihsel geçmişle ve sürekli
olarak çeşitli istilacılara karşı ayaklanmış bir
ülkeyle karşılaşırız. “Bütün halkın savaşması”
cümlesi Vietnam diline özeldir ve geleneksel bir
kavramdır. Bu açıdan Ho’nun isyan bildirilerinin
hitap bölümünde mutlaka “yaşlılar”dan söz etmesi
şaşırtıcı değildir; çünkü ülkede en az bir isyana
katılmamış kimse yok gibidir ve yaşlılar bazen
köy devrimcilerinin motoru gibidir.
Ülkeyi işgal altında tutan Fransız işgalcileri
de aynı sorunla karşı karşıyadırlar. Sürekli katliamlarla
bastırılan ama hiç bitip tükenmeyen ayaklanmalar
işgalcileri yıpratmaktadır. Ülkede milliyetçi
akımlar da vardır ama asıl prestijli güç her zaman
komünistlerdir.
Daha modern anlamda 1925’te Ho Chi Minh önderliğinde
kurulan Vietnam Devrimci Gençlik Birliği, eğittiği
yirmişer kişilik gruplarla geleceğin kadrolarını
hazırlamaktadır. 17 Haziran 1929’da kurulan Çinhindi
Komünist Partisi, daha sonraları Vietnam Komünist
Partisi’ne dönüşecek ve olaylar hızlanarak bir
ara Nge-Tinh Sovyeti gibi bir sonuca yol açan
ayaklanmalar birbirini izleyecektir. II. Paylaşım
Savaşı sırasında ise Fransızlar çaptan düştükçe
Japon işgali gelişmekte, bu durum da ayaklanmaları
iyice artırmaktadır.
Bu arada, bütün bu ayaklanma-bastırma gelgitlerinin
ardından gelişen üç olay, Vietnam devriminin stratejik
çizgisi açısından son derece önemlidir.
Bunlardan birincisi; Ho’nun 30 yıldan sonra Aralık
1940’ta Vietnam’a geri dönmesiydi.
İkincisi; 19 Mayıs 1941’de yapılan ve Ho Chi Minh
tarafından yönetilen Çinhindi Komünist Partisi
8. Kongresi’nde “Vietnam Bağımsızlık Birliği”
(Viet-Minh)’nin oluşması ve böylece bütün Vietnam
halkını bir çatı altında toplayabilecek bir savaş
gücünün yaratılmasıydı. Bu cephe, tipik bir Milli
Demokratik Devrim programına uygundur ve zaten
Ho Chi Minh’in Vietnam halkına yaptığı ayaklanma
çağrılarının tümü de “bütün Vietnam ulusuna” yöneliktir.
Üstelik Viet-Minh tek başına bir örgüt de değildir.
Ona bağlı olarak kadınlardan, gençlere dek her
alanda kollar oluşmakta, çığ gibi bir örgütlenme
büyümektedir.
Ve nihayet üçüncüsü; (ve en önemlisi) Vietnam’ın
Çin sınırına çok yakın olan Cao Bang Bölgesi’nin
Ho tarafından eğitim üssü olarak seçilmesi ve
bu bölgedeki Coc Bo Mağarası’nın ilk parti okulu
olarak belirlenmesiydi. Bu, stratejik önemi olan
son derece önemli bir taktik adımdı. En baştan
beri yurtsever olan ve komünistlerin kalelerinden
olan bu bölgedeki mağaralarda yüzlerce militan
eğitilirken aynı zamanda Ho, Gerilla Savaşı Yönetimi
ve Çinli Gerillaların Deneyimleri gibi broşürlerle
de bu eğitimi destekledi. Bu gerilla eğitim kampından
yayılan militanlar sonradan Vietnam devriminin
kurucu kadroları oldular. General Giap, ilk kırk
kişilik grubun burada yetiştiğini ve ilk yayın
olan Viet Lap’ın da burada basıldığını kaydeder.
Öyle ki Giap, anılarında artık bölgede bir tür
ikili iktidar yaratıldığını ve halkın artık bütün
sorunları için Cao Bang’daki devrimci üsse geldiğini
söylemektedir. Ho’nun Çin’deki kısa süren tutukluluk
evresinden sonra 1944 yılına gelindiğinde ise
artık resmen bir gerilla ordusunun inşası kararı
alınmıştır. Daha önceleri kendini koruma müfrezelerinden
oluşan Viet-Minh güçleri, ilk kez düzenli gerilla
haline gelmektedirler. 1944 Temmuz toplantısında
bir Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun kurulması gereğini
ifade eden Ho’nun Giap’a sorduğu soru şöyledir:
“Bu işi sen yapabilir misin?” Soruya tereddütsüz
olarak “evet” yanıtını veren Giap’ın örgütlediği
birliğin adı, Vietnam Propaganda ve Kurtuluş Birliği
olacaktır. Böylece ilk kez silahlı propaganda
kavramı da devrimci literatüre girmektedir. Kavram
bir gereksinmenin ürünüdür; çünkü Giap’ın deyimiyle
bu birliklerin görevi, “halkı seferber edip ayaklandırmada
silahlı mücadeleyi kullanmaktı. Bizim esas ilkemiz,
silahlı saldırıdan çok siyasi faaliyete ve propagandaya
ağırlık vermekti.” (Halk Savaşının Askeri Sanatı,
Yöntem Yay. Sf: 43) Ho’nun talimatı açıktır: “Gizliliğinizi
koruyun, bir Doğu’da bir Batı’da olup bir yere
beklenmedik biçimde varın, fark edilmeden ayrılın…”
Bu birliklerin kuruluşu konusundaki parti kararının
ilk maddesi de aynen şöyledir: “1. Ulusal Kurtuluş
için Vietnam Propaganda Birliği, isminden de anlaşılacağı
gibi, askeri yönden çok, siyasal yöne önem verilmesi
gerektiğini gösterir. Bu bir propaganda ünitesidir.
Askeri alanda başarılı bir eylemde bulunabilmek
için ana ilke, güçlerin yoğunlaştırılmasıdır.
Bunun için örgütün (Hindiçini Komünist Partisi)
yeni talimatına göre Cao, Bang, Bac ve Lang Son
bölgelerindeki gerilla saflarından en cesur ve
enerjik subaylar ve erler seçilecek ve ana gücümüzü
teşkil etmek üzere çok sayıda silah toplanacaktır.”
Daha sonra bu birlikler Vietnam’a özgü bir biçimde
“Üç Silahlı Güç” olarak bölünecek ve ana güç olarak
Vietnam Propaganda ve Kurtuluş Birliği korunurken
silahlı halk grupları ve kendini savunma birlikleri
olarak çeşitleneceklerdir. Mart 1945’te artık
büyük ayaklanma başlamıştır ve bütün kuvvetler
Ulusal Kurtuluş Ordusu olarak birleştirilir, altı
kurtarılmış bölge tek bir çatı altında bir araya
getirilir. 2 Eylül 1945 günü ise artık Kuzey Vietnam
resmen bir devlet olarak vardır. Ancak birkaç
hafta sonra Fransız saldırısı yeniden başlayacak
ve sekiz yıl boyunca Vietnam, işgalci Fransa ile
savaşacaktır. Nihayet Dien Bien Phu’daki büyük
zaferden sonra, ki bu büyük savaşta Vietnam Halk
Ordusu, biri general, onaltısı albay olmak üzere
17 bin Fransız askerini teslim olmaya zorlayacaktır,
artık Vietnam Demokratik Cumhuriyeti resmen varlığını
kanıtlamıştır.
İşin bundan sonrası çok ilginçtir; çünkü daha
önceleri çok sözünü ettiğimiz “ikili iktidar”
hali, Kuzey’de resmen sosyalist bir devlet, Güney’de
ise ölümüne bir direniş halini almıştır. Ve yine
bu süreç, Fransızların devreden çıktığı ve ABD
ordusunun Güney’i işgal ettiği bir dönemdir. Güney’deki
direniş 1959’da 40 bin gerilladan oluşurken 1962’de
300 bin gerillaya varmış, artık bütün halkın direnişi
başlamıştır. Stratejik Köyler adı altında toplama
kampları yaratmak, 600 bin ABD askerini bölgeye
yığmak, daha sonraları “Savaşı Vietnamlılaştırmak”
taktiğiyle kukla yönetimleri güçlendirmek, tonlarca
bomba yağdırmak…
Sonuç, kocaman bir sıfırdır. 1975’in 30 Nisan
gününde artık son nokta konulmuş, bütün Vietnam
işgalcilerin ve işbirlikçilerin elinden kurtulmuştur.
Askeri Bir Sanat Olarak Halk Savaşı
Gerçekten de Vietnam Halk Savaşı, stratejik çizgi
bakımından bir sanat eseri gibidir. Bütün halkı
harekete geçiren bir gerilla ordusu ve topyekün
savaş çizgisinin en parlak örnekleri bu savaşta
görülmüştür. “Askeri açıdan, -diyor General Giap-
Vietnam halk kurtuluş savaşı ispatlamış bulunmaktadır
ki, yetersiz bir şekilde donatılan, fakat haklı
bir dava için çarpışan bir ordu, gerekli şartlarla
birleşmiş olarak, uygun strateji ve taktiklerle
saldırgan emperyalizmin modern bir ordusunu yenilgiye
uğratabilir.” (age)
Bu strateji ise bellidir: “Bu strateji uzun süreli
bir savaşın stratejisi olmalıydı.(…) Uzun Süreli
Devrimci Savaş, içinde birkaç farklı aşamayı bulundurmalıdır.
Gayret gösterme aşaması, denge aşaması ve karşı
saldırı aşaması…” (age)
“… benimsenen savaş biçimi gerilla savaşıydı.
(…) Gerilla savaşı, güçlü bir şekilde donatılmış
olan ve iyi eğitilmiş olan saldırgan bir orduya
karşı koyan, iktisadi bakımdan geri bir ülkenin
geniş kitlelerinin savaşıdır. Düşman güçlüyse
ondan sakınılır; düşman güçsüzse saldırılır. (…)
Cephenin sabit bir yeri yoktur; Düşman neredeyse
cephe de oradadır.” (age, sf: 90-91)
“Devrimci savaş veren birçok ülkeden farklı olarak
Vietnam, ayaklanmanın ilk yıllarında meydan muharebelerine
girmedi ve giremezdi de. Gerilla savaşı ile yetinmek
zorundaydık…” (age, sf: 92)
Vietnam devriminin stratejik çizgi bakımından
en can alıcı noktası, küçük bir gerilla üssünden
başlayan savaşın, sonuçta bir avuç hain dışında
tek tek her Vietnamlı’yı devrimci şiddetin değişik
düzeylerine çekmesi ve ülkenin her noktasını savaş
alanı haline getirmesidir. Bu, uzun ve azimli
bir çabadır ve halkın yüzyıllar öncesinden akıp
gelen geleneklerine de dayanmaktadır: “Partimizin
askeri çizgisi, devrimci şiddeti yığınların şiddeti,
devrimi yığınların eseri olarak anlayan devrimci
şiddetin Marksist-Leninist kavranışının yaratıcı
bir uygulamasıdır. Devrimci şiddet, kitlelerin
politik güçleriyle halkın silahlı güçlerini, silahlı
mücadeleyle siyasi çalışmayı genel ayaklanma ve
halk savaşında son bulacak şekilde birbirine bağlamalıdır.
Şiddet anlayışının böyle derinden ve doğru kavranışı
tüm halkın ve ulusun güçlerini harekete geçirmeyi
ve örgütlemeyi mümkün kılar. Düşmanla sadece silahlı
güçlerle değil mevcut her araç kullanılarak tüm
toplumca savaşılır. İnsanlar yalnız üretimi artırıp
savaşa destek görevini yerine getirmezler, aynı
zamanda bizzat dövüşe katılırlar. Biz düşmanla
yalnız silahlı mücadele yoluyla değil, yığınların
siyasi eylemleriyle, kukla, Amerikan ve diğer
birlikler arasında ikna edici çalışma ile de dövüşüyoruz;
biz sadece askeri saldırılar değil, değişik biçim
ve alanlarda yığın ayaklanmaları başlatıyoruz.
Vietnam halk savaşının şimdi yeni karakteri, kitlelerin
yüksek sınıfsal ve ulusal bilinçleri ve tüm ülkede
mücadelenin sıkı ve bilimsel örgütlenmesi ve mücadelenin
esnek yöntemleri sayesinde 30 milyondan fazla
Vietnamlının ulusal kurtuluşun cesur savaşçıları
haline gelmesidir.”(age)
Burada Vietnamlılar, sık sık “ayaklanma”dan söz
ederken klasik bir kısa süreli ayaklanmadan değil,
bütün halkın zamana yayılmış ve süreklileşmiş
direniş savaşından söz etmektedirler. Savaşın
nihai aşamasında elbette böyle bir genel ayaklanma
da vardır ama süreç boyunca yürüyen şey, gerilla
tarafından sürüklenen, onun ekseninde biçimlenen
binlerce direniş ve savaşım biçimidir.
Yine Giap’ın dediği gibi; “İlk günlerde, silahlı
mücadele ve ayaklanmanın hazırlanması günlerinde
bizim tek bir inç bağımsız toprağımız yoktu. Biz
desteğimizi sadece halkın devrimci örgütlenmesinden,
politik bilinçli kitlelerin yurtseverliğinden
ve devrime olan sınırsız sadakatlerinden aldık.
Sağlam devrimci ajitasyon, eğitim ve örgütlenme
çabalarıyla partimiz kitleleri çok çeşitli biçimlerdeki
politik mücadeleye soktu. Böyle yapmak suretiyle,
kendi saflarını genişletti ve kuvvetlendirdi,
politik kitle örgütlenmelerini kurdu ve geliştirdi
ve nerede kitleler varsa orada politik üsler ve
devrimci örgütlenmeler kurulmalıdır sloganını
hayata geçirdi. Bu politik üsler ve Başkan Ho
Chi Minh’in ilk gerilla birliklerine verdiği direktiflerin
-silahlı propagandayı yürütmek ve silahlı eylemlerden
daha fazla politik eyleme önem vermek- yerine
getirilmesinden hareketle Partimiz gizli silahlı
üsler örgütlemeye çalıştı ve hep daha mükemmelleşen
silahlı mücadelenin işbirliğinde politik eylemi
yükseltti. Sonra tüm ülkede politik üsleri kuvvetle
genişletir ve yığınların devrimci kabarışını sağlarken
gerilla savaşı ve kısmi silahlı ayaklanmaları
başlattı, Viet Bac kurtarılmış bölgesini ve diğer
bölgelerdeki gerilla üslerini kurdu. Bu suretle
halkımız genel ayaklanmayı başlattı, tüm ülkede
iktidarı aldı ve Vietnam Demokratik Cumhuriyetini
kurdu.”(age)
Politik eylemle silahlı eylemin özgün bir bileşimi,
bu savaşın bel kemiğidir. Devrimi önderlerinin
sürekli gerilla gücü, yerel kuvvetler ve kendini
savunma birlikleri olarak üç askeri güçten söz
ederken sık sık “Siyasi Ordu” diyerek Vietnam
halkının bütününden söz etmeleri boşuna değildir.
“Silahlı savaş bir temel mücadele biçimidir” diyor
General Giap, “Tayin edici bir rol oynar ve düşmanın
askeri gücünün imhasıyla doğrudan ilişkisi vardır.
Bunun yanı sıra silahlı mücadele halkı savunmalı
ve halk yığınlarının ayaklanmaları ve politik
mücadeleleri ile birleştirilmelidir. (…) Politik
eylem, mücadelenin bir diğer temel biçimi, silahlı
savaşın geliştirilmesinin temeli ve aynı zamanda
düşmana karşı bir saldırı biçimidir. Politik eylem
halkı harekete geçirir, örgütler ve onları aşağı
biçimlerden yukarı biçimlere doğru savaşın içine
sokar. Düşmanın gerçek yüzünü açığa çıkarır, onun
politik entrikalarını bozar, silahlı güçlerini
dağıtır ve kuvvetten düşürür, onun cephe gerisini
bozar, halkın yaşamını ve işini korur, devrimin
politik üslerini savunur. Ayaklanmada ve savaşta,
politik eylem silahlı savaş ile yakından ittifakını
ve onun geliştirilmesini asla durdurmaz. Halkın
politik güçleri politik eylemin sıradan biçimlerinden
silahlı ayaklanmaya doğru derece derece gelişerek,
silahlı güçlerle birlikte savaşın sonucunu tayin
ederler.”
Kısa Bir Sonuç: Gerillayla Başlamak, Gerillanın
Ayaklanma
Haline Dönüşümü
Genel olarak toparlanırsa Vietnam’da olan şey,
küçük bir gerilla birliğinden çıkarak halkla bütünleşen,
onun bir parçası olan devrimci gerilla savaşıdır.
Bütün bu süreç boyunca hiçbir devrimci önderin
söyleminde, hiçbir parti kararında klasik anlamda
bir “milli kriz-devrimci durum” ima eden tek bir
cümle yoktur. Elbette yazılarda “hazırlık” ya
da “uygun zaman” gibi kavramlardan söz edilir
ama bunlar taktik sürece ilişkin kavramlardır;
yani Vietnam’da hiç kimsenin kitlelerin mevcut
biçimde yönetilmek isteyip istemediği konusunda
bir kuşkusu yoktur; yalnızca 20. yüzyıl süreçlerinde
değil, Vietnam, Vietnam olalı böyle bir “hoşnutluk”
hali yoktur; sürecin büyük bölümünü yönetenler
ise zaten sömürgecilerdir ve onların da ülkedeki
varlıklarının en küçük bir meşruiyeti yoktur.
Ülkeyi “yönetmeleri” (ya da daha doğrusu “yönetememeleri”)
her zaman çıplak zor ile mümkün olagelmiştir.
Kısacası, Vietnam’da bir “devrimci durum” tartışması
hiçbir zaman olmamış, yalnızca devrimci savaşın
nasıl başlatılacağı ve hazırlıklarının nasıl yapılacağı
konuşulmuştur. Evet, bu arada örneğin II. Paylaşım
Savaşı sırasındaki gelişmeler, işgalcilerin genel
olarak zayıf düşmesi ya da yeni işgalci güçlerin
devreye girmesi “uygun durumlar” ya da “zorluklar”,
vb. yaratmıştır; hatta Vietnam dilinde “tam zamanı”
anlamına gelen “Thoi Co” diye bir deyim de vardır
ama bunlar da kitlelerinin ayaklanma ve savaşma
isteğine ilişkin durumlar değildir; düşmanın özgün
ilişki ve çelişkilerine ilişkin durumlardır. Bir
Komintern militanı olarak Ho Chi Minh, gerçekten
de uluslararası durumu ve bu durumların Vietnam
mücadelesine olan etkilerini çok iyi izlemektedir;
ancak bu, daha çok karşı tarafın zayıflıklarını
çözümleyen bir izleme durumudur; yoksa içerde,
yani kitleler bağlamında durum nettir; Vietnam
halkı az çok güvenilir bir önderlik bulduğu anda
ayağa kalkmakta tereddüt etmemektedir.
Asıl mesele şudur: Mahir Yoldaş’ı okumuş olanlar
Cezayir Komünist Partisi Genel Sekreteri Beşir
Hacı Ali’nin 1965’teki itiraflarından yaptığı
alıntıyı şimdi hemen hatırlayacaklardır: “Durumu
doğru değerlendiremememizin hemen akla gelen sebeplerinden
biri de -ki bu eksiklik bütün ulusal partilerde
vardı- devrimci bir durumun gelişmesi konusunda
yaptığımız değerlendirmelerin yüzeyde kalışıdır.
Komünist Partisi’nin inandığı, Kasım 1954’te şartların
bir ulusal kurtuluş savaşı vermemiz için elverişli
bir olgunluğa erişmemiş olmasıydı. Çünkü Lenin’in
koyduğu şartlar henüz gerçekleşmemişti. Ne var
ki, Lenin’in koyduğu bu şartların kapitalist ülkelerle
ilgili olduğunu ve askeri eylemlerle genel ayaklanmanın
farkını unutuyorduk.” (Akt. M. Çayan, Bütün Yazılar)
İşte Ho Chi Minh ve Vietnamlı devrimcilerin unutmadıkları
ve hatta hiç akıllarından çıkarmadıkları fark
budur. Bu farkı anlamaları sayesindedir ki, Cao
Bang mağaralarında eğitilen kırk kişi ve sonraki
gerilla grupları küçük ve zayıf birliklerden bir
orduya kadar ulaşabilmişlerdir. Yani Vietnam özgülünde
klasik Ekim Ayaklanması örneği aşağı yukarı hiçbir
zaman ciddi olarak tartışılmış değildir; işin
başından beri köylülere dayanan bir gerilla ordunun
yaratılması adeta “tartışılması gereksiz” bir
ön kabul olarak vardır. Daha doğrusu Vietnam önderliği
bütün kararlarında sık sık kullandığı “ayaklanma”
kavramını, gerilla birlikleri, yerel milisler
ve kendini savunma birimlerinin ortak harekatı
olarak ele almaktadırlar; onların kuşatılacak
bir Kışlık Saray’ları yoktur; onlar deyim yerindeyse
eğer, Ekim devrimcilerinin yaşadığı şeyi her gün
yaşamakta, her gün küçük ya da büyük zaferler
ve geri çekilmeler, vb. ile yürümektedirler.
Öte yandan “Silahlı Propaganda” kavramı da belki
ilk kez Vietnam’da duyulmuş şey değildir. Bir
anlamda Mao’nun “Uzun Yürüyüş”ünün de tarihin
en uzun “propaganda yürüyüşü” olduğu söylenebilir;
ama Vietnam’da olan şey, Ho’nun yaptığı bir durum
tespitidir. Güçlerin zayıf olduğu bir noktada
gerillanın fiziki tahribatı değil politik etkiyi
ve güç gösterisiyle birlikte propagandayı öne
çıkarması, siyasi güç ile askeri gücü birlikte
büyütülmesi kararı, bu anlamda özgün bir karardır.
1944’te, Silahlı Propaganda Birliği biraz oturduktan
sonra Ho Chi Minh’in General Giap’a söylediği
şu sözler, sürecin mantığının iyi bir özetidir:
“Bir ay içinde bir askeri faaliyet başlatılmalı.
Birlik ani bir saldırıda bulunmalı ve ilk çarpışma
başarılı olmalı. Bu askeri başarı bize propaganda
çalışmamız için en iyi malzemeyi sağlayacaktır.”
(Akt: Giap, age, sf: 43) Açıkça söylenen şey,
bir güç gösterisi yapılması ve kitleler üzerinde
devrimci bir etki yaratılarak onların cesaretlendirilmesi,
aynı zamanda siyasi olarak yol gösterilmesidir.
Gerçekten de birlikler ilk harekatlarında iki
önemli karakolu yok ettikten sonra, politik durum
değişmiş, ülkenin her yanından savaşmaya istekli
gençler mücadeleye katılmaya başlamışlardır.
Yani öncü gerilla birliklerinin yaratılıp politik-askeri
bir mücadeleyle yalnızca düşmanı yok etmeyi değil,
kitleleri de örgütlemeyi amaçlaması özgün bir
belirlemedir ve daha sonraki süreçlerde M. Çayan
dahil olmak üzere birçok devrimci önderlik tarafından
yeniden değerlendirilecek, Uzun Süreli Savaş stratejisinin
değişik ülkelerdeki değişik yorumlanışlarında
önem kazanacaktır.
Bir kez daha kıyaslama yaparsak, Çin Devrimi’nde
gerilla baştan itibaren askeri imha eksenli bir
faaliyet yürütürken Vietnam’da izlenen yol, gerillanın
esas olarak politik gerçekleri açıklama işlevi
yüklenmesi, yani askeri imhanın ya da faaliyetin
esas olarak politik örgütlenme ve bilinçlenme
faaliyetinin ana unsuru olarak ele alınmasıdır.
Çin’de devlet otoritesinin, merkezi yönetimi ile
feodal savaş ağaları arasındaki parçalı yapısı,
gerillanın hızla belli alanları askeri olarak
ele geçirmesi, kurtarılmış alan ilan etmesi, yoksul
köylülerin kitlesel katılımını sağlaması anlamına
geliyordu. Halbuki, Vietnam’da işgalci merkezi
yönetim böylesi bir sürece imkân vermemekteydi.
Gerillanın belli bir dönem gizli, hareketli çalışması,
düşmanın merkezi saldırılarından sakınması, köylüleri,
kentli emekçileri kazanmak için silahlı eylem
temelinde siyasi faaliyet yürütmesi gerekiyordu.
Devlet otoritesinin yapısı ve gücü, gerillanın
üzerinde hareket ettiği zemin ve uyguladığı taktiklerdeki
bu farkların sonucu olarak, Çin’de silahlı savaşın
daha ilk aşamasında bir gerilla ordusu oluşurken,
Vietnam’da bu ancak bir sürecin sonucu olarak
gelişti. Ancak asıl olan şudur; her iki deneyimde
de, kitlelerin devrimci savaşıma kazanılması,
devrimci gerilla savaşı süreci içinde olmuştur.
Devrimci sosyalist parti, geniş kitleleri, klasik
bir evrimci çalışma içinde değil, gerilla savaşının
merkezi unsur olduğu bir politik-askeri savaşım
içinde kazanmıştır.
Sonuç olarak Vietnam devrimi, esas olarak Çin
Halk Savaşı’nın açtığı yol üzerinden yürüyen ama
onun bire bir taklidi olmayan, kendine özgü yaklaşımlar
geliştiren bir devrim olmuştur. En önemlisi de
onun yarım milyon Amerikan askeri ve devasa savaş
mekanizmasına karşı kazandığı zafer, uzun süreli
halk savaşı stratejik çizgisinin kesin politik
başarısı olduğu kadar, ABD açısından da büyük
bir prestij kaybı olmuş, bütün dünya için örnek
oluşturmuştur. Bu açıdan Che’nin dünya devriminin
stratejik sloganı olarak “iki üç daha fazla Vietnam”
demesi boşuna değildir.
Küba: Bir İstisna mı Yoksa Öncü mü?
Yukarıdaki soru, aslında Che’nin bir konuşmasının
başlığıdır ama doğrusu Türkiye solu dahil dünyanın
bir çok yerindeki sol hareketlerde hep var olan
belli bir kuşkuyu da ifade eder.
Gerçekten de bu tartışma bir vakitler solda sık
yapılan bir tartışmaydı ve Küba Devrimi’nin emperyalizmin
“bir anlık gafletine geldiği” iddiası Türkiye’de
de hep öne sürülmüştü. Che de aslında buna değinir
ve şöyle söyler o konuşmasında: “…bazı gruplar,
iyi niyetle olsun, politik çıkar sağlamak amacıyla
olsun, Küba Devrimi’nde, onu benzerlerinden ayıran,
tek örnek haline getiren birtakım nedenler ve özellikler
bulmaya çalıştılar. Bu neden ve özelliklerin genel
toplumsal ve tarihi içeriğinin önemini öylesine
abarttılar ki, bunları belirleyici etken olarak
görmeye başladılar. Birçok kişi, Latin-Amerika’daki
diğer ilerici partilerin çizgisiyle kıyaslandığında,
Küba Devrimi’nin ayırıcı özellikler taşıdığını,
sonuçta Küba Devrimi’nin biçiminin ve izlediği yolun
tek olduğunu, başka Latin-Amerika ülkelerinde tarihi
evrimin farklı olacağını öne sürer.
Kendine özgü etkenlerin Küba Devrimi’ne belirleyici
özellikler kazandırdığını kabul ediyoruz. Tüm devrimlerin
özel etkenlere bağlı olduğu açıkça ortaya konmuş
bir gerçektir, fakat devrimlerin hiçbir toplumun
çiğneyemeyeceği bazı yasalara uyduğu da daha az
doğru değildir.”
Bu konuya yeniden dönmek üzere bir an için devrimin
kendisini bir yana bırakıp şu ünlü Moncada Baskını’nı
düşündüğümüzde bile durum bugün bize adeta biraz
“gerçek-üstü” gibi görünür. Bir avuç adamın bir
kışlayı ele geçirip ayaklanma çağrısı yapması ve
bundan bir devrim beklemesi -işin arka planını bilmediğimizde-
insana akıl kârı bir iş değilmiş gibi görünür. Biz
de aslında sürecin incelenmesine Moncada Baskını’ndan
başlamak istiyoruz. Yoksa elbette Küba’nın ayaklanma
tarihi 1800’lerin ortalarına kadar gider ve her
zaman İspanya ve ABD’nin nüfuz alanı ya da işgali
altında olan bu ülkede, Jose Marti, Antonio Maceo
gibi efsane ayaklanma önderlerine sahiptir.
Politik yönetimi bakımından da Küba bu yüzyıllarda
bir istikrar göstermez. Önce İspanyol sömürge valileri,
sonra Küba’yı bir Amerikan eyaleti yapma girişimleri,
daha sonra bundan vazgeçilerek kukla yöneticilerle
işlerin yürütüldüğü, mafyalaşmış bir sömürge düzeni…
1925’te ABD adayı olan Machado’nun sloganı “ben
başkan olursam Küba’da hiçbir grev on beş dakikadan
fazla sürmeyecektir” şeklindeydi. Gerçekten de bir
ABD kuklası olan Machado Dönemi, tam bir dikta rejimiydi.
1924’te kurulan Küba Komünist Partisi onun döneminde
ezilecek, parti önderi Mella, dikta rejiminin bir
ajanı tarafından öldürülecekti. Dünya kapitalist
sisteminin 1929 bunalımının da etkisiyle Machado
grevler ve ayaklanmalarla devrildiğinde ise çok
geçmeden ABD’nin bir başka has adamı Batista 1935’lerden
itibaren bir başka kanlı diktatörlüğü kurar. Bu
sıralarda Amerikan Komünist Partisi’ndeki revizyonist
eğilimin etkisi altındaki Küba KP’si ise 3 bin komünistin
katili olan Batista’nın hükümetinde iki bakanlığa
sahiptir ve hatta 1944’te Batista hükümetten düştüğünde
bile KP, ona olan sadakat ve bağlılığını bildirmektedir.
1952’de Batista yeniden ve bu kez askeri darbe ile
başa geldiğinde ise artık durum değişmiştir; muhalefet
cephesinde genç avukat Fidel’in başını çektiği gerçek
yurtseverler vardır. Bu dönemde Ortodoks Parti isimli
bir muhalif partinin üyesi olan Fidel, diğer yandan
da bu partinin gençliği içinde Movimiento (Hareket)
isimli bir güç oluşturmaya başlamıştır. “Hareketin
tümünü 14 ay içinde örgütledik” diyor Fidel: “1200
üyemiz vardı. Her biriyle teke tek konuşmuş ve her
bir hücreyi ayrı ayrı örgütlemiştim.” (Frei Betto,
Fidel’le Gece Söyleşileri, Sf: 143)
“Movimiento”nun Batista rejiminin barışçıl yoldan
değişmesi beklemeye hiç niyeti yoktur. Bu koşullarda
Fidel ve yandaşları bir kışlaya saldırarak hareketi
başlatma kararını alırlar.
“Planımız Moncada kışlasını ele geçirmek ve Santiago
de Cuba halkının da desteğiyle ülkeyi felce uğratmak
için bir genel grev çağrısı yapmaktı. Eğer düşman
bizim savunma gücümüzü aşan bir güçle saldırırsa,
2 bin ya da 3 bin adamla Sierra Maestra’ya geri
çekilecektik. Plan buydu. Başlangıçtan beri çıkış
noktamız, bir kez kışlayı ele geçirirsek Santiago
de Cuba halkının bizi destekleyeceğiydi.” (age,
sf: 149) Ancak 26 Temmuz günü yapılan eylem, politik
yönü ile ilgili tartışma bir yana askeri bakımdan
başarısızlığa uğradı ve yanlış istihbarat bilgileri
yüzünden şok baskın avantajını yitiren devrimci
güçler çekilmek zorunda kaldılar. Üstelik bu geri
çekilme, planlandığı gibi Sierra Maestra’ya doğru
da yapılamadı ve birçok isyancı düşmanın eline geçti.
Bundan sonra başlayan devrimci avında ise yüzlerce
tutuklama ve tutuklananların çoğunun vahşice öldürülmesi
vardır. Yine de baskının psikolojik etkisi öyle
büyüktür ki, Batista daha ilk anda en iyi korunan
bir saraya geçip kendini garantiye almayı tercih
edecektir!
Plan, çılgınca görünebilir belki ama o dönemde henüz
Marksizm’e tam hakim olmayan Fidel’in yine de devrim
durumu üzerine doğru fikirlere sahip olduğunu bize
gösterir. Beklemek yerine harekete geçmek, Moncada
planının özüdür. Doğası gereği Moncada, bizim alışık
olduğumuz klasik Marksist-Leninist ölçütlerle değerlendirilemez;
burada Rus ya da Macar devrimlerine benzer bir işçi
müfrezeleri ayaklanması yoktur. Olan şey, deyim
yerindeyse eğer, ülkedeki en namuslu insanların,
gerçek yurtseverlerin, inanılmaz bir cesaretle ortaya
koydukları savaşma azmidir; üstelik Fidel’in sonraları
söyleyeceği gibi bu insanların hayli önemli bir
bölümü inançlı Hıristiyanlardır ya da sadece zulme
karşı savaşmak isteyen insanlardır.
Sonuçta Moncada, hem heyecan verici bir atılımdır,
hem de aynı zamanda Fidel için iyi bir derstir.
Mahkemede yaptığı muazzam bir savunmayla bir yandan
Küba Devrimi’nin gelecekteki hedeflerini ortaya
koyan Fidel, üç yıllık hapisten sonra yeniden işe
başladığında artık savaşa daha değişik bir açıdan
bakacak ve 26 Temmuz Hareketi adını verdiği hareketi
örgütlemek için Meksika’ya geçerek burada efsane
gerilla komutanlarından Alberto Bayo’nun öğretmenliğinde
bir gerilla eğitim kampı kuracaktır. Politik ve
askeri eğitim verilen kampta Che Guevara başta olmak
üzere dönemin bütün temiz yurtsever ve devrimcileri
vardır. Bu arada Küba kentlerinde de Frank Pais
gibi eşsiz militanların yönettiği kent örgütlenmesi
yayılmakta ve hareketin temelleri atılmaktadır.
Bu kez hedef, doğrudan doğruya Sierra Maestra Dağları
ve gerilla savaşıdır. 2 Aralık 1956’da Granma yatına
binen 83 gerilla Küba’nın en devrimci bölgesi olan
Oriente’de karaya çıkmış, ilk anda uğradıkları saldırı
sonucunda geriye 12 kişi kalsa da artık gerilla
hareketi başlamıştır. Yavaş yavaş ve küçük zaferlerle
ilerleyen gerilla git gide güç kazanırken kentlerde
de grevler örgütlenmektedir. Bu arada yayınlanan
26 Temmuz Manifestosu ile ülkedeki devrimci-yurtsever
güçlere birlik çağrısı yapılıyor, gerillayı etkisizleştirmek
isteyen oportünist öneriler ise reddediliyordu.
Temmuz 1958’den sonra ise artık genel saldırıya
geçen ve halk ordusu haline gelen gerilla kolları
Santa Clara başta olmak üzere kentleri bir bir ele
geçirmektedir. Bu arada Batista’nın generallerinden
birinin Fidel ile pazarlık yaparak inisiyatif kazanma
hevesi, hareket tarafından reddedilecektir. Batista’nın
kaçışından sonra generallerin cunta yapma girişimi
ise Fidel’in ilan ettiği genel grev ve genel ayaklanma
ile başarılı olamayacaktır.
Sonuçta 1 Ocak 1959 günü Küba’nın tek hakimi 26
Temmuz hareketidir. Bu süreçteki kimi tavizler,
Fidel yerine eski bir yargıcın başkanlığa getirilmesi
ve sonra geri alınması, vb. gibi olaylar ise ayrıntılardan
ibarettir. Devrim gerçekleşmiş, Küba halkı tarihte
ilk kez gerçekten iktidar olmuştur.
Gerçekten Bir İstisna mı?
Bu kısa özetten sonra şimdi yeniden en başa, Küba
Devrimi’nin izlediği stratejik çizginin bir rastlantılar
ve “şanslı durumlar toplamı” olup olmadığı sorusuna
geri dönebiliriz. Ve elbette bu soruyu sorarken,
devrimlerde önceden hesaplanamayan iyi ya da kötü
durumların yaşanmasının mümkün olduğunu ama bunun
politik değerlendirmelerde temel bir anlam ifade
etmediğini de belirtmek zorundayız. Böylesi değerlendirmeler
son derece ciddiyetsiz değerlendirmelerdir. Küba
topraklarına ilk çıkarma anında ölenlerin arasında
örneğin Fidel ve Che’nin olmaması elbette bir
şanstır; ama 1917’de mühürlü trenle Rusya’ya dönen
Lenin’in üşütüp zatürreden ölmemiş olması da önemli
bir “şans”tır, vs. vs… Öte yandan Küba olayı sırasında
ABD’nin yeterince enerjik davranmadığı, evet,
belki bir ölçüde doğrudur; nitekim Bolivya olayında
(Che’nin Bolivya’daki varlığını keşfettikten sonra)
Amerikalıların bölgeye yığdıkları ajanların haddi
hesabı yoktur; çünkü artık gerillanın sihrini
daha iyi anlamışlardır. Zaten bizzat Che de bunu
belirtir: “Emperyalizm de Küba’dan dersini almıştır,
öteki yirmi Latin-Amerika Cumhuriyeti için, Amerika
Kıtası’nda hâlâ var olan diğer sömürgeler için
artık şaşkına dönmeyecektir. (…) Bu önemli, çünkü
iki yıllık sürekli savaş, endişe, belirsizlik
pahasına ulaşılan Küba’nın kurtuluşu zor olduysa,
Latin-Amerika’nın başka yerlerindeki halkları
bekleyen savaşlar çok daha zor olacaktır.” (Küba:
Bir istisna mı Yoksa Öncü mü?)
Ama bütün bunlara rağmen uzun süreli savaş stratejisine
yapılan bu türden hafife alma girişimleri yine
de doğru değildir, hem saygısızlık, hem de siyasi
körlük anlamına gelir.
Bu meseleyi burada noktalayarak Küba Devrimi’nin
stratejik çizgi bakımından incelenmesine geçersek
özetle şunları söylemek mümkündür.
* Birincisi, her şeyden önce Che’nin belirttiği
gibi Küba Devrimi, keyif içinde yaşayan bir halkın
kışkırtılması değildir. “Mücadeleyi yaratan nesnel
koşullar, halkın açlığı, bu açlığın yarattığı tepki,
tepkiyi arttıran terör önlemleri ve baskının doğurduğu
kin dalgası”dır. Küba, 1956 yılına bir boşluk üzerinden
değil, isyanlar ve katliamlar zinciri üzerinden
gelmiştir. Gerilla önderlerinin başarısı bu devrimci
durum üzerinde yükselmiştir. Küba, tartışmasız bir
biçimde sürekli bir milli kriz-devrim durumu yaşamaktadır;
Che’nin bütün Latin Amerika için öngördüğü “oligarşik
diktayla halkın baskısı arasında bir kararsız denge”
hali şüphesiz Küba için de geçerlidir ve kitlelerin
devrimci savaşa katılması öncülerin ortaya çıkıp
istikrarlı bir güven ortamı yaratmasına bağlıdır.
Yani Sierra Maestra’ya çıkan Kübalı devrimciler,
devrim durumu-milli kriz üzerine şu bilinen klasik
yanılgıya sahip değildirler; en iyi ihtimalle kitlelerin
kırıldığı kent ayaklanmaları ya da daha çok görülen
biçimiyle seçim ve reform manevralarıyla zaman harcayarak
halkın enerjisini tüketmeyi doğru bulmamaktadırlar:
“Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi
kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör,
dört belediye başkanı, halkın üzerine ateş açılarak
dağıtılan büyük çapta bir gösteri; bir öncekine
göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim;
kazanılan bir grev, kaybedilen on grev; bir adım
ileri, on adım geri; belli bir kesimde zafer, bir
diğerinde on kez bozgun... Sonra birdenbire oyunun
kuralları değişir, her şeye yeniden başlamak gerekir.
Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden
hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var:
Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler
ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine
karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik
hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı
mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf
düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen
gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz.
Böylesine büyük hatalar işlenen ülkelerde, halk
hiçbir değeri olmayan eylemler için son derece büyük
fedakarlıklar pahasına her yıl alaylarını seferber
eder. Bunlar düşman topçusunun ateşine maruz kalan
geçici mevzilerdir.
Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir,
yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva
anayasasıdır, bir halk kahramanının serbest bırakılmasıdır...
Ve işin en kötü tarafı şudur ki, bu mevzileri elde
etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını
kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak
iznini alabilmek için de uslu ve aklı başında insanlar
olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi; örneğin
kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak,
katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak,
dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert
ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika’ya son
kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi
tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin olmadığını
ispat etmek lazımdır.”(Che, Strateji ve Taktik Üzerine)
Yeterince açık olmalı… Küba devrimcilerinin durduğu
yer, devrimin bekleme salonu ya da fırsat kollama
pozisyonu değildir. Bu klasik tartışma onlar için
çoktan aşılmıştır.
Che, Küba Devrimi’nin kanıtladığı üç olguyu sayarken,
şunları kaydeder: “Küba devriminin: 1. Halk güçlerinin
düzenli orduya karşı savaşı kazanabileceğini; 2.
Devrim yapmak için tüm koşulların bir araya gelmesini
beklemenin her zaman gerekli olmadığını, ayaklanma
odağının bunları yaratabileceğini; 3. Azgelişmiş
Amerika’da, silahlı savaşın temel alanının kır olması
gerektiğini kanıtlayarak, Amerika’da devrimci hareketlerin
mekanizmasında üç temel değişim meydana getirdiğini
düşünüyoruz.” (Gerilla Savaşı Üzerine)
Ve şöyle devam eder Che: “İlk iki madde, hareketsizliklerini
profesyonel ordulara karşı bir şey yapılamayacağı
gibi bahanelerle haklı çıkarmaya çalışan devrimcilerin
ya da sözde-devrimcilerin, mekanik biçimde bütün
nesnel ve öznel koşulların bir araya gelmesini bekleyen,
bunları hızlandırmayı düşünmeyenlerin bozgunculuklarına
karşıdır. Bu çürütülemez iki gerçek, bugün tamamen
açıktır; fakat eskiden bunlar Küba’ da tartışılıyordu
ve belki de Latin-Amerika’da hâlâ bu böyledir.”
(age)
Yani böylece aslında bitirilen bir tartışma vardır.
Küba Devrimi’nin bizzat kendisi, milli krizin bütün
klasik unsurlarının mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmasını bekleyen ve “bunları hızlandırmak” yerine
yılan hikayesine dönüşmüş bir “hazırlık” ve “evrim”
aşamasıyla zaman öldüren, ancak bu bütün şartlar
“bir tren gibi istasyona geldiğinde” devrim yapma
zahmetine katlanmayı planlayan, daha doğrusu aslında
bu konuda da samimi olmayan pasifizmin “stratejik
çizgisi”nin (eğer böyle bir çizgi varsa) kesin biçimde
çürütülmesidir. Küba Devrimi’nin ortaya koyduğu
şey, şu ya da bu biçimde ülkede mevcut olan milli
krizin derinleştirilmesiyle kitlelerin örgütlenerek
savaşa sokulmasının tek bir süreç olduğu, birinin
diğerinden bağımsız olmadığıdır. Devrimci durumun
“kendiliğinden” oluşacak iktisadi-sosyal bir olgu
olduğu; kitlelerin örgütlenmesinin ise “iradi” bir
çaba gerektirdiği yolundaki diyalektik olmayan anlayış,
(ki bu, Ekim Devrimi’nde bile böyle değildir -bu
konuya yazı dizimizin ilk bölümünde değinmiştik.)
böylece çökertilmiş, “evrim” ve “devrim” aşmalarının
ve bu aşamaların taktik ve araçlarının birbirinden
bıçak gibi ayrıldığı pasifist yaklaşım yıkılmış,
koşullar ile iradenin onları zorlaması bir araya
getirilmiştir.
Che’nin deyimiyle: “Barışçı mücadele kitle hareketleri
yoluyla olabilir ve -özel bunalım durumlarında-
halk güçlerinin iktidarı alacakları ve proletaryanın
diktatörlüğünü kuracakları yumuşamaya hükümetleri
zorlayabilir. Teoride doğru! Bunu Amerikan panoramasının
yardımıyla araştırdığımızda ilerdeki mantıki sonuçlara
varmalıyız! Birçok ülkede iktidar bunalımı ve bazı
öznel koşullar da olsa, bu kıtada genellikle, kitleleri,
burjuva ve toprak sahipleri hükümetlerine karşı
şiddet eylemlerine sürükleyen nesnel koşullar vardır.
Tüm koşulların var olduğu ülkelerde iktidarı ele
geçirmek için harekete geçmemek, elbette ki doğrudan
doğruya suç olurdu. Tüm koşulların varolmadığı ülkelerde
ise çeşitli seçeneklerin ortaya çıkması ve her söz
konusu ülkeye uygulanabilir bir karara teorik tartışmalardan
varılması olağandır. Tarihin razı gelmediği tek
şey, proletarya politikası teorisyen ve uygulayıcılarının
hesaplarındaki yanılmalardır. Hiç kimse bir öncü
parti ünvanına, resmi bir üniversite diplomasına
olduğu gibi talip olamaz. Öncü parti olmak, iktidar
mücadelesinde işçi sınıfının başında olmak, işçi
sınıfını iktidarı ele geçirmeye götürmeyi ve bunun
için de en kısa yolu bulmayı bilmek demektir. Bu,
devrimci partilerimizin görevidir ve hesapta yanılma
olmaması için analiz derin araştırıcı ve esaslı
olmalıdır.” (Gerilla Savaşı: Bir Yöntem)
* İkincisi: Çoğu kez sanıldığının aksine Che’nin
yukarıda “Küba Devrimi’nin üçüncü katkısı” olarak
kaydettiği “kırların temel savaş alanı olması”
meselesi, aslında ilk iki katkının yanında tali
durumdadır. Evet, Che’nin bu konuda söyledikleri
önemlidir. “Örgütlü işçi kitlelerinin şehirlerdeki
mücadelelerini küçümsemiyoruz” diyor Che: “yalnızca,
anayasalarımızın garantilerinin havada kaldığı
ya da bilmezlikten gelindiği durumlarda, onların
silahlı mücadeleye katılımının gerçek olanağını
dikkatli bir biçimde tahlil etmek zorundayız.
Bu koşullarda, illegal işçi hareketi çok büyük
tehlikelerle yüz yüzedir. Onlar, silahsız olarak
gizlice faaliyet yürütmek zorundadırlar. Kırda
ise, durum bu kadar zor değildir, çünkü kırsal
bölgelerde, baskı güçlerinin erişemediği yerlerde
yaşayanlar silahlı gerillanın desteğindedir.”
Daha açık bir deyimle Che, düzenli ordulara dayanan
oligarşik diktaların “zayıf karnının” kırlar olduğunu
söylemekte, şehirlerdeki ağır baskının bir gerilla
hareketinin örgütlenmesini zorlaştırdığını düşünmektedir;
ki bu düşünceler kesinlikle doğrudur, deneyimlere
dayanmaktadır. Ayrıca, kurtarılmış bölgelerin
ve alternatif iktidar odaklarının yaratılmasının
kırlarda daha fazla mümkün olduğu da her gerilla
savaşının temel kurallarından biridir. Ancak yine
de bu genel doğrular, kırlarla şehirleri iç içe
ele alan, bu alanlar arasında özgün diyalektik
ilişkiler kuran deneyimlerin önünü kesmez; nitekim
Latin Amerika Kıtası’nda bile kentleşme oranlarının
değişik olduğu ya da kırsal bölgelerin koşullarının
tam elverişli olmadığı hallerde, örneğin Nikaragua’da
bütün alanları bir arada ele alan, kentlerin emekçi
mahalleleri ile kır gerillası arasında değişik
ilişkiler kuran örnekler yaşanmıştır. Yazımızın
gelecek bölümünde değineceğimiz gibi emperyalizmin
“düşük yoğunluklu savaş stratejisi” gibi uygulamaları
geliştirdiği koşullarda bu tür tartışmalar elbette
daha fazla önem kazanacaktır. Nitekim Mahir Çayan
Yoldaş, daha 1971 gibi erken bir tarihte “Birleşik
Devrimci Savaş” gibi bir kavramı kullanarak kır
ve şehir arasındaki diyalektik ilişkiden söz etmektedir.
Yani burada asıl anlatmak istediğimiz şey, Küba
Devrimi’ni stratejik çizgi konusuna getirdiği
yeni açılımları sadece bu sonuncu öğeye bağlayan
ve Küba’da olan şeyi Çin’de olanların basit bir
tekrarı gibi algılayan anlayışın yanlışlığıdır.
Böyle bir anlayış, kırsal alanın temel olmadığı
ya da bu alandaki gerilla kolunun oluşumunun zor
olduğu koşullarda Küba Devrimi’nin açılımlarının
da boşa düştüğü gibi bir yanılgıyı üretmektedir,
ki bu yanılgı, Che’nin düşüncesinin özünün anlaşılmasını
engellemektedir. Bu düşüncenin özü, savaşın şu
ya da bu aşamasındaki ağırlık merkezinin neresi
olacağı sorunundan çok, savaşa girişmek için “bütün
nesnel ve öznel koşulların bir araya gelmesini
bekleyen, bunları hızlandırmayı düşünmeyen” anlayışa
karşı, sürekli milli krizin derinleştirilmesini,
evrim-devrim aşamalarının iç içe geçmesini ve
siyasi güçle askeri gücün birlikte büyütülmesini
içerir.
* Üçüncüsü: Bu uzun süreli savaş, başlangıcı
itibarıyla kuşkusuz bir “öncü savaşı”dır ve öncü
savaşı, hiç de iddia edildiği gibi devrimci militanların
oligarşi ile düelloya girdikleri bir basit çatışma
değildir. Vietnam’dan gelerek daha da geliştirilen
Silahlı Propaganda kavramı da silah seslerinin
ya da güç gösterilerinin kitleleri etkileyip “devrimci
yaptığı” bir durum değildir. Her şeyden önce Regis
Debray gibi küçük burjuva unsurların sonradan
yaptığı çarpıtmaların tersine, gerilla savaşı
siyasal ve kitlevi bir savaştır. Kimlerin, kaç
kişilik birliklerle savaştığından bağımsız olarak
bu böyledir; çünkü o doğrudan doğruya siyasetin,
siyasal partinin emrindedir, birbirinden bağımsız
gerilla gruplarının çatışmalarına indirgenemez.
“Gerilla, devrimci hareketin çekirdeği olmak durumundadır”
diyor Fidel, Olas Kongresi konuşmasında: “Bu demek
değildir ki, gerilla hareketi, herhangi bir ön
çalışma olmaksızın doğabilir ya da siyasal yönelimi
olmaksızın varolabilen bir şeydir. Hayır. Yönetici
örgütlerin rolünü yadsımıyoruz. Siyasal örgütlerin
rolünü yadsımıyoruz. Gerilla siyasal bir örgüt,
siyasal bir hareket tarafından örgütlenir.”
Son derece açık! Daha açığını ise Che söylüyor:
“Hemen şu soru ortaya çıkıyor: Tüm Amerika’da iktidarın
ele geçirilmesi için gerilla savaşı yöntemi tek
formül müdür? Ya da her ne olursa olsun egemen biçim
mi olacaktır? Ya da mücadelede kullanılan tüm formüllerden
yalnızca herhangi biri mi olacaktır? Ve son olarak
şu soru: Kıtanın öteki somut durumlarında Küba örneği
kullanışlı olacak mıdır? Polemik süresince, gerilla
savaşı uygulamak isteyenler, kitle mücadelesini
ihmal ediyorlar diye eleştirilmektedirler -sanki
bunlar karşıt yöntemlermiş gibi. Bu görüş açısının
içerdiği düşünceyi reddediyoruz; gerilla savaşı
bir halk savaşıdır, bir kitle mücadelesidir. Halkın
desteği olmadan savaşın bu türünü gerçekleştirmeyi
istemek, kaçınılmaz bir felaketin başlangıcıdır.
Gerillacılar, herhangi bir toprağın belirli bir
yerine yerleşmiş, silahlı, mümkün olan tek stratejik
hedefe, iktidarın ele geçirilmesine yönelik bir
dizi askeri eylemi uygulamaya hazır, halkın savaşçı
öncüleridir. Onlar, bölgenin ve söz konusu bütün
arazinin köylü-işçi kitlesi tarafından desteklenir.
Bu ön koşullar olmadan gerilla savaşından bahsedilemez.”
Burada sözü edilen şey, açık biçimde Politikleşmiş
Askeri Savaştır, başka bir deyişle Uzun Süreli Savaştır.
Bu, ne bireysel terördür ne de birbirinden bağımsız
grupların eylemleridir. Bu, silahlı mücadeleyi eksen
olarak alan ve bütün diğer mücadele biçimlerini
onun etrafında biçimlendiren bir stratejik çizgidir:
“Başlangıç kolay olmayacaktır; hatta aşırı ölçüde
zor olacaktır. Oligarşilerin tüm baskı gücü, tüm
demagoji ve vahşiliğiyle onların amaçlarının hizmetinde
olacaktır. İlk saatte bizim görevimiz hayatta kalmaktır;
daha sonra silahlı propaganda (Vietnamca anlamıyla,
yani düşmana karşı yürütülen kazanılsın ya da kaybedilsin
-ama savaşarak- çarpışmaların propagandası) yürüten
gerilla örneğini izlemek olacaktır: gerillaların
yenilmezliği dersi sahipsiz kitleler arasında kök
salacak; ulusal ruhun elektriklendirici gücü, daha
şiddetli baskılara karşı koymak için daha zorlu
görevlere hazırlayacak; mücadelenin bir unsuru olarak
nefret, düşmanın nefreti, bizi, insanın doğal sınırlarını
aşan ve onun ötesine geçen, insanı etkin, şiddetli,
seçici ve soğuk bir ölüm makinasına dönüştürmeye
zorlayacaktır. Bizim askerlerimiz böyle olmak zorundadır;
düşmandan nefret etmeyen bir halk vahşi bir düşmanı
yenemez.
Savaş, düşman onu nereye götürüyorsa oraya kadar
götürülmelidir: onun evine, eğlence yerlerine; topyekun
savaş. Düşmana kışlalarının dışında ve hatta içinde
bile rahat edebileceği bir an, barışçıl bir an bile
bırakılmamalı; nerede bulunuyorsa ona saldırmalı,
geçeceği her yerde ona köşeye sıkıştırılmış bir
hayvan duygusu verilmelidir. O zaman, onun morali
bozulmaya başlayacaktır. O, gittikçe daha fazla
hayvanlaşacaktır, ama böylece biz onun çöküntüsünün
belirtilerini daha açık göreceğizdir.”
“(…) Küçük savaşçı çekirdeklerinin başlangıçtaki
mücadelesine, sürekli yeni güçler katılır, kitle
hareketleri patlak vermeye başlar, eski kurulu düzen
yavaş yavaş yıpranıp yıkılır: Artık savaşın kaderini
belirlemek, kentlerdeki kitlelerin ve işçi sınıfının
elindedir.
Mücadelenin ta başından beri -düşmanlarının sayısından,
gücünden ve kaynaklarından bağımsız olarak- bu ilk
kadroları yenilmez kılan nedir? Bu halkın desteğidir
ve kadrolar gittikçe daha yüksek derecede kitlelerin
bu desteğinin hükmü altında olacaktır.”
* Dördüncüsü: Bu stratejik çizgi, meseleye namluların
ucundan bakan ve diğer mücadele ve örgütleme biçimlerini
reddeden bir çizgi de değildir. Esasen Silahlı
Propagandanın kitleleri örgütlemesi esprisi de
bir anlamda soyut bir nitelik taşır. Siz hangi
mücadele biçimini temel alırsanız alın, kitleler,
politik örgütün kitlelere uzanan kolları vasıtasıyla
örgütlenirler ve gerillaya doğrudan katılım, bu
biçimlerden yalnızca biridir. Küba Devrimi’ne
bakarken Che’nin Savaş Anıları’nı bir macera kitabı
gibi okuyanlar ve salt askeri çarpışmaları dikkate
alanlar, geride olup bitenleri, gençlikten kadınlara
ve sendikalara dek uzanan kitlesel örgütlenme
ve ilişki biçimlerini görmezler. Çok ilginçtir,
Frei Betto ile söyleşisinde Fidel, devrim sonrasında
kır gerillasından gelenlerin kentlerdekileri küçümsediği
bir süreci anlatır ve “sonunda bir hesaplama yaptık,
bütün devrim sürecinde kentlerde şehit düşenlerin
sayısının kırlardan daha fazla olduğunu gördük”
der. Yani gerilla mücadelesinin arka planında
binlerce insanın çalıştığı bir başka alan vardır
ve o alan olmadan başarıya ulaşmak mümkün değildir.
Gerilladan bahsederken Fidel, “Bu, diğer mücadele
biçimlerinin yadsınmasını gerektirmez. Birisi
gazetede bir bildiri yayınladığı, bir gösteriye
katıldığı, taraftar topladığı veya bir fikri yaydığı
zaman şu ünlü yasal denilen yolları kullanıyor
olabilir. Yasal ve yasadışı yolları ayrımını ortadan
kaldırmalıyız. Yöntemler devrimci ve devrimci
olmayan diye sınıflandırılmalıdır. Devrimci, ülküsüne
ve devrimci amacına ulaşmak için türlü yöntemler
kullanır. Sorunun özü, kitlelerin bunun devrimci
bir hareket olduğuna, sosyalizmin mücadelesiz
olarak barışçı yollarla iktidara gelebileceğine
inandırılıp inandırılamayacağındadır. Bu bir yalandır
ve Latin Amerika’da kim barışçı yollarla iktidara
geleceğini iddia ediyorsa, kitleleri aldatmaktadır.”
İşte asıl mesele budur: “yasal” ve “yasadışı”
ya da “önemli” ve “önemsiz” değil, “devrimci”
ve “devrimci olmayan” yöntemler sorunu...
* Beşincisi: Uzun Süreli Savaş, bir taktik ayrıntı
ya da diplomatik manevra aracı da değildir. Fidel’in
“Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez” isimli
ünlü kitabını okuyanlar bu eserin tümüyle Venezüella
Komünist Partisi ile polemiğe ayrıldığını bilirler.
Orada da tartışılan asıl sorun, gerillanın amacı
ve işlevidir. Venezüella gerillasını şehirlerde
oturdukları yerden sözde “yöneten” VKP yöneticilerini
sert bir şekilde eleştiren Fidel’in sorunu yalnızca
gerillanın şehirden yönetilmesi değildir. Asıl
sorun, VKP yönetiminin dağdaki gerillaları pazarlık
aracı olarak kullanmak istemesidir. “Onlar için
-diyor Fidel- gerillalar daha çok bir kargaşalık
aracı, politik manevralarda kullanılacak bir araç
bir tartışma aracı idiler.” Bu ise üç günde bir
yapılan “ateşkes anlaşmaları” anlamına gelmektedir
ki, Fidel’in bu konudaki yargısı oldukça ağırdır:
“Tam bir zırdelilik!”
Küba deneyimi ise, halk savaşının klasik ve son
derece doğru yaklaşımına uygundur. Gerilla, bir
“terör” aracı değil, Halk Ordusu noktasına varması
gereken bir çekirdektir. Halk ordusuna sahip olmayan
hiçbir güç iktidara da sahip olamayacaktır. Bu
yüzdendir ki Che’nin savaşın aşamaları üzerine
söyledikleri Giap ya da Mao’nun söylediklerinin
aşağı yukarı aynen tekrarı gibidir: “Gerilla savaşı
ya da kurtuluş savaşının kural olarak üç aşaması
vardır: birincisi, kaçmakta olan küçük silahlı
gücün düşmana darbe indirdiği stratejik savunma
aşaması; silahlı güç, küçük bir çevrede pasif
bir savunma yapmak için sinmez, tersine, savunması,
yerine getirebileceği sınırlı saldırılardan oluşur.
Bundan sonra düşmanın ve gerillanın eylem olanaklarının
istikrarlı olduğu denge noktasına ve nihayet büyük
kentlerin işgaline, büyük kesin çarpışmalara,
düşmanın tamamen yok edilmesine götürecek olan
baskı ordusunun çevrilmesi son aşamasına varılır.”
Evet, bu bir tekrardır, çünkü sürecin mantığı
böyledir. Küba devriminin kendine özgü nitelikleri
ne olursa olsun, uzun süreli bir halk savaşı,
böyle bir yoldan ilerlemek ve böyle bir sonuca
ulaşmak zorundadır.
* Ve nihayet altıncısı, Politikleşmiş Askeri Savaş
yolundan giden Küba devriminin de nihai olarak
kitlelerin eseri olduğudur. Bu özel vurgu belki
gereksiz gibi görünebilir ama aslında son derece
önemlidir. Yazı dizimizin başından beri her fırsatta
vurguladığımız gibi bir devrim, hangi yoldan gidilirse
gidilsin, hangi stratejik çizgi izlenirse izlensin,
silahlı orduların karşılaşıp birbirlerini yendikleri
bir meydan muharebesi değildir. Evet, Marks’ın
son derece yerinde olarak söylediği gibi bir maddi
güç, bir başka maddi güçle yenilebilir; ama sonuç
olarak egemen düzeni yıkan güç, silahlı ya da
silahsız biçimlerde örgütlenmiş olan emekçi kitlelerdir.
Küba Devrimi de bunun bir istisnası değildir.
Nasıl 30 Nisan 1975 günü Vietnam Ulusal Kurtuluş
Ordusu başkentin kapılarına dayandığında artık
kentin neredeyse tamamı kitlelerin elindeyse,
Ocak 1959’da Küba devrimci ordusunun Havana’ya
girmeye başladığı an, artık rejimin bittiği, kitlelerin
umudunu ve yaşamını yeni bir iktidara bağlayarak
harekete geçtiği andır. Olguyu böyle kavramak
gereklidir.
Genel Sonuç ve Altıncı Bölüm İçin Giriş…
Okurumuzun kolayca kavrayabileceği gibi, Küba devrimi
üzerine yapılan bu kaba özet bile onun yeni tipte
bir stratejik çizgi geliştirdiğini göstermektedir.
Belki ilk bakışta bu çizgi, Çin ve Vietnam deneyimlerine
birçok açıdan benzemektedir ve bu zaten doğaldır;
sonuçta Küba Devrimi’nin yolu da en genel anlamda
“Uzun Süreli Savaş” diye adlandırılan perspektif
içindedir. Ancak öte yandan bu devrim, sözü edilen
perspektife bir dizi yenilik getirmiş, öncelikle
halk savaşının öncü savaşı aşamasından geçmesi ve
bu aşamada silahlı propagandayı temel alarak milli
krizi derinleştirme-kitleleri devrime örgütleme
görevlerinin birleştirilmesi gibi temel unsurları
sürece katmıştır. Üstelik Che, bütün bu unsurlara
belirli bir devrim havzasındaki tek tek devrimlerin
birbirlerini tetiklemesi anlamında “kıtasal devrim”
yaklaşımını da eklemiş, böylece dünya devrimi kavramına
pratik ve somut/uygulanabilir bir açılım getirmiştir.
Bu kavramsal-pratik çerçeveler daha sonraları başta
Latin Amerika olmak üzere dünyanın birçok ülkesindeki
devrimcilere ilham kaynağı olmuştur. Kimi zaman
doğru, kimi zaman ise eksik biçimlerde… Ama sonuçta,
Küba Devrimi’nin çizgisi, Çin örneğinden sonra dünyadaki
ikinci çığır açıcı dalga olmuş ve birçok ülke tarafından
örnek alınmıştır.
Ve herhalde, döneme ait bir dizi çeviri metni ve
röportajı okuduktan sonra kendimizi gereksiz bir
alçakgönüllülüğe hiç kaptırmadan söyleyebiliriz
ki, bu doğru çizginin ülke koşullarında klasik Leninist
çerçeveyle ilişkisini en iyi kuran devrimci önder,
Mahir Çayan olmuştur. Dünyadaki bir dizi hareket
ve kişi Küba’dan fokocu ya da anti-parti sonuçlar
çıkarırken, Mahir Çayan, Ne Yapmalı’dan gelen Marksist-Leninist
hattı, yeni tipte bir Politik-Askeri liderlik biçiminde
formüle etmiş, örgütsel anlamda da Türkiye devrimci
hareketine büyük bir katkıda bulunmuştur.
Bugün Devrimci Sosyalist Hareket’e düşen görev,
yeni tarihsel sürecin çözümlenmesi ve devrimci yenilenme
çizgisi temelinde bu devrimci stratejik çizgiyi
geliştirmek ve yeni bir yol kılavuzunu inşa etmektir.
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI
|