1- Bir Yol Haritası Olarak Strateji Kavramı
Üzerine Yeniden…
Hatırlanacağı gibi, çalışmamızın birinci bölümünde
Mahir Yoldaş’tan hareketle stratejik hedef ve
strateji kavramlarını tartışmış ve orada demiştik
ki; “Devrimci sosyalist hareket bu konuda kapsamlı
bir yaklaşıma sahiptir. Şimdilik birkaç cümleyle
özetlersek eğer, o, ülkedeki çelişkilerin çözüm
platformu olarak anti-emperyalist, anti-oligarşik
halk devrimini, yani devrimimizin neyi yıkıp neyi
kuracağını belirlemekle yetinmez; bunun da ötesinde
bu devrimin hangi yollardan geçerek, hangi çizgiyi
izleyerek, hangi mücadele ve örgüt biçimlerini
nasıl bir temel-tali ilişkisi içinde ele alarak
yürüyeceğini, nereden yola çıkıp nereye varacağını
temel hatlarıyla ortaya koyar. Birincisi, mevcut
dünya manzarası içinde ülkenin ekonomik-politik-sosyal
koşullarının ayrıntılı bir çözümlenmesini gerektirir;
ikincisi ise bütün bunlarla birlikte güç ilişkilerini,
coğrafyayı, jeopolitiği, tarihsel ve kültürel
ilişkileri, politik-askeri değerlendirmeleri,
çeşitli sınıf ve tabakaların politik psikolojisini
ve davranış biçimlerini ve başka bir dizi faktörü
de dikkate alarak bir kurgulamaya ulaşır. Birincisi,
kendisini bir “Devrim Programı” olarak ortaya
koyar; bu program, devrimin yoluyla ilgili maddeleri
de içerir ama sonuçta esas amacı devrimin hedeflerini
ve yapacaklarını anlatmaktır. İkincisi ise, bir
yol haritası, bir kılavuzdur. Tam da bu noktada,
devrimin hangi yoldan, hangi mücadele araçlarıyla,
hangi aşamalardan geçerek zafere ulaşacağı, yani
devrimin stratejik çizgisi belirlenir. Stratejik
plan; stratejik hedef ile stratejik çizginin bileşiminden
oluşur.”
Şimdi, teorik kavramlar üzerine bir özetten sonra
geriye dönüp yeniden oradan başlayabilir ve strateji
ve taktik kavramları üzerinde kısaca durabiliriz.
Tarihsel devrim ve ayaklanma deneyimlerine geçmeden
önce bütün bunların da netleştirilmesinde yarar
var.
Strateji ve taktik denildiğinde aslında zihnimizde
uyanan ilk çağrışımlar çok yanlış değildir. Birçok
devrimci, bu iki kavram arasında en azından “uzun
vade-kısa vade” açısından temel bir fark olduğunu
bilir; örneğin birincinin ikinciyi belirlediğini
de şöyle ya da böyle öğrenmiştir. Bunlar genel
olarak doğrudur. Stalin’in bu konudaki kısa broşürü
de esasen yararlı ve ön açıcıdır. “Strateji,”
diyor Stalin, “programın direktiflerini kendine
kılavuz edinir ve içte (ulusal) ve uluslararası
planda mücadele eden güçlerin tahliline dayanır,
proletaryanın devrimci hareketinin yöneltilmesi
gereken genel yolu, genel doğrultuyu saptar ki,
oluşan ve gelişen güçler dengesinde en iyi sonuçlar
alınabilsin.”
Bu, “proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin
mevzilenme planı”nın ortaya konulması olduğu kadar,
bu güçlerin nasıl ve hangi çizgi üzerinden harekete
geçirileceğinin de somutlanması anlamına gelir.
Demek ki burada sözünü ettiğimiz şey, bir “genel
harekat planı”dır.
Taktik ise yine Stalin’in deyimiyle, “stratejinin
direktiflerini ve gerek ülkedeki gerek komşu ülkelerdeki
devrimci hareketin deneyimlerini kendine kılavuz
edinen, her verili anda gerek proletarya ve onun
müttefikleri içindeki, gerek düşman kampı içindeki
güçlerin durumunu (yüksek veya düşük kültür düzeyi,
yüksek veya düşük örgütlülük ve bilinçlilik derecesi,
şu ya da bu geleneklerin varlığı, hareketin şu
ya da bu biçimlerinin, temel ve yardımcı olmak
üzere örgütlenme biçimlerinin varlığı) hesaba
katan ve düşman kampı içindeki uyumsuzluktan ve
her karışıklıktan yararlanan (…) (stratejik plan
temelinde ortaya konan güçlerin mevzilenme planını
gerçekleştirmek üzere) geniş yığınları proletaryanın
safına kazanmak ve onları sosyal cephedeki savaş
mevzilerine yakınlaştırmak için tutulması gereken
somut yolları, stratejinin başarılarını en emin
bir şekilde hazırlayan yolları ana hatlarıyla
tasvir eder.”
Yani taktik denildiğinde sözünü ettiğimiz şey,
artık bir “genel harekat planı” değil, bu genel
plana bağlı olan ve onun tarafından biçimlendirilen
somut çalışma ve çatışma biçimleridir. Bir başka
deyişle, taktikler, stratejik çizginin somut hayat
içindeki karşılık noktalarıdır.
Bu anlamdadır ki, “Strateji, tarihsel dönemeç
anlarında, tarihsel dönüm noktalarında değişir,
bir dönemeçten (dönüm noktasından) bir diğerine
kadar olan dönemi kapsar; bu yüzden, tüm bu dönem
boyunca hareketi, proletaryanın çıkarlarını yansıtan
genel hedefe doğru yönlendirir, tüm bu dönemi
dolduran sınıflar arasındaki savaşı kazanmayı
amaçlar, ve dolayısıyla bu dönem boyunca değişmeden
kalır.” (age)
“Taktik ise, verili dönemeç, verili stratejik
dönem temeli üzerinde inişler ve çıkışlar tarafından,
savaşan güçlerin karşılıklı ilişkisi tarafından,
mücadelenin (hareketin) biçimleri tarafından,
hareketin temposu tarafından, herhangi bir bölgedeki,
herhangi bir andaki mücadele arenası tarafından
belirlenir, ve bu etkenler bir dönemeçten diğerine
zaman ve mekan koşullarına uygun olarak değiştiklerinden,
stratejik dönem süresince taktik birçok kez değişir
(ya da değişebilir); çünkü taktik, tüm savaşı
değil, savaşta zafere ya da yenilgiye yol açan
sadece tek tek çarpışmaları kucaklar.”(age)
Yani stratejik dönem, taktik uygulama süreçlerinden
daha uzundur ve taktik, stratejinin başarısını
sağlamakla görevlidir. “Taktiğin görevi, kitleleri
o şekilde mücadele içine sokmak, öyle şiarlar
ileri sürmek, kitleleri o şekilde yeni mevzilere
yakınlaştırmaktır ki, tüm mücadelelerin toplamı
ile savaş kazanılsın, yani stratejik başarı elde
edilsin.” (age)
Genel teorik çerçeve, yalın bir biçimde böyle
çizilebilir.
Ama yine de birkaç önemli ayrıntıyla bu tabloyu
tamamlamak gerekebilir:
Birincisi, kavramın günlük hayattaki kullanım
biçimleri ve bunlardan doğan yanılgılarla ilgilidir.
Her şeyden önce strateji kavramı, Marksistler
tarafından icat edilmiş bir kavram değildir ve
hem tarihsel olaylar planında hem de bugünkü hayatın
içinde yaygın bir kullanım alanına sahiptir. Bu
bakımdan da o, aslında bir anlamda nötr bir kavramdır.
Yani örneğin herhangi bir savaşta stratejisi ve
taktikleri güçlü bir komutan zafer kazanır. Hatta
kapitalist iş hayatında da “yatırım stratejisi”
gibi deyimlerle karşılaşırız. Ya da daha genel
düşündüğümüzde, herhangi bir toplumda herhangi
bir önderlik, süreci yönetirken başarılı bir harekat
planı uygulayabilir ve kendi amaçlarına uygun
olan en elverişli durumu elde edebilir. Örneğin
Kemalizm için böyle bir şey söylenebilir; sonuç
itibarıyla bu önderlik, askeri ve politik alanda
bir başarıya ulaşmıştır ve kuşkusuz bu başarı,
yerel ve uluslar arası bir dizi başka faktörün
yanında, uygulanan genel stratejik çizginin de
başarısıdır. En azından durum böyle görünmektedir.
Keza Hitler’in iktidara yürürken kullandığı yol
çizgisi de, hiç olmazsa iktidar olması bakımından
“başarılı”dır.
Elbette Marksist-Leninist literatürdeki kullanım
biçimi de kavramın bu temel özelliklerinden çok
bağımsız değildir. Ama burada söz konusu olan
şey, nihai olarak komünizmi hedefleyen, bize özgü
bir perspektiftir ve bizim kullanım biçimimizde
stratejik çizgi kavramı artık “başarıya ulaşan
yol” gibi basit bir ölçüyü aşar; işin içine nihai
amaca uygun örgütlenme ve mücadele biçimleri,
kitlelere bakış, sınıfın kendi kendisini kurtarması,
dünyayı değiştirenlerin kendilerinin de değişmesi
anlayışı, vb. gibi bir dizi başka öğe de girer.
Yani, uygun bir zamanlama ve uygun hamleler dizisiyle
bir darbe yapılır ve iktidar elde edilirse, biz
bunun kelimenin dar ve teknik anlamıyla “doğru
bir strateji” uygulaması olarak görebiliriz; ama
sözü edilen güç kendisini “sosyalist” olarak tanımlasa
da Marksist-Leninist bakış açısından bu “başarı”
özel bir anlam ifade etmez. Bu, böylelikle iktidarı
ele geçiren ekibin kendi çapında zeki ve atılgan
olduğunu, zamanı ve koşulları iyi takip ettiğini,
vs. gösterir ama onun Marksist-Leninist anlamda
doğru bir stratejiye sahip olduğunu göstermez.
Çünkü Marksist-Leninist strateji kavramı, diyalektik
bir bütünlüğe sahiptir ve yalnızca “gidilen yolun
iktidar elde etmeye uygunluğunu” değil, nihai
amacın kendisini ve kullanılan araçların bu amaca
uygunluğunu, mücadelenin hangi güçlerin önderliğinde
yürütüldüğünü ve kimleri temel olarak aldığını
da içerir. Ki bunlar, kuşkusuz bu plan dahilinde
hareket eden güçlerin yapısını, ruh halini, vb.
belirler. Önündeki yolu uzun ve zahmetli bir maraton
gibi gören, her adımda işçi sınıfını ve emekçi
kitleleri peşinden sürüklemeyi amaçlayan Komünist
militan ile “düğmeye basıp” memleketi kurtarmak
isteyen “darbeci” arasındaki fark budur.
İkincisi, kavramın yine günlük hayatta çoğu kez
unutulan bir yönü ile ilgilidir.
Stratejik çizginin belirlenmesi, sonuç itibarıyla
bir kurgudur. Ve her stratejik kurgu, hayatın
içinde ama hayatı bir anlığına durdurarak yapılan
bir şeydir. Belli bir anda durup, dünyaya ve yaşadığınız
topraklara bakarsınız. Sadece rakamlar, ekonomik-sosyal
veriler açısından değil, doğrudan doğruya sokak
ve insanlar açısından da bakarsınız. Tarih ve
coğrafya işin içinde karışır, tarihten gelen toplumsal
psikoloji çözümlemeleri, demografik durum, kültürel
öğeler bile bu çözümlemenin bir parçasıdır. Ve
sonuçta bütün bunları diyalektik bir bütünlük
içinde ele alarak ortaya bir yol çizgisi, bir
kılavuz çıkarırsınız. Şuradan, şu gücün öncülüğünde
şu güçlerle başlayıp, şöyle mücadele biçimlerini
temel, şunları ise tali olarak ele alıp şu örgütsel
biçimlerle yürüyeceğim ve muhtemelen şöyle bir
yere varacağım dersiniz. Ve sonuçta bu yaptığınız
kurgu, hayatın içine girer, orada sınanır. Eğer
bu kurgu, şablonlara ve temelsiz kitabi tasavvurlara
değil de, üzerinde yaşadığınız toprağın kimyasının
gerçekçi bir analizine dayanıyorsa ve daha da
önemlisi siz bu kurgunun arkasına bütün devrimci
iradenizi koyuyorsanız, başarıdan kuşku duymak
için hiçbir neden yoktur. Yok eğer durum böyle
değilse, başarı sizin için bir düş olur.
Marksist-Leninistler, ortaya koydukları bu kurguya
değişmez bir ayet gibi yaklaşmazlar; ama öte yandan,
kuşkucu bir ampirizm noktasında da durmazlar.
Belli verileri esas alarak yaptığınız bu kurguyu,
“şöyle bir deneyelim bakalım” diyerek işe başlayamazsınız.
“Diyalektiğin gereği”, “hayatın zenginliğini kucaklamak”
gibi gerekçelerle böyle bir kurgu yapmaktan kaçınmanız,
yaptığınız işe karşı ciddiyetsizliktir. Şimdiki
ÖDP’nin önderliğini yapan eski “Devrimci Yol”
liderlerinden birinin bir röportajında söylediği
“başkaları M. Çayan’ın tezlerini hayata uygulamak
istedi, biz ise hayat bizden ne istiyorsa onu
verdik” mealindeki sözler, böyle bir “diyalektiğin”(!)
tipik örnekleridir. Daha doğrusu bu, “kusuru övünme
vesilesi yapmak” gibi tuhaf bir davranışın örneğidir.
“Diyalektik” adı altında kendiliğindencilik övgüsüdür
ve bir “harekat planı” yokluğunu haklı çıkarma
girişimidir. Oysa harekat planı, strateji, üzerinden
atlayıp geçemeyeceğiniz bir gereksinmedir. Bu
planın gerektiğinde değişebileceğinin bilincinde
olmak ayrı şeydir; onu kurgulamak, onu belli bir
dönem boyunca rehber olarak almak ayrı şeydir.
Hayat tarafından açıkça yanlışlanmadığı sürece
bu önünüzdeki plan gerçektir, sizin üzerine bastığınız
temeldir.
Öte yandan geleneksel solun stratejik çizgi konusunu
hafife alarak “bütün mücadele ve örgüt biçimlerini
kullanarak yürüme” gibi noktalarda takılıp kalması
da çok “diyalektik” gibi görünmesine karşın tam
da bu açıdan sakattır. Çünkü, yaptığınız her kurgu,
aslında bir anlamda kadrolarınızı da kurgular.
Nasıl bir yoldan yürümek istiyorsanız, insanlarınızı
da ona göre hazırlarsınız, hayata bakışları, örgütlenme
alışkanlıkları, pratik refleksleri, vb. ona göre
şekillenir. Örneğin, Lenin’in parti tipinin militanı
gevşek Menşevik hizbinden farklıdır. Örneğin,
FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat’ın dergimizde
yayınlanan birçok röportaj ve yazısında, Arafat
ve Filistin yönetimini “intifadayı diplomatik
görüşmelerin sopası olarak kullanmak”la suçlarken
kast ettiği de budur. Kitlelerin sokakta ortaya
koyduğu muazzam enerjiyi siz bir iktidar stratejisi
kapsamında değil de, İsrail’le görüşmelerde baskı
kurma aracı olarak düşünüyorsanız, insanlar da
buna göre şekillenirler. Ve nihayet, Fidel’in
“Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez” kitabında
Venezüella Komünist Partisi’yle yaptığı polemik
de tam bu konu üzerinedir. O süreçte de Venezüella’da
olan şey, partinin gerilla güçlerini diplomatik
manevralar için araç olarak kullanmasıdır. Bu,
önemlidir, çünkü bu ayrım, devrim için yürüyüşe
geçmiş olan gerilla ile taktik amaçlar için sağda
solda silah patlatan askeri birlikler arasındaki
temel farktır ve bu fark, her iki durumda da insanların
bakış açılarını, reflekslerini, ruh hallerini
belirler.
Demek ki, stratejik kurgu, evet kurgudur; evet,
ancak hayatın içinde sınandıkça gerçek bir anlam
kazanır ama öte yandan o, bir öngörüler toplamı
olarak sizin üzerine ayağınızı bastığınız, belli
bir dönem için kılavuz kabul ettiğiniz bir kurgudur.
Yani diyalektiğin en temel kurallarını kötüye
kullanarak, belirli bir stratejiden hareketle
mücadeleyi örgütlemeyi bir kenara bırakmak, oradan
bir bilinemezciliğe, bir muğlaklığa varmak doğru
değildir.
2- Ekim Öncesinde Mücadelede Temel Biçimler
Temel Deneyimler…
a) Ezilenlerin Sihirli Sözcüğü: İsyan!
Bu konudaki temel kavramsal çerçeveyi böylece
yeniden çizdikten sonra artık ilerleyebilir ve
tarihsel deneyimleri ele almaya başlayabiliriz.
Hep söylediğimiz gibi, sınıflı toplumların tarihi
nasıl ‘sınıf mücadelelerinin tarihi’ ise, bu tarih
aynı zamanda daha iyi, daha özgür, daha eşitlikçi,
daha dayanışmacı bir yaşam arzusunun da tarihidir.
Sınıflı toplumun başından beri, ta kölecilikten
bu yana her zaman bu amaçlar için isyan eden,
mücadeleye atılan insanlar olmuş ve bütün kanlı
bastırmalara karşın halk hareketi yeniden yeniden
kendi küllerinden doğarak kendisini var etmiştir.
Yani, sınıflı toplumlar tarihi, en genel anlamda
devrimler ve karşı-devrimler tarihidir. Resmi
tarih kitaplarının sayfaları arasında çoğu kez
geçiştirilen ve unutturulmaya çalışılan bu tarihin
en sihirli kelimeleri ise “ayaklanma” ya da “isyan”dır.
Elbette “isyan” kavramı da bir açıdan bakıldığında
salt kendi başına nötr bir kavramdır ve ancak
“kimin kime karşı isyan ettiği” sorusuyla birlikte
anlamlıdır. Örneğin, Franko’nun Cumhuriyetçi İspanyol
hükümetine karşı başlattığı savaş, bir karşı-devrimci
kalkışmadır; ya da Ekim Devrimi’nden sonra beyaz
orduların Sovyet hükümetine karşı giriştiği hareket
de yine bir karşı-devrimci isyandır. Ama yine
de kavramın, aynen “gerilla” kavramında olduğu
gibi derin bir büyüsü vardır ve herhangi bir yerde
işittiğimizde, çoğu kez aklımıza önce halkın,
ezilenlerin başkaldırısı gelir.
Bu genel kanı, haksız da değildir. Gerçekten de
tarih boyunca ezilenler, bıçağın kemiğe dayandığı
her noktada kendilerini bu yolla ifade etmişlerdir.
Başarıya ulaşsalar da yenilseler de yürüdükleri
yol, her zaman isyan-ayaklanma yolu olmuştur.
Yarın da temel bu gerçek değişmeyecektir. Zaman
içersinde şu ya da bu ülkede tercih edilen savaşım
biçimlerinden, devrimci stratejilerden tamamen
bağımsız olarak “isyan” ezilenlerin devrimci hareketinin
temel biçimidir. Bir başka deyişle söylersek,
herhangi bir tarihsel kesitte, herhangi bir coğrafyada
devrimci hareketin gelişme seyri nasıl olursa
olsun, her gerçek toplumsal devrim, kitlelerin
ayağa kalkarak iktidara yürüdüğü bir durumu bize
anlatır.
Bu, süreç içersinde çeşitli ülkelerde, çeşitli
devrimci deneyimler üzerinden yapılan “kent ayaklanması
(ya da genel halk ayaklanması/toplu ayaklanma)
ve halk savaşı” tartışmalarıyla ilgili bir durum
değildir. Bu kavramlar (daha sonra göreceğimiz
gibi) siyasi terminolojide özel ideolojik-politik
anlamları olan kavramlardır ve devrimci hareketin
belli bir süreçteki yol çizgisini anlatmak için
kullanılırlar. Oysa bu yollar ve stratejik kurgular
nasıl olursa olsun, devrim yine de ezilen kitlelerin
harekete geçerek iktidara el koydukları ve bu
iktidar aracılığıyla yeni bir toplumsal düzeni
inşa ettikleri bir durumdur. Devrim, kitlelerin
eseridir. Bu, boşuna söylenmiş bir söz değildir.
Eğer bir komplo ya da darbe değil de toplumsal
devrimden söz ediliyorsa, kitlelerin katıldıkları
ve kitlelerin bizzat gerçekleştirdikleri bir devrimden
söz ediliyorsa, bu temel gerçek değişmez. En genel
anlamıyla kitle hareketi yolundan gitmeyen, kitlelerin
şiddetini düzenin karşısına dikmeyen gerçek toplumsal
bir devrim yoktur ve olamaz. Şu ya da bu ülkede,
şu ya da bu yolun, örneğin gerilla mücadelesinin
temel olarak seçilmesi de bu durumu değiştirmez.
Hiçbir durumda devrim, orduların muharebe ettikleri
bir askeri karşılaşma, bir meydan savaşı değildir.
Ordular orduları yenmez, ordular dahil çeşitli
biçimlerde örgütlenmiş olan kitleler mevcut düzeni
ve onun savunucularını yenerler. Marksist-Leninist
terminolojideki gerilla ise zaten bir halk ordusudur,
halkın silahlı örgütlenmesi dediğimiz şeydir ve
dolayısıyla halk ordusunun savaşı, halkın kitlesel
hareketinin bir biçimidir. Bu savaş, hemen her
durumda kitlelerin ayaklanmalarıyla birlikte yürümüş,
onlarla birlikte zafere ulaşmıştır ama bundan
da bağımsız olarak her gerilla ocağının, her silahlı
işçi müfrezesinin bizzat kendisi, bir kitlevi
harekettir.
Bu anlamda, ilerleyen bölümlerde halk ayaklanmalarını/isyanlarını
ve devrimleri anlatırken, “ayaklanma/isyan” kavramıyla
her zaman genel olarak kitlelerin devrimci girişimlerini
kastedeceğiz; stratejik kurgulardan söz ettiğimizde
ise daha özel kavramlar kullanacağız.
b) Kölelerin Roma Kapılarındaki Öfkesi: Spartaküs
İşe biraz geriye giderek başlamak gerekiyor. Ezilenlerin
tarih boyunca kullandıkları isyan biçimlerini
süreç boyunca izlemek ve anlamak için bu zorunlu.
Ve bu geriye gidişte, belki abartılı bir yaklaşım
gibi görünebilir alma bir mihenk noktası olarak
Roma’nın belirlenmesi uygun bir tercihtir.
Büyük başın derdi büyük olur!
Roma’nın tarihte görülmüş en büyük köle ayaklanmalarına
sahne olması muhtemelen bu özdeyişle ilgilidir.
Gerçekten de Roma İmparatorluğu, köleci çağın
en olgunlaşmış devletidir. Örneğin M.Ö. 43 yılında
Roma nüfusunun yüzde 40’ı kölelerden oluşmaktadır
ve insan yerine bile konulmayan bu kadar büyük
bir kitlenin sürekli bir patlama potansiyeli taşıması
rastlantı değildir. Köleliğin zaten başlı başına
isyan nedeni olması bir yana, siyasi çalkantılar
içinde yüzen Roma’nın yaşadığı kriz de en alttakilerin
ayaklanması için gerekli zemini sağlalamktadır.
Roma tarihi zaman zaman alt tabakalardan köle
olmayan “yurttaş”ların da ayaklandıklarına tanık
olmuştur gerçi ama doğrudan doğruya köle ayaklanmalarının
en ünlüsü Spartaküs’ün başlattığıdır. En ünlüsüdür
ama ilk ayaklanma değildir. Örneğin M.Ö. 104’te
Sicilya’da patlayan büyük köle isyanı öylesine
etkilidir ki, yoksul köylülerin ve şehirli zanaatkarların
da desteğini alan köleler 7 yıl boyunca tüm adanın
denetimini ellerinde tutmuşlar ve bu arada Roma’nın
gönderdiği 4 büyük orduyu hezimete uğratmışlardır.
Sonunda Roma, adada duruma hakim olduğunda ise
20 binden fazla köle çarmıha gerilecektir.
Spartaküs ayaklanmasının büyüsü, bir adada sınırlanmayan,
doğrudan Roma’yı tehdit eden muazzam bir başkaldırı
olmasından kaynaklanır. Ellerinde silahlarıyla
bir gladyatör okulundan kaçarak dağlara çıkan
askeri yeteneklere sahip Spartaküs ve arkadaşları,
civardaki bütün çiftlik kölelerinin de katılımıyla
çok geçmeden bütün Orta İtalya’yı kontrol altına
alan 70 bin kişilik bir köle ordusu yaratmışlardı.
Belirli bir iktidar hedefi olmayan bu disiplinsiz
ordu, uzun süre civardaki zenginlikleri yağmalayarak
hüküm sürmüş, üzerine gönderilen bütün lejyoner
ordularını yenilgiye uğratmış ve artık Roma kapılarına
gelip dayanmıştı. Bu arada ele geçirilen kentlerde
de köleliğin yanında altın ve gümüş biriktirmek
de yasaklanmakta, belli bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır.
Bütün tarihsel anlatımlardan çıkarabildiğimiz
kadarıyla, Spartaküs ayaklanmasının yarattığı
şey, tipik bir halk ordusudur. Aldıkları askeri
eğitimle kendilerini Roma ordusuna benzer şekilde
örgütleyen köleler, lejyoner ordularını yenerken
de kendine özgü askeri taktikler uygulamışlardır.
Açık meydan savaşlarından kaçınarak sert ve yıkıcı
baskınlar uygulayan bu ordu, böylece çok uzun
süre Roma ordusunun “bitişik kalkan” düzeni karşısında
ezilmeden direnebilmiştir. Ancak sonuçta, doğrudan
Roma’yı hedeflemeyen, yalnızca zora sokup tehdit
eden bu ordu, ne yapacağını, nasıl bir amaçla
davranacağını net olarak bilememekte ve disiplin
bakımından da zayıflamaktadır. Tam bu noktada,
bir ayaklanma yakın tehlike haline dönüştüğünde
egemen sınıfların gösterdiği tipik refleks gündeme
gelecek ve Roma, iç çatışmalarını erteleyerek
aralarındaki en azgın ve en zalim fraksiyona inisiyatif
verecektir. Bu tarife uyan kişi ise, Roma’nın
en zengin ve en acımasız adamı Crassus’tur. Gerçekten
de savaştan kaçanları astırmasıyla ünlü Crassus,
disiplinli güçleriyle Spartaküs ordusunu önce
geriletecek, sonra da M.Ö. 71’de yenecektir. Sonuç,
altı binden fazla kölenin son savaş meydanı olan
Capua’dan Roma’ya uzanan yol boyunca çarmıhlara
gerilmesidir. Bütün ayaklanmaların temel kuralı
burada da işlemiştir: Nihai sonuca ulaşmak için
gerekli atılganlığı gösteremeyen yenilir…
c) Dinsel Motifler ve Doğu’nun Aykırı Mezhepleri…
Elbette Roma’nın köle ayaklanmaları bütün köleci
toplum sürecinin en çok bilinen ve kayıtlara geçmiş
olan isyanlarıdır. Oysa aynı süreçte Doğu dünyası
da esasen kaynayan kazan gibidir.
Ayrıca yine dinlerin ve peygamberlik kurumunun
da esasen mevcut düzene karşı ayaklanma ya da
muhalefet biçimleri olduğu söylenebilir.
Ancak dinlerden ve peygamberlerden de daha önemlisi,
etkileri yüzyıllar boyu sürerek günümüze dek ulaşan
“aykırı” mezhepler ve dini gruplar sorunudur.
Hem Hıristiyanlıkta hem de Müslümanlıkta yaygın
biçimde görülen bu durumun kökleri çoğu kez doğrudan
ya da dolaylı olarak sınıfsal ayrımlara dayanmıştır.
Bir dinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra,
duruma hakim olan kast ile çelişkiye düşen daha
dışlanmış kesimler, dinsel metinlerin ve olayların
şu ya da bu yorumundan hareketle yeni tarikatlar
kurmakta ve çoğu kez bu oluşumlar ayaklanmalara
yol açmaktadır. Dinin bir devlet biçiminde örgütlenmiş
olan hakim eğilimi, toplumsal zenginliklerin de
sahibidir ve bu noktadan sonra her muhalif hareket,
bu zenginliklerden uzak tutulan daha yoksul kesimlerin
tutumunu ifade etmektedir. Ve tabii hemen her
durumda, hakim eğilim, muhalif güçleri “dinden
sapma” ile suçlamakta ve “sapkın” olarak görmektedir.
Ortaçağda görüldüğü gibi mevcut kilise düzeni
feodalizmle özdeşleşerek büyük zenginliklere el
koyar hale geldiğinde ise bu, artık bir yoksullar
savaşı haline dönüşmekte, bir köylü hareketi niteliğine
kavuşmaktadır. Bunu az sonra göreceğiz. Aynı durumun
Doğu’daki en etkin ifadesi, eski Asya dinsel inanışlarından
gelen halkların Müslümanlığa dahil edildikten
sonra gösterdikleri direnç ve giderek bu direnç
noktasına uygun mezhepleri benimsemesidir. Muhammed
sonrası ilk ayrılığın Arap toplumu içinde patlamasına
karşın, sonradan bu çatışmadan türeyen ve giderek
bu ilk çatışmayı da aşan akımların daha çok Arap
olmayan topluluklar arasında yayılması bu anlamda
rastlantı değildir.
Örneğin Alevilik, günümüze dek akıp gelen yönleriyle
sadece “Ali’ye haksızlık” söyleminin çok ötesine
geçerek özellikle Anadolu coğrafyasını kapsayan
ve kendine felsefi, kültürel, vb. zeminler yaratan
bir harekettir. Bu akımın çeşitli kollarının hemen
her zaman şatafat ve saltanat karşısında sadeliği
ve adalet duygusunu öne çıkarması, Avrupa’daki
ilkel Hıristiyanlığa dönüş eğilimleriyle bu bakımdan
bir benzerlik göstermesi rastlantı değildir; çünkü,
sonuçta bu eğilimler ezilenlerin ve dışlananların
bağrından doğmakta ve o kesimlerin tepkilerini
ifade etmektedir.
Elbette aykırı uçlar yalnızca Alevilik inancıyla
sınırlı değildir. Müslüman dünyada “Batıni” denilen
başka “aykırı” eğilimler de vardır ve bunların
bazılarının kökleri çok daha eski tarihlere uzanmaktadır.
Sonuç olarak ağır vergiler ve yoksulluğun halkların
belini büktüğü her durumda öfke filizleri yeşermekte
ve bu biriken isyan potansiyeli kendisini dinsel
yollardan ortaya koymaktadır. Aslında bu durum
kaçınılmazdır da, feodal çağın temel bilinç biçimlerinin
tümü kendilerini dinsel formlar içinde ortaya
koymuşlardır. Henüz bilimsel düşünme biçimlerinin
ortaya çıkmadığı koşullarda, en ilerici düşünceler
kendilerini ancak o dönemin ideolojik biçimleri
altında ortaya koyabilirlerdi. Gerçekten de olan
budur; tanrıyı insanlaştırırken “cennet”i dünyevileştiren,
adaleti maddi dünya koşullarında arayan bu akımlar,
çoğu durumda daha eşitlikçi bir düzen isteğinin
somut belirtilerini ortaya koymaktadır.
Bu süreçte İslam dünyasında görülen en özgün ayaklanmalar,
ağırlıklı olarak İran civarında ortaya çıkmıştır.
6. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan ve “Tanrı
topraktan yiyeceği ve tüm gereksinimleri, halk
onları aralarında eşit bölüşsün diye yaratmıştır.
Hiçbir kimse diğerinin payından fazlasını alamaz”
felsefesine dayanan Mazdek inancı, bu ayaklanmaların
en önemli ideolojik dayanağıdır. “İnsanlar, gıpta,
azap, öç, yoksulluk, hırs gibi beş şeytan tarafından
doğruluktan uzaklaştırılır. Bunları yenmek ve
iyi bir inanç yolunda yürümek için zenginlik ortak
ve kadın-erkek eşit haklara sahip olmalı” diyen
bu inancın sahiplerinin ve bu inancı değişik biçimlerde
üreten pek çok akımın Abu Müslim’le başlayan ayaklanmalar
zinciri, 21 yıl süren Babek isyanı ile devam etmiş,
iki halifeye saltanatlarını kaybetme korkusu yaşatmış,
yüz binleri aşan büyük ordular kurmuştur. Türk,
Arap, Kürt, Bizanslı, Ermeni gibi değişik uyruklardan
komutanlar tarafından yönetilmekte olan Babek
orduları, bu süreçte Abbasi halifelerinin kuvvetlerini
defalarca yenilgiye uğratmışlardır.
Bu isyan da stratejik çizgi ve kullanılan araçlar
bakımından tipik bir halk savaşı-halk ordusu örneğini
bize verir. 816’da başlayan Babek hareketi, klasik
bir davranış olarak önce dağlık bölgelerdeki boğaz
ve geçitleri tutarak kendi gücünü büyütmüş, daha
sonra geniş bir bölgeyi ele geçirmiştir. Karargahları,
komuta kademeleri ve ele geçirilen kentlerde sivil
yaşam örgütlenmeleri vardır; yani kontrol ettiği
bölgelerde kendi yaşam biçimlerini uygulayan,
merkezi iktidara karşın “ikinci bir iktidar” yaratan
bir tarza sahiptir. Bu, daha sonraları Avrupa’da
da örnekleri görülen tipik bir tarzdır. Belli
bir alanı alternatif yaşam bölgesi olarak fethedip
inşa etmek, böylece “devlet içinde devlet” yaratarak
orayı korumak biçimindeki bu çizgi, süreç boyunca
hep görülecektir.
İsyan, nihayet Abbasi Halifesi Mutasım tarafından
bastırılmış ve sonuçta ele geçirilen Babek, bütün
organları tek tek kesilerek öldürülmüştür. Yine
de Babek Mutasım’ın önünde eğilip af dilememiştir.
Hatta rivayete göre işkence altındaki Babek, kendi
kanını yüzüne sürmekte ve bunu “yüzü korkudan
sarardı demesinler” diye açıklamaktadır.
Aynı hareketin devamı olarak 860’lardan itibaren
Hamdan Karmat tarafından güney ve orta İran’da
yaratılan Karmati hareketi ise “komünist” özellikleri
daha belirgin bir harekettir ve Irak, Bahreyn,
Suriye gibi bütün diğer bölgelere de yayılmıştır.
Önce gizli dernekler biçiminde gelişen öğreti,
daha sonra Hamdan’ın 890-891’de Karmatiler için
Küfe yakınlarında bir toplu yaşama yeri olan Dar
al-Hicra kalesini kurmasıyla bir isyana dönüştü.
Göçmenler Evi anlamına gelen kale, (daha sonraları
sahneye çıkacak olan) Hasan Sabbah’ın Alamut’una
benzer biçimde ele geçirilemez bir konumdaydı
ve içinde mülklerin ortak olduğu bir düzen uygulanıyordu.
Aynı biçimde Bahreyn Karmati devletinin başkenti
Al Ahsa’da da para yerine kurşun kuponların kullanıldığı,
iş yapmak isteyenlere devletin yer gösterip kredi
verdiği bir düzen hakimdir. Daha sonraları Selçuklu
sultanlarının yok edeceği kent, tipik bir kırsal
komün gibidir.
Zaman zaman Bağdat kapılarına dek dayanan Karmati
ayaklanmasının tarzı da dönemin askeri mantığına
uygun olarak en geride, sağlama alınmış bir derin
üs (Dar-al Hicra Kalesi ya da Al-Ahsa) ve oradan
başlayan akınlar biçimindedir. Yani pratik olarak
bir “ikili iktidar” ve “kurtarılmış bölge” durumu
en baştan mevcuttur, hareketin başlangıç noktası
böyledir. Yine büyük halk orduları kurulmakta,
karargah ve komutanlık düzenleri oluşturulmakta
ve kentleri kuşatıp düşüren bir yol izlenmektedir.
Daha sonraları, Doğu dünyasının en özgün isyan
örneklerinden olan Hasan Sabbah hareketine geldiğimizde
ise temel mantık yine değişmez. Ancak bütün diğer
ayaklanmalardan farklı bir stratejik çizgi izleyen
bu hareket, büyük ordularla kentlere saldırmak
yerine, kendi seçtiği güvenli bir mevzi olan Alamut
Kalesi’nde yuvalanmış ve burada yetiştirdiği küçük
gerilla timleriyle bütün iktidar güçlerinin korkulu
rüyası olacak bir suikastlar taktiğini uygulamıştır.
Artık söz konusu olan düpedüz bir ikinci iktidar,
hatta ayrı bir devlet düzenidir. Merkezi yönetim,
bu alternatif iktidarın varlığını bilmekte, onu
yok etmek için elinden geleni yapmakta ama hem
dönemin askeri imkanlarının kısıtlılığı, hem de
Sabbah’ın ustalıklı yönetimi nedeniyle bunu gerçekleştirememektedir.
Klasik deyimle söylersek, bu tam bir “denge” durumudur.
1090 yılında başlayan ve genel olarak İsmaililer
diye bilinen bu hareket, Sabbah’ın ölümünden sonra
da devam etmiş, bütün kaledekilerin kılıçtan geçirildiği
1256’ya dek sürmüştür. Sünni tarihçiler tarafından
üzerine çeşitli spekülasyonlar üretilse de Sabbah’ın
Alamut’ta kurduğu düzenin tipik ortaklaşmacı-eşitlikçi
özellikler gösterdiği kabul edilmektedir. Hareket,
sonuçta bir iktidar değişikliği yaratamamıştır
ama ezilenlerin, emekçilerin egemen sınıflara
karşı yürüttüğü gerilla savaşının tarihsel olarak
en yetkin, en sistematik ilk uygulaması diyebileceğimiz
bir savaş düzenini yaratmış, hatta bu süreçte
Selçuklu baş veziri Nizam-ül Mülk dahil birçok
devlet adamının ortadan kaldırılması bağlamında
silahlı propagandanın ilk örneklerinden birini
gerçekleştirmiştir.
d) Ortaçağ Avrupa’sında Köylü Ayaklanmaları…
Doğu’daki gezintimize bir süreliğine ara verip
Batı’ya, Avrupa’ya doğru baktığımızda ise yaklaşık
olarak aynı şeyleri görürüz. “Aykırı” mezhepler
ile zulme karşı ayaklanmaların en tipik örnekleri
Ortaçağ Avrupası’nda yaşanmıştır.
Özellikle Engels’in özel olarak incelemiş olduğu
Almanya, bu bakımdan önemlidir.
16. yüzyıl başında Almanya’nın düzeni, Engels’in
deyimiyle bütün yükün köylünün boynuna asıldığı
korkunç bir sömürü ve baskı düzeniydi. Bu düzen
içinde bir yandan kapitalizmin filizleri doğarken,
diğer yandan kilisenin soyguncu düzeni devam ediyor,
ağır vergiler ve angaryalar altındaki köylülerin
hayatı giderek dayanılmaz hale geliyordu. O günün
koşullarında sınıfsal piramidin en altında gerçekten
de “tanrının bile unuttuğu” büyük köylü yığınları
vardı.
Bu koşullar altında kilisenin alt tabakası olan
köy papazları ve vaizlerin gitgide halk temsilcileri
haline geldikleri özgün bir durum ortaya çıkmaktaydı.
Zayıf burjuva muhalefet etkisizdi, köylüler ise
Engels’in dediği gibi “kendilerini ezen boyunduruk
altında dişlerini gıcırdatsalar da” ayaklanamıyor;
“dağınıklıkları, ortak bir anlaşmayı son derece
güçleştiriyordu.”
Bu koşullar altında Luther’le başlayan yenilikçi
dinsel hareket, yine onun tarafından gericiliğe
doğru sürüklendiğinde yoksulların kilisesini kurmak
Tomas Münzer’e kalmıştı. Daha doğrusu Luther,
katı kilise düzenine karşı halkın tepkilerinin
kapısını şöyle bir aralayıp geriye çekildiğinde,
Münzer ve çoğu sonradan ayaklanma lideri olacak
olan yerel papazlar, sorunun tam da merkezindeydiler.
Yine isyancılığı yüzünden idam edilmiş bir babanın
oğlu olarak 1498’de dünyaya gelen Münzer, ilkel
Hıristiyanlığa geri dönüş amacıyla gizli dernekler
kurmaya başladığında köylüler, yoksullardan yana
bir dini görüşü benimsemeye hazırdılar. Münzer’e
göre, Tanrının krallığı, sınıf ayrılıklarının
olmadığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı, topluma
yabancı devlet iktidarının olmadığı bir toplumdu.
Şöyle diyordu Münzer: “Tefeciliğin, hırsızlığın
ve eşkıyalığın batağı, tüm canlı varlıkları: sudaki
balıkları, gökteki kuşları, toprak üzerindeki
bitkileri kendi mülkleri yapan prensler ve beylerdir.
Sonra da, yoksullara: çalmayacaksın! buyruğunu
vaaz ederler, ama kendileri, ellerine düşen her
şeyi kapar, köylü ve zanaatçının iliğini sömürürler…”
Engels’in de belirttiği gibi bu, henüz filizlenme
halindeki komünist fikirlerin o çağdaki mümkün
olan ifade biçimleriydi. Ve en önemlisi de bu
fikirler, yoksul köylülerin genel ruh halinin
tam bir ifadesiydi. Bu yüzdendir ki, koca bir
16. yüzyıl, Münzer’e bağlı olan ya da olmayan
yüzlerce köylü ayaklanmasına tanıklık etmiştir.
Bu süreçte köylülerin hatırı sayılır ordular kurup
kentlere ve prenslerin ordularına saldırdıkları,
kendilerine özgü bayraklar ve devletler yarattıkları
o kadar çok ayaklanma vardır ki, saymak bile mümkün
değildir. Eninde sonunda prenslerin vahşi orduları
tarafından tam bir kasaplıkla bastırılan ve “reformcu”
Luther’in “öldürün bu hayvanları!” diyerek katliamlara
ışık yaktığı bu ayaklanmalar, yüz yıl boyunca
Avrupa’yı bir başta bir başa sarsmıştır. Macaristan’dan
Çekoslovakya’ya, Fransa’ya dek yüzlerce isyan
şatoları yıkmış, buna karşın da ağaç dalları salkım
salkım asılan isyancı köylülerin cesetleriyle
dolmuştur. 1525 yılının Nisan ayı başında başlayan
genel ayaklanma ise bunların en büyüğüdür. Münzer,
tarihi kararlaştırılmış bulunan bu genel ayaklanmadan
da önce 17 Mart 1525’te Mulhausen’de ayaklanarak
yönetimi ele geçirmiş ve kendi ortaklaşacı düzenini
kurmaya başlamıştır. Bu arada prensler de kendi
aralarındaki çekişmeleri sonlandırıp büyük bir
ordu kurma hazırlığındadırlar. Bir dizi yenilgiden
sonra yine Roma’daki Crassus örneğinde olduğu
gibi içlerinden en vahşi olan fraksiyona inisiyatif
veren prensler, böyle bir orduyu da sonunda kuracaklardır.
Sonuçta Münzer’in yaşadığı şey, Engels’in de dediği
gibi “aşırı bir parti önderinin başına gelebilecek
en kötü şey”dir; yani tarihsel koşulların ve temsil
ettiği sınıfın olgunlaşmadığı bir zamanda iktidara
yürümek…
Bunun sonucu ise, doğal olarak daha disiplinli
ve büyük bir orduyla yürüyen ve bu arada isyancı
güçleri bölmek bin türlü dalavere çeviren prens
ordularının zaferi olacaktır. Avrupa’nın bir çok
yerinde yaşanan kader, sonunda Münzer’in de başına
gelmişti. İlk yenilginin ardından Schlachtberg
diye bilinen bir tepede barikat kuran Münzer güçleri,
teslim olmayı reddettiler ama neredeyse silahsızdılar.
Bir gün içinde prensler, beş bin köylüyü boğazladılar.
Bu, tabii ki yine de düşük bir rakamdı. Daha bir
yıl önce Yukarı-Macaristan’daki tek bir ayaklanmada
60 bin köylü darağacına çekilmişti.
Ve tabii, söylemeye bile gerek yok; bütün isyancı
liderler gibi Münzer’de işkence edilerek başı
kesilirken inançlarından taviz vermedi.
Böylece, 1525 ayaklanmaları yüz binlerce köylünün
canına mal olarak sona ererken, aslında bu türden
halk ayaklanmalarının bir tarihsel dönemi -en
azından Avrupa için- sona ermiş oluyordu.
Bu dönemin karakteristik özelliklerinden biri,
gelecekte yeni bir sınıfın ayaklanmalarıyla sarsılacak
olan kentlerin şimdilik işe karışmaması, hatta
durumu korkuyla izliyor olmasıdır. Şimdilik işler,
kırlarda yürümektedir ve olan şey, korkunç bir
zulüm altında inleyen köylülerin büyük öfkesinin
patlamalarıdır.
Bu ayaklanmaların bir başka karakteristik özelliği
de, ayaklanma önderlerinin karşı tarafa “nihai
saldırı” yapacak güç ve organizasyonda ordular
kurmak yerine, ki bu köylülerin dağınıklığından
ötürü olanaksızdı, çoğu kez kendilerine bir kenti
ya da bir bölgeyi mekan olarak belirleyip orayı
savunmalarıdır. Çoğu örnekte önderler, ayaklanma
fikirlerinin en güçlü olduğu bir bölgeyi ele geçirmekte,
orada bir tür bağımsız yönetim, hatta bir tür
“devlet” ilan etmekte, halkın silahlı güçlerini
de mümkün olduğunca organize ederek isyanı genişletmeyi
düşünmektedirler. Böylece varmak istedikleri nihai
amaç konusunda hem önderlerin, hem de köylü kitlelerinin
zihni bulanıktır. Zaten bütün Almanya’yı kapsayan
bir ayaklanma hareketi de hiçbir zaman mümkün
olmamıştır. İşin doğrusu zaten ortada “bütün Almanya”
diye bir şey de yoktur! Söz konusu olan daha çok
prensliklerdir. Ve tabii bu savunmacı bulanıklık,
çoğu kez bulundukları bölgeyi de onlara mezar
yapmaktadır; kuşkusuz uzun bir süre prenslerin
yüreklerine korku saldıktan sonra!
Ama sonuçta, ne olursa olsun, Avrupa köylü ayaklanmaları
fırtınasının geleceğe büyük dersler bıraktığı
kesindir. Birkaç yüzyıl sonra gelecek olan burjuva
devrimleri dizisi, onların bu cüretkarlığını bir
temel olarak alacaktır.
e) Adalet Davasının Yüzlerce Yıllık Ateşi:
Anadolu İsyanları
Bu arada, en eski Batınilerden gelen ve süreç
içersinde aslında hiç kırılmayan zincir, 1200’lerden
itibaren Anadolu’yu yeniden sarsmıştır. 1240’lardan
başlayıp 1600’lere kadar gelen büyük ayaklanmalar
zinciri, (aralarından bazı paşaların çıkar yüzünden
çıkardığı isyanları ayıklarsak eğer) tipik köylü
ayaklanmalarıdır. Ve bu isyanlar da tıpkı Alman
köylü hareketleri gibi, yoksullardan oluşan devasa
halk ordularına dayanmakta, tıpkı Almanya’daki
gibi belli bölge ve şehirleri işgal ederek işe
başlamaktadır.
Bu dönemde Selçuklu ve Osmanlı’nın zulüm ve sömürü
düzeninin yarattığı tepkiler hemen her durumda
Sünni azınlığın baskısıyla birleşmekte ve isyanlar
çoğu kez Alevi dinsel anlayışının etkisi altında
gerçekleşmektedir. Bu anlamda Alevilik, genel
olarak Münzer’in ilkel Hıristiyanlık tezlerine
yakın durmaktadır, ama bu arada bu çerçeveden
de daha ileri giderek ilkel komünist düşüncelere
yaklaşan Bedreddin gibi örnekler yok değildir.
1240’ta Baba İlyas ve Baba İshak tarafından başlatılan
ve Amasya, Kırşehir, Sivas, Adıyaman ve Malatya
yörelerini kapsayan büyük Babailer ayaklanması
böyledir. Ayaklanma öylesine büyüktür ki, defalarca
yenilgiye uğrayan Selçuklular sonunda Hıristiyan
Frank askerlerini devreye sokarak bu işten kurtulabilmişlerdir;
çünkü her savaşta Selçuklu askerlerinin yarısının
Babailer safına geçmesi bir gelenek olmuştur.
Babai ayaklanması tipik bir köylü ayaklanmasıdır;
Baba İshak’ın işaretiyle daha ilk anda 50 bin
kişilik gücün bir araya gelmesi ve “... karınca
ve çekirgeler gibi hemen ayaklanarak sözleştikleri
gün ve saatte isyan bayrağını” kaldırmaları, Anadolu’da
daha sonra da sık tekrarlanacak bir örgütlenme
geleneğidir. Ve yine çoğu isyanda olduğu gibi
bu olayda da çeşitli ulus ve dinlerden insanlar
yer almaktadır; ayaklanmacıların çoğu kez aileleriyle
birlikte savaşmaları da başka bir gelenektir.
Kayıtlarda geçtiği haliyle, eyleme Türkmenlerin
dışında “... her ulustan katışanlar vardı. Din,
ulus ayırt etmeksizin sürüler bir yere gelmişler”di.
Sonunda Babailer, artık Konya üzerine yöneldiklerinde
sultan Keyhüsrev, Frank askerlerinin öncülüğünde
60 bin kişilik bir kuvvet kuracak ve hareketi
ancak böyle ezebilecektir.
1511 ve 1512’de ardı ardına patlayan Şahkulu ve
Nur Ali Halife ayaklanmaları da büyük halk hareketleridir.
Antalya, Burdur, Isparta, Kütahya civarında harekete
geçen Şahkulu, büyük Osmanlı güçlerini bozguna
uğrattıktan sonra Sadrazam Ali Paşa’nın güçlerine
yenilmiş; Amasya, Tokat, Çorum, Yozgat yörelerini
ayaklandıran Nur Ali Halife ise daha kısa sürede
yenilgiye uğramıştır. Savaşın sonunda galip gelen
Osmanlı paşası, adet olduğu üzere Nur Ali’nin
kellesini ve 600 isyancının kesilmiş burnunu İstanbul’a
armağan olarak gönderecektir! Bu arada, daha sonraları
bir dizi ayaklanmaya (Celali ayaklanmaları) adını
verecek olan Bozoklu Celal de yine bir Türkmen
dervişidir ve onun Tokat-Turhal’daki ayaklanması
da büyük başarılar sağladıktan sonra 1518’de büyük
bir katliamla bastırılabilmiştir.
Sivas, Tokat, Kayseri ve İçel hattında gelişen
ve ağır vergilerin kaldırılması talebiyle hareket
eden Baba Zünnun ayaklanması da bir başka büyük
isyandır ve 1525’te bastırılmıştır. Sivas’ı ele
geçiren ve üzerine gelen bütün Osmanlı güçlerini
ezerek ilerleyen Zünnun kuvvetleri sonunda ancak
birkaç beyliğin askerlerinin bir araya getirildiği
bir ordu tarafından durdurulabilmiştir. Bunun
hemen ardından 1527’de harekete geçen Kalender
Çelebi, kısa bir zamanda Osmanlı baskısı ve zulmünden
bıkan, yoksul Alevi-Sünni Türkmen köylülerini,
küçük toprak sahiplerini, topraksızları, kentli
ve kasabalı yoksul kesimi, Dulkadırlı Türkmenleri,
tımar sahiplerinden 30 bin kişiyi etrafında toplamayı
başarır. Osmanlı tarihçilerinin anlatımıyla Kalender
Çelebi, “o kadar güç ve itibar kazanmış, o kadar
kalabalık bir topluluğun başı olmuştur ki, böylesi
şimdiye dek hiçbir asiye nasip olmuş değildir.”
Ayaklanmaya bastırmak için harekete geçen Sadrazam
İbrahim Paşa’nın kuvvetleri de ağır bir yenilgiye
uğradığında artık Kalender kuvvetleri 40 binin
üzerindedir ve ayaklanma yayılmaktadır. Sonunda
Osmanlı rüşvetle bazı beyleri satın alarak onu
yalnız bırakmayı başarır ve Kalender Çelebi, yanında
kalan adamlarıyla Nurhak dağlarına çekilir. Burada
Osmanlı kuvvetleriyle tekrar vuruşur ve zafer
kazanan Osmanlı güçleri hepsini kılıçtan geçirir.
Kellesi de bizzat Kanuni Sultan Süleyman’a armağan
olarak gönderilir.
Ve kuşkusuz bütün bunlar ayaklanmaların en çok
bilinenleridir. Örneğin Adana-Tarsus bölgesinde
sadece ırgatlara dayanan Veli Halife ayaklanması
ve “Celaliler” diye bilinen başka bazı isyanlar
da en az diğerleri kadar önemlidir.
Ama herhalde bütün bu süreçteki ayaklanmaların
en önemlisi ve Tomas Münzer hareketine en çok
benzeyeni Şeyh Bedreddin hareketidir. Mısır’da
iyi bir medrese eğitimi alan ve Ortadoğu’nun neredeyse
tamamını gezmiş olan Bedreddin’in en önemli özelliği,
her şeyden önce Münzer gibi ilkel komünist fikirleri
dini düşüncelerle ifade etmesiydi. Birçok Osmanlı
ve Bizans tarihçisinin nefretle ifade ettikleri
gibi Bedreddin ve yandaşları malların ortaklığını
savunuyorlar ve tanrının adaletinin yeryüzünde
kurulabileceğini düşünüyorlardı. Bizans tarihçisi
Dukas’ın anlatımıyla Börklüce Mustafa, “yalnızca
giyim, yiyecek, vb. gibi malların değil; araba
ve atların da ortaklaşa kullanılmasından yana”dır.
Ayrıca, Bedreddin’in Alevilikle doğrudan bağları
da şüpheli görünmektedir; dahası bu hareket çeşitli
din ve milliyetlerden yoksul köylüleri de kapsamaktadır.
Bedreddin hareketin bir başka önemli özelliği
ise ilk kez Osmanlı devlet görevlilerinden birinin
önderliğinde gelişmesi ve doğrudan merkezi otoriteye
yönelmesidir. Yıldırım Beyazıt’ın oğlu ve meşru
veliaht olan Musa Çelebi’yi etkileyen Bedreddin,
üç yıl onun kazaskerliğini yapmış ve bu arada
görüşlerini yaymıştır. Daha sonra Musa Çelebi
öldürüldüğünde ise, bu kez bizzat kendisi bir
ayaklanma örgütlenmeye girişmiştir. Müritlerinden
Börklüce Mustafa’nın Aydın’da, Torlak Kemal’in
ise Manisa dolaylarında 1416’da başlattığı ayaklanmalar
sürecinde Bedreddin de Sinop üzerinden Kırım’a
ve oradan da Rumeli’ye geçer. Bu arada Börklüce,
Karaburun taraflarında beş bin isyancıyla ayaklanmayı
sürdürmekte ve üzerine gelen Osmanlı güçlerini
bozguna uğratmaktadır. Sonunda, Çelebi Mehmed,
Veziri Azam Beyazıd Paşa komutasında büyük bir
gücü Börklüce’nin üzerine gönderecek ve isyancıların
tümü kılıçtan geçirilecektir. Börklüce, çarmıha
gerilerek öldürülmüştür. Yalnızca isyancıları
değil, tarihçilere göre Beyazıd Paşa “yolda rast
geldiği ihtiyar ve çocukları, erkek ve kadınları,
yaş ve cins farkı gözetmeksizin, merhametsizce
kılıçtan geçirmekte”dir.
Daha sonra ise Manisa’ya yönelen ordu, üç bin
kişilik Torlak Kemal hareketini de kanlı biçimde
bastırmış ve Kemal’i Manisa’da asmıştır. Ve nihayet
Osmanlı, Deliorman’da bulunan Bedreddin’i teslim
alarak uydurma bir yargılamayla Serez’de asacaktır.
Olayların seyrinden anlaşıldığı kadarıyla Bedreddin
de tıpkı Münzer gibi, bilge bir ajitatör ve zeki
bir düşünürdür; ama askeri bakımdan yetenekli
olmasına biraz da geldiği eğitim düzeni uygun
değildir. Alman ayaklanmalarında da örneğin Yoksul
Konrad gibi başka bazı önderlerin daha usta taktikçiler
olduğuna tanık olunmuştur.
Genel olarak bakıldığında Anadolu isyanlarının
en temel özelliklerinden birincisi, çağın koşullarına
uygun olarak dinsel motifleri kullanması ama bunun
ardında zulme karşı nefreti ve eşitlikçi düşünceleri
barındırmasıdır. Bu düşünceler sayesindedir ki
onlar çoğu kez klasik Alevi motiflerini de aşmakta,
Sünnilerden ve hatta bazen Hıristiyanlardan da
yoksul köylüleri saflarına kazanmaktadırlar.
İkincisi, bu isyanlar da tıpkı Avrupa’daki benzerleri
gibi esas olarak kır hareketleridir ve çoğu kez
aileleriyle birlikte savaşan büyük köylü kitlelerini
gezgin halk orduları ya da büyük çeteler gibi
örgütlemektedir. Merkezi otoritenin asla denetleyemeyeceği
geniş kırlık alanlarda “karınca sürüleri gibi”
bir araya gelen ve uzun süre hazırlanma şansını
bulan bu ayaklanma grupları daha sonra başka yörelere
ve en zayıf görünen kentler üzerine yönelmektedir.
Bazı ayaklanmaların bugünkü ulaşım koşullarında
bile birbirlerine oldukça uzak sayılabilecek yöreleri
kapsaması, isyan ordularının merkezi otorite tarafından
engellenmeden Anadolu’nun bir ucundan öbürüne
geniş yaylar çizerek ulaşabildiklerini göstermektedir.
Zaten, üçüncü bir özellik olarak sayılabilir;
merkezi otorite de özellikle kendi içinde problemli
ve zayıf olduğu dönemlerde olaya ancak isyanın
büyüme ve olgunlaşma evresinde müdahale edebilmektedir.
Bir araya gelen, örgütlenen, karargahlar kuran
isyan orduları, İstanbul’a yürümeyi aklına bile
getirmeden uzunca bir süre en sağlam bölgelerde
faaliyet göstermekte, daha sonra gücünü büyüterek
bazı önemli kentleri ele geçirmekte ve nihayet
merkezi ordu üzerine geldiğinde de en elverişli
konumlarda savaşarak zaferler kazanmaktadır. İsyan
ordularının çoğu kez doğrudan savaş yöntemiyle
değil de nifak ve içten parçalama yoluyla çökertilmesi
bu bakımdan rastlantı değildir. Çünkü bu ordular
yerel zemine yaslanmaktadır ve kendi istedikleri
koşullarda savaşmaktadırlar.
Ve nihayet dördüncüsü, bütün bu ayaklanmalar,
asla bütün Anadolu’yu kapsayan bir nitelik göstermemekte
ve en iyi durumlarda bile belli yörelerin çerçevesini
aşamamaktadırlar. Bu da köylü hareketinin en tipik
özelliklerinden biridir.
f) Askeri Düzeni Bozan Bir Deneyim: Amerikan
Bağımsızlık Savaşı
Kronolojik olarak kent ayaklanmalarının bir öncesinde
yer alan ama klasik köylü isyanları kategorisine
de girmeyen özgün bir olgu olarak Amerikan Bağımsızlık
Savaşı ise, tarihsel öneminin yanında Engels’in
çok iyi tanımladığı gibi savaş taktikleri açısından
önemlidir. Gerilla, belki tarihte ilk kez olmuyordu
ama bu savaşta ne kadar düzen bozucu bir rolünün
olduğu kanıtlandı. “Amerikan bağımsızlık savaşı
patlak verdiği zaman” diyor Engels, “iyi talim
görmüş paralı askerler, karşılarında birdenbire,
belki talim yapmasını bilmeyen, ama bir o kadar
iyi ateş eden, çoğu kez ellerinde attığını vuran
karabinalar bulunan ve kendi öz amaçları için
savaşan, yani savaştan kaçmayan asi çeteler buldular.
Bu asiler, İngilizlere, kendileriyle açık alanda,
savaş teşrifatının tüm geleneksel kurallarına
göre, savaşların ünlü ağır adımlı menuet dansını
(İngiliz ordusunun savaştaki ritmli yürüme düzeni)
oynama zevkini tattırmadılar; düşmanı, uzun yürüyüş
kollarının, dağınık ve görünmez avcıların ateşi
karşısında savunmasız kaldıkları sık ormanlar
içine çektiler; dağınık düzen durumunda, alanın
en küçük koruluğundan, düşmana zarar vermek için
yararlanıyor, ve buna karşılık, büyük hareketlilikleri
sayesinde, büyük yığınları bakımından her zaman
düşman saldırısı dışında kalıyorlardı. Dağınık
avcıların, daha bireysel ateşli silahların kullanılmaya
başlanması sırasında bir rol oynamış bulunan ateşi
ile savaş, burada, kendini, bazı durumlarda, özellikle
gerilla savaşında, saf düzeninden üstün olarak
gösterdi.” (Anti-Dühring)
Bu çok önemliydi, 1775-1783 yılları arasında Birleşik
Krallık ve Kuzey Amerika’daki Onüç Koloni arasında
geçen savaş, gerçi sonuçta General Washington
komutasında düzenli Amerikan ordusunun zaferiyle
sonuçlandı ama ilk başlangıçta Fransızların da
desteklediği Amerikan kuvvetleri eyalet milisleri
ve çiftçilerden oluşuyordu. Zaman zaman tipik
gerilla taktikleriyle savaşan bu güçler, klasik
savaş düzenini alt üst ettiler ve daha sonraları
düzenli ordulara dönüştüklerinde de bu taktiklerden
yararlandılar. Örneğin Amerikan ordusunun en zor
duruma düştüğü zamanda General Washington’un 1776
Noel akşamında Delaware Irmağı’nı geçerek düzenlediği
baskın, tipik bir avcı taktiğiydi.
Sonuçta, 25 Kasım 1783’te son İngilizler New York’tan
ayrıldıklarında gerçekleşen şey tabii ki bir halk
ayaklanmasının zaferi değildi. Ama böylece bir
yandan dünya tarihinin önemli bir sayfası açılıyor;
diğer yandan da büyük düzenli ordulara karşı düzensiz
savaş taktiği ciddi bir deneyim olarak halkların
belleğine kazınıyordu. Yaklaşık iki yüzyıl sonra
Vietnam ormanlarında gerilla tarafından biçilen
Amerikan askerlerinin aslında bu duruma çok da
şaşırmamaları gerekirdi!
g) Modern Dünyanın Kapısı: 1789 Paris…
Ve işte nihayet… 1789 Paris’i…
Kölelerden ve köylülerden sonra, geniş ve sonsuz
kırlardan sonra ilk kez kentler ve sokak savaşları…
Bütün insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden
biri olan 1789 Fransız burjuva devrimi, aynı zamanda
bir ayaklanma klasiğidir. Bu devrim, kuşkusuz
daha sonraki işçi ayaklanmalarına ilham kaynağı
olan büyük bir deneyim olmuştur.
Feodal üstyapı ile kapitalist üretim ilişkilerinin
girdiği çelişki ve devrimin bütün diğer sosyal-ekonomik
sebepleri, bu arada Aydınlanma gibi muazzam düşünsel
sıçramalar kuşkusuz başka yazılarda ayrıntılı
olarak incelenebilir. Ancak, devrimin izlediği
pratik yol haritası bakımından olguyu incelediğimizde
karşımıza çıkan şey, kırlarda ve şehirlerde büyük
bir nefret dalgasıyla başlayan geniş bir ayaklanmadır.
Tarihsel sebeplerin yanında derin bir mali krizin
de eşlik ettiği genel yoksullaşma olayları tetiklemiş,
devrimin siyasetçilerinin, yani Jacoben kulüplerinin
harekete geçirdiği kitleler Paris’te ve taşrada
büyük bir ayaklanmaya girişmişlerdir. Söylemeye
bile gerek yok ki, 1789 devrimi, esasen önderliği
ve nihai amacı, niteliği bakımından burjuvadır;
yoksa ayaklanmanın bütün aşamalarında sokaklarda
olan, devrim için kanını döken, emekçi halktan
başkası değildir.
Ve en önemlisi de, kırlardaki ayaklanmalar da
devrimde belli bir rol oynamakla birlikte artık
önümüzdeki olgu ağırlıklı olarak kentlerle ilgilidir.
Son üç yüzyıl boyunca büyük kentleri yaratan ve
sanayileşme yoluyla durmadan büyüten burjuvazi
böylece bir devrim odağı da yaratmış oluyordu.
Devrimin ilk adımını atarak Bastille hapishanesini
basanlar, orta burjuvaların önderlik ettiği şehirli
“baldırı çıplaklar”dan başkası değildi. Daha sonraları
başka ülkelerde de aynı ayaklanma kuralı işleyecektir:
En nefret edilen, halka en çok acı çektiren kuruma
yönelmek, önce orayı yakıp yıkmak!
Kuşkusuz Fransız Devrimi, daha sonra zikzaklar,
iniş çıkışlar ve ileri-geri adımlardan oluşan
pek çok aşamadan geçti.
Bir anlamda devrim, 1830’lara, hatta 1848 ayaklanmalarına
dek devam eden bir süreç yaşadı. Bu süreçte Paris
sokakları sık sık barikatlara tanık oldu, en büyük
devrimci şiddet dönemleri de, kralcılığa geri
dönüşler de, kenti bir baştan bir başa sarsan
olaylar dizisi olarak aynı süreçte yaşandı. Devrimin
üç büyük partisi, Jirondenler (tutucular), Jacobenler
(radikaller) ve Anayasacılar, birbirlerinin ardı
sıra gelip sahneye çıktılar. Marks’ın deyimiyle
bu üç partinin her biri sırasıyla “devrimi kendisinin
artık arkasından gidemeyeceği yere kadar” götürdü,
bu noktadan sonra ise nöbeti (öncülüğü) o zamana
kadar onu izleyen en gözü pek müttefik devraldı.
Ve tabii her seferinde de giyotin iş başındaydı.
Ama sonuçta, bütün bu gelişmelerin çözümlenmesi
bir yana, 1789’la başlayan büyük burjuva devriminin
en önemli yönlerinden biri, kırlarda patlayıp
sönen köylü isyanlarının yerini artık kentleri
esas alan ve doğrudan merkezi politik sonuç yaratan
ayaklanmaların almasıydı. 16. yüzyılın umutsuz
köylü çırpınışları, artık tarihe gömülmüştü; artık
sahnede başka güçler, şehirliler vardı ve üstelik
sahnenin kendisi de değişmişti.
Ama yine de henüz bir sonraki aşamaya geçilmiş
değildi. Sokakta olan kalabalıklar, henüz “genel
olarak” halk denilebilecek karmaşık, çok sınıflı
bir topluluktu. Burjuvalar, küçük zanaatkarlar,
işçiler, lümpen proletarya… “Özgürlük, Eşitlik,
Kardeşlik” üçlemesi, içine her şeyin sığabildiği
geniş bir havuz gibiydi ve henüz modern çağın
son kavgasının tarafları tarih sahnesinde kendi
gerçek bayraklarıyla yer almıyorlardı.
Ama çok değil, daha elli yıl geçmeden Avrupa bir
kez daha, bu kez proletaryanın darbeleriyle sarsılacaktır.
Artık, üç renkli bayrakların yerini işçi sınıfının
kızıl bayrağı almakta, “kimin için özgürlük”,
“kimin için eşitlik”, “kimin için kardeşlik soruları”
kent meydanlarında, barikatlarda sorulmaktadır.
Sahne, yine aynı sahnedir evet, ama bu kez başrolde
olan tarihin gördüğü en devrimci sınıftır…
h) Gerçek Aktörün Sahneye Çıkışı: 1848 Devrimleri
“Karşılayalım bu kana susamış mezbaha cellatlarını
/ Öyle bir mezar kazalım ki onlara Paris’te /
Tiranlara yaraşsın / Kum ve kaldırım taşlarından
oluşturacağımız bu yığınlar / Can çekişen düşmana
mezar olsun…”
23 Şubat 1848 gecesi Paris’in emekçi mahallelerinde
barikatlar kurulurken bu şarkı söyleniyordu.
Yine Paris, yine barikatlar, ama bu kez kızıl
bayraklar…
Marx, 1789’dan beri gerçekleşen Fransız burjuvazisinin
devrimlerinin hiçbirinin “düzene karşı bir suikast”
olmadığını, hepsinin de düzeni (sistemi) ve işçilerin
köleliğini olduğu gibi bıraktığını söylüyordu.
Bu devrimlerle birlikte değişen tek şey “sınıf
egemenliğinin siyasal biçimi” idi. Ona göre sistemi/düzeni
hedef alan ilk ayaklanma 22 Haziran 1848 Paris
işçi ayaklanmasıdır.
Gerçekten de bu kez sahnede kızıl bayraklar vardır…
Ve bayrakları tutanlar, 1789’da olduğu gibi “genel
olarak halk” değil, proletaryanın ta kendisidir.
1830’lardan sonra yalnızca Fransa değil, bütün
Avrupa bir ekonomik bunalımın içindeydi. Bir yandan
üretim olağanüstü düzeyde artıyor, yeni makineler
üretime dahil oluyor, 1845’te büyük işletmelerde
çalışan Fransız işçilerin sayısı bir milyonu aşıyordu.
Örneğin sadece kömür madenlerindeki işçi sayısı
bile 1831 ile 1847 arasında 15 binden 35 bine
fırlamıştı. Ama öte yandan, ücretler dibe vurmakta,
fiyatlar artmakta ve kadın çocuk emeği korkunç
biçimlerde kullanılmaktaydı. Grev ve sendika ise
tümüyle yasaktı.
Paris ayaklanması doğrusu biraz garip bir noktadan
başladı. Bütün siyasal gösteriler yasaklandığı
için muhalefet o günlerde büyük çadırlarda binlerce
insanın katıldığı ziyafetler dizisi örgütlemeye
başlamıştı. 1847 yılının yaz ayından kışa dek
70 ziyafet düzenlenmişti ve tümü de gösteri havasındaydı.
22 Şubat akşamı yapılacak olan son ziyafet ise
yasaklanmasına karşın gerçekleştirildi ve büyük
bir yürüyüşe dönüştü. Sonuç, o gün için iki işçinin
ölümüydü. Gece artık halk silah dükkanlarını yağmalıyor,
karakollara saldırıyordu. 23 Şubat sabahı ise,
istasyon, postane, emniyet müdürlüğü silahlı işçiler
tarafından ele geçirilmiş, barikatlar kurulmuştu.
Öğleye doğru ulusal muhafızlar da işçiler katıldı.
24 Şubatta ise kral Louis Philippe, ülkeyi terk
etmiş ve saraya giren halk onun tahtını yakmıştı
bile.
Paris’teki hareketin başını orta burjuvazi ve
işçi sınıfı çekiyordu ama olan şey esas olarak
bir işçi ayaklanmasıydı. Oluşan yeni geçici hükümet
de bu bileşimi yansıttı; ama burjuvaların egemenliğinde…
Bundan sonraki süreç, artık burjuvaların işçi
sınıfını ve sosyalistleri kenarda tutmak istediği,
buna karşın işçilerin de hemen her dönemeçte ortaya
çıkıp duruma müdahale ettiği bir karşılıklı adımlar
dizisidir. Örneğin “çalışma hakkı” isteyen işçiler
oyalanmaya başlayınca durum sokağa çıkıyorlar;
ya da “kızıl bayrağın ulusal bayrak olması”talepleri
oyalanınca yine aynı şeyleri yapıyorlardı. İşçilerin
bu kez dalaverelere karnı toktu. Örneğin 25 Şubat
günü Paris proletaryası adına Raspail, Belediye
Sarayı’na gidip, iki saat içinde cumhuriyet ilen
edilmezse 200 bin kişiyle geri geleceğini söylediğinde,
burjuvazi çaresizce cumhuriyeti ilan ediyordu.
Ancak öte yandan burjuvalar, Mart ve Nisan boyunca
güçlerini toparlıyorlar, bir yandan işçilerin
etkinliğini kırmak için çaba gösterip çalışma
yaşamı için kurulan komisyonu göstermelik hale
getirirlerken, diğer yandan da işçi sınıfının
sokaktaki bu etkinliğinin bir korkunç tehlike
olduğu konusunda orta sınıflarda genel bir kanı
yaratmaya çalışıyorlardı. Buna karşın, işçi sınıfı,
süreç boyunca bütün enerjisiyle, barikatları kurmaya
her an hazır olarak ayakta kaldı ve bu arada iş
gününün kısaltılması, ulusal atölyelerin kurulması
gibi önlemleri de zorla aldırabildi. Mart günlerinde
ulusal muhafızlar saf değiştirip burjuvazinin
hizmetine girdiğinde de işçiler bir gecede 150
bin kişilik kalabalıklarla tepkilerini koyabiliyorlardı.
Bu arada köylüleri de yedekleyen burjuvazi seçimleri
kazanıyor, böylece oluşan kurucu meclis ise ulusal
atölyeleri kapatırken sosyalistlere karşı tutuklamalara
başlıyordu. Artık köprüler atılmıştı ve burjuvazi
kitleleri bir ayaklanmaya kışkırtıyordu.
Zaten Haziran ayında işçilerin başka bir çaresi
kalmamıştı. Barikatlar yeniden kurulmaya başlandı
ve aldatılmış kitleler sokağa döküldü. 25 Haziran
günü, düzenin kasabı general Cavaignac, 50 bin
asker ve toplarla barikatlara saldırdı. 26 Haziran’da
ise sağ kalanla kılıçtan geçiriliyordu. Binlerce
işçi katledildi, on beş bini tutuklandı.
Marks’ın dediği gibi Paris artık proletaryanın
mezarlığıydı ve bu mezarlık aynı zamanda burjuvazinin
beşiği olmuştu.
Bu arada Paris ayaklanması, bütün Avrupa’yı allak
bullak etmişti. Avrupa’nın belli başlı sanayi
ve ticaret merkezleri ayaklanmalara sahne oldu.
13 Mart’ta Viyana, 18 Mart’ta Berlin ayaklandı,
10 Nisan’da İngiltere’de Çartistler büyük bir
gösteri düzenledi, Mayıs başında İtalya’da bir
halk ayaklanması koptu.
Viyana’daki özellikle ilginçti. 13 Mart’ta öğrenciler
ve işçiler ayaklanmıştı, ilk dağınıklığın ardından
da silah depolarını basıp silahlanmışlardı. 5
bin silahlı adamla öğrenciler sürecin önünde yürüyorlar,
işçiler de onları destekliyordu. Bir süre sonra
imparator Viyana’yı terk ettiğinde de kent tümüyle
onların eline kalmıştı. Viyana böylece bir devrimci
iktidar yaşamış oluyordu. Ama bir dizi olaydan
sonra süreç Ekim ayına geldiğinde gerici güçler
toparlanmış, 22 Ekim’de 70 bin asker kenti kuşatmıştı.
Kentte ise devrimci güçlerin sayısı 50 bine yaklaşıyordu.
Sonuçta, daha disiplinli ve acımasız olan taraf,
topları da kullanarak üç bin işçi ve öğrencinin
cesedini çiğneyerek Viyana’ya girdi.
Aynı dönemde Çekoslovakya Macaristan ayaklanmaları
da ezilmekteydi. Berlin’de 13 Mart’ta başlayan
ayaklanma ise uzun süren gidiş gelişlerden sonra,
aynı biçimde ezilecekti.
Öte yandan 1848, Avrupa’nın ezilen uluslarını
da harekete geçirmişti; Çekler, Slovaklar, Hırvatlar,
Bulgarlar, ayaktaydı.
Sonuçta, olayların toplamına bir bütün olarak
bakıldığında 1848, kuşkusuz bir burjuva devrim
olarak kaldı. Bu devrim burjuvaziyi iktidar yapmış
ve böylece kapitalizmin sınırları içinde kalmıştı.
Ama öte yandan o güne dek hep burjuvazi ile ittifak
halinde savaşan proletarya bu devrimde birdenbire
“bağımsız bir parti” olarak öne çıkmış, burjuvazinin
yanında kendi çıkarlarını üstün kılmaya çalışmış,
devrime katılmakla henüz kendi kurtuluşunu değilse
de bu uğurda bazı kazanımlar elde etmişti. Yenilginin
ardından Marks, “kardeşlik burjuvazi ile proletaryanın
çıkarlarının kardeş olduğu (çakıştığı) yere kadar
sürdü” diyordu: “Bu ayaklanmada modern toplumu
ikiye bölen iki sınıf arasında ilk büyük çarpışma
verildi. Bu, burjuva düzenin sürdürülmesi ya da
ortadan kaldırılması uğruna savaşımdı. Cumhuriyeti
gizleyen perde yırtılıyordu.”
Bu yüzdendir ki, 1848 proletarya için hem bir
ilerleme hem de yenilgi anlamına geldi.
Olayların toplamından Marks ve Engels’in çıkardığı
en temel siyasal sonuç, kapitalist toplumun henüz
gerçek bir devrim için olgunlaşmamış olduğuydu.
Onlar, süreç hakkında yanıldıklarını itiraf etmekten
de çekilmediler. “Paris ayaklanması, zafere ulaşan
Viyana, Milano ve Berlin ayaklanmalarıyla yankılanınca,
Rusya sınırına kadar bütün Avrupa harekete sürüklenince,
daha sonra Haziran ayında Paris’te proletarya
ile burjuvazi arasında iktidar uğruna ilk büyük
savaş verilince, kendi sınıfının zaferi bile bütün
ülkelerin burjuvazisini, yeniden, henüz az önce
devrilmiş bulunan kralcı-feodal gericiliğin kollarına
atılacak kadar sarsınca, biz, o günün koşulları
içinde, büyük ve kesin kavganın başlamış olduğundan
ve bu kavgayı uzun süreli ve seçeneklerle dolu
bir tek devrimci dönemde vermek gerekeceğinden,
ama bu kavganın ancak proletaryanın kesin zaferi
ile sonuçlanabileceğinden artık hiç bir şekilde
şüphe edemezdik.” Böyle diyor Engels ve son derece
açıkça söylüyor: “Tarih bizi ve benzer düşüncede
olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi
ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o
zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz
yeterince olgunlaşmamıştır.”
Marks ise, olayların ardından kapitalist sistemin
yeniden kendini toparlayışını değerlendiriyor
ve şöyle diyordu: “Burjuva toplumunun üretici
güçlerinin, burjuva koşulların kendilerine izin
verdikleri ölçüde, gür bir şekilde gelişebildikleri
böyle bir refah nedeniyle, gerçek devrimden söz
edilemez. Böyle bir devrim, ancak, bu iki etkenin,
yani modern üretim araçlarının ve burjuva üretim
biçimlerinin birbirleri ile çatışma haline geldikleri
evrelerde olanak kazanır. Bugün, Kıtanın düzen
partisinin değişik temsilcilerinin kendilerini
kaptırdıkları ve karşılıklı olarak birbirlerini
yıprattıkları çeşitli çekişmeler, yeni devrimlere
fırsat hazırlamaktan çok uzaktırlar, tam tersine,
ilişkilerin temeli, şu an için geçici olarak çok
güvenilir ve, gerici güçlerin bilmedikleri bir
şey, çok burjuvaca olduğu içindir ki, bu çekişmeler
mümkündür.
Burjuva gelişmeyi durdurma yolundaki bütün gerici
girişimler de, demokratların bütün ahlaki öfkeleri
ve bütün coşku dolu bildirileri gibi, burjuva
ilişkilere çarpıp kırılacaktır. Yeni bir devrim,
ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama
biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.”
(Fransa’da Sınıf Savaşımları)
Öte yandan, sonradan Engels’in değindiği ikinci
önemli ders ise, bir ölçüde yazımızın özel konusuyla,
yani “proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu
koşullar”la ilgiliydi. Engels, “1848’in savaşım
tarzı bugün her bakımdan eskimiş, zamanı geçmiştir”
diyordu ve özellikle barikat taktiğinin güncel
durumda geçersizleştiğini ifade ediyordu. “Aslında”
diyordu Engels, “klâsik sokak çarpışmaları çağında
bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi
bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin cesaretini,
dayanma gücünü (metanetini) sarsmak için bir çare
idi. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar
tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa
yenilmek vardı.”
Oysa 1848’in gösterdiği, artık bu savaş biçiminin
eskidiği ve düşman tarafından sırrının çözüldüğü
idi. “… ordunun bulunduğu yanda, toplar vardır,
baştan aşağı donatılmış, talim görmüş istihkâm
birlikleri, başkaldıranların hemen hemen her zaman
tümden yoksun bulundukları savaş araçları vardır.
En büyük bir kahramanlıkla çarpışılan barikat
savaşlarının bile, -Haziran 1848’de Paris’te,
Ekim 1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’da Dresden’de-
saldırıyı yöneten liderler siyasal düşüncelere
aldırmadıklarından salt askeri görüş ve gerekçelerle
hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı
kalınca, sonunda başkaldırmanın yenilgisiyle sonuçlanmasında,
demek ki, şaşılacak bir şey yoktur.”
“… o zamandan beri daha çok şey değişti, ve hepsi
de askerlerin lehinde oldu. Büyük kentler önemli
bir genişlik kazandıysa da, ordular daha da fazla
büyüdü. 1848’den beri Paris ve Berlin, o zamanki
durumlarının dört katına çıkmadılar, ama garnizonları
bunun da ötesinde çoğaldı. Bu garnizonlar, demiryolları
sayesinde, yirmi dört saatte iki katlarının üstüne
çıkabilirler ve yirmi dört saatte dev ordular
haline gelecek kadar büyüyebilirler. Muazzam bir
şekilde takviye edilen bu birliklerin silahları
eskisiyle ölçülemeyecek kadar daha etkilidir.
1848’de basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük
kalibreli ve mekanizmalı tüfek, ilkinden dört
kere daha uzağa, on kere daha isabetli ve on kere
daha çabuk ateş ediyor. Eskiden topçunun göreli
olarak az etkili gülleleri ve obüsleri vardı;
bugün bir tanesi en iyi barikatı un ufak etmeye
yetecek, çarpınca patlayan havan topu mermileri
var. Eskiden duvarlar, istihkâmcıların sivri kazması
ile delinirdi, bugün dinamit lokumları kullanılıyor.(…)
1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için
çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha
elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması,
gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle
kapatıldığı, giderildiği taktirde başarılı olabilir.
Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrimin
başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha
seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle
girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük
kuvvetler, bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve
31 Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz,
açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.”
Engels’in bütün bu belirlemeleri son derece önemlidir
ve belki de bütün bu sözler, Şubat-Ekim 1917 devrimlerine
o günden yapılan bir uyarı olarak da okunabilir.
Geçekten de 1848 devrimleri, büyük köylü orduları
döneminden kentlere ve işçi sınıfı ayaklanmalarına
doğru ilerleyen halk ayaklanmalarının ulaştığı
kritik bir noktayı simgeler. Gelinen noktada,
işçi sınıfı, burjuva devrimleri sırasında kazandığı
“ayaklanma ve sonra barikatların ardına çekilip
kazandığını koruma” alışkanlığının esiridir. Bu,
işin açıkçası, işçi sınıfının hala kendisine tam
olarak bir iktidar gücü misyonu biçmemesinden,
henüz bu ölçüde özgüvene sahip olmamasından ve
kendisini yöneten siyasi aktörlerin önemli bölümünün
(Blanquistler, yer yer anarşistler, vb.) kafalarının
bulanıklığından kaynaklanmaktadır. Henüz monarşilerin
yaşandığı, burjuvazinin tam olarak duruma hakim
olamadığı ya da bunu ancak başarmakta olduğu bir
Avrupa söz konusudur ve bu durum işçi sınıfının
da, siyasi önderlerinin de kafasında “ayaklanıp
iktidar alıp sosyalizme yürüme” biçiminde bir
netliğin oluşmasını önlemektedir. Başka bir deyişle,
politik ve sosyal devrimler arasında hala bir
açı vardır ve ayaklanmaya katılan işçiler de dünyayı
kendilerinin yönetebileceklerinden tam emin değildirler.
Dolayısıyla, kendilerine biçtikleri rol de nasırlı
elleriyle iktidara taşıdıkları burjuva güçleri
baskı altında tutma sınırında kalmaktadır. Bütün
bunların sonucu ise, doğrudan ve kesin olarak
merkezi iktidarı yıkmayı, onun yerine proletarya
diktatörlüğünü kurmayı hedefleyen bir ayaklanma
mantığının zayıflığıdır. Proletaryanın bu zaaflı
durumdan kurtuluşu, ancak daha sonraları, Ekim
devriminde gerçekleşecektir. Ancak o zaman proletarya,
beş para etmez burjuvaları iktidara taşıyıp durmaktan
kesin biçimde vazgeçecek; ancak o zaman barikat
ardında düşmanın saldırısını bekleyen klasik tavrı
terk ederek doğrudan Kışlık Saray üzerine yürüme,
bunu yaparken de kendi iktidar organlarını kurma
cüretini gösterecektir. Hatta bu anlamda Ekim,
sadece 1848’in değil, 1905’in “Çar’a dilekçe verme”
mantığının da aşılması, sınıfın artık kesin vuruş
mantığını içselleştirmesidir.
ı) Muhteşem Bir Kapanış Gösterisi ve Devrimler
Çağının Referans Noktası: Komün
Ama, 1848’den 1917 Ekim’ine giden yol, bu “iktidar
alma” cüretini yaratan ve sonraki yüz yıl boyunca
besleyen bir başka deneyimden geçecektir: Paris
Komünü!
1800’lerin son çeyreğinde, rekabetçi dönemin işçi
sınıfına iktidar yüzü göstermeyen ayaklanmalar
çağı kapanırken, kapitalizmin tekelci dönemi,
yani gerçek devrimler çağı başlıyordu ve bu arada
eski sahnenin son gösterisini sergilemek yine
kahraman Paris halkına düşmüştü.
Ama ne gösteri! Yüz elli yıldır burjuvaların ödünü
patlatan şu hayalet, ilk kez ete kemiğe bürünüyor
ve ilk kez ipleri eline almayı deniyordu. Topu
topu 60 gün süren emekçi iktidarı, öyle muazzam
bir sarsıntı yaratmıştı ki, etkileri bugüne dek
sürüp gelecekti.
İşin doğrusu, Paris Komünü’ne klasik, bilinen
anlamıyla bir ayaklanma demenin ne kadar doğru
olduğu tartışmalıdır. Çünkü aslında 18 Mart 1871’de
olan şey, alışılmış bir ayaklanmadan çok, kuşatma
altındayken burjuvazi tarafından korkakça satılmış
olan bir şehre proletaryanın “sahip çıkması”dır.
1870 yılında III. Napolyon tarafından başlatılan
savaşın bir felakete dönüşmesi ve Kasım ayında
Paris’in Prusya kuşatmasına girmesi olayların
başlangıcıdır. Yoksulluk içindeki Paris bir de
işgale uğramış, üstelik kendi burjuvazisinin imzaladığı
anlaşma ile şehir resmen satılmıştır. Bu sıralarda
aslında Paris çoktan kendini yönetme işine girişmişti
bile. On binlerce Parisli “Ulusal Muhafızlar”
adı verilen askeri birliklerin silahlı üyesiydi
ve bunların şehrin savunulmasında önemli katkıları
olmuştu. Emekçi mahallelerindeki taburlar kendi
subaylarını seçiyorlar ve Paris’te bulunan topları
ele geçiriyorlardı. Şehir Ulusal Muhafızlarla
birlikte Prusya birliklerine altı ay boyunca direnmiş
ve Prusyalılar şehrin küçük bir bölgesine hapsedilerek
durdurulmuşlardı. Kararlar artık resmi hükümet
tarafından değil, muhafızların merkezi komitesi
tarafından alınıyordu. Başbakan Thiers, bu durumun
tehlikeli bir iktidar merkezi yaratmaya başladığını
görüyordu.
Yani ortadaki tablo, sözcüğün gerçek anlamıyla
bir milli kriz-devrimci durum tablosudur. Geçen
sayımızda Lenin’den aktardığımız “milli kriz”
tanımına yeniden dönüp bakan okurlarımız, büyük
bir ihtimalle Lenin’in Komün koşullarını referans
almış olabileceğini düşünebilirler ve bu herhalde
doğru bir tahmin olur. Çünkü gerçekten de o tanımın
tüm unsurları 1871 baharında Paris’te mevcuttur.
1871 baharında Paris, artık kimsenin eskisi gibi
yaşamak istemediği, mevcut tablonun bütün temel
unsurlarının derin bir çöküntüye uğradığı bir
kenttir. Kent, fiilen yönetilemez haldedir; kimse
de hain burjuvazi tarafından yönetilmeye razı
olacak değildir. Lenin’in “kitle hareketinin yükselişi”
dediği şey ise özel bir gözlem ya da ölçüm yapmayı
gerektirmeyecek kadar bariz biçimde ortadadır.
Emekçi kitleler o kadar sokaktadırlar ki, çoktandır
evlerinin yolunu unutmuşlardır! Sözünü ettiğimiz
şey artık yedisinden yetmişe ayağa kalkmış ve
kendi güçlü kollarının bilincine varmış bir kenttir.
İşte tam da bu koşullarda topların emekçi halkın
elinden alınması kararını veren Thiers’in yaptığı
şey, fitilin ateşlenmesidir. Bu emri reddeden
askerlerin de katıldığı ayaklanma hızla yayılırken
her şey çığırından çıkacak, Thiers bütün avanesiyle
birlikte Paris yakınlarındaki Versay’a kaçacaktır.
Artık, 1871 baharında Fransa’da fiilen iki iktidar
vardı. Paris’teki emekçi iktidarını temsil eden
Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi, 26 Mayıstaki
komün seçimlerini düzenliyor, değişik sosyalist
görüşlerden, emekçilerden siyasi eylemciler bir
halk meclisine dönüşmüş olan Komün üyeliğine seçiliyorlardı.
Üstelik tarihte ilk kez, halk seçtiklerini geri
çağırma hakkına da sahipti.
Komün, bütün yetersizliklerine ve ancak 60 gün
iktidarda kalabilmesine karşın iki milyonluk bir
şehrin emekçiler tarafından yönetilebileceğini
kesin biçimde kanıtladı. Tüm kuşatma boyunca kiraların
hafifletilmesi, gece işinin kaldırılması, giyotinin
kaldırılması, görev sırasında öldürülen Ulusal
Muhafızların eşlerine olduğu kadar, eğer varsa
çocuklarına da aylık bağlanması, savaş sırasında
tüm işçiler aletlerini rehine vermeye zorlandığından
şimdi hepsinin karşılıksız iadesi, borçların ertelenmesi
ve faizin kaldırılması, sahipleri tarafından terkedilmiş
fabrikaları işçilerin işletmeye devam etmesi gibi
bir dizi önlem bu 60 güne sığdı. Ayrıca Komün,
zorunlu askerliği kaldırdı ve onun yerine silah
kullanabilen bütün şehirlilerden kurulu Ulusal
Muhafızı inşa etti. Kilisenin bütün mülkünü devletin
yaptı ve dini okuldan uzaklaştırdı. Kiliselerin
dinsel faaliyetlerinin devamı ancak ve ancak akşamları
yapılan politik toplantılara kapılarını açarsa
mümkün olabilecekti. Bu durum kiliseleri Komünün
asıl siyasi merkezleri haline getirdi. Diğer kanunlar
eğitimi iyileştiren ve teknik eğitimi herkes için
mümkün hale getiren reformlarla ilgiliydi.
Kısa varlığı boyunca Komün, önceden kaldırılmış
olan Fransız Cumhuriyetçi Takvimini benimsedi
ve üç renkten ziyade kızıl bayrağı kullandı.
Konsey üyelerinin (temsilci değil delegeydiler)
yasama kadar yürütme işlerini de yerine getirmesi
beklenmekle birlikte, işlerin çokluğu değişik
faktörler tarafından kolaylaştı. Kuşatma boyunca
mahallerdeki sosyal ihtiyaçları (kantinler, ilk
yardım istasyonları) karşılamak için kurulan pek
çok plansız organizasyon artarak devam etti ve
Komünle işbirliği içinde çalıştı. Aynı zamanda
yerel işçilerin yönetimindeki bu yerel meclisler
hedeflerinin peşine düştü. Komün konseyinin resmi
reformizmine rağmen, Komünün bileşimi daha çok
devrimciydi. Sosyalistler, anarşistler, Blanquistler
ve özgürlükçü cumhuriyetçiler buradaki devrimci
eğilimleri oluşturuyordu.
Sonuç olarak nereden bakılırsa bakılsın, bu 60
günde yapılanlar, daha sonraki bütün sosyalizm
deneyimlerine ışık tutacak nitelikte olmayı hak
ediyordu. Aradan yüz yıldan fazla süre geçmiş
olduğu halde Komün deneyimi, sıcaklığını korumaktadır.
Ve tabii aynı zamanda hatalarıyla da…
“Bu Parislilerde, ne çok esneklik, tarihsel insiyatif
ve fedakarlık yeteneği var! Dış düşmandan çok
içteki hainlerin sebep olduğu altı aylık açlık
ve perişanlıktan sonra, Fransa ile Almanya arasında
hiç savaş olmamış ve düşman Paris’in kapılarında
değilmiş gibi, Prusya süngüleri altında ayağa
kalktılar. Tarihte böyle bir büyüklük örneği daha
yoktur. Yenilselerdi tek ayıplanacak şeyleri “iyi
huylulukları” olacaktı.” Böyle diyordu Marks ve
gerçekten de Komün’ün en büyük hatası, Marks’ın
da dediği gibi, Versay’a çekilmiş olan hain burjuvaziye
karşı saldırıya geçmemesi ve bu fesat yuvasının
kendini toparlayıp güç kazanmasına izin vermesiydi.
Pusuda bekleyen Thiers, kendini yeterince güçlü
hissetmeye başladığı andan itibaren saldırıya
geçecekti.
Ayrıca, içinde milyarlarca frankın olduğu Paris’teki
Fransız Ulusal Bankası Komüncüler tarafından dokunulmadan
ve korumaya alınmadan bırakıldı. Çekinerek, buradan
para alıp alamayacaklarını sordular (ve şüphesiz
bu para onlarındı). Komüncüler bankadaki paralara
dokunmaya çekindiler çünkü eğer böyle yaparlarsa
dünyanın onları kınayacağından korkuyorlardı.
Böylece büyük miktarda para Paris’ten Versay’a,
Komünü ezen ordunun kurulması için nakledildi.
Bunlar ve kırları yedekleyememeleri, yeterince
atak olmamaları, vb. hepsi trajik hatalardı. Örneğin
taşra kentlerindeki komün denemeleri çok zayıf
kalacaktı.
Ve karşı devrim, bu hataların hiçbirini affetmedi.
Komün 2 Nisan itibariyle Versay Ordusu’nun hükümet
güçleri tarafından saldırıya uğradı ve şehir bombardımana
tutuldu. Burjuvalar, sözde düşmanları olan Prusya
ile de anlaşmışlar ve onların serbest bıraktığı
esir askerlerle birlikte kuvvetlerini 200 bine
kadar çıkarmışlardı; Komün ise 40 bin savaşçıya
sahipti.
Önce Courbevoie banliyösü ele geçirildi ve Komünün
kendi güçleriyle verdiği geç bir karşılık, Versay
üzerine yürümesi başarısızlığa uğradı. Savunma
ve hayatta kalma giderek zorlaştı. Paris’in çalışan
kadınları burada artık hayati bir rol oynuyordu.
Ulusal Muhafız ordusundaydılar ve Montmartre’a
giden yolda kilit bir nokta olan Place Blanche’da
kahramanca dövüşen bir tabur meydana getirdiler.
Marks onları “ilkçağ kadınları gibi kahraman,
soylu ve özverili gerçek Parisli kadınlar” diye
selamlıyordu.
Paris’teki siyasi mültecilerden ve sürgünlerden
de güçlü bir destek geldi: bunlardan biri, Polonyalı
eski subay ve milliyetçi Jaroslaw Dobrowski’ydi
ve Komünün en iyi generali oldu. Komün tamamen
enternasyonalizm’e inanıyordu ve bu kardeşlik
adına I. Napolyon’un zaferlerini kutsayan ve bir
şovenizm anıtı olan Vendome Sütunu yıkıldı.
Paris’in dışından işçi sendikası ve bazıları da
Almanya’dan olan sosyalist organizasyonlardan
moral ve iyi dilek mesajları geliyordu. Ama diğer
Fransız şehirlerinden önemli yardımlar görmek
yolundaki beklenti kısa zaman içinde son buldu.
Thiers ve Versay’daki bakanları Paris’ten dışarı
akan tüm enformasyonu engellemişti ve Fransa’nın
kırsal ve kentsel bölgelerinde Paris’te olup bitenlere
karşı her zaman şüpheli bir yaklaşım oldu. Narbonne,
Limoges ve Marsilya’daki hareketlenmeler de hızlıca
ezildi. Köylü ayaklanmaları sırasındaki durum
şimdi tersine dönmüştü. Şimdi de köylüler olup
bitenleri kaygıyla izliyorlardı.
Gittikçe kötüleşen durum karşısında, Konseyin
bir bölümü bir “Kamu Güvenliği Komitesi” yaratılması
yönünde bir karar aldı. Bu komite 1792’de de aynı
adla kurulan, geniş ve merhametsiz bir güce sahip
olan bir Jakoben kuruluşundan esinlenilmişti.
Fakat güçlü bir merkezi otoritenin işe yarayabileceği
zaman artık neredeyse geçmişti.
21 Mayısta Paris’in batıdaki şehir duvarlarındaki
bir kapı yıkıldı ve Versay birlikleri şehrin işgaline
başladı. Öncelikle zengin batı mahallelerine girdiler
ve ateşkesten sonra burayı terk etmeyen zengin
mahalle sakinleri tarafından sevinçle karşılandılar.
Bu arada bütünlüklü olarak tasarlanmış bir savunma
yerine, şimdi her mahalle umutsuzca ve kendisi
için dövüşüyordu. Dar sokaklardan oluşan ağlar,
erken Paris devrimlerinde şehri zapt edilemez
bir hale getirdiğinden, bu sokaklar şimdi geniş
bulvarlarla değiştirilmişti. Versay ordusu merkezi
bir komutanın ve modern topçu ateşinin hükmünü
sürüyordu.
Saldırı boyunca, hükümet topçuları silahsız vatandaşları
katletti: mahkumlar derhal öldürüldü ve orta yerde
birçok idam gerçekleştirildi. Paris ev ev dövüşüyordu.
Hükümetin toplamdaki kayıpları 900 kadardı. Versay
bunun öcünü kat be kat fazlasıyla aldı.
En sert direniş emekçi sınıfların daha yoğun olduğu
doğu bölgelerinden geldi. Savaş şiddetli sokak
savaşlarının yapıldığı sekiz gün boyunca sürdü.
27 Mayıs’la birlikte yalnızca en yoksul mahalleler
olan Belleville ve Menilmontant’ta birkaç sağlam
direniş bölgesi kalmıştı.
28 Mayıs itibariyle, öğleden sonra 4 civarlarında
Belleville Ramponeau’daki son barikat düştü ve
burjuvazinin kasabı Marshall MacMahon bir duyuru
yayımladı: “Paris sakinlerine. Fransız ordusu
sizi kurtarmaya geldi. Paris artık özgür! Saat
4 itibariyle askerlerimiz son isyancı noktasını
da ele geçirdi. Bugün savaş sona erdi. Düzen,
çalışma ve güvenlik yeniden sağlandı.”
Ama sona eren yalnızca savaştı; katliam değil!
Versay hükümeti son derece vahşice davrandı. Son
direnişçiler şimdi Komüncüler Duvarı denilen Pere
Lachaise Mezarlığındaki duvarın önünde vuruldular.
Günler boyunca sayısız erkek, kadın ve çocuklardan
oluşan komün destekçilerinin oluşturduğu insan
seli, işkenceler ve zenginlerin tükürük yağmuru
altında Versay’daki hapishane bölgesine acılar
içinde yürüdü ve kurşuna dizildiler. Kanlı Hafta
boyunca öldürülenlerin sayısı 30 binden fazlaydı.
Daha sonra öldürülenlerle birlikte bu sayı 50
bini aşacaktı. 7 Bin kişi ise adalara sürüldü.
Böylece Paris bir kez daha emekçilerin kanıyla
yıkanırken, bir dönemin de son perdesi kapanıyordu.
Mac Mahon’un ahmakça böbürlenmesi doğruydu evet;
savaş sona ermişti ama yalnızca Paris’te ve yalnızca
bir süreliğine! Henüz yeni başlayan şey ise koskoca
bir devrimler çağından başkası değildi. Düzen
sağlanmıştı, evet; ama asıl “düzensizlik” şimdi
başlıyordu. Kapitalizmin tekellerle birlikte içine
girdiği çağ, sürekli ve genel bunalım çağıydı
ve artık devrimlerin birbirini izlemesi kaçınılmazdı.
Üstelik bunlar, artık öyle altmış günlük provalar
da olmayacaktı…
Paris’te yarım kalan hesap, dünyanın pek de umulmayan
bir başka köşesinde görülecekti: Rusya’da…
i) Sovyet Devrimi Öncesi Tarihsel Deneyimler
Üzerine Kısa Bir Özet
Tarihin sınıf savaşımlarından ibaret olduğu belirlemesi
ezilen emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı
geliştirdikleri mücadelelerin en billurlaşmış,
en parlak ifadesidir. Yukarıda çok çok kısa bir
özetini sunabildiğimiz büyük savaşımların deneyimleri,
yüzyılı aşkın bir süredir, proletaryanın ve ezilen
halkların devrimci öncülerinin geliştirdikleri
devrimci savaş stratejilerinin ana kaynakları
olmuşlardır. Ayaklanma, toplu ayaklanma/genel
halk ayaklanması, gerilla savaşı, uzun süreli
halk savaşı, kurtarılmış bölgeler, politikleşmiş
askeri savaş stratejisi, vb. gibi pek çok politik-askeri
kavramın anlattığı olgular, süreçler, son yüzyıl
içinde birden ortaya çıkmış değildir, tersine
ezilenlerin tarihteki büyük savaşımları içinde
nüveler olarak belirmiş ve son yüzyılda devrimci
savaş stratejileri içinde en olgun ifadelerine
kavuşmuşlardır. Bu kavramların tümü, hareket halinde
olgunlaşan, yani içerikleri sürekli olarak gelişen,
zenginleşen kavramlardır. Bugün de sınıflar mücadelesi,
her yeni öğeyi, her yeni savaşımı ve bunların
deneyimlerini özümleyerek zenginleşmektedir.
Ezilenlerin ister toplu ayaklanmalar biçimindeki,
isterse kır gerillacılığı/çeteciliği biçimindeki
isyanlarına baktığımızda, Marksist-Leninist literatürün
devrimci durum, evrim, devrim aşamaları vb. kavramlarının
tarihin ilk büyük direnişleri içinden süzülerek
geldiklerini, o süreçleri anlamada da oldukça
açıklayıcı olduklarını görüyoruz.
Köleci ve feodal çağlarda ezilenlerin büyük ayaklanmalarına
daha çok imparatorluklarda rastlıyoruz. Özellikle
sömürgeci Roma imparatorluğuna karşı gelişen kölelerin
ve boyunduruk altındaki halkların ayaklanmaları
Roma’nın tüm tarihsel gelişmesi üzerinde derin
izler bırakmıştır. Tabii, emekçi sınıfların yüreğinde
ve bilincinde de... Bu ayaklanmaların ana özelliği,
köleler ile köle sahipleri ve köleci devlet arasındaki
ince dengenin oldukça kırılgan olmasıdır. Kölelik
sistemi hiç kuşkusuz hızla ayaklanma koşullarını,
yani devrimci durumun pek çok temel öğesini bir
araya getiriyordu. Toplumsal ilişkilerde devrimci
bir durumun oluşması ve bu süreçte ezilenlerin
ana kitlesini oluşturan kölelerin “artık eskisi
gibi yaşamak istememesi” ve “ezenlerin de eskisi
gibi yönetememesi” sıkça rastlanan bir durumdur.
Ancak kölelerin sayısız ayaklanmaları içinde derin
izler bırakanlar, daima devrimci kolektif bir
iradenin ve örgütlülüğün oluştuğu ayaklanmalardır.
Spartaküs ayaklanması, savaş tekniğini bilen,
örgütlenme ve savaş örgütlenmesi deneyimine sahip
olan kölelerin yönettiği bir ayaklanmadır. Ancak
bu ayaklanmaların önemli bir bölümü ne yazık ki
sağlam bir politik temele, programa dayanmıyordu.
Spartaküs ayaklanmasının yenilgisinde de bu olgu
belirleyici faktörlerden biri olmuştur. Köleliği
karşı olmak, fakat onu aşan bir toplumsal düzen
konusunda açık bir fikre sahip olmamak, daha doğrusu
o günün koşullarında böyle bir fikre sahip olmanın
da imkansız oluşu… Ayaklanmanın kaderini belirleyen
başlıca faktörlerden bazılarıdır.
Feodal çağdaki köylü ayaklanmalarının önemli bölümü
yerel, küçük çaplı ayaklanmalardır. Feodal sistemde
küçük prensliklerin/beyliklerin varlığı, köylülüğün
olağanüstü dağınıklığı ve merkezileşme noktasında
bilgi, iletişim ve örgütlülük yokluğu hem devrimci
durumun daha yerel çapta oluşmasına, hem de ayaklanmaların
çok sınırlı alanlarda ve daha çok öfke patlamaları
olarak gelişmesine neden oluyordu. Büyük ayaklanmalar,
örneğin, Almanya’da Münzer’in, Anadolu’da Bedreddin’in
ayaklanmaları bilgi, deneyim ve örgütlülük olarak
ciddi bir birikime sahip olan önderlikler tarafından
yürütülmüştür. Bu ayaklanmalarda, yerel devrimci
durum zeminleri, başka bölgelerdekilerle hızla
birleştirilmiş, geliştirilen devrimci hareketin
etkisiyle başka bölgeler de hızla bu büyük mücadelelerin
içine katılmıştır. Bu noktada, isyancıların ideolojik
olarak kendilerini ifade ediş biçimi olan dinsel
düşünce formları da hareketin genelleşmesinde
etkili olmuştur. İsyan hareketleri tüm kitleler
tarafından bilinen dinsel düşünüşü ezilen emekçi
kitlelerin lehine yeniden kurmuşlar (ki o dönemlerde
başka türlüsü de mümkün değildi) ve böylece kendileriyle
geniş kitleler arasında güçlü bir düşünce ve iletişim
kanalı bulmuşlardır.
Ayaklanmalar çoğu kez yerel küçük ayaklanmalar
olarak, yani kendiliğinden olarak başlamış, çoğunluğu
daha ilk aşamada bastırılırken, bir bölümü ise
giderek daha örgütlü ve büyük ayaklanmalara dönüşmüşlerdir.
Büyük ve uzun süreli köylü ayaklanmalarının temel
özelliklerinden biri, kurtarılmış bölgelerin oluşturulmasıdır.
Köylü ayaklanmacıları belli bir bölgeyi ele geçirip
kendi iktidarlarını kurduktan sonra, ayaklanmayı
başka bölgelere yayma girişimleri içinde olmuşlardır.
İkincisi, gerilla savaşının yaygın kullanımıdır.
Özellikle feodal otoritelerin ayaklanmanın üzerine
gönderdikleri birlikler genellikle ilk olarak
küçüklü büyüklü savaşçı birliklerinin gerilla
taktikleriyle karşılanmış ve yıpratılmıştır. Bununla
birlikte, nihai çatışmalar genellikle düzenli
savaş taktikleriyle, meydan muharebeleriyle gerçekleşmiştir.
Köylü savaşçılığının Ortaçağ’daki en yetkin örneği;
Hasan Sabbah’ın geliştirdiği baştan itibaren planlanmış,
o dönemin koşullarına (hatta günümüze göre de)
göre olağanüstü örgütlü ve stratejik bakış açısı
derin olan uzun süreli büyük mücadeledir.
Hasan Sabbah ve yarattığı örgütlenme İran’ın Selçuklu
tarafından işgaline karşı mücadeleyle, daha eşitlikçi
bir toplumsal düzen idealini birleştirmiştir.
İşgalin varlığı ve derin yoksulluğun geniş emekçi
yığınlar içinde yarattığı hoşnutsuzluk, devrimci
durumun zeminlerinin nüve halinde de olsa varlığı
anlamına geliyordu.
Öte yandan, merkezi ve güçlü Selçuklu otoritesine
karşı büyük bir ayaklanma yaratma koşulları bulunmuyordu.
Hasan Sabbah bu tablo içinde gerilla savaşının
en yetkin örneğini yaratmıştır. Öyle ki, bugün
silahlı propaganda olarak tanımladığımız mücadele
yönteminin tohum halindeki örneklerini de Hasan
Sabbah’ın stratejisinin temel unsurlarından biri
olarak görürüz. Daha baştan kurtarılmış bir bölgenin
(Alamut kalesi ve çevresi) oluşturulması, burada
bir yaşam-karşı iktidar alanın yaratılması, tüm
İran, Kürdistan ve hatta Arap coğrafyasında bir
ajitatörler, gizli örgütçüler ve istihbaratçılar
ağının oluşturulması, bunların eğitimi için kurtarılmış
alanda kapsamlı eğitim faaliyetlerinin yürütülmesi,
küçük gerilla gruplarının özellikle Selçuklu,
Abbasi ve küçük beyliklerin şeflerini, yöneticilerini
cezalandırarak, düşmanın güçlü, yenilmez imajına
çarpıcı darbeler indirmiş, bir süre sonra Selçuklu
devletini adeta işlemez hale getirmiştir. Hasan
Sabbah burjuva askeri stratejistler tarafından
da bugün özellikle gerilla savaşları incelenirken
önemli bir başlangıç noktası olarak ele alınmaktadır.
Yine, İngiliz işgaline karşı yürütülen Amerikan
bağımsızlık savaşı da, işgalin toplumsal gelişmenin
önünü artık iyice kestiği koşullarda, yani ezilenlerin
eskisi gibi yönetilmek istemediği, ezenlerinde
yönetme yeteneklerini artık yitirmeye başladıkları
koşullarda, kırlarda ve kentlerdeki geniş halk
yığınlarının Amerikan burjuvazisinin önderliğinde
geliştirdiği uzun süren bir ayaklanma sürecidir.
Bu süreçte, kırlarda gerilla savaş düzeniyle başlayan
çatışmalar, bir süre sonra düzenli savaşa ve kentlerin
ele geçirildiği genel/toplu bir halk ayaklanmasına
dönüşmüştür.
Fransız devrimi kentlerin ve toplu ayaklanmanın
tarih sahnesine en saf biçimiyle ortaya çıktığı
önemli örneklerden biridir. Feodal sistemin artık
yönetemez hale geldiği, toplumsal gelişmeyi tümüyle
tıkadığı, aydınlanmayla biriken bilincin kent
küçük burjuvazisinin örgütlenmesiyle buluştuğu
koşullarda Paris halkının büyük devrimci ayaklanması
patlamıştır. Paris’te başlayan ayaklanma dalga
dalga taşraya ve kırlara yayılmış, devrim sürecinin
gelişim seyri içinde feodal sistem tüm hücrelerine
değin darmadağın edilmiştir. Daha sonra bütün
kapitalist anayurtlarda (kapitalizmin kendi iç
dinamikleriyle geliştiği ve büyük emperyalist-kapitalist
ülkelerde) tüm devrimci süreçler esas olarak genel/toplu
halk ayaklanmaları biçiminde belli başlı büyük
kentlerden başlayarak taşraya ve kırlara yayılmıştır.
Bu durum, yazımızın geçen sayıda yayınlanan bölümünde
ortaya koyduğumuz bu ülkelerde evrim ve devrim
aşamalarının oluşum biçimi ile doğrudan bağlantılıdır.
Politik, ekonomik, sosyal ve kültürel öğelerin
iç içe geçtiği derin milli krizlerin patlaması,
yani devrimci durumun oluşumu, eğer emekçi yığınların
öncü örgütlerinin buna hazırlıklı olma durumuyla
buluşuyorsa, tablo hızla bir devrim tablosuna
dönüşmekte, büyük kentlerde merkezileşen kitle
hareketi hızla genel bir ayaklanmaya dönüşmektedir.
Bu gerçekleşmediğinde ise kriz tüm çürütücü öğeleriyle
işlemekte, sistem bir süre sonra kendisini onarmaktadır.
Genel/toplu halk ayaklanmasının Fransız devrimini
de aşan en yetkin örneğini ise 1905 ve Ekim 1917
Sovyet devrimleri oluşturmaktadır. Önümüzdeki
sayıda bu büyük devrim süreçlerini ele alacağız...
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-III
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-IV
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI
|