Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

57. Sayı - Ocak-Şubat 2008

Batıdan Doğuya Kayan Devrim Ateşi, Yeni Stratejik Deneyimler ve
Büyük Çin Devrimi
1917 Ekim Devrimi, tartışmasız biçimde bütün insanlık tarihinin dönüm noktasıdır. O güne kadarki bütün başarılı ya da başarısız girişimlerden farklı olarak bu devrim, ezilenlerin gerçekten iktidar oldukları ve en önemlisi bu iktidarı kalıcı hale getirdikleri bir toplumsal harekettir. Gerçi Kışlık Saray’ın ele geçirilmesiyle hiçbir şey bitmemiştir; daha sonra açlıkla birlikte milyonları aşan sayıda insanın canına mal olan iç savaş günleri gelmiş, Sovyet toprağı sürekli bir kuşatma altında yaşamış ve bütün bunların ardından emperyalist saldırganlık faşist sürülerin büyük saldırısına dek uzanan bir seyir izlemiştir ama sonuçta ne olursa olsun Ekim’de buz kırılmış, yol açılmıştır. Proletarya, yönetilmeye mahkum bir sınıf olduğu yolundaki burjuva önyargıyı kesin ve kalıcı bir biçimde parçalamıştır.
Öte yandan Ekim Devrimi, proletaryanın iktidar yürüyüşü ve bu yürüyüşün stratejisi bakımından da kendisinden önceki bütün deneyimleri kapsayan, içselleştirerek geliştiren, kalıcı teorik-pratik dersler yaratan bir hareket olmuştur. Bu bakımdan Ekim örneğinin, 20. yüzyıl boyunca defalarca tartışılması, yeni devrimler için genel bir model olarak benimsenmesi rastlantı değildir.
Model ya da şablon gibi kavramların Marksizme yabancı olması bir yana, Ekim’in ayrıntılarının değil ama deyim yerindeyse ruhunun bütün dünya devrimleri için bir örnek oluşturduğuna şüphe yoktur. Devrimci iradenin iktidar konusundaki tereddütsüzlüğü, kitleleri kazanarak sonuna kadar gitme ilkesi ve proletaryanın artık başka sınıfları değil kendisini iktidar yapma inisiyatifi bu devrimde son derece açıktır.
Ekim’in hemen ardından birbiri ardına patlayan Avrupa devrimleri, bütün bu temel kriterlerin -olumsuz biçimde de olsa- kanıtlandığı hareketler olarak tarihe geçmişlerdir. Aynı günlerde aslında dünyanın dört bir yanında devrimci bir kaynaşma ve ayaklanmalar, genel grevler, vb. vardır ama özellikle Alman ve Macar devrimleri, Rus devriminin umut bağladığı hareketler olarak özel bir öneme sahiptirler.

Almanya: Kahramanlık, Saflık ve İhanet
Kuşkusuz bu yazımızın asıl amacı, dünyadaki bütün devrimci deneyimleri ayrıntılarıyla incelemek değil; dikkatli okur dünyanın dört bir köşesinde patlayan irili ufaklı hareketlerin çoğunu atlayıp geçtiğimizi, biraz seçmeci davrandığımızı fark edecektir; ama doğrusu Almanya’nın son derece özgün bir örnek olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Marksizmin beşiği olma onurunu taşıyan bu ülkenin, topu topu bir yüzyıl içersinde en büyük devrimci çıkışlardan en rezil Nazi çukuruna dek yuvarlanmış olması son derece çarpıcıdır.
Aslında bir açıdan bakıldığında 1900’lerin Almanya’sı, devrimci strateji bakımından en büyük avantajlarla en kritik dezavantajların bir araya geldiği bir ülkedir. Avantajlar tartışmasızdır; sonuçta bu ülke Marksizmin doğum yeridir ve Avrupa’daki en güçlü sosyal demokrat partiye, işçi sınıfının kendi geçmişinden kaynaklanan zengin ayaklanma deneyimlerine sahiptir. Ama öte yandan aynı Almanya, Marksizmi tahrif ederek onun devrimci özünü sakatlayan, enternasyonalizm yerine sosyal-şovenizmin en iğrenç biçimlerini geçiren revizyonist eğilimlerin de doğum yeridir. 1900’lerin başından itibaren Alman sosyal demokrasisi adım adım sağa doğru kayarken bu eğilim sadece Alman topraklarıyla da sınırlı kalmamış, örneğin Rusya’daki sağcı akımların da esin kaynağı olmuştur. Elbette diyalektik olarak bakıldığında bu kaymayı yalnızca A ya da B parti önderinin kişisel tutumlarına bağlamak mümkün değildir. Gerçekte sorun daha derindir. Sorunun sınıfsal temeli, son derece açık bir biçimde işçi sınıfının içindeki bir üst tabakadır. Süreç içersinde Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da işçi sınıfının bir bölümünün düzene bağlanarak bir tür aristokrasi haline dönüşmesi, düzenle doğrudan hesaplaşmayı ve bir devrimi göze alamayan politik önderlikleri güçlendirmiş; öte yandan bu sağcı eğilimler de yine geri dönerek işçi kitlelerindeki düzene bağlanma eğilimini güçlendirerek iktidar perspektifini köreltmişlerdir. O kadar ki, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) kendini ortaya koyan bu eğilim, sonuçta işçi sınıfı tarihinin yüz karası olarak anılacak olan II. Enternasyonal oportünizmini ve en bayağısından sosyal-şovenizmi yaratmıştır.
Bu eğilimin yalnızca işçi aristokrasisi üzerinde değil, genel olarak işçi kitleleri içinde de güçlü olması, Alman devriminin felaketidir. Çünkü bu eğilimin kitleler üzerindeki en olumsuz etkisi, düzenden olduğu kadar, düzenin düşünme biçimlerinden de kopmamayı beraberinde getirmesidir. Örneğin Alman devrimini inceleyen herhangi bir araştırmacının ilk fark edeceği şey, süreç boyunca bütün fırtınanın “konseyler iktidarı mı - eski türden parlamento mu” noktasında düğümlendiğidir. Deyim yerindeyse “dananın kuyruğunun koptuğu yer” burasıdır! Bütün devrim süreci boyunca, azınlıkta kalan devrimci güçler “işçi ve asker konseyleri” iktidarını kurmak isterken, SPD ve bütün diğer sağ eğilimler, mevcut parlamenter kurumların ve alışkanlıkların, vb. devamına oynamaktadırlar.
Ama işte zaten bir devrim de tam bu noktada kendisini ortaya koyar! Eskiden, eskinin kurumlarından, düşünme biçimlerinden kopmak ve yepyeni bir dünya ve yepyeni bir iktidar ilişkisi inşa etmek…
Alman devrimini kronolojik olarak inceleyecek değiliz; okurlarımız bunu ansiklopediler üzerinden ya da Rosa Luxemburg başta olmak üzere dönemin devrimci önderlerinin metinlerinden kolayca yapabilirler. Ancak sürece genel olarak ve en kritik dönemeçler üzerinden bakarsak, tablo özetle şöyledir. Bir yanda, daha 1914’ten çok önceleri yakayı sosyal şovenizme ve düzen politikalarına kaptırmış olan SPD vardır. Diğer yanda ise Alman devriminin yüz akı denebilecek Spartakist hareket ve onun önderleri… Bu güçlerden birincisi, geleneklere dayanan bir etkinliğe sahiptir ve iniş çıkışlarla yaklaşık 4 yıl süren devrimci süreç boyunca bu gücünü şöyle ya da böyle korumuştur. En zayıf olduğu zamanda bile SPD, solun merkezi durumundadır. Başlangıçta bir parti bile olmayan ve ancak sonradan Alman Komünist Partisi’ne (KPD) dönüşen Spartakistler ise sürecin en canlı zamanlarında bile atılgan ama zayıf bir yapılanmadır. Spartakistlerin de -birkaç kesinti dışında- içinde yer aldıkları Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD) ise SPD’den ayrılarak kurulmuş daha sol bir partidir ve aslında hatırı sayılır bir güce sahip olduğu halde zaman içersinde yalpalamalardan ve SPD alışkanlıklarından kurtulamamıştır.
1917’den başlayarak genel grevlerle, asker ayaklanmaları ve sokak çatışmalarıyla devam eden devrimci süreç, işte bu tablo içinde akıp gitmektedir. Almanya, genel olarak aslında tipik bir devrimci durum-milli kriz yaşamaktadır. Kasım 1918 ayaklanması boyunca neredeyse bütün kentlerde İşçi ve Asker Konseyleri kurulmakta, sokaklar gitgide daha fazla kızıl bayraklı işçilerin eline geçmektedir. Ama hareketi körükleyenler büyük ölçüde devrimci güçler olduğu halde, sokaklarda yürüyen işçilerin çoğu hala SPD’lidir ve SPD önderliği yangını söndürmek ve kontrol altına almak için bu güce dayanmaktadır. Daha doğrusu, Spartakistler bu kitleleri kazanıp onları iktidar yoluna yöneltememektedirler. Spartakistler, açık bir alternatif getiremeden ya da bu alternatifi inşa edecek güce sahip olmadan devrimi ilerletmek istemekte, ancak Alman işçi sınıfının çoğunluğu, savaşın yarattığı yıkıma karşı harekete geçmekle birlikte gelecek üzerine de net fikirlere sahip değildir; kendilerine “aşırı” gelen Spartakist öneriler yerine geleneksel partilerinin sesini dinlemeyi tercih etmektedir. Yani deyim yerindeyse devrimci durum olgunlaşmış, aslında kimsenin kimseyi yönetemediği bir durum ortaya çıkmıştır; ama devrim sürecinin sübjektif unsuru olan devrimci irade buna yeterince hazır değildir. Sonuçta 9 Kasım 1918 akşamı Cumhuriyet ilan edildiğinde, bütün Almanya ayaktadır ama yeni iktidarın ne olacağı konusunda kitleler kararsızdır ve aslında Cumhuriyet’in ilanı da bir anlamda devrimin Spartakistlerin istediği yöne doğru kaymasını engellemek için bir manevradır. 9 Kasım günü sokaklar silahlı işçi ve asker kalabalıklarıyla doludur ve genel grev hayatı felç etmiştir. İmparatorluğun son temsilcileri yetkilerini SPD başkanı Ebert’e teslim ederek sahneden çekilmişlerdir. Spartakistlerin önderi Liebknecht ise imparatorluk sarayının balkonundan “sosyalist cumhuriyet”i ilan etmiştir bile. Bu ortamda SPD, her tarafta çoktan kurulmuş olan İşçi ve Asker Konseylerini etkisizleştiren “Halk Temsilcileri Konseyi” dayatmasıyla gelecek ve kararsız USPD’yi de esneterek dediğini yaptıracaktır. 16 Aralık 1918’de yapılan ilk Almanya İşçi ve Asker Konseyleri Kongresi’nde 489 delegenin 289’u SPD’li, 90’ı USPD’li ve yalnızca 10’u Spartakisttir. Kalan yüz delege ise partisiz ve dağınık güçlerdir.
İşin açıkçası, bir taraf, yani Spartakistler, Rusya’yı örnek almakta, diğer taraf, yani SPD ise Rusya adını duyduğunda bile dehşete kapılmaktadır. Örneğin SPD liderlerinden Scheidemann, şöyle anlatmaktadır o günü: “Nereye gidildiğini şimdi açıkça gördüm. Liebknecht’in sloganını (bütün yetkiler işçi ve asker konseylerine) biliyordum, Almanya bir Rus eyaleti, Sovyetler’in bir kolu olacaktı. Hayır, hayır, bin kere hayır!”
Sonuç, Kongrenin bütün yetkilerini “Halk Temsilcileri Konseyi”ne devrederek kendisini ve devrimi siyasal olarak bitirmesidir. Bir süre sonra SPD her iki organda da tümüyle duruma hakim olacaktır.
Bundan sonrası artık inişli çıkışlı ayaklanmalar, çeşitli bölgelerde kurulup ezilen Konsey iktidarları ve bizzat SPD’nin yönettiği kanlı bastırmalarla geçecektir. Bu arada SPD, lümpenleri ve eski askerleri Freikorps adı altında özel birlikler olarak örgütlemekte ve tam bir “karşı-devrim çetesi” yaratmaktadır; ki bu çetenin üyelerinin çoğu sonradan, 1930’larda SS subayları olarak karşımıza çıkacaklardır. Ocak 1919’da Geçici Devrimci Komite kurarak ayaklanmaya girişen KPD güçleri ve devrimci işçiler ezilecek ve Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in yanında yüzlerce militan aynı Freikorps serserileri tarafından öldürülecektir. Elbette bu olaylardan ötürü devrim dalgası hemen geri çekilmeyecektir; daha sonra “Toplumsallaştırma Hareketi”, Münih Konsey Cumhuriyeti, Berlin, Ruhr, Orta Almanya ayaklanmaları bir birini izleyecek ve hareketli dönem 1923’e kadar devam edecektir. Ama her seferinde olanlar, 1918’de olanların değişik boyutlardaki tekrarı gibidir. Önce devrimci inisiyatif, sonra SPD’nin süreci yozlaştırma girişimleri, sonra doğrudan terör ve devrimci inisiyatifin kendine güvensizliğini yenilgiyle ödemesi…
Tabloya bir bütün olarak baktığımızda ise gördüğümüz şey, Lenin’in 1905 dersleri için yazdıklarına geri dönerek anlaşılabilir. Gerçekten de Alman Devrimi, o derslerin pratikte yeniden sınanıp yeniden -ama negatif biçimde- kanıtlandığı bir süreçtir. Her şeyden önce 1918 Almanya’sında tipik bir devrim durumunun yaşandığı kuşkusuzdur; savaş (üstelik kaybedilmiş bir savaş) bütün iktisadi-politik hayatı felç etmiş, ülke fiilen yönetilemezlik içine girmiştir. Kitleler kendilerini yıkıma sürükleyen rejimin sonunun geldiği konusunda nettirler ve hareket halindedirler. Üstelik daha bir yıl önce benzer koşullarda işçi sınıfının iktidarı elde ettiği bir başka örnek, Rusya biraz doğuda parıldamaktadır. Ancak Alman devrimci proletaryası ve onun eşsiz cesarete sahip önderleri, bütün çabalarına rağmen karşı cepheyi parçalayarak halk kitlelerinin çoğunluğunu kendi saflarına çekememişler, kendi hazırlamadıkları koşullarda, elverişsiz araçlarla, tecrit edilmiş ayaklanmalara mahkum olmuşlardır. Bunda kendi tereddüt ve hatalarının da payı olmakla birlikte onların son derece elverişsiz koşullarda savaştıklarını unutmamak gerekir. İlginçtir, Alman Devriminin ilk birkaç ayından sonra savaş, doğrudan doğruya Alman burjuvazisi ile işçiler arasına cereyan etmemiş, asıl çatışma fiili olarak burjuvazinin çıkarlarını koruyan ve onun polis-ordu teşkilatını yeniden organize eden SPD ile devrimci proletarya arasında yaşanmıştır. Ve bu savaşta kitleleri durdukları yerden koparıp kendisine kazanamayan taraf, devrimciler yenilmiştir. Sonuç olarak denilebilir ki, Spartakistler açısından sorun, stratejik çizgi sorunu değil, taktik evrelerde düzen cephesini parçalayamama, kitleleri düzen unsurlarından koparamama sorunudur. Esasen bu konuda onların kafa karışıklıkları da rol oynamıştır. Örneğin Spartakist söylem ve eylem her zaman son derece atılgandır; ama bu devrimci tutum çoğu kez gerçek tablo ile çakışmamaktadır. Daha doğrusu, süreç boyunca kitleler arasında yeterince güç sağlayamayan Spartakistler, devrimci ayaklanmanın en temel kuralı olan “inisiyatifi ele geçirme” kuralına aykırı olarak -bu kuralı bilseler de- sürekli biçimde kendi istemedikleri zamanlarda harekete zorlanmakta, karşı tarafın saldırılarına direnmektedir. Örneğin Rosa ve Liebknecht’in katledildiği son süreçte, SPD hükümetinin Spartakistlere karşı giriştiği harekat ve Spartakistlere yakın Berlin Emniyet Müdürü’nü görevden alma girişimi ayaklanmada etkili olmuştur. Bu, belki Ekim Devrimi’nden önce Kerensky hükümetinin Bolşevik gazetelere karşı giriştiği saldırıya biçimsel olarak benzemektedir ama o aşamada Bolşevikler artık Sovyet organlarında ve sokakta yeterince duruma hakimdirler. Oysa benzer bir saldırıyla karşılaşan KPD, yalnızca umutsuz bir ayaklanma başlatabilecek durumdadır.
İşin trajik yanı, Rosa’nın da bu gerçeğin farkında olması, “radikalizmle oynamanın sakıncalarına” dikkat çekmesi ama sonuçta işçi sınıfının hazır olmadığı bu ayaklanmaya katılmayı da bir erdem olarak kabul etmesidir.
Sonuçta, Alman devriminin yenilgisi güçlü bir devrimci durumun devrime dönüştürülememesi olarak tarihe geçmiştir.

Macaristan: Kaçırılmış Bir Şans
“Macar Proletaryası daha şimdiden bizi geçmiş bulunuyor” diyordu Lenin, 1919 baharında: “Macar işçi yoldaşlar, proletaryanın gerçek diktatörlüğü platformunda bütün sosyalistleri birleştirerek Sovyet Rusya’dan daha iyi bir örnek gösterdiniz!”
Gerçekten de 1919 Mart’ında Budapeşte’deki durum muazzam bir önem taşımaktadır. 21 Mart günü, Macar sosyalistlerinin bütün sol güçleri bir araya getirerek iktidara el koydukları gün olarak tarihe geçmiştir.
Aslında Macaristan’da da devrimin ilk evreleri Alman deneyine benzer koşullarda yaşanmıştır. Orada da güçlü bir Sosyal-Demokrat parti (MSPD) geleneği vardır. 1918 Ekim-Kasım aylarında demokratik bir devrim sonucunda Ulusal Meclis ve Cumhuriyet ortaya çıktığında, Karolyi başkanlığındaki burjuva parti duruma hakimdir ama Sosyal Demokrat Parti’nin da tartışılmaz bir etkinliği vardır. Aynı günlerde Bela Kun’un önderliğinde yeni kurulan Macar Komünist Partisi (MKP) ise henüz çok zayıftır ama özellikle MSPD saflarında etkisini artırmaktadır. Yine işin başından beri işçi konseyleri Macaristan’ın her yerinde kurulmakta, ama iktidar yetkileri yine merkezi burjuva hükümette kalmaktadır. Bu yönüyle işler Almanya örneğine benzemektedir. Savaşın yıkımı nedeniyle devrimci durum açıkça kendini ortaya koymakta, monarşinin çöküşü sonrasında oluşan tabloda burjuva hükümet açık bir “yönetememe” durumu sergilemektedir. Kitleler ise imparatorluk sonrasında eski rejime benzer bir kurumlaşma tarafından yönetilmek istememektedirler.
Bu kritik noktada MSPD önderliğinin asıl derdi yeni gelişen tehlikenin, yani komünistlerin ezilmesidir. Komünistlerin konseylerden atılması, gazetelerinin illegaliteye zorlanması, hep bu dönemin olaylarıdır. Bu arada MKP de kendisine yöneltilen saldırıya silahla karşılık vermektedir. Bu arada, aşağı yukarı Rosa’lara yapılan biçimde Bela Kun’un tutuklanması ve hapishanede linç edilerek ağır yaralanması tabloyu değiştirecek, MSPD saflarındaki çözülme bu olayla birlikte hızlanacaktır.
21 Mart 1919’a işte böyle gelinir. Fabrika ve kışla temsilcileri, komünistler ve artık solun etkisine girmiş olan MSPD’nin yaptıkları ortak toplantı yalnızca yarım saat sürer ve sonuçta hem birleşme, hem hapisteki Bela Kun’un çıkarılması, hem de Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi kararları alınır. İlginçtir, MSPD’nin yirmide biri büyüklüğünde olan MKP’nin programı toplantıda aynen kabul edilmiştir; Bela Kun da konsey başkanıdır. O gece Devrim Hükümeti kurulur. Devrim Hükümeti, öncelikle işçi konseylerinin yeniden kurulmasını, el konulmuş fabrikaların öz-yönetimle bu konseyler tarafından yönetilmesini sağlar, büyük toprakların tümüne el koyar ve tarım kooperatiflerine verir, okulları devletleştirir ve konutların işçilere verilmesi kararını alır. En önemlisi de ilçelerden başlayarak yönetimin konseyler tarafından örgütlenmesidir. Sonuçta Macar proletaryası, Ekim Devrimi’nin yolunu seçmiş ve yürümektedir.
Ancak büyük bir kuşatma ve saldırı altında… Bu yeni devrimin boğulması için Romen ve Çek gericiliği emperyalistler tarafından harekete geçirilmiş ve bu iki devletin orduları saldırıya geçerek Budapeşte yakınlarına dek ilerlemişlerdir. Bu kez emperyalist dünya Rusya örneğinden çıkardığı derslerle davranmaktadır ve operasyonu yöneten bizzat İngiltere’dir. Bütün Macar gericiliği de ülkelerinin yabancı askerler tarafından işgaline açık onay vermektedirler. Kararsız unsurların gevşemesine karşın Budapeşte İşçi Konseyi, yeniden oluşturduğu Kızılordu ile direnme kararı almıştır. Ancak artık durum vahimdir. Rus Kızılordusu da iç savaşın sınırları tıkaması yüzünden yardım edememektedir ve bir süre sonra Macar Devrimi yalnız başına kalır. MSPD’nin sağ kanadı etkinlik kazanmakta, devrim tavizler verdiği halde yine de saldırı ve karışıklık hafiflememektedir. Haziran 1919’dan 1920 Mart’ına kadar geçen sürede bir yandan askeri saldırı, bir yandan artık yerlerde sürünen sağ sosyal demokratların ihaneti vardır. Sonunda Romen ordusu Budapeşte’ye girip Horthy adındaki azılı gericiyi başa getirdiğinde katliam da başlayacaktır. Devrim günlerinde toplam ölü sayısı 700 civarında iken, beyaz terör birkaç haftada 5 bin işçinin kanına girecektir.
Sonuçta Macar Devrimi için söylenebilecek olan şey aslında onun ayaklanma ve devrimin klasik kurallarına uyduğu, esas olarak doğru bir yoldan yürüdüğü, ancak uluslar arası sınıf dengelerindeki zayıflık nedeniyle emperyalizmin ortak operasyonuna dayanamadığıdır. Sonuçta, 21 Mart’taki birlik havasının bozulmasının nedeni de aslında komünistlere asıl itibar sağlayan şeyin, enternasyonal dayanışmanın zayıflaması, dört bir yandan yürütülen saldırı karşısında güven duygusunun yitirilmesidir. Bütün proletarya güçlerini birleştirerek iktidara yürüme biçimindeki doğru stratejik anlayış, iktidarı koruma konusunda sıkıntı yaşamış, açıkçası uluslar arası komplo karşısında tutunmak mümkün olmamıştır.

Özgün Bir Deneyim Olarak İspanya ve “Rollerin Değişimi”

Alman ve Macar devrimlerinin yitirilmesi, elbette dünya devrimi ve özel olarak Sovyet iktidarı açısından büyük talihsizliktir. Böylece umulan Avrupa patlaması gerçekleşmemiş, Sovyet iktidarı kuşatma koşullarında tek başına yoluna devam etmek zorunda kalmıştır. Burada uzun uzun değinmeyeceğiz ama bu durum, her bakımdan olumsuz bir etki yaratmış, hatta Sovyet devriminin içe kapanmasının da temellerini oluşturmuştur.
Yine de 1900’lerin ilk çeyreğinde uluslar arası proletaryanın oksijen kaynakları bitmiş değildir. Lenin’in ve Komünist Enternasyonal’in tam da bu sıralarda yüzünü Doğu’ya dönmesi, özellikle Hindistan gibi ciddi devrimci gelenekleri olan ülkelerin öne çıkışı bu bakımdan rastlantı değildir. Enternasyonal’in kendisini bir dünya partisi gibi örgütleyerek dünyanın bütün köşelerindeki hareketi yönlendirmeye çalışması, özellikle Doğu’ya ağırlık veren bir gezici militan kadrolar tarzının yaratılması, bir dizi sakıncanın yanında aslında tarihsel olarak önemli deneyimlerdir.
Bu süreçte bir sıçrama yaparak 1936’ların İspanya’sına gitmemizin nedeni ise keyfi değildir. Orada kaçırılan büyük fırsat ve İspanya sürecinin strateji bakımından özgünlüğü bu kararımızda rol oynuyor.
İspanya’nın özgünlüğü için belki de “rollerin değişimi” sözü tam uygun değildir; ama ne olursa olsun, gericilerin “ayaklandığı”, işçi sınıfının ise “ayaklanmayı bastırmaya çalıştığı” bir durumun herhalde belli bir özgünlüğü olmalıdır.
İspanya aslında 1800’lerin sonuna dek uzanan geçmişiyle Avrupa’da solun geleneğinin en güçlü olduğu yerlerden biridir ve o günlerden başlayarak ayaklanmalarla anılır. Daha özgün bir olgu olarak İspanya, başından beri anarşizm/anarko-sendikalizmin de kitlesel düzeyde tutunabildiği bir ülkedir. Ayrıca İspanyol coğrafyası, bir yandan kendi içinde Bask ve Katalonya gibi çok ciddi ulusal sorunları barındırmakta, diğer yandan ise bir zamanların en büyük sömürgeci gücü olarak hala ciddi bir sömürgeler ağını elinde tutmaya çalışmaktadır. Bütün iç savaş boyunca Bask ve Katalan bölgeleri devrimin yanında önemli bir güç olmuşlar, ayrıca işçi sınıfı hareketinin de büyük aktörleri olarak süreçte yer almışlardır.
Sonuçta 1930’lara dek gelen tarih, İspanya’da çoğu kez Katalan bölgesinden başlayan büyük işçi hareketleri, kanla bastırılan ayaklanmalar ve yeniden toparlanmalar sürecidir. Bu süreçte İspanyol Komünist Partisi ve anarşist güçler ve onların etkin olduğu UGT ve CNT gibi büyük sendikal federasyonlar, ülkenin en ciddi politik güçleridir. Örneğin 1920’de İKP etkinliğindeki UGT 200 bin üyeye sahipken, anarşistlerin elindeki CNT’nin ise bir milyon üyesi vardır.
Aynı süreçte İspanya, klasik “devrimci durum-milli kriz” tanımının bütün temel noktalarına uygun bir noktadadır. 11 milyonluk çalışabilir nüfusun 8 milyonu açık bir yoksulluk içindedir ve bunların 5 milyonunu madenciler, fabrika ve tarım işçileri oluşturmaktadır. Topraksız işçilerin sayısı ise 2 milyondur. Buna karşın bir avuç ultra-zengin ve toprak sahibi kitlelerin nefretini kazanan bir şımarıklık içinde yaşamaktadırlar. Kitleler hareket halindedir; ancak istikrarlı bir politik partiden çok sendikal örgütlenmeler sürece daha fazla hakimdir.
14 Nisan 1931’de kral ülkeyi terk edip cumhuriyet ilan edildiğinde, çeşitli cumhuriyetçi burjuva partilerin yanında sol da artık etkindir. Bu süreçte irili ufaklı kralcı darbe girişimlerinin ardı arkası kesilmemekte, gerici güçler yeniden partileşmekte, cumhuriyetin tarım reformu saldırıya uğramakta ama bir yandan da sosyalistlerin (sosyal-demokratların) 58 milletvekiline sahip olduğu bir ortam yaşanmaktadır. Aynı süreçte Komünistler ise ancak 400 bin oy alabilmektedirler. Sağın ve faşistlerin yükselişine kaşı başlayan ve neredeyse bir devrime dönüşen Asturias madencilerinin ayaklanması ve Asturias Komünü’nü ilan etmeleri, daha sonra bu hareketin büyük bir katliamla durdurulabilmesi ve diğer bütün genel grev dalgaları hep bu dönemin olaylarıdır.
1936 seçimlerine gelindiğinde ise sol cenah artık bir “Halk Cephesi” çatısı altındadır. Cumhuriyetçi partiler, sosyalist ve komünist partiler, Katalan ve Bask bölgelerinin devrimci ve milliyetçi örgütleri bir araya gelerek seçimlere birlikte girmekte, karşı tarafta ise kralcı-gerici-faşist cephe durmaktadır. Sonuç, Halk Cephesi’nin zaferidir. Halk Cephesi hükümeti hemen bir genel af ilen ederek işe başlayacak, faşist “Falanj” örgütü yasadışı ilan edilecektir. Bu arada toprak işgalleri kendiliğinden başlamıştır bile.
Elbette bu zafer, aynı zamanda karşı-devrimci ayaklanmanın hazırlıklarının da başlama tarihidir. Bir yandan faşist cinayetlerle kargaşa büyütülüyor, diğer yandan da Hitler ve Mussolini ile işbirliği içinde darbenin hazırlıkları yapılıyordu. Temmuz 1936’da Franco tarafından o dönem İspanyol sömürgesi olan Fas’ta başlayan ordu ayaklanması kısa sürede birçok bölgeyi ele geçirdi. Ayaklanmanın İspanya toprağındaki ayağı sinsice ve gizli olarak örgütlenmişti. Devrimcilerin güçlü olduğu birçok bölgede bile generaller önce “darbe-karşıtı” gibi görünmüş, daha sonra şok saldırılarla kentleri ele geçirmişlerdi. 70 bin civarında İtalyan askerinin karşı-devrim saflarında olması, hükümetin halka silah dağıtmaktaki tereddüdü sonuçta etkili olmaktaydı. Geç de olsa harekete geçen cumhuriyet güçleri ve devrimci güçler olağanüstü kahramanlıklarla örülü muazzam bir direniş gösterdiler; uluslar arası tugaylar adı altındaki eşsiz enternasyonalist dayanışma da bu dönemin en büyük kazanımı oldu. İspanya’nın her köşesi, ama özellikle Madrid önleri, bu direnişin en sert geçtiği yerlerdi.
Ancak bu dönem, aynı zamanda Halk Cephesi güçlerinin de iç karışıklıklar yaşadığı, yeterince homojen bir birlik yaratamadığı bir dönem olarak tarihe geçti. İspanyol iç savaşı, bugün hala dünya solunda en çok tartışılan süreçlerin başında gelir ve biz bu çalışmamızın sınırlı çerçevesi içinde söz konusu tartışmalara değinmeyeceğiz. Ancak sonuçta kesin olan şey, tek tek parçaları itibarıyla olağanüstü kahramanlıklar sergileyen çok renkli ve çok parçalı İspanyol solunun tek bir yumruk halinde süreci karşılayamaması ve iç karışıklıkların önlenememesiydi.
Sonuçta Mayıs 1938’de Franco Madrid’e girdiğinde geride on binlerce ölü ve yenilgiye uğramış bir cumhuriyet ve başka ülkelere göç etmek zorunda kalan binlerce savaşçı vardır.
Bütün bu sürecin toplamına baktığımızda somut olarak bir “İspanyol Devrimi”nden söz edebilir miyiz; doğrusu bu şüphelidir. Sonuçta, Franco’nun yıktığı İspanyol II. Cumhuriyeti, bir proletarya diktatörlüğü ya da konseyler iktidarı değildir. Ama yine de 1938’e dek süren bu dönem, hükümetteki karışıklardan ve güç dengelerinden bağımsız olarak sokakların işçi sınıfına ait olduğu bir dönemdir ve herhalde gelecekte de bütün İspanya tarihinin en özgür zamanları olarak anımsanacaktır. Stratejik çizgi bakımdan ele alındığında ise İspanyol iç savaşı, tereddüt ve saflığın karşı-devrimin vahşetiyle “ödüllendirildiği” bir trajedidir. Sınıfsal ve siyasal bileşiminin zayıflığından ötürü kendi düşmanlarını zamanında tepeleyemeyen, onların yaşamasına ve bütün hazırlıklarını rahat rahat yapmasına izin veren hükümet, göz göre göre gelen darbe karşısında savaşmaya hazır yüz binlerce emekçiyi yeterince silahlandıramayan politik örgütler, aslında yoksul köylüler arasında büyük prestije sahip olan solun toprak düzeni konusunda net davranamaması ve giderek Franko’nun bu alanda zemin kazanması ve en önemlisi de faşist disipline sahip bir ordunun karşısında dağınık düzende yürütülen savaş biçimi, İspanya iç savaşının karakteristik çizgileridir.
Kuşkusuz bunlardan en önemlisi, sonuncusudur; çünkü sonuç olarak süreci büyük ölçüde askeri üstünlük belirlemiştir; Franko bir intikam ordusu olarak ele geçirdiği her bölgede kitleleri sindirirken devrimci cephe Madrid kapılarına kadar daraldıkça ülkenin geri kalanından kopmuş, artık bir savunma hareketi haline dönüşmüştür. Devrimci cephenin disiplinli bir ortak yönetimle kazanacağı büyük zaferler halinde, tablonun tersine döneceği kesindir; ama başarılamayan da budur.
Yani evet, sonuçta bu, belki bildiğimiz anlamda bir devrim değildir; söz konusu olan şey Macaristan’da ya da Rusya’da olduğu gibi proleter bir Sovyet ya da konseyler iktidarı değildir; ama İspanya, kendine özgü bir durumdur. Genel olarak İspanya’daki devrim cephesi, başka bir çok Avrupa ülkesinde bulunmayan büyük bir kitlesel enerjiye ve sokak deneyimine sahiptir; bu enerji ve deneyim, Franko’nun yenilgiye uğratılması halinde artık klasik burjuva cumhuriyetin çerçevesine sığmayacak kadar yüksek bir birikim yaratmıştır. Asıl talihsizlik de zaten işte budur. 1938 Mayıs’ında Avrupa’nın en büyük ve köklü ülkelerinden birinin dünya sosyalist cephesine dahil olması faşizm tarafından -emperyalist merkezlerin de onayıyla- önlenmiş, bunun yerine kırk yıllık kanlı bir diktatörlük İspanyol halkının başına bela olmuştur.

Doğu Avrupa, Balkanlar ve Gerillanın Yeniden Keşfi
Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki devrimci savaş deneyimlerini ve Nazi sürülerinin kovulmasıyla birlikte ortaya çıkan halk cumhuriyetlerini ayrıntılı bir biçimde irdelemek, kuşkusuz böyle bir çalışma çerçevesinde mümkün değildir. Esasen birbirlerinden farklı özellikler gösteren bu direnişleri tek bir tanım içersine sığdırmak da pek kolay değildir; ancak yine de genel bir değerlendirme yapılabilir.
Bilindiği gibi solda zaman zaman bu direnişleri bir parça küçümseyen, 1945 sonrasında olup bitenlerin tümünü Kızılordu’nun durdurulamaz ilerleyişine bağlayan tartışmalar hep olmuştur. Hatta 1990 çöküşünden sonra da benzeri düşünceler ortaya atılmış, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin zaten temellerinin zayıf olduğu ima edilmiştir. Böylesi imalar bir ölçüde gerçeği ifade etse de toplam olarak içinde ciddi bir haksızlığı barındırmaktadır.
Her şeyden önce bu ülkelerdeki direnişler, düzeyleri, biçimleri, iç dinamikleri bakımından homojen bir bütünlük oluşturmamaktadırlar. Bu ülkelerin devrimci örgütlülükleri, bu örgütlerin güçleri ve diğer politik partilerle ilişkileri de aynı değildir. Elbette bunlardan bazıları için Müttefik ordular yerine Kızılordu’yla karşılaşmak bir şans olmuştur ama herhalde Kızılordu öncesinde bu ülkelerde tümüyle bir politik boşluk bulunduğu da söylenemez.
Burada asıl önemli olan bütün bu işgal ve anti-faşist direniş sürecinin temel unsurunun partizan/gerilla savaşı olmasıdır.
Bu süreç boyunca Avrupa halkları -yalnızca Balkanlar değil, Batı Avrupa halkları da- güçlü ve disiplinli bir işgal ordusuna karşı eski tarihsel deneyimlerine yeniden dönerek küçük-hareketli birliklerle yapılan savaşın avantajlarını keşfetmişler, kırlarda ya da şehirlerde işgal ordularını yıpratan, onları gerileten ve hatta yenilgiye uğratan eylemler tarzını şöyle ya da böyle uygulamışlardır. Kimi ülkelerde bu, müttefik kuvvetlerin işini kolaylaştırma, onları sabotajlarla yıpratma amacını güderken, kimilerinde ise halk orduları şeklinde büyüyen daha kapsamlı ve güçlü organizasyonlar söz konusu olmuştur. Bu arada, bütün direniş sürecinde iki merkez, İngiltere ve Sovyetler, bu partizan güçlerini kendi amaçları doğrultusunda desteklemişler, böylece aslında doğal olarak işgal sonrasındaki Avrupa tablosunu da etkilemek istemişlerdir. Örneğin Batı Avrupa’daki direnişler, Fransa, Belçika, vb. komünist partizanların süreçteki ağırlıklarına rağmen Londra’nın ağırlığı altındadırlar. Aslında Londra, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da da boş durmamaktadır; örneğin Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya’da böyle çabaları vardır, ancak oradaki durum, Stalingrad’dan başlayan muazzam Kızılordu hamlesiyle değişmiş, dengeler yerinden oynamıştır.
Aslında bu ülkelerin neredeyse tümünde 1940’lara gelindiğinde şu ya da bu biçimiyle kendisini gösteren devrimci durumlar söz konusudur. Bazılarında 1918’lerde bastırılmış devrimler (Macaristan gibi) vardır, bazıları ise (Bulgaristan gibi) zaten 1917-1940 sürecinde ayaklanmalar yaşanmıştır.
Bu ülkelerin çoğunda işgal başlamadan hemen önceki yönetimler tümüyle zaaf içindedirler; büyük iktisadi-politik krizler yaşamakta ve istikrarsızlık içinde yüzmektedirler. Yani işgal öncesinde bu ülkelerin çoğunda -Almanların gelip bozduğu- burjuva anlamda bir “huzur” mevcut değildir. Ama işgal, doğası gereği, süreçleri hızlandırmış, bu toplumların en dinamik kesimlerini, yani işçi sınıfını ve genel olarak solu öne çıkarmıştır.
Sonuçta, amaçlar ve düzey ne olursa olsun, gerilla savaşı, bu sürecin karakteristik olgusudur.
Burada belki Sovyet partizanları, kuruluş biçimi ve amaçları bakımından diğerlerinden ayrılabilir; çünkü onlar çoğu kez doğrudan doğruya resmi Kızılordunun eğitim vererek planlı biçimde yarattığı birimlerdir. Alman ilerleyişinin hızı karşısında bizzat SBKP Merkez Komitesi’nin emriyle bölgelerde parti tarafından gizli üslerin, silah ve yiyecek depolarının, partizan birliklerinin inşası, bu birliklerin Kızılordu karargahlarında eğitilmesi, binlerce insanın kimlik bilgilerinin silinerek bu alana kaydırılması, tamamen planlı bir süreçtir.
Diğer ülkelerde ise işgalin şu ya da bu aşamasında komünistlere bağlı ya da değil, değişik partizan örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Örneğin Polonya’da işgal sırasında hain ve işbirlikçi bir hükümet ve ordu söz konusu değildir; başından beri Polonya ordusu da işgale karşı direnmiştir. İşgal sırasında ise Komünistlerin “Halk Ordusu” adıyla kurdukları merkez giderek güçlenmiş, prestij kazanmış ama yine de diğer burjuva-ulusal güçler ağırlıklarını korumuşlardır. Örneğin 200 bin kişinin öldüğü büyük ve umutsuz Varşova ayaklanması, bu güçler tarafından, biraz da Kızılordu’dan önce davranmak, Polonya’yı sola teslim etmemek için gerçekleştirilmiştir. Ve tabii işgal sonrasında da halk cumhuriyetine geçiş sancılı olmuştur.
Savaşın başından itibaren Avrupa’da Almanlara en yoğun askeri desteği veren güç Romanya’nın faşist iktidarıdır; Romen orduları Nazilerle birlikte Sovyet ülkesinin işgalinde açıkça rol almışlardır. Yoğun bir baskı ve vahşetle geçen süreçte, 1944’e dek Romanya’da komünistlerin etkisi yok denecek kadar azdır ve ciddiye alınabilir bir partizan hareketi görülmemiştir. Komünistler, ancak bu tarihten sonra siyasal sahnede daha aktiftirler ve faşizmle işbirliği yaparak ülkeyi batırmış olan eski rejim karşısında en etkin güç hale gelmişlerdir.
Macaristan’ın işgali, 1918 devriminin kasabı Hortry rejiminin Nazilerle bir süre flört ettikten sonra Batılı müttefiklere göz kırpmaya başlamasıyla birlikte, Mart 1944’te gerçekleşmiş ve Nazi egemenliği komünistlere karşı büyük bir kıyım anlamına gelmiştir. Zaten illegal bir güç olan parti bir süre ciddi olarak ezilmiş, ancak Aralık 1944’te Kızılordu’nun yaklaşması ile birlikte komünistler ve başka ulusal güçler bir hükümet kurabilmişlerdir. Yine de ilk seçimlerde Komünistlerin alabildiği oy yüzde 17’yi geçmeyecektir.
Çekoslavakya’da daha 1935’lerde bile ülkedeki üçüncü parti düzeyinde olan, yüzde 25 oy alan Komünist Partisi, işgalci güçlere karşı sürdürülen illegal partizan direnişi sayesinde olağanüstü bir siyasi prestije sahip olmuştur. Bu nedenledir ki Çek komünistleri, Kızılordu’nun gelişi sonrasında hükümette yer alacak konuma gelmişlerdir.
Balkanlarda ise durum son derece ilginçtir. Arnavutluk, Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan dörtlüsü, yukarıdaki örneklerden çok daha farklı bir yerde dururlar. Bu dört ülkede de gerilla savaşı, teknik bir kolaylığın ötesinde, politik olarak mücadelenin ekseni düzeyinde rol oynamıştır.
Uzun yıllar boyunca katı bir bir baskı rejimiyle yönetilen Arnavutluk’taki komünist hareket aslında işgal yıllarında çok gençtir. Ama 1941’deki kuruluşundan kısa bir süre sonra (ki Yugoslavya Komünist Partisi’nin desteğiyle kurulmuştur) Arnavutluk Komünist Partisi, Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni yaratarak ülkenin en büyük direniş hareketi haline geldi. Önce İtalyan, sonra Alman işgaline karşı tam da klasik anlamıyla gerilla/partizan savaşı yürüten AKP, savaşın sonunda 1. Partizan Ordusu ile Tiran’ı kurtardığında, zaten artık ülkenin iktidar olabilecek tek gücüdür, halk ordusuna ve başından beri oluşturulan halk iktidar organlarına sahiptir.
Bulgaristan’da ise komünist hareket, 1800’lerin son çeyreğine kadar giden tarihiyle güçlü ve köklü bir harekettir. Süreç içersinde iç-faşist rejimlere karşı mücadele içersinde güçlenen ve deneyim kazanan Bulgaristan Komünist Partisi, ayrıca belli bir ideolojik-politik olgunluk düzeyine ve prestijli önderlere de sahiptir, ülke içinde hatırı sayılır bir siyasi güçtür. 1923’teki faşist darbeye karşı kendi iç politik karmaşası yüzünden geç müdahale eden BKP, daha sonra çiftçi birliği ile kurduğu birleşik cephe ayaklanmasını başlatmış, bu ayaklanma sonuçta ezilse de daha sonrasına dersler bırakmıştır. 1924-25 yılları arası, faşist teröre karşı tipik şehir gerillası eylemleri ve partizan hareketi yaygındır, parti illegal basın gibi alanlarda da sistemli çalışmaya geçmiştir. 1925’te ezilen parti, 1927’de legal olarak ortaya çıktığında da seçimlerde 31 milletvekili çıkarabilmektedir. 1934’te yeni bir faşist darbe geldiğinde yine birleşik cephe direnişi sürecektir.
Yani işgal yıllarına gelindiğinde Bulgaristan belli bir tür gerilla deneyimine zaten sahip durumdadır. Bulgar gerillası öteden beri faşist rejimin kanlı katillerini, emniyet müdürlerini, vb. cezalandırmaya alışkındır. Bulgaristan’ı Sovyetlerin işgalinde güçlü bir lojistik arka plan olarak düşünen Hitler 680 bin askerini bu ülkeye yığdığında da anti-faşist cephe geleneği devam etmiş, BKP başka ulusal güçleri de kapsayan bir Vatan Cephesi’ni inşa etmiştir. Anti-faşist direnişin partizan birlikleri 1942’de artık 30 müfrezeye ulaşmış durumdadır. Bu süreçte efsanevi bir gerilla direnişi gösteren Bulgar komünistleri, genel olarak ülke içersindeki en ciddi politik yapı olmayı başarmıştır. Kızılordu’nun ilerleyişi sonrasında ise süreç daha da hızla ilerleyecek, BKP Merkez Komitesi 26 Ağustos 1944’te ayaklanma kararı alarak 8 Eylül’de Kızılordu’nun da desteğiyle ayaklanmayı gerçekleştirecektir. Daha ertesi günün akşamında, 9 Eylül’de artık ülkenin tek hakim siyasi gücü, Vatan Cephesi’dir. Öyle ki, 1945’te yapılan ilk seçimde 4.5 milyon oydan 3.3 milyonunu Vatan Cephesi alacaktır. Yani burada gerilla savaşıyla Kızılordu ilerleyişinin gerçek bir ortaklığı vardır ve gerilla sadece basit bir sabotajcı güç değildir.
Diğer iki örnek, Yugoslavya ve Yunanistan ise aslında son derece trajiktir. Bütün anti-faşist direniş süreci boyunca yazımızın konusu bakımından en gelişkin örnekleri oluşturan, gerilla/partizan savaşının klasik mantığına en uygun çizgileri izleyen bu iki ülke, ayrı ayrı sebeplerle olumsuz noktalara saplanmışlardır. Birincisi, (Yugoslavya) iktidar sonrasında sağa doğru kayarken, ikincisi (Yunanistan) ise sağ politikalar nedeniyle tasfiyeye uğramıştır. Ama yine de her iki örnek, son derece değerli derslerle doludur.
Özellikle Yugoslavya direnişi, sonradan kaydığı çizgi nedeniyle solda pek incelemeye değer bulunmaz ama aslında tipik halk savaşı çizgisinin oyun kurallarına en uygun olan süreçtir. Gerçekten de Yugoslav Komünist Partisi’nin organize ettiği partizan direnişi, özellikle iki bakımdan çok önemlidir. Birincisi bu direniş, işin başından itibaren, Almanların genel yenilgisine umut bağlayan bir yerden değil, doğrudan iktidarı hedefleyen bir gerilla hareketi üzerinden inşa edilmektedir. Kitleler arasından büyük bir meşruiyete sahip olan direniş, yalnızca sabotajlar yapan “işgal karşıtı” bir hareket olmanın ötesine geçerek, bir halk ordusuna ve halk savaşına dönüşmektedir. Bunun bir sonucu olarak YKP, kontrol edebildiği her yerde “kurtarılmış bölgeler” yaratarak Halk Kurtuluş Komiteleri adı altında iktidar organları örgütlemektedir. Tito bu durumu şöyle anlatıyor: “… daha 1941 yılında, gerek köylerde gerekse kasabalarda yeni hükümetin ilk kuruluşlarına biçim vermeye, adını özelliğinden alan halk kurtuluş komiteleri dediğimiz örgütlerle yeni iktidar organları yaratmağa başladık.” Ancak öte yandan aynı hareket, yine böyle bir savaşın mantığına uygun olarak hiçbir bölgeyi körü körüne savunmamakta, hareketli savaş uygulamakta, hatta zaman zaman sonradan efsane haline gelen büyük yarma hareketleriyle kendisini kuşatmalardan kurtarmaktadır.
YKP, Yugoslavya’nın siyasi hayatında yeni bir parti değildir. 1920’de yüzde 12 oyu ve 58 milletvekili olan bir partidir. Çeşitli ideolojik ve pratik iniş çıkışlar yaşayan parti, işgal başladığında illegaldir ama yine de ülkenin en önemli muhalif gücüdür. Parti, 4 Temmuz 1941 günü halka silahlı mücadele çağrısı yaptıktan kısa süre sonra küçük gerilla gruplarını yaratmaya başlamış ve giderek büyük gerilla ordularına dek ulaşmıştır. Üstelik aynı süreçte YKP gerillası, sadece işgalcilere karşı değil, Hırvat faşistlerinin Ustaşa devletine ve Sırp milliyetçisi Çetnik çetelerine karşı da savaşmaktadır. Bu süreçte Komintern’in “ılımlılık” çağrılarına da kulak asmayan YKP, büyük ölçüde kendi gücüne dayanarak savaşmakta, bir süre sonra kurduğu Yugoslavya Anti-Faşist Halk Kurtuluş Konseyi ile çeşitli milliyetlerden halkların ortaklığını yaratmaktadır. “Bu Konsey’i Londra’daki sürgünde burjuva hükümetinin alternatifi olarak görmemek gerektiği” yolundaki Komintern uyarılarına rağmen YKP’nin böylece yarattığı aslında bir ikili iktidar durumudur. Sonuçta 200 bin kişilik partizan ordusunun baş edilemez gücünü yalnızca Komintern değil, İngiltere de kabul edecek ve onu “müttefik ordu” olarak niteleyecektir. 1944’te Kızılordu Yugoslavya’ya girdiğinde Halk Ordusu da Belgrad yakınlarındadır ve Kızılordu ile Partizan Ordusu birlikte savaşarak Belgrad’ı alacaklardır.
Yazımızın sınırları gereği, daha sonra YKP ile SBKP arasında oluşan ayrılıklara ve anlaşmazlıklara, Tito’nun giderek sağa kayan çizgisine girmeyeceğiz. Ancak bütün bunlar bir yana, kesin olan şey, Yugoslavya direnişinin halk savaşı ve gerilla konusunda incelenmesi gereken tipik bir örnek olduğudur. Sonraki macerası nereye varmış olursa olsun işgal yıllarındaki YKP, klasik türdeki bir komünist parti örgütünün kendisini hızla gerilla örgütüne dönüştürmesi bakımından başarılıdır ve tiyatro gruplarından halk sağlığı ekiplerine, halk mahkemelerinden yerel iktidar organlarına dek Yugoslav Halk Ordusu, bu tür komplike gerilla savaşının iyi örneklerini bize vermektedir.
Yunanistan ise kuşkusuz her şeyden önce yirminci yüzyılın talihsizliklerinden biridir.
Yunan Komünist hareketi de aynen Bulgar ve Yugoslav hareketleri gibi köklü ve güçlü geleneklere sahiptir. 1936’daki faşist Metaksas diktatörlüğüne dek Yunan Komünist Partisi (KKE) zaman zaman çeşitli baskılarla budansa da hem seçimlerde hem de toplumsal hayatta etkin güçlerden biridir. Partinin ideolojik hayatı oldukça karışıktır ve her zaman çok tartışmalı süreçler yaşanmıştır ama yine de ülkedeki toplumsal bir güçtür. İşgal başladığında ise önce Selanik bölgesinde kendiliğinden oluşan gerilla birlikleri, daha sonra KKE ve işgal karşıtı bütün ulusal güçleri kapsayan Ulusal Kurtuluş Cephesi (EAM)’ın kuruluşuyla sıçrama yapacak, EAM’a bağlı olarak Ulusal Halk Kurtuluş Ordusu (ELAS)’ın kurulması gerçekleşecektir. 1942’de 15 kişilik ELAS birliğine hitaben “yakında on binlerce kişilik bir ordu olacağız” diye konuşan Komutan Aris’in dediği gerçekleşecek ve ELAS bir yıl sonra gerçekten de büyük bir halk ordusuna dönüşecektir. Ülkede İngilizlerin yönlendirdiği başka burjuva direniş güçleri de vardır ama işin belli bir noktasından sonra dağlara artık ELAS hakimdir ve EAM’da fiili olarak KKE’nin etkinliği altındadır. Ancak bu mucizevi avantaja karşın Yunan direnişinin en büyük sorunu, kalıplaşmış kafalara sahip KKE yöneticilerinin elindeki gücün önemini anlamaması, bu güce karşı bir kuşkuyla yaklaşarak adeta kendi kuvvetinden ürkmesi ve en önemlisi de esas olarak kırlarda yürütülen bu savaşı bürokratik bir parti mekanizmasıyla yönetmeye kalkmasıdır. Başka bir deyişle, klasik türden kent hareketine ve milli kriz kavramının klişe tanımına körü körüne bağlı olan KKE, ELAS’ın dayandığı muazzam kırsal potansiyeli anlamamakta, bu alana ilişkin programatik bir yaklaşım da geliştirmemektedir. ELAS onun için mücadelenin temel unsuru olmamış, her zaman partinin silahlı kolu olarak kalmıştır. Başlangıçta aslında klasik bir parti olan Yugoslav Komünist Partisi, mücadele mantığını, temel mücadele belirlemesini ve örgütsel yapısını hızla dönüştürerek bir politik-askeri yapı haline gelirken, ondan daha fazla “komünist” olan KKE’nin aynı yeteneği gösterememesi son derece çarpıcıdır.
Nazi işgaline karşı direnişle başlayarak savaş sonrasında İngiliz-ABD kuklası faşist Yunan hükümetleri döneminde iç savaş olarak devam eden bütün süreç, elbette bu yazı içersinde özetlenemeyecek kadar karmaşık ve uzun bir süreçtir. Ancak kuşbakışı olarak tablonun tamamına bakıldığında görülen olgu şudur: Başta İngiltere ve ABD olmak üzere emperyalist dünya, savaş içinde ve sonrasında Doğu Avrupa ve Balkanlarda yaşanan felaketle bir daha karşı karşıya gelmemek için Yunanistan’a özel olarak ağırlık vererek sosyalist bir gelişmenin önünü kesmek isterken, Sovyetler Birliği ise dönemin dünya tablosu içinde Yunanistan’daki bir devrimci iktidar olasılığını hesap dışı tutmakta, bu olasılığa en iyimser deyimle “soğuk” bakmaktadır. Daha Almanlar tümüyle kovulmadan bile İngiltere ikinci bir işgal gücü olarak ülkededir ve Yunan faşistlerini organize ederek solu ezmeye başlamıştır. Bu süreç boyunca ELAS, sadece Almanlara karşı değil, İngilizlerin desteklediği türlü çeşitli sağcı çetelere karşı da savaşmakta ve bu arada Atina dahil büyük kentler de ayaklanmalarla sarsılmaktadır. 70 bine ulaşan büyük gücüyle Atina’yı bile kontrol edebilen ELAS’ın yöneticileri (efsanevi komutan Aris başta olmak üzere) nihai zaferin bu yolla sağlanabileceğini, halk savaşı yolundan iktidara kadar yürünmesi gerektiğini düşünürlerken KKE hala tereddüt ve oyalanma içindedir. Sonuç hazindir: 1945’te ELAS tasfiye edilir ve silahlar İngilizlere teslim edilirken bunu kabul etmeyenler (Aris dahil) fiziki olarak ortadan kaldırılmaktadır; üç beş ay sonra da ELAS’ın savaşçıların çoğu ya tutukludur ya da boğazlanmıştır. Bu tarihten sonra artık İngiliz ve ABD büyükelçilerinin yönettiği Yunanistan’da binlerce eski ELAS’çı idama mahkumdur, 80 bine yakın insan toplama kamplarındadır.
Daha sonraları, 1946’da KKE, Demokratik Ordu’yu kurarak (bu kez gecikmiş bir refleksle) iç savaşı başlattığında kısa sürede yine 20 bin savaşçıya ulaşılmıştır ama artık karşı cephede işin başında ABD vardır ve bir yandan ülkeye 2 milyar dolar yardım akıtılırken, diğer yandan faşist Yunan ordusu muazzam olanaklarla, ağır silahlarla donatılmaktadır. Sonuç, yine hüsrandır. Savaşmaktan yorulmayan Yunan emekçileri kendi savaşından ürken, kendi başlattığı savaşı içine sindiremeyen önderliklerden yorulmuştur. 16 Ekim 1949’da KKE bürokrasisinin önderi Zaharyadis “artık silahlı mücadeleyi sürdürmenin bir küçük burjuva tavrı olacağını” söyleyerek iç savaşı sona erdirdiğinde hala on binlerce devrim savaşçısı çaresizce Arnavutluk’a ve Bulgaristan’a sığınmaya çalışmaktadırlar. “Partinin başlangıçta silahlı mücadeleyi kararlı bir şekilde savunmayıp bir şantaj aracı olarak kullandığını, silahlı mücadelenin ülke çapında etkin gerilla eylemleriyle sürdürülmesi ve Demokratik Ordu’yu statik bir konuma sokan düzenli ordu anlayışından vazgeçilmesi gerektiğini” söyleyen “Demokratik Ordu” komutanı Markos Vafyadis ise aynı önderlik tarafından oportünist olmakla suçlanmaktadır. Yani ortada barışı da savaşı da usulüne uygun yürütmeyen, kendi başlattığı iç savaşı bin türlü tereddütle kısırlaştıran bir önderlik vardır.
Sonuç olarak, konumuz açısından sürece yeniden baktığımızda söylenebilecek olan şey, Yunan iç savaşının kafası klasik formüllere ve uluslar arası denge hesaplarına takılı kalmış olan statükocu bir önderliğin trajedisi olduğudur. Gerçekten de, Yunanistan gibi büyük devrimci potansiyele sahip bir ülkenin enerjisinin bu biçimde yok edilmesi, gerçekleşmesi pekala mümkün olan bir devrimin kırılması ciddi bir günah sayılmalıdır. Bu süreçte Stalin ve Sovyet politikalarının rolü üzerine çok şey söylenebilir ve zaten söylenmiştir de; üstelik bu olumsuz etki üzerine söylenenlerin çoğunun da doğru olduğunu düşünebiliriz. Ama sorun bu kadar da basit değildir. Yugoslavya ve Çin örneklerinde görüldüğü gibi bir partinin kendi yolundan yürümesi de mümkündür. Dolayısıyla Yunanistan trajedisi, esas olarak, kendi ülkesinin gerçekliğini anlamak ve ortaya devrimci irade koymak yerine, şablonlara sarılan, halkın gücü dışındaki güçlere bel bağlayan bir anlayışın ürünüdür. Bu yıkımın temel sebebi, Zaharyadis önderliğinin Lenin’i anlamayan Kautsky ile, Mao’yu anlamayan Kruşçev ile aynı hamurdan olması, aynı düşünme biçimine sahip olmasıdır. Kendi kurduğu gerilla ordusundan ta en başından beri korkan, bu büyük halk iradesini bir devrim imkanı olarak değil pazarlık ve baskı aracı olarak kullanan önderlik, devrimin sonunu hazırlamıştır. Üstelik, aynı kafa yapısı, daha sonra da bu tarihsel yıkımdan ders almamıştır; nitekim 1961’deki KKE kongresi, partinin iç savaş kararını “sol sekter” bir eğilim olarak tanımlayacak ve mahkum edecektir! Gerekçe, kitlelerin böyle bir savaş için hazır olmamasıdır; KKE’ye göre o dönem yapılması gereken “İngilizler dışarı!” ve “Normal Demokratik Hayat!” sloganlarıyla seçimlere girmek ve güç biriktirmektir!
Genel olarak yukarıdaki örneklerin tümü üzerine yeniden düşünürsek, fark edeceğimiz en temel gerçek, özellikle Balkanlardaki sürecin (ve aslında İtalya, Fransa gibi örneklerin de) devrimci durum ve evrim-devrim aşamaları, mücadeleye nereden başlanacağı gibi konularda klasik anlayışları zorladığıdır. Bu deneyimlerin, olumlu ya da olumsuz sonuçlarıyla kanıtladığı olgu, devrimci stratejik çizgi sorununun yalnızca üretici güçlerin düzeyine ya da iktisadi verilere bağlı olmadığı, bu sorunun esas olarak politik düzlemde kendisini ortaya koyduğudur. Ekim örneğinden hareketle bir model gibi kalıplaştırılan tipik düşünme biçimi, (uzun süren evrim dönemi, kısa süren devrimci durum ve topyekun kent ayaklanması) bu ülkelerde somut gerçeğin karşısında çözümsüz kalmış, bu gerçeği doğru kavrayarak yeni bir yorumla kendilerini dönüştüren partiler başarıyı yakalamışlardır. Her şeyden önce (işgal öncesindeki durumlar bir yana) bizzat işgalin kendisi klasik milli kriz kavramını değiştirmiş ve bir devrim durumunu en baştan itibaren üretmiştir, ki bu gerçek, silahlı mücadeleyi ve gerilla birliklerini, giderek halk ordularını işin en başında sürecin ekseni hale getirmiş, politik ve askeri gücün birlikte büyütülmesini, örgütün politik-askeri bir kompleks biçimde yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır. Bu gerçeği kavrayabilenler, “klasik parti merkezi” ve “silahlı kol” ayrımını aşmışlar ve çoğu durumda hareketin bütün merkezi yapısını ve organlarını da gerilla savaşının alanlarına taşımışlardır. “Parti önderliği” ile “halk ordusu komutanlığı” böylece aynı süreçte iç içe geçmiştir. Bunu kavrayamayanlar ise - Yunanistan örneğinde olduğu gibi- tasfiyeye uğramışlardır.

Yerelden Evrensele Taşan Bir Deneyim: Çin Halk Savaşı
“Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz.”
Lenin’in yazı boyunca yüz kez tekrarlamaktan bıkmayacağımız bu sözleri, hem Yunanistan’daki “sorunu”, hem de Çin’deki “gerçeği” aynı anda anlatmaktadır aslında. Nasıl Yunanistan yenilgisi, statükocu düşünme biçiminden kopamayan bir önderliğin yarattığı felaketse, büyük Çin Devrimi de, kendisine dayatılan stratejik kalıpları reddederek kendi ülke gerçekliğini somut olarak kavrayan bir önderliğin yarattığı muazzam bir zaferdir.
Elbette bu büyük deneyimi incelerken de -okurumuzun bizi anlayıp bağışlayacağını umuyoruz- uçsuz bucaksız Çin tarihinin derinliklerinde boğulmayı tercih etmeyecek, devrimci strateji bakımından en önemli noktaları ele alarak ilerlemeye çalışacağız.
Ayrıca, Çin söz konusu olduğunda, yerellikle evrensellik arasında en baştan kategorik bir ayrım yapmayı gerekli buluyoruz. Bu önemli; çünkü Çin’de zafere ulaşan halk savaşı, kendi ülke gerçekliği içersinde başarı sağlamıştır evet, ama aynı savaş daha sonradan başka ülkeler ve dünya devriminin genel sahnesi için çığır açıcı imkanlar yaratmıştır, bu da meselenin ikinci ve daha önemli olan cephesidir. Gerçekten de, az sonra göreceğimiz gibi, Çin deneyimi, durduğu yerde durmamış, evrensel düzeyde örnek oluşturan yeni bir devrimci stratejik çizgiyi ortaya koymuştur.
Ve yine, yazı boyunca hep olduğu gibi Çin özgülünde de devrimin hedefleri, türü üzerinde durmayacağız. Mao’nun Yeni Demokratik Devrim tezi ve diğer yaklaşımları da şüphesiz önemlidir ama biz daha çok “nasıl bir yol” sorusunun peşinde ilerlemeyi sürdüreceğiz.

a) Bünyeye Uymayan İlaç ve Yeni Formül Arayışı
Büyük ve kanlı ayaklanmalarla örülü Çin tarihinin eski evrelerini atlayarak nispeten yakın dönemlere doğru geldiğimizde ilk gördüğümüz olgu, Marksizm öncesinde ortaya çıkan modern milliyetçi akımdır. 1900’lerin başında genç aydınlar tarafından başlatılan ve 1912’de Cumhuriyet’in ilanından sonra Ulusal Halk Partisi (Guomindang) olarak partileşen ve iktidar olan bu akımın tarihsel önderi Dr. Sun Yat Sen, “milliyetçilik, demokrasi ve halkın refahı” üçlemesiyle tanımladığı bu çerçeveye, halkçı ve devrimci bir içerik yüklemekte, anti-emperyalist, özgürlükçü ve toplumsal üretime dayanan bir sistemi öne çıkarmaktaydı.
Haziran 1921’de kurulan Çin Komünist Partisi (ÇKP) ise henüz çok gençtir ve nasıl bir yol izleneceği konusunda belirsiz fikirlere sahiptir. Muazzam büyüklükteki bir coğrafyaya ve nüfusa sahip olan Çin’de Avrupa’dan doğmuş bulunan klasik Marksist teorilerin nasıl hayat bulacağı, nereden başlanıp nereye varılacağı gerçekten de yanıtlanması kolay sorular değildir.
Çin, yarı-sömürge ve feodalizmin ağırlıkta olduğu bir ülkedir. Bir yanda büyük işçi kitlelerinin bir arada bulunduğu sanayi kentleri vardır; öte yanda ise uçsuz bucaksız kırlık alanlar üzerinde korkunç bir yoksullukla boğuşan köylüler… Hatta sonradan “Uzun Yürüyüş” sırasında Mao ve yoldaşları ülkenin nasıl yönetildiğinden habersiz, dünyayı kendi mezrasından ibaret zanneden en ilkel kabilelerle bile karşılaşarak şaşıracaklardır. Ayrıca bu coğrafya işbirlikçi kompradorların yanında büyük toprak ağalarını, onların da ötesinde “savaş ağaları” diye adlandırılan haydut generallerin yöresel egemenliklerini de barındırmaktadır. Mao’nun deyimiyle Çinli devrimci güçler ne kadar zayıfsa, karşı taraf da o kadar “parçalanmış ve karmaşa içinde”dir.
Böyle bir sınıfsal tablo içersinde genç ÇKP, Moskova’da eğitilmiş herkesin en iyi bildiği, en klasik yoldan yürümeye başladığında, doğal olarak ilk adımlarını büyük kentlerde atacaktır. Bu arada birkaç grevi örgütlemeye çalışan partinin 1923’te hala 342 üyesi vardır. Bu büyüme aşamasında partinin en önemli sorunlarından biri de kuşkusuz ülkedeki diğer modern güç olan Guomindang ile ilişkilerdir. Aynı dönemde, Avrupa devrimlerinin yenilgisinden sonra yüzünü bir ölçüde doğuya dönen ve özellikle büyük potansiyeller taşıyan Çin ve Hindistan’la ilgilenen Komünist Enternasyonal de bu soruna çözüm aramaktadır. Milli Demokratik Devrim tezi az çok şekillenmekte, kısmen “üretici güçler teorisi”nin de etkisi altında kurulan teorik formülasyonlarda Çin gibi ülkelerdeki devrimci aşama devrimci-demokratik çerçevede tanımlanmaktadır. Bu tanımlama özel olarak bir yanlışlığı barındırmamaktadır aslında, yerel gerçekliğe de aykırı değildir; ancak henüz oldukça dar olan bakış açısı yaratıcı değildir ve bir ölçüde şablon gibidir. Dünya çapında yapılan kategorizasyonla ülkeler sınıflanmakta ve aşamalar belirlenmekte, ama bunlar yapılırken ülkelerin iç devrimci imkanları hesaplanmadan üretilen genel politikalar her şeyin üstünü örtmektedir. Örneğin aynı dönem Türkiye komünist hareketi de bu genel politikalara uyumlu davranma adına iktidar perspektifinden uzak bir noktaya savrulacaktır.
En önemlisi de bu genel politikalar, Ekim modeline uygun bir devrimci stratejiyi, yani toplu kent ayaklanmasını her koşulda sabit kabul etmekte, değişik iktidar yürüyüşü biçimlerini derinlikli olarak düşünmemektedir. Kırlarda gerilla birlikleriyle başlayan bir köylü savaşı bu genel çizginin ilgi alanı içinde değildir, genel olarak mantık böyle kurulmamaktadır. Süreç boyunca Komintern tarafından ÇKP’ye dayatılan da bu genel çizgidir: Guomindang ile işbirliği ve bu arada büyük kentlerdeki işçi sınıfı kitlelerinin örgütlenmesi… Zaten bizzat Komintern de Guomindang’la işbirliği içindedir ve Sovyet uzmanları Dr. Sun Yat Sen’in izniyle Guomindang ordusunu eğitmektedir. Bütün bunlar olurken ÇKP, 1925 Şanghay grevini örgütlemekte ve üye sayısını artırmaktadır. ÇKP kontrolündeki sendikaların üye sayısı da 1 milyonu aşmıştır. Ancak Dr. Sun’un ölümünden sonra Guomindang’ı ele geçiren Çan Kay Şek kliğiyle birlikte durum değişir; komünistlere saldıran yeni liderlik bir süre sonra 1927’de patlayan büyük Şanghay ayaklanmasının kasabı olacak ve yollar kesin biçimde ayrılacaktır.
Şüphesiz bütün süreç boyunca bölgeye sık sık gelen Komünist Enternasyonal militanları, Maring, Yoffe, daha sonraları röportajında “Çin devrimini anlayamadım, bir çok hata yaptım” diyecek olan Borodin ve başkaları, özel olarak Çin devriminin düşmanları değildirler. Çan Kay Şek’i katliamları sırasında bile ÇKP’ye Guomindang’la ittifakı dayatan Komintern de ciddi bir hata içindedir ama asıl hata, belli bir şablonun ve klasik bakış açısının terk edilememesidir. Bu bakış açısı bütün katliamlara ve yenilgilere karşın klasik milli kriz kavramını ve şehirleri temel alan işçi ayaklanması fikrinden vazgeçememekte, yeni ve başka türlü bir stratejik çizgi bulunabileceğini düşünememektedir. Yunanistan’da ELAS’ın iktidara yürüyebilecek gücünü görmeyen mantık, Çin’de de köylüleri, kırları ve gelecekte muazzam bir halk savaşının sahnesi olacak geniş Çin coğrafyasını görmemektedir. Üstelik, sözde “proleter devriminin saflığını korumak” adına savunulan bu yaklaşım, makro düzeyde “proletaryanın bağımsızlığı” çizgisinde de değildir; çünkü aynı yaklaşım Çinli komünistlere gericileşmiş Guomindangçılarla işbirliğini de dayatmaktadır.
Bütün bu süreç boyunca Mao’nun Komintern’le doğrudan bir polemiğine rastlanmaz, ama köylü çalışmaları içinde kazandığı deneyimlerle Çin’e özgü yolu keşfetmeye başladığı kesindir; kendi düşüncelerini “Hunan’daki Köylü Hareketi Üzerine Rapor” gibi belgelerde açmaya başladığında ise sansüre uğrayacak ama buna da katlanacaktır. Sonuçta işler biraz sabırla yürümekte ve 1927’de Mao’nun da içinde bulunduğu bir çekirdek tarafından örgütlenen Nanchang ayaklanması bastırıldığında suçlanan Mao, politbürodaki yedek üyelik görevinden alınsa da artık yol bulunmuş, yeni savaş biçimi öğrenilmeye başlanmıştır. Daha bir yıl geçmeden kırdaki gerilla birlikleri sistematik biçimde gelişmeye başlamış ve artık Guomindang ordularını bozguna uğratabilir hale gelmişlerdir. İki yıl içersinde 11 kurtarılmış bölge ya da Kızıl Siyasi İktidar yaratılmıştır bile. Bu yıllarda Çan Kay Şek kuvvetleri üst üste yenilgilere uğramakta, yeni stratejik çizgi, gelişen askerlik bilgisiyle birlikte meyvelerini vermektedir. Bu arada Japon işgali de başlamış ve Guomindang bu fırsattan yararlanarak yeni saldırılara girişmiştir.
Bütün bu süreçlerde hala doğrudan bir siyasi hesaplaşma ve “halk savaşı” çizgisinin kendi hattının açıkça ortaya konulması yoktur. Aslında, bir anlamda klasik “ayaklanmacı” çizgi ile Mao arasında deyim yerindeyse üstü örtülü bir “savaş” sürmektedir. Mao, açıkça bir “halk savaşı” çizgisinden söz etmemekte ve partinin geleneksel çizgisi resmi anlayış olarak devam etmektedir. Bu çizgi, evrim ve devrim aşamalarını klasik bir ayrıma tabi tutmakta, “milli kriz-devrimci durum” kavramını da en katı biçimiyle ele almaktadır. Kentlerde başlatılacak bir işçi ayaklanması yoluyla iktidarın alınması hala temel hedeftir. Mao’nun yaptığı ise bu resmi çizginin devam ettiği koşullarda biraz “bildiğini okumak” gibidir. Yani doğrudan ideolojik bir mücadele yürütmemekte ama kendi çalışma yaptığı Hunan bölgesinde pratikten öğrendikleriyle yeni bir stratejik çizgiyi inşa etmekte, hatta pratik olarak uygulamaktadır. Örneğin Hunan ve başka bölgelerde hareketin içindeki köylü ağırlığının artması dogmatik parti yöneticilerine “devrimin bozulması” gibi gelirken Mao’nun bu konuda endişesi yoktur; hatta bunun feodal bir ülkede elzem olduğunu düşünmektedir. Yine de stratejik çizgi henüz net değildir; büyük olasılıkla Mao da böyle kapsamlı bir teorik formülasyonu bütün argümanlarıyla ortaya koyabilecek kadar mesafe almış değildir. Öyle ki, işler epey ilerlediğinde bile örneğin “Kızıl Siyasi Üsler” bu adla anılmamakta, “destek üsleri” gibi eski yaklaşıma uygun kavramlar kullanılmaktadır; yani kırdaki harekat hala kent ayaklanması stratejisinin bir parçası gibi görünmektedir. Yine örneğin, bu bölgelerde ilan edilen yönetim, “Çin Sovyet Cumhuriyeti” adını taşımakta ve 1924 Sovyet Anayasası aşağı yukarı aynen kabul edilmektedir. Öyle ki, artık halk savaşı stratejisinin az çok hakimiyet kazandığı dönemlerde bile Mao, “gerillacı eğilim” dediği bir eğilimle hesaplaşmak zorunda kalacaktır. Bu eğilim, kırlardaki savaşın büyük halk ordularına dönüşümünü reddetmekte ve kuvvetleri küçük gerilla birliklerine bölerek uzun süre böyle devam etmeyi ve ancak bütün Çin’de halk kitlelerinin kazanılmasıyla birlikte büyük bir ayaklanmanın başlatılmasını öngörmektedir. Daha sonraları Mao silahlı mücadelenin ilk aşaması diye adlandırdığı bu başlangıç sürecini “Partimizin silahlı mücadelenin önemini fark etmeye başladığı ama henüz tam olarak anlayamadığı, Çin devriminde silahlı mücadelenin temel mücadele biçimi olduğunu kavrayamadığı aşamadır” (Seçme Eserler II, sf: 294) diye niteleyecektir.
Uzun Yürüyüş bu anlamda aynı zamanda bir siyasi sıçramadır. Mao çizgisi ile geleneksel ayaklanmacı çizgi arasında sertleşen mücadele, bu olayla birlikte pratikte çözümlenmiştir. Eylül 1934’te büyük bir kuşatmaya giren Çin devrimi sürecinde “bir karış toprak vermeme” çizgisi yerine “hareketli savaş çizgisi”ni benimseyen Mao’nun üstünlük sağlaması sonucu başlayan 15 bin kilometrelik yürüyüş, bir yandan savaşılan, bir yandan propaganda yapılan büyük bir siyasi hamledir ve sonuçta büyük kayıplar pahasına Yenan’a varıldığında ÇKP “devrimin yarısını” kazanmıştır. Öte yandan bu büyük harekat, gelenekçi çizgiyi de bitirmiş ve Mao’nun Devrimci Askeri Şura’nın başına getirilmesiyle hesaplaşma büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Bundan sonrası, büyük zaferler ve büyük yenilgilerle dolu savaş yıllarıdır ve artık ÇKP istikrarlı bir biçimde büyümekte, savaşın ibresi stratejik anlamda halkın lehine dönmektedir. ÇKP’nin 1942’de 763 bin olan üye sayısı, 1945’te 1 milyon 200 bini geçecektir. Yine 1945’te Kızıl Siyasi Üsler’de yaşayan nüfus 100 milyonun üzerindedir ve buralarda üniversiteler, hastaneler, vb. dahil büyük yerleşimler kurulmaktadır. 5 yıl içersinde 100 binden fazla siyasi ve askeri kadro bu üniversitelerden mezun olarak savaşa katılacaktır. 1947 ilkbaharında “Halk Kurtuluş Ordusu” adını alan Kızılordu ise artık çeşitli ordular, tümenlerle anılan devasa bir güçtür.
Sonuçta, Japonya’nın 1945’te teslim bayrağını çekmesinden sonra Guomindang’ı destekleyen ABD de durumu kurtaramayacak ve 1948 yılının son ayları artık sürekli zaferlere tanıklık edecektir. Ocak 1949’da ise 1 milyona yakın insanın öldüğü büyük çarpışmalardan sonra Guomindang kesin yenilgiyi kabul ederek Çin’i terk edecektir. 3 Şubat 1949’da Pekin’e giren Halk Kurtuluş Ordusu artık ülkenin hakimidir ve Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti resmen ilan edilecektir. Bütün bunlar olup biterken en son ana kadar Moskova’daki hava ise yine kuşku havasıdır ve bu “yeni yöntem” güvenilir bulunmamakta, bu yolla komünistlerin iktidar olabileceği fikri genel kabul görmemektedir.

b) Yeni Stratejik Çizginin Temel Taşları
Böyle bir kısa özetten sonra sürece en başından itibaren genel olarak bakmayı denersek, gördüğümüz şey, kuşkusuz yeni bir iktidar elde etme stratejisidir. Gelenekçilerin ve kuşkucuların bütün diretmelerine karşın Mao’nun savaşın içinde ve elbette büyük ölçüde savaştan da öğrenerek ustalıkla geliştirdiği bu stratejik çizgi, tartışmasız biçimde çığır açıcı bir gelişme olmuştur. Lin Piao’nun deyişiyle “Bu, modern tarihte proletaryanın yönettiği en uzun en karmaşık ve deney bakımından en zengin halk savaşıdır.”
Halk savaşı, sonradan zaman zaman küçümsenerek söylendiği gibi bir “savaş tekniği” değil, siyasi bir çizgidir. Yani gerilla savaşının ya da genel olarak düzensiz harekat biçimlerinin kullanıldığı her savaş halk savaşı değildir. Ya da bir zamanlar ülkemizdeki bazı siyasi grupların demagojik olarak söylediği “halk savaşı halkın savaşıdır işte” gibi tekerlemeler de durumu açıklamaz. Kent ayaklanmasına dayanan Ekim devrimi, elbette “halkın savaştığı” bir devrimdir ama stratejik çizgi olarak farklı bir yerde durur. Yukarıda değindiğimiz gibi özellikle Balkan deneyimleri ve hatta İtalyan-Fransız deneyimleri (ki bu deneyimler Çin’deki savaşın gelişimiyle aşağı yukarı eş zamanlıdır) aslında halk savaşı çizgisine oldukça yakındırlar, hatta özellikle bazı örneklerde bu çizginin tipik unsurları vardır. Şehirlerdeki gerilla eylemleriyle desteklenen kırsal gerilla orduları, temel mücadele biçiminin silahlı mücadele olması, vb. böyle unsurlardır. Ayrıca bu pratiklerde devrimci durum-millik kriz kavramının yorumlanışı da artık uzun süren evrim dönemlerine endeksli değildir; partiler doğrudan doğruya gerilla müfrezelerini örgütleyerek işe başlamakta ve özellikle bazı örneklerde bu güçleri ordulaştırarak büyütürken bir yandan da kontrol altına aldıkları alanlarda iktidar organları yaratmaktadırlar. Yani bu örneklerde, özellikle Yugoslavya ve Arnavutluk gibilerinde halk ordusu artık bir direnme aracı değil, bir siyasi iktidar elde etme aracı haline gelmiştir.
Ancak her şeye karşın teslim etmek gerekir ki, bu stratejik çizginin en bütünlüklü ifadesi Çin gerçeğinde yaşanmış, en özlü teorik anlatımını da orada bulmuştur. Yani halk savaşı, tamamen özgün bir stratejik çizginin adıdır ve kendi iç bütünlüğü olan bir siyasi iktidar yürüyüşünü bize anlatır. Klasik Maoist terminolojide “düşmanın yumuşak karnı” olarak tanımlanan kırları ve kırlarda yaşayan yoksul köylüleri temel alan bu yaklaşım, gerilla birlikleri ile işe başlayarak hareketli bir savaş yoluyla politik ve askeri olarak büyüyen devrimci gücün giderek kurtarılmış bölgeler yaratmasını, bu bölgelerde ikinci bir siyasi iktidar oluşturarak sağlamlaşmasını ve nihayet halk orduları yoluyla büyük kentleri ve merkezi siyasi iktidarı hedeflemesini öngörür. En azından kabaca ve genel teorik kural olarak durum böyledir. Bu unsurlardan birinin yokluğu (örneğin Kurtarılmış Bölgeler gibi) belki çizginin genel tablosunu değiştirmez ama izlenen temel yol bellidir.
Kolayca anlaşılabileceği gibi bu anlayış, Lenin’in klasik “milli kriz-devrimci durum” tespitinin aşılmasıdır. Yani burada artık belli bir kısa an gibi gelip geçen bir kriz durumu değil, tam anlamıyla bir süreklilik vardır. Devrimci irade, kendisini organize ettiği andan itibaren devrim aşamasına ait araçları en ileri düzeyde, yani büyük ayaklanmalar düzeyinde değil, başlangıçta küçük birimler düzeyinde ama sistematik biçimde kullanarak harekete geçer ve doğrudan silahlı gerilla ile işe başlar. Ve gerilla, genel olarak halk ordusu, politik-askeri bir güçtür; sık sık üretime de katılan, hem düşmanla savaşıp hem propaganda ve örgütleme çalışması yapan, yönetim yapısı da buna uygun olarak biçimlendirilmiş politik bir ordudur.
Mao’nun 1938’deki sınıflandırması yeterince açıktır: “… kapitalist ülkelerdeki proletarya partisinin görevi, uzun bir legal mücadele dönemi boyunca işçileri eğitmek, güç toplamak ve böylece kapitalizmi nihai olarak yıkmaya hazırlanmaktır. Bu ülkelerde sorun, uzun bir legal mücadele, parlamentodan bir kürsü olarak yararlanma, ekonomik ve siyasi grevler, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin eğitilmesi sorunudur. (…) Böyle bir ayaklanma ve savaş, burjuvazi gerçekten çaresiz bir duruma gelinceye, proletaryanın büyük çoğunluğu silaha sarılıp savaşmaya hazır hale gelinceye ve köylük bölgelerdeki kitleler proletaryaya gönüllü olarak yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle bir ayaklanmayı başlatmanın zamanı geldiğinde, ilk adım şehirleri ele geçirmek, ardından da köylük bölgelere ilerlemek olacaktır; tersi değil. (…) Çin’de ise durum farklıdır. (…) Komünist partisinin buradaki görevi, ayaklanma ve savaşı başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve önce büyük şehirleri ele geçirip ardından köylük bölgeleri işgal etmek değil; tam tersidir.” (age, Sf: 225)
Ve devamla; “Çin’de esas mücadele biçimi savaş, esas örgütlenme biçimi ordudur. Kitle örgütlenmesi ve kitle mücadelesi gibi öbür biçimler de son derece önemli, hatta vazgeçilmez biçimlerdir, hiçbir koşul altında küçümsenemezler ama onların amacı savaşa hizmet etmektir.” (age, Sf: 227)
Mao’nun “Salt Askeri Görüş Açısı Üzerine” başlıklı ünlü yazısında söylediği gibi “Kızıl Ordunun varlık sebebi sadece savaşmak değildir; savaşmanın yanı sıra, düşmanın askerî gücünü tahrip, kitleleri hareketlendirmek, örgütlemek, silahlandırmak, devrimci bir güç haline gelmelerinde yardımcı olmak ve hatta Komünist Partisinin örgütlerini kurmak gibi önemli görevlerin sorumluluğunu da üstüne almıştır. Kızıl Ordu savaşmak için savaşamaz. Aksine, kitleleri harekete geçirmek, örgütlemek, silahlandırmak, devrimci bir güç haline gelmelerine yardımcı olmak için savaşır. Bu amaçlar ortadan kalkacak olursa, savaşmak da anlamını kaybeder ve Kızıl Ordunun varlığına sebep kalmaz.”
Ve yine Mao’ya göre, “… silahlı mücadeleye ağırlık vermek öteki mücadele biçimlerini terk etmek değildir; tam tersine silahlı mücadele öteki mücadele biçimleriyle bir arada yürütülmezse başarıya ulaşamaz.” (age, Sf: 322)
Öte yandan, okurlarımızın geçen sayılardan izlemiş olacağı “ikili iktidar” sorunu da bu stratejik anlayışta Sovyet deneyinden başka bir biçimde çözülür. Burada uzun süren bir ikili iktidar durumu vardır; ya da başka bir deyişle her devrimin temel sorunlarından olan “ikinci bir iktidar odağı yaratma ve halkı onun otoritesine çağırma” sorunu halk savaşında “zamana yayılmış” bir çözüm yoluyla karşılanır. Gerilla orduları ile güvence altına alınan ama asla körü körüne savunulmayan kurtarılmış bölgeler, aynı zamanda devrimin iktidar alanlarıdır. Devrim, geleceğin iktidar nüvelerini ilk andan itibaren buralarda kurar ve Çin örneğinde olduğu gibi bu bölgelerde merkezi iktidara alternatif yeni bir iktidar odağının temelini atar, üretimi, eğitimi, sağlığı, hukuku ve bütün diğer devlet işlerini kendi perspektifine göre yeniden örgütler.
Bu devrim anlayışında klasik olarak düşmanın yıpratıldığı ve güç biriktirilen bir “stratejik savunma” aşamasını halk ordusunun büyük birimlere dönüşerek düşmanla baş edebildiği ve belli alanları kontrol edebildiği bir “stratejik denge” aşaması izler ve nihayet küçük gerilla gruplarının destek olarak iş gördüğü, daha ağırlıklı olarak düzenli halk ordusunun merkezi iktidara saldırdığı “stratejik saldırı” aşaması gelir. Doğal olarak ilk iki aşamada savaşın yürütüldüğü alan itibarıyla köylülük süreçte ağır basarken (ki yarı-feodal yapıya çözüm getiren devrimci program da bu durumla uyum içindedir) son aşamada artık büyük kent ayaklanmaları da gündemdedir ve nihai vuruş sırasında -yine genel kural olarak- birleşik bir saldırı mümkün hale gelir.
Genel kural olarak en son nihai saldırı dışında savaşın hiçbir aşaması mevzi savaşını ve alanların ne pahasına olursa olsun savunulmasını içermez, Düzenli orduların karşı karşıya geldikleri klasik savaşın yerine gerilla hareketli bir çizgi izler, ani güç yoğunlaşmaları ve alan boşaltmalarla düşmanı şaşırtır. Bu yüzden “uzun süreli savaş” deyimi de sık sık kullanılır; hatta Mao, zaman zaman kendine özgü bir deyim olan “sürüncemeli savaş” kavramını kullanmaktadır; çünkü bu çizgi, başından itibaren büyük zaferler bekleyen bir yerden değil, düşmanı sürekli yıpratan, halk ordusunu güçlendiren bir yerden inşa edilir. Böylece siyasi güç ile askeri güç birlikte büyütülür ve bu süreç uzun sürer.
Sonuç olarak Çin örneğinde en yetkin biçimi görülen ve sonradan çeşitli uyarlamalarla başka ülkelerde de yaşama geçirilen bu devrimci stratejik çizgi, proletaryanın iktidar mücadelesinde yeni bir olgudur ve özellikle dönemin yarı-sömürge ülkeler dünyasındaki devrimci mücadeleler açısından çığır açan bir çözüm yolu olmuştur.

c) Dünya Devrimi Açısından Halk Savaşı Stratejisi
Gerçekten de dünya devrimci hareketinin önünü açan bir olgudur Çin devrimi…
Çin’de olan şey, sadece bir ülkenin devrime kavuşması değildir; bu muazzam büyüklükteki köylü ülkesinin böyle bir yoldan devrime ulaşması, bütün dünyada olağanüstü bir rüzgar yaratmış, özellikle emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerde mücadele eden bütün devrimci hareketleri derinden etkilemiştir. Öyle ki, 1950’ler ile 1970’ler arasında bu ülkelerde devrim mücadelesi konusunda samimi olan ve Maoist deneyden etkilenmeyen hiçbir güç yoktur; ki buna Mahir Çayan da dahildir.
Şüphesiz bu boşuna değildir.
Birincisi, zafere ulaşana kadar Mao tarafından “Çin’e özgü” sayılan ve sonradan sistematize edilerek evrensel önemi vurgulanan Halk Savaşı teorisi, her şeyden önce dünya devriminin rotası ve imkânları üzerine yeni bir söz söylemekte, bir yol açmaktadır. Stalin döneminde başlayan içe kapanma ve Sovyetler Birliği’ni her şeyin merkezi yapma eğilimi, daha sonraları revizyonist bir “barış içinde yaşama/barışçıl geçiş” teorisine dönüştüğünde ortaya çıkan durum, gerçekten de dünya proletaryası için kocaman bir boşluk anlamına geliyordu. Dünyadaki çelişmeleri sıralarken “sosyalist sistem-kapitalist sistem” çelişkisini baş çelişki olarak belirleyen Kruşçev/Brejnev eğilimi, böylece dünya devrimine veda eder ve herkesi “barış ve yumuşama için” mücadeleye çağırırken, ÇKP’nin yaklaşımı “baş çelişkinin emperyalizm ve ezilen halklar arasında olduğu” şeklindeydi ve bu yaklaşım, yeni bir “zayıf halka” belirlemesi anlamına geliyordu. Birinci yaklaşım, dünya halklarını pasifizme ve “dengeleri bozmamaya” çağırır, emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerin devrimcilerinin iktidar perspektifini köreltirken; diğer yaklaşım ise küçük halkların büyük emperyalist ülkeleri yenilgiye uğratabileceğini söylüyor, üstelik bunun için Halk Savaşını araç olarak sunuyordu. Sovyet bürokratlarının bir türlü anlamadığı “emperyalizm kağıt kaplandır” tezi de aslında düşmanın küçümsenmesi anlamına gelmeyen stratejik bir belirlemedir. “Bütün gericiler kâğıttan kaplanlardır. Görünüşte korkunçturlar fakat aslında o kadar güçlü değillerdir. Uzağı gören bir açıdan bakıldığında gerçekten güçlü olanlar gericiler değil, halktır” diyen Mao, devrim savaşına atılmak isteyen halklar için bir güven öğesi yaratmıştır. Lin Piao’nun deyimiyle “Düşmanı stratejik bakımdan küçümsemek bir devrimcide aranan ilk şeydir. Düşmanı küçümseme ve yenme cesareti olmaksızın, değil zafere ulaşmak, bir devrim hareketine girişmek ve bir halk savaşı vermek bile olanaksızdır.”
Ve yine Lin Piao’nun sözleriyle, “son tahlilde sorun emperyalistlerin ve uşaklarının silahlı saldırılarına ve baskılarına karşı kısasa kısas savaşıp savaşmama, bir halk savaşma girişmeye ve devrim yapmaya cesaret edip etmeme sorunu olarak ortaya çıkar. Bu, gerçek devrimcileri ve Marksist-Leninistleri sahtelerinden ayırt eden en şaşmaz mihenk taşıdır.”
Fakat herhalde Lin Piao’nun metinlerindeki şu eşsiz belirleme dönemin ÇKP mantığının en özlü ifadesi olsa gerektir: “Yeryüzünün tümü ele alındığında, eğer Kuzey Amerika ile Batı Avrupa’ya ‘dünyanın şehirleri’ denebilirse; Asya, Afrika ve Lâtin Amerika da ‘dünyanın kırsal alanları’nı teşkil ederler. II. Dünya savaşından bu yana, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalist ülkelerindeki devrimci proletarya hareketleri türlü nedenlerle geçici olarak bastırılabildiği halde; Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki devrimci halk hareketleri hızla gelişmektedir. Böylece çağdaş dünya devrimi de, bir anlamda, şehirlerin kırsal alanlardan kuşatılması manzarası arz etmektedir. Son tahlilde, dünya devrimi davasının tümü, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu meydana getiren Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının devrimci mücadelelerine dayanmaktadır. Bu bakımdan sosyalist ülkeler Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki halkların devrimci mücadelelerini desteklemeyi uluslararası bir görev saymalıdırlar.”
Bu yaklaşım gerçekten de çığır açan bir yaklaşımdır; böylece “devrimci durum” ve “zayıf halka/devrim havzası” gibi kavramların yeniden tanımlanmasının önü açılmakta, dünyanın belirli bölgelerinin birbirini motive eden zincirleme devrimler yoluyla ilerlemesi, yani bölgesel devrim fırtınalarının yaratılması mümkün görülmektedir. Hemen belirtelim, bu hayranlık verici teorik belirleme, esas hatları itibarıyla bugün de aynen geçerlidir.
Öte yandan, aynı yaklaşım, sosyalist ülkelerin komünizme doğru ilerleyişindeki tıkanmaya da bir çözüm yolu bulmak anlamına geliyordu. Maoizmin sonradan varmış olduğu olumsuz nokta ne olursa olsun, yukarıdaki belirleme, tek ülkeye sıkışmış bir ilerleme çizgisinin önünü açıyordu.
Tanımı gereği bir dünya sistemi olan komünizme geçiş, ancak emperyalizmin dünya çapında yok edilmesi ya da etkisizleştirilmesi sonucunda mümkünse eğer, bunun yolu elbette tek tek sosyalist ülkelerin içe kapalı ekonomik-teknolojik gelişmesinden değil, aktif bir devrimci enternasyonalizmden, emperyalizmi yıkacak olan gerçek gücün, dünya halklarının devrimci mücadelesinin açıkça desteklenmesinden geçmektedir. Ki bu da, son derece anlaşılır ve mantıki bir teori olan “emperyalizmin soluk borularının kesilmesi” tezine dayanmaktadır; gerçekten de esas ekonomik gelişme temposunu bağımlı ülkelerin sömürülmesi üzerine kuran ve kendi ülkesindeki sosyal dengelerin esnekliğini, hatta sosyal devlet gibi kurumlarını biraz da bu sayede ayakta tutabilen emperyalizmin dünyanın çeşitli köşelerinde ezilen halklardan üst üste darbeler yemesi, onların iç krizlerini de tetikleyecek, nihai olarak bu ülkelerde de devrimci durumların önünü açacaktır.
Kaldı ki bu “soluk kesilmesi” salt ekonomik bir anlam da ifade etmez; Mao’nun yaklaşımına göre yoksul halkların devasa emperyalist ordulara karşı kazandığı her zafer, politik anlamda da emperyalist metropoller için bir itibar ve güven kaybı olacak, yeni krizleri kışkırtacaktır. Doğrusu pratik durum da bu tezi doğrulamış, özellikle Vietnam ve diğer örneklerde ABD egemenliği ağır bir politik-moral yara almıştır.
Bütün bunlar da son derece akla yakın ve devrimci mantığa uygun düşüncelerdir. Maoizmin o dönemdeki ve daha sonraki uluslar arası pratiğinden tamamen bağımsız olarak bu teorik kurgu, tümüyle doğrudur ve devrimcidir. Dolayısıyla, kendisine bağlı bütün komünist partilerini kısırlaştıran, iktidar perspektiflerini köreltip burjuva güçlerle işbirliklerine, ittifaklara zorlayan SBKP’nin politikalarının karşısında bu devrimci yaklaşımın bir fırtına gibi esmesi, dünyanın her köşesinde etki yaratması hiç şaşırtıcı değildir.
Tabii hemen bir ek olarak söylemek gerekir; “kurtarılmış bölgeler” üzerinden geçen böyle bir stratejik çizgi, yalnızca iktidar yürüyüşüne pratik bir çözüm bulması bakımından değil, geleceğin toplumsal normlarının hayatın içinde uygulanma imkânlarını yaratması bakımından da ekstra bir anlam ve önem taşır. Ekim’de toplam olarak beş-altı ay süren ikili iktidar döneminin halk savaşı pratiğinde yıllara yayılması, sosyalist ya da sosyalizme yönelen iktidar, demokrasi, özyönetim, hukuk, vb. gibi pratik alanlarda ciddi deneyimler kazanılması imkânını devrimcilere sağlamaktadır.

d) Sonuç ve Esinlenme ile Şablon Arasındaki Fark
Bütün bu teorik formülasyonlar zincirinin evrensel değer taşıdığı kesindir; Maoizm zaman zaman bu “evrenselleştirme” çabasında diyalektiğin sınırlarını zorlasa da bu böyledir.
Örneğin Lin Piao’daki şu pasaj teorinin evrensel değeri konusunda belli bir mantıki zemin sunmaktadır: “Çin’in ve diğer ülkelerin halk savaşları tarihi, halkın devrimci güçlerinin zayıf ve küçük başlangıçlardan güçlü ve büyük kuvvetler haline geçmelerinin sınıf mücadelesi ve halk savaşı gelişiminin evrensel bir kanunu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Şüphesiz halk savaşı, gelişmesi sırasında kaçınılmaz olarak birçok zorluklarla karşılaşılacak birçok iniş-çıkışlar ve gerilemeler kaydedilecektir; fakat hiçbir kuvvet onun kaçınılmaz zafer doğrultusundaki genel yönetimini değiştiremeyecektir.” Gerçekten de, güçlü emperyalist ordular karşısında halkların gerilla ve halk savaşı yoluna başvurması, en genel anlamıyla söylenirse evet, evrensel bir kural olarak kabul edilebilir.
Ama aynı Lin Piao’nun şu sözleri doğruların abartılarla iç içe geçtiği tipik zorlamalardan biridir: “Mao Tse-Tung yoldaşın kırsal alanlarda devrimci üsler kurma ve şehirleri kırsal bölgelerden kuşatma teorisi bütün ezilen ulusların ve halkların Amerikan emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı giriştikleri devrimci mücadeleler için belirgin olarak, evrensel pratik önem taşıyan bir teoridir. (…) Bu ülkelerin çoğundaki temel siyasal ve ekonomik koşullarla, eski Çin’in koşullan arasında birçok benzerlikler vardır. Çin’de olduğu gibi, bu ülkelerde de köylü sorunu son derece önemlidir. Köylüler, emperyalistlere ve uşaklara karşı yapılan milli demokratik devrimin başlıca gücünü teşkil ederler. Emperyalistler bu ülkelere saldırırlarken çoğunlukla büyük şehirleri ve ana haberleşme hatlarını ele geçirerek işe başlarlar. Fakat geniş kırsal bölgeleri tamamen denetimleri altına almaya güçleri yetmez. Ancak ve ancak kırsal bölgelerde devrimcilerin serbestçe manevra yapabilecekleri geniş alanlar sağlamak mümkündür. Devrimcilerin kesin zafere doğru ilerlemelerini sağlayacak devrimci üsler, yine ancak ve ancak kırsal, alanlarda kurulabilir. İşte bu nedenlerdir ki; Mao Tse-Tung yoldaşın kırsal bölgelerde devrimci üsler kurma ve şehirleri kırsal alanlardan kuşatma teorisi, bu ülkelerin halkları arasında gittikçe daha fazla ilgi toplamaktadır.”
Elbette bu düzeyde bir kalıplaştırma, devrimci çözümleme ve stratejik çizgi belirleme mantığı açısından sıkıntılı bir durumdur. Ayrıca bu katı belirleme, emperyalizmin yeni egemenlik biçimlerini de dikkate almamaktadır. Nitekim, Halk Savaşı teorisinden etkilenen ya da esinlenen birçok ülkenin devrimcileri de bu ölçüde katı sınırları benimsememişler, kendi ülkelerinin özgün koşullarını dikkate alarak yeni biçimler üretmişlerdir. Daha doğrusu, bunu yapabilenler, yapabildikleri ölçüde zaferlere imza atmışlardır.
Sonuçta bu da esasen yadırganacak bir durum değildir, hatta biraz da devrim deneyimlerinin “kaderi”dir. Çin Halk Savaşı, bütün devrimci deneyimler gibi dünyanın çeşitli köşelerinde değişik algılamalara konu olmuş; özellikle kendilerini bu devrimin ve bu partinin şubesi gibi görenler daha çok bir şablonlaştırma çabasına girişmişlerdir. Türkiye’de olup bitenler de bu genel tablodan bağımsız değildir. Bilindiği gibi ülkemizde de Çin deneyiminin izleyicileri 1960’ların sonlarında ortaya çıkmış, bir süre ortalığı lafazanlıklar kaplamış, hatta Türkiye’ye özgü bir deyim olarak “Kampus-Maoculuğu” gibi kavramlara gerek duyulmuştur. Daha sonraları bu akımın şaibeli bir kolu bugünkü neo-faşist İP çizgisine dek uzanan bir yol izlerken, Halk Savaşı teorisini daha ciddi düzeyde ele alan gruplar -İbrahim Kaypakkaya çizgisi gibi- politik arenada kendi varlıklarını yaratmışlardır.
Devrimci sosyalist hareket ise Çin Halk Savaşı’nın yukarıda sözünü ettiğimiz olumlu katkılarına her zaman büyük bir saygı ve dikkatle yaklaşmış, bu deneyimin derslerinden etkilenip esinlenmiş, ama bu arada şablonlaştırıcı girişimlerden uzak durarak kendi ülke gerçekliğini kavrama ve oradan hareketle yeni bir yol arama eğiliminde olmuştur. Aynı biçimde devrimci sosyalist hareket, SBKP revizyonizminin Çin deneyimini küçümseme, değersizleştirme, hatta gerici ilan etme yolundaki tezlerine de şiddetle karşı çıkmış, bu deneyimin özünü ve mantığını ısrarla savunmuştur.
Gelecek bölümde bu büyük deneyimden esinlenen ama kendi yollarını arayan yakın dönem devrimlerini ele alacak ve artık yavaş yavaş “Uzun Süreli Birleşik Devrimci Savaş” çizgisinin açılımlarına girişeceğiz.


Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19