Strateji: Ufuk Çizgisi…
Oldukça uzun süren bir notlar/yazılar dizinin
sonuna doğru yaklaşırken artık bir özet yapma
ve sonuçları toparlayarak günümüze doğru gelme
şansına sahibiz.
Yazı dizisini başından itibaren izleyen okur,
geniş bir tarihsel süreci dolanıp geldiğimizi,
ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya geçerek değişik
devrim deneyimlerini belli bir açıdan incelediğimizi
bilmektedir. Öyle sanıyoruz ki, dikkatli okur,
bütün bu devrimler dizisinin her aşamasında öne
çıkan bir olguyu da fark etmiştir: Devrimlerin
yarattığı ve devrimleri yaratan ufuk zenginliği…
Ve yine büyük bir olasılıkla aynı okur, tarihin
büyük devrimlerinin öykülerini ve büyük devrim
önderlerinin fikirlerini okurken, bu muazzam zenginlikle
günümüz arasında da bazı kıyaslamalar yapmıştır.
Kıyaslamanın sonucunu biliyoruz: Evet, maalesef
yeni tarihsel süreçte Türkiye devrimci hareketinde
genel olarak “stratejik perspektif” ve ufuk çizgisi
belirgin şekilde zayıflamış, devrimci yapıların
uzun vadede ne yapmak istedikleri üzerine yazıp
çizdikleri oldukça düzey kaybetmiştir. Açıkçası
bu, genel olarak devrimin güncelliği ve mümkünlüğü
fikrinin zayıflamasıyla paralel bir durumdur.
Gerçekten de bugün genel olarak sol kitle üzerinde
“siz bu ülkede bir devrimin olabileceğine ve sosyalizmin
kurulabileceğine gerçekten inanıyor musunuz” sorusuyla
bir anket yapılsa, alınacak sonuç doğrusu endişe
verici olabilir gibi görünmektedir. Oysa aynı
kitleye örneğin “Kürt sorununun çözülmesini istiyor
musunuz” ya da “şu şu olayların hesabının sorulmasını
ister miydiniz” soruları yöneltilse ilk sorumuzdan
daha yüksek oranda olumlu yanıt alınacağı aşağı
yukarı kesindir.
Evet, tablo böyledir ve bu tablo içersinde devrim
ve strateji konularına vurgu yapan bir söylem,
yalnızca üç adım öteye değil ufuk çizgisine de
bakan bir yaklaşım, zaman zaman garipsenebilmektedir.
Herhangi bir söyleşide güncel sorunlardan değil
de devrimden söz eden bir konuşmacı bu anlamda
biraz uçuk bulunmakta ve dinleyenlerin kafasında
“peki ama şimdi ne yapacaksın, onu söyle!” biçiminde
indirgemeci bir cümle dolanıp durmaktadır. Evet,
bu arada gerçekten uçuk söylemlerle bu yoruma
katkıda bulunan siyasi hareketlerimiz de yok değildir
ama yine de bu ilk tepki bir ufuk problemi olarak
gündemimizdedir. Dahası bu aşırı “yerele-güncele
indirgemeci” yaklaşım, bir ölçüde de postmodernizmin
“büyük siyaset öldü” safsatasının etkisi altında
ortaya çıkmaktadır.
Örneğin 60’lı ve 70’li yıllarda “üniversite kantinlerinde
strateji tartışması yapmak” diyerek pek çok alay
edilen bir durum şimdilerde gerçekten ortadan
kalkmış gibi görünmektedir ama doğrusu bugünkü
çoraklıkla kıyaslandığında söz konusu tartışmaların
o kadar alayı hak edip etmediği de şüpheli hale
gelmiştir. Sonuçta o günlerde o tartışmaları yapan
insanların en azından bir bölümü, hakikaten devrime
inanmakta ve onun yolunu aramaktadır; sonraları
o insanların çoğunun şehitler listesinde yer alması
bunun kanıtı olsa gerektir.
Bütün bunlar önemli. Bütün bunlar okurun kafasını
kurcalaması gereken sorulardır. 1970’in başında
Mahir’in bir sorun olarak tespit ettiği “ideolojik
keşmekeş”in bugünkü “ideolojik durgunluk”tan iyi
olup olmadığı da önemli sorulardan biridir.
Çünkü devrimci strateji tartışması, iyisiyle kötüsüyle
ve bütün “uçuk” yanlarıyla “devrimin mümkünlüğünü”
varsayan bir tartışmadır. Siz yola çıkarken, eğer
bu yol devrim yoluysa ve onun mümkün olduğuna
inanıyorsanız, bir hat çizersiniz. Bu hattın çizilmesi
başarının garantisi değildir. Sonuçta böyle bir
çizgi, mevcut durumu veri alan ve ondan hareketle
geleceğe yönelen bir kurgudur ve her teorik kurgu
gibi pratik yaşam içinde sınanır, kimi zaman eksikleri
görülür, giderilir, kimi zaman da tümüyle geçersizliği
kanıtlanır ve değiştirilir. Hatta siyasal olarak
doğru bir hattın pratik uygulanışında da sorunlar
çıkabilir; örneğin sizin aşırı iyimserlikleriniz
hayatın duvarına çarpabilir, beklentilerinizin
bir bölümü zamansız olabilir, vb. vb… Bunların
hepsi mümkündür, hepsi olabilir; çünkü, hepimizin
bildiği gibi “hayat ağacı yeşildir!”
Ama yine de, bir devrime inanıyorsanız, onun gerçekleşmesi
ve muhtemel gelişim yönleri üzerine bir çizgi
ortaya koymadan yapamazsınız. Mükemmel planlar
yapanların zafere ulaşacakları konusunda belki
kesin bir kural yoktur ama hiçbir planı olmayanların
da hiçbir şansı yoktur. Siz bir yol belirler ve
onun üzerinden yürürsünüz; bu yolu belirlemezseniz
yürüyemezsiniz.
Burada kritik sorun; yönelim ve konsantrasyon,
yani öncelikler sorunudur. Çünkü sonuçta önünüze
çizdiğiniz hat, sizin şimdi ve şu anda neye öncelik
vereceğinizi, yönünüzü nereye doğru döneceğinizi
belirler. Çalışmanız, seçtiğiniz alanlar, illegalite
ile legalite arasında kurduğunuz ilişki, kadrolarınızın
eğitimi, uzmanlaşma alanları, ruh halleri, olanakların
kullanılması ve yönlendirilmesi, vb. vb. tümü
bu hat üzerinden biçimlenir. Hatta işin pek görülmeyen
bir yanı olan mali tablonuz bile bu doğrultuda
düzenlenir; şu yoldan gitmek istiyorsanız bütçenizi
o yolun düzlenmesine harcarsınız; başka bir yol
tercih etmişseniz aynı bütçeyi oraya yöneltirsiniz.
Yeterince açık… Moncada Baskını’nı planlayan Fidel,
zengince bir avukat arkadaşının bütün parasını
bu işi planlamak için harcamıştır örneğin; Lenin
ise Kamo’dan gelen parayı doğal olarak kendi yürüdüğü
yolun açılması için seferber etmiştir.
Yani, yanlış hesap yapmak bir şeydir, hiç hesap
yapmamak başka bir şeydir. Bir hesap ve plan yaptığınızda,
yine de istediğiniz sonucu elde edemeyebilirsiniz.
Belli bir zamanda olmak istediğiniz yerin gerisinde
ya da ilerisinde olabilirsiniz. Ama bütün bunlar
stratejik çizgi belirlemenin önemini azaltmaz.
“Hiçbir mücadele biçimini reddetmeden kitleleri
örgütleyelim” derseniz, bir şey söylemiş olmazsınız.
Zaten sorun da budur: Hiçbir belirleme yapmadığınızda
da aslında bir belirleme yapmış olursunuz: Hiçbir
şey!
Tarihin Dersleri ve Gelecek…
Birkaç kritik noktaya böylece vurgu yaptıktan
sonra artık beş bölümdür sürdürdüğümüz yazımızın
bazı genel sonuçlarını alt alta sıralayabiliriz.
Buraya kadar söylenenlerden gördük ki, devrimler
tarihi boyunca “stratejik çizgi” kavramı her zaman
kilit bir öneme sahip olmuştur. Strateji kavramının
“belli bir amaca ulaşmak isteyen” her insan ya
da gücün sorunu olduğu yolundaki genel geçer tanımları
atlayarak, Marksizm’e ve proletaryanın mücadelesine
geldiğimizde ise bu kavram daha da temel bir anlam
kazanır. Çünkü Marksizm, “kendini gerçekleştirdiği”
alanlar dışında salt kendi varlığıyla bir anlam
ifade etmez. Onun “kendini gerçekleştirme”, “vücut
bulma” alanları ise esas olarak proletarya hareketi
ve iktidar savaşıdır. Eğer bu iki alan olmasaydı,
bu iki alanda kendini ortaya koymasaydı, Marksizm,
bir iktisat ve felsefe teorisi olarak kalırdı
ve komünist dünya tasarımı da hepimize ütopik
bir düş gibi görünürdü. Oysa Marksizm, yalnızca
bir “dünyayı açıklama” çabası değildir; o aynı
zamanda “Feuerbach Üzerine Tezler” in 11’incisinde
denildiği gibi “dünyayı değiştirme” çabasıdır
ve “dünyayı değiştirme” eyleminin esas içeriği,
sınıf mücadelesi ve iktidar elde etme uğraşında
kendini ortaya koyar. Esasen Marksizm’in kaynağı
ve doğum yeri de sadece iktisat ya da felsefe
dünyası değil, bu alanlarla birlikte 19. yüzyıl
boyunca gelişip yükselen sınıf mücadelesi ve dünyayı
değiştirme çabasının sıcak pratiğidir. Bütün o
geçici zaferler yada hüsrana ulaşmış ayaklanmalar,
grevler, vb. olmasaydı, Marksizm’in canlı ruhu
da olmazdı. Bu yüzdendir ki, sonradan gelen kuşaklara,
Lenin’e, Mao’ya Che’ye ve diğerlerine “Marksizme
iktidar perspektifini (ve hırsını!!) eklemiş insanlar”
olarak bakmak işin doğasına aykırıdır. Marksizm,
doğuşundan beri sınıf mücadelesi ve iktidar savaşı
zeminlerinin üzerinde var olmuş ve onlarla birlikte
yaşayarak soluk alıp vermiştir. Üstelik, en önemlisi,
Marksizm, iktidar sorununu ilk kez “Mesihçi” bir
yaklaşımdan kurtararak ona kitlelerle birlikte
bir anlam biçmiş, mevcut iktidarların devralınmasından-el
değiştirmesinden değil parçalanarak proletarya
kitleleriyle birlikte yeniden kurulmasından ve
ayrıca bu kuruluşun da komünizm temelinde “sönme”ye
ulaşması gerektiğinden söz etmiştir.
Bu bağlamda devrim ve iktidar sorunu için kafa
patlatılması, her tarihsel aşamada bu sorun için
yeni yollar bulunması, her devrimci kuşağın dünyanın
ve kendi ülkesinin koşullarını ele alarak sorunu
yeniden tanımlaması, Marksizm açısından kritik
bir öneme sahiptir.
Yine buraya kadar gördüklerimizden öğrendiğimiz
bir başka şey, Marksizm’e ilişkin bütün alanlarda
olduğu gibi stratejik çizgi ve iktidar sorununda
da klişe yaklaşımların, şablonların, modellerin
çok fazla bir anlam ifade etmediğidir. Evet, devrimler
tarihi aynı zamanda deneyimlerin birbirine eklendiği
bir süreçtir; evet, bu deneyimler birbirine eklenerek
ve birbirini aşarak belli bir toplam birikim yaratırlar
ve hiçbir ülkenin devrimci gücü sıfır noktasından
işe başlamaz; ama yine de her devrim, kendi yolunu
bulmak, o yolun deneyimlerini kendisi yaşamak
ve bu deneyimlerin dersleriyle kendisini yeniden
ve yeniden inşa etmek zorundadır. Gazetecilikle
ilgili meşhur tanımlamaya atıfta bulunarak diyebiliriz
ki, her devrim, sonuçta “neyin yıkılacağı”, “yıkılanın
yerine neyin kurulacağı”, bu işin “kimin öncülüğünde”
ve “kimler tarafından” yapılacağı ve “nasıl/hangi
yoldan/hangi araçlar kullanılarak” yapılacağı
sorularını yanıtlayarak ilerler. Böyle bir süreç
ve özellikle bu sürecin “nasıl” sorusunu kapsayan
bölümü ise hayatla doğrudan teması ve devrimci
bir pratiği şart koşar. Bu, uzay boşluğunda değil,
her öngörünün yeniden ve yeniden doğrulandığı
ya da doğrulanmadığı devrimci pratik içinde anlam
kazanan bir süreçtir. Bu meselede, ekonomi-politik
ya da felsefe dışında bilgiler gerektiren ve en
önemlisi de sizin o ülkenin atmosferini, sokaklarını
bizzat koklamanızı, toprağı analiz etmenizi zorunlu
kılan bir düzeye ihtiyaç vardır. Yani burada “artı-değer
teorisi” gibi az çok yerine oturmuş bir kategoriden
değil, ele avuca sığmayan bir durumdan söz ediyoruz.
Bu, yaratıcılıkların üst üste bindiği, bir deneyimin
diğerini aştığı ve her süreçte belli sabit noktalarda
direnenlerin de kenara itildiği bir süreçtir.
Bu, bir tür “genelkurmay” harekat planıdır, yol
kılavuzudur; siz politik-ekonomik-sosyal-kültürel-askeri-coğrafi,
vb. bir dizi etkeni dikkate alarak bir yol çizer,
o yolun geleceği üzerine kestirimlerde bulunursunuz.
Tarihe böyle bir açıdan bakmadığınızda, kendisine
“makul” ve “kendiliğindenci” yollar ve “doktrinler”
dayatan Alman solunu aşıp geçen Lenin’i, Komünist
Enternasyonal’in şablonlarını atlayarak köylü
gerilla ordularını kuran Mao’yu, Saygon’da kent
ayaklanmaları düzenlemek yerine Cao Bang mağaralarında
ilk “silahlı propaganda” birliklerini eğiten Ho
Chi Minh’i ve Sierra Maestra’yı mekan belleyen
Küba devrimcilerini anlayamazsınız. Bunların tümü
üst üste binen yaratıcı deneyimlerdir; hiçbirine
burun kıvırmadan, hiçbirini reddetmeden ve tabulaştırmadan
siz, kendi ayak bastığınız toprağın kimyası üzerine
kendi serüveninizi inşa edersiniz. Ekim büyük
devrimdir örneğin, çığır açan bir devrimdir ama
çok özel koşulların da devrimidir; en basit örnek
olarak söylenebilir: savaştan bezmiş binlerce
askerin sokakları doldurduğu ve büyük bir hızla
devrimcileştiği bir ortam -kısmen Almanya ve Macaristan
dışında- başka nerede yaşanmıştır? Ya da örneğin
Çin gibi muazzam büyüklükte bir ülkenin kırsal
alanlarının verimliliği bir başka ülkede var mıdır?
Sorular çoğaltılabilir ama bunu yapmak çok da
gerekli değildir. Devrim, genel olarak böyle,
tabuların, kalıpların içine sıkıştırılamaz bir
şeydir; önemli olan bunu anlamaktır.
Genel Kurallar Yok mu?
Peki buraya kadar söylediklerimizden devrimin,
özel olarak proletarya devriminin ve onun çeşitli
biçimlerinin tamamen yerel koşullara ve yerelliğin
sunduğu verilere göre şekillendiği sonucu mu çıkar?
Başka bir deyişle söylersek, bütün bu tarihsel
özetimizin ardından yine de elimizde kalan genel
kriterler ve temel zeminler yok mudur?
Elbette vardır.
Marksizm-Leninizm evrensel bir olgudur; o, yerelliklerden
beslenen ama yerelliklere de kendi rengini ve
kurallar bütünlüğünü veren bir genel yaklaşımdır.
Marksizm-Leninizm, kendisini sınıf hareketi ve
iktidar savaşı içinde gerçekleştiren bir dünya
görüşüdür ama bütün varlığı bundan ibaret değildir;
o, “kendini gerçekleştirme” koşulları ile varmak
istediği nihai hedefler, bu hedefleri belirleyen
çözümlemeler ve tezler bütünlüğü arasında diyalektik
bir ilişki kurar. Yerelin zenginliğine buradan
doğru yönelir ve kuşkusuz oradan aldığı her dersi
de kendi belleğine yazar.
a) Örneğin, çok bilinen “devrim kitlelerin
eseridir” cümlesi bu genel kriterlerin birincisi
ve en önemlisidir. Marksizm, iktidarın elde edildiği
her durumu otomatik olarak meşru ve doğru kabul
etmez. O, “kurtarıcılar”dan değil, sıradan, basit
emekçilerin yıkıcı ve yapıcı gücünden söz eder,
onları tarihin ve devrimin öznesi olarak tanımlar.
Engels’in sözlerini şimdi yeniden anımsayabiliriz:
“Baskınlar zamanı, bilinçsiz yığınların başında
bilinçli bir küçük azınlık tarafından gerçekleştirilen
devrimler zamanı geçti. Toplum düzenlenişinin
tam bir dönüşümünün söz konusu olduğu yerde, yığınların
kendilerinin de bunda işbirliği yapmaları, söz
konusu olan şeyin ne olduğunu, varlarıyla yoklarıyla
neyin içine girdiklerini önceden anlamış olmaları
gerekir; işte son elli yılın tarihinin bize öğrettikleri
bunlardır.”
Yani Marks’ın Alman İdeolojisi’nde belirttiği
gibi “…başkaldıran devrimci bir yığın yoksa”,
“bu alt üst oluş fikrinin daha önce binlerce kez
dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından
komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem
taşımaz.”
Üstelik, devrim, kitlelerin sadece katıldıkları
bir şey de değildir; o, içinde milyonlarca insanın
dönüştüğü, değiştiği ve kendi kendini yönetebilme
yeteneklerini kazandığı bir toplumsal alt üst
oluş sürecidir. Yani Marksist devrim teorisinde
kitleler, devrime kalabalığa ve fiziki güce ihtiyaç
olduğu için dahil edilmiş figüranlar değil, sahnenin
gerçek oyuncularıdır; proletarya devrimi onların
yıkıcı gücüne ve yeniden yapma iradesine dayanır.
b) İkincisi, proletarya devrimi, bizim
keyfimizden yada düşmanın belli bir konjonktürde
ne kadar şiddet kullandığından bağımsız olarak,
tarihsel anlamda şiddeti içerir, şiddete dayanır.
Bu şiddetin büyüklüğü bir ölçü değildir; nispeten
küçük bir ülkedeki bir ulusal kurtuluş savaşında
bile milyonlarca insanın ölümüne tanık olunduğu
gibi, daha az kayıpla gerçekleştirilmiş devrim
örnekleri de vardır; ama sonuçta devrim kitlelerin
ayaklanıp savaşa girdiği bir süreçtir ve orada
mutlaka iki tarafın şiddetinin ve şiddet araçlarının
karşılaşması söz konusudur.
Çünkü kapitalizm, reforme edilemez. Genel olarak
kapitalizm, artı-değerden ve kar hırsından, yani
kapitalizm olmaktan vazgeçmedikçe, burjuvazi de
bu sistemin siyasi tezahürü olan iktidardan ikna
ya da parlamenter başarılar yoluyla vazgeçirilemez.
1950-60 yıllarının Sovyet ekolünde pek meşhur
olan “militarizmi azaltılmış emperyalizm” tezi
tümüyle safsatadır; siz ne kadar “yumuşama”dan
ve “barış içinde bir arada yaşama”dan söz ederseniz
edin, militarizm, kapitalizmin doğasına içkin
bir şeydir ve onu uzlaşmalarla, reformlarla yok
etmeniz düşünülemez. Dolayısıyla postmodern türedilerin
sık sık tekrarladığı gibi kapitalizm koşullarında
reform, devrimin yapacaklarının “ağır çekim” hali
değildir; devrimden söz ettiğimizde kökten bir
dönüşümden söz etmiş oluruz; o, toprağın alt üst
olması, insanın, kültürün, yaşamın yeniden kurulmasıdır.
Bunu da parlamenter yoldan yada sendikal, vb örgütlenmelerin
basıncıyla oluşacak düzenlemeler yolundan yapmanız
mümkün değildir. Parlamentoya katılabilirsiniz,
düşmanla görüşmeler ve geçici anlaşmalar yapabilirsiniz
ama asla bu yoldan, kitlelerin ve şiddetin işin
içine girmediği bir güzergah üzerinden yürüyerek
iktidar elde edemezsiniz.
c) Üçüncüsü, devrimler ve şiddetin kullanım
biçimleri, düzeyleri de hiçbir zaman düz bir çizgi
izlemez. Hatırlanacağı gibi, kapitalizmin tekelci
aşamasına girmiş olmasının, onun sürekli ve genel
bir bunalıma girmiş olması anlamına geldiğini,
bunun da tüm dünya açısından devrimlerin objektif
şartlarını yarattığını daha önce söylemiştik.
Ancak bu genel bunalımın varlığı, devrimin güncelliğine
zemin teşkil etse de, tek tek ülkelerdeki devrimlerin
nasıl ve ne zaman gerçekleşecekleri üzerine bir
fikir vermez. İşin bu bölümü, eşitsiz gelişme,
zayıf halka ve en önemlisi de milli kriz/devrimci
durum gibi başka kavramlar aracılığıyla anlaşılabilir.
Genel tanım olarak herhangi bir ülkede bir devrimin
gerçekleşebilmesi, o ülkede, ekonomik-politik-sosyal,
vb. alanları kapsayan büyük bir çöküntüye bağlı
olarak eski yönetme-yönetilme ilişkisinin felç
olduğu, her şeyin zıvanadan çıktığı koşullara
bağlıdır, ki bu koşullar klasik olarak “milli
kriz” ya da “devrimci durum” olarak adlandırılır.
Dolayısıyla, devrimci şiddet sorunu, (bundan sınıflar
mücadelesinin her aşamasında mücadelenin doğası
gereği yaşanan şiddeti değil, iktidar yürüyüşünün
şiddetini, ayaklanmaları ve silahlı mücadeleyi,
vb. kastediyoruz) rasgele bir yere değil, bütün
bu ekonomik, politik, sosyal koşulların çözümlenmesi
üzerine oturur. Bu koşullar, Lenin’in klasik tanımında
olduğu gibi ortaya çıkabilir, ki bu durumda genel
kural olarak nispeten kısa sayılabilecek bir “milli
kriz” dönemi yaşanır; belli bir çöküntü dönemi
proletaryanın partisi tarafından değerlendirilmek
zorundadır; ya da sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde
görüldüğü gibi devrimci durum sürecin başındanberi
şu ya da bu düzeyde sürekli olarak mevcut olabilir,
ki bu da silahlı mücadelenin şartlarının sürekli
mevcudiyeti anlamına gelir. Ama her durumda kesin
olan şey, sadece “devrimler çağı”nda yaşıyor olmamızın
tek tek devrimlerin gerçekleşmeleri için yeterli
olmadığı, bunun için her özgün duruma ilişkin
çözümlemelerin gerektiğidir.
d) Dördüncüsü, sıkça söylendiği gibi her
devrimin esas sorunu iktidar sorunudur. Hangi
stratejik yoldan gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin
her devrim, politik iktidarın ele geçirilmesi
yada daha doğru bir deyimle mevcut devlet aygıtının
parçalanarak yerine yenisinin inşası yolundan
geçer. Devrimci süreçlerde belli bir güç ilişkileri
dengesi, uzun süren bir ikili iktidar durumu,
çoğu kez bir denge halinde kalmaz; mutlaka yeni
bir biçime bürünür. Sonuç itibarıyla bir taraf
ya yener, ya yenilir ya da ortaya bir çürüme ve
yozlaşma hali çıkar. Böyle bir durumu uzun süre
muhafaza etmeye çalışmak, devrimin ölümüdür. Lenin’in
Ekim yaklaşırken ayaklanma konusundaki ısrarının
nedeni budur; çünkü Şubat’tan itibaren oluşan
ikili iktidar durumu artık sürecin taşıyamayacağı
bir noktadadır. Beyaz orduların örgütlendiği günlerde
beklemek ölümdür; ama aynı zamanda devrime hazır
olan işçi ve asker kitleleri açısından da beklemek,
yozlaşmak anlamına gelir. Yani iktidara el koyabileceğiniz
bir durumda beklerseniz, tereddüt ederseniz; sonradan
aynı insanları aynı enerjiyle harekete geçiremezsiniz.
Muazzam silahlı güçlerini dağıttıktan sonra umutsuz
bir iç savaş başlatan Yunan Komünist Partisi’nin
trajedisi de budur; iktidara yürümekten bir kez
ürktüğünüzde daha sonraki yürüme girişiminiz de
eskisi gibi olmaz.
e) Demek ki, beşinci bir kriter de, devrimi
ciddiye almak ve onunla “oynamamak”tır. Bu, yalnızca
“ayaklanma” ile ilgili bir kriter değildir; bütün
devrimci stratejik çizgiler açısından geçerlidir.
Deneylerle kanıtlandığı gibi bütün büyük devrimler,
böyle bir ciddiyetin eseridir. Ekim Devrimi nasıl
böyle bir “ayaklanmayla oynamama” kuralının örneği
ise, örneğin Mao’nun “Uzun Yürüyüş” kararını alması
da böyledir; yada daha özel bir örnek olarak Vietnam’daki
ünlü “Tet Saldırısı” sayılabilir. Belli bir zamanlamayla
bütün cephelerde birden başlatılan Tet Saldırısı,
Vietnam’daki Amerikan varlığının sonunu hazırlamıştır.
Elbette bir devrimci öncünün sürecin bütün aşamalarına
tümüyle hakim olabileceğini, her ayaklanmayı,
her kitle hareketini milimetrik bir kesinlikle
öngörüp yönetebileceğini söylemek abartılı bir
yaklaşımdır; ama yine de devrim, kendiliğinden
olayların uç uca eklendiği bir karışıklık dönemi
değil, devrimci öncünün büyük ölçüde öngörerek
planladığı bir süreçtir. Zaten ancak böyle bir
öngörüye sahip olanlar, yerinde ve zamanında yönelimlerle
zaferi sağlayabilirler.
f) Altıncısı ise, her devrimin bir sınıfın
ve bir partinin öncülüğü ile başarıya ulaşabileceğidir.
Tarihteki hiçbir devrimci deneyim, şimdilerde
uydurulduğu gibi “çokluk” ya da genel olarak “kitle”
gibi topluluklar üzerinden zafer kazanmamıştır.
Tarihi belirleyen, her zaman sınıflardır, sınıf
önderlikleridir. Hangi yoldan gidilirse gidilsin,
nasıl araçlar ve mücadele biçimleri kullanılırsa
kullanılsın, proletarya devrimlerinin değişik
versiyonlarının tümü işçi sınıfının öncülüğünde
başarıya ulaşmışlardır. Proletaryanın önderlik
etmediği kimi ulusal kurtuluş savaşlarında da
durum değişmez; onlarda da rastlantısal biçimde
hareket eden yığınlar yada imece usulüyle bir
araya gelmiş kişiler değil, bu kez başka sınıfların
(küçük burjuvazi, vs.) öncülüğü söz konusudur.
Çünkü sonuç olarak tarihin tekerleğini sınıflar
sürükler, rasgele topluluklar değil.
Bu öncülüğün somut ifadesi ise partidir. Proletarya
katmanlarının siyasi bilincindeki eşitsiz gelişmenin
bir ürünü olarak ortaya çıkan parti; savaşın tüm
aşamalarında -bunu hak etmişse eğer- Genelkurmay
konumundadır. Tarih boyunca bütün devrimlerin
ortak yanı, adı her ne olursa olsun proletarya
partilerinin siyasi öngörüleriyle, program ve
perspektifleriyle, yönlendirici inisiyatifleriyle
olayları sürüklemesidir. Bu gerçek, söz konusunu
partilerin program ve planlarının somut hayatla
çeliştiği durumlar için de geçerlidir; böyle durumlarda
da bu gerilim ve krizden çıkmasını, yenilgilerden
ders almasını başarabilen partiler kitleleri kazanarak
zafere ulaşabilmişlerdir.
Ve elbette, hemen eklemeliyiz; proletarya partileri,
devrimler süreci boyunca proletaryanın bağımsızlığının
da garantileri olmuşlardır; ya da şöyle diyelim;
bunu yapabildikleri oranda ortaya başarılı devrim
ve sosyalizm pratikleri çıkmıştır. Çünkü, devrim
deneyimlerinin çoğunda, toplumsal sürecin içinden
geçtiği aşamalar ile o süreçleri yöneten partinin
ve proletaryanın niteliği, kadro, üye özellikleri
birbirinin aynı değildir. Sözgelimi açık işgal
koşullarında bir proletarya partisi ulusun tümüne
direniş çağrısı yaptığında da, kendisini bir “ulusal
parti” haline getirmez, getiremez; kendi nihai
komünizm hedefini, dünya devrimi perspektifini,
üyelerinin ve kadrolarının Marksist niteliğini
koruyarak yürür. Bütün bunların yerine getirilmediği
örneklerde ise uzun vadede sonuç mutlaka olumsuzdur.
g) Ve nihayet yedincisi, yine genel bir kural
olarak üzerinde yürünen stratejik çizginin proletarya
partisinin örgütsel biçimlenişini büyük ölçüde belirlemesidir.
Yugoslavya Komünist Partisi’nin büyük değişimi böyledir
örneğin; kentlerde seçimlere katılarak başarılar
sağlayan bir parti, işgalle birlikte kendi yönetim
yapısını hızla dağlara taşımasını bilmiş ve klasik
parti kadrosunun yerine gerillayı koyabilmiştir.
Çok daha yakın bir örnek olarak Nepal Komünist Partisi
(Maoist) de -bütün diğer tartışmalar bir yana- parlamentoda
yer alan legal bir partinin kendisini halk savaşına
uygun bir hale getirmesinin ilginç bir örneğidir.
Bütün bunlar işin doğası gereğidir; çünkü her savaş,
kendi alanından ve kendi kurallarıyla yönetilebilir.
1905 ve 1917 devrimlerini işçi mahallelerinden,
işçi yığınlarının içinden yönetebilirsiniz; Sierra
Maestra’daki gerillayı da Sierra Maestra’dan yönetebilirsiniz;
birinde partinizin kadroları büyük ölçüde silahlı
işçi müfrezelerinin içindedir; diğerinde kır gerillası
olarak karşımıza çıkarlar. Ve bu devrimci güzergahların
hepsi, sizin hem yönetim mekanizmalarınızı, hem
bu mekanizmalarda yer alan kadroların niteliğini,
hem de genel olarak kadrolarınızın sahip olması
gereken özellikleri, vb. belirler. Bu açıdan, gerçekten
Marksist-Leninist bir proletarya partisinin en önemli
özelliği, devrim hareketinin akışına ve ihtiyaçlarına
uygun örgütsel biçimleri bulabilmesidir. Dünya devrimler
süreci, bu yeteneği gösteren devrimci partilerin
başarılarının açık bir kanıtıdır.
Türkiye Gerçeği ve Bir Kutup Yıldızı Olarak
Mahir Çayan
Şimdi artık bütün bu özetlemeler ve toparlamalardan
sonra, Türkiye’de, Mahir Çayan’ın ülkesindeyiz…
Doğrusu, bunu bir şans olarak görebiliriz; böylece
aşırı gururlanmış da olmayız.
Çünkü gerçekten de Mahir Çayan, emperyalizmin
III. Bunalım Dönemi boyunca ortaya çıkmış olan
devrimci önderler arasında kendine özgü bir yerde
durur.
Her şeyden önce, Mahir Çayan’dan söz ettiğimizde
bir gelişme çizgisinden söz etmiş oluruz. Bu anlamda
tek bir Mahir Çayan’dan söz etmek hem doğrudur,
hem de yanlıştır. Bütün süreç boyunca tek bir
Mahir Çayan vardır, evet, onu belirleyen öğe,
tepeden tırnağa bir devrim isteği ve iradesidir.
Öte yandan aynı Mahir Çayan, politik sürece katıldığı
andan itibaren kendi iç gelişimini sürdüren, hem
Marksizmi, hem de üzerinde yaşadığı toprağı gitgide
daha iyi kavrayarak değişen, kendini yenileyen
bir önderdir. Bu anlamda onun ilk yazdıklarıyla
son yazdıkları arasında farklar olduğunu söylemek,
eleştiri değil iltifat sayılabilir. Gerçekten
de bu farklar vardır; çünkü bizzat Mahir Çayan’ın
kendi düşünme biçiminde gelişme dinamiği vardır.
Bütün bunların yanında birkaç nokta özel olarak
çok önemlidir.
Örneğin Mahir Çayan, siyasi anlamda dönemin Maoist
fırtınasının ortasına doğmuştur. Gerçekten de
60’lı yıllar dünyanın her köşelerinde Maoist tezlerin
etkinlik kazandığı, özellikle Halk Savaşı konusundaki
belirlemelerin devrimci özelliklerinden ötürü
-haklı olarak- hızla benimsendiği bir dönemdir.
Zaten Mao ve Lin Piao’nun “Milli Demokratik Devrim-Halk
Savaşı” tezlerini evrenselleştirdikleri zamanlar
da aynı zamanlardır. Doğal olarak Mahir Çayan
da siyasi sahneye girdiği andan itibaren bu genel
atmosferin etkisi altındadır. Ama çok ilginçtir;
siyasi tarihe az çok objektif yaklaşan hiç kimse
Mahir Çayan’ın Maoist olduğunu söylemez, söylemeyi
de düşünmez. Çünkü siyasi sürecinin en başında
bile Mahir Çayan’da kendine özgü bir şey vardır.
Aynı günlerde bir ÇKP şubesi olmaya soyunan PDA
çevresinin aksine Maoist deneyimi şablonlaştırmaz;
birincisi Mahir Çayan, açık bir biçimde Marksist-Leninist
eserlere yönünü dönen bir önderdir; daha sonra
Kesintisiz Devrim I’den de anlaşılacağı gibi asıl
beslendiği yer orasıdır. O, Marks-Engels ve Lenin
üzerinden Mao’ya gelmektedir. Mao’ya olan büyük
saygısına karşın dalkavukça bir ululaştırma tutumunda
değildir; Doğu Perinçek ekibinde simgelenen çığırtkan
“Maocu” akıma da saygı duymamakta, onlara açıkça
“kalpazan” suçlamasını yapmaktadır. (Sonradan
bu akımın içinden güçbela yakasını sıyırarak devrimci
bir eğilimi inşa eden Kaypakkaya çevresiyle Mahir
arasında görüldüğü kadarıyla somut bir ilişki-polemik,
vb. yaşanmamıştır. O süreçte bu akım zaten henüz
Perinçek ekibinden tam olarak kopmuş değildir.)
İkincisi, Mahir Çayan, Maoizmin temel tezlerini
“Marksizme katkı” olarak ele alırken de üzerinde
yaşadığı topraklardan kopmamakta, bir “aynen tekrar”ın
ve klişenin tuzağına düşmemektedir. Daha sonra
göreceğimiz gibi Perinçek ve ekibiyle yaptığı
bütün tartışmalar, esasen Mao’nun düşüncelerinin
de zorlanması anlamına gelen bu şabloncu anlayışın
reddedilmesi üzerine kuruludur. Ve üçüncüsü, Mahir
Çayan, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine” yazısında
çok açıkça görüleceği gibi PDA çevresindeki Fidel-Che
alerjisini hiçbir biçimde paylaşmamakta, onların
Küba Devrimi’ni küçümseyen ve tesadüflere bağlayan
tutumuna son derece sert bir karşılık vermektedir.
Çünkü o, devrimci strateji konusunun diyalektik
bir sorun olduğunun farkındadır ve Maoist deney
dışındaki yolları aforoz eden dalkavukça tutuma
karşıdır.
Öte yandan yine çok ilginçtir; aynı Mahir Çayan,
Türkiye’nin yakın geçmişinden akıp gelen Kemalist
düşüncenin etkilediği bir ortamda siyasi hayatına
başlamış ve dönemin birçok devrimcisi gibi bu
düşünceden etkilenmiştir. Ve evet, bu konuda ciddi
değerlendirme eksikleri, yanlışlıkları vardır.
Ama aklı ve vicdanı olan hiç kimse Mahir Çayan’ın
cuntacı-Kemalist olduğunu söyleyemez. Bu meselede
de yine onun sağlam Marksist-Leninist temeli rol
oynar; söylem düzeyindeki eksiklik ve yanlışlıklara
karşın devrimci pratikteki tavrı ve ortaya koyduğu
mücadele hattı, son derece açıktır. İşçi sınıfı
ve halk dışındaki güçlere bel bağlama, onlarla
böyle bir ilişki kurma tutumu Mahir Çayan’da mevcut
değildir. O, son derece açık bir biçimde kendi
yoluna, politikleşmiş askeri savaş stratejisine
bağlıdır.
Ve nihayet, üçüncüsü, Mahir Çayan, son derece
yakın durduğu ve derslerini özümlemeye çalıştığı
Latin Amerika deneyimi konusunda da seçici bir
tavra sahiptir. Bu sürecin Latin Amerika deneyimi
bilindiği gibi hiç homojen değildir; bölgedeki
devrimci güçlerin toplamı içinde açıkça “anti-parti”
tutuma sahip hareketlerden Regis Debray gibi fokocu
eğilimlere kadar herkes vardır. Ve Mahir Çayan,
bu konuda da Marksist-Leninist klasiklerle bağını
hep canlı tutar; Kesintisiz Devrim broşürünün
neredeyse dörtte üçü bu temele dayanan bölümlerden
ve teorik açıklamalardan oluşur. O, fokonun heyecanına
değil, “Ne Yapmalı”ya, parti fikrine bağlıdır.
Ayrıca Çayan, Latin Amerika deneyimi konusunda
da sağlam olan kaynağa, yani Fidel-Che ikilisine
yönelir, orayı referans alır.
Sonuç olarak Mahir Çayan’ın Sovyet ekonomi kaynakları,
Maoizm ve Latin Amerika arasında bir eklektik
düşünce yarattığı suçlaması son derece yakışıksız
ve ahlaki de olmayan bir söylemdir. Tersine Mahir
Çayan, yaşadığı dönemin dünya solu içersinde son
derece kendine özgü bir yerde durur; bu anlamda
dönemin Türkiye’sinin en enternasyonalist ve en
“yerli” önderidir.
Bugün, aradan 36 yıl geçtikten sonra kuşkusuz
onun söyledikleri de değerlendirilebilir. Ama
bu mesele, doğrudan doğruya yıllarla ilgili değildir.
Siyasi hayatta “düşüncenin en yenisi ve en tazesi
makbuldür” diye bir kural yoktur. Üstelik siyasi
hayatta bazen “en taze” sanılanın da “son kullanım
süresi geçmiş” bir malın yeniden ambalajlanmış
hali olduğu durumlar az değildir. Sonuçta, yaklaşık
yüz yıl önce yazılmış bulunan “Ne Yapmalı” ya
da “Devlet ve İhtilal” nasıl bugün hala devlet
ve parti konularında temel referanslar olmayı
sürdürüyorsa, Mahir Çayan’ın yazdıkları da salt
“aradan şu kadar zaman geçmiştir” denilerek değerlendirilemez;
daha doğrusu -kuşkusuz yapılabilecek olan- bir
siyasi değerlendirme böyle bir noktaya dayandırılamaz.
1960’larda Türkiye Tablosu ve Devrimci Hareket
Türkiye sosyalist hareketinin 1970’ler öncesinde
bir iktidar perspektifi ve stratejik anlayışının
olup olmadığı doğrusu tartışmaya açık bir konudur.
Cumhuriyet öncesini bu bakımdan ele almak oldukça
zor görünüyor. Ekim Devrimi’nden doğrudan etkilenen
Mustafa Suphi kuşağının ise her şeye rağmen kendine
özgü bir planı olduğu belki söylenebilir. Kabaca
özetlenirse bu plan, zaten yürümekte olan işgal
karşıtı savaşa fiilen katılmak ve ülke içinde epeydir
varlığı bilinen diğer komünist odaklarla buluşarak
inisiyatif elde etmek biçiminde olsa gerektir. Dönem
itibarıyla da siyasi mantığın böyle işlemesi normal
sayılmalıdır. Suphilerin katledilmesinden sonraki
döneme ve özellikle 1930’lara doğru gelindiğinde
ise TKP’nin artık iktidar fikrini artık tümüyle
geriye ittiği ve Komintern’in de etkisiyle mevcut
Kemalist rejime şöyle ya da böyle yedeklendiği ifade
edilebilir. Dolayısıyla böyle işleyen bir mantığın
devrimin rotası üzerine ciddi bir tasarım yapması
herhalde beklenemez. Daha sonraları gelişen yasal
parti girişimleri ve “tevkifat-yeniden örgütlenme-yeniden
tevkifat” zinciri içerisinde de bu tür bir girişimi
bulmak pek mümkün değildir. 1960’larda ortaya çıkan
en ciddi yasal parti girişimi olan TİP ise, sosyalizmin
topluma yayılmasında ciddi etkiler yaratmış olmasına
karşın parlamenter çizgidedir ve bir stratejik çizgi
kaygısı taşımamaktadır.
Bu anlamda Türkiye solu açısından bu tartışmanın
ciddi biçimde 1960’ların sonunda -kuşkusuz özellikle
Çin Halk Savaşı’nın etkisiyle- başlamış olduğunu
söylemek yanlış değildir. Gerçekten de bu dönem,
Türkiye devrimci hareketi, Marksizmle tanıştığı
ölçüde iktidar ve devrim fikriyle de tanışmakta
ve henüz çok sığ bir yerden de olsa devrimin “nasıl
olacağı” tartışmaları başlamaktadır. Aslında ilk
anda durum şöyle özetlenebilir: TİP’in “sandıktan
çıkma” yaklaşımına karşı Doğan Avcıoğlu ve ekibinin
-Mısır’daki Nasır örneğinden etkilenerek- öne sürdüğü
“tepeden inme” teorisi (ki bu teori işçi sınıfının
irticanın etkisi altında olduğundan hareketle devrimci
cuntayı çözüm olarak görmektedir) karşısında konuyla
henüz yeni tanışan devrimci gençler de çok kabaca
başka bir yanıt vermektedirler: “Dağdan gelelim!”
Her şey kendi seyri içinde makul ve anlaşılır durumdadır.
Sonuçta Küba devrimi daha 10 yıllık tarihe sahiptir
ve Vietnam halk savaşı halen devam etmektedir; Çin
ise zaten muazzam bir zafer olarak tarihteki yerini
çoktan almıştır.
Bu arada Türkiye, 1945 sonrasında başlayan yeni-sömürgeci
ilişkilerin en olgun dönemini yaşamakta, bu “olgunluk”
aynı zamanda kriz işaretlerini biriktirmektedir.
Emperyalizmin gizli işgali altında yeni-sömürgeleştirilen
Türkiye, ekonomisinden politikasına, kültürüne dek
emperyalizme bağlıdır. Emperyalizmle işbirliği içinde
semiren tekelci burjuvazi, ıkına sıkına birlikte
olduğu toprak ağaları ve büyük tüccarlarla birlikte
ülkeyi bir oligarşik diktatörlükle yönetmekte; bu
durum ise en küçük kıpırdanmanın bastırıldığı sömürge-tipi
faşizm anlamına gelmektedir. Öte yandan yeni-sömürgeci
kapitalistleşme süreci bir yandan kırsal yapıda
çözülmeler yaratarak büyük göç dalgalarını kentlerin
kapılarına yığarken, diğer yandan ise yapay bir
kalkınma havası yaratmaktadır. Bu yanılsama ile
yoğun şiddetin birleşimi ise kitlelerin tepkilerinin
doğrudan düzene doğru yönelmesini bir ölçüde önlemektedir.
Tam da bu koşullarda devrimci sosyalist hareket
siyasi sahneye ilk adımlarını atmaktadır. Ağırlıklı
olarak devrimci gençlik hareketi içinden çıkan bir
devrimci kadrolar kuşağı, çok genç yaşlarına karşın
artık ciddi şekilde iktidar meselesini ve devrimci
strateji konusunu düşünmeye başlamışlardır. Bu dönemin
solunun tablosu az çok bellidir. Bir yanda yurtdışı
bürosuna mahkum olmuş bir TKP, diğer yanda ise parlamenter
yolu içselleştirmiş TİP vardır. Bir başka cenahta
ise açıkça darbeci olan Avcıoğlu ve çevresi durmaktadır.
Bu koşullar altında yeni devrimci kuşaklar doğal
olarak bütün dünyada esmekte olan halk savaşı rüzgarının
etkisi altındadırlar. Maoizmin etkisi çok açıktır;
öte yandan daha yeni bir deneyim olan Küba devrimini
anlama çabası da yoğundur.
Mahir Çayan’ın bu ilk dönemde, 1969’da yazdığı yazıların
bazıları aslında henüz tahrifatlara ve barışçıl
rüyalara karşı bir direnç niteliğindedir. Örneğin
“Revizyonizmin Keskin Kokusu I-II” böyledir. Yazdığı
kitap tanıtımlarıyla Marksist eserleri ciddi biçimde
tahrif eden TİP’li çevirmen Kenan Somer’in eleştirildiği
bu yazılarda Lenin ve eserleri savunulurken, şiddete
dayanan devrim tezinin Mahir’in kafasında net olduğunu
görürüz. Bu yazılarda sert bir şekilde “barışçıl
geçiş” tezleri eleştirilmektedir. Ama bu arada Mahir
Çayan, Mao’ya yapılan bir saldırıya da yanıt verir
ve “iktidar namlunun ucundadır” cümlesiyle birlikte
halk savaşı tezini de açıkça savunur. Hatta Çayan,
bu tezin Çin’e özgü olmadığını, Leninizmin evrensel
tezi olduğunu özel olarak vurgular. İlginç olan,
bu yazıda, yani henüz Ağustos 1969’da bunalım dönemleri
çözümlemesinin yer alması ve III. Bunalım dönemi
belirlemesinin yapılmasıdır. Ayrıca yazı, silahlı
mücadelenin yalnızca “hiç legal imkanın kalmadığı
işgal koşullarında geçerli olacağını” iddia eden
Somer’e karşı Latin Amerika’daki gerilla mücadelelerini
örnek vermekte ve “Örneğin, devrimcilere legal mücadele
imkanını tanıyan parlamento ve kanunlara sahip ve
de Marksist bir partinin eylem yaptığı Venezüella’da
Douglas Bravo’nun zoru ne? Niye Falkon’da silahlı
mücadeleyi sürdürüyor? Pekala parlamenter yoldan
sosyalizm mücadelesi yapabilirdi. Ve de bir gün
oyların %51’ini alıp iktidarı ele geçirebilir, sonra
da anti-emperyalist mücadeleyi sürdürebilirdi, değil
mi Bay Somer?” diye sormaktadır. Yani Mahir Çayan,
bu süreçte halk savaşının evrensel olarak geçerli
bir stratejik çizgi olduğu görüşündedir ve bunun
sadece Çin’e özgü bir durum olmadığını, Latin Amerika’yı
da kapsadığını ifade etmektedir. Bütün bunlar zaten
stratejik hedef olarak Milli Demokratik Devrim tezinin
benimsenmiş olmasıyla da uyum içersindedir.
Öte yandan, son derece önemlidir, aynı yazıda Çayan,
Althusser’den hareketle “Aktüel Uğrak” kavramını
tartışmaya dahil eder ve “milli kriz” ortamını da
tarif eder. Böylece o, “barışçıl yol-savaşçı yol”
ikileminin Marksistlere ait olmadığını, Marksistlerin
yalnızca “milli krizin varlığı yokluğuyla” ilgili
olduklarının altını çizer.
Mao’yu “Maocu”lardan (!) Korumak…
Daha sonraları, Ocak ve Haziran 1970’te yazılan
zincirleme iki yazının ise (“Sağ Sapma, Devrimci
Pratik ve Teori” ile “Yeni Oportünizmin Niteliği
Üzerine”) doğrusu ilginç bir kaderi vardır. Kategorik
olarak kendini Maocu diye tanımlamayan, bu tür
tanımları alaya alan Çayan, sözde Maocu Perinçek
çevresine karşı Mao’nun tezlerini savunmaktadır.
Daha doğrusu, bu tam olarak Mao’nun savunulması
da değil, aslında Leninist ilkelerin savunulmasıdır;
her iki yazı da aslında işçi sınıfının dışındaki
güçlere bel bağlayan sağcı anlayışa karşı Milli
Demokratik Devrim’de işçi sınıfının öncülüğünün
vurgulanmasını amaç olarak almıştır. Ancak yazıların
bütünlüğü içersinde Halk Savaşı kavramına da sık
sık yer verilmekte ve evrensel bir ilke olarak
ortaya konulmaktadır. “Sağ Sapma” yazısında bu
daha azdır ama “Yeni Oportünizm” yazısı tümüyle
nettir.
Yazıda tüm klasik unsurlarıyla Halk Savaşı savunulmakta
ve Mao’nun Marksizm-Leninizme katkıları sayılırken
Halk Savaşı teorisi özel olarak zikredilmektedir.
Burada savunulan Halk Savaşı çizgisi, özetle bir
köylü savaşıdır; kırların temel alan olduğu bu
savaş gerilla mücadelesiyle başlayıp halk ordularıyla
devam edecektir. Köylülerin temel güç olduğu bu
savaşta, şehirlerin rolü ikincildir ve işçi sınıfının
öncülüğü ideolojik öncülüktür. İdeolojik öncülükten
anlaşılması gereken ise işçi sınıfının partisinin
köylü kitlelerine önderlik etmesidir. İşçi sınıfının
ve şehirlerin temel alınması, Çayan’a göre pasifizmin
kapısını aralamaktadır.
Henüz yeni-sömürgecilik belirlemesinin yer almadığı
bu yazılarda Türkiye de “yarı-sömürge, yarı-feodal
bir ülke” olarak tanımlanmakta ve klasik MDD anlayışı
savunulmaktadır ama çok ilginçtir, buna karşın
bu devrim anlayışı ve Halk Savaşı çizgisi tümüyle
üretici güçlerin durumuna dayandırılmamaktadır.
Mahir Çayan, bir ülkenin içinde bulunduğu devrimci
aşamanın (ve stratejik çizginin) tamamen o ülkenin
üretici güçlerinin düzeyine ve hangi üretim ilişkisinin
hakim olduğuna gere belirlenemeyeceği, böyle bir
belirlemenin politik durumu da dikkate alan bir
yerden yapılabileceği görüşündedir. Kuşkusuz Mahir
böylece MDD ve Halk Savaşının örneğin ABD ya da
Almanya gibi ülkelerde de geçerli olduğu gibi
saçma bir noktaya varmamakta, devrim ile ülkenin
sosyo-ekonomik yapısı arasındaki ilişkiyi reddetmemektedir;
onun sözünü ettiği şey, sömürge, yarı-sömürge
ve yeni-sömürge ülkelerde ister yarı-feodal, ister
bağımlı kapitalist bir toplumsal yapı olsun, esas
sorunun sürekli milli krizin varlığı ve belli
bir ayaklanma vaktinin beklenmesinin pasifizm
anlamına geldiğidir. Bu ülkelerde, görece uzun
süreli istikrar dönemleri yoktur, daha baştan
itibaren gerilla savaşı temeline dayanan bir uzun
süreli savaş zorunludur ve rejimin yumuşak karnı
kırlardır...
Küba ve Debray…
Leninist Çizginin Savunulması
Bütün bunlar bir yana, “Yeni Oportünizm” yazısında
Küba ile ilgili özel bölüm son derece önemlidir.
Bu bölüm, her şeyden önce Mahir’in Küba deneyimi
üzerine olan tartışmaları ve bazı yayınları dikkatle
izlediğini göstermektedir. İkincisi, Mahir böylece
şabloncu “Maoist” ekolden tamamen farklı olarak
Küba devrimini açıkça savunmakta ve bu deneyimin
Marksizm-Leninizmin hazinesine büyük bir katkı
olduğunu ifade etmektedir. Küba devriminin “emperyalizm
uykudayken” gerçekleşmiş “tesadüfi bir başarı”
olduğunu söyleyen bu şablonculara yazının yanıtı
çok serttir. Tersine Mahir, bu devrimin III. Bunalım
Dönemi’nin anlaşılabilir bir sonucu olduğunu ifade
eder.
Ama asıl önemlisi bu bölümde Mahir’in Küba devrimi
ile Regis Debray’ın anti-marksist görüşlerini
özdeşleştirmek isteyen anlayışlara net olarak
karşı çıkması ve Küba kaynaklarından ve Monthly
Review’den yaptığı alıntılarla özet olarak şu
üç noktayı ortaya koymasıdır. 1- Debray’ın askeri
liderliğin temel unsur olması gerektiği tezi yanlıştır,
“tam tersine siyasi çalışma esastır. Ve askeri
yan, politik liderliğe tabi kılınmalıdır.” 2-
Debray’ın “burjuva şehir-proleter kır”, (…)şeklinde
yaptığı ayrımını bir sınıf çatışması olarak ortaya
koyması, Leninist bir analiz değildir. 3- Debray’ın
“Küba’da foco, partiyi yarattı” iddiası yanlıştır,
devrim için parti şarttır.
Yani sonuç olarak Mahir Çayan, hem sözde “Maocu”ların
yalnızca Çin deneyini kıble edinen tutumuna karşı
çıkmakta, hem de Küba deneyimini doğru yerden
kavramaktadır. Bu iki olgu, devrimci sosyalist
hareketin daha sonraki gelişme adımı açısından
önemlidir.
Teorik Sıçramadan Önce İki Belge…
Daha sonra gelen iki yazı da, (“Aydınlık Sosyalist
Dergi’ye Açık Mektup” ve “Devrimde Sınıfların
Mevzilenmesi”) aslında biraz “ihtiyaçtan kaynaklanan”
yazılardır. Her ikisinin de başlangıcında “hareketin
bütün görüşlerini ifade eden bir broşürün (Kesintisiz
Devrim kastediliyor-SB) yayına hazırlandığı” hatırlatılmakta
ve her iki çalışmanın da zorunluluktan ve eleştirilere
cevap verme ihtiyacından kaynaklandığı ifade edilmektedir.
Ama ilginçtir, her iki yazı da Mahir Çayan’ın
gelişiminin ilk döneminin belirlemelerini içerir.
Örneğin bunalım dönemleri tezi henüz bütün mantıki
sonuçlarına ulaşmış değildir, ülke hala “yarı-sömürge”
olarak tanımlanmakta ve klasik Halk Savaşı planı
savunulmaktadır. Şu sözler son derece açık olmalı:
“Leninizmin dünyanın yarı-sömürge ve sömürge ülkeleri
için öngördüğü devrim teorisi; işçi sınıfının
önderliğinde köylü ordusunun halk savaşıyla kırlardan
şehirleri kuşatması teorisidir. Biz, hiçbir sömürge
ve yarı-sömürge ülkenin, kıtanın veya bölgenin
leninizmin bu evrensel ilkesini geçersiz kılabilecek
kendine özgü şartlar taşıdığını kabul etmiyoruz.”
(ASD’ye Açık Mektup)
Daha net bir ifade ise şudur: “(…) Emperyalizme
arkasını dayamış olan karşı-devrim cephesi, proletaryanın
yoğun bulunduğu, büyük şehirlere ve kilit bölgelere
güçlerinin büyüğünü yığmış ve çok sıkı bir denetim
kurmuştur. Bu hain yönetimin yumuşak karnı kırlardır.
Dünyadaki bütün kurtuluş savaşlarının (halk savaşlarının)
pratiği, bize şunu söylemektedir; zafere kırlardan
şehirlere doğru bir rota izleyen, çeşitli ara
aşamalardan geçen halkın örgütlü savaşı ile varılabilir.”
(age)
Öyle görünüyor ki Lin Piao’nun abartı ve zorlamayla
bütün dünya için tartışmasız geçerli saydığı Çin
Halk Savaşı çizgisi hala devrimci sosyalist hareketi
etkisi altında tutmaktadır.
“İdeolojik öncülük” meselesinde de durum hala
böyledir: “Köylülerin temel güç olarak formüle
edilmesi sadece devrimin anti-feodal niteliğinden
dolayı değildir. (…) Halk savaşı bir avuç öncünün
savaşı değil emekçi halkın savaşıdır. Halk savaşında
temel mücadele alanı kırlar olduğu için, köylüler
de savaşın temel gücüdür.”
Kesintisiz Devrim I-II-III: Devrimci Sosyalist
Manifesto
Hareket, Kesintisiz Devrim broşürleri noktasına
geldiğinde ise artık durum oldukça köklü biçimde
değişmiştir. Bu broşürler, o güne kadar yaratılmış
olan birikimin derli toplu hale getirilerek bir
tür “bildirge” ya da “manifesto” haline sokulmasıdır
ve zaten dil ve anlatım bakımından da eski yazılardan
farklı olarak, programatik bir tarza sahiptir. Broşürlerde,
her parçası birbiriyle tutarlı ve olgunlaşmış bir
bütünlük vardır; o güne kadar çeşitli yazılarda
parça parça ve olgunlaşmamış olarak kullanılan kavramlar,
yerli yerine oturmuş, mantıki sonuçlarına ulaşmış
ve ortaya gerçek bir “yol kılavuzu” çıkmıştır.
Şüphesiz bu, zaman olarak kısa görünse de son derece
canlı yaşanmış birkaç yılın birikimidir. Bu süreçte
bir yandan Mahir Çayan Marksizm konusunda daha yetkin
bir noktaya gelmiş, diğer yandan ise hem Mahir,
hem de hareketin tümü, bir devrimci pratiğin içinde
ülke toprağını daha iyi tanıma fırsatı bulmuşlardır.
Türkiye’nin dört bir yanına koşuşturup duran, bütün
büyük kitlesel olayların içinde yer alan Mahir ve
yoldaşları artık üzerinde yürüdükleri yolu da daha
iyi kavramaktadırlar.
Böyle bir sürecin ürünü olan Kesintisiz Devrim,
bilinçli bir tercih sonucu klasik eserlerden ve
Marksizm-Leninizmin temel ilkelerinden işe başlar
ve adım adım Türkiye’ye gelir. Böylece okurun kafasında
önce bir temel yaratan metinler, günümüze doğru
geldiğinde ise artık daha kapsamlı ve yerine oturmuş
bir dönem çözümlemesi ile karşılaşırız. Örneğin
bunalım dönemleri tanımlaması daha nettir ve özel
olarak III. Bunalım Dönemi üzerine ayrıntılı sayılabilecek
bir çözümleme vardır. Üstelik bu çözümleme, akademik
düzeyde bir emperyalizm tahlili olarak kalmamış,
büyük bir hızla Türkiye’ye ve devrim stratejisi
kavramına doğru yönelmiştir. Öte yandan, geçmişe
oranla çok daha iyi kavranmış olan yeni sömürgecilik
kavramı kilit bir kavramdır. Bu kavram üzerinden
Türkiye’ye bakan Mahir, artık “yarı-sömürge, yarı-feodal”
gibi eski tanımlamaları bir yana bırakmış ve ülke
gerçekliğini derinlikli olarak yeniden kavramıştır.
Gizli işgal, emperyalizmin de içinde yer aldığı
bir blok olarak oligarşinin tanımlanması, faşizmin
sürekliliği ve yeni sömürge kapitalistleşmesi ile
zorun yarattığı bir siyasal durum olarak “suni-denge”,
hep aynı mantık zincirinin halkaları olarak birbiriyle
tutarlıdır.
a) Böyle bir yoldan giderek ulaşılan noktalardan
birincisi, devrimin muhtevası, yani stratejik hedefle
ilgilidir. Bu kez yapılan tanımlama şöyledir: “Ülkemizdeki
tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden
ve de yerli tekelci burjuvazi, baştan emperyalizmle
bütünleşmiş olarak doğduğundan, stratejik hedefimiz
anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimdir.”
Ve ardından Mahir bir parantez açarak ekler: “Anti-emperyalist
ve anti-oligarşik devrim kavramı, kavram olarak
MDD’den pek farklı değildir. Ancak daha geniş bir
muhtevayı ve niteliği belirtmektedir. Emperyalizmin
III. bunalım döneminin emperyalist işgal biçimini
belirtmesi açısından bu kavram daha tutarlıdır.
Milli Demokratik Devrim kavramı, genellikle, emperyalizmin
eski istismar metodlarının temel olduğu dönemi karakterize
etmektedir.”
Doğrusu bu, aslında bir parantezden daha fazlasıdır
ve köklü bir dönüşümü ifade etmektedir. Her ne kadar
“MDD’den pek farklı olmadığı” söylense de, bu yeni
tanımlama neredeyse bir “dünya değişikliği”dir;
çünkü böylece “kesintisiz” devrim yaklaşımı üzerinden
bir ufuk açılmıştır ve klasik Maoist teori ile köprüler
atılmıştır. Özellikle söz konusu parantezin ardından
gelen uzun bir bölüm, Çin’i karakterize eden II.
Bunalım Dönemi koşullarını ve yeni koşulları arkası
arkasına açıklamakta ve baş çelişkiyi “oligarşi
ile halk arasında” tanımlayarak durumu netleştirmektedir.
Dahası bununla da yetinmeyen Mahir, aynı bölümde
“sınıfsal ve ulusal planda” yürüyecek olan savaşın
bugün “sınıfsal yönünün” ağır basacağını söyleyerek
başka bir atak yapmaktadır. Sonuç olarak bu yeni
yaklaşım artık bize halk devriminin programı bakımından
daha gelişkin bir zemin sunmaktadır.
b) Stratejik çizgi bakımından ise dönüşüm çok daha
köklüdür.
Her şeyden önce, yeni sürece bakarken Küba deneyimi
daha öne çıkmıştır. “Küba devrimi” diyor Mahir,
“çalışma tarzıyla, takip ettiği rota itibariyle
bu tarihsel dönemin özelliklerinin bir sonucudur.
Bir başka deyişle, Marksizm-Leninizmin, bu tarihsel
dönemin pratiğine uygulanmasının bir sonucudur.
(Küba proleter devrimi hariç bütün devrimler, iki
evren savaşının alt-üst oluşları içinde olmuştur).
Silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması
ve de halkın devrimci öncülerinin savaşı, Marksizm-Leninizmin
evrensel tezlerinin bu somut tarihsel durumun pratiğine
uygulanması sonucu ortaya çıkmış olan, bütün emperyalist
hegemonya altında olan ülkelerin proleter devrimcilerinin
bolşevik çizgisidir.” Böylece geçmişe göre farklı
-ve daha doğru- bir yaklaşımla Çin deneyinin aşılmış
bir bunalım dönemine ait olduğu tespit edilmekte
ve yeni döneme ilişkin düşünürken Küba deneyimi
daha öne çıkarılmaktadır.
İkincisi, yeni yaklaşımda, Lenin’in “milli kriz/devrimci
durum” tanımının özgün bir uyarlaması Mahir’in düşünme
biçimine eşlik etmektedir. III. Bunalım Dönemi ve
yeni-sömürge ilişkilerini çözümleyen Mahir, mevcut
bağımlı ekonomik ve siyasal yapının tam da bu bağımlılık
ilişkilerinden ötürü, kendi iç dinamiğiyle gelişen
normal bir yapı değil, çarpık bir gelişme olduğunu
ve bu çarpıklığın da sürekli kriz üreten bir mekanizma
olduğunu belirlemektedir. Daha önce bu yazımızın
ilk bölümünde ayrıntılı olarak ele aldığımız gibi,
Lenin’in “milli kriz” tanımının böyle bir sürece
birebir uygulanması doğru değildir ve her durumda
pasifizmi üretmektedir. Çünkü böyle bir şabloncu
düşünce, devrim durumunu kısa süreli bir med-cezir
ya da tren-istasyon ilişkisi olarak algılamakta
ve “uygun anı bekleme ve ona hazırlanma” parantezi
içine sıkışmaktadır. Mahir ise, çarpık iktisadi-siyasi
sistemin doğası gereği sürekli olarak bir milli
kriz hali yaşadığını, bu krizin olgunlaştırılmasının
ise artık devrimci güçlerin sorunu olduğunu düşünmektedir.
Bu, henüz olgunlaşmamış bir krizdir; zaman zaman
büyük kırılma noktalarına varmakta, zaman zaman
nispi onarımlar gerçekleşmekte ama bir türlü düzlüğe
çıkılamamaktadır.
Böylece Mahir, Che’nin “Devrim yapmak için tüm koşulların
bir araya gelmesini beklemenin her zaman gerekli
olmadığı, ayaklanma odağının bunları yaratabileceği”
şeklindeki görüşünü benimsemekte ve klasik düşünme
biçimlerinden kendisini koparmaktadır.
Bunun doğal sonucu olarak Mahir, “evrim” ve “devrim”
aşamaları konusundaki yerleşik anlayışın da değişmesi
gerektiği düşüncesindedir. Böylece vardığı yer,
iki aşamanın özel olarak birbirinden ayrılamayacağı,
öyleyse iki aşamanın mücadele, çalışma ve örgüt
biçimlerinin yeniden harmanlanması gerektiğidir.
İşte tam bu mantık zinciri içersinden Mahir, Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisi’ni çıkartır. Bu stratejinin
özü, “mekanik biçimde bütün nesnel ve öznel koşulların
bir araya gelmesini bekleyen, bunları hızlandırmayı
düşünmeyen” bir yaklaşımın terk edilmesi ve krizin
derinleştirilmesi ile kitlelerin örgütlenmesi görevlerinin
tek bir devrimci süreçte birleştirilmesidir. Böylece
Mahir, devrimci iradeyi, devrim durumunun derinleştirilip
olgunlaştırılması sürecinin de öznesi yapmaktadır.
Bu, silahlı propagandayı sürecin merkezine oturtan
ve bütün diğer mücadele ve örgütlenme biçimlerini
onun etrafına ören bir yaklaşımdır; “silahlı propaganda”
konusundaki Vietnam deneyimi böylece derinleştirilmiş,
gerilla savaşı, kitlelere hedef gösterilmesi ve
onların örgütlenmesi sürecinin bir parçası yapılmıştır.
“THKP-C tarzında silahlı propaganda, iki işlevin
bir arada yüklenildiği bir durumu yansıtır. Bir
yandan, düşmanın fiziksel tahribini değil siyasi
yıpratmayı öne çıkaran tarzıyla bir “siyasi gerçekleri
açıklama kampanyası” aracı biçiminde fonksiyon yüklenen
silahlı propaganda faaliyeti, diğer yandan da ilk
gerilla çekirdeğinden itibaren geleceğin halk ordusunun
temelini atmakta, adım adım o gücü oluşturmaktadır.
Bünyesinde bu iki amacı birleştiren silahlı propaganda,
şüphesiz bu bakımdan, savaşın çok ileri aşamalarındaki
az çok rutinleşmiş çatışmaları da ifade eden genel
“silahlı mücadele” kavramından ayrılmakta, daha
özgün bir durumu tanımlamaktadır.” (2000’lerin Başında
Silahlı Mücadele, Özgür Barikat, Sayı: 5)
Yine sözü Mahir’in deyimiyle toparlarsak; “Gerilla
savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri
açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine,
yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.”
Söylemeye bile gerek yok ki, bu, kitlelerin örgütlenmesinin
reddi değil, bu örgütlenme sürecindeki temel araçların
değiştirilmesidir. “Şüphesiz “örgütleme” denilen
şey temel olarak insan ilişkilerine ait bir durumdur
ve mutlaka o zeminde, o zeminin araçlarıyla, yüzlerce
yolu bulunabilecek örgütsel/propagandif araçlar
kanalıyla yürür; yani silahlı eylemin kendisi, doğrudan
bir biçimde somut A kişisinin B örgütsel birimine
çekilerek “örgütlenmesi” görevini yüklenmez. İşin
bu bölümü, netice olarak dünyanın her yerinde ve
her zaman olduğu gibi, somut ve günlük insani faaliyetin
bir sonucu olacaktır. Silahlı mücadelenin örgütleyiciliğinden
kasıt, silah sesinin kitleleri “örgütlemesi” değil,
ama siyasi gerçeklerin açıklanmasının hizmetine
koşulmuş olan silahlı mücadelenin yarattığı politik
atmosferin, somut insan ilişkilerine çevrilmesi,
genel olarak kitlelerin buna uygun hale getirilmesidir.
Bu, bir yörünge, bir çekim merkezi oluşturulması
ve klasik örgütleme çalışmasının bu somut üzerine
oturmasının sağlanmasıdır.” (2000’li Yıllarda Silahlı
Mücadele, Özgür Barikat, 5. Sayı)
Ayrıca bu bağlamda en kritik kavram olarak görünen
“öncü savaşı” kavramında da bir sorun yoktur. Söz
konusu kavram, bu mücadele çizgisinin mantığı gereği,
savaşın belli bir aşamasında parti kadrolarının
daha fazla öne çıkmasını bize anlatır ki, bunda
garipsenecek bir durum yoktur. İşin doğası böyledir.
Sorun, “başlangıç” denilen basit kavramla ilgilidir
aslında. Burada bir “düello” değil, sürecin mantığı
gereği nispeten daha dar bir parti kadrosuyla işe
başlanması ve gerillanın giderek bir halk hareketine
dönüşmesi vardır ve dünyanın neresine gidilirse
gidilsin bir anlamda “başlangıç” denilen şey, böyle
bir şeydir. Cao Bang mağaralarında eğitilen ilk
kırk kişi de böyle bir ilk -ve dar- gruptur ve bu
şaşılacak bir şey değildir. “1984 Ağustos Atılımı”
öncesinde Kürt yurtsever hareketinin de köylerden
doğru dürüst ekmek ve su bile alamadığı bilinen
gerçekliklerdir; oradan 1992 serhıldanlarına gelene
kadar epey bir zaman geçmiştir.
Kısacası işin mantığı, başlangıçta düşmana fiziki
zarar vermekten çok siyasi propagandayı esas alan
bir devrimci müdahale biçiminin ortaya konulması
ve bu gücün büyütülmesi ile kitlelerin -hiçbir özel
tabu tanımaksızın, her türlü araçla- örgütlenmesinin
birlikte yürütülmesidir. Zaten bu ikisi birbirini
kadro düzeyinde ve siyasal olarak besleyen süreçlerdir
ve birinin yokluğu felaket anlamına gelir ve ayrıca
kitlelerin örgütlenmesi de gerilla savaşının kendi
başına, silah sesi aracılığıyla yapabileceği bir
şey değildir. Kitlelerin örgütlenmesi, kitleleri
örgütleyebilecek yapılar, kurumlar ve araçlar gerektirir.
Öte yandan PASS, sadece bir siyasi müdahale biçimi
de değildir. Bu kavram, bir stratejik çizginin bütününü
ifade eder ve bu bütünlük, özünde Halk Savaşı ya
da Uzun Süreli Savaş kavramlarından içerik bakımından
çok ayrı değildir. Ancak bu noktada Mahir, tipik
Çin deneyiminden ayrıntı gibi görünen bir noktada
farklılaşır. Evet, Mahir, son derece açık biçimde
gerilla savaşının esas alanının kırlar olacağını
ifade etmekte ve hatta bu konuda ayrıntılı olarak
“dört aşamalı” bir plan ortaya koymaktadır ama öte
yandan da “Bu stratejik çizgi, kır ve şehiri, silahlı
propaganda ve öteki politik kitlevi mücadele biçimlerini
diyalektik bir bütün olarak ele alan çizgidir” diyerek
yeni bir anlayışın ipuçlarını da vermektedir. Daha
sonraları devrimci sosyalist hareketin “Birleşik
Devrimci Savaş” olarak adlandıracağı anlayış köklerini
buradan almaktadır.
Ancak yine de bütün söylediklerine objektif olarak
bakıldığında görülecek olan şey, Mahir’in kır gerillasına
olan bağlılığıdır; o, ikinci bir iktidar odağının
ancak kırlarda yaratılabileceğini, aksi takdirde
kolayca ezilebileceğini düşünmekte; ama şehirlerin
önemini de gözardı etmemektedir.
Kısaca -ve kabaca- özetlendiğinde Kesintisiz Devrim’deki
tablo aşağı yukarı böyledir.
Esasen bütün bu konularda Mahir Çayan’ın kendi söylediklerine
özel olarak eklemeler yapmak ve izaha çalışmak gereksizdir.
Söylenenler ortadadır; yapılanlar da ortadadır;
Mahir’i eleştiri amaçlı ikinci el alıntılardan değil
de birinci elden, kendi yazdıklarından okuyanlar,
bugüne dek yapılan spekülatif eleştirilerin çoğunun
tümüyle safsata olduğunu görebilirler. Mahir’de
söz konusu olan şey, ne “öncülerin düellosu” ne
de “birkaç silah sesiyle kitleleri örgütleme hevesi”dir;
bu bölümün başında özetlemeye çalıştığımız Marksist-Leninist
devrim ilkelerinin tamamı Mahir’in yazdıklarında
ve yaşamında mevcuttur.
Kesintisizlerin Yolunda Yürüyüş ve Devrimci
Sosyalist Hareket
Açıkçasını söylemek gerekirse, Kızıldere sonrasında
yeni kuşakların devralarak sürdürdüğü ikinci dönem,
pratik alandaki bütün ataklarına karşın ideolojik
alanda olması gerektiği kadar verimli değildir.
1974’ten itibaren bu çizgiye karşı bir saldırı
ve “eleştiri” furyasının başlaması, hatta hareketin
içinden gelen bazı unsurların Perinçek çukuruna
dek kayabilen tutumları, yeni kuşakların teorik
tutumunda da bir katılaşma yaratmıştır.
Bu yazı kapsamında sözünü ettiğimiz bu ikinci
dönemin ayrıntılı değerlendirmesine girmeyeceğiz;
ancak süreç boyunca THKP-C ardılı gruplardan çoğundaki
esas sorunun Mahir’in iktidar perspektifi ve siyaset
yapma biçiminden kopma olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle Devrimci Yol cenahında yapılan şey,
teorik olarak nasıl ifade edilmiş olursa olsun,
pratikte Mahir’deki ufuk çizgisinin geriye çekilmesi,
iktidar savaşının yerel düzeydeki çatışmalara
indirgenmesi, parti kavramının sürekli ötelenerek
kendiliğindenci yapılanmalar düzeyinin üstüne
çıkılamamasıdır.
İşin açıkçasını söylemek gerekirse, devrimci sosyalist
hareketimiz, kendi öznel niyetlerinin de ötesinde,
bu süreçte daha ağırlıklı olarak parti çizgisinin
saldırılara karşı savunulması kaygısına sahip
olmuş, işin bu bölümüne büyük ağırlık vermiştir.
Kuşkusuz aynı süreçte hareketimiz, Kemalizm ve
Kürt sorunu konularında kendi içinde etkili tartışmalar
yürütmüş ve nihayetinde bu sorunları doğru bir
biçimde çözmüştür. Ayrıca “Birleşik Devrimci Savaş”
yaklaşımı da hareketimiz bünyesinde başından beri
genel kabul görmüş ve dillendirilmiştir. 87 sürecinde
ise özellikle silahlı mücadele ile kitlelerin
örgütlenmesi sorunlarında daha ayrıntılı tartışmalar
vardır. Ancak yine de bütün bunlara karşın, 75
sonrası sürecin tamamına bir bütün olarak baktığımızda,
genel bir savunma çizgisinin daha hakim olduğunu
söylemek mümkündür.
Yeni Tarihsel Dönem ve Stratejik Çizgi Üzerine…
A) Yeni Tarihsel Dönem Süreç Üzerine Kısaca
Bilindiği gibi devrimci sosyalist hareketimiz,
1980’lerde filizlenerek 1990’lardan itibaren kendisini
bir bütünlük halinde ortaya koyan dönemin, emperyalizmin
-ve tabii ki dünyanın- yeni bir tarihsel dönemi
olduğunu belirlemesini yapmıştır.
Yaklaşık beş yıl önce söylediklerimizi hatırlayabiliriz:
“1990’lara değin, sosyalist sistem ile kapitalist
sistem arasındaki çelişki ve çatışmanın ekseninde
belirlenen dünya çapındaki ilişki, yapı ve dengeler,
sosyalist sistemin çöküşü, sosyalist hareketin
genel bir kriz içine girişi ve gerileyişi ile
birlikte kapsamlı bir değişime uğramıştır. 1990’lı
yıllar kapitalist sistem ve sosyalist harekette
ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinde,
1945’ten beri kurulmuş olan toplumsal modellerin,
ilişkilerin, çelişkilerin, yapı ve dengelerin
bir bölümünün ortadan kalktığı, bir bölümünün
ise hızla yapısal bir değişim içine girdiği ve
böylece yeni ilişki, çelişki, yapı ve dengelerin
oluştuğu yıllar olmuştur. Bu bağlamda hem kapitalizm,
hem de karşıtı, yani sosyalist hareket bakımından
yeni bir sürece girilmiştir.” (Tek Yol Devrim,
Tek Yol Devrimci Yenilenme, SB. Sayı: 1)
Bu yeni dönem, daha önceki yazılarımızda sık sık
ifade ettiğimiz gibi, kapitalist dünya ekonomisine
1945’lerden itibaren egemen olan kapitalist sömürü
modelinin 1970’lerden itibaren krize girmesiyle
şekillenmeye başlamış, 1980’lerdeki restorasyon
ile belli bir mesafe kat etmiş ve nihayet 1990
çöküşü sonrasında somut bir gerçeklik haline gelmiştir.
Ekonomik anlamda bu yeni süreç, Keynesçi sömürü
modeli politikalarının terk edilerek finans sermayesinin,
mal ve hizmet üretiminin, dolaşımının ve pazarların
tümüyle serbestleştirilmesi, kar oranlarının yükseltilmesinde
para sermayenin başlıca aktör haline gelmesi,
tüm insan etkinliklerinin ve bütün kamusal hizmetlerin
meta üretimine dahil edilmesi, kapitalist sanayinin
yüksek kar oranlarına sahip üretim sektörleri
temelinde yeniden yapılandırılması gibi unsurları
kapsar. Ayrıca, üretim sürecindeki tüm aşamalarının
tek bir büyük işletmede ve standart kitle üretimi
ve düzenli istihdam temelinde üretilmesi modelinden,
üretim sürecinin işletme içinde ve işletmeler
arasında parçalanmasını, işçi sınıfının hem zihinsel,
hem de fiziki olarak yoğun biçimde sömürülmesini
esas alan ve kazanılmış hakları yok eden bir çalışma
düzeni olan esnek üretim örgütlenmesi egemen hale
getirilmiştir.
Bu gelişmelere bağlı olarak, emperyalist ülkelerde
ikinci sınıf sanayi sektörleri konumuna düşmüş
sektörlerin yeni-sömürgelere aktarılması, daha
çok borçlandırılmış bu ekonomilerin, mal ve hizmetlerin
serbestçe akışının sağlanması zemininde yeniden
yapılandırılması sağlanmış ve bu zeminde yeni
bir uluslararası işbölümü geliştirilmiştir. Yeni-sömürgelerde
yaşanan bu süreç yeni sömürü modelinin temel unsurlarından
biri olmuştur. Bu sömürü modeli ile, kendine yeni
ve yüksek kârlarla değerlenme alanları arayan
birikmiş devasa tekelci sermayeye ekonominin her
alanında çok büyük alanlar açılmış, yapısal krizin
yıkıcı etkileri hafifletilmeye, ekonomik açıdan
yönetilebilir hale getirilmeye çalışılmıştır.
Kısaca neo-liberalizm olarak adlandırılan bu sürecin
politik düzeydeki karşılığı ise “yeni-sağ” diye
bilinen neo-faşist eğilimli politikalar ve uygulayıcılarıdır.
1980’lerde Reagan, Thatcher, Kohl üçlüsüyle simgelenen
bu akım, kamusal alanın “sosyal” kanatlarını kırmayı
ve metalaştırmayı, sınıf örgütlerini etkisizleştirmeyi
hedeflemiştir.Bu politikaların yeni-sömürgelerdeki
karşılığı ise, bir yandan açık işgallerin, diğer
yandan ise açık faşizm ile gizli faşizm uygulamalarının
iç içe geçtiği “düşük yoğunluklu çatışma/düşük
yoğunluklu demokrasi” gibi modellerin yaygınlaştırılmasıdır.
Bu temelde, dizginsiz bir faşist terör ve demagojik
bir demokrasi söylemi bilinç çarpıtıcı bir biçimde
aynı sürecin parçası yapılmıştır.
Ve nihayet, eşyanın doğası gereği, reel sosyalizmin
ortadan kalktığı koşullar, bir yandan dünya pazarını
bir anda olağanüstü düzeyde genişletir ve dizginsiz
bir küresel soygun ve haydutluğun önünü açarken,
diğer yandan da geçmişte emperyalistler arası
çatışmayı baskı altında tutan olgunun çöküşüne
bağlı olarak hegemonya kavgasını büyütmüş, şiddetlendirmiştir.
Bütün bunların yanında yeni tarihsel dönem, bütün
dünya açısından korkunç bir insani yıkımı beraberinde
getirmiş, büyük bir yoksulluk uçurumunun yanında
insanın manevi dünyasını da parçalayan ideolojik
saldırı bu politikalara eşlik etmiştir. Siyasal
ve ekonomik alanda yaşamı parçalanan ve daraltılan
milyarlarca insana yeni vahşeti kabul ettirmenin,
akılcı ve bilimsel düşüncenin yok edilmesinin,
toplumsallığın, bütünlüklü kurtuluş fikrinin çürütülmesinin,
sonuç olarak insanın çökertilmesinin ve değersizleştirilmesinin
bir aracı olarak postmodernizm, bu süreçte son
derece önemli bir görev üstlenmiştir.
Sonuç olarak, denilebilir ki, bütün bunlar dünya
kapitalist sisteminin sağlamlaştırılması ve sosyalist
tehlikeden “kurtulmuş” olarak sonsuz gelişme yollarının
açılması olarak görülse de, aslında tam tersi
doğrudur. Tam tersine, sürecin getirdiği insani
yıkım, daha on yıl dolmadan büyük bir öfkeyi biriktirmeye
başlamış, dünya çapında devrimci dinamikleri mayalandırmaya
başlamıştır. Üstelik bu genişleme ve dizginsiz
sömürü ortamı, kapitalist ekonomiye de “huzur”
getirmemiş, sisteme bugün belki de “şımarık dönemin
sonu” denebilecek bir krizi armağan etmiştir;
ki bu ve diğer krizlerin dünya devrimci dinamiğini
artıracağı kesindir. Çünkü, üzerinden atlamadan
söylemeliyiz, ilk andaki “imparatorluk” havası
da bugün sönmeye başlamış, sisteme kafa tutan
çeşitli unsurların sayısında belirgin bir artış
gerçekleşmiştir.
B) 2000’lerde Türkiye ve Değişen Koşullar
Bütün bu sürecin yaşadığımız coğrafyaya yansıması
ise son derece yıkıcı olmuştur. 1990’ların çok
öncesinde, hatta 1980 cuntası öncesinden başlayan
restorasyon süreci, son 28 yılda Türkiye’nin çehresini
kapsamlı biçimde değiştirmiş, bu durum, bazıları
devrimci stratejik çizgi ile doğrudan ilgili olan
sonuçlar yaratmıştır.
1) Yeni Tarihsel Süreçte Genel Olarak Yeni-Sömürgecilik
Derinleştirilmiş ve
Katmanlaştırma Politikası Uygulanmıştır
Bilindiği gibi, günümüzdeki politikaların yeni-sömürgelere
ilişkin uzantısı, 1945’ler sonrasındaki klasik
bağımlı kapitalistleşme modelinin terk edilmesi,
tüm ekonomilerin her alanda liberalizasyona geçmeye
zorlanması ve yeni bir uluslararası işbölümünün
yaratılmasıdır. Bu yeni işbölümü modeli, yeni-sömürge
kapitalizminin kapsamlı üretim birimlerinden daha
az sabit sermaye yatırımı gerektiren ve kârlılık
oranı yüksek alanlara kaydırılması ve neoliberalizmin
özelleştirme, sosyal alanların yok edilmesi gibi
başka uygulamalarıdır.
Bu politikaların bir cephesi ise, yeni-sömürge
ülkelerden bazılarının bölgesel planda etkinleştirilmesi
ve öne çıkarılmasıdır. Bir başka yazımızda dediğimiz
gibi: “Yeni-sömürgelerin stratejik konumları ve
gelişmişlik düzeylerine göre katmanlaştırılması,
bugün için stratejik önem taşımayan bazı ülkeler
dibe doğru itilirken bir bölümünün de “eksen”
adı altında bölgesel taşeronluk konumuna yükseltilmesi
de (…) sürecin bir başka karakteristik çizgisidir.
Böylece, bağımlılık ilişkisi politik anlamda M.
Çayan’ın “gizli işgal” dediği durumla tartışmasız
bir biçimde örtüşen emperyalizmin “içselleşmesi”
durumu en olgun görünümüne kavuşmuştur.” (Geçmişten
Bugüne Yeni-Sömürgecilik ve Türkiye’nin Sınıf
İlişkileri III, SB. Sayı: 14)
2) Türkiye’nin Yeni-Sömürge Düzeni Emperyalist
Politikalar Doğrultusunda
Yeniden Yapılandırılmıştır.
Türkiye’nin 1980’lerle başlayıp 2000’lerde olgunluk
noktasına ulaşan restorasyon süreci kuşkusuz bu
genel politikanın parçasıdır. Yirmi yıla yayılan
bir dönem boyunca Türkiye, bütünlüklü bir “yeniden
yapılandırma” sürecinden geçmiştir. Uluslararası
sermaye piyasasıyla tam bütünleşme, sermaye akışının
önündeki engellerin kaldırılması, büyük yatırımların
durdurularak yeni işbölümüne uygun alanlara doğru
yönelinmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi,
tarımın emperyalist isteklere göre düzenlenmesi,
sosyal sistemlerin tasfiye edilerek sermayeye
açılması, yeni iş örgütlenmesinin hayata geçirilmesi
ve işgücünün ucuzlatılması bu sonuçlardan en önemlileridir.
Böylece Türkiye kapitalizminin sektörel bileşimi
değişmiş, içe dönük üretimin giderek “ihracata
yönelik” yeni ve hafif sektörler almış, ülke spekülatif
kârlar cenneti haline getirilmiştir. Öyle ki,
kara-para, uyuşturucu gibi “sektör”ler de sürece
katılmış ve yeni-sömürge ekonomisine ciddi katkılarda
bulunmuştur. Bu durum, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin
üst kesimlerinin bileşiminde değişikliklere yol
açmış, -bazıları geçici olsalar da- yeni sürecin
yeni ve hırslı aktörleri de sahnedeki yerlerini
almışlardır. Eski tarzın tasfiye edildiği ve yeni
bir işbölümünün ortaya çıktığı koşullarda hep
olduğu gibi yoğun bir tekelleşme dalgası da bu
dönemde yaşanmış, sermayenin merkezileştirilmesi
operasyonu bu dalganın somut ifadesi olmuştur.
3) Emperyalizmle Bütünleşme Düzeyi Artmış,
Bağımlılık İlişkisi
Derinleşmiştir
Bu yeni işbölümü, bağımlılık ilişkilerini artırırken
bu ilişkilerin adeta “doğallaşması” sonucunu yaratmıştır.
Eski işbirlikçi kapitalist modelin yerini, bütün
cepheleriyle dünya kapitalist sistemine açılmış,
bankacılıktan tarıma ve kamu alanlarına dek her
alanda yağmaya uygun hale getirilmiş bir ekonomi
almıştır. Sermaye dolaşımının serbestleştirilmesi
sonucunda ekonomik bağımlılık biçimleri, hayatın
bütün alanlarına yayılarak büyük ölçüde de “meşrulaşmış”tır.
Artık bu ilişki, devlet politikalarının, bütçe
harcamalarının, ücretlerin, vb. tümünün emperyalistler
tarafından belirlendiği bir noktadadır. Buna paralel
olarak devlet yapısı yeniden düzenlenmiş, bütün
temel mali-sınai karar mekanizmaları parlamento
denetiminden çıkarılarak “özerkleştirilmiş”, deyim
yerindeyse ekonomi emperyalizmle ilişkiler bakımından
“otomatiğe” bağlanmıştır.
Bu, emperyalizmin “içselleşmesi” olgusunun en
derin aşamasıdır. Emperyalizm, TC’nin bütün tarihinde
görülmemiş ölçüde “işin içine” girmiş, bütün sorunların
ve “çözüm”lerin doğrudan bir parçası olmuştur,
bütün burjuva politik kadroları “asla dokunulamaz”
bu temel alanların dışına, ayrıntılara itilmiş,
bağımlılık garanti altına alınmıştır. Aynı süreç,
ordu cephesinde de tamamlanmış, büyük bir tekele
sahip olan ordu ile emperyalizm arasındaki ilişkiler
uyum noktasına ulaşmıştır.
Bu “içselleşme”nin emekçi kitlelerdeki sonucu
ise çelişkilidir; bir yandan emperyalizm karşıtlığı,
diğer yandan ise emperyalist vahşetin etkisiyle
oluşan “verili ilişkilerin kötü fakat kaçınılmaz
olduğu” fikri bir bilinç törpülenmesi yaratmıştır.
Böylece sonuçta, anti-emperyalist bir mücadelenin
nesnel temellerinin son derece güçlenmesi ile
emperyalizme karşı duyguların törpülenmesi çelişik
bir durum olarak aynı sürece denk düşmüş ve suni-dengenin
bir bileşeni haline gelmiştir.
4) Süreç İçersinde Oligarşinin Bileşiminde Değişiklikler
Meydana Gelmiş ve Oligarşi Daha Homojenleşmiştir
Yeni süreçle belirli sektörlerde bir yığılma ve
merkezileşme gerçekleşirken bu duruma uyum gösterebilen
eski tekellerin yanında sürecin yeni ve hırslı aktörleri
de sahneye çıkmış, bunlardan bazıları sonradan tasfiye
olurken bazıları ise üst mevkilere yerleşmişler,
böylece oligarşinin 50’li 60’lı yıllar boyunca az
çok istikrar gösteren bileşimi özellikle 80’lerde
daha kaygan ve değişken hale gelmiştir. Daha sonraları,
her kriz dalgasında tekel-dışı kapitalist güçler
ve yeni gruplardan bazıları tasfiyeye uğrarken sistemin
yapısı daha fazla merkezileştirilmiştir. Üstelik
bu merkezileşme ve tasfiyeler, bizzat emperyalist
kurumların denetiminde yapılmıştır. Aynı dönemde,
karanlık alanlarda trilyonları döndüren “tefeci”
piyasası da legalize edilerek “gayrı-meşru” para
kaynakları sistem içine çekilmiştir.
Bu arada, 2000’e doğru gelindiğinde, emperyalistlerin
direktifiyle yapılan tarımsal alanların tümüyle
küresel soyguna açılması operasyonu büyük ölçüde
tamamlanmış, kapitalistleşmenin yayılmasıyla eski
moda “toprak sahipliği” düzeni de çökertilmiştir.
Öte yandan, Kürt savaşıyla birlikte feodal ilişkilerin
ve yöresel güçlerin yaygın olduğu Kürdistan coğrafyasında
hatırı sayılır bir “temizlik” gerçekleştirilmiştir.
Savaşta yurtsever tutum alan feodal güçler zaten
tasfiye olurken, “sadık” kesimler ise “paralı askerlik”
düzeyine inmişler ve topraktan gelen güçlerini yitirmişlerdir.
Sonuç olarak yeni-sömürge Türkiye’nin egemenleri
artık emperyalizmle her alanda bütünleşmiş bir avuç
büyük tekelcidir. Oligarşi artık daha homojen ve
daha küçük bir grubu ifade etmektedir. Yaklaşık
10 sermaye grubu artık oligarşinin çekirdeğini oluşturmakta,
tüm temel politik, ekonomik, vd. yaklaşımlar bu
ekip tarafından belirlenmektedir. Bunlara ek olarak
ordu ve medya sektörünün oynak unsurları da belirtilebilir.
Ama büyük toprak sahiplerinin politika belirleme
güçleri önemli ölçüde tasfiye edilmiştir. Şüphesiz
yeni-sömürgeciliğin kaotik yapısı gelecekte de düşüş
ve yükselişler, konjonktürel durumlar yaşanabilir
ama bugünkü manzara, oligarşinin tekelci burjuvazi
ve ordudan oluşan genel bileşiminin yerine oturduğu
biçimindedir ve artık bu elit içersine anlık girişlerin
kapısı kapanmıştır.
5) Yeni İş Örgütlenmesiyle Sınıfın Bileşimi
Değişmiş, Yapısı Parçalanmıştır
Daha önce de ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi
(bkz. SB. Sayı:2), yeni süreçte ortaya çıkan sömürü
modeli, fordist iş örgütlenmesinin terk edilmesini
ve esnek üretime geçişi de içermiştir. Üretim
sürecinin parçalanması, yan ürünlerin büyük işletmelerden
küçük ve orta boy işletmelere kaydırılması ve
tipik vahşi kapitalist yöntemlere geri dönüş,
dönemin başlıca özellikleridir. Sadece üretimin
değil, iş zamanının, işin yapılış biçiminin, çalıştırılan
işçi sayısının, vb. de yeniden düzenlenmesi anlamına
gelen esnek üretim modelinin sonucunda işçi sınıfı
sayıca muazzam bir artış gösterirken yapısı, bilinci
ve örgütlenme alışkanlıkları parçalanmış, işyeri
bazında örgütlenmesi neredeyse imkânsız yeni işçi
sınıfı katmanlarının sürece eklenmiştir. Toplamı
20 milyona varan işçi sınıfının 14 milyonu 10
kişiden az işçi çalıştıran işletmelerdedir. Aynı
süreçte şu ya da bu biçimde çalıştırılan çocukların
sayısı 4 milyona ulaşmış, kadın işgücü ise en
ucuz kategoriyi oluşturmuştur. Öte yandan işsizler
de işçi sınıfının bir bölüğü olarak geçici alanlara
kaymışlar, klasik fabrika ve atölye düzeninin
dışında marjinal işler alanı ve lumpen proletaryanın
yasadışı sektörleri olağanüstü düzeyde büyümüştür.
Aynı süreçte “kamu emekçisi” haline dönüşen memurlar,
teknisyenlik düzeyine inerek işçi sınıfına yaklaşan
mühendisler, doktorlar, vb. de sınıfın yeni katmanları
olarak sahneye çıkmışlardır.
Sonuçta, devrimimizin öncü gücü olan işçi sınıfının
örgütlenmesi, bir yandan geçmişe göre daha zorlaşırken,
diğer yandan da bu büyük gücün yeni ve daha yaratıcı
yollar bulunarak bir devrim ordusu haline getirilmesi
kritik bir önem kazanmıştır.
6) Tarımsal Alanın Klasik Yapısı Çökertilerek
Emperyalizme Bağlanmış,
Bu Arada Kırsal Alanın Nüfus Yapısı Tümüyle Değişmiştir
Yeni-sömürge kapitalizminin eski yılları boyunca
tarımsal yapıları kısmi değişikliklere uğratan
emperyalizm, yeni süreçte bu klasik politikanın
yanı sıra, tarımsal üretimin kendisine de müdahale
etmekte ve tarımı doğrudan doğruya dünya kapitalist
sistemine bağlamaktadır.
Bu amaçla, 1980 sonrasından başlayarak Dünya Bankası’nın
emriyle tarımsal destekleme politikaları yavaş
yavaş tasfiye edilmiş, destekleme bütçelerinin
azaltılması, zorunlu hale getirilen ithalat, kooperatiflerin
özelleştirilmesi, vb. adım adım gerçekleştirilirken
bazı ürünlerin sınırlanması ve biyo-genetik tohumların
piyasaya sokulmasıyla en küçük üreticilerin bile
emperyalist tekellere doğrudan bağımlılığının
kanalları oluşturulmuştur. Sonuçta, tarımsal üretimin
uluslararası tekeller için verimli ve değerli
olmayan bölümü tasfiye edilirken tarım tamamen
emperyalist çıkarlara açılmış, sonuçta ortaya
yeni göç dalgaları ve yoksullaşma çıkmıştır.
Böylece tarımla ilgili sorun, artık yalnızca “toprağın
adaletsiz dağılımı” sorunu olmaktan çıkarak doğrudan
doğruya emperyalizmle ilgili bir sorun haline
gelmiş ve anti-emperyalist mücadelenin konularından
biri olmuştur. Gelecekte küreselleşmiş soygun
ile tarımsal alandaki üreticiler arasındaki çelişkinin
daha da net boyutlara varacağı kesindir.
Bütün bunların -ve Kürt savaşının- sosyal sonuçları
ise kent ve kır arasındaki nüfus oranlarının 70’li
yıllara göre tam tersine dönmesi, metropol kentlerin
büyümesine karşın kırların boşalmasıdır. Gerçekten
de 1970’lerde kentsel nüfus-kırsal nüfus oranları
% 30-%70 iken, 2000’lerde bu durum tam tersine
%70-%30 olarak değişmiştir. Bunun sonucu olarak
zaman içersinde bazı iller ve ilçeler neredeyse
“hayalet şehir” haline dönüşmüş, buna karşın metropoller
ve bazı bölge çapında büyük şehirlerin nüfusu
olağanüstü artış göstermiştir.
7) Geleneksel Orta Sınıfları Tasfiyeye Uğratan
Düzen Yeni Türden Orta Sınıflar
Yaratmıştır
Neoliberal politikaların en önemli sonuçlarından
biri, vahşi bir sosyal-Darvinizm ortamında eski
orta sınıfların ve küçük esnafın yoksullaşması
ve dibe doğru itilmesi, öte yandan ise yeni dönemin
yeni orta sınıflarının yaratılmasıdır.
Bu yeni orta sınıflar, bir yandan rantiyelik ve
piyasa-borsa düzeninden türemekte, diğer yandan
da büyük sanayi işletmelerine tümüyle bağımlı,
nihai ürün ortaya çıkarmayan küçük ve orta boy
işletmeler olarak ortaya çıkmakta, taşeronluk,
atölyeler sisteminin kaypak zeminlerinde oluşmaktadır.
Yeni üretim düzeninin yarattığı bu zeminler son
derece kritik sınırlarda çalışan ama zaman zaman
genel yükselişe bağlı olarak çapını büyütebilen
güçleri her gün üretip her gün batırmaktadır.
Diğer yandan yeni düzenin ihtiyaç duyduğu yönetici
kadrolar da bu kategorilerin bir başka kaynağıdır.
İhracat uzmanlarından reklamcılara, turizmcilerden
finans danışmanlarına, yönetici mühendislerden
ayrıcalıklı doktorlara dek uzanan bu tabakalar,
yeni düzenin ideolojik taşıyıcıları olarak önemlidirler.
Burjuva politikasında öne çıkan aktörler giderek
daha çok bu kesimler içinde çıkmakta ve oligarşinin
politik tutumunu geniş kitleler içindeki temsilciliğini
artan ölçüde bu kesimler üstlenmektedirler.
8) Yeni-Sömürgeciliğin Ürünü Varoşlaşma Yeni
Tarihsel Süreçte Daha da Büyürken, Sistemin Güçlü
Çürütme Politikalarıyla, Zor Aygıtlarının Denetiminin
Zayıflığı ve İsyancı Eğilimler Varoş Yaşamına
Damgasını Vurmaktadır
Türkiye’nin son 50 yıldaki kentleşme sürecinin
esas olarak kentlerin üretici kapasitesinin “çekme”sine
değil, kırlardaki yoksullaşmanın “itme”sine bağlı
olarak geliştiği, dolayısıyla tamamen çarpık bir
sosyal manzara oluşturduğu bilinmektedir. Son
süreçte bu gerçekliğin üzerine eklenen ise daha
yoğun göç dalgaları ve kentlerdeki yoksullaşmanın
artışıdır.
Her şeyden önce, geçmişte ağırlıklı olarak ekonomik
nedenlere dayanan büyük göç dalgalarına 1980’lerin
ortalarından itibaren “politik” kökenli bir başka
göç dalgası eklenmiş, özellikle kirli savaş yöntemlerinin
yoğun olarak kullanıldığı 1990’lar boyunca Kürt
halkının önemli bir bölümü, büyük Kürt kentlerine,
İstanbul gibi büyük metropollere ve Batı’nın nisbeten
kendine yeterli illerine göçmüştür. Ekonominin
istihdam kapasitesinin daraltıldığı, sosyal kurumların
çökertildiği bir dönemde oluşan bu yeni dalga,
sosyal bir felaket yaratmış, genel yoksullaşmayı
hızlandırmıştır. Aynı dönemde “ekonomik” nedenlerden
kaynaklanan göç hareketi de tarım üretiminin daraltılmasıyla
birlikte artmış, böylece metropoller milyonlarca
insanın yığılmasına uğramıştır. Neoliberal politikaların
işinden ettiği işçi kitleleriyle dalgalar halinde
gelerek kentlere yığılan bu vasıfsız emek güçleri,
büyük ölçüde enformel sektöre, belirsiz işlere
kayarak durumu idare etmeye çalışmakta, böylece
milyonlarca insan sigortasız, düşük ücretli işlere
razı olmakta, marjinal işler denilen yan alanlarda
salt günlük hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Ayrıca bu dönem, metropollerdeki sınıfsal ayrışımı
bütün mekansal, kültürel biçimler açısından netleştirmiş,
yoksulların semtleri, hayatları, kültürleri, dilleri,
okulları, vb. ile zenginlerin yaşadıkları hayat
arasındaki uçurum giderek büyümüştür Büyük zenginlerin
ve kısmen orta sınıfların oturdukları yerler,
eğitim kurumları, eğlence mekanları, kültürel
etkinlik alanları, sağlık kurumları, alışkanlıkları,
vb. artık yoksullarınkinden ayrılmıştır. Kültürel
alandaki yarılma böylece tamamen uç noktaya ulaşmış,
bir yanda burjuva kültürün en üst örneklerine
kolayca ulaşabilen bir azınlık varken, varoşlardaki
milyonlarca insanın payına ise arabesk-pop kültürün
en bayağı örnekleri, uyuşturucu, fuhuş ve alt
kültürün bütün diğer örnekleri düşmüştür.
Özellikle son yirmi yılda uyuşturucu ve alkol
satışının varoşlara doğru kayması ve ortaokul
çocuklarına dek inen satıcı şebekelerinin oluşması
ise potansiyel isyan odaklarını kontrol altında
tutmak isteyen devlet tarafından organize edilmektedir.
Kısacası yeni tarihsel süreç, kırlarda ve kentlerde
emekçi sınıflar açısından da yıkım ve felaket
anlamına gelmiş, 1960’larda her şeye rağmen belli
geleneksel tamponlarla dengede tutulabilen sosyal
göstergeler kontrolden çıkmış, yoksulluk ve çürümenin
bütün biçimleri metropollerin karakteristik manzarası
olmuştur. Bunun politik sonuçlarından en önemlisi
ise, geçmişten beri her zaman devrimci çalışmanın
alanlarını oluşturan varoşların, bu kez bir yandan
daha büyük potansiyelleri sunarken diğer yandan
da kültürel bakımdan “zor” mekanlar haline gelmesidir.
İşçi sınıfının yeni katmanlarını istihdam eden
atölyeleri, küçük işletlemeleri, vb. bünyesinde
barındıran varoşlarda çürütücü politikalara karşı
mücadele ile sınıf mücadelesinin çeşitli biçimleri
iç içe geçmiş, devrimci süreç bakımından olağanüstü
bir önem kazanmıştır.
Aynı zamanda varoşlar işsizleriyle, yeni işçi
kitlesiyle ve diğer emekçi katmanlarıyla esas
olarak sistem açısından da “zor” mekanlar haline
gelmiştir. Oligarşinin çürütme politikaları ve
siyasal olarak sisteme bağlama çabaları (güncel
olarak dinci partiler üzerinden) kimi başarılar
kazanmasına karşın, sürekli bir isyancı eğilim
kendini üretmektedir. Bunun yanı sıra, 1960 ve
‘70’li yıllara göre, olağanüstü ölçülerde büyümüş
olan ve kentleri her yandan kuşatan varoşlarda,
sistemin zor aygıtlarının denetiminin dışında
kalan pek çok kör nokta karanlık ve karmaşık sokaklarda
oluşmaktadır. İşsizlerin, yeni işçi kitlesinin,
pek çok emekçi kesimin ve marjinal unsurların
yaşam alanları ve çoğu durumda çalışma alanı olarak
varoşlar sistemin zor aygıtlarının denetiminin
zayıflığı ve isyancı eğilimlerin süreklileşmiş
varlığıyla kentlerde hem devrimci savaşımın, hem
de düşman şiddetinin en temel karşı karşıya geldiği/geleceği
temel odaklardan birine dönüşmüştür. Bu bağlamda,
şehirlere nazaran kırların sistemin yumuşak karnı
olması esprisi, şehirlerde de kendini varoşlar
bağlamında güçlü biçimde üretmektedir.
9) Yeni Tarihsel Süreçte Sosyal ve Kültürel
Deformasyon Derinleştirilmiş, Suni-Denge Yeni
Temeller Üzerinden Bir Kez Daha Biçimlendirilmiştir
1980 sonrasında başlatılan restorasyon ve 12 Eylül’ün
en önemli yanı, yeni bir rejimin kalıcı formlar
halinde inşa edilmesidir. Her alanda yasalarla
sağlama alınmış kurumlaşmalar, “depolitize” edilen
toplumsal yapı, örgütlülük ve toplu davranışın
tehlikeli sayıldığı bir toplu eğitimden geçirilmiştir.
Böylece, önce çıplak şiddet yoluyla ezilen kitleler
daha sonra da yeni ekonomik politikalar ve “yükselen
değerler”le alt üst edilmiş, büyük bir toplumsal
deformasyona uğratılmıştır. Feodal yargıların
çürütülüşü, kültürün çoraklaştırılması, genel
ahlak düşüklüğü, vicdandan arınmış dincilik, en
vahşi türünden sosyal Darvinizm, spekülasyon dünyasının
yarattığı yozlaşma, yolsuzluk ve mafyanın meşrulaşması
vb. gibi unsurlar, sınıfın parçalanması ve örgütsüzleştirilmesiyle
birlikte toplumsal hareketin ciddi biçimde zayıflamasına
yol açmıştır.
Ama öte yandan da bu dönemde klasik iktisatçıyı
şaşırtan yeni marjinal geçim alanları ortaya çıkmış,
yüz binlerce insanı kenarında toplayan yeni ekmek
kapıları belirmiştir. Ardına kadar açılan spekülasyon
kapıları ve piyasa ise yalnızca varlıklı kesimleri
değil, orta ve alt kesimleri de hedeflemiş, sonuçta
“tümüyle kaybetmişler dışında bütün sosyal tabakaları
kesen yeni bir illüzyon” oluşmuştur. Yeni düzen,
en alttakileri tamamen dibe iterken diğer yandan
da başka bazı kesimleri oyalayabilen araçlar yaratmış,
sınıf atlama hayallerinin canlı tutulabildiği
yanılsama alanlarını kısmen korumuştur. Aynı biçimde
tarımı çökerten ve bazı taşra illerini hayalet
şehirlere çeviren yeni düzen, başka bazı illerde
de yapay gelişme tempoları yaratmış, böylece düzene
karşı tepkileri taşra kademesinde pasifikasyona
uğratan araçlar üretmiştir. Bu illüzyon elbette
oldukça zayıftır ve kriz derinleştikçe işlevsiz
hale gelmektedir ama yine de bu araçlar koşullara
bağlı olarak işe yarayabilmektedir.
Bütün bunların yanında, en önemli pasifikasyon
aracı olarak şiddet ve baskı aygıtlarını büyük
maddi olanaklar kullanarak tahkim eden oligarşi,
reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı moral atmosferi
de yedeğine alarak toplumda yeni bir korku ve
umutsuzluk dalgası yaratmış, çıplak şiddeti de
içermekle birlikte esas olarak “zihinlerin köreltilmesini”
hedefleyen genel bir baskı ortamı yolundan gidilerek
suni-dengenin yeni ayakları oluşturulmuştur. Şüphesiz
burada postmodernizmin orta sınıflar üzerinden
yayılan çürütücü etkisi ve geçmişle asla kıyaslanamayacak
düzeyde gelişerek hegemonik bir güç haline gelen
tekel medyasının bir çamur tabakası gibi toplumsal
bilinci örtmesi de son derece önemlidir. Bütün
bunların toplam sonucu kitlelerin umutsuzluğa
itilmesi, düzene olan güvensizliklerinin kendi
kendilerine olan güvensizlikleriyle dengelenmesi
olmuş, devrimci iradenin zayıflığı koşullarında
bu yeni dengeleme biçimi az çok başarı sağlamıştır.
Ancak yine de görülmesi gereken gerçek, “mucize
1950’ler”den farklı olarak bugün düzenin ekonomik
manipülasyon araçlarının giderek daha da zayıfladığı
ve bu nedenle geliştirilmiş zor aygıtlarının pasifikasyonun
başat araçları haline geldiğidir.
10) Genel Olarak Devlet Mekanizması Yeniden
Yapılandırılmış, Militarist Yapı
Tahkim Edilmiştir
Son yirmi yılda düzen ekonomik-politik-sosyal
bakımlardan hızla dönüştürülürken bir yandan da
muhalefetin etkisizleştirildiği koşullarda devlet
yapısı da yeniden ele alınmış ve bu yapı ekonomi
ve militarizm alanlarında yeniden biçimlendirilmiştir.
Ekonomi alanındaki düzenleme genel olarak “sıkıcı
denetimlere kapalı” ama emperyalizme ve tekellere
açık bir özerklikler sistemi ile sağlanmış, temel
ekonomik sektörlerdeki belirleyicilik tümüyle
emperyalizme bırakılmıştır.
Aynı şekilde bütün temel kamu iktisadi kuruluşlarının
haraç mezat satılması da neoliberal politikaların
en temel unsuru olmuştur. Önce sanayi işletmelerinden
ve enerji-hizmet sektörlerinden başlatılan bu
furya giderek devletin bütün sosyal kurum ve fonksiyonlarının
tasfiyesi noktasına dek ulaşmış, son zamanlarda
yasal çerçevesi de tamamlanan adımlarla, sağlıktan
eğitime dek bütün alanlar kamu hizmeti olmaktan
çıkarılarak sermaye dolaşımına açılmıştır. Böylece
bir yandan “devletin küçültülmesi” demagojileri
yapılarak tekellerin önü açılır ve devletin “gereksiz
harcamaları” (sosyal, eğitsel vb. harcamalar oligarşi
tarafından gereksiz harcamalar kategorisine sokulmuştur)
kısılırken, diğer yandan ise aynı devlet, askeri
ve polisiye kurumları açısından olağanüstü düzeyde
güçlendirilerek tam bir militarizasyon sürecinden
geçirilmiştir.
MGK’de simgelenen militarist gerçeklik, siyasal
alana bu dönemde hakim olmuş, zaman zaman “düşük
yoğunluklu demokrasi” olarak da ifade edilen bir
yönetsel sistem kurulmuştur. Ekonominin teknokratlara,
temel politik kararların MGK’ya, sokağın da polise
bırakıldığı koşullarda, merkeze doğru çekilen
burjuva siyaset arenası kısırlaştırılarak bir
kukla tiyatrosuna döndürülmüş, parlementonun etkinlik
alanı daraltılarak işbaşına gelen herhangi bir
hükümetin bir öncekine çok benzer yollardan yürümesi
garanti altına alınmıştır. Böylece açık faşist
müdahaleleri ve cuntaları gerektirmeyecek ölçüde
sağlama alınmış bir politik düzen kurulmuş, işlerin
çığırından çıktığı ve politik kadroların “hizayı
bozduğu” durumlar ise uygun dille yapılan açıklamalarla,
“balans ayarları” ve “Postmodern darbe”ler ile
giderilmiş, kurulu düzenin aksamaması sağlanmıştır.
Yine aynı dönemde sosyal hizmetler bakımından
küçültülen devletin şiddet aygıtları bakımından
büyütülerek yeniden yapılandırılması, 12 Eylül’de
kazanılan deneyler ışığında gerçekleştirilmiş,
devrimci harekete ve toplumsal muhalefete karşı
mücadele eden birimler gitgide uzmanlaştırılarak
klasik kolluk kuvvetleri içinden ayrılmış, bu
arada dijital tekniklerle beslenen bir istihbarat
ve bilgi ağı yaygınlaştırılmıştır.
Bütün bunların sonucu ise, 1990’lara doğru gelinirken
eski 12 Mart cuntasının “balyoz harekâtı” tarzından
farklı olarak, daha dar hedeflere, devrimci hareketin
çekirdek güçlerine gaddarca darbeler vuran, kitleler
üzerinde ise güç gösterileriyle etki yapan daha
konsantre bir tarz benimsenmeye başlanmıştır.
Ve tabii hemen eklemek gerekir; Türkiye oligarşisi
yeni süreçte ekonomik ve askeri bakımdan yeni
bir pozisyon elde etmiş, kalburüstü bir yeni-sömürge
olarak emperyalizmin bölgesel amaçlarına uygun
bir noktaya varmıştır. Özellikle Ortadoğu, Kuzey
Afrika ve eski reel sosyalist ülke topraklarına
yayılan müteahhitlik ve taşeronluk işleri, yatırım
ortaklıkları, vb. bu kapsamdadır. Öte yandan,
Kürt savaşı boyunca deneyim ve teknolojik imkânlar
biriktiren ordunun da etkisiyle Türkiye oligarşisi
bir “bölgesel kılıç” olma yolundadır ya da en
azından böyle olmak istemektedir. Savunma Bakanlığı
bütçesine aslajøokunulamayan bir ülke olarak Türkiye,
Ortadoğu bölgesinin İsrail’den sonra en modern
askeri gücü sıfatıyla çevre ülkelere “eğitim”
veren ve “uzmanlar” bulunduran bir noktaya gelmiştir.
Böylece bir yandan emperyalizme bağımlılık ilişkileri
pekişmekte, diğer yandan da zaman zaman Türkiye
“stratejik konumunu pazarlayan” bir güç olarak
sahneye çıkmak istemektedir.
***
Sonuç olarak yeni tarihsel dönemde Türkiye’nin
sosyo-ekonomik ve politik tablosunda küçümsenemeyecek
değişimler yaşanmış ve stratejik çizgi bakımından
bütün bu gelişmelerin bütünlüklü bir biçimde ele
alınması zorunlu hale gelmiştir. Yedinci ve son
bölümde bu konuyu ele alacağız.
|