Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

56. Sayı - Aralık 2007

20 Yüzyıl: “Gerçek” Devrimler Çağı Ayaklanma Laboratuarı Olarak Rusya

1- Devrevi Krizlerden Genel Bunalıma, Umutsuz Girişimlerden Yaşayabilir Devrimlere…

A) Tarihin Dersleri ve “Gerçek” Devrim Kavramı
Yazımızın bu üçüncü bölümüne başlarken bir anlığına geri dönüp hatırlamakta yarar var: 1848 fırtınası için Engels, “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır.”
Engels’in bunu söylerken veri aldığı durum, kuşkusuz rekabetçi dönem kapitalizminin koşullarıydı. Zaman zaman büyük krizlerle sarsılan ama sonra yeniden kendisini üretmenin bir yolunu bulan kapitalizm, bir üretim biçimi olarak bu çağda henüz tarihsel sınırlarına gelip dayanmamıştı. Başka bir deyişle kapitalizm, bu dönemde bütün tıkanma noktalarına karşın henüz toplumun üretici güçlerini tarihsel olarak geliştirebilen bir konumdadır. Bütün bunları söylerken ısrarla ve özenle “tarihsel olarak” kavramını kullanıyoruz; bununla anlatmak istediğimiz şey, kapitalizmin “fiziki tükenişi” ile “tarihsel tükenişi” arasındaki farktır. Kapitalizm, her dönemde (bugün de) fiziki olarak kendisini üretebilen dinamik bir üretim ilişkisidir; en yüksek kârı arama güdüsü sayesinde o, insanlığın ve doğanın yıkımı, yani en temel üretici güçlerin yıkımı pahasına da olsa her zaman bir biçimde kendisine gelişme kanalları açar; şu ya da bu sektöre yüklenir, oradaki ortalama kâr oranı düşmeye başladığında bir başka alana sıçrar, teknolojik buluşların belli periyodlarla yarattığı dalgaların üzerine binerek irili ufaklı tüketim patlamaları yaratır ve nihayet bütün bunların da ötesinde, bir yandan askeri ekonomiyi tetiklerken diğer yandan korkunç savaşların ortaya çıkardığı yıkımları yeni gelişme basamakları olarak kullanır, vb. vb... Her ne olursa olsun, sonuçta, tekelci kapitalizmin üretici güçlerin gelişimini engellemesi, doğrudan doğruya fiziki ve konjonktürel bir anlam ifade etmez. Bu, tarihsel bir olgudur. Tekelci kapitalizm, emperyalizm, kapitalizmin devrimci çağının sona ermesi, onun rekabetle tetiklenen gelişme çizgisinin banka ve sanayi tekellerinin baskısıyla “genel olarak” ezilmesidir. Üretimin ve sosyal hayatın tümüne hakim olan tekel, böylece bir yandan tek tek işletmelerin bağımsız gelişme dinamiklerini ortadan kaldırarak süreci tekellerin iradesine bağlarken, diğer yandan da bir bütün olarak toplumun gözeneklerini kaplayan bir tabaka gibi ekonomik-sosyal-kültürel hayatın tümünü oligarşik bir azınlığın baskısı altına alır. Sonuçta, yalnızca cansız üretici güçler alanını değil, en büyük üretici güç olan insanın toplumsal hayatını, bilgi ve gelişkinlik düzeyini, yeteneklerini de köreltir; insana dair istisnasız her şeyi tekellerin hizmetine koşar. Bu, artık, burjuva devrimlerini tetikleyen ve aynı zamanda onların sonucu da olan bütün o ilerici düşünme biçimlerinin, aydınlanma eğilimlerinin çamura bulanması, gericiliğin zaferidir. Kâr hırsını ve daha yüksek kâr oranlarını yaratan dar teknolojik gelişmeyi kapsayan ama bilimi ve bilimsel düşünceyi genel olarak dışta bırakan yeni bir gericiliktir bu. Ki bunun politik alandaki tezahürü, 1789’un fırtınasında temelleri atılmış bulunan burjuva demokrasisinin yozlaşarak ortadan kalkışı ve mali oligarşinin politik hayatı tam bir baskı altına almasıdır.
Ama 1848 günlerinde durum henüz bu noktada değildir. Ve Marks, bunun devrimlerin güncelliği, mümkünlüğü ile ilişkisini şu sözlerle kurmaktadır:
“Burjuva toplumunun üretici güçlerinin, burjuva koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde, gür bir şekilde gelişebildikleri böyle bir refah nedeniyle, gerçek devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim, ancak, bu iki etkenin, yani modern üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleri ile çatışma haline geldikleri evrelerde olanak kazanır. (...) Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.”
Marks’ın bu tarihsel belirlemeleri, geleceğin devrimci teorisi için son derece iki önemli unsuru içeriyor:
Birincisi, Marks, bu sözleriyle devrim teorisine ilişkin çok temel bir durumu oldukça keskin bir öngörüyle sezdiğini gösteriyor. Emperyalist çağın arifesi sayılabilecek bir süreçte söylenmiş bu sözler belki henüz tam olarak bir yeni dönem tanımlaması anlamına gelmemekte; ama derin bir tarih bilincine işaret etmektedir. Kabaca söylenirse Marks, toplumları sarsıntıya uğratarak devrimleri ve ayaklanmaları tetikleyen ama bir süre sonra yeni bir refah dönemiyle nispeten etkileri hafifleyen devrevi krizlerin, kalıcı devrimci girişimler için yeterli olmadığını anlamıştır. Bu, onda henüz “sürekli” ve “genel” bunalım üzerine yeterli bir anlatım haline gelmiş değildir; ama bu denli yeterli bir anlatım zaten onun için mümkün de değildir. Bu görev, daha sonraları, tekelci kapitalizmin hayli olgunlaştığı bir dönemde sorunu ele alan Lenin’in üzerine düşecektir. Burada Marks’ın yaptığı şey, kendi çağlarında yaşadıkları devrimci fırtınalar döneminden somut, tarihsel bir ders çıkarmaktır.
İkincisi ise aslında bu dersin doğrudan sonucudur. Marks, bu pasajda belki de ilk kez “devrim” kavramının o güne dek bilinen anlamına karşı bir güvensizlik ortaya koymakta ve “gerçek devrim” gibi daha vurgulu bir kavramı ortaya atmaktadır. Son derece açık; artık onun zihninde salt “iktidarın elde edilmesi” anlamındaki “politik devrim” tümüyle geriye düşmüş, onun yerini “politik ve sosyal devrim”, yani bizim bugün bildiğimiz, tanımladığımız şekliyle bütünlüklü proletarya devrimi kesin biçimde almıştır. Marks, bu sözleriyle aslında o gün için de işçi ayaklanmalarının ve devrimlerin mümkün olmadığını söylememekte, ancak “gerçek devrim”lerin, yani kapitalist ilişkileri tasfiye etme noktasına dek ulaşan kalıcı hareketlerin mevcut koşullarda şansının olmadığını söylemektedir.
Yani toparlayarak özetlenirse Marks ve Engels, rekabetçi sürecin iniş-çıkışlı kriz-refah sarmalının bütünlüklü proletarya devrimleri, yani “gerçek devrimler” için henüz yeterli zemini sağlamadığını, bu zeminin daha derin ve daha kalıcı bir bunalım sonucunda ortaya çıkabileceğini düşünmektedirler.

B) Büyük Mirasın Cüce Sahiplenicileri ve
“Yavaş Giden Propaganda Çalışması-Parlamenter Eylem...”

İşte tam bu noktadan Lenin’e ve Bolşeviklere kadar uzanan zaman dilimi boyunca Avrupa solunun macerası, Marks ve Engels’in bu düşüncelerini “anlamama yarışı” olarak kendini ortaya koymuştur!
Gerçekten de durum böyledir… Evet, I. Paylaşım Savaşı dönemi, II. Enternasyonal’in çürümesinin en trajik noktası olarak çok fazla öne çıkmıştır ama aslında hikaye daha eskiye, 1850’lere dek dayanır. Çünkü sonuçta sosyal-şovenizme varan bu sınıf uzlaşmacılığının derindeki kökenleri devrim fikrinden kopmaya dayanmaktadır. Aynı şekilde Rus coğrafyasında ve sonra başka başka yerlerde ortaya çıkan sağcı eğilimlerin, kendiliğindencilik-iradecilik, devrim-reform tartışmalarının temelleri de hep aynı tartışmanın uzantılarıdır. Ve her seferinde bütün oportünistlerin kendi yanlışlarını kanıtlamak için tanık kürsüsüne çıkardıkları iki otorite Marks ve Engels olmuştur.
Durum tam da Mahir Çayan’ın özlü tanımlamasında olduğu gibidir: “Oportünizm her yerde ve her zaman bilimsel sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur. Ya zaman ve mekan kavramlarını dikkate almadan, Marksizmin ustalarının başka tarihi şartlar için ileri sürdürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş olan tezlere dört elle sarılır ve bu tezleri kendi sapmasına dayanak yapmaya çalışır. Veya Marksizm-Leninizmin her şart altında geçerli tezlerini, zaman ve mekan değişmiştir, o yüzden geçerli değildir diyerek Marksizmi revize eder.” (Kesintisiz Devrim II-III)
Üstelik bu çarpıtma-düzeltme girişimleri yalnızca daha sonraki dönemlere özgü de değildir. Bizzat Marks ve Engels de kendi dönemlerinde kendilerini “Marksistlerden” korumak için hayli çaba sarf etmişlerdir. Özellikle 1848 devrimlerinden çıkardıkları derslerin çarpıtılarak ahmakça bir parlamentarizme dayanak yapılmasına karşı ciddi çabaları söz konusudur.
Bu çarpıtma onların ölümünden sonra iyice zirveye çıkmış ve sonuçta bir ucu Kautsky’e ve Menşeviklere dek giden oportünist teorilerin temelleri atılmıştır. Marks’ın evinde oturup kalkma onurunu yaşamış olan bu kötü mirasyediler grubu, kapitalizmin nispeten “barışçıl on yılları boyunca” Lenin’in deyimiyle “ham kafalık, küçük işlerle uğraşan sınırlılık ve yadsımanın gerçek pislik, kokuşmuşluk ve yolsuzluklarını biriktirmişlerdir.”
1848 sonrasındaki asıl mesele ise şudur:
Yukarıda görmüş olduğumuz gibi serbest rekabetçi dönem koşullarının henüz bütünlüklü bir proletarya devrimi için hazır olmadığını, bunun için yeni ve kalıcı bir bunalımın gerekli olduğunu düşünen Marks ve Engels, 1848 sonrasındaki süreci, böyle büyük bir fırtınaya hazırlanmak için iyi değerlendirilmesi gereken düşük tempolu bir süreç olarak algılamışlardır. Gerçekten de bu dönem, Avrupa solunun partilerinin Engels’in “yavaş giden propaganda çalışması ve parlamenter eylem” diye tanımladığı taktik sayesinde olağanüstü başarılar elde ettiği bir dönemdir. Marks ve Engels, bir yandan bu durgunluk dönemini kendi teorik çalışmaları için fırsat olarak değerlendirirlerken, diğer yandan da dönemin proletarya partilerine böyle bir güç toparlama taktiğini öğütlemektedirler.
Gerçekten de söz konusu dönem proletarya partileri bu taktikle ciddi başarılar sağlamaktadırlar. Almanya için iki milyondan fazla sosyalist oydan söz edilmekte, Belçika’dan Fransa’ya, Bulgaristan ve Romanya’ya kadar her tarafta işçi sınıfı parlamentolara temsilcilerini göndermektedirler. Örneğin Almanya için Engels, “Eğer bu böyle giderse yüzyılın sonuna kadar, toplumun orta tabakalarının, küçük-burjuvazinin ve küçük köylülerin en büyük bölümünü elde ederiz ve ülkenin içinde belirleyici bir etkinliği olan, bütün öteki güçlerin, ister istemez karşısında eğilmek zorunda olacağı bir güç haline gelinceye kadar büyürüz” diyor ve ekliyor: “Biz, ‘devrimciler’, ‘kargaşalık çıkaranlar’, legal yollarla, illegal yollarla ve kargaşa ile olduğundan çok daha iyi gelişiyoruz, başarılı oluyoruz. Kendi kendilerine verdikleri adla düzenin partileri gene kendilerinin yarattıkları yasal (légal) durum yüzünden yok olup gidiyorlar.” (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, önsöz)
Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Bütün bunlar, devrimin yeni araçları kullanması anlamına geliyor.
Marks ve Engels, her şeyden önce, genel oy sisteminin proletaryanın kendi gücünü ölçme araçlarından biri olduğuna inanmaktadırlar ve yalnızca böyle bir yararın bile önemli olduğunu düşünmektedirler. Ancak “genel oy, daha fazlasını da yapmıştır” diyor Engels: “Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir.” (age)
Yani aslında bu taktik yalnızca bir “güçsüzlük dönemi” taktiği değildir; Marks ve Engels, tanık oldukları ve zaman zaman bizzat katıldıkları devrimler süreci boyunca emekçi nüfusun bir bölümüne ulaşamayan devrimlerin başarısızlıklarını da acıyla gözlemlemişlerdir. Alman Köylüler Savaşı’nda kent nüfusunun köylülerin kaderine ilgisizliği, 1848’de bu kez köylülerin kalbini kazanamayan kent ayaklanmalarının tıkanması, vb. vb… Daha sonraki bir başka örnek de bütün bu derslere rağmen Komün sırasında taşraya derdini anlatamayan ve kırların desteğini alamayan Paris’in kaderidir. Dolayısıyla, Marks-Engels’in önerdiği şey, büyük ve son hesaplaşmadan önce, “taçların yerlerde yuvarlanacağı” korkunç savaşa hazırlık olarak kitlelere ulaşabilen etkin yollar bulmak ve bu arada seçimleri bu amaçla yaygın olarak kullanmaktır.
Şöyle diyor Engels: “Baskınlar zamanı, bilinçsiz yığınların başında bilinçli bir küçük azınlık tarafından gerçekleştirilen devrimler zamanı geçti. Toplum düzenlenişinin tam bir dönüşümünün söz konusu olduğu yerde, yığınların kendilerinin de bunda işbirliği yapmaları, söz konusu olan şeyin ne olduğunu, varlarıyla yoklarıyla neyin içine girdiklerini önceden anlamış olmaları gerekir; işte son elli yılın tarihinin bize öğrettikleri bunlardır. Ama yığınların yapılacak olanın ne olduğunu anlaması için, uzun, direşken bir çalışma zorunludur; ve işte şimdi bizim yaptığımız da bu çalışmadır ve biz, bunu, hasımlarımızı umutsuzluğa düşüren bir başarı ile yapıyoruz.” (age)
Yeterince açık olmalı; Engels’in söyledikleri aslında bir devrim hazırlığının en tipik unsurlarını barındırmaktadır. Ayaklanma ve zora dayanan bir devrimler silsilesi için kitleler içinde hazırlık yapmak… Engels’in yazımızın geçen bölümünde aktardığımız “barikat savaşı” eleştirisi de bununla bağlantılıdır. O, işçilerin önce ayaklanıp sonra da barikatların arkasına geçerek kaderlerine (yani ölümlerine!) razı oldukları bir stratejik çizgiyi yararsız bulmakta, ayaklanmacıların “kurbanlık koyun gibi” öne atıldıkları eski tarzı “provokasyon” olarak değerlendirmektedir. Bu, elbette ayaklanma ve zora dayanan devrimlerin reddi anlamına gelmemektedir; tam tersine Marks ve Engels, deyim yerindeyse devrimci ayaklanmanın “çıtasını yükseltmekte” ve proletaryayı daha kapsamlı ve daha kesin vuruş için eğitmek gerektiğini söylemektedirler. Engels’in şu söyledikleri tam da bunun ifadesidir: “Bu demek midir ki, gelecekte sokak mücadelesi hiç bir rol oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir: 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması, gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle kapatıldığı, giderildiği takdirde başarılı olabilir. Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrimin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük kuvvetler, bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve 31 Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.” (age)
Okuyucu, sanırız yazımızın ilerleyen bölümlerinde farkına varacaktır; bu hayranlık verici çözümleme, sanki 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinin izleyeceği yolu tarif etmektedir: Barikat ardında beklemek değil, bütün devlet binalarına doğrudan saldırarak iktidarı ele geçirmek! Engels’in verdiği örnekler de (Fransız Devrimi ve Komün) tam böyle örneklerdir zaten.
Bu, sözcüğün gerçek anlamıyla iktidar için ayaklanmadır; ayaklanıp caddeleri kanıyla sulayıp başka sınıflara tepsiyle iktidar sunmak değil; kendisi için, kendi iktidarı için ayaklanmak!
“Günümüzde ayaklanma gerçekten savaş türünden bir sanattır ve ihmal edildiği zaman, ihmal eden partinin mahvına sebep olacak kurallara bağlıdır. Partilerin yapısından ve ayaklanma durumunda göz önüne alınması gereken hususlardan mantıksal olarak çıkarılan bu kurallar o kadar açık ve basittir ki, 1848’deki kısa deneyleri Almanlara bunları gayet iyi öğretmiştir. Önce, oyununuzun sonuçlarıyla karşılaşmaya tamamen hazır olmadıkça ayaklanma ile oynamayınız. Ayaklanma son derece belirsiz niceliklerle yapılan bir hesaptır. Bu niceliklerin değeri her gün değişebilir. Karşınızdaki güçler örgüt, disiplin ve yerleşmiş otorite bakımından sizden ileridirler. Sizin onlara karşı kuvvetli üstünlükleriniz olmadıkça yenilir ve mahvolursunuz. İkinci olarak, ayaklanma bir kere başladı mı, en büyük bir azimle ve hücum planında yürür. Savunucu bir eylem her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanlarla boy ölçüşmeye kalkmadan kaybedilir. Hasımlarınızı güçleri dağınıkken bastırınız; küçük de olsa her gün yeni başarılar, ilerlemeler tertipleyiniz. İlk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü muhafaza ediniz; daima en kuvvetli tahrike kapılan ve daha emin olan yanı gözeten, iki taraf arasında mütereddit kişileri kendi tarafınıza toplayınız; düşmanlarınızı size karşı güçlerini bir araya getirmeden geri çekilmeye zorlayınız. Devrimci politikanın bugüne kadar bilinen en büyük üstadı Danton’un dediği gibi, Atılganlık, atılganlık ve yine atılganlık.”
Yani kısacası, Marks ve Engels’in 1850’lerdeki derdi bellidir. Başı sonu belirsiz bir “hazırlık” değil, seçim zaferleriyle aptallaşmak değil, barikat arkalarında boğazlanmak da değil; devrim için güç biriktirmek!
Ancak, yukarıda da dediğimiz gibi, bu çözümleme derinliği, özellikle Alman solunun ve daha sonraki yıllarda II. Enternasyonal oportünistlerinin “sığlaştırma” operasyonuna uğramış, genel olarak geri çekilmeci, uzlaşmacı bir parlamenter avanaklığın temeli haline getirilmiştir. Aynı dönemde gelişip serpilen (ya da semiren!) işçi aristokrasisine, onların ev ve aile düzenlerini bozmak istemeyen statükoculuğuna yaslanan oportünizm, proletarya ayaklanması teorilerini tozlu sandıklara kaldırıp uzlaşmacı bir “stratejik çizgi”yi ya da “stratejik çizgisizlik” anlamına gelen kendiliğindenciliği inşa etmişlerdir. Doğal olarak işçi aristokrasisinin bu “mevcudu koruma” tutkusu, savaş sırasında sosyal-şovenizme kadar gitmiştir. Lenin’le Krupskaya’nın sürgün yolunda evlendiklerini duyan bir İngiliz sosyalistinin, “Gerçekten cezaevinde yattınız mı? Olamaz! Eğer benim karımı cezaevine atsalardı ne yapardım bilmiyorum” (Lenin’den Anılar) demesinin altında yatan şey, kişisel kaygıdan öte işçi aristokrasisinin karakteristik tutumudur. Çünkü ayaklanma ve devrim, ona katılanların bütün hayatlarını sınıfın kaderine bağladıkları ve mevcut yaşam biçimlerini riske attıkları bir durumdur; ve sözü geçen İngiliz sosyalistinin böyle bir niyeti yoktur!
Sanırız artık bu noktada bir “ara toplam” yapabilir ve buraya kadar söylediklerimizin bir özeti olarak şunu söyleyebiliriz: Daha sonraları 1905, 1917 devrimlerinin temel çizgisi olacak olan ayaklanma stratejisinin temelleri, o gün orada yeniden keşfedilmiş gibi görünseler de, gerçekte neredeyse yarım yüzyıl önce Avrupa’daki büyük hesaplaşmaların deneyimleri ve çözümlemeleri üzerinde atılmıştır. Aradaki “avare yıllar”ı ve cüce mirasçıları aşıp gerçek kaynağa, Marks ve Engels’e ulaşan Lenin’in orada bulduğu şey, Avrupa devrimler sürecinin eleştirisinden çıkan yeni bir devrim ve ayaklanma anlayışıdır. Onu, “tek bir merkezi gazete” ve bir “devrimciler örgütü” fikrine götüren öngörüler de, 1905 günlerinde “işçileri silahlandırın, karakollara saldırın” diye haykırmasına neden olan arka plan da bu yeni devrimci ayaklanma tipini içselleştirmiş olmasıdır.

2- Rotanın Değişmesi ve İlk Zayıf Halka: Rusya!

A) Rus Devrimci Hareketinin Serpilmesi
Yazımızın bu aşamasına geldiğimizde artık söz sırası Rusya’dadır…
Aslında yaşamının son dönemlerinde, 1880’lerde Marks da söz sırasının Rusya’ya geldiğini düşünmektedir; Marks, “Rusya’nın Avrupa’daki devrimin öncüsü” olduğu kanısındadır ve kötüye giden sağlığına rağmen hızla Rusça öğrenmekte ve Rus devrimcileriyle yazışmalar yapmaktadır.
Avrupa’da yukarıda özetlediğimiz gelişmeler olurken Rusya toprakları da boş değildir; tarih 1917 Ekimine bir günde gelmemiştir.
15. yüzyıldan beri kesin bir mutlakiyetle yönetilen Rusya daha 17. yüzyıldan itibaren serfliğe karşı direnen köylü ayaklanmalarıyla sarsılmaya başlamıştı. Eski bir köle olan Bolotnikov’un önderliğindeki bu ilk köylü ayaklanmaları, 1660’lar boyunca zaman zaman 20 bin kişilik kuvvetleri etrafına toplayabilen kazak Stenka Razin ayaklanması bunların en önemlileriydi. 1700’lerdeki Pugaçev ayaklanması ise bütün Rus tarihinin en büyük devrimci hareketlerinden biridir; öyle ki, Pugaçev, 1773’te artık Güney-doğu Rusya’nın tamamını kontrolünde tutabilmektedir.
Daha sonraki dönem ise artık Batının burjuva demokratik fikirlerinden de etkilenmeye başlayan daha modern hareketler dönemidir. 1800’lerin başından itibaren Rusya’da bir yandan Herzen, Belinsky, Çernişevski gibi büyük düşünürler belirmekte, diğer yandan ise sonradan dünya edebiyatının klasikleri olan Gogol, Dostoyevski, Turganyev ve Tolstoy gibi yazarlar birbiri ardına sahneye çıkmaktadır. Bu arada, klasik burjuva devrimleri çağını artık kaçırmış olan Rusya toprağında feodalizm ve çarlık karşıtı fikirler de kendine özgü bir yoldan gelişip eyleme dönüşmektedir. Kendine özgü diyoruz; çünkü gerçekten de bu fikirler ve eylemler karmaşası, aynı anda hem klasik Avrupa aydınlanmasının, hem de sosyalist fikirlerin etkisi altındadır ve bütün bunların üstüne bir de Rus toprağına özgü devrimci öğeler ve anarşizm de eklenmektedir. Artık gündemde olan, 1789’un klasik ayaklanması değil, ağırlıklı olarak öğrencilerin başını çektiği bir “halkçılık” eğilimidir. Başlangıçta “halka gitme” gibi daha barışçıl yollardan yürüyen hareket, kısa sürede gizli silahlı örgütlenmelere dönüşmektedir. Devrimci ve reformist versiyonları ve dönemleri olsa da genel olarak Narodnizm (Halkçılık) kavramıyla adlandırılan bu hareket, treni kaçırmış olan Rusya’nın kapitalist aşamadan geçmesinin gerekli olmadığı görüşündedir ve çoğu durumda da anarşizmle bir biçimde ilişkilidir. Zaten Anarşizmin en bilinen önderlerinin (Kropotkin, Bakunin, Naçayev, vb.) Rus kökenli olmaları da rastlantı değildir. Süreç boyunca Rusya’yı izleyen Marks ve Engels, bu görüşlere yakın değillerdir ama “şu anda Rusya’da bir şeyler yapan tek insanlar bunlardır” diyerek Narodnizme yönelik saldırılara da karşı çıkmaktadırlar.
Sonraları kitleselleşerek sağa kayması ve nihayet sosyal-devrimciler olarak Ekim’e doğru yeni bir noktaya gelmesi bir yana, Narodnizmin özellikle ilk dönemine damgasını vuran eğilim, safdillik düzeyinde bir romantizm, saplantılı bir suikast yöntemi, kitle ayaklanmasına yanlış bakış, onların çağrıya uyarak ayaklanacaklarına yönelik samimi inanç, çoğu soylu ailelerden gelen öğrencilerin özveriyle kendileri halkın davasına adamaları biçimindedir. Bu, aslında Rusya’nın genel tablosunun da bir yansıması gibidir; örneğin bu coğrafya, 1820’lerden 1870’e dek irili ufaklı üç binin üzerinde köylü ayaklanmasına tanık olmuştur ve sadece 1825-1654 arasında toprak sahiplerine ve devlet görevlilerine karşı 144 başarılı, 75 başarısız suikast gerçekleştirilmiştir. Yani Narodnik gelenek bir boşlukta gelişmemiş, belli bir zemin üzerine oturmuştur.
Şüphesiz Narodnizmin bütün öyküsünü bu yazı çerçevesinde özetlemek oldukça zordur, zaten böyle bir niyetimiz de yok. Ancak, 1800’lerin ikinci yarısından başlayarak 1900’lere kadar bütün Rusya’yı saran, değişikliğe uğramış biçimleriyle 1900’lerde de Rus devrimci hareketinde etkili olmuş olan bu hareket, Rus devriminin stratejik çizgisi ve örgütlenişi üzerinde de reddedilemez bir etkiye sahiptir. İlk bakışta belki çelişkili gibi görünebilir ama Rus Marksizmi, başından beri çatışma içinde olduğu bu akımdan da esinlenmiş, kendi devrimci çizgisini sadece Avrupa’nın klasik Marksist ekolüne dayandırmamıştır. Bu dönemde kimileri Marksist terminolojideki klasik feodal toplum-kapitalist toplum-sosyalizm sıralamasını papağan gibi tekrarlayarak kapitalizmin gelişimini ve burjuva devrimini -sosyalizmin zamanı gelsin diye- beklerken, başkaları dağınık ve merkezsiz bir kendiliğindenciliği göklere çıkarırken Lenin, tarihin devrimci irade ile zorlanabileceği konusunda tam bir fikir açıklığına sahiptir ve bunun manivelası olarak da çelik bir çekirdek etrafında örülmüş parti örgütünü ortaya koymaktadır. Daha sonraları bu düşünce ve pratik, Narodnizmin gevezeliğe dönüşmüş biçimlerine olduğu kadar legal-marksizme ve bütün diğer sağcı akımlara karşı mücadele içinde çelikleşecek, Emeğin Kurtuluşu grubundan başlayarak Bolşevik yapılanmaya kadar varacaktır. Bütün bu süreç boyunca işçi sınıfına ve kitlelere dayanan hareket ve bu hareketin çelik bir çekirdek tarafından yönlendirilmesi fikri Lenin’de berrak ve açıktır. Bu yüzdendir ki, Troçki’nin anılarında aktardığı gibi Avrupa’daki sosyalistler Ruslara ve Lenin’e hep belli bir mesafeyle yaklaşmakta ve Lenin’de hep “gizli bir Bakunin” görmektedirler.
B) Rusya ve Devrimci Durum
Bu arada, Rusya büyük bir hızla kıtanın devrimci havzası haline dönüşmektedir.
Dünya kapitalizminin tekelci aşamaya evrilmesi 1800’lerin sonunda artık tamamlanmış, böylece devrimin objektif şartlarının bütün dünyada mevcudiyeti bir gerçeklik haline gelmiş, devrimler çağı açılmıştır. “Zayıf halka”, “devrimci durum-milli kriz” gibi tezler belki sürecin erken aşamalarında Lenin tarafından henüz net formülasyonlar haline sokulmamıştır ama pratikte, canlı hayatın içinde yaşanmaktadırlar. Zaten onların teorik tezler haline gelmeleri de bu canlı devrimci pratiğin sonucunda gerçekleşecektir.
Her şeyden önce, 1800’lerin ikinci yarısı Rusya’da kapitalizmin gelişme dönemidir ve bu aynı zamanda işçi hareketinin giderek yükselmesi anlamına gelmektedir. 1861-1869 arasında gerçekleşen 63 grevde 30 bin işçi, 1870-1879 arasındaki 187 grevde 79 bin işçi, 1880-1884 arasındaki 101 grevde 99 bin işçi vardır.
Daha sonraki süreç ise nitel değişiklikler gösterir. 1879’da 100’den fazla işçi çalıştıran işletmeler bütün işletmelerin yüzde 67 iken, 1890’da bu oran yüzde 71’dir. 1890’da varolan sanayi işçilerinin 570 bini 500’den fazla işçi çalıştıran işletmelerdedir ve bu fabrikalar özellikle belli bölgelerde, Avrupa Rusya’sındadır. Bütün bunlar işçi sınıfı içersinde sınıf bilincinin ve toplu davranış geleneklerinin artışına zemin hazırlamaktadır. 1885-1889 arasındaki 221 greve 223 bin işçi katılırken, 1890-1894 arasında 181 greve 170 bin işçi, 1895-1897 arasında ise 568 greve 190 bin işçi katılmaktadır. Ve bunlar henüz başlangıçtır. 1900’lere henüz girilmemiştir; politik genel grevlerin 1905 patlamasına ise daha çok vardır.
Bütün bunlara karşın Rusya’nın devlet yapısı ise en tipik monarşidir. Çarın kişisel varlığıyla tümden bütünleşmiş devlet yapısı, en küçük bir hukuk sistemi ve anayasa, vs. öngörmemekte, bütün kıpırdanmaları ezen koyu bir baskı rejimi hüküm sürmektedir. Sürgün ve kürek cezası yürürlüktedir, Sibirya adeta bir açık hapishane olarak kullanılmaktadır. 1880’lerde Ohrana adını alarak yetkinleştirilen siyasi polis teşkilatı tamamen kendi inisiyatifiyle istediği cezayı uygulayabilen bir terör örgütü konumundadır.
Aynı zamanda bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’nın kırları ise korkunç bir yoksulluğun ve açlığın pençesinde kıvranmakta, sık sık patlayan ayaklanmalarla tepkisini ortayla koymaktadır. 1900’lerin başında “Çar Baba” henüz duruma hakimdir; ama “yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemedikleri” bir durum da alttan alta gelişmektedir.
Böyle bir tablo hüküm sürerken Çarlığın kolay bir zafer ve emperyalist çıkarlar umuduyla girdiği Japon savaşı ise krizin derinleşme noktasıdır. Bu savaş Rusya’nın yüz kızartıcı yenilgisiyle sonuçlandığında, ekonomik ve siyasal çıkmaz artmış, 1904’e doğru kitlesel grevler fırtınası ilk işaretlerini vermiştir. 1904 Temmuzunda İçişleri Bakanı Plevhe’nin öldürülmesi ise baskı rejiminin çaresizliğini açıkça ortaya koyacaktır.

C) Bir Prova Olarak 1905 Devrimi
Kısacası 1905 Ocak ayında Rusya, tipik bir “zayıf halka”dır. Reformlarla baskı tedbirleri arasında gidip gelen Çarlık büyük bir zaaf içindedir; işçi sınıfı başta olmak üzere bütün yönetilenler derin bir hoşnutsuzlukla sarsılmaktadır ve yüz binlerce insan sokağa çıkmaya hazırdır. Ortadaki tablo, Lenin’in daha sonraki tarihlerde maddeler halinde formüle edeceği “devrimci durum” tasvirine tam olarak uygundur.
Yine de 1905 devrimi bütün bunlar hesaplanarak başlatılmış değildir; o, hiç umulmayan bir yerden, polisin “işçileri örgütleme” projesinin bir parçası olan Papaz Gapon’un düzenlediği bir gösteriden gelmiştir. 9 Ocak 1905 Pazar günü barışçıl bir gösteri için bir araya gelen 140 bin işçinin üzerine ateş açarak bini aşkın kişiyi öldüren Çarlık muhafızları artık fitili ateşlemişlerdir. Daha “Kanlı Pazar”ın ertesi günü işçiler silahlanmakta, işçiler ve kazaklar arasında silahlı çatışmalar gerçekleşmekte, Moskova, Riga, Varşova ve Kafkasya’da genel grev dalgaları birbirini izlemektedir. Yalnızca Ocak ayında 400 binden fazla işçi grevdedir; köylü ayaklanmaları dalga dalga yayılmaktadır. 1 Mayıs 1905 ise 200 kentte birden yapılan siyasal grevlerle tarihe geçecektir.
Mayıs-Aralık arası ise tam bir fırtına dönemidir. Varşova’dan Urallara ve Kafkasya’ya kadar her tarafta genel grevler, ayaklanmalar birbirini izlemekte, bütün bunlara ilkbahar-yaz aylarında köylü ayaklanmaları eklenmekte ve nihayet sonunda devrim Odesa’daki Potemkin Zırhlısı ayaklanmasıyla Çarlık ordusunu da parçalamaktadır. Bu aşamada Çarlığın verdiği Duma Seçimleri tavizi de Bolşevikler tarafından reddedilmiş, seçimler boykot edilerek silahlı ayaklanma çağrısı yapılmıştır.
En önemlisi de bu süreçte, tarihte ilk kez “Sovyet” adı altında işçi sınıfının politik yönetim organlarını keşfedilmiştir. Grevleri yönetmek için oluşturulan örgütlerin giderek politik organlar haline dönüşmesi, Rus devriminin geleceği açısından muazzam bir kazanım olmuştur. Ekim 1905’te toplanan Petersburg, Moskova, Odesa, vb. Sovyetleri, belli sayıda işçiye bir delege esasıyla bizzat işçiler tarafından seçilmiş ve iktidar organları olarak Komün deneyimini taçlandırmışlardır.
Öte yandan, bilindiği gibi 1905’e doğru gelen süreç RSDİP için de bir arınma ve çelikleşme sürecidir. 1905’te RSDİP artık kendiliğindenci görüşlerle hesaplaşarak ayrışmış bir Bolşevik örgüttür. Aynı Bolşevik örgüt, demokratik devrimdeki iki ayrı taktik konusundaki sorunları da büyük ölçüde çözmüş ve “burjuva devrimini bekleme” taktiği ile köprülerini atmıştır. Ancak, parti henüz bu çaptaki olaylara önderlik etmekte yetersiz ve zayıftır; yeni duruma uyum sağlamakta zorlanmaktadır; henüz yurtdışında bulunan Lenin’in çağrıları adeta çığlık gibidir: “Altı aydan fazla bir süredir bombalardan söz edildiğini ve hala tek bir bombanın bile imal edilmediğini dehşetle, sözcüğün tam anlamıyla dehşetle görüyorum. (…) Gençliğe gidin. Her yerde, öğrenciler arasında olduğu gibi özellikle işçiler arasında da hemen mücadele grupları kurun. Üç kişiden on kişiye, otuz kişiye kadar bu birlikler vakit geçirmeksizin kurulmalı, tabanca, bıçak, yangın çıkarmak için gaza batırılmış bez parçalarıyla elden geldiğince iyi silahlanmalıdırlar. (…) Formalitelerden vazgeçin, tanrı aşkına bütün şemaları bir yana bırakın, bütün o ‘işlevleri’, ‘hakları’ ve ‘ayrıcalıkları’ cehennemin dibine gönderin!” (Lenin’den Anılar)
Bütün bu yetersizliklere karşın, Bolşevikler süreçte etkindirler. Aylar süren genel grevler, yüzlerce yeni Bolşevik örgütünün kurulması, sonbahar boyunca süren asker ayaklanmaları ve gösterileri, büyük ölçüde onların başarısıdır. Kasım’da Petersburg Sovyeti’nin ezilmesinden sonra ise silahlı ayaklanma çağrısı daha belirgindir. 7 Aralık’ta başlayan Moskova genel grevi, üç gün sonra silahlı ayaklanmaya dönüşecek, ancak donanımsızlıktan ötürü bir süre sonra yenilecektir. Aralık 1905 ve Ocak 1906 birçok kentte silahlı ayaklanmalar dönemidir ve bazı kentlerde iktidar Sovyetler tarafından kısa süreli olarak ele geçirilmiştir. Ancak artık bir dönüm noktası aşılmıştır. İşçi sınıfının canlılığı çok sonraları bile sona ermiş değildir, 1906 sonbaharında hala büyük köylü hareketleri ve asker ayaklanmaları sürmektedir; hatta bir anlamda devrim süreci 1907 ortalarına dek devam etmiştir ama artık gericilik kendisini toparlamakta ve duruma hakim olmaktadır. Buna karşın devrimci güçlerin yetersizlikleri de açığa çıkmıştır.
1907 yazından itibaren ise Rusya artık, koyu bir gericilik ve baskı dalgasının altındadır. Devrim, bir prova yapmış ve geri çekilmiştir; ama ayaklanmaya ilişkin bütün deneyimleri belleğine kaydederek…
Birkaç yıl sonra, 1908’de şöyle yazıyordu Lenin: “Bekleyin biraz. 1905 gene gelecek. İşte işçilerin görüşü bu. O mücadele yılı, onlar için, bir ne yapmalı örneği sağladı. Aydınlara ve dönek küçük burjuvalara göre o bir “delilik yılı”, bir ne yapmamalı örneğiydi. İşçi sınıfına göre bu devrim deneyinin eleştirilip, değiştirilip kabul edilmesi, Kasım grevi mücadelesinin ve Aralıktaki silahlı çarpışmanın daha geniş, daha toplu, daha bilinçli olması için o zamanki mücadele yöntemlerinin daha başarılı olarak nasıl uygulanacağını öğrenmekten ibaret olmalıdır.” (1905 Devriminde Silahlı Mücadele)

D) Bir Devrimin Dersleri ve Ayaklanma Stratejisinin Temelleri
“1905 gene gelecek…”

Yenilgiye uğramış olmasına karşın bu devrimi son derece önemli kılan şey, işte tam da bu cümledir… Gerçekten de 1905, sık sık belirtildiği gibi bir “prova” olarak tarihe geçmiş, Rus devrimi gelecekte kullanacağı deneyimlerin büyük çoğunluğunu bu birkaç yılda edinmiştir. Zaten gelecekteki büyük devrimin kadrolarının da hayli önemli bir bölümü, 1905’te partiye üye olanlardır.
1848 ya da Komün deneyimlerinden farklı olarak bu devrimci girişim, çok sayıda aracın birlikte kullanıldığı komplike bir eylem olarak, daha sonraları “ayaklanma stratejisi” olarak bilinecek olan stratejik çizginin en temel koordinatlarının ve derslerinin ortaya konulduğu bir harekettir. Gerçi, en genel anlamıyla klasik halk ayaklanması geçen sayımızda anlattığımız gibi yüzlerce yıldır ezilenlerin gündemindedir ama 1905’in yeri yine de başkadır. 1905, bir “ayaklanma” laboratuarıdır ve onun asıl anlamı 1917 ile birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkmaktadır.

1- Her şeyden önce 1905, bir partinin, devrimci durumu sezmek ve hızla hareket ederek bu duruma uyum sağlamak konusundaki esnekliğinin hayati önemini ortaya koymuştur, ki bu ayaklanma stratejisinin en kritik sorunudur. Çünkü devrimci durum, milli kriz, kendi başına devrime yol açan bir olgu değildir; ancak devrimci iradenin hazır olması halinde böyle bir devrim aşamasına ulaşılabilmektedir. Ve Lenin, 1905 olaylarında bizzat Bolşeviklerin de bu konuda başarılı oldukları kanısında değildir. “9 Ocak 1905, proletaryanın devrimci enerjisinin dev potansiyelini ve sosyal-demokratların örgütünün bütün yetersizliğini gözle önüne sermiştir” (Lenin’den Anılar) derken açıkça kastettiği budur. Ve bu yetersizlik yalnızca teknik ya da askeri alanda değildir; parti ve devrimci örgütler devrimci durumu kestirme ve hazırlanma noktasında da yetersiz kalmışlardır.
Lenin’deki daha ayrıntılı bir tanımlama şöyledir: “Devrim dönemleri, barış içinde evrim denen dönemlerden, yani iktisadi koşulların derin buhranlar ve güçlü kitle hareketleri doğurmadığı dönemlerden, kesinlikle şu bakımdan ayrılır: Devrim dönemlerinde mücadele biçimleri kaçınılmaz olarak daha çok çeşitlidir ve kitlelerin doğrudan doğruya devrimci çarpışmaları, önderlerin millet meclislerinde, basında vb. giriştikleri propaganda ve ajitasyon hareketlerinden daha üstündür. Bunun için, devrim dönemlerini değerlendirmede, mücadelenin biçimlerini çözümlemeden yalnız çeşitli sınıfların faaliyet çizgisini tanımlamaya kalkarsak, tartışmamız bilimsel anlamda eksik ve diyalektik dışı olur (…)”

Bu tanımlamalar doğrultusunda Moskova ayaklanmasını değerlendiren Lenin, “örgütler hareketin büyüyüp genişlemesine ayak uydurmayı başaramadılar” diyor ve şöyle devam ediyordu: “İşçi sınıfı mücadelenin nesnel koşullarındaki değişikliği ve grevden ayaklanmaya geçiş ihtiyacını, kendi önderlerinden daha çabuk anladı. Her zaman olageldiği gibi uygulama teorinin önüne geçti. Sakin bir grev ve gösteriler, artık işçileri tatmin etmemeye başladı; şöyle sordular: Bundan sonra ne yapmalı?” (Moskova Ayaklanmasından Çıkan Dersler) Aslında Lenin, devrimin ve ayaklanmanın tümüyle planlanmasının olanaksızlığını ve olayların bir parça teorinin önüne geçmesinin kaçınılmazlığını teslim etmektedir; onun asıl eksiklik olarak nitelediği şey, partinin duruma uymakta gösterdiği yavaşlık ve yetersizliktir. “Barikatlar kurulması talimatı mahallelere gelmeden çok önce, zaten şehrin merkezinde barikatlar kurulmuştu. Yığınla işçi çalıştı bunlarda; ama bu bile onları tatmin etmiyordu; bilmek istiyorlardı: bundan sonra ne yapmalı? Etkin çareler istiyorlardı. Aralık ayında biz, Sosyal Demokrat işçi sınıfı önderleri, birliklerini akıl almaz bir biçimde yayıp, çoğunun savaşa etkin olarak katılmamasına sebep olan bir başkomutan gibiydik. Kitleler kararlı ve cesur bir kitle hareketi için talimat bekliyorlardı ama alamadılar.” (age)
Sonuç olarak devrimci parti, Engels’in tanımladığı “yavaş giden propaganda çalışması ve parlamenter eylem” aşamasının nerede bittiğini, savaş borularının ne zaman çaldığını zamanında ve doğru olarak sezmekle yükümlüdür. 1905, bunun olumsuz yönden kanıtlandığı bir süreç olmuştur.

2- Öte yandan 1905, Engels’in 1848 devrimlerinden çıkardığı derslerin bir kez daha -zaman zaman olumlu, zaman zaman olumsuz biçimde- kanıtlandığı bir süreçtir. Önce ayaklanıp sonra da kendisini barikatların arkasına hapseden klasik biçimin geçersizliği, ayaklanmanın “sonuna kadar gidilmesi gereken kesin bir eylem” olarak ele alınmasının zorunluluğu, bunlardan en önemlisidir. Lenin bu konuda son derece dürüst ve açık sözlüdür: “Aralık olayları Marx’ın derin önermelerinden başka birini, oportünistlerin unuttuğu bir önermeyi de doğrular: Ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın başlıca kuralı müthiş cüretli ve dönmemecesine kararlı bir saldırıcı olmaktır. Yeterince sindirememişiz bu gerçeği. Bu sanatı, bu her ne pahasına olursa olsun saldırma kuralını, ne biz öğrenmişiz yeterince, ne de kitlelere öğretmişiz. Bütün gücümüzle bu kusurumuzu gidermeye çalışmalıyız. Siyasal sloganlar sorununda taraf tutmak yetmez; ayrıca bir silahlı ayaklanma sorununda da taraf tutmak gerekir. Buna karşı olanlar, buna hazır olmayanlar, gözünün yaşına bakmadan devrimi destekleyenler arasından atılmalı, tasını tarağını yüklenip devrim düşmanlarının, hainlerin, korkakların yanına gönderilmelidir; çünkü olayların baskısının ve çarpışma koşullarının bizi, dostu düşmandan ayırmak için, bu ilkeye göre davranmaya zor1ayacağı günler yakındır. Sakin ve durgun olun demeyelim; askerler bize “gelsin” diye “beklemeyelim”. Hayır! Atak, yıkıcı, silahlı bir saldırı gerektiğini, böyle zamanlarda düşmana komuta eden kişilerin yok edilmesi gerektiğini, kararsız askerleri elde etmek için daha canlı bir savaş gerektiğini, evlerin damlarından bağırmalıyız.” (age)
Daha devrim sürerken söylenen bu sözler, aynı zamanda ayaklanma stratejisinin en temel kuralını, sonuna kadar gitme ilkesini vurgulamaktadır.
“Kitleler silahlı, kanlı, korkunç bir çarpışmaya gireceklerini bilmeli. Ölümü hor görmeliler ve zafere güvenmeliler. Düşmana şiddetle, canla başla saldırmalılar; “savunma yok, saldır” olmalı kitlelerin sloganı; ödevleri düşmanı amansızca yok etmek olacak; çarpışmanın örgütü hareketli ve esnek olacak; askerler arasındaki kararsız öğelerin bu yana etkin olarak katılması sağlanacak.” (age)
İşte Lenin’in sonuna kadar gitme düşüncesi bu ölçüde nettir.

3- Ama nasıl ve hangi askeri örgütlenmeyle?
Moskova’da barışçıl gösterilerden ayaklanmaya geçildiğinde, devrimci güçler bir kez daha Engels’in vaktiyle geçersizliğini ilan ettiği taktik ve örgütlenme içindedirler. Adeta saldırı amaçlı değil, savunma amaçlı bir ayaklanmadır bu. Barikatlar kurulmuştur ama 10 mil uzunluğunda bir savunma hattında 200 tabanca ve av tüfeği vardır; onların ardında ise sopa ve demir çubuklarla bekleyen bir kalabalık ve nihayet en geride, düşenlerin silahını almak için bekleyen binlerce silahsız işçi… 100 bin kişilik Dubasov kuvvetine karşı durum budur.
“Moskova olaylarından alınacak üçüncü ders” diyor Lenin, “bir ayaklanma için kuvvetlerin örgütlenişi ve taktikle ilgilidir. Askeri taktiğin dayandığı şey askeri tekniktir. Bu basit gerçeği Engels ortaya attı ve bütün Marksistlere kabul ettirdi. Askeri teknik bugünlerde ondokuzuncu yüzyılın ortalarında olduğu gibi değildir. Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabancalarla savunmak delilik olur.” (age)
Lenin’in buradan giderek vardığı nokta, kent ayaklanmasında gerilla birliklerinin ve silahlı işçi müfrezelerinin olağanüstü önemidir. Daha devrimin sıcaklığı sürerken uzun bir makalesini gerilla savaşına ayıran ve bu konudaki bütün önyargılara ve burun kıvırmalara karşı çıkan Lenin, “Devrimci ordu gereklidir, çünkü büyük tarihsel sorunlar ancak kuvvet kullanarak çözülebilir, çağdaş çarpışmada da kuvvet örgütü demek askeri örgüt demektir” vurgusunu özenle yapmaktadır.
Lenin’in önerdiği şey, durağan bir taktik değil, hareketli gerilla birliklerinin yüzlerce kez artırılmasıdır. “Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir” diyor Lenin: “Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok küçük ve hareketli birliklerdir; on kişilik, üç kişilik, hatta iki kişilik birlikler. Şimdilerde beş ya da üç kişilik birliklerden söz edilince, burun kıvıran Sosyal Demokratlara rastlıyoruz. Alay etmek, çağdaş askeri tekniğin getirdiği koşullar altındaki sokak çarpışmasının ortaya çıkardığı yeni taktik ve örgüt sorununu bilmezlikten gelişin ucuz bir yoludur. Moskova ayaklanmasının hikayesini iyice bir inceleyin beyler, “beş kişilik birlikler” ile “yeni barikat taktiği” sorunu arasında nasıl bir bağlantı olduğunu göreceksiniz. Moskova bu taktikleri ilerletti, ama onları gerçekten büyük çapta, bir kitle çapında, uygulamaya yetecek kadar geliştirmeyi başaramadı. Gönüllü çarpışma takımları çok azdı, atak saldırı sloganı işçi kitlelerine verilmedi ve onlar bunu uygulamadılar; gerilla müfrezeleri nitelik bakımından birbirinin aynıydı, silahları ve yöntemleri yetersizdi, kalabalığa önderlik etme yetenekleri hemen hiç gelişmemişti.” (Gerilla Savaşı Üzerine)
Parti, 1905 devrimi boyunca bu yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerine geçişte ciddi biçimde zorlanmaktadır. Klasik -ve kolaycı- barikat taktiklerine alışmış parti örgütleri, “her namuslu işçiyi” müfrezelerde örgütlemekte yetersizdirler. Gerillanın “sınıf ahlakını bozucu” bir yanının olduğu ise sadece Menşeviklerde değil, Bolşevik cenahta da yaygın bir önyargıdır.
1905’in somut dersleri üzerinden konuşan Lenin bu konuda çok nettir. Öteden beri Avrupalı sosyalistler ve onların uzantısı olan Menşeviklerle mücadele biçimleri konusunda çatışma içinde olan ve onlar tarafından hep “gizli terörist” olarak görülen Lenin, ilk kez 1905’ten sonra, büyük bir cesaretle ve son derece açık biçimde Marksistlerin bütün mücadele biçimlerini önyargısız olarak ele almaları gereğini ortaya koymuş ve bir anlamda tartışmayı noktalamıştır: “Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz.” (Gerilla Savaşı Üze rine) Olağanüstü bir diyalektik çözümleme örneği olan bu makale, Bolşevik safları bile sarsan bir netlik ve keskinliğe sahiptir; meseleyi bütün açıklığıyla ortaya koyar, içi boş, sözde “ahlaki kaygıları” yerden yere vurur ve banka kamulaştırmalarından suikastlara kadar uzanan bütün devrimci eylemleri savunur: “Sosyal-demokratların gururla ve böbürlenerek, ‘biz, anarşist, hırsız, soyguncu değiliz, biz bunların çok üstündeyiz, gerilla savaşını kabul etmiyoruz’ dediklerini görünce kendime soruyorum: Bu adamlar ne söylediklerinin farkındalar mı?” (age)
Dahası Lenin, gazetelerinin her sayısında “yok edilmesi gereken casusların” listesini yayınlayan Litvanya sosyal-demokratlarını bile -o dönemde böyle şeyler “vahşet” çığlıklarıyla karşılansa da- açıkça savunur. Gerilla savaşının moral bozuculuğu, disiplinsiz oluşu üzerine yapılan bütün eleştirileri ise tek bir cümleyle yanıtlar aslında: Partinin denetimindeki hiçbir savaş biçimi sakıncalı değildir! “Eski Rus terörizmi, aydın komplocunun işi idi; bugün, genel bir kural olarak, gerilla savaşı, işçi savaşçılarca, ya da doğrudan doğruya işsiz işçilerce verilmektedir” demektedir Lenin.
Ve en önemlisi Lenin, asıl tuzu kuru solcuların önerdiği şekilciliğin devrimci safları çürüttüğü kanısındadır. Daha 4 Şubatta yazdığı bir mektupta bizzat kendi yoldaşlarına, “Hiyerarşik komiteleri bir kenara bırakıp yüzlerce ve yüzlerce merkezcik kurunuz. Şimdi savaş zamanı. Aksi takdirde, üzerinize vurulmuş resmi parti mührünüzle birlikte, komite üyeciklerinize tanınan şerefinizle beraber küflenip öleceksiniz” diyecek kadar nettir bu konuda.

4- 1905 derslerinin en önemlilerinden bir diğeri ise, aslında her devrimin sorunu olan düşman kampı parçalama sorunudur.
Evet, Marks’ın bir zamanlar dahice bir sezgiyle belirlemiş olduğu gibi, “Devrim, kuvvetli ve birleşmiş bir karşı devrim doğurarak ilerler, yani düşmanı daha aşırı savunma çarelerine başvurmaya ve bu yolda daha güçlü saldırı araçları bulmaya zorlar” ama öte yandan bir stratejik çizgi olarak ayaklanma, düşman kampı parçalayan, karşı-devrimci güçleri, en çok da askerleri yeniden saf tutmaya zorlayan bir eylemdir. Aslında bu, bir anlamda her devrimin en temel sorunlarından biridir. Şimdi, 2000’li yılların tablosu içersinden baktığımızda elbette böylesi parçalanmaları hayal etmek zor gibidir; ama bu, devrimin diyalektiğini hesaplamayan dar bir görüş olur. Devrim, her zaman ve her koşulda düşman gücü daraltan, tecrit eden ve onu bir yandan en vahşi karşı-devrimci fraksiyonların arkasında birleştirirken diğer yandan da parçalayan, buna karşın devrimci cepheyi ise genişleten bir süreçtir. Şöyle ya da böyle, her devrimci süreç, karşı-devrimin baskı aygıtı içersinde sarsıntılar yaratır, mevcut egemen gücün durumu umutsuzlaştıkça da orada saf değiştirmeler ortaya çıkar.
Lenin, bu konudaki sağcı anlayışı da keskin biçimde eleştirir ve harekete geçmek için askerlerin saf değiştirmesini bekleyen mantığı yerden yere vurur: “Bu son nokta üstüne partimizin sağ kanadında pek çok taraftarı olan bir görüş egemendir. Çağdaş askeri birliklerle çarpışmanın imkansız olduğu iddia edilir ve ‘askerler devrimden yana çekilmelidir’ denir. Devrim genişleyip kitlelere inmezse ve askerleri etkisi altına almazsa önemli bir çarpışma sorunu olamaz elbet. Askerler arasında çalışmamız gerektiği söz götürmez bir gerçektir. Ama onların kandırılarak ya da kendileri inanarak, bir çırpıda bizden yana geçeceklerini hayal edemeyiz.”
Lenin, böyle bir saf değiştirmenin muazzam önemine inanmaktadır, nitekim daha sonra 1917’de devrimi sırtında taşıyan güçler de askerler olmuştur; ancak o bunun kendiliğinden değil, mücadele içinde gerçekleşeceği kanısındadır. O, 1905 ayaklanmasının bu konuda “yaya kaldığı” ve başarısız olduğu kanısındadır. Ama bunun yöntemi konusunda sağcılarla hemfikir değildir. “Şimdiye dek ordu içinde çalışmıştık ama, bundan böyle, askerleri, kafalarıyla “kazanmak” için çabalarımızı kat kat artıracağız. Ancak, bir ayaklanma anında askerleri elde etmek için bedensel bir savaş da gerektiğini unutursak, zavallı bilgiçler olup çıkarız.”

Bedensel savaş… Yani bildiğimiz savaş… Bir ayaklanma, ancak bu yoldan askerleri kazanabilir der Lenin ve tek tek örnekler vererek işçilerin askerleri “kazandığı” ama onları yeniden aldatmak isteyen güçlere anında saldırıyla karşılık vermediği için “kaybettiği” durumları anlatır. Sonuç olarak 1905, doğru bir ayaklanma stratejisinin karşı-devrimin güçlerini parçalayıp bir bölümünü kendi saflarına katma, bir bölümünü de tarafsızlaştırma konusunda ciddi dersler vermiştir; ki daha sonraları bu dersler 1917 sürecine rehberlik edecektir.

5- 1905 devriminin ortaya çıkardığı bir başka olgu da, 1917’de kilit bir rol oynayacak olan Sovyet örgütlenmesidir.
Aslında bir anlamda bu tür bir ikinci/alternatif iktidar mekanizması, ne sadece Rusya’ya özgüdür, ne de sadece ayaklanma stratejisinin bir öğesidir. Evet, Sovyet Kongresi, Şubat 1917 sürecinin özgün bir olgusu olarak ortaya çıkmıştır ama aslında her devrimci girişim, şu ya da bu şekilde devrimci gücün alternatif bir iktidar ilişkisini ortaya koyup açıkça onun arkasında durmasını beraberinde getirir. Bu ikinci iktidar, emekçi kitleleri içine çağıran, diğer güçleri ise çöken mevcut iktidar mekanizması ile kendisi arasında tercih yapmaya zorlayan bir organdır. Örneğin Komün’de böyle bir “ikili iktidar” durumu vardır; ama ondan önceki köle ve köylü isyanlarında da hemen her zaman ayaklanmacılar, (geçen sayımızda anlattığımız gibi) bir bölgede, bir kentte, vb. mutlaka kendi kurallarını ve kendi amaçladıkları düzeni az çok uygulamaya koydukları bir iktidar alanı, bir mekanizma yaratmışlardır. Ekim sonrasındaki deneyimlerde de, örneğin Çin halk savaşında benzer bir durum “kurtarılmış bölgeler” şeklinde ortaya çıkmıştır. Başka bazı ülkelerde de “sürgünde hükümet/sürgünde parlamento” deneyimleri yaşanmıştır ya da daha zayıf örnekler olarak bugün devrimci iktidar hedeflemeyen Latin Amerika toplumsal hareketlerinde böyle alanlar görülmektedir, vb… Muhtemelen ülkemiz devriminde de benzeri bir iktidar alanı, kendine özgü biçimlerde ortaya çıkacaktır. Bu bir devrimin genel kuralı gibidir; çünkü her devrimci güç, sürecinin belli bir aşamasında kitlelere “artık eski devlet iktidarına değil şu iktidara, onun meşruiyetine bağlanın” çağrısı yapmak zorundadır.1905 sürecinde işçi sınıfının basit grev komitelerinden yola çıkarak yarattığı Sovyet olgusu da işte böyle bir olgudur. Devrim sırasında kendiliğinden ortaya çıkan ve belli bir temsil esasına göre işçilerin politik iradesini yansıtan bu mekanizma Lenin’in hemen dikkatini çekmiş, 1917 sürecinde aynı iktidar biçimi yeniden ortaya çıktığında ise bu olgunun Paris Komünü ile derin bağlarını kurarak “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını öne sürmüştür. Lenin’in büyük bir siyasi öngörü ile keşfettiği şey, işçilerin ve bütün halkın iradesini bu yeni iktidar biçimi ile gerici iktidarın karşısına dikmenin önemidir. Ama hepsi bu kadar değil, Lenin, Sovyet örgütlenmesinde yalnızca bir ayaklanma aracını değil, bir yönetme aracını, proletarya diktatörlüğünün özgün bir biçimini keşfetmiştir.

6- Öte yandan aynı süreç, kitle hareketi ve öncü parti açısından ayaklanmanın nasıl bir meşruiyet ve açığa çıkma dönemi olduğunu da göstermiştir. Krupskaya anılarında 1905 yenilgisi sonrasını anlatırken “yeniden yeraltına geçip illegal örgüt ağını ördük” dediğinde dili sürçmüş değildir. Gerçekten de, solda en sık rastlanan yanılgı, koşullar çok sert olduğu için ayaklanma dönemlerinin en katı illegalite ve kapalılık dönemleri olduğudur. Oysa tam tersine, ayaklanma dönemi, kitle hareketinin ve partinin en çok meşrulaştığı, kendisini en çok açığa çıkararak ön safa koyduğu bir dönemdir. Özel olarak ayaklanma stratejisinin en temel öğelerinden biri de partinin bütün örgütleri ve güçleriyle öne atılması, Lenin’in deyimiyle “eli silah tutan her namuslu işçinin” silahlı birliklere dahil edilmesi, ayaklanmanın kenardan-köşeden değil, bizzat kitlelerin içinden, sokakta yönetilmesidir. Sokakta yönetilmeyen, yöneticileri en ön safta dövüşmeyen bir ayaklanmanın hiçbir şansı yoktur. Bu kesin ilke, gelecekte, başka devimci stratejilerde de kendine özgü biçimlerde ortaya çıkacak, devrimci sosyalist örgütlenme biçiminde de görüldüğü gibi politik öncülük ile pratik öncülük arasında özgün ilişkiler kurulacaktır.

7- Ve nihayet, hem bir ders, hem de bir uyarı: Devrim, bir bilgisayar oyunu ya da “hakem nezaretinde” yapılan bir spor karşılaşması değildir! Devrim ve karşı-devrim cephelerinde yer alan herkesin ne istediğini gayet iyi bildiği, herkesin olgun ve bilinçli olduğu bir ayaklanmaya bugüne kadar rastlanılmadığı gibi bundan sonra da rastlanılmayacaktır.
Lenin, İrlanda ayaklanmasını küçümseyenleri eleştirirken onlarla acımasızca alay eder: “Demek bir yerde bir ordu dizilecek ve ‘biz sosyalizmden yanayız’ diyecek, başka bir yerde bir başkası da ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyecek ve bunun adı toplumsal devrim olacak!” Ve sonra, alayını şu sözlerle sürdürür: “Salt bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böyle biri, devrimin ne olduğunu anlamadan devrime sözle bağlı demektir. 1905 Rus devrimi, burjuva demokratik devrimidir. Çarpışmalara halkın bütün hoşnutsuz sınıfları, grupları, öğeleri katıldı. Bunların arasında, en kaba önyargılarla, belirsiz ve acayip mücadele amaçlarıyla dolu kitleler vardı; Japonlardan para alan küçük gruplar vardı; karaborsacılar, serüvenciler vb. vardı. Ama nesnel olarak, kitle hareketi Çarlığın belini kırıyor ve demokrasi yolunu açıyordu; bu yüzden sınıf bilincine varmış işçiler önderlik etti ona.”
“Avrupa’da, sosyalist devrim, baskı altındaki ve hoşnutsuz çeşitli öğelerin katılacağı bir kitle mücadelesi patlamadan olamaz. Küçük burjuvaların ve gelişmemiş işçilerin bazı bölümleri katılacaktır buna, böyle bir katılma olmadan kitle mücadelesi imkansızdır, bunsuz da hiçbir devrim olamaz; bunların önyargılarını, gerici hayallerini, güçsüzlüklerini, yanlışlarını bu harekete sokmalarından kaçınılamaz. Ama nesnel olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır. Bu nesnel gerçeği bilen devrimin sınıf bilincine varmış öncüsü, ileri işçiler, değişik ruhlu, düzensiz, dağınık bir kitle mücadelesini birleştirip yönetmeyi başaracak, iktidarı alacak, bankaları ele geçirecek, herkesin nefret ettiği (ayrı ayrı nedenlerle) tröstleri dağıtacak ve tümüyle burjuva sınıfının yıkılıp sosyalizmin zaferinin sağlanmasında gerekli başka diktatörce tedbirleri alacaktır; gene de, bütün bunlara karşın, sosyalizm kendini küçük burjuva tortularından çabucak ‘arıtamayacaktır’.”
Ders ve uyarı yeterince açık: Devrim, ayaklanma, çeşitli güçlerin mevcut düzene karşı harekete geçtiği, ama amaçlarını ve programını yeterince netleştirmiş olanların önderlik ederek sonuca ulaştırdığı bir toplumsal eylemdir. Bu, yalnızca ayaklanma stratejisi için değil, gerilla ve halk savaşı deneyimleri için de geçerlidir; bütün bu deneyimlerin hiçbirinde meydan muharebelerinde olduğu gibi ordular orduları yenmez, şu ya da bu biçim altında örgütlenmiş olan halk kitleleri düzeni yener. Devrim budur.

***
Sonuç olarak 1905 deneyimi üzerine söylenebilecekleri en özlü biçimde Lenin söylemektedir: “1905 Aralık mücadelesi, askeri tekniğin ve örgütlenişin çağdaş koşullarıyla yürütülen silahlı ayaklanmanın zafer kazanabileceğini ispatladı. Aralık mücadelesinin sonucu olarak bütün uluslararası işçi hareketi, gelecek işçi sınıfı devriminde buna benzer mücadele biçimleri olasılığını bundan böyle hesaba katmalıdır.”
Gerçekten de 1917 Şubat ve Ekim’i, tam da bu derslerin üzerine yükselecektir…

E) “Prova”dan Gerçek Gösteriye:
Şubat Devrimi 1- Devrimci Durumun Gelişmesi

Uzun gericilik yılları ve sabırlı çalışma dönemleri arasından geçerek 1917’ye geldiğimizde, aslında Rusya’nın durumu en azından bir açıdan 1905’e benzemektedir. 1905, Çarlığın hesapsızca atılıp hezimete uğradığı Japon savaşının sonuçlarından biridir; 1917 ise bu kez daha büyük bir emperyalist savaş macerasının yarattığı çöküntüye karakterize olmuştur. Lenin’in I. Paylaşım Savaşı için Ekim Devrimi’nin ardındaki “gerçek rejisör” demesi boşuna değildir. Gerçekten de savaş, daha kaybedilmeden önce de Rusya için büyük bir çöküntü anlamına gelmişti. 1908-1913 arasında yüzde 30 büyüyen Rus ekonomisinin bu havası zaten büyük ölçüde askeri alana bağlıydı. Savaş başladığında ve ilk ateşli yıllar geçtiğinde ise ekonomi tamamen savaşa endekslenmiş ve kitlelerin temel gereksinimleri alanı neredeyse çökmüş durumdaydı. Yüzbinlerce genç askere alındığı halde işçi sınıfının sayısı 18 milyon bulmuştu ama ücretlerin düzeyi ancak 1917’ye dek belli bir denge sağlayabilmişti. Cephelerde işler kötüye gittikçe kaybeden ise hep işçi sınıfı oluyordu. 1917 Şubat’ında Petersburg’ta ne ekmek ne de kömür vardır artık ve buna karşın şımarık zenginlerin gece eğlenceleri dillere destandır. 1914 ile 1917 Şubat ayı arasındaki işçi sınıfı hareketinin tablosu çok ilginçtir ve tam da Lenin’in daha önceki bölümlerde aktardığımız “devrimci durum” tanımına uymaktadır. 1914’ten başlayarak “siyasal grev sayısı” ile “ekonomik grev” sayısı her yıl birincinin lehine olarak artmış ve nihayet 1917’nin ilk aylarında siyasal grevlerin bütün grevlere oranı yüzde 85’e ulaşmıştır. Siyasal grevlere katılanların sayısı ise aynı yıl 500 bine yakındır. Yani Lenin’in devrimci durumu tarif ederken “kitle hareketindeki olağanüstü artış” dediği olgu tamamen yürürlüktedir. Diğer yandan yönetenler için de artık “eskisi gibi yönetememe” söz konusudur. Saray darbeleri, iç hesaplaşmalar, Rasputin gibi meczupların önce yükselmeleri sonra öldürülmeleri, vs. vs… Tam bir bunalım ortamı yaşanmaktaydı; öyle ki, Çar’ın bakanlarından Krivoşin yaşanan kaosu “öyle bir düzensizlik var ki, insan kendini tımarhanede sanıyor” sözleriyle anlatıyordu. Kendi ifadesiyle Çar, “yarın bakanlarının kimler olacağını akşamdan bilemediğinden onlarla nasıl bir çalışma düzeni kuracağını da bilemez” durumdaydı. Petersburg polisi raporunda bu kez olacakların yanında 1905 ayaklanmasının “çocuk oyuncağı gibi kalacağı” açıkça yazılıyordu.

2- Şubat 1917: İlk Dönemeç
1915 yazında kurulan savaş sanayi komiteleri, başlangıçta çarlığın yürüttüğü emperyalist savaşa toplumsal bir destek sağlama amacını güdüyordu. Özellikle çarlık bürokrasisinin etkisini kırmak ve üretimi artırmak amacıyla çeşitli burjuva çevrelerce desteklenen bu Komitelerin Petersburg şubesinde işçilerin özel bir seksiyon kurma hakları oluştu. Başlangıçtaki savaşı destekleme misyonu nedeniyle Bolşeviklerin boykot ettiği bu organlar, savaşın topluma dayattığı açlık ve sefaletin beraberinde getirdiği doğal bir süreç içinde işçilerin muhalefetini örgütleyen yapılar haline geldiler ve bu evrim süreci içinde Bolşeviklerin desteklediği ve içinde çalışma yürüttüğü yapılar haline geldiler. Çeşitli protestolar örgütleyen ve 1905 devrimindeki Sovyetlere benzemeye başlayan merkezi işçi grubunun üyelerinin 27 Ocak 1917’de tutuklanması varolan huzursuzluğu patlamaya dönüştüren kıvılcım olmuştu.
9 (22) Ocak 1917’de kanlı pazarın yıldönümünde gerçekleşen geleneksel greve her zamankinden fazla olarak 145 bin işçi katıldı, 13 Şubat’ta Viborg’da düzenlenen bir yürüyüşte ise 500 bin işçi vardı. Bunu 14 Şubat Nevski gösterisi geldi. Bölge askeri komitesinin ekmeği karneye bağlama kararının ardından 16 Şubat’ta oluşan kuyruklar, kısa sürede dükkanların yağmasına dönüştü. 1905’te ilk kıvılcımı çakan Putilov fabrikasının işçileri 18 Şubat 1917’de yeniden greve çıktılar ve 21 Şubat’ta 30 bin Putilov işçisi sokağa döküldü. 23 Şubatta kadın işçilerin Uluslararası Kadınlar Günü için yaptıkları grev, olaylar zincirine bir halka olarak eklendi. Diğer işçilerin katılımıyla büyüyen ve giderek siyasal bir içerik kazanan gösteriler 24 Şubat günü de devam etti. Tuttukları köprülerle gösterici işçilerin şehir merkezine girmesini engellemeye çalışan polis, nehirlerin donmuş olmasından dolayı amacına ulaşamıyor, göstericilerle aralarındaki çatışma giderek boyutlanıyordu. 25 Şubatta artık fiilen genel grev başlamıştı. Bir işçi bölgesi olan Viborg, göstericilerin elindeydi. Öğrencilerin de katıldığı kitle, sokakları ele geçirmiş, polis, karakollardan dışarı çıkamaz hale gelmişti. 26 Şubatta isyan, askeri birliklere sıçradı. İlk isyanları Çara bağlı birliklerce bastırılan askerlerin huzursuzluğu için için kaynamaya devam ediyordu. Öte yandan polis, ağır makineli tüfeklerle işçilerin üzerine ateş açıyor, işçiler ise 40-50 şehit vermelerine rağmen gösterilerine devam ediyorlardı. İşçiler her fırsatta karşılarına çıkan her askere, askeri birliğe amaçlarını, sorunlarını, neden gösteri yaptıklarını anlatarak askerleri yanlarına çekmeye çalışıyorlar ve bu noktada etkili de oluyorlardı. Askerler ise ya halkın yanında isyana katılmak, ya da halka ateş açmak noktasında bir tercih yapmaya doğru durdurulamaz bir akışın içindeydi. Nihayet 26 Şubat’ı 27’sine bağlayan gece Katerina Kanalı kenarında polisin silahsız işçilere ateş açtığını gören askerler namlularını polise çevirdi ve çatışma başladı. Kışlasına dönmekte olan bu birliğin çağrısıyla askerler arasında isyana katılanlar ve Çar’dan yana tavır alanlar arasında bir çatışma da başlamış oldu. Sayıları 25 bini geçen isyancı askerler 27 Şubat günü kamyonlarla tüm şehri dolaştı, hapishaneler boşaltıldı. Aynı 27 Şubat günü 385 bin işçi genel grevdeydi.
Bu süreç içinde daha 23-25 Şubat’ta çeşitli işçi önderleri ve illegal sendikacıların görüşmeleri başlamış, 24 Şubat’ta kimi fabrikalarda İşçi Sovyetleri için delege seçimleri başlamıştı bile. Hapishanelerin boşaltılmasıyla kurtarılan merkezi işçi grubunun üyelerinin inisiyatifi devralmasıyla Petersburg Sovyeti’nin kurulması için girişimler de hızlandı. Menşevik Gvozde’nin önderliğindeki işçi grubu, asker ve işçi kitlelerinin eşliğinde, Çar tarafından kapatılmasına rağmen kimi üyelerinin çalışmalarını sürdürdüğü Duma (meclis)’ya gittiler. Burada bazı Menşevik Duma üyeleri ile birlikte İşçi Temsilcileri Sovyeti Geçici Yürütme Komitesi oluşturuldu. Komite Sovyet delegeleri için seçim kararı aldı. Böylece ikili iktidar iyice somutlaşmış oldu: Çarın kapattığı Duma’dan arta kalanların oluşturduğu burjuva Geçici Duma Komitesi’nin oluşturduğu Geçici Hükümet ve işçi ve askerlerin sokaklardaki fiili iktidarının somutlandığı Petersburg Sovyeti... Nihayet 28 Şubat’ta Çar’a bağlı son birlikler teslim olduğunda, artık tablo böyledir. Bir devrim, fiilen sona ermiş, ikincisi ise mayalanmaktadır…Ama henüz bu kadarı bile, stratejik çizgi bakımından 1848 Avrupa, 1871 Paris, 1905 Rusya’sının ayaklanma deneyimlerinin yetkin bir toplamıdır. Bu kez kitleler, ne barikatların arkasına saklanmışlardır, ne de duraksama göstermektedirler. “Sonuna kadar gitme” tavrı nettir.

F) Ara Çözümlerin Tükendiği Yer: Ekim 1917…
1917 yılının Şubat ve Ekim ayları arası, herhalde proletarya hareketinin siyasi tarihi açısından üzerinde en çok konuşulan, en çok ders çıkarılan dönemidir.
1917 Şubat’ında perde büyük bir karışıklığa doğru açılmıştır… Çarlık yıkılmıştır, ama karmaşa bütün hızıyla sürmektedir. Şubat sonrasında ortaya somut olarak iki irade, hatta iki iktidar çıkmıştır. Biri Kerensky hükümeti, diğeri ise Sovyetler… Hatta bir üçüncü iktidar gücü de taşranın derinliklerinde kanlı bir iç savaşı hazırlamaktadır: Eski Çarlık generalleri…
Aslında Petersburg Sovyeti başlangıçta kendisini bir iktidar organı olarak değil, “devrimci demokrasinin kontrol organı” olarak tanımlamaktadır; ama süreç içersinde her şey değişir. Olaylar büyük bir hızla gelişmekte, süreç içersinde özellikle barış ve toprak konularında en tutarlı tavrı koyan Bolşevikler güçlerini artırmaktadırlar. Örneğin Eylül ayında yapılan Duma seçimlerinde Bolşevik oylar 78.000’den 198.000’e yükselirken ve Moskova garnizonundaki askerlerin % 90’ı Bolşeviklere oy verirken, burjuva partiler ve Menşeviklerin, vb oyları trajik biçimde düşüşe geçmiştir. Burada aslında artık klasik “milli kriz-devrimci durum” tanımı söz konusu değildir. Yani süreç bu tanımın çerçevesini çok aşmıştır, kriz bizzat hayatın kendisi olmuştur. Kimsenin bir şeyi yönetebildiği yoktur zaten, o güne dek yönetilenler ise kendi kendilerini yönetmekte henüz kararsızdırlar ama öte yandan sınıf içgüdüleri onlara “yeniden ipin ucunu kaptırmama”yı fısıldamaktadır. Bu devrim, 1848’de olduğu gibi “başka sömürücüleri iktidara getirerek” sonlanmayacaktır.
Yani, Nisan’daki “tezler”, klasik “milli kriz” teorisiyle değil, inisiyatifi alıp ayaklanmayı gerçekleştirme sorunuyla ilgilidir. Lenin, sürecin belli bir aşamasında iktidarın alınabileceğini ve alınması gerektiğini söylemektedir; hatta iktidarı alıp almama sorunu, taşradaki beyaz orduların tehdidi düşünüldüğünde “ya iktidar-ya intihar” noktasına gelip dayanmıştır; ancak Lenin neredeyse Bolşeviklerin tümü ile bu konuda uzlaşamamaktadır. O konjonktüre ilişkin yanları da olmakla birlikte Lenin’in 3 ve 4 Temmuz 1917 ile Eylül ayını kıyasladığı makalesi, ayaklanma stratejisi açısından bir ders kitabı gibidir.
Çok kısaca özetlendiğinde Lenin, 3-4 Temmuz’da durumun ayaklanmanın zaferi için uygun olmadığını düşünmektedir; çünkü, a) Devrimin öncüsü olan sınıf henüz Bolşeviklerin arkasında değildir; b) devrimci coşku henüz büyük halk yığınını kazanmamıştır; c) düşman cephede ve kararsız küçük-burjuvazi arasında, “ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar” yoktur; d) devrimci güçler “kentleri ne maddeten ne de siyasal olarak savunabilecek” güce ve prestije sahip değillerdir. Eylül ayında ise; a) devrimin öncüsü olan işçi sınıfı Bolşeviklerden yanadır; b) halkın çoğunluğu da devrimden yanadır; c) karşı cephedeki kararsızlık artmış, buna karşın ne yaptığını bilen partinin avantajı öne çıkmıştır; d) devrim artık kentleri, özellikle de Petersburg’u savunabilecek durumdadır.
Bu koşullar altında Lenin, en temel taleplere öncelik veren bir devrimin başarı şansının olduğunu düşünmekte, hatta artık iktidarı almamanın devrimin ölümü anlamına geleceğini söylemektedir. Böylece aslında onun tanımladığı durum, ayaklanma stratejisinin de klasik öğeleridir: “Orta yol yoktur. Beklemek olanaksızdır. Devrim mahvolur.”
Aslında karşı-devrim de süreci zorlamakta ve devrimi kaçınılmaz kılmaktadır. 4 Temmuz’dan başlayarak sokaktaki işçilere ve Bolşevik partiye saldıran ve Lenin’le yoldaşları hakkında tutuklama kararı çıkaran burjuva hükümet, böylece işçileri kavgaya davet etmektedir. Şöyle diyor Lenin: “Rus devriminin barışçı bir yolla gelişmesi üzerine kurulan umutlar geri dönmemek üzere sönmüştür. Nesnel durum şöyle görünmektedir: Ya askeri diktatörlüğün tam zaferi, ya da işçilerin silahlı ayaklanmasının zaferi!” Eylül sonunda yazdıkları ise çok daha nettir: “Kuşku yok ki, Eylül sonu, bize, Rus devrim tarihinin ve bütün görünüşlere göre, dünya devrim tarihinin en büyük dönüm noktasını getirdi... Artık kuşkuya yer yok. Dünya proleter devriminin eşiğindeyiz. Ve biz Rus bolşevikleri, biz, dünyanın, engin bir özgürlükten yararlanan yasal bir partiye, yirmi kadar gazeteye sahip bulunan tek proleter enternasyonalistleri olduğumuzdan, devrimci dönemde her iki başkent işçi ve asker vekilleri Sovyetleri ve yığınlar çoğunluğu bizden yana olduğundan, bize şu sözler söylenebilir ve gerçekte söylenmelidir de: ‘Size çok şey verildi, sizden çok şey istenecek’ (…) Bunalım olgunlaşmıştır. İşin içinde tüm Rus devriminin geleceği yatıyor. Bolşevik Partinin tüm onurudur söz konusu olan. İşin içinde sosyalizm için uluslararası işçi devriminin tüm geleceği yatıyor.”
Artık her şey sınırdadır. Zorlu tartışmalardan sonra Lenin’in bütün ağırlığını koyması sonucu 10 Ekim günü toplanan Merkez Komitesi, 2 aleyhte (Zinovyev ve Kamenev) oya karşılık 10 oyla silahlı ayaklanmaya hazırlığa başlanılmasını ve bu iş için bir “komite”nun kurulmasına karar verdi. 16 Ekim günü Kamenev Merkez Komitesinden istifa eder ve partisiz bir sol yayın organında ayaklanma kararına neden karşı çıktığını açıklayan bir yazı yayınlar. Böylece ayaklanma bir anlamda açığa vurulmuştur ama yine de hazırlıklar ertelenmez. Bolşevik Parti, 25 Ekim günü toplanacak olan II. Tüm Rusya İşçi ve Askeri Sovyetleri Kongresi öncesinde iktidarın ele geçirilmesine karar verir. Lenin’in bu konu üzerine son yazdıkları bir ayaklanmanın ne anlama geldiği konusunda eşsiz cümlelerdir: “Bu satırları durumun son derece nazik olduğu 24 Ekim akşamı yazıyorum. Bugün için ayaklanmayı geciktirmenin ölüm olduğu gün gibi apaçık ortadadır. Yoldaşları bütün gücümle inandırma çabasındayım ki, şu anda, her şey kopma noktasına varmış bulunmaktadır ve öyle sorunlar gündeme girmiştir ki, bunları, ne konferanslar, ne de kongreler (Sovyetler kongreleri olsa bile) çözüme bağlayamaz, bu sorunları ancak halklar, kitleler, silahlanmış kitlelerin savaşımı çözümleyebilir. (…) Artık beklemek mümkün değildir. Bu, her şeyi yitirmek tehlikesini göze almak olur.”24 Ekim 1917 günü hazırlıklar tamamdır. Gece 03.00’te Aurora zırhlısı Kışlık Saray’ı topa tutar ve birkaç saat içinde Kışlık Saray ele geçirilir, bakanlar tutuklanır…İktidar artık Devrimci Askeri Komite’nin elindedir. Petrograd Devrimci Askeri Komitesi’nin açıklaması şöyledir: “Rusya Yurttaşlarına,
Geçici Hükümet devrilmiştir. Proletarya ile Petrograd Garnizonunun başında olan Petrograd Asker ve İşçi Temsilcileri Sovyetinin organı olan Devrimci Askeri Komite iktidarı ele almıştır.
Halkın, uğrunda mücadele ettiği dava -ivedi bir demokratik barışın önerilmesi, büyük toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması, üretimin işçiler tarafından denetlenmesi, bir Sovyet Hükümetinin kurulması- kesinlikle kazanılmıştır.
Yaşasın Asker-Köylü ve İşçi Devrimi!
Petrograd Asker ve İşçi Temsilcileri Sovyeti
Devrimci Askeri Komite”
Bundan sonrası, inişli çıkışlı iktidar yıllarıdır…

G) Sonuç ya da Ayaklanma Stratejisi İçin Bir Özetleme Çabası…
“Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; işte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizmin blankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır.”
Üç koşul ve üç temel kural… İşte bütün sürecin en özlü ifadesi budur…
Ama yine de biz 1905 ve 1917 çizgisi üzerinden ayaklanma stratejisi için bir özet yapmak istersek, şunları söylememiz gerekir:
a) Devrimci terminolojide “toplu ayaklanma” ya da “Sovyetik ayaklanma” olarak anılan stratejik anlayış, görüldüğü gibi bir milli kriz/devrimci durum noktasında patlayan ve devrimci irade ile buluştuğunda sonuna dek giden bir çizgidir. Klasik anlatımla, bütün ülkeyi kuşatan ve “her şeyi çivisinden çıkaran” bir krizin kitlelerin örgütlülük düzeyi ve partinin hazırlığı ile buluşması halinde, süreç “devrim aşaması” noktasına gelmektedir. Kuşkusuz bu, daha önce de vurguladığımız gibi diyalektik bir işleyiştir; devrimci durum aynı zamanda kitlelerin hareketi tarafından etkilen bir durumdur ve aynı zamanda onların örgütlülüğü de aynı kriz ortamında yükselmektedir.
b) Ancak yine de genel kural olarak bu devrimci durum, uzun yıllar boyunca savaş, ekonomik çöküntüler, vb. gibi olgular tarafından hazırlanan nispeten kısa bir süreçtir. Yani devrimci partinin “elini çabuk tutarak” hızla değerlendirmesi gereken kritik bir zaman aralığı söz konusudur. İşçi sınıfının “ayaklanma ile oynamaması gereken” uzun hazırlık yıllarının ardından yeni durumu hızla kavraması, kendi örgütsel yapısını, sloganlarını, taktiklerini, hatta ruh halini hızla uyarlaması hayati bir önem taşımaktadır. Sınıfın öncüsü bunları yapmadığında, bir devrim durumunun kendiliğinden ayaklanmalara yol açması mümkündür; ama gerçek bir devrimden söz edilemez.
c) Bir stratejik çizgi olarak ayaklanma, eski dönemin nispeten daha barışçıl yöntemlerini geride bırakarak genel grevler, kitle gösterileri ve silahlı işçi birliklerinin saldırılarını içeren komplike bir eylem hattı yaratarak ilerler. Bu, klasik deyimlerle söylersek “evrim dönemi”nin taktik ve mücadele-örgütlenme biçimlerinden “devrim dönemi”nin taktik ve mücadele-örgütlenme biçimlerine geçiş anlamına gelir. Devrim döneminde kendisini bütünüyle sokağa, sokak hareketinin meşruiyetine fırlatan parti, bu süreçte adeta kabuk değiştirir, bildirilerin yerini bombalar, protesto gösterilerinin yerini meydan okuyan silahlı birlikler alır.
d) Esas olarak kentleri ve emekçi nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgeleri, mahalleleri (Ekim’deki Viborg semti gibi) temel alan ayaklanma, hareket merkezini buraya inşa eder, zaman zaman savunma taktikleri uygulasa da tipik yöntem olarak bu “sağlam” bölgelerden düşmanın yönetim binalarının yoğunlaştığı kent merkezlerine doğru silahlı saldırıya girişir. Kırlardaki müttefiklerini harekete geçirmeyi ihmal etmese de devrim, esas olarak kent ayaklanmalarını lokomotif olarak algılar.
e) İktidarı ele almayı hedefleyen her ayaklanma, şöyle ya da böyle, kurmak istediği yeni iktidarın nüvelerini ve organlarını yaratarak ilerler. Sonuç olarak bir devrim, halkın çoğunluğunu mevcut devlet mekanizmasından koparmak ve kendi iktidar alternatifini öne sürerek meşrulaştırmak durumundadır. Bu açıdan Ekim sürecinde oluşan “ikili iktidar” hali, kendine özgü nitelikler taşısa da, aslında her iktidara yürüyen bir ayaklanmanın önce yaratması, sonra da kendi lehine çözmesi gereken bir durum olarak gündemdedir. Ayaklanma stratejisinde bu durum, yine nispeten kısa süren bir durumdur; oysa ilerde göreceğimiz gibi örneğin uzun süreli halk savaşlarında aynı durum yıllara yayılan “kurtarılmış bölgeler” gibi başka biçimler alabilmektedir. Hatta Vietnam örneğindeki gibi bir ülkenin ikiye ayrılması ve bu iki parçadan birindeki devrimci yönetimin ülkenin tümüne talip olması mümkündür. Çok kısaca ve tabii ki çok kabaca ayaklanma stratejisinin temel öğeleri böylece özetlenebilir. Bir ayaklanma klasiği olarak Rusya örneği, sonraki yıllarda -çoğu kez de zaman ve mekan dikkate alınmadan- birçok ülkedeki devrimler için model olarak alınmış, 1905 ve 1917’nin dersleri devrimciler tarafından defalarca tartışılmıştır. Ancak devrim süreci, yeni toplumsal durumlar ve olgularla zenginleşerek yolunu bulan bir süreçtir ve kendisini mücadele biçimleri sorununda asla sınırlamaz. Gelecek bölümlerde inceleyeceğimiz devrim stratejileri, bu diyalektik kuralın ifadesidir.
Şimdilik, bu bölümü bitirirken, Lenin’in eşsiz cümlelerini yeniden hatırlatmak istiyoruz: “Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz.”

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-IV

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V

Marksist Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19