20 Yüzyıl: “Gerçek” Devrimler Çağı Ayaklanma
Laboratuarı Olarak Rusya
1- Devrevi Krizlerden Genel Bunalıma, Umutsuz
Girişimlerden Yaşayabilir Devrimlere…
A) Tarihin Dersleri ve “Gerçek” Devrim Kavramı
Yazımızın bu üçüncü bölümüne başlarken bir anlığına
geri dönüp hatırlamakta yarar var: 1848 fırtınası
için Engels, “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların
hepsini haksız çıkardı” diyor ve şöyle devam ediyordu:
“Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme
durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması
için henüz yeterince olgunlaşmamıştır.”
Engels’in bunu söylerken veri aldığı durum, kuşkusuz
rekabetçi dönem kapitalizminin koşullarıydı. Zaman
zaman büyük krizlerle sarsılan ama sonra yeniden
kendisini üretmenin bir yolunu bulan kapitalizm,
bir üretim biçimi olarak bu çağda henüz tarihsel
sınırlarına gelip dayanmamıştı. Başka bir deyişle
kapitalizm, bu dönemde bütün tıkanma noktalarına
karşın henüz toplumun üretici güçlerini tarihsel
olarak geliştirebilen bir konumdadır. Bütün bunları
söylerken ısrarla ve özenle “tarihsel olarak”
kavramını kullanıyoruz; bununla anlatmak istediğimiz
şey, kapitalizmin “fiziki tükenişi” ile “tarihsel
tükenişi” arasındaki farktır. Kapitalizm, her
dönemde (bugün de) fiziki olarak kendisini üretebilen
dinamik bir üretim ilişkisidir; en yüksek kârı
arama güdüsü sayesinde o, insanlığın ve doğanın
yıkımı, yani en temel üretici güçlerin yıkımı
pahasına da olsa her zaman bir biçimde kendisine
gelişme kanalları açar; şu ya da bu sektöre yüklenir,
oradaki ortalama kâr oranı düşmeye başladığında
bir başka alana sıçrar, teknolojik buluşların
belli periyodlarla yarattığı dalgaların üzerine
binerek irili ufaklı tüketim patlamaları yaratır
ve nihayet bütün bunların da ötesinde, bir yandan
askeri ekonomiyi tetiklerken diğer yandan korkunç
savaşların ortaya çıkardığı yıkımları yeni gelişme
basamakları olarak kullanır, vb. vb... Her ne
olursa olsun, sonuçta, tekelci kapitalizmin üretici
güçlerin gelişimini engellemesi, doğrudan doğruya
fiziki ve konjonktürel bir anlam ifade etmez.
Bu, tarihsel bir olgudur. Tekelci kapitalizm,
emperyalizm, kapitalizmin devrimci çağının sona
ermesi, onun rekabetle tetiklenen gelişme çizgisinin
banka ve sanayi tekellerinin baskısıyla “genel
olarak” ezilmesidir. Üretimin ve sosyal hayatın
tümüne hakim olan tekel, böylece bir yandan tek
tek işletmelerin bağımsız gelişme dinamiklerini
ortadan kaldırarak süreci tekellerin iradesine
bağlarken, diğer yandan da bir bütün olarak toplumun
gözeneklerini kaplayan bir tabaka gibi ekonomik-sosyal-kültürel
hayatın tümünü oligarşik bir azınlığın baskısı
altına alır. Sonuçta, yalnızca cansız üretici
güçler alanını değil, en büyük üretici güç olan
insanın toplumsal hayatını, bilgi ve gelişkinlik
düzeyini, yeteneklerini de köreltir; insana dair
istisnasız her şeyi tekellerin hizmetine koşar.
Bu, artık, burjuva devrimlerini tetikleyen ve
aynı zamanda onların sonucu da olan bütün o ilerici
düşünme biçimlerinin, aydınlanma eğilimlerinin
çamura bulanması, gericiliğin zaferidir. Kâr hırsını
ve daha yüksek kâr oranlarını yaratan dar teknolojik
gelişmeyi kapsayan ama bilimi ve bilimsel düşünceyi
genel olarak dışta bırakan yeni bir gericiliktir
bu. Ki bunun politik alandaki tezahürü, 1789’un
fırtınasında temelleri atılmış bulunan burjuva
demokrasisinin yozlaşarak ortadan kalkışı ve mali
oligarşinin politik hayatı tam bir baskı altına
almasıdır.
Ama 1848 günlerinde durum henüz bu noktada değildir.
Ve Marks, bunun devrimlerin güncelliği, mümkünlüğü
ile ilişkisini şu sözlerle kurmaktadır:
“Burjuva toplumunun üretici güçlerinin, burjuva
koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde,
gür bir şekilde gelişebildikleri böyle bir refah
nedeniyle, gerçek devrimden söz edilemez. Böyle
bir devrim, ancak, bu iki etkenin, yani modern
üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin
birbirleri ile çatışma haline geldikleri evrelerde
olanak kazanır. (...) Yeni bir devrim, ancak yeni
bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne
kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.”
Marks’ın bu tarihsel belirlemeleri, geleceğin
devrimci teorisi için son derece iki önemli unsuru
içeriyor:
Birincisi, Marks, bu sözleriyle devrim teorisine
ilişkin çok temel bir durumu oldukça keskin bir
öngörüyle sezdiğini gösteriyor. Emperyalist çağın
arifesi sayılabilecek bir süreçte söylenmiş bu
sözler belki henüz tam olarak bir yeni dönem tanımlaması
anlamına gelmemekte; ama derin bir tarih bilincine
işaret etmektedir. Kabaca söylenirse Marks, toplumları
sarsıntıya uğratarak devrimleri ve ayaklanmaları
tetikleyen ama bir süre sonra yeni bir refah dönemiyle
nispeten etkileri hafifleyen devrevi krizlerin,
kalıcı devrimci girişimler için yeterli olmadığını
anlamıştır. Bu, onda henüz “sürekli” ve “genel”
bunalım üzerine yeterli bir anlatım haline gelmiş
değildir; ama bu denli yeterli bir anlatım zaten
onun için mümkün de değildir. Bu görev, daha sonraları,
tekelci kapitalizmin hayli olgunlaştığı bir dönemde
sorunu ele alan Lenin’in üzerine düşecektir. Burada
Marks’ın yaptığı şey, kendi çağlarında yaşadıkları
devrimci fırtınalar döneminden somut, tarihsel
bir ders çıkarmaktır.
İkincisi ise aslında bu dersin doğrudan sonucudur.
Marks, bu pasajda belki de ilk kez “devrim” kavramının
o güne dek bilinen anlamına karşı bir güvensizlik
ortaya koymakta ve “gerçek devrim” gibi daha vurgulu
bir kavramı ortaya atmaktadır. Son derece açık;
artık onun zihninde salt “iktidarın elde edilmesi”
anlamındaki “politik devrim” tümüyle geriye düşmüş,
onun yerini “politik ve sosyal devrim”, yani bizim
bugün bildiğimiz, tanımladığımız şekliyle bütünlüklü
proletarya devrimi kesin biçimde almıştır. Marks,
bu sözleriyle aslında o gün için de işçi ayaklanmalarının
ve devrimlerin mümkün olmadığını söylememekte,
ancak “gerçek devrim”lerin, yani kapitalist ilişkileri
tasfiye etme noktasına dek ulaşan kalıcı hareketlerin
mevcut koşullarda şansının olmadığını söylemektedir.
Yani toparlayarak özetlenirse Marks ve Engels,
rekabetçi sürecin iniş-çıkışlı kriz-refah sarmalının
bütünlüklü proletarya devrimleri, yani “gerçek
devrimler” için henüz yeterli zemini sağlamadığını,
bu zeminin daha derin ve daha kalıcı bir bunalım
sonucunda ortaya çıkabileceğini düşünmektedirler.
B) Büyük Mirasın Cüce Sahiplenicileri ve
“Yavaş Giden Propaganda Çalışması-Parlamenter
Eylem...”
İşte tam bu noktadan Lenin’e ve Bolşeviklere kadar
uzanan zaman dilimi boyunca Avrupa solunun macerası,
Marks ve Engels’in bu düşüncelerini “anlamama
yarışı” olarak kendini ortaya koymuştur!
Gerçekten de durum böyledir… Evet, I. Paylaşım
Savaşı dönemi, II. Enternasyonal’in çürümesinin
en trajik noktası olarak çok fazla öne çıkmıştır
ama aslında hikaye daha eskiye, 1850’lere dek
dayanır. Çünkü sonuçta sosyal-şovenizme varan
bu sınıf uzlaşmacılığının derindeki kökenleri
devrim fikrinden kopmaya dayanmaktadır. Aynı şekilde
Rus coğrafyasında ve sonra başka başka yerlerde
ortaya çıkan sağcı eğilimlerin, kendiliğindencilik-iradecilik,
devrim-reform tartışmalarının temelleri de hep
aynı tartışmanın uzantılarıdır. Ve her seferinde
bütün oportünistlerin kendi yanlışlarını kanıtlamak
için tanık kürsüsüne çıkardıkları iki otorite
Marks ve Engels olmuştur.
Durum tam da Mahir Çayan’ın özlü tanımlamasında
olduğu gibidir: “Oportünizm her yerde ve her zaman
bilimsel sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur.
Ya zaman ve mekan kavramlarını dikkate almadan,
Marksizmin ustalarının başka tarihi şartlar için
ileri sürdürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş
olan tezlere dört elle sarılır ve bu tezleri kendi
sapmasına dayanak yapmaya çalışır. Veya Marksizm-Leninizmin
her şart altında geçerli tezlerini, zaman ve mekan
değişmiştir, o yüzden geçerli değildir diyerek
Marksizmi revize eder.” (Kesintisiz Devrim II-III)
Üstelik bu çarpıtma-düzeltme girişimleri yalnızca
daha sonraki dönemlere özgü de değildir. Bizzat
Marks ve Engels de kendi dönemlerinde kendilerini
“Marksistlerden” korumak için hayli çaba sarf
etmişlerdir. Özellikle 1848 devrimlerinden çıkardıkları
derslerin çarpıtılarak ahmakça bir parlamentarizme
dayanak yapılmasına karşı ciddi çabaları söz konusudur.
Bu çarpıtma onların ölümünden sonra iyice zirveye
çıkmış ve sonuçta bir ucu Kautsky’e ve Menşeviklere
dek giden oportünist teorilerin temelleri atılmıştır.
Marks’ın evinde oturup kalkma onurunu yaşamış
olan bu kötü mirasyediler grubu, kapitalizmin
nispeten “barışçıl on yılları boyunca” Lenin’in
deyimiyle “ham kafalık, küçük işlerle uğraşan
sınırlılık ve yadsımanın gerçek pislik, kokuşmuşluk
ve yolsuzluklarını biriktirmişlerdir.”
1848 sonrasındaki asıl mesele ise şudur:
Yukarıda görmüş olduğumuz gibi serbest rekabetçi
dönem koşullarının henüz bütünlüklü bir proletarya
devrimi için hazır olmadığını, bunun için yeni
ve kalıcı bir bunalımın gerekli olduğunu düşünen
Marks ve Engels, 1848 sonrasındaki süreci, böyle
büyük bir fırtınaya hazırlanmak için iyi değerlendirilmesi
gereken düşük tempolu bir süreç olarak algılamışlardır.
Gerçekten de bu dönem, Avrupa solunun partilerinin
Engels’in “yavaş giden propaganda çalışması ve
parlamenter eylem” diye tanımladığı taktik sayesinde
olağanüstü başarılar elde ettiği bir dönemdir.
Marks ve Engels, bir yandan bu durgunluk dönemini
kendi teorik çalışmaları için fırsat olarak değerlendirirlerken,
diğer yandan da dönemin proletarya partilerine
böyle bir güç toparlama taktiğini öğütlemektedirler.
Gerçekten de söz konusu dönem proletarya partileri
bu taktikle ciddi başarılar sağlamaktadırlar.
Almanya için iki milyondan fazla sosyalist oydan
söz edilmekte, Belçika’dan Fransa’ya, Bulgaristan
ve Romanya’ya kadar her tarafta işçi sınıfı parlamentolara
temsilcilerini göndermektedirler. Örneğin Almanya
için Engels, “Eğer bu böyle giderse yüzyılın sonuna
kadar, toplumun orta tabakalarının, küçük-burjuvazinin
ve küçük köylülerin en büyük bölümünü elde ederiz
ve ülkenin içinde belirleyici bir etkinliği olan,
bütün öteki güçlerin, ister istemez karşısında
eğilmek zorunda olacağı bir güç haline gelinceye
kadar büyürüz” diyor ve ekliyor: “Biz, ‘devrimciler’,
‘kargaşalık çıkaranlar’, legal yollarla, illegal
yollarla ve kargaşa ile olduğundan çok daha iyi
gelişiyoruz, başarılı oluyoruz. Kendi kendilerine
verdikleri adla düzenin partileri gene kendilerinin
yarattıkları yasal (légal) durum yüzünden yok
olup gidiyorlar.” (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri,
önsöz)
Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Bütün bunlar, devrimin yeni araçları kullanması
anlamına geliyor.
Marks ve Engels, her şeyden önce, genel oy sisteminin
proletaryanın kendi gücünü ölçme araçlarından
biri olduğuna inanmaktadırlar ve yalnızca böyle
bir yararın bile önemli olduğunu düşünmektedirler.
Ancak “genel oy, daha fazlasını da yapmıştır”
diyor Engels: “Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz
uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile
temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm
halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi
görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak
konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir
benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize,
Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz
bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına
karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında
ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki
ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir.”
(age)
Yani aslında bu taktik yalnızca bir “güçsüzlük
dönemi” taktiği değildir; Marks ve Engels, tanık
oldukları ve zaman zaman bizzat katıldıkları devrimler
süreci boyunca emekçi nüfusun bir bölümüne ulaşamayan
devrimlerin başarısızlıklarını da acıyla gözlemlemişlerdir.
Alman Köylüler Savaşı’nda kent nüfusunun köylülerin
kaderine ilgisizliği, 1848’de bu kez köylülerin
kalbini kazanamayan kent ayaklanmalarının tıkanması,
vb. vb… Daha sonraki bir başka örnek de bütün
bu derslere rağmen Komün sırasında taşraya derdini
anlatamayan ve kırların desteğini alamayan Paris’in
kaderidir. Dolayısıyla, Marks-Engels’in önerdiği
şey, büyük ve son hesaplaşmadan önce, “taçların
yerlerde yuvarlanacağı” korkunç savaşa hazırlık
olarak kitlelere ulaşabilen etkin yollar bulmak
ve bu arada seçimleri bu amaçla yaygın olarak
kullanmaktır.
Şöyle diyor Engels: “Baskınlar zamanı, bilinçsiz
yığınların başında bilinçli bir küçük azınlık
tarafından gerçekleştirilen devrimler zamanı geçti.
Toplum düzenlenişinin tam bir dönüşümünün söz
konusu olduğu yerde, yığınların kendilerinin de
bunda işbirliği yapmaları, söz konusu olan şeyin
ne olduğunu, varlarıyla yoklarıyla neyin içine
girdiklerini önceden anlamış olmaları gerekir;
işte son elli yılın tarihinin bize öğrettikleri
bunlardır. Ama yığınların yapılacak olanın ne
olduğunu anlaması için, uzun, direşken bir çalışma
zorunludur; ve işte şimdi bizim yaptığımız da
bu çalışmadır ve biz, bunu, hasımlarımızı umutsuzluğa
düşüren bir başarı ile yapıyoruz.” (age)
Yeterince açık olmalı; Engels’in söyledikleri
aslında bir devrim hazırlığının en tipik unsurlarını
barındırmaktadır. Ayaklanma ve zora dayanan bir
devrimler silsilesi için kitleler içinde hazırlık
yapmak… Engels’in yazımızın geçen bölümünde aktardığımız
“barikat savaşı” eleştirisi de bununla bağlantılıdır.
O, işçilerin önce ayaklanıp sonra da barikatların
arkasına geçerek kaderlerine (yani ölümlerine!)
razı oldukları bir stratejik çizgiyi yararsız
bulmakta, ayaklanmacıların “kurbanlık koyun gibi”
öne atıldıkları eski tarzı “provokasyon” olarak
değerlendirmektedir. Bu, elbette ayaklanma ve
zora dayanan devrimlerin reddi anlamına gelmemektedir;
tam tersine Marks ve Engels, deyim yerindeyse
devrimci ayaklanmanın “çıtasını yükseltmekte”
ve proletaryayı daha kapsamlı ve daha kesin vuruş
için eğitmek gerektiğini söylemektedirler. Engels’in
şu söyledikleri tam da bunun ifadesidir: “Bu demek
midir ki, gelecekte sokak mücadelesi hiç bir rol
oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir:
1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için
çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha
elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması,
gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle
kapatıldığı, giderildiği takdirde başarılı olabilir.
Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrimin
başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha
seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle
girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük
kuvvetler, bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve
31 Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz,
açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.”
(age)
Okuyucu, sanırız yazımızın ilerleyen bölümlerinde
farkına varacaktır; bu hayranlık verici çözümleme,
sanki 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinin izleyeceği
yolu tarif etmektedir: Barikat ardında beklemek
değil, bütün devlet binalarına doğrudan saldırarak
iktidarı ele geçirmek! Engels’in verdiği örnekler
de (Fransız Devrimi ve Komün) tam böyle örneklerdir
zaten.
Bu, sözcüğün gerçek anlamıyla iktidar için ayaklanmadır;
ayaklanıp caddeleri kanıyla sulayıp başka sınıflara
tepsiyle iktidar sunmak değil; kendisi için, kendi
iktidarı için ayaklanmak!
“Günümüzde ayaklanma gerçekten savaş türünden
bir sanattır ve ihmal edildiği zaman, ihmal eden
partinin mahvına sebep olacak kurallara bağlıdır.
Partilerin yapısından ve ayaklanma durumunda göz
önüne alınması gereken hususlardan mantıksal olarak
çıkarılan bu kurallar o kadar açık ve basittir
ki, 1848’deki kısa deneyleri Almanlara bunları
gayet iyi öğretmiştir. Önce, oyununuzun sonuçlarıyla
karşılaşmaya tamamen hazır olmadıkça ayaklanma
ile oynamayınız. Ayaklanma son derece belirsiz
niceliklerle yapılan bir hesaptır. Bu niceliklerin
değeri her gün değişebilir. Karşınızdaki güçler
örgüt, disiplin ve yerleşmiş otorite bakımından
sizden ileridirler. Sizin onlara karşı kuvvetli
üstünlükleriniz olmadıkça yenilir ve mahvolursunuz.
İkinci olarak, ayaklanma bir kere başladı mı,
en büyük bir azimle ve hücum planında yürür. Savunucu
bir eylem her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanlarla
boy ölçüşmeye kalkmadan kaybedilir. Hasımlarınızı
güçleri dağınıkken bastırınız; küçük de olsa her
gün yeni başarılar, ilerlemeler tertipleyiniz.
İlk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü
muhafaza ediniz; daima en kuvvetli tahrike kapılan
ve daha emin olan yanı gözeten, iki taraf arasında
mütereddit kişileri kendi tarafınıza toplayınız;
düşmanlarınızı size karşı güçlerini bir araya
getirmeden geri çekilmeye zorlayınız. Devrimci
politikanın bugüne kadar bilinen en büyük üstadı
Danton’un dediği gibi, Atılganlık, atılganlık
ve yine atılganlık.”
Yani kısacası, Marks ve Engels’in 1850’lerdeki
derdi bellidir. Başı sonu belirsiz bir “hazırlık”
değil, seçim zaferleriyle aptallaşmak değil, barikat
arkalarında boğazlanmak da değil; devrim için
güç biriktirmek!
Ancak, yukarıda da dediğimiz gibi, bu çözümleme
derinliği, özellikle Alman solunun ve daha sonraki
yıllarda II. Enternasyonal oportünistlerinin “sığlaştırma”
operasyonuna uğramış, genel olarak geri çekilmeci,
uzlaşmacı bir parlamenter avanaklığın temeli haline
getirilmiştir. Aynı dönemde gelişip serpilen (ya
da semiren!) işçi aristokrasisine, onların ev
ve aile düzenlerini bozmak istemeyen statükoculuğuna
yaslanan oportünizm, proletarya ayaklanması teorilerini
tozlu sandıklara kaldırıp uzlaşmacı bir “stratejik
çizgi”yi ya da “stratejik çizgisizlik” anlamına
gelen kendiliğindenciliği inşa etmişlerdir. Doğal
olarak işçi aristokrasisinin bu “mevcudu koruma”
tutkusu, savaş sırasında sosyal-şovenizme kadar
gitmiştir. Lenin’le Krupskaya’nın sürgün yolunda
evlendiklerini duyan bir İngiliz sosyalistinin,
“Gerçekten cezaevinde yattınız mı? Olamaz! Eğer
benim karımı cezaevine atsalardı ne yapardım bilmiyorum”
(Lenin’den Anılar) demesinin altında yatan şey,
kişisel kaygıdan öte işçi aristokrasisinin karakteristik
tutumudur. Çünkü ayaklanma ve devrim, ona katılanların
bütün hayatlarını sınıfın kaderine bağladıkları
ve mevcut yaşam biçimlerini riske attıkları bir
durumdur; ve sözü geçen İngiliz sosyalistinin
böyle bir niyeti yoktur!
Sanırız artık bu noktada bir “ara toplam” yapabilir
ve buraya kadar söylediklerimizin bir özeti olarak
şunu söyleyebiliriz: Daha sonraları 1905, 1917
devrimlerinin temel çizgisi olacak olan ayaklanma
stratejisinin temelleri, o gün orada yeniden keşfedilmiş
gibi görünseler de, gerçekte neredeyse yarım yüzyıl
önce Avrupa’daki büyük hesaplaşmaların deneyimleri
ve çözümlemeleri üzerinde atılmıştır. Aradaki
“avare yıllar”ı ve cüce mirasçıları aşıp gerçek
kaynağa, Marks ve Engels’e ulaşan Lenin’in orada
bulduğu şey, Avrupa devrimler sürecinin eleştirisinden
çıkan yeni bir devrim ve ayaklanma anlayışıdır.
Onu, “tek bir merkezi gazete” ve bir “devrimciler
örgütü” fikrine götüren öngörüler de, 1905 günlerinde
“işçileri silahlandırın, karakollara saldırın”
diye haykırmasına neden olan arka plan da bu yeni
devrimci ayaklanma tipini içselleştirmiş olmasıdır.
2- Rotanın Değişmesi ve İlk Zayıf Halka: Rusya!
A) Rus Devrimci Hareketinin Serpilmesi
Yazımızın bu aşamasına geldiğimizde artık söz
sırası Rusya’dadır…
Aslında yaşamının son dönemlerinde, 1880’lerde
Marks da söz sırasının Rusya’ya geldiğini düşünmektedir;
Marks, “Rusya’nın Avrupa’daki devrimin öncüsü”
olduğu kanısındadır ve kötüye giden sağlığına
rağmen hızla Rusça öğrenmekte ve Rus devrimcileriyle
yazışmalar yapmaktadır.
Avrupa’da yukarıda özetlediğimiz gelişmeler olurken
Rusya toprakları da boş değildir; tarih 1917 Ekimine
bir günde gelmemiştir.
15. yüzyıldan beri kesin bir mutlakiyetle yönetilen
Rusya daha 17. yüzyıldan itibaren serfliğe karşı
direnen köylü ayaklanmalarıyla sarsılmaya başlamıştı.
Eski bir köle olan Bolotnikov’un önderliğindeki
bu ilk köylü ayaklanmaları, 1660’lar boyunca zaman
zaman 20 bin kişilik kuvvetleri etrafına toplayabilen
kazak Stenka Razin ayaklanması bunların en önemlileriydi.
1700’lerdeki Pugaçev ayaklanması ise bütün Rus
tarihinin en büyük devrimci hareketlerinden biridir;
öyle ki, Pugaçev, 1773’te artık Güney-doğu Rusya’nın
tamamını kontrolünde tutabilmektedir.
Daha sonraki dönem ise artık Batının burjuva demokratik
fikirlerinden de etkilenmeye başlayan daha modern
hareketler dönemidir. 1800’lerin başından itibaren
Rusya’da bir yandan Herzen, Belinsky, Çernişevski
gibi büyük düşünürler belirmekte, diğer yandan
ise sonradan dünya edebiyatının klasikleri olan
Gogol, Dostoyevski, Turganyev ve Tolstoy gibi
yazarlar birbiri ardına sahneye çıkmaktadır. Bu
arada, klasik burjuva devrimleri çağını artık
kaçırmış olan Rusya toprağında feodalizm ve çarlık
karşıtı fikirler de kendine özgü bir yoldan gelişip
eyleme dönüşmektedir. Kendine özgü diyoruz; çünkü
gerçekten de bu fikirler ve eylemler karmaşası,
aynı anda hem klasik Avrupa aydınlanmasının, hem
de sosyalist fikirlerin etkisi altındadır ve bütün
bunların üstüne bir de Rus toprağına özgü devrimci
öğeler ve anarşizm de eklenmektedir. Artık gündemde
olan, 1789’un klasik ayaklanması değil, ağırlıklı
olarak öğrencilerin başını çektiği bir “halkçılık”
eğilimidir. Başlangıçta “halka gitme” gibi daha
barışçıl yollardan yürüyen hareket, kısa sürede
gizli silahlı örgütlenmelere dönüşmektedir. Devrimci
ve reformist versiyonları ve dönemleri olsa da
genel olarak Narodnizm (Halkçılık) kavramıyla
adlandırılan bu hareket, treni kaçırmış olan Rusya’nın
kapitalist aşamadan geçmesinin gerekli olmadığı
görüşündedir ve çoğu durumda da anarşizmle bir
biçimde ilişkilidir. Zaten Anarşizmin en bilinen
önderlerinin (Kropotkin, Bakunin, Naçayev, vb.)
Rus kökenli olmaları da rastlantı değildir. Süreç
boyunca Rusya’yı izleyen Marks ve Engels, bu görüşlere
yakın değillerdir ama “şu anda Rusya’da bir şeyler
yapan tek insanlar bunlardır” diyerek Narodnizme
yönelik saldırılara da karşı çıkmaktadırlar.
Sonraları kitleselleşerek sağa kayması ve nihayet
sosyal-devrimciler olarak Ekim’e doğru yeni bir
noktaya gelmesi bir yana, Narodnizmin özellikle
ilk dönemine damgasını vuran eğilim, safdillik
düzeyinde bir romantizm, saplantılı bir suikast
yöntemi, kitle ayaklanmasına yanlış bakış, onların
çağrıya uyarak ayaklanacaklarına yönelik samimi
inanç, çoğu soylu ailelerden gelen öğrencilerin
özveriyle kendileri halkın davasına adamaları
biçimindedir. Bu, aslında Rusya’nın genel tablosunun
da bir yansıması gibidir; örneğin bu coğrafya,
1820’lerden 1870’e dek irili ufaklı üç binin üzerinde
köylü ayaklanmasına tanık olmuştur ve sadece 1825-1654
arasında toprak sahiplerine ve devlet görevlilerine
karşı 144 başarılı, 75 başarısız suikast gerçekleştirilmiştir.
Yani Narodnik gelenek bir boşlukta gelişmemiş,
belli bir zemin üzerine oturmuştur.
Şüphesiz Narodnizmin bütün öyküsünü bu yazı çerçevesinde
özetlemek oldukça zordur, zaten böyle bir niyetimiz
de yok. Ancak, 1800’lerin ikinci yarısından başlayarak
1900’lere kadar bütün Rusya’yı saran, değişikliğe
uğramış biçimleriyle 1900’lerde de Rus devrimci
hareketinde etkili olmuş olan bu hareket, Rus
devriminin stratejik çizgisi ve örgütlenişi üzerinde
de reddedilemez bir etkiye sahiptir. İlk bakışta
belki çelişkili gibi görünebilir ama Rus Marksizmi,
başından beri çatışma içinde olduğu bu akımdan
da esinlenmiş, kendi devrimci çizgisini sadece
Avrupa’nın klasik Marksist ekolüne dayandırmamıştır.
Bu dönemde kimileri Marksist terminolojideki klasik
feodal toplum-kapitalist toplum-sosyalizm sıralamasını
papağan gibi tekrarlayarak kapitalizmin gelişimini
ve burjuva devrimini -sosyalizmin zamanı gelsin
diye- beklerken, başkaları dağınık ve merkezsiz
bir kendiliğindenciliği göklere çıkarırken Lenin,
tarihin devrimci irade ile zorlanabileceği konusunda
tam bir fikir açıklığına sahiptir ve bunun manivelası
olarak da çelik bir çekirdek etrafında örülmüş
parti örgütünü ortaya koymaktadır. Daha sonraları
bu düşünce ve pratik, Narodnizmin gevezeliğe dönüşmüş
biçimlerine olduğu kadar legal-marksizme ve bütün
diğer sağcı akımlara karşı mücadele içinde çelikleşecek,
Emeğin Kurtuluşu grubundan başlayarak Bolşevik
yapılanmaya kadar varacaktır. Bütün bu süreç boyunca
işçi sınıfına ve kitlelere dayanan hareket ve
bu hareketin çelik bir çekirdek tarafından yönlendirilmesi
fikri Lenin’de berrak ve açıktır. Bu yüzdendir
ki, Troçki’nin anılarında aktardığı gibi Avrupa’daki
sosyalistler Ruslara ve Lenin’e hep belli bir
mesafeyle yaklaşmakta ve Lenin’de hep “gizli bir
Bakunin” görmektedirler.
B) Rusya ve Devrimci Durum
Bu arada, Rusya büyük bir hızla kıtanın devrimci
havzası haline dönüşmektedir.
Dünya kapitalizminin tekelci aşamaya evrilmesi
1800’lerin sonunda artık tamamlanmış, böylece
devrimin objektif şartlarının bütün dünyada mevcudiyeti
bir gerçeklik haline gelmiş, devrimler çağı açılmıştır.
“Zayıf halka”, “devrimci durum-milli kriz” gibi
tezler belki sürecin erken aşamalarında Lenin
tarafından henüz net formülasyonlar haline sokulmamıştır
ama pratikte, canlı hayatın içinde yaşanmaktadırlar.
Zaten onların teorik tezler haline gelmeleri de
bu canlı devrimci pratiğin sonucunda gerçekleşecektir.
Her şeyden önce, 1800’lerin ikinci yarısı Rusya’da
kapitalizmin gelişme dönemidir ve bu aynı zamanda
işçi hareketinin giderek yükselmesi anlamına gelmektedir.
1861-1869 arasında gerçekleşen 63 grevde 30 bin
işçi, 1870-1879 arasındaki 187 grevde 79 bin işçi,
1880-1884 arasındaki 101 grevde 99 bin işçi vardır.
Daha sonraki süreç ise nitel değişiklikler gösterir.
1879’da 100’den fazla işçi çalıştıran işletmeler
bütün işletmelerin yüzde 67 iken, 1890’da bu oran
yüzde 71’dir. 1890’da varolan sanayi işçilerinin
570 bini 500’den fazla işçi çalıştıran işletmelerdedir
ve bu fabrikalar özellikle belli bölgelerde, Avrupa
Rusya’sındadır. Bütün bunlar işçi sınıfı içersinde
sınıf bilincinin ve toplu davranış geleneklerinin
artışına zemin hazırlamaktadır. 1885-1889 arasındaki
221 greve 223 bin işçi katılırken, 1890-1894 arasında
181 greve 170 bin işçi, 1895-1897 arasında ise
568 greve 190 bin işçi katılmaktadır. Ve bunlar
henüz başlangıçtır. 1900’lere henüz girilmemiştir;
politik genel grevlerin 1905 patlamasına ise daha
çok vardır.
Bütün bunlara karşın Rusya’nın devlet yapısı ise
en tipik monarşidir. Çarın kişisel varlığıyla
tümden bütünleşmiş devlet yapısı, en küçük bir
hukuk sistemi ve anayasa, vs. öngörmemekte, bütün
kıpırdanmaları ezen koyu bir baskı rejimi hüküm
sürmektedir. Sürgün ve kürek cezası yürürlüktedir,
Sibirya adeta bir açık hapishane olarak kullanılmaktadır.
1880’lerde Ohrana adını alarak yetkinleştirilen
siyasi polis teşkilatı tamamen kendi inisiyatifiyle
istediği cezayı uygulayabilen bir terör örgütü
konumundadır.
Aynı zamanda bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’nın
kırları ise korkunç bir yoksulluğun ve açlığın
pençesinde kıvranmakta, sık sık patlayan ayaklanmalarla
tepkisini ortayla koymaktadır. 1900’lerin başında
“Çar Baba” henüz duruma hakimdir; ama “yönetilenlerin
eskisi gibi yönetilmek istemedikleri” bir durum
da alttan alta gelişmektedir.
Böyle bir tablo hüküm sürerken Çarlığın kolay
bir zafer ve emperyalist çıkarlar umuduyla girdiği
Japon savaşı ise krizin derinleşme noktasıdır.
Bu savaş Rusya’nın yüz kızartıcı yenilgisiyle
sonuçlandığında, ekonomik ve siyasal çıkmaz artmış,
1904’e doğru kitlesel grevler fırtınası ilk işaretlerini
vermiştir. 1904 Temmuzunda İçişleri Bakanı Plevhe’nin
öldürülmesi ise baskı rejiminin çaresizliğini
açıkça ortaya koyacaktır.
C) Bir Prova Olarak 1905 Devrimi
Kısacası 1905 Ocak ayında Rusya, tipik bir “zayıf
halka”dır. Reformlarla baskı tedbirleri arasında
gidip gelen Çarlık büyük bir zaaf içindedir; işçi
sınıfı başta olmak üzere bütün yönetilenler derin
bir hoşnutsuzlukla sarsılmaktadır ve yüz binlerce
insan sokağa çıkmaya hazırdır. Ortadaki tablo, Lenin’in
daha sonraki tarihlerde maddeler halinde formüle
edeceği “devrimci durum” tasvirine tam olarak uygundur.
Yine de 1905 devrimi bütün bunlar hesaplanarak başlatılmış
değildir; o, hiç umulmayan bir yerden, polisin “işçileri
örgütleme” projesinin bir parçası olan Papaz Gapon’un
düzenlediği bir gösteriden gelmiştir. 9 Ocak 1905
Pazar günü barışçıl bir gösteri için bir araya gelen
140 bin işçinin üzerine ateş açarak bini aşkın kişiyi
öldüren Çarlık muhafızları artık fitili ateşlemişlerdir.
Daha “Kanlı Pazar”ın ertesi günü işçiler silahlanmakta,
işçiler ve kazaklar arasında silahlı çatışmalar
gerçekleşmekte, Moskova, Riga, Varşova ve Kafkasya’da
genel grev dalgaları birbirini izlemektedir. Yalnızca
Ocak ayında 400 binden fazla işçi grevdedir; köylü
ayaklanmaları dalga dalga yayılmaktadır. 1 Mayıs
1905 ise 200 kentte birden yapılan siyasal grevlerle
tarihe geçecektir.
Mayıs-Aralık arası ise tam bir fırtına dönemidir.
Varşova’dan Urallara ve Kafkasya’ya kadar her tarafta
genel grevler, ayaklanmalar birbirini izlemekte,
bütün bunlara ilkbahar-yaz aylarında köylü ayaklanmaları
eklenmekte ve nihayet sonunda devrim Odesa’daki
Potemkin Zırhlısı ayaklanmasıyla Çarlık ordusunu
da parçalamaktadır. Bu aşamada Çarlığın verdiği
Duma Seçimleri tavizi de Bolşevikler tarafından
reddedilmiş, seçimler boykot edilerek silahlı ayaklanma
çağrısı yapılmıştır.
En önemlisi de bu süreçte, tarihte ilk kez “Sovyet”
adı altında işçi sınıfının politik yönetim organlarını
keşfedilmiştir. Grevleri yönetmek için oluşturulan
örgütlerin giderek politik organlar haline dönüşmesi,
Rus devriminin geleceği açısından muazzam bir kazanım
olmuştur. Ekim 1905’te toplanan Petersburg, Moskova,
Odesa, vb. Sovyetleri, belli sayıda işçiye bir delege
esasıyla bizzat işçiler tarafından seçilmiş ve iktidar
organları olarak Komün deneyimini taçlandırmışlardır.
Öte yandan, bilindiği gibi 1905’e doğru gelen süreç
RSDİP için de bir arınma ve çelikleşme sürecidir.
1905’te RSDİP artık kendiliğindenci görüşlerle hesaplaşarak
ayrışmış bir Bolşevik örgüttür. Aynı Bolşevik örgüt,
demokratik devrimdeki iki ayrı taktik konusundaki
sorunları da büyük ölçüde çözmüş ve “burjuva devrimini
bekleme” taktiği ile köprülerini atmıştır. Ancak,
parti henüz bu çaptaki olaylara önderlik etmekte
yetersiz ve zayıftır; yeni duruma uyum sağlamakta
zorlanmaktadır; henüz yurtdışında bulunan Lenin’in
çağrıları adeta çığlık gibidir: “Altı aydan fazla
bir süredir bombalardan söz edildiğini ve hala tek
bir bombanın bile imal edilmediğini dehşetle, sözcüğün
tam anlamıyla dehşetle görüyorum. (…) Gençliğe gidin.
Her yerde, öğrenciler arasında olduğu gibi özellikle
işçiler arasında da hemen mücadele grupları kurun.
Üç kişiden on kişiye, otuz kişiye kadar bu birlikler
vakit geçirmeksizin kurulmalı, tabanca, bıçak, yangın
çıkarmak için gaza batırılmış bez parçalarıyla elden
geldiğince iyi silahlanmalıdırlar. (…) Formalitelerden
vazgeçin, tanrı aşkına bütün şemaları bir yana bırakın,
bütün o ‘işlevleri’, ‘hakları’ ve ‘ayrıcalıkları’
cehennemin dibine gönderin!” (Lenin’den Anılar)
Bütün bu yetersizliklere karşın, Bolşevikler süreçte
etkindirler. Aylar süren genel grevler, yüzlerce
yeni Bolşevik örgütünün kurulması, sonbahar boyunca
süren asker ayaklanmaları ve gösterileri, büyük
ölçüde onların başarısıdır. Kasım’da Petersburg
Sovyeti’nin ezilmesinden sonra ise silahlı ayaklanma
çağrısı daha belirgindir. 7 Aralık’ta başlayan Moskova
genel grevi, üç gün sonra silahlı ayaklanmaya dönüşecek,
ancak donanımsızlıktan ötürü bir süre sonra yenilecektir.
Aralık 1905 ve Ocak 1906 birçok kentte silahlı ayaklanmalar
dönemidir ve bazı kentlerde iktidar Sovyetler tarafından
kısa süreli olarak ele geçirilmiştir. Ancak artık
bir dönüm noktası aşılmıştır. İşçi sınıfının canlılığı
çok sonraları bile sona ermiş değildir, 1906 sonbaharında
hala büyük köylü hareketleri ve asker ayaklanmaları
sürmektedir; hatta bir anlamda devrim süreci 1907
ortalarına dek devam etmiştir ama artık gericilik
kendisini toparlamakta ve duruma hakim olmaktadır.
Buna karşın devrimci güçlerin yetersizlikleri de
açığa çıkmıştır.
1907 yazından itibaren ise Rusya artık, koyu bir
gericilik ve baskı dalgasının altındadır. Devrim,
bir prova yapmış ve geri çekilmiştir; ama ayaklanmaya
ilişkin bütün deneyimleri belleğine kaydederek…
Birkaç yıl sonra, 1908’de şöyle yazıyordu Lenin:
“Bekleyin biraz. 1905 gene gelecek. İşte işçilerin
görüşü bu. O mücadele yılı, onlar için, bir ne yapmalı
örneği sağladı. Aydınlara ve dönek küçük burjuvalara
göre o bir “delilik yılı”, bir ne yapmamalı örneğiydi.
İşçi sınıfına göre bu devrim deneyinin eleştirilip,
değiştirilip kabul edilmesi, Kasım grevi mücadelesinin
ve Aralıktaki silahlı çarpışmanın daha geniş, daha
toplu, daha bilinçli olması için o zamanki mücadele
yöntemlerinin daha başarılı olarak nasıl uygulanacağını
öğrenmekten ibaret olmalıdır.” (1905 Devriminde
Silahlı Mücadele)
D) Bir Devrimin Dersleri ve Ayaklanma Stratejisinin
Temelleri
“1905 gene gelecek…”
Yenilgiye uğramış olmasına karşın bu devrimi son
derece önemli kılan şey, işte tam da bu cümledir…
Gerçekten de 1905, sık sık belirtildiği gibi bir
“prova” olarak tarihe geçmiş, Rus devrimi gelecekte
kullanacağı deneyimlerin büyük çoğunluğunu bu
birkaç yılda edinmiştir. Zaten gelecekteki büyük
devrimin kadrolarının da hayli önemli bir bölümü,
1905’te partiye üye olanlardır.
1848 ya da Komün deneyimlerinden farklı olarak
bu devrimci girişim, çok sayıda aracın birlikte
kullanıldığı komplike bir eylem olarak, daha sonraları
“ayaklanma stratejisi” olarak bilinecek olan stratejik
çizginin en temel koordinatlarının ve derslerinin
ortaya konulduğu bir harekettir. Gerçi, en genel
anlamıyla klasik halk ayaklanması geçen sayımızda
anlattığımız gibi yüzlerce yıldır ezilenlerin
gündemindedir ama 1905’in yeri yine de başkadır.
1905, bir “ayaklanma” laboratuarıdır ve onun asıl
anlamı 1917 ile birlikte düşünüldüğünde ortaya
çıkmaktadır.
1- Her şeyden önce 1905, bir partinin, devrimci
durumu sezmek ve hızla hareket ederek bu duruma
uyum sağlamak konusundaki esnekliğinin hayati
önemini ortaya koymuştur, ki bu ayaklanma stratejisinin
en kritik sorunudur. Çünkü devrimci durum, milli
kriz, kendi başına devrime yol açan bir olgu değildir;
ancak devrimci iradenin hazır olması halinde böyle
bir devrim aşamasına ulaşılabilmektedir. Ve Lenin,
1905 olaylarında bizzat Bolşeviklerin de bu konuda
başarılı oldukları kanısında değildir. “9 Ocak
1905, proletaryanın devrimci enerjisinin dev potansiyelini
ve sosyal-demokratların örgütünün bütün yetersizliğini
gözle önüne sermiştir” (Lenin’den Anılar) derken
açıkça kastettiği budur. Ve bu yetersizlik yalnızca
teknik ya da askeri alanda değildir; parti ve
devrimci örgütler devrimci durumu kestirme ve
hazırlanma noktasında da yetersiz kalmışlardır.
Lenin’deki daha ayrıntılı bir tanımlama şöyledir:
“Devrim dönemleri, barış içinde evrim denen dönemlerden,
yani iktisadi koşulların derin buhranlar ve güçlü
kitle hareketleri doğurmadığı dönemlerden, kesinlikle
şu bakımdan ayrılır: Devrim dönemlerinde mücadele
biçimleri kaçınılmaz olarak daha çok çeşitlidir
ve kitlelerin doğrudan doğruya devrimci çarpışmaları,
önderlerin millet meclislerinde, basında vb. giriştikleri
propaganda ve ajitasyon hareketlerinden daha üstündür.
Bunun için, devrim dönemlerini değerlendirmede,
mücadelenin biçimlerini çözümlemeden yalnız çeşitli
sınıfların faaliyet çizgisini tanımlamaya kalkarsak,
tartışmamız bilimsel anlamda eksik ve diyalektik
dışı olur (…)”
Bu tanımlamalar doğrultusunda Moskova ayaklanmasını
değerlendiren Lenin, “örgütler hareketin büyüyüp
genişlemesine ayak uydurmayı başaramadılar” diyor
ve şöyle devam ediyordu: “İşçi sınıfı mücadelenin
nesnel koşullarındaki değişikliği ve grevden ayaklanmaya
geçiş ihtiyacını, kendi önderlerinden daha çabuk
anladı. Her zaman olageldiği gibi uygulama teorinin
önüne geçti. Sakin bir grev ve gösteriler, artık
işçileri tatmin etmemeye başladı; şöyle sordular:
Bundan sonra ne yapmalı?” (Moskova Ayaklanmasından
Çıkan Dersler) Aslında Lenin, devrimin ve ayaklanmanın
tümüyle planlanmasının olanaksızlığını ve olayların
bir parça teorinin önüne geçmesinin kaçınılmazlığını
teslim etmektedir; onun asıl eksiklik olarak nitelediği
şey, partinin duruma uymakta gösterdiği yavaşlık
ve yetersizliktir. “Barikatlar kurulması talimatı
mahallelere gelmeden çok önce, zaten şehrin merkezinde
barikatlar kurulmuştu. Yığınla işçi çalıştı bunlarda;
ama bu bile onları tatmin etmiyordu; bilmek istiyorlardı:
bundan sonra ne yapmalı? Etkin çareler istiyorlardı.
Aralık ayında biz, Sosyal Demokrat işçi sınıfı
önderleri, birliklerini akıl almaz bir biçimde
yayıp, çoğunun savaşa etkin olarak katılmamasına
sebep olan bir başkomutan gibiydik. Kitleler kararlı
ve cesur bir kitle hareketi için talimat bekliyorlardı
ama alamadılar.” (age)
Sonuç olarak devrimci parti, Engels’in tanımladığı
“yavaş giden propaganda çalışması ve parlamenter
eylem” aşamasının nerede bittiğini, savaş borularının
ne zaman çaldığını zamanında ve doğru olarak sezmekle
yükümlüdür. 1905, bunun olumsuz yönden kanıtlandığı
bir süreç olmuştur.
2- Öte yandan 1905, Engels’in 1848 devrimlerinden
çıkardığı derslerin bir kez daha -zaman zaman
olumlu, zaman zaman olumsuz biçimde- kanıtlandığı
bir süreçtir. Önce ayaklanıp sonra da kendisini
barikatların arkasına hapseden klasik biçimin
geçersizliği, ayaklanmanın “sonuna kadar gidilmesi
gereken kesin bir eylem” olarak ele alınmasının
zorunluluğu, bunlardan en önemlisidir. Lenin bu
konuda son derece dürüst ve açık sözlüdür: “Aralık
olayları Marx’ın derin önermelerinden başka birini,
oportünistlerin unuttuğu bir önermeyi de doğrular:
Ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın başlıca kuralı
müthiş cüretli ve dönmemecesine kararlı bir saldırıcı
olmaktır. Yeterince sindirememişiz bu gerçeği.
Bu sanatı, bu her ne pahasına olursa olsun saldırma
kuralını, ne biz öğrenmişiz yeterince, ne de kitlelere
öğretmişiz. Bütün gücümüzle bu kusurumuzu gidermeye
çalışmalıyız. Siyasal sloganlar sorununda taraf
tutmak yetmez; ayrıca bir silahlı ayaklanma sorununda
da taraf tutmak gerekir. Buna karşı olanlar, buna
hazır olmayanlar, gözünün yaşına bakmadan devrimi
destekleyenler arasından atılmalı, tasını tarağını
yüklenip devrim düşmanlarının, hainlerin, korkakların
yanına gönderilmelidir; çünkü olayların baskısının
ve çarpışma koşullarının bizi, dostu düşmandan
ayırmak için, bu ilkeye göre davranmaya zor1ayacağı
günler yakındır. Sakin ve durgun olun demeyelim;
askerler bize “gelsin” diye “beklemeyelim”. Hayır!
Atak, yıkıcı, silahlı bir saldırı gerektiğini,
böyle zamanlarda düşmana komuta eden kişilerin
yok edilmesi gerektiğini, kararsız askerleri elde
etmek için daha canlı bir savaş gerektiğini, evlerin
damlarından bağırmalıyız.” (age)
Daha devrim sürerken söylenen bu sözler, aynı
zamanda ayaklanma stratejisinin en temel kuralını,
sonuna kadar gitme ilkesini vurgulamaktadır.
“Kitleler silahlı, kanlı, korkunç bir çarpışmaya
gireceklerini bilmeli. Ölümü hor görmeliler ve
zafere güvenmeliler. Düşmana şiddetle, canla başla
saldırmalılar; “savunma yok, saldır” olmalı kitlelerin
sloganı; ödevleri düşmanı amansızca yok etmek
olacak; çarpışmanın örgütü hareketli ve esnek
olacak; askerler arasındaki kararsız öğelerin
bu yana etkin olarak katılması sağlanacak.” (age)
İşte Lenin’in sonuna kadar gitme düşüncesi bu
ölçüde nettir.
3- Ama nasıl ve hangi askeri örgütlenmeyle?
Moskova’da barışçıl gösterilerden ayaklanmaya
geçildiğinde, devrimci güçler bir kez daha Engels’in
vaktiyle geçersizliğini ilan ettiği taktik ve
örgütlenme içindedirler. Adeta saldırı amaçlı
değil, savunma amaçlı bir ayaklanmadır bu. Barikatlar
kurulmuştur ama 10 mil uzunluğunda bir savunma
hattında 200 tabanca ve av tüfeği vardır; onların
ardında ise sopa ve demir çubuklarla bekleyen
bir kalabalık ve nihayet en geride, düşenlerin
silahını almak için bekleyen binlerce silahsız
işçi… 100 bin kişilik Dubasov kuvvetine karşı
durum budur.
“Moskova olaylarından alınacak üçüncü ders” diyor
Lenin, “bir ayaklanma için kuvvetlerin örgütlenişi
ve taktikle ilgilidir. Askeri taktiğin dayandığı
şey askeri tekniktir. Bu basit gerçeği Engels
ortaya attı ve bütün Marksistlere kabul ettirdi.
Askeri teknik bugünlerde ondokuzuncu yüzyılın
ortalarında olduğu gibi değildir. Toplara karşı
insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabancalarla
savunmak delilik olur.” (age)
Lenin’in buradan giderek vardığı nokta, kent ayaklanmasında
gerilla birliklerinin ve silahlı işçi müfrezelerinin
olağanüstü önemidir. Daha devrimin sıcaklığı sürerken
uzun bir makalesini gerilla savaşına ayıran ve
bu konudaki bütün önyargılara ve burun kıvırmalara
karşı çıkan Lenin, “Devrimci ordu gereklidir,
çünkü büyük tarihsel sorunlar ancak kuvvet kullanarak
çözülebilir, çağdaş çarpışmada da kuvvet örgütü
demek askeri örgüt demektir” vurgusunu özenle
yapmaktadır.
Lenin’in önerdiği şey, durağan bir taktik değil,
hareketli gerilla birliklerinin yüzlerce kez artırılmasıdır.
“Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir” diyor
Lenin: “Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok
küçük ve hareketli birliklerdir; on kişilik, üç
kişilik, hatta iki kişilik birlikler. Şimdilerde
beş ya da üç kişilik birliklerden söz edilince,
burun kıvıran Sosyal Demokratlara rastlıyoruz.
Alay etmek, çağdaş askeri tekniğin getirdiği koşullar
altındaki sokak çarpışmasının ortaya çıkardığı
yeni taktik ve örgüt sorununu bilmezlikten gelişin
ucuz bir yoludur. Moskova ayaklanmasının hikayesini
iyice bir inceleyin beyler, “beş kişilik birlikler”
ile “yeni barikat taktiği” sorunu arasında nasıl
bir bağlantı olduğunu göreceksiniz. Moskova bu
taktikleri ilerletti, ama onları gerçekten büyük
çapta, bir kitle çapında, uygulamaya yetecek kadar
geliştirmeyi başaramadı. Gönüllü çarpışma takımları
çok azdı, atak saldırı sloganı işçi kitlelerine
verilmedi ve onlar bunu uygulamadılar; gerilla
müfrezeleri nitelik bakımından birbirinin aynıydı,
silahları ve yöntemleri yetersizdi, kalabalığa
önderlik etme yetenekleri hemen hiç gelişmemişti.”
(Gerilla Savaşı Üzerine)
Parti, 1905 devrimi boyunca bu yeni mücadele ve
örgütlenme biçimlerine geçişte ciddi biçimde zorlanmaktadır.
Klasik -ve kolaycı- barikat taktiklerine alışmış
parti örgütleri, “her namuslu işçiyi” müfrezelerde
örgütlemekte yetersizdirler. Gerillanın “sınıf
ahlakını bozucu” bir yanının olduğu ise sadece
Menşeviklerde değil, Bolşevik cenahta da yaygın
bir önyargıdır.
1905’in somut dersleri üzerinden konuşan Lenin
bu konuda çok nettir. Öteden beri Avrupalı sosyalistler
ve onların uzantısı olan Menşeviklerle mücadele
biçimleri konusunda çatışma içinde olan ve onlar
tarafından hep “gizli terörist” olarak görülen
Lenin, ilk kez 1905’ten sonra, büyük bir cesaretle
ve son derece açık biçimde Marksistlerin bütün
mücadele biçimlerini önyargısız olarak ele almaları
gereğini ortaya koymuş ve bir anlamda tartışmayı
noktalamıştır: “Marksizm, mevcut toplumsal durum
değiştikçe, kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca
bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını
kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan
mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında
sınırlamaz.” (Gerilla Savaşı Üze rine) Olağanüstü
bir diyalektik çözümleme örneği olan bu makale,
Bolşevik safları bile sarsan bir netlik ve keskinliğe
sahiptir; meseleyi bütün açıklığıyla ortaya koyar,
içi boş, sözde “ahlaki kaygıları” yerden yere
vurur ve banka kamulaştırmalarından suikastlara
kadar uzanan bütün devrimci eylemleri savunur:
“Sosyal-demokratların gururla ve böbürlenerek,
‘biz, anarşist, hırsız, soyguncu değiliz, biz
bunların çok üstündeyiz, gerilla savaşını kabul
etmiyoruz’ dediklerini görünce kendime soruyorum:
Bu adamlar ne söylediklerinin farkındalar mı?”
(age)
Dahası Lenin, gazetelerinin her sayısında “yok
edilmesi gereken casusların” listesini yayınlayan
Litvanya sosyal-demokratlarını bile -o dönemde
böyle şeyler “vahşet” çığlıklarıyla karşılansa
da- açıkça savunur. Gerilla savaşının moral bozuculuğu,
disiplinsiz oluşu üzerine yapılan bütün eleştirileri
ise tek bir cümleyle yanıtlar aslında: Partinin
denetimindeki hiçbir savaş biçimi sakıncalı değildir!
“Eski Rus terörizmi, aydın komplocunun işi idi;
bugün, genel bir kural olarak, gerilla savaşı,
işçi savaşçılarca, ya da doğrudan doğruya işsiz
işçilerce verilmektedir” demektedir Lenin.
Ve en önemlisi Lenin, asıl tuzu kuru solcuların
önerdiği şekilciliğin devrimci safları çürüttüğü
kanısındadır. Daha 4 Şubatta yazdığı bir mektupta
bizzat kendi yoldaşlarına, “Hiyerarşik komiteleri
bir kenara bırakıp yüzlerce ve yüzlerce merkezcik
kurunuz. Şimdi savaş zamanı. Aksi takdirde, üzerinize
vurulmuş resmi parti mührünüzle birlikte, komite
üyeciklerinize tanınan şerefinizle beraber küflenip
öleceksiniz” diyecek kadar nettir bu konuda.
4- 1905 derslerinin en önemlilerinden bir diğeri
ise, aslında her devrimin sorunu olan düşman kampı
parçalama sorunudur.
Evet, Marks’ın bir zamanlar dahice bir sezgiyle
belirlemiş olduğu gibi, “Devrim, kuvvetli ve birleşmiş
bir karşı devrim doğurarak ilerler, yani düşmanı
daha aşırı savunma çarelerine başvurmaya ve bu
yolda daha güçlü saldırı araçları bulmaya zorlar”
ama öte yandan bir stratejik çizgi olarak ayaklanma,
düşman kampı parçalayan, karşı-devrimci güçleri,
en çok da askerleri yeniden saf tutmaya zorlayan
bir eylemdir. Aslında bu, bir anlamda her devrimin
en temel sorunlarından biridir. Şimdi, 2000’li
yılların tablosu içersinden baktığımızda elbette
böylesi parçalanmaları hayal etmek zor gibidir;
ama bu, devrimin diyalektiğini hesaplamayan dar
bir görüş olur. Devrim, her zaman ve her koşulda
düşman gücü daraltan, tecrit eden ve onu bir yandan
en vahşi karşı-devrimci fraksiyonların arkasında
birleştirirken diğer yandan da parçalayan, buna
karşın devrimci cepheyi ise genişleten bir süreçtir.
Şöyle ya da böyle, her devrimci süreç, karşı-devrimin
baskı aygıtı içersinde sarsıntılar yaratır, mevcut
egemen gücün durumu umutsuzlaştıkça da orada saf
değiştirmeler ortaya çıkar.
Lenin, bu konudaki sağcı anlayışı da keskin biçimde
eleştirir ve harekete geçmek için askerlerin saf
değiştirmesini bekleyen mantığı yerden yere vurur:
“Bu son nokta üstüne partimizin sağ kanadında
pek çok taraftarı olan bir görüş egemendir. Çağdaş
askeri birliklerle çarpışmanın imkansız olduğu
iddia edilir ve ‘askerler devrimden yana çekilmelidir’
denir. Devrim genişleyip kitlelere inmezse ve
askerleri etkisi altına almazsa önemli bir çarpışma
sorunu olamaz elbet. Askerler arasında çalışmamız
gerektiği söz götürmez bir gerçektir. Ama onların
kandırılarak ya da kendileri inanarak, bir çırpıda
bizden yana geçeceklerini hayal edemeyiz.”
Lenin, böyle bir saf değiştirmenin muazzam önemine
inanmaktadır, nitekim daha sonra 1917’de devrimi
sırtında taşıyan güçler de askerler olmuştur;
ancak o bunun kendiliğinden değil, mücadele içinde
gerçekleşeceği kanısındadır. O, 1905 ayaklanmasının
bu konuda “yaya kaldığı” ve başarısız olduğu kanısındadır.
Ama bunun yöntemi konusunda sağcılarla hemfikir
değildir. “Şimdiye dek ordu içinde çalışmıştık
ama, bundan böyle, askerleri, kafalarıyla “kazanmak”
için çabalarımızı kat kat artıracağız. Ancak,
bir ayaklanma anında askerleri elde etmek için
bedensel bir savaş da gerektiğini unutursak, zavallı
bilgiçler olup çıkarız.”
Bedensel savaş… Yani bildiğimiz savaş… Bir ayaklanma,
ancak bu yoldan askerleri kazanabilir der Lenin
ve tek tek örnekler vererek işçilerin askerleri
“kazandığı” ama onları yeniden aldatmak isteyen
güçlere anında saldırıyla karşılık vermediği için
“kaybettiği” durumları anlatır. Sonuç olarak 1905,
doğru bir ayaklanma stratejisinin karşı-devrimin
güçlerini parçalayıp bir bölümünü kendi saflarına
katma, bir bölümünü de tarafsızlaştırma konusunda
ciddi dersler vermiştir; ki daha sonraları bu dersler
1917 sürecine rehberlik edecektir.
5- 1905 devriminin ortaya çıkardığı bir başka
olgu da, 1917’de kilit bir rol oynayacak olan
Sovyet örgütlenmesidir.
Aslında bir anlamda bu tür bir ikinci/alternatif
iktidar mekanizması, ne sadece Rusya’ya özgüdür,
ne de sadece ayaklanma stratejisinin bir öğesidir.
Evet, Sovyet Kongresi, Şubat 1917 sürecinin özgün
bir olgusu olarak ortaya çıkmıştır ama aslında
her devrimci girişim, şu ya da bu şekilde devrimci
gücün alternatif bir iktidar ilişkisini ortaya
koyup açıkça onun arkasında durmasını beraberinde
getirir. Bu ikinci iktidar, emekçi kitleleri içine
çağıran, diğer güçleri ise çöken mevcut iktidar
mekanizması ile kendisi arasında tercih yapmaya
zorlayan bir organdır. Örneğin Komün’de böyle
bir “ikili iktidar” durumu vardır; ama ondan önceki
köle ve köylü isyanlarında da hemen her zaman
ayaklanmacılar, (geçen sayımızda anlattığımız
gibi) bir bölgede, bir kentte, vb. mutlaka kendi
kurallarını ve kendi amaçladıkları düzeni az çok
uygulamaya koydukları bir iktidar alanı, bir mekanizma
yaratmışlardır. Ekim sonrasındaki deneyimlerde
de, örneğin Çin halk savaşında benzer bir durum
“kurtarılmış bölgeler” şeklinde ortaya çıkmıştır.
Başka bazı ülkelerde de “sürgünde hükümet/sürgünde
parlamento” deneyimleri yaşanmıştır ya da daha
zayıf örnekler olarak bugün devrimci iktidar hedeflemeyen
Latin Amerika toplumsal hareketlerinde böyle alanlar
görülmektedir, vb… Muhtemelen ülkemiz devriminde
de benzeri bir iktidar alanı, kendine özgü biçimlerde
ortaya çıkacaktır. Bu bir devrimin genel kuralı
gibidir; çünkü her devrimci güç, sürecinin belli
bir aşamasında kitlelere “artık eski devlet iktidarına
değil şu iktidara, onun meşruiyetine bağlanın”
çağrısı yapmak zorundadır.1905 sürecinde işçi
sınıfının basit grev komitelerinden yola çıkarak
yarattığı Sovyet olgusu da işte böyle bir olgudur.
Devrim sırasında kendiliğinden ortaya çıkan ve
belli bir temsil esasına göre işçilerin politik
iradesini yansıtan bu mekanizma Lenin’in hemen
dikkatini çekmiş, 1917 sürecinde aynı iktidar
biçimi yeniden ortaya çıktığında ise bu olgunun
Paris Komünü ile derin bağlarını kurarak “bütün
iktidar Sovyetlere” sloganını öne sürmüştür. Lenin’in
büyük bir siyasi öngörü ile keşfettiği şey, işçilerin
ve bütün halkın iradesini bu yeni iktidar biçimi
ile gerici iktidarın karşısına dikmenin önemidir.
Ama hepsi bu kadar değil, Lenin, Sovyet örgütlenmesinde
yalnızca bir ayaklanma aracını değil, bir yönetme
aracını, proletarya diktatörlüğünün özgün bir
biçimini keşfetmiştir.
6- Öte yandan aynı süreç, kitle hareketi ve öncü
parti açısından ayaklanmanın nasıl bir meşruiyet
ve açığa çıkma dönemi olduğunu da göstermiştir.
Krupskaya anılarında 1905 yenilgisi sonrasını
anlatırken “yeniden yeraltına geçip illegal örgüt
ağını ördük” dediğinde dili sürçmüş değildir.
Gerçekten de, solda en sık rastlanan yanılgı,
koşullar çok sert olduğu için ayaklanma dönemlerinin
en katı illegalite ve kapalılık dönemleri olduğudur.
Oysa tam tersine, ayaklanma dönemi, kitle hareketinin
ve partinin en çok meşrulaştığı, kendisini en
çok açığa çıkararak ön safa koyduğu bir dönemdir.
Özel olarak ayaklanma stratejisinin en temel öğelerinden
biri de partinin bütün örgütleri ve güçleriyle
öne atılması, Lenin’in deyimiyle “eli silah tutan
her namuslu işçinin” silahlı birliklere dahil
edilmesi, ayaklanmanın kenardan-köşeden değil,
bizzat kitlelerin içinden, sokakta yönetilmesidir.
Sokakta yönetilmeyen, yöneticileri en ön safta
dövüşmeyen bir ayaklanmanın hiçbir şansı yoktur.
Bu kesin ilke, gelecekte, başka devimci stratejilerde
de kendine özgü biçimlerde ortaya çıkacak, devrimci
sosyalist örgütlenme biçiminde de görüldüğü gibi
politik öncülük ile pratik öncülük arasında özgün
ilişkiler kurulacaktır.
7- Ve nihayet, hem bir ders, hem de bir uyarı:
Devrim, bir bilgisayar oyunu ya da “hakem nezaretinde”
yapılan bir spor karşılaşması değildir! Devrim
ve karşı-devrim cephelerinde yer alan herkesin
ne istediğini gayet iyi bildiği, herkesin olgun
ve bilinçli olduğu bir ayaklanmaya bugüne kadar
rastlanılmadığı gibi bundan sonra da rastlanılmayacaktır.
Lenin, İrlanda ayaklanmasını küçümseyenleri eleştirirken
onlarla acımasızca alay eder: “Demek bir yerde
bir ordu dizilecek ve ‘biz sosyalizmden yanayız’
diyecek, başka bir yerde bir başkası da ‘biz emperyalizmden
yanayız’ diyecek ve bunun adı toplumsal devrim
olacak!” Ve sonra, alayını şu sözlerle sürdürür:
“Salt bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü,
bunu görmeye yetmeyecektir. Böyle biri, devrimin
ne olduğunu anlamadan devrime sözle bağlı demektir.
1905 Rus devrimi, burjuva demokratik devrimidir.
Çarpışmalara halkın bütün hoşnutsuz sınıfları,
grupları, öğeleri katıldı. Bunların arasında,
en kaba önyargılarla, belirsiz ve acayip mücadele
amaçlarıyla dolu kitleler vardı; Japonlardan para
alan küçük gruplar vardı; karaborsacılar, serüvenciler
vb. vardı. Ama nesnel olarak, kitle hareketi Çarlığın
belini kırıyor ve demokrasi yolunu açıyordu; bu
yüzden sınıf bilincine varmış işçiler önderlik
etti ona.”
“Avrupa’da, sosyalist devrim, baskı altındaki
ve hoşnutsuz çeşitli öğelerin katılacağı bir kitle
mücadelesi patlamadan olamaz. Küçük burjuvaların
ve gelişmemiş işçilerin bazı bölümleri katılacaktır
buna, böyle bir katılma olmadan kitle mücadelesi
imkansızdır, bunsuz da hiçbir devrim olamaz; bunların
önyargılarını, gerici hayallerini, güçsüzlüklerini,
yanlışlarını bu harekete sokmalarından kaçınılamaz.
Ama nesnel olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır.
Bu nesnel gerçeği bilen devrimin sınıf bilincine
varmış öncüsü, ileri işçiler, değişik ruhlu, düzensiz,
dağınık bir kitle mücadelesini birleştirip yönetmeyi
başaracak, iktidarı alacak, bankaları ele geçirecek,
herkesin nefret ettiği (ayrı ayrı nedenlerle)
tröstleri dağıtacak ve tümüyle burjuva sınıfının
yıkılıp sosyalizmin zaferinin sağlanmasında gerekli
başka diktatörce tedbirleri alacaktır; gene de,
bütün bunlara karşın, sosyalizm kendini küçük
burjuva tortularından çabucak ‘arıtamayacaktır’.”
Ders ve uyarı yeterince açık: Devrim, ayaklanma,
çeşitli güçlerin mevcut düzene karşı harekete
geçtiği, ama amaçlarını ve programını yeterince
netleştirmiş olanların önderlik ederek sonuca
ulaştırdığı bir toplumsal eylemdir. Bu, yalnızca
ayaklanma stratejisi için değil, gerilla ve halk
savaşı deneyimleri için de geçerlidir; bütün bu
deneyimlerin hiçbirinde meydan muharebelerinde
olduğu gibi ordular orduları yenmez, şu ya da
bu biçim altında örgütlenmiş olan halk kitleleri
düzeni yener. Devrim budur.
***
Sonuç olarak 1905 deneyimi üzerine söylenebilecekleri
en özlü biçimde Lenin söylemektedir: “1905 Aralık
mücadelesi, askeri tekniğin ve örgütlenişin çağdaş
koşullarıyla yürütülen silahlı ayaklanmanın zafer
kazanabileceğini ispatladı. Aralık mücadelesinin
sonucu olarak bütün uluslararası işçi hareketi,
gelecek işçi sınıfı devriminde buna benzer mücadele
biçimleri olasılığını bundan böyle hesaba katmalıdır.”
Gerçekten de 1917 Şubat ve Ekim’i, tam da bu derslerin
üzerine yükselecektir…
E) “Prova”dan Gerçek Gösteriye:
Şubat Devrimi 1- Devrimci Durumun Gelişmesi
Uzun gericilik yılları ve sabırlı çalışma dönemleri
arasından geçerek 1917’ye geldiğimizde, aslında
Rusya’nın durumu en azından bir açıdan 1905’e
benzemektedir. 1905, Çarlığın hesapsızca atılıp
hezimete uğradığı Japon savaşının sonuçlarından
biridir; 1917 ise bu kez daha büyük bir emperyalist
savaş macerasının yarattığı çöküntüye karakterize
olmuştur. Lenin’in I. Paylaşım Savaşı için Ekim
Devrimi’nin ardındaki “gerçek rejisör” demesi
boşuna değildir. Gerçekten de savaş, daha kaybedilmeden
önce de Rusya için büyük bir çöküntü anlamına
gelmişti. 1908-1913 arasında yüzde 30 büyüyen
Rus ekonomisinin bu havası zaten büyük ölçüde
askeri alana bağlıydı. Savaş başladığında ve ilk
ateşli yıllar geçtiğinde ise ekonomi tamamen savaşa
endekslenmiş ve kitlelerin temel gereksinimleri
alanı neredeyse çökmüş durumdaydı. Yüzbinlerce
genç askere alındığı halde işçi sınıfının sayısı
18 milyon bulmuştu ama ücretlerin düzeyi ancak
1917’ye dek belli bir denge sağlayabilmişti. Cephelerde
işler kötüye gittikçe kaybeden ise hep işçi sınıfı
oluyordu. 1917 Şubat’ında Petersburg’ta ne ekmek
ne de kömür vardır artık ve buna karşın şımarık
zenginlerin gece eğlenceleri dillere destandır.
1914 ile 1917 Şubat ayı arasındaki işçi sınıfı
hareketinin tablosu çok ilginçtir ve tam da Lenin’in
daha önceki bölümlerde aktardığımız “devrimci
durum” tanımına uymaktadır. 1914’ten başlayarak
“siyasal grev sayısı” ile “ekonomik grev” sayısı
her yıl birincinin lehine olarak artmış ve nihayet
1917’nin ilk aylarında siyasal grevlerin bütün
grevlere oranı yüzde 85’e ulaşmıştır. Siyasal
grevlere katılanların sayısı ise aynı yıl 500
bine yakındır. Yani Lenin’in devrimci durumu tarif
ederken “kitle hareketindeki olağanüstü artış”
dediği olgu tamamen yürürlüktedir. Diğer yandan
yönetenler için de artık “eskisi gibi yönetememe”
söz konusudur. Saray darbeleri, iç hesaplaşmalar,
Rasputin gibi meczupların önce yükselmeleri sonra
öldürülmeleri, vs. vs… Tam bir bunalım ortamı
yaşanmaktaydı; öyle ki, Çar’ın bakanlarından Krivoşin
yaşanan kaosu “öyle bir düzensizlik var ki, insan
kendini tımarhanede sanıyor” sözleriyle anlatıyordu.
Kendi ifadesiyle Çar, “yarın bakanlarının kimler
olacağını akşamdan bilemediğinden onlarla nasıl
bir çalışma düzeni kuracağını da bilemez” durumdaydı.
Petersburg polisi raporunda bu kez olacakların
yanında 1905 ayaklanmasının “çocuk oyuncağı gibi
kalacağı” açıkça yazılıyordu.
2- Şubat 1917: İlk Dönemeç
1915 yazında kurulan savaş sanayi komiteleri,
başlangıçta çarlığın yürüttüğü emperyalist savaşa
toplumsal bir destek sağlama amacını güdüyordu.
Özellikle çarlık bürokrasisinin etkisini kırmak
ve üretimi artırmak amacıyla çeşitli burjuva çevrelerce
desteklenen bu Komitelerin Petersburg şubesinde
işçilerin özel bir seksiyon kurma hakları oluştu.
Başlangıçtaki savaşı destekleme misyonu nedeniyle
Bolşeviklerin boykot ettiği bu organlar, savaşın
topluma dayattığı açlık ve sefaletin beraberinde
getirdiği doğal bir süreç içinde işçilerin muhalefetini
örgütleyen yapılar haline geldiler ve bu evrim
süreci içinde Bolşeviklerin desteklediği ve içinde
çalışma yürüttüğü yapılar haline geldiler. Çeşitli
protestolar örgütleyen ve 1905 devrimindeki Sovyetlere
benzemeye başlayan merkezi işçi grubunun üyelerinin
27 Ocak 1917’de tutuklanması varolan huzursuzluğu
patlamaya dönüştüren kıvılcım olmuştu.
9 (22) Ocak 1917’de kanlı pazarın yıldönümünde
gerçekleşen geleneksel greve her zamankinden fazla
olarak 145 bin işçi katıldı, 13 Şubat’ta Viborg’da
düzenlenen bir yürüyüşte ise 500 bin işçi vardı.
Bunu 14 Şubat Nevski gösterisi geldi. Bölge askeri
komitesinin ekmeği karneye bağlama kararının ardından
16 Şubat’ta oluşan kuyruklar, kısa sürede dükkanların
yağmasına dönüştü. 1905’te ilk kıvılcımı çakan
Putilov fabrikasının işçileri 18 Şubat 1917’de
yeniden greve çıktılar ve 21 Şubat’ta 30 bin Putilov
işçisi sokağa döküldü. 23 Şubatta kadın işçilerin
Uluslararası Kadınlar Günü için yaptıkları grev,
olaylar zincirine bir halka olarak eklendi. Diğer
işçilerin katılımıyla büyüyen ve giderek siyasal
bir içerik kazanan gösteriler 24 Şubat günü de
devam etti. Tuttukları köprülerle gösterici işçilerin
şehir merkezine girmesini engellemeye çalışan
polis, nehirlerin donmuş olmasından dolayı amacına
ulaşamıyor, göstericilerle aralarındaki çatışma
giderek boyutlanıyordu. 25 Şubatta artık fiilen
genel grev başlamıştı. Bir işçi bölgesi olan Viborg,
göstericilerin elindeydi. Öğrencilerin de katıldığı
kitle, sokakları ele geçirmiş, polis, karakollardan
dışarı çıkamaz hale gelmişti. 26 Şubatta isyan,
askeri birliklere sıçradı. İlk isyanları Çara
bağlı birliklerce bastırılan askerlerin huzursuzluğu
için için kaynamaya devam ediyordu. Öte yandan
polis, ağır makineli tüfeklerle işçilerin üzerine
ateş açıyor, işçiler ise 40-50 şehit vermelerine
rağmen gösterilerine devam ediyorlardı. İşçiler
her fırsatta karşılarına çıkan her askere, askeri
birliğe amaçlarını, sorunlarını, neden gösteri
yaptıklarını anlatarak askerleri yanlarına çekmeye
çalışıyorlar ve bu noktada etkili de oluyorlardı.
Askerler ise ya halkın yanında isyana katılmak,
ya da halka ateş açmak noktasında bir tercih yapmaya
doğru durdurulamaz bir akışın içindeydi. Nihayet
26 Şubat’ı 27’sine bağlayan gece Katerina Kanalı
kenarında polisin silahsız işçilere ateş açtığını
gören askerler namlularını polise çevirdi ve çatışma
başladı. Kışlasına dönmekte olan bu birliğin çağrısıyla
askerler arasında isyana katılanlar ve Çar’dan
yana tavır alanlar arasında bir çatışma da başlamış
oldu. Sayıları 25 bini geçen isyancı askerler
27 Şubat günü kamyonlarla tüm şehri dolaştı, hapishaneler
boşaltıldı. Aynı 27 Şubat günü 385 bin işçi genel
grevdeydi.
Bu süreç içinde daha 23-25 Şubat’ta çeşitli işçi
önderleri ve illegal sendikacıların görüşmeleri
başlamış, 24 Şubat’ta kimi fabrikalarda İşçi Sovyetleri
için delege seçimleri başlamıştı bile. Hapishanelerin
boşaltılmasıyla kurtarılan merkezi işçi grubunun
üyelerinin inisiyatifi devralmasıyla Petersburg
Sovyeti’nin kurulması için girişimler de hızlandı.
Menşevik Gvozde’nin önderliğindeki işçi grubu,
asker ve işçi kitlelerinin eşliğinde, Çar tarafından
kapatılmasına rağmen kimi üyelerinin çalışmalarını
sürdürdüğü Duma (meclis)’ya gittiler. Burada bazı
Menşevik Duma üyeleri ile birlikte İşçi Temsilcileri
Sovyeti Geçici Yürütme Komitesi oluşturuldu. Komite
Sovyet delegeleri için seçim kararı aldı. Böylece
ikili iktidar iyice somutlaşmış oldu: Çarın kapattığı
Duma’dan arta kalanların oluşturduğu burjuva Geçici
Duma Komitesi’nin oluşturduğu Geçici Hükümet ve
işçi ve askerlerin sokaklardaki fiili iktidarının
somutlandığı Petersburg Sovyeti... Nihayet 28
Şubat’ta Çar’a bağlı son birlikler teslim olduğunda,
artık tablo böyledir. Bir devrim, fiilen sona
ermiş, ikincisi ise mayalanmaktadır…Ama henüz
bu kadarı bile, stratejik çizgi bakımından 1848
Avrupa, 1871 Paris, 1905 Rusya’sının ayaklanma
deneyimlerinin yetkin bir toplamıdır. Bu kez kitleler,
ne barikatların arkasına saklanmışlardır, ne de
duraksama göstermektedirler. “Sonuna kadar gitme”
tavrı nettir.
F) Ara Çözümlerin Tükendiği Yer: Ekim 1917…
1917 yılının Şubat ve Ekim ayları arası, herhalde
proletarya hareketinin siyasi tarihi açısından
üzerinde en çok konuşulan, en çok ders çıkarılan
dönemidir.
1917 Şubat’ında perde büyük bir karışıklığa doğru
açılmıştır… Çarlık yıkılmıştır, ama karmaşa bütün
hızıyla sürmektedir. Şubat sonrasında ortaya somut
olarak iki irade, hatta iki iktidar çıkmıştır.
Biri Kerensky hükümeti, diğeri ise Sovyetler…
Hatta bir üçüncü iktidar gücü de taşranın derinliklerinde
kanlı bir iç savaşı hazırlamaktadır: Eski Çarlık
generalleri…
Aslında Petersburg Sovyeti başlangıçta kendisini
bir iktidar organı olarak değil, “devrimci demokrasinin
kontrol organı” olarak tanımlamaktadır; ama süreç
içersinde her şey değişir. Olaylar büyük bir hızla
gelişmekte, süreç içersinde özellikle barış ve
toprak konularında en tutarlı tavrı koyan Bolşevikler
güçlerini artırmaktadırlar. Örneğin Eylül ayında
yapılan Duma seçimlerinde Bolşevik oylar 78.000’den
198.000’e yükselirken ve Moskova garnizonundaki
askerlerin % 90’ı Bolşeviklere oy verirken, burjuva
partiler ve Menşeviklerin, vb oyları trajik biçimde
düşüşe geçmiştir. Burada aslında artık klasik
“milli kriz-devrimci durum” tanımı söz konusu
değildir. Yani süreç bu tanımın çerçevesini çok
aşmıştır, kriz bizzat hayatın kendisi olmuştur.
Kimsenin bir şeyi yönetebildiği yoktur zaten,
o güne dek yönetilenler ise kendi kendilerini
yönetmekte henüz kararsızdırlar ama öte yandan
sınıf içgüdüleri onlara “yeniden ipin ucunu kaptırmama”yı
fısıldamaktadır. Bu devrim, 1848’de olduğu gibi
“başka sömürücüleri iktidara getirerek” sonlanmayacaktır.
Yani, Nisan’daki “tezler”, klasik “milli kriz”
teorisiyle değil, inisiyatifi alıp ayaklanmayı
gerçekleştirme sorunuyla ilgilidir. Lenin, sürecin
belli bir aşamasında iktidarın alınabileceğini
ve alınması gerektiğini söylemektedir; hatta iktidarı
alıp almama sorunu, taşradaki beyaz orduların
tehdidi düşünüldüğünde “ya iktidar-ya intihar”
noktasına gelip dayanmıştır; ancak Lenin neredeyse
Bolşeviklerin tümü ile bu konuda uzlaşamamaktadır.
O konjonktüre ilişkin yanları da olmakla birlikte
Lenin’in 3 ve 4 Temmuz 1917 ile Eylül ayını kıyasladığı
makalesi, ayaklanma stratejisi açısından bir ders
kitabı gibidir.
Çok kısaca özetlendiğinde Lenin, 3-4 Temmuz’da
durumun ayaklanmanın zaferi için uygun olmadığını
düşünmektedir; çünkü, a) Devrimin öncüsü olan
sınıf henüz Bolşeviklerin arkasında değildir;
b) devrimci coşku henüz büyük halk yığınını kazanmamıştır;
c) düşman cephede ve kararsız küçük-burjuvazi
arasında, “ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar”
yoktur; d) devrimci güçler “kentleri ne maddeten
ne de siyasal olarak savunabilecek” güce ve prestije
sahip değillerdir. Eylül ayında ise; a) devrimin
öncüsü olan işçi sınıfı Bolşeviklerden yanadır;
b) halkın çoğunluğu da devrimden yanadır; c) karşı
cephedeki kararsızlık artmış, buna karşın ne yaptığını
bilen partinin avantajı öne çıkmıştır; d) devrim
artık kentleri, özellikle de Petersburg’u savunabilecek
durumdadır.
Bu koşullar altında Lenin, en temel taleplere
öncelik veren bir devrimin başarı şansının olduğunu
düşünmekte, hatta artık iktidarı almamanın devrimin
ölümü anlamına geleceğini söylemektedir. Böylece
aslında onun tanımladığı durum, ayaklanma stratejisinin
de klasik öğeleridir: “Orta yol yoktur. Beklemek
olanaksızdır. Devrim mahvolur.”
Aslında karşı-devrim de süreci zorlamakta ve devrimi
kaçınılmaz kılmaktadır. 4 Temmuz’dan başlayarak
sokaktaki işçilere ve Bolşevik partiye saldıran
ve Lenin’le yoldaşları hakkında tutuklama kararı
çıkaran burjuva hükümet, böylece işçileri kavgaya
davet etmektedir. Şöyle diyor Lenin: “Rus devriminin
barışçı bir yolla gelişmesi üzerine kurulan umutlar
geri dönmemek üzere sönmüştür. Nesnel durum şöyle
görünmektedir: Ya askeri diktatörlüğün tam zaferi,
ya da işçilerin silahlı ayaklanmasının zaferi!”
Eylül sonunda yazdıkları ise çok daha nettir:
“Kuşku yok ki, Eylül sonu, bize, Rus devrim tarihinin
ve bütün görünüşlere göre, dünya devrim tarihinin
en büyük dönüm noktasını getirdi... Artık kuşkuya
yer yok. Dünya proleter devriminin eşiğindeyiz.
Ve biz Rus bolşevikleri, biz, dünyanın, engin
bir özgürlükten yararlanan yasal bir partiye,
yirmi kadar gazeteye sahip bulunan tek proleter
enternasyonalistleri olduğumuzdan, devrimci dönemde
her iki başkent işçi ve asker vekilleri Sovyetleri
ve yığınlar çoğunluğu bizden yana olduğundan,
bize şu sözler söylenebilir ve gerçekte söylenmelidir
de: ‘Size çok şey verildi, sizden çok şey istenecek’
(…) Bunalım olgunlaşmıştır. İşin içinde tüm Rus
devriminin geleceği yatıyor. Bolşevik Partinin
tüm onurudur söz konusu olan. İşin içinde sosyalizm
için uluslararası işçi devriminin tüm geleceği
yatıyor.”
Artık her şey sınırdadır. Zorlu tartışmalardan
sonra Lenin’in bütün ağırlığını koyması sonucu
10 Ekim günü toplanan Merkez Komitesi, 2 aleyhte
(Zinovyev ve Kamenev) oya karşılık 10 oyla silahlı
ayaklanmaya hazırlığa başlanılmasını ve bu iş
için bir “komite”nun kurulmasına karar verdi.
16 Ekim günü Kamenev Merkez Komitesinden istifa
eder ve partisiz bir sol yayın organında ayaklanma
kararına neden karşı çıktığını açıklayan bir yazı
yayınlar. Böylece ayaklanma bir anlamda açığa
vurulmuştur ama yine de hazırlıklar ertelenmez.
Bolşevik Parti, 25 Ekim günü toplanacak olan II.
Tüm Rusya İşçi ve Askeri Sovyetleri Kongresi öncesinde
iktidarın ele geçirilmesine karar verir. Lenin’in
bu konu üzerine son yazdıkları bir ayaklanmanın
ne anlama geldiği konusunda eşsiz cümlelerdir:
“Bu satırları durumun son derece nazik olduğu
24 Ekim akşamı yazıyorum. Bugün için ayaklanmayı
geciktirmenin ölüm olduğu gün gibi apaçık ortadadır.
Yoldaşları bütün gücümle inandırma çabasındayım
ki, şu anda, her şey kopma noktasına varmış bulunmaktadır
ve öyle sorunlar gündeme girmiştir ki, bunları,
ne konferanslar, ne de kongreler (Sovyetler kongreleri
olsa bile) çözüme bağlayamaz, bu sorunları ancak
halklar, kitleler, silahlanmış kitlelerin savaşımı
çözümleyebilir. (…) Artık beklemek mümkün değildir.
Bu, her şeyi yitirmek tehlikesini göze almak olur.”24
Ekim 1917 günü hazırlıklar tamamdır. Gece 03.00’te
Aurora zırhlısı Kışlık Saray’ı topa tutar ve birkaç
saat içinde Kışlık Saray ele geçirilir, bakanlar
tutuklanır…İktidar artık Devrimci Askeri Komite’nin
elindedir. Petrograd Devrimci Askeri Komitesi’nin
açıklaması şöyledir: “Rusya Yurttaşlarına,
Geçici Hükümet devrilmiştir. Proletarya ile Petrograd
Garnizonunun başında olan Petrograd Asker ve İşçi
Temsilcileri Sovyetinin organı olan Devrimci Askeri
Komite iktidarı ele almıştır.
Halkın, uğrunda mücadele ettiği dava -ivedi bir
demokratik barışın önerilmesi, büyük toprak mülkiyetinin
ortadan kaldırılması, üretimin işçiler tarafından
denetlenmesi, bir Sovyet Hükümetinin kurulması-
kesinlikle kazanılmıştır.
Yaşasın Asker-Köylü ve İşçi Devrimi!
Petrograd Asker ve İşçi Temsilcileri Sovyeti
Devrimci Askeri Komite”
Bundan sonrası, inişli çıkışlı iktidar yıllarıdır…
G) Sonuç ya da Ayaklanma Stratejisi İçin Bir
Özetleme Çabası…
“Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil,
bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır.
İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci
atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma,
yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin
en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin
güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında
duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında
patlak vermelidir; işte üçüncü nokta. Ayaklanma
sorununu koyma biçiminde, Marksizmin blankicilikten
ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır.”
Üç koşul ve üç temel kural… İşte bütün sürecin
en özlü ifadesi budur…
Ama yine de biz 1905 ve 1917 çizgisi üzerinden
ayaklanma stratejisi için bir özet yapmak istersek,
şunları söylememiz gerekir:
a) Devrimci terminolojide “toplu ayaklanma” ya
da “Sovyetik ayaklanma” olarak anılan stratejik
anlayış, görüldüğü gibi bir milli kriz/devrimci
durum noktasında patlayan ve devrimci irade ile
buluştuğunda sonuna dek giden bir çizgidir. Klasik
anlatımla, bütün ülkeyi kuşatan ve “her şeyi çivisinden
çıkaran” bir krizin kitlelerin örgütlülük düzeyi
ve partinin hazırlığı ile buluşması halinde, süreç
“devrim aşaması” noktasına gelmektedir. Kuşkusuz
bu, daha önce de vurguladığımız gibi diyalektik
bir işleyiştir; devrimci durum aynı zamanda kitlelerin
hareketi tarafından etkilen bir durumdur ve aynı
zamanda onların örgütlülüğü de aynı kriz ortamında
yükselmektedir.
b) Ancak yine de genel kural olarak bu devrimci
durum, uzun yıllar boyunca savaş, ekonomik çöküntüler,
vb. gibi olgular tarafından hazırlanan nispeten
kısa bir süreçtir. Yani devrimci partinin “elini
çabuk tutarak” hızla değerlendirmesi gereken kritik
bir zaman aralığı söz konusudur. İşçi sınıfının
“ayaklanma ile oynamaması gereken” uzun hazırlık
yıllarının ardından yeni durumu hızla kavraması,
kendi örgütsel yapısını, sloganlarını, taktiklerini,
hatta ruh halini hızla uyarlaması hayati bir önem
taşımaktadır. Sınıfın öncüsü bunları yapmadığında,
bir devrim durumunun kendiliğinden ayaklanmalara
yol açması mümkündür; ama gerçek bir devrimden
söz edilemez.
c) Bir stratejik çizgi olarak ayaklanma, eski
dönemin nispeten daha barışçıl yöntemlerini geride
bırakarak genel grevler, kitle gösterileri ve
silahlı işçi birliklerinin saldırılarını içeren
komplike bir eylem hattı yaratarak ilerler. Bu,
klasik deyimlerle söylersek “evrim dönemi”nin
taktik ve mücadele-örgütlenme biçimlerinden “devrim
dönemi”nin taktik ve mücadele-örgütlenme biçimlerine
geçiş anlamına gelir. Devrim döneminde kendisini
bütünüyle sokağa, sokak hareketinin meşruiyetine
fırlatan parti, bu süreçte adeta kabuk değiştirir,
bildirilerin yerini bombalar, protesto gösterilerinin
yerini meydan okuyan silahlı birlikler alır.
d) Esas olarak kentleri ve emekçi nüfusun yoğun
olarak yaşadığı bölgeleri, mahalleleri (Ekim’deki
Viborg semti gibi) temel alan ayaklanma, hareket
merkezini buraya inşa eder, zaman zaman savunma
taktikleri uygulasa da tipik yöntem olarak bu
“sağlam” bölgelerden düşmanın yönetim binalarının
yoğunlaştığı kent merkezlerine doğru silahlı saldırıya
girişir. Kırlardaki müttefiklerini harekete geçirmeyi
ihmal etmese de devrim, esas olarak kent ayaklanmalarını
lokomotif olarak algılar.
e) İktidarı ele almayı hedefleyen her ayaklanma,
şöyle ya da böyle, kurmak istediği yeni iktidarın
nüvelerini ve organlarını yaratarak ilerler. Sonuç
olarak bir devrim, halkın çoğunluğunu mevcut devlet
mekanizmasından koparmak ve kendi iktidar alternatifini
öne sürerek meşrulaştırmak durumundadır. Bu açıdan
Ekim sürecinde oluşan “ikili iktidar” hali, kendine
özgü nitelikler taşısa da, aslında her iktidara
yürüyen bir ayaklanmanın önce yaratması, sonra
da kendi lehine çözmesi gereken bir durum olarak
gündemdedir. Ayaklanma stratejisinde bu durum,
yine nispeten kısa süren bir durumdur; oysa ilerde
göreceğimiz gibi örneğin uzun süreli halk savaşlarında
aynı durum yıllara yayılan “kurtarılmış bölgeler”
gibi başka biçimler alabilmektedir. Hatta Vietnam
örneğindeki gibi bir ülkenin ikiye ayrılması ve
bu iki parçadan birindeki devrimci yönetimin ülkenin
tümüne talip olması mümkündür. Çok kısaca ve tabii
ki çok kabaca ayaklanma stratejisinin temel öğeleri
böylece özetlenebilir. Bir ayaklanma klasiği olarak
Rusya örneği, sonraki yıllarda -çoğu kez de zaman
ve mekan dikkate alınmadan- birçok ülkedeki devrimler
için model olarak alınmış, 1905 ve 1917’nin dersleri
devrimciler tarafından defalarca tartışılmıştır.
Ancak devrim süreci, yeni toplumsal durumlar ve
olgularla zenginleşerek yolunu bulan bir süreçtir
ve kendisini mücadele biçimleri sorununda asla
sınırlamaz. Gelecek bölümlerde inceleyeceğimiz
devrim stratejileri, bu diyalektik kuralın ifadesidir.
Şimdilik, bu bölümü bitirirken, Lenin’in eşsiz
cümlelerini yeniden hatırlatmak istiyoruz: “Marksizm,
mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz
olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni
mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek,
yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle
kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz.”
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-IV
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-V
Marksist
Devrim Teorisi ve Devrim Stratejisiyle İlgili
Temel Kavramlar Üzerine Seminer Notları-VI
|