Emperyalist-kapitalist sistemin
1990 sonrasında içine girdiği oldukça karmaşık,
krizlerle yüklü ve çatışmalı sürecinin çelişkilerinin
en yoğun hisedildiği alanlardan biri devlet yapıları.
Kapitalist devlet yapılarının yaşadığı değişim,
kazandıkları yeni boyutlar, siyasal iktidar odaklarının
devlet üstü karakter kazanma yönündeki gelişim
seyri vb pek çok faktör, devlet yapılarını tarihlerinin
belki de hiçbir döneminde olmadığı kadar tartışılır
hale getirmiş durumda.
Sosyalist hareketin yaşadığı pratik yenilgi ve
teorik durgunluk koşullarında, bu tartışmaların
önemli ölçüde burjuva siyasetçilerinin, kuramcılarının
sorunun özünü karartmaya dönük söylemlerinin rengini
taşıdığı görülüyor. Öyle ki, kapitalist devletlerin
neden olduğu sosyal, siyasal, ekolojik, kültürel
facialar emekçi insanlığın yaşamını bütün yönleriyle
yıkıma uğratırken, denetim, gözetleme, kontrol
ve ezme mekanizmaları olağanüstü yaygınlaşıp,
insan hayatını boğucu tarzda kuşatırken, burjuva
ideologları devletin zayıfladığı, küçüldüğü, özgürlüklerin
ve katılımcılığın büyüdüğü demogojisini her yoldan
yaymakta ve tartışmaların baş köşesine yerleştirebilmekteler.
Marksizmi referans alan çalışmaların ise daha
çok sol entelektüel alandan kaynaklandığı, bunların
katkı sağlayıcı yanları olsada, çoğu durumda devrimci
mücadele eksenine bağlanmadığı için sorunu anlamaya
ve devrimci çalışmada yol göstermeye dönük kılavuz
çözümlemelerden, bütünlüklü yaklaşımlardan uzak
olduğu görülüyor.
Toplumsal yaşamda bütünlüklü biçimde yıkma ve
kurma eylemlerinin temel iki politik kurumsal
yapısı, kapitalist devlet ve devrimci harekettir.
Devrimci hareket, içinde hareket ettiği ve ortadan
kaldırmayı hedeflediği toplumsal ilişkilere egemen
olan devletin her bir refleksine, her değişim
ve eylemine karşı en duyarlı olan organizmadır.
Tarafların geçirdiği evrim ve hayat içinde aldıkları
pozisyonlar, karşılıklı olarak duruşların, tutumların,
eylemlerin ve kurumsal yapıların biçimlendirilmesinde
belirleyici rol oynar.
Öyleyse, kapitalist devletin günümüzde yaşadığı
evrimi; değişimin kaynaklarını ve boyutlarını,
tarihsel arka planını ve devrimci mücadele açısından
yarattığı olanak ve sınırlılıkları vb tüm boyutları
ile analiz etmek öncelikli olarak devrimci hareketin
sorunudur.
Devrimci Sosyalist hareket sorunun kapsamının
büyüklüğünün ve öneminin ve soruna ilişkin devrimci
mücadele eksenli çalışmaların azlığının-zayıflığının
bilincindedir. Gerek Sosyalist Barikat’ın iki
sayısında yer alan genel marksist devlet teorisini
bütünlüklü ortaya koyan devlete ilişkin notlar,
gerekse bu çalışma soruna ilişkin düşünsel zemin
oluşturmayı hedefleyen giriş çalışmaları niteliğindedir.
Temel hareket noktalarını belirlemek, sürecin
yönünü tayin etmek, sürecin yönelimlerinin devrimci
hareket açısından anlamını asgari düzeyde tespit
etmek... pek çok sorunda olduğu gibi devlet sorununun
irdelenmesinde de başlıca görev ve hedefler bunlardır.
Önce Birkaç Temel Saptama
Devlet, öncesiz ve sonsuz bir kurum-organizma
değildir, tarihsel-toplumsal bir olgudur. Yani
belli toplumsal koşullar altında ortaya çıkmış
ve bu toplumsal koşulların ortadan kalkması ile
birlikte ortadan kalkacak toplumsal bir yapıdır.
Devletin ortaya çıkışı ve dolayısıyla tarihi toplumsal
sınıfların ortaya çıkışına denk düşer.
Devlet, sınıflarla ve bunların çatışmalarıyla
ayrılmış toplumsal ilişkilerde, artık değere el
koyan ve dolayısıyla güçlü olan sınıfın toplumsal
egemenliğini kurma, hayatı bu sömürü sürecinin
devamlılığını sağlayacak tarzda düzenleme, herşeyden
önce her türden direnme eğilimini zor yoluyla
bastırma ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Sistemli zor aygıtı, toplumsal yaşamı düzenleme
yetkisi, buna uygun zor kurumları olarak ordu,
polis, hapishane vb., adalet kurumları ve diğer
yönetim organları devlet aygıtının asli unsurları
olmuştur.
Devlet, çıkarları uzlaşmaz olan toplumsal sınıfların
ortaya çıkışı sürecinin içinde mayalanmış, bu
sınıflar kesin ve net hatlar kazandıkça ve böylece
aralarındaki çatışmalar daha da belirginleştikçe,
billurlaşmış ve temel yapıları oluşmuştur. Bu
bağlamda, devlet tarihin belli bir anında bir
anda ortaya çıkmış bir yapı değil, sınıfların
oluşumu ve çatışmaları sürecine paralel olarak,
bunlardan türemiş, adım adım billurlaşmış, gelişmiş
bir organizmadır. Devletler ile sınıf ve sınıf
çatışması olgusu yaşıttır ve aynı madalyonun iki
yüzüdür diyebiliriz.
Devlet ilk olarak ilkel komünal toplumların köleci
toplumlara evrilmesi sürecinin ürünü olarak ortaya
çıkmıştır. İlkel toplumlar içinde artan artık
üretim ve bunlara toplulukların belli üyelerince
el konulması ve köleciliğin gelişmesine paralel
olarak devlet aygıtlarının ilk nüveleri de ortaya
çıkmıştır. Toplulukların köleler ve köle sahipleri
sınıfları olarak ayrımlaşmasının artmasına ve
bu durumun belirleyici bir olgu haline gelmesine
paralel olarak topluluklar içinde köle sahiplerinin
gücü artmış, toplulukların geleneksel organları
köle sahiplerinin denetimine girerken, bu organların
yanı sıra yeni yapılarda oluşmuş ve böylece köle
sahiplerinin denetiminde olan ilk köleci devletler
ortaya çıkmıştır. Köleci ilişkilerin geliştiği
her toplulukta bu süreç kendine özgü yollar izleyerek
gelişmiştir.
Öte yandan, bir toplumsal üretim tarzının yerini
diğerine bırakmasına paralel olarak, devlet yapıları
yeni üretim tarzının barındırdığı, geliştirmek
istediği toplumsal ilişkilere uygun olarak yeniden
biçimlenmiş, yerini yeni devlet yapılarına bırakmıştır.
Bu bağlamda, her yeni bir üretim tarzı (köleci,
feodal, kapitalist) ortaya çıkardığı yerel ve
genel ilişkilere, sahip olduğu iç çelişkilere
ve toplumsal sınıflara, bunların aralarındaki
ilişkilere vb. pek çok faktöre bağlı olarak kendine
özgü devlet yapıları, toplumsal ilişkileri ve
devlet yapılarını meşrulaştırıcı ideolojik temelleri
ve araçları yaratmıştır. Bundan ötürü, her yeni
toplumsal aşamada oluşan devlet tipi, egemen sınıfın
çıkarlarını koruma işlevi vb. dışında yeniden
yapılanmış ve o toplumsal aşamanın özellikleriyle,
ilişki ve çelişkileri ile biçimlenmiştir. Bu aynı
zamanda, her toplumsal aşamada ortaya çıkan devlet
yapılarının o toplumsal aşama ve onun egemen sınıfı
ile birlikte tanımlanmasını (köleci devlet, feodal
devlet, kapitalist devlet/burjuva devlet) beraberinde
getirmiştir. Bu, sorunun anlaşılmasına dönük sınıf
temeline dayanan ilk ve en önemli kategorik, teorik
kavramlaştırmalardan biridir.
Diğer yandan, sınıflı toplumların devletleri sınıf
çatışmalarının ulaştığı farklı düzeylere ve başkaca
pek çok faktöre bağlı olarak değişik biçimlerde
örgütlenmişlerdir. Monarşi, cumhuriyet, demokrasi,
vb.. Devlet sorununun irdelenmesinde ikinci kavramlaştırma
düzeyini devlet biçimleri oluşturuyor. Lenin’in
sözleriyle açacak olursak;
“Devletin biçimleri son derecede çeşitli idi.
Ta kölelik döneminde, zamanın ölçülerine göre
en gelişmiş, en kültürlü ve en uygar ülkelerde
-örneğin Yunan ve Romalılarda- tümüyle köleliğe
dayanan değişik devlet biçimlerini buluyoruz.
Daha o zaman monarşi ile cumhuriyet arasında,
aristokrasi ile demokrasi arasında bir farklılık
vardı. Monarşi tek bir kişinin iktidarıdır, cumhuriyet
seçilmemiş herhangi bir yetkenin bulunmayışıdır;
aristokrasi daha küçük bir azınlığın iktidarıdır;
demokrasi halkın iktidarıdır (Yunancada demokrasinin
sözcük anlamı, halkın iktidarı demektir). Bütün
bu farklılıklar kölelik döneminde ortaya çıktı.
Bu farklılıklara karşın, köle sahipliği döneminin
devleti, ister bir monarşi olsun, ister bir cumhuriyet,
ister aristokrat olsun, ister demokrat, bir köle
sahipliği devleti idi.”
İlk sınıflı toplum olarak köleci toplum sınıflı
toplumların tüm temel karakterist özelliklerini
nüve olarak bağrında taşır. Köleci devlet de sömürücü
sınıfları koruyan daha sonraki tüm devlet yapılarının
karakterist özelliklerini nüve düzeyinde de olsa
bağrında taşır. Demokrasi, cumhuriyet, Sezarizm,
mutlakiyetçilik, monarşi, faşizm vb. günümüzde
var olan devlet biçimlerinin nüveleri, hatta kimi
durumlarda gelişmiş örnekleri ilk olarak köleci
toplum aşamasında biçimlenmiştir. Bu bağlamda
tüm sınıflı toplumlar gibi, onların devletlerinin
biçimlerinin ve işlevlerinin de belli çizgiler
üzerinde birbirine bağlandıklarını söyleyebiliriz.
Sömürü ilişkilerinin egemen olduğu tüm toplumsal
düzenler, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist
olsun baskı ve denetim aygıtlarının oynadığı rol
ve kullandıkları araçlar bağlamında son tahlilde
benzer çizgilere sahiptirler; barbardırlar, ezilenlerin
kendi programlarını uygulayacakları siyasal yapılardan
uzaktırlar. Tüm tarih boyunca bu böyle olmuştur.
Toplumsal aşama temelindeki tanımlama devlet tipini,
yani devletin sınıf karakterini ve tarihsel yerini
ortaya koyarken, bunu izleyen devletin biçimleri
ise devletin belli bir anda nasıl örgütlendiğini,
sınıf egemenliğini nasıl kurumlaştırıp, uyguladığını
tanımlar.Devlet biçimleri yönetim tarzı (cumhuriyet,
meşruti yada mutlak monarşi), devletin yapısı
(federasyon, merkezi yapı, vb.) ve siyasal rejimin
(bonapartizm, faşizm, demokrasi vb.) bileşimi
ile biçimlenir.
Somutlayacak olursak; bir kapitalist ülkede devletin
tipi doğaldır ki, kapitalist devlettir. Ancak
devletin biçimi sınıf ilişkilerine, güç dengelerine,
o ülkenin tarihsel toplumsal gelişmesinin özelliklerine
vb. bir dizi etkene bağlı olarak değişebilir.
Devlet biçimi bu faktörlere bağlı olarak, demokratik
parlamanter cumhuriyet olabileceği gibi (bu devlet
aynı zamanda federal yada merkezi olabilir), faşist
bir cumhuriyet, yada demokratik parlamanter meşruti
monarşi de vb. olabilir.
Kapitalist Devletin Biçimlenişinde
Temel Yönelimleri Belirleyen Faktörler
17. yüzyıldan itibaren billurlaşmaya başlayan
kapitalist devletler gelişmelerinin farklı aşamalarında
farklı biçimler kazanarak ortaya çıkmış, varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Kapitalist devlet, kapitalist
sistem gibi sürekli devinim-değişim içinde olan,
sistemin ihtiyaçlarına ve her dönem ortaya konan
genel planlamalara uygun olarak kendini biçimlendiren
canlı ve dinamik bir organizmadır. Sistemin bütün
dinamikleri tarafından biçimlendirilen ve kendisi
de sistemin gelişim seyrinde kritik roller üstlenen
bir temel yapılardan biridir.
Kapitalist sistemin gelişimin seyrini kendi içinde
çeşitli aşamalara ayırabiliriz: İlkel birikim
(ticaret kapitalizmi) aşaması, sanayi devriminin
gelişmesi ve sanayi kapitalizmi temelinde serbest
rekabetçi kapitalizm ve son olarak emperyalizm.
Emperyalist aşamayıda kendi içinde çeşitli dönemlere
ayrarak ele alıyoruz. Her bir gelişme aşaması
birbirinden siyasal durumun (devletler arası güç
ilişkileri, devlet yapıları ve diğer tüm siyasal
yapılar), egemen kapitalist sömürü modeli ve bunun
ideolojik arka planı olan iktisat kuramı ve sistem
karşıtı güçler ile kapitalist sistem arasındaki
çatışmanın somut durumunun kapsamlı farklılar
içeren tablosu ile ayrılırlar. Emperyalizm aşamasının
gelişim seyrindeki farklı dönemlerde emperyalizmin
temel karakteristik özellikleri aynı kalmakla
birlikte, yukarıdaki üç unsurda ortaya çıkan belirgin
farklılıkların ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Kapitalizmin gelişmesinin her bir aşaması aynı
zamanda kapitalist devletin belirli bir biçimlerinin
öne çıkışını sağlamış, kapitalist devlet o aşamaya
egemen olan dinamiklere bağlı olarak biçimlenmiştir.
Devletler arası güç ilişkileri, sömürü modeli,
sistem karşıtı güçlerin durumu gibi belirleyici
faktörler ve bir dizi yerel (siyasal gelenekler
vb) faktör devletlerin biçimlenişini belirlemişler,
devletlerin yapısı, işlevleri vb. noktalara ilişkin
temel yaklaşımların, kuramların nesnel zeminlerini
oluşturmuşlardır. 17. ve 18. yüzyılın despotik
monarşileri, 18. yüzyılın liberal yada bonapartist
devletleri ve burjuva demokratik cumhuriyet mücadeleleri
ve meşruti monarşilere doğru evrilen yarı-sömürge
devletleri, 20. yüzyılda monarşilerin çöküşü ve
demokratik cumhuriyetlerin gericileşmesi ve paralel
olarak faşist devlet yapılarının öne geçişi, sömürgelerde
devrimci olmayan uluslaşma ve ulus-devlet deneyimlerinin
hızla faşizme (sömürge tipi faşizme) evrilmesi,
vb. tüm farklı devlet biçimlenişleri ve bunların
belli dönemlerde öne/ortaya çıkışı, kapitalizmin
yukarıda ifade edilen üç temel dinamiğinin gelişiminin
farklı aşamalarında devletin kazandığı biçimlerdir.
Günümüzde yeni sağ anlayış ekseninde emperyalist-kapitalist
devletlerin burjuva demokratik öğelerden arındırılarak
faşizmin eşiğindeki polis devletlerine dönüştürülmesi,
yeni sömürgelerde faşizmin yeni biçimlerle sağlamlaştırılması,
ulus devletin misyonun yeniden tanımlanması, ulus
devlet işlevlerinin bir bölümünün ulus üstü devletsel
yapılara yada siyasal, ekonomik kurumlara devredilmesi
temelinde kapitalist devletin geçirdiği evrim
de kapitalist sistemin geliştirdiği neoliberal
sömürü modelinden, uluslararası güç ilişkilerinde
son 20 yılda gerçekleşen köklü değişimlerden ve
egemen sınıflar arası ilişkilerden, tek tek her
bir ülkenin kendi öz siyasal ve toplumsal deneyimlerinden
ve sistem karşıtı güçler ile sistem arasındaki
güç ilişkilerinden, olası çatışma dinamik ve potansiyellerinden
bağımsız olarak anlaşılamaz. Devlet sorununun
tarihsel ve güncel olarak irdelenmesinde temel
hareket noktaları bu öğeler olmak durumundadır.
Kapitalist Devletin ve Devletlerarası
Sistemin Doğuşu
Kapitalist devletin ortaya çıkışı esas olarak
Avrupa’da 1648’de Westfalya barışının yapılmasının
sonrasındadır. Westfalya barışı ile ilk kez dünya
üzerinde devletler arası sistemin nüve düzeyinde
de olsa kurulduğunu, devletlerin sınırlarının
ve bu sınırlar içindeki egemenliklerinin anlaşmaya
katılan devletlerce kabul edildiğini görüyoruz.
Westfalya öncesi dönemde devletlerarası ilişkiler,
devletler arasındaki ikili anlaşmalarla sınırlı
bir ilişki düzlemidir ve egemenlik hakları esas
olarak sadece geçici olarak güvence altına alınır.
Westfalya barışı ise çok sayıda devlet arasında
bir anlayışın oluşturulması ile daha önceki dönemden
keskin biçimde ayrılır. Hiç kuşkusuz, bu barıştan
sonra sayısız savaş yaşanmıştır. Ancak ortaya
konan anlayış gelişmenin her aşamasında daha güçlenmiş
ve ilişkilerde belirleyici hale gelmiştir.
Westfalya anlaşması, feodalizmin çözülerek kapitalizmin
gelişmesi, feodal derebeyliklerini tasfiye ederek
merkezi devlet aygıtları oluşturan monarkların
gücünün artması, öncülleri Rönesansla ortaya çıkan
aydınlanma düşünceleri ve ulusların ve ulusal
pazar (vatan) düşüncesinin gelişmesi ile doğrudan
ilişkilidir. Bütün bu dinamikler ve bu süreç,
aynı zamanda kapitalist ulus devletin dinamikleri
ve ortaya çıkış sürecidir.
16. yüzyıldan itibaren, Amerikanın sömürgeleştirilmesi
yoluyla, Asya ve Afrika’ya yapılan seferlerle
ciddi biçimde güç toplayan ve feodal derebeyleri
tasfiyeye, merkezi güçlü merkezi devletler kurmaya
yönelen feodal monarklar (krallar), ticaret yoluyla
zenginleşen ve gelişen burjuvazininde önünü açmaktaydılar.
Ticaretin başat rol oynadığı kapitalist ilişkiler
hızla gelişmektedir. Merkezi devlet burjuvazinin
daha geniş bir alan içinde daha güvenceli ve istikrarlı
biçimde faaliyet yürütmesini sağlıyor, mülkiyet
haklarını güvence altına alıyordu, başka ülkelerden
rakiplerine karşı gümrük vb yollardan koruma sağlayabiliyordu.
Bu güvenceler henüz yeni güçlenmekte olan burjuvazi
için yaşamsal önemdedir. Devletin feodal karakterine
ve bunun yarattığı sorunlara karşın, gelişmekte
olan burjuvazi için bu duruma katlanmak, yarattığı
olanaklardan yararlanmak zorunluydu. Dönemin egemen
iktisat kuramı da bu nesnel koşullardan burjuvazinin
azami ölçüde yararlanmasını için gerekli olan
düşünsel arka planı sunan Merkantilizmdi. Merkantilist
anlayış, ülkelerin zenginliğinin sahip oldukları
kıymetli madenlerle ölçülebileceğini, devletin
ülke ticaretini ve sanayini dışa karşı koruması
gerektiğini, buna karşılak ihracatı sağlamanın
zorunlu olduğunu iddia ediyordu. Böylece zengin
maden yataklarına sahip olan Amerika ‘nın yağması
meşrulaştırılıyor, dışa karşı koruyucu gümrük
duvarları oluşturuluyordu. Böylece ülke burjuvazisinin
korumalı alanlar içinde sanayi ve ticareti geliştirmesinin
zeminleri yaratılıyordu. O süreçte, devletler
arası çatışmalara rağmen, gerek ekonomik gelişmişlik,
gerekse askeri açıdan diğerlerini hegomonyası
altına alacak bir gücün henüz ortaya çıkmamış
oluşu bu merkantilist anlayışın hayat uzunca bir
süre hayat bulmasını sağladı. Bütün bu olgular
aynı zamanda, pek çok nedenle -din, bölge, mezhep
çatışmalarıyla- parçalanmış olan ülke nüfusunun,
daha doğrusu pazarın birleşmesi içinde uygun bir
zemin yaratıyordu. Belirli bir dil, kültür, gelenek
birliği olan bölgeler monarşiler tarafından birleştirildi.
Gelişen burjuvazi bu toprakların ticaret yoluyla
bu toprakların ekonomik ilişkilerini birbirine
bağladı. Bu noktada, ulus olgusu giderek biçimleniyor
ve birleştirici öğe olarak öne çıkarak, devleti
tanımlayan asli unsurlardan biri haline geliyordu.
İngiltere ve Fransa bu gelişmelerin en güçlü boy
verdiği ülkeler oldu. Hollanda, İsveç, Danimarka
gibi devletlerde aynı yoldan ilerledi. Merkezi
devlet yapıları ve gelişen kapitalist ilişkiler
modern ulusların ortaya çıkışını sağladı. Bu devletler
ulusun ortaya çıkış zeminlerini yarattırken, aynı
zamanda ulus eksenli devletler haline geldiler.
Burjuvazi korumalı ve güvenlikli bir pazar alanını
ifade eden vatan ve ulus olgularına dört elle
sarıldı. Ulusculuk ve ulus eksenli devlet yapılanması
her devlette tüm burjuvazilerin temel şiarı haline
geldi. Burjuvazi feodalizme ve onun meşrulaştırıcı
ideolojisi dine karşı da aydınlanma düşüncesine,
bilime, rasyonalizme sarıldı. Ulusun, ulus eksenli
merkezi devletlerin doğuşu ile aydınlanma düşüncesi,
rasyonalizm aynı süreçlerde gelişti ve burjuvazi
ve kapitalist ilişkiler bütün bu öğeleri kendi
potasında birleştirmeyi başardı.18. yüzyılın sonunda
Fransız burjuvazisi için uzunca bir süre önünü
açtığı için katlandığı merkezi feodal devlet aygıtın
ve feodal kalıntıların yarattığı ayakbağlarından
kurtulmak amacıyla kesin hamleyi yaptı; büyük
devrimle feodal devleti tasfiye etti. Fransız
devrimi kapitalizmin egemen bir toplumsal sistem
haline gelişinin ve modern ulus devletin ve ulusçuluğun
en parlak ve devrimci ifadesi olarak gelişti.
Günümüze değin gelen ulus-devlet yapılanması kapitalist
devletin başlıca formu oldu.
Fransız devrimi burjuva devletin çeşitli biçimlerini
ortaya çıkmasının önünü de açtı. Meşruti monarşi,
demokratik cumhuriyet, mutlak monarşi, Bonapartizm
vb...
Sanayi Devrimi, Liberalizm ve
Burjuva Devlet
Fransız devriminin yarattığı büyük siyasal, toplumsal
güçlerin eylemleri ve İngiltere’de filizlenen
sanayi devriminin muazzam gelişmesinin yarattığı
muazzam rüzgarlarla başlayan 19. yüzyıl, kapitalizmin
hem ekonomik, hem de siyasal olarak geriye dönüşsüz
biçimde egemen olduğu ve böylece tarihin olağanüstü
ölçüde ivme kazanarak hızlandığı bir yüzyıldır.
Başta İngiltere, Fransa, Hollanda üretici güçlerin
gelişimini engelleyen feodal bağımlılıklardan
kurtulan kapitalizm, 18. yüzyılın ortalarından
itibaren İngilterede, 19. yüzyılın başlarından
itibaren ise Fransa’da manifaktür üretimden makinalı
sanayiye geçiş yaptı. Makinalı üretimde yaşanan
gelişmeler devrim niteliğindeydi ve sanayi devrimi
olarak tanımlandı. Bu süreç henüz tekeller oluşmadığı,
çok sayıda sermaye sahibinin rekabetinin belirleyici
olması bağlamında serbest rekabetci dönem olarak
da tanımlandı. Makinalı sanayi üretimi, kapitalist
üretimin kendi içinde keskin bir sıçramanın yaşanması
anlamına geliyordu. İngiltere bu sürecin öncü
gücü oldu ve kısa sürede diğer ülkelerle arasındaki
gelişmişlik farkını açarak kapitalist sistemin
başat gücü haline geldi. Daha da ötesinde, tüm
dünyanın en güçlü ülkesi haline geldi. Bu süreç
aynı zamanda yeni sömürü (birikim) modelinin ortaya
çıkışını da beraberinde getiriyordu. Liberalizm
yeni sömürü modelinin kuramsal ifadesi oldu. Mallar
ve sermayenin serbest dolaşımını hedefleyen “bırakınız
yapsınlar” deyişiyle popüler ifadesini bulan bu
yaklaşım, doğal olarak en başta sistemin en büyük
gücü olan İngiltere’nin çıkarlarının ifadesi olmaktaydı.
Merkantilist uygulamaların ortadan kalkması, gümrük
duvarlarının kaldırılması vb. düzenlemeler doğaldır
ki, güçlü olanların işine yaracaktı.
Liberalizm devletin görevini sermaye sahiplerini
korumak ve savunmak olarak belirlemiştir. Liberal
anlayışa göre devlet doğrudan ekonomik etkinlikler
yürütmemeliydi. Ancak bu devletin liberal ekonomi
ilkelerinin hayat bulması için çaba harcamayacağı,
müdahaleler geliştirmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Liberal devlet yeni pazarların açılması için ve
sermayenin serbest dolaşımı için sömürgeci ve
savaşçı bir devlet olmak zorundadır. Devlete bu
işleri yükleyen liberalizm nasıl devlet biçimi
öngörmekteydi. Liberalizm ile demokrasiyi adeta
eş anlamlı kullanan burjuva ideologları bu soruya
yanıtı daima demokrasi yanıtını veriyorlar. Gerçekte
bu kesin biçimde yanlıştır. Liberal devlet esas
olarak despotik bir nitelik taşır. Siyasal özgürlükler
en iyi durumda bile mülk sahiplerinin yararlandıkları
haklar durumundadır. Ki, bu tür haklar liberal
devletin yarattığı gelişmeler değil, Rönesans
ve reform hareketlerine değin uzanan sürecin ürünüdürler.
Burjuva devrimlerinin hiçbiri burjuva demokrasisini
kurabilmişde değildir. Genel oy hakkı ve hükümet
organlarında temsil hakkı gibi burjuva demokratik
haklar, liberal devlet anlayışında uzunca bir
süre olmamıştır. 1848 devrimleri ile proletaryanın
bağımsız bir devrimci bir güç olarak ortaya çıkışı
ile birlikte demokrasi sorunu da kendi içinde
liberal burjuva demokrasisi ve proleter sosyalist
demokrasi olarak çatallandı. Liberal devletlerin
bugün bilinen demokratik hakları tanıması ve uygulaması
esas olarak proletaryanın büyük mücadelelerinin
ürünü olmuş, liberal devletin despotik yapıdan
burjuva demokrasisine evrilmesi esas olarak 1848
sonrasında gerçekleşmiştir. 19. yüzyıl aynı zamanda
feodal gericiliklerin despotik restorasyon hareketlerinin
ve buna bağlı olarak devletlerin yapısında git-gellerinde
yaşandığı bir süreçtir. Fransa’daki restorasyon
dönemi bunun tipik örneğidir. Yine, Fransa’da
Bonapatizm, Almanya’da Biscmarkcılık olarak tanımlanan
dönemler kapitalist devletin despotik özgün biçimleri
olarak ortaya çıkmışlardır.
Bu süreçde de yarı-sömürgeleştirilen ülkelerde
de, esas olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin
gelişmelerinden etkilenen aydınlarda, komprador
burjuva kesimlerde, despotik, mutlak monarşilerden
güdük liberal devlete anlayışına geçiş yönünde
istekler, arayışlar ve denemeler yoğunlaşmıştır.
Osmanlı’daki Tanzimat Fermanı ve daha sonraki
I. ve II. Meşrutiyet bu arayışların ürünüdür.
Emperyalizmin 1. ve 2.
Bunalım Dönemleri ve Burjuva Devlet
1870’lerden itibaren başlayan ve 1900’lerin başında
nihai sonuçlarına ulaşan tekelleşme ve sömürgeleştirme
süreci kapitalizmin gelişmesinde yeni bir aşmaya,
emperyalizm aşamasına tekabül ediyordu. Aslında
1870’li yıllar kapitalist dünyada güç çatallanmasının
başladığı bir dönemeç noktasıdır. Farklı özgünlüklere
sahip olan Almanya, Japonya ve ABD bu süreçte
liberal ekonomi anlayışını redederek, ulusal pazarı
korumayı esas alarak olağanüstü bir hızla kapitalistleşme
sürecine girerler. Almanya, 1870’lerin ortalarından
itibaren liberal ekonomi anlayışını önemli ölçüde
red ederek korumacı bir ekonomi politikası izleyerek
ve içte Bismarck’ın feodal beylerin (Junkerler),
kapitalistlerin çıkarlarını ortak paydalarda dengeleyen
ve işçi sınıfına dönük despotik devlet uygulamalarını
esas alan politakalar temelinde hızlı bir kapitalist
büyüme temposu yakalamıştı. İşçi sınıfının mücadeleleri
ile pek çok kazanımlar elde edilmiş olmasına karşın
devletin despotik karakteri, bir tür bonapartist
devlet biçimi belirgin bir nitelikteydi. Japonya’da
benzer bir gelişme seyri izlemiş, mutlak monarşist
devletin despotik yöntemi altında hızlı bir gelişme
temposu yakalanmıştı. ABD ise korumacı bir ekonomi
ile burjuva demokratik hakların işçi sınıfı mücadeleleri
temelinde geliştiği bir devlet yapılanması ekseninde
benzer bir gelişme temposu yakalayarak 1900’lerin
başında dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmişti.
Bu süreç aynı zamanda kapitalist sistemdeki güç
dengelerinin önemli ölçüde değiştiği, Almanya
ve Amerika’nın İngiltere karşısında büyük güçler
ortaya çıktığı, İngiltere’nin sistemin başat gücü
olma rolünün tartışmalı hale geldiği, rakipleri
karşısında zorlandığı dönemdir. Öte yandan, genel
olarak değerlendirildiğinde tüm meydan okumalara
rağmen, liberal ekonomi anlayışının sistemin bütününde
egemendir. Liberal devlet anlayışının despotik
karakteri işçi sınıfının mücadeleleri sonucu demokratik
kazanımların artması (genel oy hakkının kazanılması
vb) ve burjuva demokrasisinin zeminlerinin büyümesi
ile burjuva demokrasisine doğru evrilmiştir. Ancak
gelinen noktada, farklı güç ilişkilerinin, ekonomik,
sosyal ve siyasal zeminlerin ürünü olan anlayış,
ilişki ve kurumlaşmalarla yeni aşamanın ilişki
ve çelişkilerinin anlaşılması ve sürdürülebilir
bir dünya sistemi kurulması mümkün değildir. Öte
yandan, emperyalizm, kapitalist sistemin genel
ve sürekli bir bunalım içine girmesi anlamına
geliyor. Kapitalist sistem bir bütün olarak tüm
ilerici dinamiklerini yitirmiş ve üretici güçlerin
gelişmesinin önünde dünya çapında engel haline
gelmiştir. Sistemin tüm çelişkileri en uç noktalara
değin birikmiş durumdadır. Sistemin başat gücü
İngiltere genel bunalımın hafifletilmesini sağlayacak
geçici bir çözüm platformu sunmaktan uzak durumdaydı.
Yeni bir sömürü (birikim) modeli, yeni bir uluslararası
biçimleniş ve siyasal aygıtlar bütünü henüz ortada
görünmüyordu. İngiltere açısından statükonun korunması
ve sürdürülmesi asıl amaç olarak çıkmaktaydı.
Bu bağlamda, emperyalist aşamanın 1900-1914 yılları
arasındaki ilk dönemi esas olarak bu 19. yüzyılı
biçimlendiren dinamiklerin her alanda belirleyiciliği
ve bu dinamiklerin biriktirdiği çelişkilerin ağır
baskısı altında biçimlenmişitir. İngiltere öncülüğünde
somutlaşmış olan bir dönem tüm dinamiklerini tüketmekte
olmasına karşın, ortaya çıkmış olan yeni dönem
sürükleyici öncü bir güç olmadan tükenen siyasal,
ekonomik, askeri zeminler üzerinde ilerlemektedir.
İşte bu nokada, emperyalistler arası savaş biriken
çelişkilerin çözüm platformu olarak ortaya çıkar.
Savaş sisteme egemen olan İngiltere öncülüğündeki
müttefik güçlerin galibiyeti ile sonuçlanır. Ortaya
çıkan sonuçlar muazzam ölçüdedir. Herşeyden önce,
Rusya’da gerçekleşen büyük ekim devrimi ile proletarya
tarihte ilk kez kendi iktidarını kurmuş, emperyalizmin
çağı olarak başlayan 20.yüzyıl, aynı zamanda proleter
devrimler çağınında yüzyılı haline gelmiştir.
Yeni bir toplumsal sistem, yeni bir devlet tipi
ve biçimi ortaya çıkmıştır. Öte yandan, dünya
siyasal coğrafyası büyük bir değişime uğramış,
dört büyük monarşik imparatorluk (Osmanlı, Alman,
Avusturya-Macaristan ve Rusya) tarihin çöplüğüne
yuvarlanmış, bunların topraklarından bir bölümünde
yeni kapitalist ulus devletler kurulurken, bir
bölümü de sömürgeleştirilmiştir.
Savaş sonrasında ortaya çıkan manzara, hem dünyadaki
siyasal güç dengeleri, hem sistem karşıtı güçlerin
konumunda SSCB’nin kuruluşuyla ortaya büyük değişim
bağlamında köklü bir değişimi yansıtmakta, emperyalizmin
gelişminde yeni bir döneme girildiğini göstermektedir.
Ancak savaşın galibi olan müttefikler içinde sürece
güçlü biçimde ağırlığına koyabilecek ve sistemi
yeniden yapılandırabilecek tek güç olan ABD’nin
dünya kapitalist sisteminin önderliği için kendini
hazır görmeyerek geri çekilmesi, önderlik misyonunu
yeniden İngilterenin üslenmesini beraberinde getirdi.
Ancak İngiltere bu misyonunu yerine getirecek
olanaklara eskisinden daha az sahiptir. Yine de
birçok anlaşma ve düzenleme ile sistemin güvenliği
pekiştirilmeye çalışılır.
Yeni dönem devlet sorununda yeni öğeler anlamına
gelmektedir.
İlk kez bu dönemde zayıf yetkilerle donatılmış
olsa da, sürekli bir ulus üstü çözüm platformunun
gerekliliği devletlerce kabul edilir ve Milletler
Cemiyeti olarak kurumlaştırılır. Savaş öncesi
dönemde Avrupa Birleşik Devletleri önerisini tartışmaya
başlayan Avrupa, henüz çok uzak bu hedef yerine,
tüm bağımsız devletleri içinde toplayan Milletler
Cemiyetinin kuruluşuna yönelmiştir. Aslında hem
Milletler Cemiyeti, hem de Avrupa Birleşik Devletleri
tartışmaları emperyalizm aşamasının ortaya çıkardığı
yeni siyasal güç odakları ve devletleşme biçimleri
arayışlarının ilk ifadeleridirler.
Öte yandan, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş
mücadeleleri ve bunların çözüm platformu olarak
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı önemli
bir sorun olarak öne çıkmaya başlar. Yeni bir
uluslaşma ve devletleşme dalgası kapıda durmaktadır.
Bu dönemin ilk yıllarında sistem içindeki bağımsız
devletler liberal parlamenter devletler olarak
biçimlenmişlerdir. Emperyalist devletlerde tekelci
burjuvazi siyasal sistemi gericiliğe doğru evriltirken,
işçi sınıfı ise burjuva demokratik hakların genişletilmesi
için güçlü mücadeleler yürütmektedir. Yarı-sömürge
ülkelerin önemli bir bölümünde ise burjuva parlamanter
yapılar bulunmasına karşın gerici despotik rejimler
egemen durumdadır. Bunlar kimi durumlarda bonapartist
diktatörlükler (Türkiye’de olduğu gibi) olarak
biçimlenmiştir. Kimileri ise faşizme doğru evrilmektedir.
Tam da bu noktada, bu dönemin kapitalist devlete
ilişkin en önemli gelişmesinin yeni bir devlet
biçimi olarak faşizmin ortaya çıkışı olduğunu
söyleyebiliriz. 1920’li yıllarda İtalya ve Bulgaristan’la
sınırlı kalan faşist devletler, 1930’larda ise
büyük hızla artacaktır. Faşist devlet biçimi,
tekelci burjuvazinin toplumsal yaşamı en baskıcı-terörcü
siyasal, sosyal araç ve mekanizmalarla örgütleme
ve yönetme biçimi olarak ortaya çıktı. Faşist
devlet, emperyalist ülkelerde esas olarak yenik,
tatmin edilememiş, işçi sınıfının devrimci gelişmesinin
basıncını en yoğun biçimde yaşayan ülkelerde gündeme
geldi. Yarı-sömürgelerde genel durum esas olarak
her zaman bu tabloya uyduğu için, bu ülkelerde
faşist devlet biçimlerinin gelişmesi için zaten
hazır bir zemin bulunmaktaydı.
İşte, bu koşullarda, zayıf da olsa öncü gücü olarak
konumlanan İngiltere siyasal alanda statükocu
yaklaşımlarla, ekonomide yeni bir sömürü modeli
geliştiremeden liberal anlayışla, sosyalist hareket
ve SSCB’ye karşı ise işgal girişimlerinden ablukaya
varan yaklaşımlarla yol almaya çalışır. Yenik
rakiplerin zayıf oluşu, savaşın yarattığı yıkımın
onarımının yarattığı ekonomik ivme ile bir süre
yol almaya çalışan sistem 1929 yılında patlayan
büyük bunalımla ekonomik, siyasal ve diğer her
alanda paramparça olur.
1929 bunalımı sistemi atomize eder. Liberal ekonomik
düzen alt-üst olur ve pek çok ülke tarafından
terk edilir. Kapalı, korumalı ulus pazar ve devletin
ekonomiye doğrudan müdahalesi öne çıkar. Tek bir
dünya ekonomisinden uzaklaşılır ve bölgesel ekonomik
bloklar vb. öne çıkar. Aslında bütün bu gelişmeler
üzerinde çok yönlü düşünülmüş ve organize edilmiş,
sistemde genel kabul gören yeni bir sömürü modelinin
geliştirilmesinden çok, krize karşı tek tek ülkelerin
verdiği karşılıklar olarak biçimlendi. Kapitalist
sistem yeniden kaotik bir sürece yuvarlanmıştı.
Sistemin tüm belli başlı güçleri pazarların yeniden
paylaşımı ve güçler dengelerinin yeniden kurulması
söz konusu olmadan sistemi yeniden toparlanmasının
mümkün olmadığını görmekteydiler. Bunun yolu da
hesapların yeniden görüleceği yeni bir savaştan
başka birşey olamazdı.
Sistemin zayıf halkası Almanya’da tekelci burjuvazi
faşist Nazileri iktidara getirerek güdük burjuva
demokratik devleti tasfiye etti ve faşist devlet
biçimine geçildi. İşçi sınıfının sömürüsünün ve
toplumun askerileştirilmesinin önündeki engellerin
hızla tasfiyesi ve yeni bir savaş hazırlanmak
için Alman tekelci burjuvazisinin başka seçeneği
de yoktu. Ekonomide çizilen yol, uluslararası
güç ilişkileri ve işçi sınıfının siyasi gücü yani
üç temel parametreden bakıldığında Almanya’nın
devrim ya da faşizm seçeneği ile karşı karşıya
kaldığı ve burjuvazinin hedefe ulaştığı açıkça
görülebilir. Ancak 1930’lu yıllar sadece Almanya’da
değil, Avrupa’daki ve dünyanın başkaca yerlerindeki
pek çok ülkede liberal burjuva demokratik rejimlerin
(çoğu durumda çok cılızda olsa) tasfiyesi ve baskıcı
bonapartist diktatörlüklerin yada faşist diktatörlüklerin
kuruldukları yıllar oldu. Faşizm, kapitalizmin
emperyalizm aşamasının başlıca gel-geç olmayan,
günümüzde de hala varlığını sürdüren devlet biçimlerinden
biri olarak tarihteki yerini kesin biçimde almış
oldu.
1929 bunalımı adım adım uluslararası alanda yapılan
düzenlenmelerin, ulus-üstü kurumlaşmalarında (Milletler
Cemiyeti vb) sonu anlamına geldi. Bunların yerini
faşist devletler (İtalya, Almanya, Japonya) ile
burjuva demokratik kurumların az yada çok koruyan
emperyalist ülkelerin (İngiltere, Fransa, ABD)
karşılıklı kamplaşması aldı.
Kapitalist dünya, sistemin bütünlüğü ve sürekliliği
açısından önem taşıyan siyasal güç ilişklerinin
ve kurumlarının konumlanışı ve niteliği, sistemin
içinde yer alan ülkelerde genel kabul gören bir
sömürü (birikim) modelinin varlığı ve sosyalist
harekete karşı alınacak tavır noktasında parçalanmıştı.
İkinci Paylaşım Savaşı bu parçalanma durumunu
gidermeye dönük büyük ve kıyıcı adım oldu.
Savaş sonuçları itibariyle sistemin gereksindiği
bütünlüğü sağlayacak olanakları yarattı bu sistemden
büyük kopmalar ve sosyalist bloğun oluşması pahasına
olsada. Yeni bir dünya tablosu, yeni güç ilişkileri
ve kapitalist sistem içinde yeni bir başat gücün
ortaya çıkması, Keynescilik bağlamında yeni bir
sömürü modelinin ortaya çıkması, emperyalist devletlerin
buna bağlı olarak gerici bir burjuva demokrasisi
zemininde organize olmaları, yeni uluslararası
kurumların ortaya çıkması, sömürgelerin tasfiyesi
yoluyla yeni bir ulus-devlet dalgasının gelişmesi,
sömürge tipi faşizmin ortaya çıkması vb daha pek
çok yeni ve kimileri oldukça köklü değişimleri
ifade eden gelişmeler eşliğinde emperyalist sistemin
(ve tabi ki kapitalist devletin) yeni bir dönemi
başladı.
Günümüzde devlet sorunuda dahil olmak üzere tüm
meselelerinde gelişen tartışmaların kaynağı bu
dönemde oluşan yapı ve dinamiklerin günümüzde
yaşadığı değişimlerdir. Bu nedenle bu dönemin
irdelenmesi güncel tartışmalar ve görevler açısından
da özel bir taşımaktadır.
Devlet,
Değişim ve Devrimci Olanaklar - II
Devlet,
Değişim ve Devrimci Olanaklar - III
|