1945 SONRASI EMPERYALİZMİN
3. BUNALIM DÖNEMİ;
KAPİTALİST DÜNYADA
VE DEVLETTE DÖNÜŞÜM
Günümüzde devlete ilişkin yapılan çözümleme ve
tartışmaların çıkış noktaları önemli ölçüde, İkinci
Paylaşım Savaşı ertesinde ortaya çıkan dünya tablosundan
kaynaklanıyor. 1945 sonrası dünya tablosu, kapitalist
sistemin gelişim seyrinde oldukça büyük değişimlerin
başlangıç noktasıdır. Emperyalizmin genel bunalımının
yeni bir dönemi başlamaktadır. Sistem, siyasal,
ekonomik ve toplumsal güç ilişkileri ve bu alanların
yeniden biçimlendirilmesi, sistem karşıtı dinamiklerin
kazandığı muazzam güç ve bunun karşısında alınacak
tutum vb. bütün temel noktalarda hızla büyük bir
değişim süreci içine girmiştir. Yaşanan değişimler
kimi yönleriyle genel bunalımın 1. ve 2. dönemlerinde
yaşananlarla kıyas edilemeyecek ölçüde kapsamlıdır.
Kökleri 1800’lere uzanan kimi yapı, dinamik ve
ilişkilerin değişimi, yerlerini yeni ilişki, yapı
ve dinamiklere bırakması söz konusudur. Bu durum,
burjuva devletin de kapsamlı bir değişim yaşaması;
bu gelişmelere bağlı olarak kaçınılmaz biçimde
yeniden biçimlenmesi, rolünün, kullandığı araçların,
ideolojik söylemlerin vb. yeniden tarif edilmesi
anlamına geliyordu.
Bu dönem devletde yaşanan değişimin anlaşılabilmesi
için üç ana noktadan hareket edebiliriz:
Birincisi, uluslararası zemindir. Kapitalist sistem
içi güç ilişkileri, devletler arası sistem, uluslararası
kurumlar ve rolleri-güçleri, sömürge sisteminin
durumu, sistem içi merkezkaç kuvvetler, sistem
karşıtı güçlerin durumu vb., dönemin kapitalist
devletini biçimlendiren başlıca uluslararası dinamiklerdir.
Aslında bu dönem açısından kapitalist devleti
nitelemede kullanılan refah devleti, yeni-sömürge
devlet, vb pek çok kavram ve olgu, ülkelerin iç
dinamikleri kadar, ortaya çıkan yeni uluslararası
zeminin yarattığı ilişki ve çelişkilerin de etkisi
altında türetilmişlerdir. Bu dönemin devletinin
anlaşılmasında en önemli kavramlardan bir diğeri;
refah devleti (sosyal devlet de deniliyor) ve
devletin ekonomiye müdahalesidir. İrdelenmesi
gereken üçüncü alan ise, emperyalist ülkelerde
faşizmin yenilgisi ve sosyalist hareketin güç
kazanması ile burjuva devletin temsili demokrasi
formunun kazandığı yapı ve klasik sömürgeciliğin
dağılması ile ortaya çıkan ve yeni-sömürgeleşme
yoluna giren yeni ulus-devletlerin siyasal biçimlenişleridir.
Bu üç dinamik organik bir bütünü oluşturuyorlar
ve 1945 sonrası kapitalist devleti çözümleme açısından
asgari bir zemin sunuyorlar.
Uluslararası (Devletlerarası) İlişkiler Zemini
ve Devlet
1945 sonrasının en çarpıcı gelişmelerinden biri,
o güne değin gelen uluslararası ilişkiler zemininin
paramparça olmasıdır. 1800’lü yıllarda kurulan
ve tüm zorlamalara, aşınmaya, meydan okumalara
rağmen 1945’lere değin gelen kapitalist sistem
içi güç dengeleri, İkinci Dünya Savaşı sonunda
kesin biçimde yok olmuştur. Kapitalist dünyadaki
Avrupa merkezli güç dengeleri, daha 1900’lerin
başında ABD’nin büyük bir güç olarak ortaya çıkışı
ile birlikte ciddi biçimde sarsılmasına karşın
kör-topal sürebilmişti.
1945’de ise güç dengelerinin merkezine kesin biçimde
ABD oturmuştur. 1800’lerin başından itibaren sistemin
başat gücü olan (her ne kadar 1900’lü yıllarda
bu konumu ciddi biçimde sarsılsada) İngiltere’nin
yerini ABD almıştır. Bu, sistemin savaş sonrası
biçimlenişine damgasını vuran temel olgulardan
biridir. ABD’nin sistem içindeki başat olma konumu,
kapitalizmin 500 yıllık tarihinin hiç bir döneminde
görülmeyen ölçülerdedir. Sistemin diğer tüm büyük
güçleri savaşı kendi ülkelerinde yaşamışlar ve
yıkıntı içindedirler. ABD ise savaşı kendi topraklarında
yaşamamış ve önemli bir sermaye ve askeri, siyasi
güç birikimi yaratmıştır. Tüm diğer ülkelerde
ABD askeri gücü bulunmaktadır. Almanya, Japonya
gibilerinde ise açık askeri işgal söz konusudur.
Bu durumun anlamı sistemin savaş sonrası yapılanmasına
ABD’nin tercihlerinin damgasını vuracağı ve sistem
içi tüm statükoların değişeceği, olanakların ABD’nin
lehine paylaşımını sağlayacak yeni bir uluslararası
yapılanmanın gelişeceğidir. Kapitalist dünyanın
savaş sonrası biçimlenişine damgasını vuran ikinci
temel gelişme ise dünyanın yaklaşık üçte birinin
sosyalizmin bayrağı altında birleşmesi, sosyalist
bir bloğun oluşması ve sosyalizmin tüm dünya halkları
için en temel tercihlerden biri haline gelmesi,
büyük çoğunluğu sosyalizmden etkilenen bir ulusal
kurtuluş mücadeleleri dalgasının gelişmesidir.
Sistemin 1945 sonrası tüm davranış ve tercihlerin
belirleyen bu iki dinamik olmuştur.
Bretton Woods anlaşması, IMF ve Dünya Bankası’nın
kuruluşu, GATT’ın kuruluşu, Marshall ve Truman
yardımları sistem içi ekonomik ilişkilerin ABD
tekellerinin istemleri doğrultusunda düzenlenmesine
dönük temel adımlar olmuştur. Başta sistemin büyük
devletleri (Almanya, Japonya, Fransa, İtalya,
İngiltere) olmak üzere, sistemin iktisadi onarımını
sağlamak, böylece uluslararası ekonomik bir düzenek
kurmak, mal ve sermaye hareketlerini yeniden başlatmak,
böylece ABD’de birikmiş büyük sermaye stokları
için hareket alanları açmak, bütün bu düzenlemelerin
temel hedefini oluşturmaktaydı. Bu anlaşmaları
ve düzenlemeleri kabul etmekle, ABD dışındaki
kapitalist devletler ve tekeller, sistem içi ekonomik
öncülüğü ve aslan payını ve belirli egemenlik
haklarını şimdilik kaydıyla esas olarak ABD’ye
ve tekellerine bıkamayı kabul ediyorlardı. Bu
düzenlemelerle aynı zamanda 1930’larda içe kapanmış
olan ülke ekonomilerinin adım adım açılması, liberalleştirilmesi
hedeflenmekteydi. Başat güç ABD doğal olarak tüm
pazarların açık hale getirilmesini istemekteydi.
Uluslararası siyasal alanın düzenlenmesinde de
ABD, sistemin belirleyici gücü konumundaydı. Esasen
uluslararası alanda sosyalist blokun ortaya çıkışı
ile birlikte iki temel taraf ortaya çıkmıştı.
Biri ABD’nin öncülük ettiği kapitalist sistem,
diğeri ise SSCB’nin öncülüğü ettiği sosyalist
sistemdi. Bu tablo içinde uluslararası ilişkilerin
düzenlenmesi ve karşılıklı güç kullanımı ile kaosu
engellemek için yine tarihte ilk kez yaptırım
gücü ile donatılmış uluslararası bir kurumlaşma
yaratılmış ve Birleşmiş Milletler kurulmuştu.
BM’nin yaptırım gücüne sahip ve en önemli kurumu
olan Güvenlik Konseyinde daimi üyeler olarak,
kapitalist sistemi ABD’nin yanısıra İngiltere
ve Fransa da temsil etmekteydi. Ancak gerçek güç
ilişkilerine bakıldığında sistemin siyasal ve
askeri temsilinin esas olarak ABD tarafından üstlenildiği
görülür. Başlıca siyasi ve askeri hedef olan sosyalist
ülkeler ve ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri
karşısında temsiliyet ve savunma ABD tarafından
ya da onun öncülüğünde diğer sistem devletlerinin
katılımı ile gerçekleştirilir. Bu noktada, NATO,
ABD öncülüğünde ve komutasında sistemin temel
askeri ve siyasi güçlerinin odaklaştırıldığı alandır.
Bu süreçte uluslararası alandaki en önemli gelişmelerden
bir diğeri ise çığ gibi büyüyen ulusal kurtuluş
mücadeleleridir. İkinci Paylaşım Savaşı büyük
sömürge imparatorlukları olan İngiltere ve Fransa’yı
ciddi bir yıkıma uğratırken, bunların sömürgelerindeki
ulusal uyanışa da büyük ivme kazandırmıştı. Sömürge
halkları sömürgecileri yenebileceklerini görmüş,
o güne değin birikmiş olan ulusal kurtuluş dinamikleri
bu elverişli koşullarda hızla politik ve askeri
hareketlere dönüşmüştü. Sömürge imparatorlukları
hızlı bir dağılma sürecine girdi. Sömürgelerdeki
mücadelelerin başarıya ulaşması çok sayıda yeni
devletin ortaya çıkması demekti.
Bu tablo karşısında, sistemin başat gücü ve koruyucusu
ABD’nin tutumu ikili bir nitelik taşıyordu.
Devrimci sosyalist güçlerin önderliğinde gelişen
ulusal kurtuluş mücadeleleri söz konusu olduğunda
ABD ve sömürgeci müttefikleri tam bir dayanışma
içindeydiler. Devrimci bir uluslaşma çizgisi izleyen
bu ulusal kurtuluş mücadeleleri, Vietnam’da, Kore’nin
kuzeyinde, Laos’da, Kamboçya’da, Angola’da, Gine’de
vd. pek çok ülkede büyük savaşımların ardından
başarıya ulaştılar. Bu ülkelerin tümü her türden
ulusal sorunun çözüme kavuşturulduğu demokratik
ve sosyalist halk devletleri olarak örgütlendiler
ve kapitalist sistemden koptular. Öte yandan,
ABD, artık sistem içinde ikincil konuma düşmüş
İngiltere ve Fransa’nın (bunlara Hollanda, İspanya,
Portekiz ve Belçika’yı da ekleyebiliriz) korumalı
pazar alanları olan bu sömürgelerin sistem içinde
kalmaları koşuluyla bağımsızlıklarına kavuşmasından
esas olarak rahatsız değildi. Daha Birinci Paylaşım
Savaşı sonrasında Başkanları Wilson eliyle ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkını oldukça güdük
bir tarzda savunmışlardı. ABD bu yolla kurulacak
‘bağımsız’ devletler eliyle bu ülkelerin pazarlarının
kendi sermayesine çok daha elverişli biçimde açılacağını
öngörmekteydi. Ancak ABD açısından İngiltere ve
Fransa’nın sürdürdüğü klasik sömürgeciliğin kabul
edilebilir tasfiyesi, ancak yeni kurulacak devletlerin
kapitalist sistem içinde kalması ve bunların kendi
kontrollerinde olması durumunda olabilirdi. ABD
bu nitelikteki bağımsızlaşma süreçlerini kimi
zaman İngiltere ve Fransa’nın eleştirilerine rağmen
ya destekledi, ya da herhangi bir olumsuz tepki
göstermeden kabul etti. İngiltere ve Fransa’yı
böyle kontrollü ‘bağımsızlık’ süreçleri ve sözde
‘bağımsız devletler’ yaratılması için ikna etti.
Böylece ortaya klasik sömürgecilik kurumlarının
tasfiye edildiği, ama tüm dizginlerin emperyalistlerin
denetimlerinde olduğu çok sayıda devlet ortaya
çıktı. Bu devletler esas olarak kapitalist ulus-devlet
formunda örgütlenmişlerdi.
Sömürgeciliğin tasfiyesine öncülük eden güçlerin
bir bölümü ise sömürgelerdeki bağımsızlıkçı aydın
küçük burjuvazi idi. Kimi zaman şiddetli mücadeleler,
kimi zaman nisbeten yumuşak geçişler yoluyla başarıya
ulaşan küçük-burjuva önderlikler esas olarak kapitalist
sistem içinde kaldılar ve ülkelerinin çıkış yolunu
büyük emperyalist ülkelerin sanayileşme yolu olarak
gördüler. Ulusal kalkınmacılık stratejisi olarak
tanımlanan bu dolambaçlı yolda, küçük-burjuva
önderlikler başarıya ulaşmak için emperyalist
ülkeler ile sosyalist ülkeler arasındaki mücadeledenin
dışında kalarak, bu çatışmadan kendi çizgileri
doğrultusunda yararlanmayı hedeflediler. 1956’da
oluşan Bağlantısızlar Hareketi esas olarak bu
yaklaşımın ürünüydü.
Sömürgeciliğin tasfiyesi süreci, çok sayıda ulus-devletin
(az sayıda din temelli devlet de sözkonusudur)
ortaya çıkışını beraberinde getirdi. İkinci Paylaşım
Savaşı bittiğinde sayısı 50 civarında olan devlet
sayısı son 50 yıl içinde 200’lü rakamlara yaklaştı.
Ancak 1945 sonrası hızla artan sömürge imparatorluklarından
koparak ulus-devlet formu içinde gerçekleştirilmeye
çalışılan devletleşme süreci ulusal sorunların
tümünün çözümü anlamına gelmiyordu. Emperyalistlerin
istemleri temelinde biçimlenen ya da küçük-burjuvazinin
önderliğinde oluşan devletlerin küçümsenemeyecek
bir bölümü (Hindistan, Endonezya, Pakistan, Filipinler,
pek çok Afrika devleti) çok uluslu bir nitelik
taşımaktaydı. Oluşan devletler ise devrimci demokratik
bir temelde devletleşmedikleri için çoğunlukla
daha baştan devlet içindeki en büyük ulusun devletine
dönüşüyor ve diğer uluslar ve ulusal topluluklar
baskı altına alınıyordu. Bunların yaşadıkları
topraklar, iç sömügecilik olarak tanımlayabileceğimiz
bir tür sömürgecilik rejimi altına sokuluyordu.
Bu dönemde kurulan devletler sadece bu tür çarpılmalarla
malül değildi. Arap ulusu örneğinde olduğu üzere
tek bir ulusun çok sayıda devlete bölünmesi, ya
da cetvelle harita üzerinde çizilen sınırlar temelinde
hiçbir ulusal, toplumsal kaygı taşınmadan ‘ulus-devlet’lerin
oluşturulması bu sürecin sıkça rastlanan çarpık,
ucube uygulamalarıydı. Böylece, geleceklerini,
yönetme tarzlarını vb. de belirleyen esasa ilişkin
çarpıklıklarla sakatlanmış çok sayıda yeni ‘ulus-devlet’
kapitalist sisteme dahil oldu. Esasen bu devletler,
modern bir ulus devlet formu taşımaktan çok, deforme
despotik, hem ezen, hem ezilen konumunda bulunan
ulusların uluslaşma süreçlerini sakatlayan kukla
devletler olmuşlardır. (1923’de kurulan TC’de
bu durumun en iyi örneklerinden biridir. Devrimci
temelde gelişmeyen Türk uluslaşması süreci, Kürtlerin
ve diğer ulusal toplulukların baskı altına alınması
temelinde gelişince kurumlaşmaları ve ideolojik
arka planı itibariyle sakatlanmıştır). Bugün bu
ülkelerde yaşanan büyük patlamalara da kuruluş
aşamalarındaki bu devrimci olmayan uluslaşma-devletleşme
süreçlerinin büyük payı bulunmaktadır.
Kısaca özetleyecek olursak; sistemin başat gücü
ABD olmuştur. Uluslararası ilişkileri düzenleyen
ve yaptırım gücüne sahip ilk kurumlaşma olan BM
oluşmuştur. Bu, devletler arası sistem için bir
ilktir. Belki bir çok yönüyle sembolik de olsa
yeni bir devletlerarası ilişki anlayışının gelişmesini
gösterdiği için önemlidir ve esas olarak sosyalist
sistem ile kapitalist sistem arasındaki güç dengelerine
dayanmaktadır. ABD’nin sistem içindeki o güne
değin görülmemiş ölçüdeki büyük gücü ve sosyalist
sistemin varlığı karşısında, kapitalist sistemin
büyük güçleri, devletler arası sistemin oluşumundan
bu yana ilk kez siyasi, ekonomik ve askeri alandaki
kimi olanak ve haklarını açık ya da örtük biçimde
ABD’ye bırakmışlardır. Brezezinski’nin kaba benzetmesini
kullanacak olursak; imparator ve vasalları ilişkisinin
bir benzeri oluşmuştur. Sistemin bütünü açısından
bu denli kapsamlı bir bağımlılık ve entegrasyon
ilişkisi devletler arası ilişkilerde bir ilktir.
Büyük sömürge imparatorlukları tasfiye edilmiştir.
Sömürge imparatorlukları aşağı yukarı tüm sömürgelerini
kaybetmiş, çekirdek devletlere dönüşmüşlerdir.
Bu alanda, devrimci önderlikler yoluyla kurulan
devrimci ulus-devletlerin yanısıra, emperyalistler
eliyle kurulan gerici, kukla devletler, ya da
küçük-burjuva ulusalcılar tarafından kurulan ulus-devletlerden
oluşan çok büyük bir ulus-devlet kitlesi oluşmuştur.
Emperyalist-kapitalist sistem içinde devletler
arası sistemin biçimlenişi, güç dengeleri, oluşan
kurumlar bu yeni faktörlerden oluşmaktaydı. Bu
noktaları, özellikle de klasik sömürgeciliğin
tasfiyesi ile ortaya çıkan kapitalist sözde ‘ulus-devlet’leri
ileride tartışacağımız için şimdilik durumu tespite
dönük bu saptamalar yeterlidir.
Yeni Sömürü Modeli (Keynescilik,
Refah devleti, Fordizm,
Yeni Sömürgecilik...) ve Devlet
1945 sonrası yeni dönem devletin ekonomideki rolünün
de yeniden tanımlanması anlamına geliyordu.
Sermayenin kesintisiz birikiminin koşullarının
sağlanması kapitalist devletin birincil görevi
durumundadır. Her yeni dönem, genellikle sermaye
birikimi sürecinin yeni bir biçimini, yeni bir
sömürü modelini de ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda,
kapitalist devlet, tüm tarihi boyunca ekonomik
alana değişik biçimlerde de olsa yoğun bir şekilde
müdahale etmiştir. Her sömürü modeli o tarihsel
kesitteki uluslararası ve yerel ilişki ve çelişkilerin;
toplumsal, siyasi, iktisadi vd. ilişkilerin, çelişkilerin,
güç dengelerinin vb. pek çok dinamiğin ürünü olarak
ortaya çıkar. Ve aynı zamanda bütün bu öğeleri
bütünlüklü olarak yansıtır da. Devletin görev
ve zorunluluklarını ve siyasal mücadelelerin içinde
gerçekleneceği alanı da belirler.
Liberal anlayışın egemen olduğu 1930’lara değin
olan süreçte sömürge alanlarının kazanılması,
serbest ticaretin dünyanın geri kalan kısmına
çoğunlukla zor yoluyla benimsetilmesi, kimi alt
yapı olanaklarının yaratılması, burjuvazinin önünü
açacak ideolojik, yasal ve kurumsal düzenlemelerin
yapılması, emekçi sınıfların karşı koyuşlarının
bastırılması vb.; bu müdahalelerin başlıca alanlarını
oluşturmaktaydı. Kapitalist devlet liberal bir
ekonomik düzenin oluşturulması için yavaş yavaş
artan kapsamlı bir müdahale düzeneği yaratmıştı.
Liberal model, 1929 büyük ekonomik bunalımı ile
kırıldı. 1930 sonrası, tüm devletlerin esas olarak
içe kapandığı (Liberal anlayışın kalesi İngiltere
bile kısmen liberal anlayıştan vazgeçmek zorunda
kaldı.), tüm kapitalist sistemi düzenleyen bir
sömürü modelinin söz konusu olmadığı, oldukça
kaotik özellikler taşıyan bir dönemdi. Bu dönemde,
belki de kapitalizmin tarihinde ilk kez devletler
doğrudan iktisadi faaliyetler yoluyla; işletmeler
kurarak, ekonomik faaliyetleri kapsamlı biçimde
örgütleyerek iktisadi faaliyetlere katıldılar.
Ancak bunlar tek tek ülkelerdeki kapitalist sistemlerin
krizden çıkış için giriştikleri ayakta kalma mücadelelerinin
birer parçasıydılar.
1945 sonrasında, ABD emperyalizmi kapitalist dünya
ekonomisine biçim verirken, bir yandan sistemin
bütününün toparlanmasını ve sosyalizme karşı güçlü
bir ekonomik yapıya kavuşmasını hedeflerken, diğer
yandan bu süreçten başat güç olma konumunu garantileyecek,
sömürünün aslan payını almasını sağlayacak koşulların
yaratılmasını hedeflemekteydi.
Bu noktada, Keynes’in devletin ekonomiye her düzeyden
doğrudan katılımını-müdahalesini esas alan düşünceleri,
bu iki hedefe ulaşılmasını sağlayacak en uygun
ideolojik-teorik çizgi olarak görünmekteydi. ABD,
müttefikleriyle anlaşarak bu çizgiyi yeni sömürü
modelinin ekseni olarak hayata geçirmeye yöneldi.
Keynesçi yeni sömürü modelinin başlıca unsurlarını
şu noktalar oluşturmaktaydı:
Devlet doğrudan yatırımlar yaparak tam istihdamı
sağlamalıdır, böylece iş bulan, gelir elde eden
insanlar talep yaratacaktır ve bu da hem özel,
hem de devlet eliyle yapılan yatırımların artmasını,
böylece kar oranlarının yükselmesini sağlayacaktır.
Gelirlerin artması tüketiminde artamasını sağlayacaktır.
Devlet az gelirli kesimleri destekleyerek tüketimin
artışına katkıda bulunmalı, böylece yeni yatırımlarında
önünü açmalıdır. Devlet para miktarını da ayarlayarak
ekonomiyi bu doğrultuda düzenleyebilmelidir. Keynesin
düşünceleri, bir yandan düşen kar oranlarının
yükseltilmesi, genişletilmiş yeniden üretimin
sağlanması ve böylece sermaye birikminin sürekliliğini
hedeflerken, diğer yanda işsizlik, yoksulluk nedeniyle
sistem karşıtı mücadele zeminlerine kayan emekçi
sınıfların ekonomik durumlarının çok sınırlı ölçüde
de olsa düzeltilerek yeniden sisteme bağlanmasını
hedeflemekteydi. Bu yoldan ve toplanan vergilerin
sermayenin emrine verilmesiyle kapitalizm onarılacaktır.
Keynes’in 1930’lu yıllarda ileri sürdüğü bu tezler,
1945’den itibaren tüm kapitalist sistemde uygulamaya
sokuldu. Keynesçi sömürü modeli, devletin ekonomiye
o güne değin görülmemiş ölçüde müdahalesi anlamına
geliyordu. Daha önceki dönemlerde yaptığı müdahalelerin
yanısıra, yukarıda kısaca özetlediğimiz müdahaleler
de artık devletin başlıca görevleri arasındaydı.
1945 sonrası refah devleti ya da sosyal devlet
olarak kavramlaştırılan durumun arka planını bu
yaklaşım oluşturmaktaydı. Bu temelde, nisbeten
kar oranlarının düşük olduğu başta eğitim, sağlık,
kültür, toplu taşımacılık, sosyal sigortalar,
temel alt yapı hizmetleri, madencilik, vb. daha
pek çok alanda büyük çaplı devlet yatırımları
gerçekleştirildi, ya da bu alanlardaki özel işletmeler
devletleştirildi. Sadece bunlar değil, daha pek
çok alanda devlet yatırımları yaygınlaştı. Tekeller
daha karlı başka alanlara yöneldi. Devletin bu
yatırımları emperyalist ülkelerdeki savaş sonrası
onarım faaliyetleri ile birleşince ekonomiye oldukça
büyük bir ivme kazandırdı.
Fordist iş örgütlenmesi tam istihdama ve kitlesel
tüketime dayanan sömürü modeli için en uygun iş
örgütlenmesi olarak kısa sürede yaygınlaştı ve
sömürü modelinin esaslı bir bileşeni oldu. Standart
ve kitlesel üretim yapan, tüm süreçlerini ve işçileri
birbirine bağlayan ve büyük işçi kitlelerini devasa
işletmeler içinde toplayan bir fabrika modeli
ve iş süreci oluştu.
Devlet en büyük işveren olmuştu ve eğitim, sağlık,
sosyal güvenlik hizmetleri vb.’ni o güne değin
olmayan ölçüde geliştirmişti.
Sistem bu geçici gelişmeyi derhal en abartılı
söylemlerle altın çağ, devleti ise refah devleti
olarak tanımlamakta gecikmedi. Gerek ideolojik
manipülasyon, gerekse emperyalist-kapitalist ülkelerde
emekçi sınıfların durumundaki göreli iyileşme,
geniş emekçi kesimlerin devrimci düşüncelerden
uzaklaşmasının, sisteme bağlanmasının, reformist
görüşlerin her alanda (sosyalist hareket de dahil)
güçlü biçimde boy vermesinin nesnel ve öznel zeminini
oluşturdu.
Kapitalist devletlerin egemen sınıfları olan tekelci
burjuvazi bu süreçten kar oranlarının yükselişi
sayesinde ciddi kazançlarla çıkmaktaydı. Öte yandan,
emekçi sınıfların devrimci düşüncelerden uzaklaştırılması,
sermaye birikiminin sürekliliği ve güvenliği açısından
hayati bir kazanım durumundaydı.
Yeni sömürü modelinin temel bileşenlerinden biri
ise, klasik sömürge konumundan kurtularak ‘ulus-devlet’lerini
kurmuş ülkeler ve eski yarı-sömürgelerin ekonomilerinin
yeniden örgütlenmesi oluşturmaktaydı. Bu, kapitalist
üretim ilişkilerinin, Keynesci modelin mantığına
uygun olarak kar oranlarının yükseltilmesini ve
genişletilmiş yeniden üretimi sağlayacak biçimde
yaygınlaştırılıp, derinlik kazanması ile olacaktı.
Bu ülkelerin tüm nüfusunun ve kaynaklarının kapitalist
sömürüye açılması, kapitalist üretim ilişkilerinin
her alana yayılaması hedeflenmekteydi. Bu süreçte
başlıca aktörler emperyalist devletler ve tekelleri,
bu ülkelerdeki devletler ve emperyalist tekellerle
işbirliği yapabilecek, komprador burjuvazi ve
büyük toprak sahipleri sınıflarıydı. Yeni devletler
ve eskinin yarı-sömürge devletleri emperyalist
devletlerden ve bankalardan aldıkları borçlarla
alt yapı yatırımlarına ve tekeller için henüz
yeterince verimli olmayan, ancak kapitalist üretimin
zeminlerini hazırlayan yatırımlara yönelirken,
emperyalist tekeller doğrudan yatırımlarla ve
yerli işbirlikçileriyle ortaklıklar kurarak hızlı
bir kapitalistleşme süreci başlattılar. Emperyalist
ülkelerde ikinci sınıf konumuna düşmüş olan sanayiler
bu ülkelere taşındı. Daha çok iç pazara dönük
dayanaklı/dayanıksız tüketim malları üretimine
ve eskimiş teknolojilere ve montaja dayanan bir
hafif ve orta sanayi gelişmeye başladı. Üretilen
malların en kritik unsurları bu fabrikaları kuran,
ortak olan ya da teknolojiyi veren emperyalist
ülkelerden gelmekteydi.
Bu nedenle, bu sanayiler emperyalist ülkelerden
gelen bu kritik unsurların (ara malları da deniliyor)
ihtalatına bağımlıydı. Bu ithalat ise geleneksel
ihraç mallarının satışı ile karşılanmaktaydı.
Bu nedenle geçmişten gelen geleneksel hammadde
ve yiyecek vb. ihracı da genişleyerek devam etti.
Öte yandan, bu sanayiler dış rekabete karşı korundu.
Bu ise kar oranlarının yüksek tutulmasını garanti
altına almaktaydı. Bu ülkelerdeki doğal ekonomi
zemini kısa sürede bozuldu. Feodal ve yarı-feodal
unsurlar hızla tasfiye sürecine girdi. Emperyalistler
borçlandırma yoluyla ve doğrudan yatırımlarla
bu ülkelerin ekonomilerini kısa sürede denetim
altına aldılar. Emperyalizm bu yoldan (ve tabi
ki siyasal ve diğer araçlar yoluyla da) içsel
bir olgu haline geldi.
Ortaya çıkan ekonomi tekelci nitelikte, dışa bağımlı,
borçlanan ve bunları ödeyemeyen, sürekli kriz
içinde olan bir ekonomidir. Emperyalistler esas
olarak, oluşmakta olan işbirlikçi tekelci burjuvazi
ile işlerini yürütmelerine karşın, bu ülkelerde
sürecin başında daha önceki dönemden kalan, büyük
toprak ağaları, büyük tefeci-tüccar kesimleriyle
de iktidarın ve dolayısıyla, devletin olanaklarının
paylaşılması zorunludur. Bu anlamda ülkede denetim
emperyalizmin de doğrudan içinde yer aldığı, işbirlikçi
tekelci burjuvazi, büyük toprak ağaları ve büyük
tefeci-tüccarların en irilerinin koalisyonu olarak
niteyebileceğimiz oligarşik bir ittifakın elindedir.
Devletin ekonomiye müdahalesi, daha çok emperyalist
ülkelerde olduğu gibi, tekelci sermayenin elinde
biriken sermayenin kar oranları yüksek alanlara
yatırılmasını sağlamak için değil, emperyalist
tekeller ve zayıf yerli işbirlikçilerine toplumsal
artığı aktarmak, sermaye kıtlığını gidermek içindir.
Tabii, bu süreçte eğitim, sağlık, sosyal güvenlik
alanlarda iyileştirmeler olsa da, bunlar emperyalist
ülkelerdekilerle kıyaslandığında çok sınırlı ölçüdedir.
Yerli tekelci burjuvazinin zayıf karakteri devletin
elinde toplanan toplumsal artığın bu alanlarda
geniş ölçüde harcanmasını engeller. Devlet bunları
çeşitli yollardan egemen sınıflara aktarır.
Böylece, her ülkede, o ülkenin tarihsel toplumsal
koşullarına bağlı olarak değişik yollardan çarpık,
sürekli kriz dinamikleri taşıyan, zayıf ve bağımlı
bir kapitalist yapı inşa edilir. Ülke yeniden
sömürgeleştirilir. Siyasal yapı da buna uygun
olarak biçimlendirilir. Ortaya çıkan, ilişki biçimine
denk düşen tanımlama yeni-sömürgecilik ilişkisidir.
Bu toplumsal yapılanma ve devleti ise yeni-sömürge
ve yeni-sömürge devletidir.
Kapitalist sömürü modeli ve bunun içinde devletin
rolünü ana hatlarıyla bu noktalarda somutlaştırabiliriz.
Kapitalist Devletin Biçimi;
Gerici Burjuva Demokrasisi ve Sömürge Tipi
Faşizm
Bu dönemde kapitalist devletin biçimine ilişkin
belirlemeler oldukça tartışmalı bir alanı oluşturmuştur.
Devletlerin çoğunlukla, fedaratif veya üniter
cumhuriyetler olarak biçimlendikleri açıktır ve
bu noktada sorun yoktur. Asıl sorun daha çok devletlerin
siyasal rejimi noktasındadır.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde faşizm kesin
biçimde yenilgiye uğratılmış ve bu ülkelerin tümünde
burjuva parlamenter demokratik devlet biçimleri
egemen olmuştur.
Ancak kurulan rejimler, kısa süre içinde en temel
demokratik siyasi hakların budanmasını hedefleyen
gerici bir yönetme tarzını egemen kılmayı hedefleyen
pratiklere yönelmişlerdir. Bu ülkelerde 1945-50
yılları arasındaki kısmi özgürlükçü ortam, 1950’li
yıllardan itibaren koyu bir anti-komünizm ile
kirletilmiş, ABD’de McCarthy’cilik ekseninde gelişen
demokratik haklara saldırılar, kısa sürede tüm
emperyalist ülkelere yayılmıştır. İtalya ve Fransa
gibi komünist hareketin çok güçlü olduğu ülkeler
ve kimi kuzey ülkeleri dışında, politik alan ağır
gerici baskıların altında ezilmiştir. Emperyalizmin
demokrasiden gericiliğe doğru olan eğilimi ve
gelişmesi bu dönem de iniş ve çıkışlarına rağmen
sürmüştür. Sistem dışı hareketlerin demokratik
haklardan yararlanması neredeyse imkansız hale
getirilmiştir. Üstelik bu sürece, özellikle Avrupa’da
sosyal-demokrat partiler öncülük etmiştir. Burjuva
demokratik hakların varlığını sürdürmesi tümüyle
işçi sınıfının, gençliğin ve aydınların mücadelesi
ile olmuştur. Buna rağmen, sistem dışı güçlere
karşı acımasız saldırganlık ve hak ihlalleri,
demokratik hakların kulanımının engellenmesi giderek
süreğen bir yapı kazanmıştır. Bu devletler her
birinin özgül koşullarına bağlı olarak değişik
süreçlerden geçerek ve farklı biçimlerde giderek
polisin ve diğer ve güvenlik aygıtlarının tüm
yaşamı kontrol ettiği birer polis devletine dönüşme
sürecine, bu dönemin başından itibaren girmişlerdir.
Yeni-sömürgeler açısından ise süreç oldukça farklı
biçimlerde işlemiştir. Bu ülkelerde geliştirilen
kapitalizmin zayıf ve bağımlı niteliği sürekli
kriz içinde olmasına neden olmaktaydı. Kapitalizmin
gelişmesiyle kırdan kente doğru gelişen göç dalgasının
getirdiği işgücü, güdük sanayileşme tarafından
emilemiyor ve kentlerin etrafına yığılmış, işçi,
işsiz büyük bir yoksul nüfus yaratıyordu. Sadece
bu da değil, bağımsız ve sanayileşerek kalkınmış
bir ülke yaratmayı hedefinin gerçekleşmemesi yoksul
sınıflardan aydınlar arasında da sisteme dönük
sorgulama ve arayışları geliştirmekteydi. Ayrıca
çok uluslu devletlerde ezilen ulusların hak arayışlarının
ciddi mücadelelere neden olacağı da açıktı. Kısacası,
yeni-sömürgeleştirilen ülkeler büyük çatışmalar
için sürekli biriken çelişki öğeleri ile yüklüydü.
Yeni-sömürge devletlerinin siyasal rejimleri daha
baştan itibaren çeşitli farklılıklar taşımaktaydı.
Yeni-sömürgeleşen eski yarı-sömürge devletlerin
bir bölümü faşist veya bonapartist devletler olarak
biçimlenmişti. Bunlarda ya tek partili parlamenter
yapı bulunuyor ya da parlamenter sistem hiç bulunmuyordu.
Her halükarda burjuva demokrasisinin izi dahi
bu ülkelerde bulunmamaktaydı. Bir bölümü ise iki
partili garip despotik yönetimler, ya da güdük
burjuva demokrasileri olarak biçimlenmişti. Yeni
kurulan yeni-sömürge devletler ise çoğunlukla
bağımsızlık sürecine öncülük eden güçlerin kurdukları
partiler tarafından yönetilmekteydi. Bir bölümü
daha baştan itibaren emperyalizmle işbirliği içinde
askeri yönetimler eliyle faşist devletlere (Güney
Kore, Filipinler gibi) dönüştürülmüştü. Bir bölümünde
ise güdük de olsa burjuva parlamenter demokrasi
rejimini hayata geçirme çabasına girişmişti.
Başlangıçta, homojen olmayan bu siyasal biçimleniş
süreç içinde emperyalizmin bu ülkelerdeki denetimleri
geliştikçe homojen bir yapıya kavuşturulması hedeflenir.
Bu ülkelerde devletin siyasal yapılanışı, uygulamaları,
kurumları, yönelimleri, başta ABD emperyalizmi
olmak üzere tüm emperyalist ülkeler tarafından
yeniden örgütlendirilir ve bu temelde bu devletlerin
siyasal biçimlenişi ortak karakteristikler kazanmaya
başlar.
Her şeyden önce, gerek emperyalistler, gerekse
yerli egemen sınıflar bu ülkelerdeki emekçi sınıfların
sınıfsal, ulusal, dinsel vb. pek çok açıdan yoğun
bir biçimde ezildiklerini ve bu duruma karşı büyük
patlama öğeleri biriktirdiklerinin farkındadırlar.
Ekonominin zayıf yapısı sürekli bunalım üretmekte,
çelişkileri derinleştirmektedir. Kent yaşamının
kır yaşamına nazaran sağladığı kimi avantajlardan
ve güdük de olsa gelişen kapitalizmin sağladığı
gelişme duygusundan kaynaklanan nispi refah düşüncesi,
sık sık yaşanan ekonomik krizlere, büyüyen işsizliğe
ve artan yoksulluğa çarparak parçalanmaktadır.
Böylece biriken patlama öğelerinin kontrol altına
alınması ve bastırılması burjuva parlamanter rejimlerle
asla mümkün değildir. Ya da eski yarı-sömürge,
yarı-feodal ilişkiler içinde biçimlenmiş despotik
yönetimlerinde sistemin güvenliğini sağlaması
mümkün değildir.
Bu noktada, yapılan şey gelişen tekelci kapitalizmin
mantığına uygun olarak, merkezileştirilmiş, ülkenin
her yerine elini uzatabilen, denetim altına alan,
ezilenlere karşı örgütlenmiş ve iç savaşa dönük
hazırlanmış güvenlik birimlerinin legal ve gizli
biçimde (kontr-gerilla) devletin çekirdeğinde
konumlandığı, ordunun devletinin yönetilmesinde
belirleyici unsurlardan biri olduğu ve gerektiğinde
öne çıktığı bir devletin yaratılmasıdır. Nisbeten
sükunetin sağlandığı dönemlerde burjuva parlamanter
demokrasinin kimi unsurlarının güdük (seçimler,
partiler, kimi demokratik haklar) biçimde devreye
sokulduğu, ordunun ve çıplak zorun geriye çekildiği
dönemlerede izin verilir. Ordunun yönetime el
koyduğu dönemler ile burjuva parlamentarizminin
öne çıktığı dönemler birbirini izler.
Bütün bu yapı yukarıdan aşağıya doğru işbirlikçi
yönetimler ve emperyalistler tarafından birlikte
inşa edilir. Belirleyici devlet kurumları esas
olarak güvenlik aygıtları ve sınırlı sayıdaki
sivil kurumdur ve bunlar kadroları, görevleri,
uygulama araçları vb. özellikleri itibariyle daha
baştan itibaren her türden demokratik müdahaleye
kapalı, baskıcı, terörcü kurumlar olarak biçimlendirilir.
Bu devlet, esas olarak emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci burjuvazinin, dahası bir bütün olarak
oligarşik ittifakın devletidir. Bu devlet yapısı
sahip olduğu bütün bu özellikleriyle faşist karakterdedir.
Emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin öncülüğündeki
oligarşik ittifakın çıkarları için ağır bir baskı
rejimi ve gerici terör ve bunun kurumları devletin
ve yönetme tarzının esaslı unsurlarıdır.
Bu devlet biçimi diğer faşist devlet biçimlerinden
ayrılan yanlarının netleştirilmesi ve sömürgeci
(yeni-sömürgeci) karakterinin net olarak ifade
edilebilmesi için sömürge tipi faşizm olarak nitelendirilmiştir.
Askeri yapının egemen olduğu ve çıplak zorun öne
çıktığı dönemler açık faşizm, burjuva parlamanter
öğelerin öne çıkarıldığı süreçler ise gizli faşizm
olarak tanımlanmıştır.
Daha sürecin başından itibaren bu temelde örgütlendirilen
bu devletler, çoğu durumda henüz güçlü bir işçi
sınıfına ve direnme geleneklerine sahip olmayan
ülkelerde her açıdan zayıf konumdaki emekçi sınıfların
karşısına ceberrut, ülkenin dört bir yanında örgütlenmiş,
güçlü ve her türden terör yöntemini acımasızca
uygulayan yapılar olarak çıkmışlardır. Aşırı şiddet
kullanımı ve ideolojik yönlendirmeyle güçlü ve
yenilmez devlet imajı geliştirilmiştir. Bu imaj,
nispi refah olarak algıladığı kent ortamının kimi
olanakları ile birleşerek emekçiler ile oligarşi
(ve devlet) arasında devletin yıkılmazlığı, yenilmezliği
düşüncesinde ifadesini bulan bir suni denge yaratmıştır.
Yeni-sömürgelerde emekçi halk kitleleri ile devlet
arasındaki ilişkileri biçimlendiren en temel faktör
bu olmuştur.
Kimi istisnai durumlar (Portekiz, İspanya ve Yunanistan
gibi) dışında yeni-sömürgeleşme yoluna giren tüm
devletler bu değişik yollardan, değişik süreçlerden
geçerek sömürge tipi faşizm modeline uygun olarak
yeniden yapılandırılmıştır.
Hiç kuşkusuz, emperyalist-kapitalist sistemin
ve kapitalist devletlerin gerek uluslararası alandaki,
gerekse ekonomik ve siyasal alandaki örgütlenmesine
ilişkin yukarıda ifade edilen noktalar esas olarak
genel gelişme doğrultularını ifade etmektedir.
Bu genel doğrultulara denk düşmeyen, bu merkezi
eğilimlerden uzaklaşan, pek çok öğe ve merkezkaç
dinamik de söz konusudur. Ancak sistemin bütünü
açısından bakıldığında genel doğrultu budur. Bu
dönemin başlangıcında ayrıksı pek çok özellik
taşıyan ülkeler ve pek çok uygulama, zaman içinde
genel doğrultuya uygun hale gelmiş, kurum, uygulama
ve kurallar tüm sistem açısından tümüyle olmasa
bile başlangıçla kıyaslandığında çok büyük ölçüde
benzer hale gelmiştir. Genel doğrultuya uygun
gelişme gösteren her devletin sürece dahil oluşu
da tarihsel, kültürel dokusuna, o an’a değin her
alanda biriktirmiş olduğu maddi ve manevi birikimlere
bağlı olarak farklılıklar göstermiştir.
Bir, Burkina Faso ya da Ruanda ile, bir Brezilya,
Endonezya ya da Türkiye’nin genel doğrultu içindeki
gelişme seyirleri hemen hemen her açıdan farklılıklar
gösterir. Örneğin Brezilya’da 1960’larda kurulan
askeri açık faşist yönetim 20 yılı aşkın süre
devam ederken, Türkiye’de askeri faşist rejimler,
1970 başlarında iki yıl, 1980 başında ise 3 yıl
sürmüştür. Daha pek çok farklı durum ve biçimleniş
gösterilebilir. Sürecin gelişme seyrine ilişkin
teorik tespitleri değerlendirirken bütün bu noktaları
mutlaka her an akılda tutmak zorunludur.
Bu sürecin genel doğrultusuna uymayan merkezkaç
gelişmeler olarak öne çıkan başlıca gelişmelere
de konumuz bağlamında kısaca değinmek gerekiyor.
Bunlardan ilki, 1950’li yıllardan itibaren, Avrupalı
emperyalist ülkelerin ilk aşamada Avrupa Kömür
ve Çelik Birliği ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu
(AET, günümüzde AB oldu) ismi altında kendi aralarında
birlik oluşturarak, sistemin başat gücü ABD’nin
öncülük yapmadığı bir birlik oluşturmalarıdır.
Bu oluşum Avrupalı emperyalistlerin ABD dışında
kurumlaşma, güç odakları oluşturma yönünde attıkları
ilk adımdır. Kuşkusuz bu girişimler 1990’lara
değin, sistem içinde 1945’lerde oluşmuş olan statükoyu
bozmamış olsada, Fransa’nın 1960’lı yıllarda NATO’dan
çekilmesi, Almanya’nın SSCB ve Demokratik Almanya
ile 1970 başlarında ilişkileri geliştirmeye girişmesi
gibi başkaca unsurlarla gittikçe güçlenen ve hem
tek tek bu devletlerin ABD karşısında güçlenmesini,
hem de bağımsız olarak bloklaşma isteklerini gösteren
unsurlar oldular.
Bu eğilimler kapitalist devletler arasındaki ilişki
sistemindeki oldukça yavaş da olsa uç veren değişimin,
ABD dışındaki büyük emperyalist devletlerin ABD’ye
devrettikleri kimi haklarını sinikce de olsa almaya
dönük küçük başlangıç adımları olarak ortaya çıktılar.
Sadece bu da değil, Avrupa’daki bloklaşma eğilimi
geliştikçe, burjuva ulus-devleti korumakla birlikte
daha üst devletsel kurumlara (Avrupa Birliği ve
ileride belki de Avrupa Birleşik Devletleri) dönük
yavaş da olsa bir geçiş eğiliminin varolduğu görüldü.
Merkezkaç eğilimlerden bir diğeri, çoğunluğunu
bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin oluşturduğu
Bağlantısızlar Hareketidir. Bağlantısızlar Hareketi,
1956’da Endonezya’nın Bandung kentinde kurulduğunda
küçük-burjuva önderliklerin bağımsızlığa öncülük
ettiği, esas olarak kapitalist gelişme (gelişememe
demek daha doğru olur) yoluna girmiş, ancak siyasal
ve ekonomik açıdan henüz emperyalizmin tam kontrolü
altına girmemiş ülkelerin birliği olma ve kapitalist
ve sosyalist bloklara karşı mesafeli bir politika
yürütme iddiasında idi.
Bu ülkeler sosyalizm ile kapitalist sistem arasındaki
çelişkelerden yararlanarak her iki sistemin olanaklarını
kullanma ve bu yoldan hızla sanayileşme ve büyük
ya da en azında bağımsız devletler olarak kalma
iddiasındaydılar. Bu harekete öncülük eden ülkeler
(Hindistan, Endonezya, Mısır, Yugoslavya vb) gerçektende
büyük bir nüfus potansiyeline, toprağa, doğal
kaynaklara ve bulundukları bölgelerde siyasal
nüfuza sahiptiler. Sahip oldukları nesnel olanaklar
bu ülkelerde bağımsız ve büyük devletler olma
umudu yaratmaktaydı. Ancak izledikleri kapitalist
gelişme yolu ve emperyalist ülkelerle girdikleri
ilişkiler sonucunda, bunlar zamanla birer ikişer,
yeni-sömürge ülkelere dönüştüler ve 1980’lerde
bu hareket tümüyle dağıldı.
1945’lerde başlayan ve 1949 Çin Devrimiyle temel
unsurları billurlaşan emperyalizmin 3. bunalım
dönemi, gelişim seyri içinde pek çok değişime
uğrayarak, pek çok çelişki öğesi biriktirerek
ilerledi. 1970’lere gelindiğinde ABD hegemonyası
başta ekonomik alanda olmak üzere ciddi biçimde
aşınma yoluna girmişti. Bretton Woods anlaşmasının
ve doların çökerek, dünya parası olmaktan çıkışı,
ABD hegemonyasının başaşağı gidiş sürecinin başladığını
ve sistemin ‘altın çağı’nın sona ererek, konjonktürel
olmayan yeni büyük bir yapısal krizin geliştiğinin
ilk büyük işaretiydi.
Ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerinin büyümesi
ve zaferler kazanması, emperyalist ülkelerde işçi
hareketinin güçlenerek ekonomik kazanımlarını
büyütmesi, biriken büyük sermaye stoklarının daha
karlı biçimde değerleneceği alanlar bulunamaması
ve benzer bir dizi faktör sistemi krize yuvarlamıştı.
Sistemin krize yanıtı ABD öncülüğünde bütünlüklü
bir restorasyon programı geliştirmek oldu.
Temel bileşenlerini; yeni bir uluslararası sistemin
ve güç ilişkilerinin oluşturulması, kar oranlarının
yükselişini sağlayacak yeni bir sömürü modelinin,
neoliberal ekonomi politikalarının uygulanması
ve toplumsal, kültürel alanın buna uygun olarak
postmodern düşünce ekseninde yeniden biçimlendirilmesinin
oluşturduğu restorasyon programı elbette kapitalist
devletin ve siyasal alanın da bütün bunlara bağlı
olarak hem emperyalist ülkelerde, hem de yeni-sömürgelerde
yeniden biçimlendirilmesini öngörmekteydi.
Emperyalist ülkelerde yeni sağcılık, yeni-sömürgelerde
düşük yoğunluklu çatışma-düşük yoğunluklu demokrasi
kavramlarıyla tanımlanan devletin yeniden organizasyonu,
1980 başında devreye sokulan restorasyon programının
önemli bileşenlerinden biri olarak pratik bir
olgu haline geldi.
Günümüzde hayatımıza somut olarak giren “devletin
küçültülmesi”, “postmodern darbe”, “ulus-devletin
aşınması” vb. devlete ilişkin pek çok olgu ve
tartışma konusu 1980’lerde devreye sokulan ve
1990 sonrasında dünya çapında uygulama alanı bulan
ve yeni boyutlar kazanan emperyalist restorasyon
programının ürünüdür.
Devlet,
Değişim ve Devrimci Olanaklar - III
|