Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

1945 SONRASI EMPERYALİZMİN
3. BUNALIM DÖNEMİ;
KAPİTALİST DÜNYADA
VE DEVLETTE DÖNÜŞÜM

Günümüzde devlete ilişkin yapılan çözümleme ve tartışmaların çıkış noktaları önemli ölçüde, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde ortaya çıkan dünya tablosundan kaynaklanıyor. 1945 sonrası dünya tablosu, kapitalist sistemin gelişim seyrinde oldukça büyük değişimlerin başlangıç noktasıdır. Emperyalizmin genel bunalımının yeni bir dönemi başlamaktadır. Sistem, siyasal, ekonomik ve toplumsal güç ilişkileri ve bu alanların yeniden biçimlendirilmesi, sistem karşıtı dinamiklerin kazandığı muazzam güç ve bunun karşısında alınacak tutum vb. bütün temel noktalarda hızla büyük bir değişim süreci içine girmiştir. Yaşanan değişimler kimi yönleriyle genel bunalımın 1. ve 2. dönemlerinde yaşananlarla kıyas edilemeyecek ölçüde kapsamlıdır. Kökleri 1800’lere uzanan kimi yapı, dinamik ve ilişkilerin değişimi, yerlerini yeni ilişki, yapı ve dinamiklere bırakması söz konusudur. Bu durum, burjuva devletin de kapsamlı bir değişim yaşaması; bu gelişmelere bağlı olarak kaçınılmaz biçimde yeniden biçimlenmesi, rolünün, kullandığı araçların, ideolojik söylemlerin vb. yeniden tarif edilmesi anlamına geliyordu.
Bu dönem devletde yaşanan değişimin anlaşılabilmesi için üç ana noktadan hareket edebiliriz:
Birincisi, uluslararası zemindir. Kapitalist sistem içi güç ilişkileri, devletler arası sistem, uluslararası kurumlar ve rolleri-güçleri, sömürge sisteminin durumu, sistem içi merkezkaç kuvvetler, sistem karşıtı güçlerin durumu vb., dönemin kapitalist devletini biçimlendiren başlıca uluslararası dinamiklerdir. Aslında bu dönem açısından kapitalist devleti nitelemede kullanılan refah devleti, yeni-sömürge devlet, vb pek çok kavram ve olgu, ülkelerin iç dinamikleri kadar, ortaya çıkan yeni uluslararası zeminin yarattığı ilişki ve çelişkilerin de etkisi altında türetilmişlerdir. Bu dönemin devletinin anlaşılmasında en önemli kavramlardan bir diğeri; refah devleti (sosyal devlet de deniliyor) ve devletin ekonomiye müdahalesidir. İrdelenmesi gereken üçüncü alan ise, emperyalist ülkelerde faşizmin yenilgisi ve sosyalist hareketin güç kazanması ile burjuva devletin temsili demokrasi formunun kazandığı yapı ve klasik sömürgeciliğin dağılması ile ortaya çıkan ve yeni-sömürgeleşme yoluna giren yeni ulus-devletlerin siyasal biçimlenişleridir. Bu üç dinamik organik bir bütünü oluşturuyorlar ve 1945 sonrası kapitalist devleti çözümleme açısından asgari bir zemin sunuyorlar.

Uluslararası (Devletlerarası) İlişkiler Zemini ve Devlet
1945 sonrasının en çarpıcı gelişmelerinden biri, o güne değin gelen uluslararası ilişkiler zemininin paramparça olmasıdır. 1800’lü yıllarda kurulan ve tüm zorlamalara, aşınmaya, meydan okumalara rağmen 1945’lere değin gelen kapitalist sistem içi güç dengeleri, İkinci Dünya Savaşı sonunda kesin biçimde yok olmuştur. Kapitalist dünyadaki Avrupa merkezli güç dengeleri, daha 1900’lerin başında ABD’nin büyük bir güç olarak ortaya çıkışı ile birlikte ciddi biçimde sarsılmasına karşın kör-topal sürebilmişti.
1945’de ise güç dengelerinin merkezine kesin biçimde ABD oturmuştur. 1800’lerin başından itibaren sistemin başat gücü olan (her ne kadar 1900’lü yıllarda bu konumu ciddi biçimde sarsılsada) İngiltere’nin yerini ABD almıştır. Bu, sistemin savaş sonrası biçimlenişine damgasını vuran temel olgulardan biridir. ABD’nin sistem içindeki başat olma konumu, kapitalizmin 500 yıllık tarihinin hiç bir döneminde görülmeyen ölçülerdedir. Sistemin diğer tüm büyük güçleri savaşı kendi ülkelerinde yaşamışlar ve yıkıntı içindedirler. ABD ise savaşı kendi topraklarında yaşamamış ve önemli bir sermaye ve askeri, siyasi güç birikimi yaratmıştır. Tüm diğer ülkelerde ABD askeri gücü bulunmaktadır. Almanya, Japonya gibilerinde ise açık askeri işgal söz konusudur. Bu durumun anlamı sistemin savaş sonrası yapılanmasına ABD’nin tercihlerinin damgasını vuracağı ve sistem içi tüm statükoların değişeceği, olanakların ABD’nin lehine paylaşımını sağlayacak yeni bir uluslararası yapılanmanın gelişeceğidir. Kapitalist dünyanın savaş sonrası biçimlenişine damgasını vuran ikinci temel gelişme ise dünyanın yaklaşık üçte birinin sosyalizmin bayrağı altında birleşmesi, sosyalist bir bloğun oluşması ve sosyalizmin tüm dünya halkları için en temel tercihlerden biri haline gelmesi, büyük çoğunluğu sosyalizmden etkilenen bir ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgasının gelişmesidir. Sistemin 1945 sonrası tüm davranış ve tercihlerin belirleyen bu iki dinamik olmuştur.
Bretton Woods anlaşması, IMF ve Dünya Bankası’nın kuruluşu, GATT’ın kuruluşu, Marshall ve Truman yardımları sistem içi ekonomik ilişkilerin ABD tekellerinin istemleri doğrultusunda düzenlenmesine dönük temel adımlar olmuştur. Başta sistemin büyük devletleri (Almanya, Japonya, Fransa, İtalya, İngiltere) olmak üzere, sistemin iktisadi onarımını sağlamak, böylece uluslararası ekonomik bir düzenek kurmak, mal ve sermaye hareketlerini yeniden başlatmak, böylece ABD’de birikmiş büyük sermaye stokları için hareket alanları açmak, bütün bu düzenlemelerin temel hedefini oluşturmaktaydı. Bu anlaşmaları ve düzenlemeleri kabul etmekle, ABD dışındaki kapitalist devletler ve tekeller, sistem içi ekonomik öncülüğü ve aslan payını ve belirli egemenlik haklarını şimdilik kaydıyla esas olarak ABD’ye ve tekellerine bıkamayı kabul ediyorlardı. Bu düzenlemelerle aynı zamanda 1930’larda içe kapanmış olan ülke ekonomilerinin adım adım açılması, liberalleştirilmesi hedeflenmekteydi. Başat güç ABD doğal olarak tüm pazarların açık hale getirilmesini istemekteydi.
Uluslararası siyasal alanın düzenlenmesinde de ABD, sistemin belirleyici gücü konumundaydı. Esasen uluslararası alanda sosyalist blokun ortaya çıkışı ile birlikte iki temel taraf ortaya çıkmıştı. Biri ABD’nin öncülük ettiği kapitalist sistem, diğeri ise SSCB’nin öncülüğü ettiği sosyalist sistemdi. Bu tablo içinde uluslararası ilişkilerin düzenlenmesi ve karşılıklı güç kullanımı ile kaosu engellemek için yine tarihte ilk kez yaptırım gücü ile donatılmış uluslararası bir kurumlaşma yaratılmış ve Birleşmiş Milletler kurulmuştu. BM’nin yaptırım gücüne sahip ve en önemli kurumu olan Güvenlik Konseyinde daimi üyeler olarak, kapitalist sistemi ABD’nin yanısıra İngiltere ve Fransa da temsil etmekteydi. Ancak gerçek güç ilişkilerine bakıldığında sistemin siyasal ve askeri temsilinin esas olarak ABD tarafından üstlenildiği görülür. Başlıca siyasi ve askeri hedef olan sosyalist ülkeler ve ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri karşısında temsiliyet ve savunma ABD tarafından ya da onun öncülüğünde diğer sistem devletlerinin katılımı ile gerçekleştirilir. Bu noktada, NATO, ABD öncülüğünde ve komutasında sistemin temel askeri ve siyasi güçlerinin odaklaştırıldığı alandır.
Bu süreçte uluslararası alandaki en önemli gelişmelerden bir diğeri ise çığ gibi büyüyen ulusal kurtuluş mücadeleleridir. İkinci Paylaşım Savaşı büyük sömürge imparatorlukları olan İngiltere ve Fransa’yı ciddi bir yıkıma uğratırken, bunların sömürgelerindeki ulusal uyanışa da büyük ivme kazandırmıştı. Sömürge halkları sömürgecileri yenebileceklerini görmüş, o güne değin birikmiş olan ulusal kurtuluş dinamikleri bu elverişli koşullarda hızla politik ve askeri hareketlere dönüşmüştü. Sömürge imparatorlukları hızlı bir dağılma sürecine girdi. Sömürgelerdeki mücadelelerin başarıya ulaşması çok sayıda yeni devletin ortaya çıkması demekti.
Bu tablo karşısında, sistemin başat gücü ve koruyucusu ABD’nin tutumu ikili bir nitelik taşıyordu.
Devrimci sosyalist güçlerin önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri söz konusu olduğunda ABD ve sömürgeci müttefikleri tam bir dayanışma içindeydiler. Devrimci bir uluslaşma çizgisi izleyen bu ulusal kurtuluş mücadeleleri, Vietnam’da, Kore’nin kuzeyinde, Laos’da, Kamboçya’da, Angola’da, Gine’de vd. pek çok ülkede büyük savaşımların ardından başarıya ulaştılar. Bu ülkelerin tümü her türden ulusal sorunun çözüme kavuşturulduğu demokratik ve sosyalist halk devletleri olarak örgütlendiler ve kapitalist sistemden koptular. Öte yandan, ABD, artık sistem içinde ikincil konuma düşmüş İngiltere ve Fransa’nın (bunlara Hollanda, İspanya, Portekiz ve Belçika’yı da ekleyebiliriz) korumalı pazar alanları olan bu sömürgelerin sistem içinde kalmaları koşuluyla bağımsızlıklarına kavuşmasından esas olarak rahatsız değildi. Daha Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında Başkanları Wilson eliyle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını oldukça güdük bir tarzda savunmışlardı. ABD bu yolla kurulacak ‘bağımsız’ devletler eliyle bu ülkelerin pazarlarının kendi sermayesine çok daha elverişli biçimde açılacağını öngörmekteydi. Ancak ABD açısından İngiltere ve Fransa’nın sürdürdüğü klasik sömürgeciliğin kabul edilebilir tasfiyesi, ancak yeni kurulacak devletlerin kapitalist sistem içinde kalması ve bunların kendi kontrollerinde olması durumunda olabilirdi. ABD bu nitelikteki bağımsızlaşma süreçlerini kimi zaman İngiltere ve Fransa’nın eleştirilerine rağmen ya destekledi, ya da herhangi bir olumsuz tepki göstermeden kabul etti. İngiltere ve Fransa’yı böyle kontrollü ‘bağımsızlık’ süreçleri ve sözde ‘bağımsız devletler’ yaratılması için ikna etti. Böylece ortaya klasik sömürgecilik kurumlarının tasfiye edildiği, ama tüm dizginlerin emperyalistlerin denetimlerinde olduğu çok sayıda devlet ortaya çıktı. Bu devletler esas olarak kapitalist ulus-devlet formunda örgütlenmişlerdi.
Sömürgeciliğin tasfiyesine öncülük eden güçlerin bir bölümü ise sömürgelerdeki bağımsızlıkçı aydın küçük burjuvazi idi. Kimi zaman şiddetli mücadeleler, kimi zaman nisbeten yumuşak geçişler yoluyla başarıya ulaşan küçük-burjuva önderlikler esas olarak kapitalist sistem içinde kaldılar ve ülkelerinin çıkış yolunu büyük emperyalist ülkelerin sanayileşme yolu olarak gördüler. Ulusal kalkınmacılık stratejisi olarak tanımlanan bu dolambaçlı yolda, küçük-burjuva önderlikler başarıya ulaşmak için emperyalist ülkeler ile sosyalist ülkeler arasındaki mücadeledenin dışında kalarak, bu çatışmadan kendi çizgileri doğrultusunda yararlanmayı hedeflediler. 1956’da oluşan Bağlantısızlar Hareketi esas olarak bu yaklaşımın ürünüydü.
Sömürgeciliğin tasfiyesi süreci, çok sayıda ulus-devletin (az sayıda din temelli devlet de sözkonusudur) ortaya çıkışını beraberinde getirdi. İkinci Paylaşım Savaşı bittiğinde sayısı 50 civarında olan devlet sayısı son 50 yıl içinde 200’lü rakamlara yaklaştı. Ancak 1945 sonrası hızla artan sömürge imparatorluklarından koparak ulus-devlet formu içinde gerçekleştirilmeye çalışılan devletleşme süreci ulusal sorunların tümünün çözümü anlamına gelmiyordu. Emperyalistlerin istemleri temelinde biçimlenen ya da küçük-burjuvazinin önderliğinde oluşan devletlerin küçümsenemeyecek bir bölümü (Hindistan, Endonezya, Pakistan, Filipinler, pek çok Afrika devleti) çok uluslu bir nitelik taşımaktaydı. Oluşan devletler ise devrimci demokratik bir temelde devletleşmedikleri için çoğunlukla daha baştan devlet içindeki en büyük ulusun devletine dönüşüyor ve diğer uluslar ve ulusal topluluklar baskı altına alınıyordu. Bunların yaşadıkları topraklar, iç sömügecilik olarak tanımlayabileceğimiz bir tür sömürgecilik rejimi altına sokuluyordu. Bu dönemde kurulan devletler sadece bu tür çarpılmalarla malül değildi. Arap ulusu örneğinde olduğu üzere tek bir ulusun çok sayıda devlete bölünmesi, ya da cetvelle harita üzerinde çizilen sınırlar temelinde hiçbir ulusal, toplumsal kaygı taşınmadan ‘ulus-devlet’lerin oluşturulması bu sürecin sıkça rastlanan çarpık, ucube uygulamalarıydı. Böylece, geleceklerini, yönetme tarzlarını vb. de belirleyen esasa ilişkin çarpıklıklarla sakatlanmış çok sayıda yeni ‘ulus-devlet’ kapitalist sisteme dahil oldu. Esasen bu devletler, modern bir ulus devlet formu taşımaktan çok, deforme despotik, hem ezen, hem ezilen konumunda bulunan ulusların uluslaşma süreçlerini sakatlayan kukla devletler olmuşlardır. (1923’de kurulan TC’de bu durumun en iyi örneklerinden biridir. Devrimci temelde gelişmeyen Türk uluslaşması süreci, Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların baskı altına alınması temelinde gelişince kurumlaşmaları ve ideolojik arka planı itibariyle sakatlanmıştır). Bugün bu ülkelerde yaşanan büyük patlamalara da kuruluş aşamalarındaki bu devrimci olmayan uluslaşma-devletleşme süreçlerinin büyük payı bulunmaktadır.
Kısaca özetleyecek olursak; sistemin başat gücü ABD olmuştur. Uluslararası ilişkileri düzenleyen ve yaptırım gücüne sahip ilk kurumlaşma olan BM oluşmuştur. Bu, devletler arası sistem için bir ilktir. Belki bir çok yönüyle sembolik de olsa yeni bir devletlerarası ilişki anlayışının gelişmesini gösterdiği için önemlidir ve esas olarak sosyalist sistem ile kapitalist sistem arasındaki güç dengelerine dayanmaktadır. ABD’nin sistem içindeki o güne değin görülmemiş ölçüdeki büyük gücü ve sosyalist sistemin varlığı karşısında, kapitalist sistemin büyük güçleri, devletler arası sistemin oluşumundan bu yana ilk kez siyasi, ekonomik ve askeri alandaki kimi olanak ve haklarını açık ya da örtük biçimde ABD’ye bırakmışlardır. Brezezinski’nin kaba benzetmesini kullanacak olursak; imparator ve vasalları ilişkisinin bir benzeri oluşmuştur. Sistemin bütünü açısından bu denli kapsamlı bir bağımlılık ve entegrasyon ilişkisi devletler arası ilişkilerde bir ilktir. Büyük sömürge imparatorlukları tasfiye edilmiştir. Sömürge imparatorlukları aşağı yukarı tüm sömürgelerini kaybetmiş, çekirdek devletlere dönüşmüşlerdir. Bu alanda, devrimci önderlikler yoluyla kurulan devrimci ulus-devletlerin yanısıra, emperyalistler eliyle kurulan gerici, kukla devletler, ya da küçük-burjuva ulusalcılar tarafından kurulan ulus-devletlerden oluşan çok büyük bir ulus-devlet kitlesi oluşmuştur. Emperyalist-kapitalist sistem içinde devletler arası sistemin biçimlenişi, güç dengeleri, oluşan kurumlar bu yeni faktörlerden oluşmaktaydı. Bu noktaları, özellikle de klasik sömürgeciliğin tasfiyesi ile ortaya çıkan kapitalist sözde ‘ulus-devlet’leri ileride tartışacağımız için şimdilik durumu tespite dönük bu saptamalar yeterlidir.

Yeni Sömürü Modeli (Keynescilik,
Refah devleti, Fordizm,
Yeni Sömürgecilik...) ve Devlet

1945 sonrası yeni dönem devletin ekonomideki rolünün de yeniden tanımlanması anlamına geliyordu.
Sermayenin kesintisiz birikiminin koşullarının sağlanması kapitalist devletin birincil görevi durumundadır. Her yeni dönem, genellikle sermaye birikimi sürecinin yeni bir biçimini, yeni bir sömürü modelini de ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda, kapitalist devlet, tüm tarihi boyunca ekonomik alana değişik biçimlerde de olsa yoğun bir şekilde müdahale etmiştir. Her sömürü modeli o tarihsel kesitteki uluslararası ve yerel ilişki ve çelişkilerin; toplumsal, siyasi, iktisadi vd. ilişkilerin, çelişkilerin, güç dengelerinin vb. pek çok dinamiğin ürünü olarak ortaya çıkar. Ve aynı zamanda bütün bu öğeleri bütünlüklü olarak yansıtır da. Devletin görev ve zorunluluklarını ve siyasal mücadelelerin içinde gerçekleneceği alanı da belirler.
Liberal anlayışın egemen olduğu 1930’lara değin olan süreçte sömürge alanlarının kazanılması, serbest ticaretin dünyanın geri kalan kısmına çoğunlukla zor yoluyla benimsetilmesi, kimi alt yapı olanaklarının yaratılması, burjuvazinin önünü açacak ideolojik, yasal ve kurumsal düzenlemelerin yapılması, emekçi sınıfların karşı koyuşlarının bastırılması vb.; bu müdahalelerin başlıca alanlarını oluşturmaktaydı. Kapitalist devlet liberal bir ekonomik düzenin oluşturulması için yavaş yavaş artan kapsamlı bir müdahale düzeneği yaratmıştı.
Liberal model, 1929 büyük ekonomik bunalımı ile kırıldı. 1930 sonrası, tüm devletlerin esas olarak içe kapandığı (Liberal anlayışın kalesi İngiltere bile kısmen liberal anlayıştan vazgeçmek zorunda kaldı.), tüm kapitalist sistemi düzenleyen bir sömürü modelinin söz konusu olmadığı, oldukça kaotik özellikler taşıyan bir dönemdi. Bu dönemde, belki de kapitalizmin tarihinde ilk kez devletler doğrudan iktisadi faaliyetler yoluyla; işletmeler kurarak, ekonomik faaliyetleri kapsamlı biçimde örgütleyerek iktisadi faaliyetlere katıldılar. Ancak bunlar tek tek ülkelerdeki kapitalist sistemlerin krizden çıkış için giriştikleri ayakta kalma mücadelelerinin birer parçasıydılar.
1945 sonrasında, ABD emperyalizmi kapitalist dünya ekonomisine biçim verirken, bir yandan sistemin bütününün toparlanmasını ve sosyalizme karşı güçlü bir ekonomik yapıya kavuşmasını hedeflerken, diğer yandan bu süreçten başat güç olma konumunu garantileyecek, sömürünün aslan payını almasını sağlayacak koşulların yaratılmasını hedeflemekteydi.
Bu noktada, Keynes’in devletin ekonomiye her düzeyden doğrudan katılımını-müdahalesini esas alan düşünceleri, bu iki hedefe ulaşılmasını sağlayacak en uygun ideolojik-teorik çizgi olarak görünmekteydi. ABD, müttefikleriyle anlaşarak bu çizgiyi yeni sömürü modelinin ekseni olarak hayata geçirmeye yöneldi.
Keynesçi yeni sömürü modelinin başlıca unsurlarını şu noktalar oluşturmaktaydı:
Devlet doğrudan yatırımlar yaparak tam istihdamı sağlamalıdır, böylece iş bulan, gelir elde eden insanlar talep yaratacaktır ve bu da hem özel, hem de devlet eliyle yapılan yatırımların artmasını, böylece kar oranlarının yükselmesini sağlayacaktır. Gelirlerin artması tüketiminde artamasını sağlayacaktır. Devlet az gelirli kesimleri destekleyerek tüketimin artışına katkıda bulunmalı, böylece yeni yatırımlarında önünü açmalıdır. Devlet para miktarını da ayarlayarak ekonomiyi bu doğrultuda düzenleyebilmelidir. Keynesin düşünceleri, bir yandan düşen kar oranlarının yükseltilmesi, genişletilmiş yeniden üretimin sağlanması ve böylece sermaye birikminin sürekliliğini hedeflerken, diğer yanda işsizlik, yoksulluk nedeniyle sistem karşıtı mücadele zeminlerine kayan emekçi sınıfların ekonomik durumlarının çok sınırlı ölçüde de olsa düzeltilerek yeniden sisteme bağlanmasını hedeflemekteydi. Bu yoldan ve toplanan vergilerin sermayenin emrine verilmesiyle kapitalizm onarılacaktır.
Keynes’in 1930’lu yıllarda ileri sürdüğü bu tezler, 1945’den itibaren tüm kapitalist sistemde uygulamaya sokuldu. Keynesçi sömürü modeli, devletin ekonomiye o güne değin görülmemiş ölçüde müdahalesi anlamına geliyordu. Daha önceki dönemlerde yaptığı müdahalelerin yanısıra, yukarıda kısaca özetlediğimiz müdahaleler de artık devletin başlıca görevleri arasındaydı.
1945 sonrası refah devleti ya da sosyal devlet olarak kavramlaştırılan durumun arka planını bu yaklaşım oluşturmaktaydı. Bu temelde, nisbeten kar oranlarının düşük olduğu başta eğitim, sağlık, kültür, toplu taşımacılık, sosyal sigortalar, temel alt yapı hizmetleri, madencilik, vb. daha pek çok alanda büyük çaplı devlet yatırımları gerçekleştirildi, ya da bu alanlardaki özel işletmeler devletleştirildi. Sadece bunlar değil, daha pek çok alanda devlet yatırımları yaygınlaştı. Tekeller daha karlı başka alanlara yöneldi. Devletin bu yatırımları emperyalist ülkelerdeki savaş sonrası onarım faaliyetleri ile birleşince ekonomiye oldukça büyük bir ivme kazandırdı.
Fordist iş örgütlenmesi tam istihdama ve kitlesel tüketime dayanan sömürü modeli için en uygun iş örgütlenmesi olarak kısa sürede yaygınlaştı ve sömürü modelinin esaslı bir bileşeni oldu. Standart ve kitlesel üretim yapan, tüm süreçlerini ve işçileri birbirine bağlayan ve büyük işçi kitlelerini devasa işletmeler içinde toplayan bir fabrika modeli ve iş süreci oluştu.
Devlet en büyük işveren olmuştu ve eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetleri vb.’ni o güne değin olmayan ölçüde geliştirmişti.
Sistem bu geçici gelişmeyi derhal en abartılı söylemlerle altın çağ, devleti ise refah devleti olarak tanımlamakta gecikmedi. Gerek ideolojik manipülasyon, gerekse emperyalist-kapitalist ülkelerde emekçi sınıfların durumundaki göreli iyileşme, geniş emekçi kesimlerin devrimci düşüncelerden uzaklaşmasının, sisteme bağlanmasının, reformist görüşlerin her alanda (sosyalist hareket de dahil) güçlü biçimde boy vermesinin nesnel ve öznel zeminini oluşturdu.
Kapitalist devletlerin egemen sınıfları olan tekelci burjuvazi bu süreçten kar oranlarının yükselişi sayesinde ciddi kazançlarla çıkmaktaydı. Öte yandan, emekçi sınıfların devrimci düşüncelerden uzaklaştırılması, sermaye birikiminin sürekliliği ve güvenliği açısından hayati bir kazanım durumundaydı.
Yeni sömürü modelinin temel bileşenlerinden biri ise, klasik sömürge konumundan kurtularak ‘ulus-devlet’lerini kurmuş ülkeler ve eski yarı-sömürgelerin ekonomilerinin yeniden örgütlenmesi oluşturmaktaydı. Bu, kapitalist üretim ilişkilerinin, Keynesci modelin mantığına uygun olarak kar oranlarının yükseltilmesini ve genişletilmiş yeniden üretimi sağlayacak biçimde yaygınlaştırılıp, derinlik kazanması ile olacaktı.
Bu ülkelerin tüm nüfusunun ve kaynaklarının kapitalist sömürüye açılması, kapitalist üretim ilişkilerinin her alana yayılaması hedeflenmekteydi. Bu süreçte başlıca aktörler emperyalist devletler ve tekelleri, bu ülkelerdeki devletler ve emperyalist tekellerle işbirliği yapabilecek, komprador burjuvazi ve büyük toprak sahipleri sınıflarıydı. Yeni devletler ve eskinin yarı-sömürge devletleri emperyalist devletlerden ve bankalardan aldıkları borçlarla alt yapı yatırımlarına ve tekeller için henüz yeterince verimli olmayan, ancak kapitalist üretimin zeminlerini hazırlayan yatırımlara yönelirken, emperyalist tekeller doğrudan yatırımlarla ve yerli işbirlikçileriyle ortaklıklar kurarak hızlı bir kapitalistleşme süreci başlattılar. Emperyalist ülkelerde ikinci sınıf konumuna düşmüş olan sanayiler bu ülkelere taşındı. Daha çok iç pazara dönük dayanaklı/dayanıksız tüketim malları üretimine ve eskimiş teknolojilere ve montaja dayanan bir hafif ve orta sanayi gelişmeye başladı. Üretilen malların en kritik unsurları bu fabrikaları kuran, ortak olan ya da teknolojiyi veren emperyalist ülkelerden gelmekteydi.
Bu nedenle, bu sanayiler emperyalist ülkelerden gelen bu kritik unsurların (ara malları da deniliyor) ihtalatına bağımlıydı. Bu ithalat ise geleneksel ihraç mallarının satışı ile karşılanmaktaydı. Bu nedenle geçmişten gelen geleneksel hammadde ve yiyecek vb. ihracı da genişleyerek devam etti. Öte yandan, bu sanayiler dış rekabete karşı korundu.
Bu ise kar oranlarının yüksek tutulmasını garanti altına almaktaydı. Bu ülkelerdeki doğal ekonomi zemini kısa sürede bozuldu. Feodal ve yarı-feodal unsurlar hızla tasfiye sürecine girdi. Emperyalistler borçlandırma yoluyla ve doğrudan yatırımlarla bu ülkelerin ekonomilerini kısa sürede denetim altına aldılar. Emperyalizm bu yoldan (ve tabi ki siyasal ve diğer araçlar yoluyla da) içsel bir olgu haline geldi.
Ortaya çıkan ekonomi tekelci nitelikte, dışa bağımlı, borçlanan ve bunları ödeyemeyen, sürekli kriz içinde olan bir ekonomidir. Emperyalistler esas olarak, oluşmakta olan işbirlikçi tekelci burjuvazi ile işlerini yürütmelerine karşın, bu ülkelerde sürecin başında daha önceki dönemden kalan, büyük toprak ağaları, büyük tefeci-tüccar kesimleriyle de iktidarın ve dolayısıyla, devletin olanaklarının paylaşılması zorunludur. Bu anlamda ülkede denetim emperyalizmin de doğrudan içinde yer aldığı, işbirlikçi tekelci burjuvazi, büyük toprak ağaları ve büyük tefeci-tüccarların en irilerinin koalisyonu olarak niteyebileceğimiz oligarşik bir ittifakın elindedir. Devletin ekonomiye müdahalesi, daha çok emperyalist ülkelerde olduğu gibi, tekelci sermayenin elinde biriken sermayenin kar oranları yüksek alanlara yatırılmasını sağlamak için değil, emperyalist tekeller ve zayıf yerli işbirlikçilerine toplumsal artığı aktarmak, sermaye kıtlığını gidermek içindir.
Tabii, bu süreçte eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarda iyileştirmeler olsa da, bunlar emperyalist ülkelerdekilerle kıyaslandığında çok sınırlı ölçüdedir. Yerli tekelci burjuvazinin zayıf karakteri devletin elinde toplanan toplumsal artığın bu alanlarda geniş ölçüde harcanmasını engeller. Devlet bunları çeşitli yollardan egemen sınıflara aktarır.
Böylece, her ülkede, o ülkenin tarihsel toplumsal koşullarına bağlı olarak değişik yollardan çarpık, sürekli kriz dinamikleri taşıyan, zayıf ve bağımlı bir kapitalist yapı inşa edilir. Ülke yeniden sömürgeleştirilir. Siyasal yapı da buna uygun olarak biçimlendirilir. Ortaya çıkan, ilişki biçimine denk düşen tanımlama yeni-sömürgecilik ilişkisidir. Bu toplumsal yapılanma ve devleti ise yeni-sömürge ve yeni-sömürge devletidir.
Kapitalist sömürü modeli ve bunun içinde devletin rolünü ana hatlarıyla bu noktalarda somutlaştırabiliriz.

Kapitalist Devletin Biçimi;
Gerici Burjuva Demokrasisi ve Sömürge Tipi Faşizm
Bu dönemde kapitalist devletin biçimine ilişkin belirlemeler oldukça tartışmalı bir alanı oluşturmuştur. Devletlerin çoğunlukla, fedaratif veya üniter cumhuriyetler olarak biçimlendikleri açıktır ve bu noktada sorun yoktur. Asıl sorun daha çok devletlerin siyasal rejimi noktasındadır.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde faşizm kesin biçimde yenilgiye uğratılmış ve bu ülkelerin tümünde burjuva parlamenter demokratik devlet biçimleri egemen olmuştur.
Ancak kurulan rejimler, kısa süre içinde en temel demokratik siyasi hakların budanmasını hedefleyen gerici bir yönetme tarzını egemen kılmayı hedefleyen pratiklere yönelmişlerdir. Bu ülkelerde 1945-50 yılları arasındaki kısmi özgürlükçü ortam, 1950’li yıllardan itibaren koyu bir anti-komünizm ile kirletilmiş, ABD’de McCarthy’cilik ekseninde gelişen demokratik haklara saldırılar, kısa sürede tüm emperyalist ülkelere yayılmıştır. İtalya ve Fransa gibi komünist hareketin çok güçlü olduğu ülkeler ve kimi kuzey ülkeleri dışında, politik alan ağır gerici baskıların altında ezilmiştir. Emperyalizmin demokrasiden gericiliğe doğru olan eğilimi ve gelişmesi bu dönem de iniş ve çıkışlarına rağmen sürmüştür. Sistem dışı hareketlerin demokratik haklardan yararlanması neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Üstelik bu sürece, özellikle Avrupa’da sosyal-demokrat partiler öncülük etmiştir. Burjuva demokratik hakların varlığını sürdürmesi tümüyle işçi sınıfının, gençliğin ve aydınların mücadelesi ile olmuştur. Buna rağmen, sistem dışı güçlere karşı acımasız saldırganlık ve hak ihlalleri, demokratik hakların kulanımının engellenmesi giderek süreğen bir yapı kazanmıştır. Bu devletler her birinin özgül koşullarına bağlı olarak değişik süreçlerden geçerek ve farklı biçimlerde giderek polisin ve diğer ve güvenlik aygıtlarının tüm yaşamı kontrol ettiği birer polis devletine dönüşme sürecine, bu dönemin başından itibaren girmişlerdir.
Yeni-sömürgeler açısından ise süreç oldukça farklı biçimlerde işlemiştir. Bu ülkelerde geliştirilen kapitalizmin zayıf ve bağımlı niteliği sürekli kriz içinde olmasına neden olmaktaydı. Kapitalizmin gelişmesiyle kırdan kente doğru gelişen göç dalgasının getirdiği işgücü, güdük sanayileşme tarafından emilemiyor ve kentlerin etrafına yığılmış, işçi, işsiz büyük bir yoksul nüfus yaratıyordu. Sadece bu da değil, bağımsız ve sanayileşerek kalkınmış bir ülke yaratmayı hedefinin gerçekleşmemesi yoksul sınıflardan aydınlar arasında da sisteme dönük sorgulama ve arayışları geliştirmekteydi. Ayrıca çok uluslu devletlerde ezilen ulusların hak arayışlarının ciddi mücadelelere neden olacağı da açıktı. Kısacası, yeni-sömürgeleştirilen ülkeler büyük çatışmalar için sürekli biriken çelişki öğeleri ile yüklüydü.
Yeni-sömürge devletlerinin siyasal rejimleri daha baştan itibaren çeşitli farklılıklar taşımaktaydı. Yeni-sömürgeleşen eski yarı-sömürge devletlerin bir bölümü faşist veya bonapartist devletler olarak biçimlenmişti. Bunlarda ya tek partili parlamenter yapı bulunuyor ya da parlamenter sistem hiç bulunmuyordu. Her halükarda burjuva demokrasisinin izi dahi bu ülkelerde bulunmamaktaydı. Bir bölümü ise iki partili garip despotik yönetimler, ya da güdük burjuva demokrasileri olarak biçimlenmişti. Yeni kurulan yeni-sömürge devletler ise çoğunlukla bağımsızlık sürecine öncülük eden güçlerin kurdukları partiler tarafından yönetilmekteydi. Bir bölümü daha baştan itibaren emperyalizmle işbirliği içinde askeri yönetimler eliyle faşist devletlere (Güney Kore, Filipinler gibi) dönüştürülmüştü. Bir bölümünde ise güdük de olsa burjuva parlamenter demokrasi rejimini hayata geçirme çabasına girişmişti.
Başlangıçta, homojen olmayan bu siyasal biçimleniş süreç içinde emperyalizmin bu ülkelerdeki denetimleri geliştikçe homojen bir yapıya kavuşturulması hedeflenir. Bu ülkelerde devletin siyasal yapılanışı, uygulamaları, kurumları, yönelimleri, başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist ülkeler tarafından yeniden örgütlendirilir ve bu temelde bu devletlerin siyasal biçimlenişi ortak karakteristikler kazanmaya başlar.
Her şeyden önce, gerek emperyalistler, gerekse yerli egemen sınıflar bu ülkelerdeki emekçi sınıfların sınıfsal, ulusal, dinsel vb. pek çok açıdan yoğun bir biçimde ezildiklerini ve bu duruma karşı büyük patlama öğeleri biriktirdiklerinin farkındadırlar. Ekonominin zayıf yapısı sürekli bunalım üretmekte, çelişkileri derinleştirmektedir. Kent yaşamının kır yaşamına nazaran sağladığı kimi avantajlardan ve güdük de olsa gelişen kapitalizmin sağladığı gelişme duygusundan kaynaklanan nispi refah düşüncesi, sık sık yaşanan ekonomik krizlere, büyüyen işsizliğe ve artan yoksulluğa çarparak parçalanmaktadır. Böylece biriken patlama öğelerinin kontrol altına alınması ve bastırılması burjuva parlamanter rejimlerle asla mümkün değildir. Ya da eski yarı-sömürge, yarı-feodal ilişkiler içinde biçimlenmiş despotik yönetimlerinde sistemin güvenliğini sağlaması mümkün değildir.
Bu noktada, yapılan şey gelişen tekelci kapitalizmin mantığına uygun olarak, merkezileştirilmiş, ülkenin her yerine elini uzatabilen, denetim altına alan, ezilenlere karşı örgütlenmiş ve iç savaşa dönük hazırlanmış güvenlik birimlerinin legal ve gizli biçimde (kontr-gerilla) devletin çekirdeğinde konumlandığı, ordunun devletinin yönetilmesinde belirleyici unsurlardan biri olduğu ve gerektiğinde öne çıktığı bir devletin yaratılmasıdır. Nisbeten sükunetin sağlandığı dönemlerde burjuva parlamanter demokrasinin kimi unsurlarının güdük (seçimler, partiler, kimi demokratik haklar) biçimde devreye sokulduğu, ordunun ve çıplak zorun geriye çekildiği dönemlerede izin verilir. Ordunun yönetime el koyduğu dönemler ile burjuva parlamentarizminin öne çıktığı dönemler birbirini izler.
Bütün bu yapı yukarıdan aşağıya doğru işbirlikçi yönetimler ve emperyalistler tarafından birlikte inşa edilir. Belirleyici devlet kurumları esas olarak güvenlik aygıtları ve sınırlı sayıdaki sivil kurumdur ve bunlar kadroları, görevleri, uygulama araçları vb. özellikleri itibariyle daha baştan itibaren her türden demokratik müdahaleye kapalı, baskıcı, terörcü kurumlar olarak biçimlendirilir. Bu devlet, esas olarak emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin, dahası bir bütün olarak oligarşik ittifakın devletidir. Bu devlet yapısı sahip olduğu bütün bu özellikleriyle faşist karakterdedir. Emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin öncülüğündeki oligarşik ittifakın çıkarları için ağır bir baskı rejimi ve gerici terör ve bunun kurumları devletin ve yönetme tarzının esaslı unsurlarıdır.
Bu devlet biçimi diğer faşist devlet biçimlerinden ayrılan yanlarının netleştirilmesi ve sömürgeci (yeni-sömürgeci) karakterinin net olarak ifade edilebilmesi için sömürge tipi faşizm olarak nitelendirilmiştir. Askeri yapının egemen olduğu ve çıplak zorun öne çıktığı dönemler açık faşizm, burjuva parlamanter öğelerin öne çıkarıldığı süreçler ise gizli faşizm olarak tanımlanmıştır.
Daha sürecin başından itibaren bu temelde örgütlendirilen bu devletler, çoğu durumda henüz güçlü bir işçi sınıfına ve direnme geleneklerine sahip olmayan ülkelerde her açıdan zayıf konumdaki emekçi sınıfların karşısına ceberrut, ülkenin dört bir yanında örgütlenmiş, güçlü ve her türden terör yöntemini acımasızca uygulayan yapılar olarak çıkmışlardır. Aşırı şiddet kullanımı ve ideolojik yönlendirmeyle güçlü ve yenilmez devlet imajı geliştirilmiştir. Bu imaj, nispi refah olarak algıladığı kent ortamının kimi olanakları ile birleşerek emekçiler ile oligarşi (ve devlet) arasında devletin yıkılmazlığı, yenilmezliği düşüncesinde ifadesini bulan bir suni denge yaratmıştır. Yeni-sömürgelerde emekçi halk kitleleri ile devlet arasındaki ilişkileri biçimlendiren en temel faktör bu olmuştur.
Kimi istisnai durumlar (Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi) dışında yeni-sömürgeleşme yoluna giren tüm devletler bu değişik yollardan, değişik süreçlerden geçerek sömürge tipi faşizm modeline uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır.
Hiç kuşkusuz, emperyalist-kapitalist sistemin ve kapitalist devletlerin gerek uluslararası alandaki, gerekse ekonomik ve siyasal alandaki örgütlenmesine ilişkin yukarıda ifade edilen noktalar esas olarak genel gelişme doğrultularını ifade etmektedir.
Bu genel doğrultulara denk düşmeyen, bu merkezi eğilimlerden uzaklaşan, pek çok öğe ve merkezkaç dinamik de söz konusudur. Ancak sistemin bütünü açısından bakıldığında genel doğrultu budur. Bu dönemin başlangıcında ayrıksı pek çok özellik taşıyan ülkeler ve pek çok uygulama, zaman içinde genel doğrultuya uygun hale gelmiş, kurum, uygulama ve kurallar tüm sistem açısından tümüyle olmasa bile başlangıçla kıyaslandığında çok büyük ölçüde benzer hale gelmiştir. Genel doğrultuya uygun gelişme gösteren her devletin sürece dahil oluşu da tarihsel, kültürel dokusuna, o an’a değin her alanda biriktirmiş olduğu maddi ve manevi birikimlere bağlı olarak farklılıklar göstermiştir.
Bir, Burkina Faso ya da Ruanda ile, bir Brezilya, Endonezya ya da Türkiye’nin genel doğrultu içindeki gelişme seyirleri hemen hemen her açıdan farklılıklar gösterir. Örneğin Brezilya’da 1960’larda kurulan askeri açık faşist yönetim 20 yılı aşkın süre devam ederken, Türkiye’de askeri faşist rejimler, 1970 başlarında iki yıl, 1980 başında ise 3 yıl sürmüştür. Daha pek çok farklı durum ve biçimleniş gösterilebilir. Sürecin gelişme seyrine ilişkin teorik tespitleri değerlendirirken bütün bu noktaları mutlaka her an akılda tutmak zorunludur.
Bu sürecin genel doğrultusuna uymayan merkezkaç gelişmeler olarak öne çıkan başlıca gelişmelere de konumuz bağlamında kısaca değinmek gerekiyor.
Bunlardan ilki, 1950’li yıllardan itibaren, Avrupalı emperyalist ülkelerin ilk aşamada Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, günümüzde AB oldu) ismi altında kendi aralarında birlik oluşturarak, sistemin başat gücü ABD’nin öncülük yapmadığı bir birlik oluşturmalarıdır. Bu oluşum Avrupalı emperyalistlerin ABD dışında kurumlaşma, güç odakları oluşturma yönünde attıkları ilk adımdır. Kuşkusuz bu girişimler 1990’lara değin, sistem içinde 1945’lerde oluşmuş olan statükoyu bozmamış olsada, Fransa’nın 1960’lı yıllarda NATO’dan çekilmesi, Almanya’nın SSCB ve Demokratik Almanya ile 1970 başlarında ilişkileri geliştirmeye girişmesi gibi başkaca unsurlarla gittikçe güçlenen ve hem tek tek bu devletlerin ABD karşısında güçlenmesini, hem de bağımsız olarak bloklaşma isteklerini gösteren unsurlar oldular.
Bu eğilimler kapitalist devletler arasındaki ilişki sistemindeki oldukça yavaş da olsa uç veren değişimin, ABD dışındaki büyük emperyalist devletlerin ABD’ye devrettikleri kimi haklarını sinikce de olsa almaya dönük küçük başlangıç adımları olarak ortaya çıktılar. Sadece bu da değil, Avrupa’daki bloklaşma eğilimi geliştikçe, burjuva ulus-devleti korumakla birlikte daha üst devletsel kurumlara (Avrupa Birliği ve ileride belki de Avrupa Birleşik Devletleri) dönük yavaş da olsa bir geçiş eğiliminin varolduğu görüldü.
Merkezkaç eğilimlerden bir diğeri, çoğunluğunu bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketidir. Bağlantısızlar Hareketi, 1956’da Endonezya’nın Bandung kentinde kurulduğunda küçük-burjuva önderliklerin bağımsızlığa öncülük ettiği, esas olarak kapitalist gelişme (gelişememe demek daha doğru olur) yoluna girmiş, ancak siyasal ve ekonomik açıdan henüz emperyalizmin tam kontrolü altına girmemiş ülkelerin birliği olma ve kapitalist ve sosyalist bloklara karşı mesafeli bir politika yürütme iddiasında idi.
Bu ülkeler sosyalizm ile kapitalist sistem arasındaki çelişkelerden yararlanarak her iki sistemin olanaklarını kullanma ve bu yoldan hızla sanayileşme ve büyük ya da en azında bağımsız devletler olarak kalma iddiasındaydılar. Bu harekete öncülük eden ülkeler (Hindistan, Endonezya, Mısır, Yugoslavya vb) gerçektende büyük bir nüfus potansiyeline, toprağa, doğal kaynaklara ve bulundukları bölgelerde siyasal nüfuza sahiptiler. Sahip oldukları nesnel olanaklar bu ülkelerde bağımsız ve büyük devletler olma umudu yaratmaktaydı. Ancak izledikleri kapitalist gelişme yolu ve emperyalist ülkelerle girdikleri ilişkiler sonucunda, bunlar zamanla birer ikişer, yeni-sömürge ülkelere dönüştüler ve 1980’lerde bu hareket tümüyle dağıldı.
1945’lerde başlayan ve 1949 Çin Devrimiyle temel unsurları billurlaşan emperyalizmin 3. bunalım dönemi, gelişim seyri içinde pek çok değişime uğrayarak, pek çok çelişki öğesi biriktirerek ilerledi. 1970’lere gelindiğinde ABD hegemonyası başta ekonomik alanda olmak üzere ciddi biçimde aşınma yoluna girmişti. Bretton Woods anlaşmasının ve doların çökerek, dünya parası olmaktan çıkışı, ABD hegemonyasının başaşağı gidiş sürecinin başladığını ve sistemin ‘altın çağı’nın sona ererek, konjonktürel olmayan yeni büyük bir yapısal krizin geliştiğinin ilk büyük işaretiydi.
Ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerinin büyümesi ve zaferler kazanması, emperyalist ülkelerde işçi hareketinin güçlenerek ekonomik kazanımlarını büyütmesi, biriken büyük sermaye stoklarının daha karlı biçimde değerleneceği alanlar bulunamaması ve benzer bir dizi faktör sistemi krize yuvarlamıştı.
Sistemin krize yanıtı ABD öncülüğünde bütünlüklü bir restorasyon programı geliştirmek oldu.
Temel bileşenlerini; yeni bir uluslararası sistemin ve güç ilişkilerinin oluşturulması, kar oranlarının yükselişini sağlayacak yeni bir sömürü modelinin, neoliberal ekonomi politikalarının uygulanması ve toplumsal, kültürel alanın buna uygun olarak postmodern düşünce ekseninde yeniden biçimlendirilmesinin oluşturduğu restorasyon programı elbette kapitalist devletin ve siyasal alanın da bütün bunlara bağlı olarak hem emperyalist ülkelerde, hem de yeni-sömürgelerde yeniden biçimlendirilmesini öngörmekteydi.
Emperyalist ülkelerde yeni sağcılık, yeni-sömürgelerde düşük yoğunluklu çatışma-düşük yoğunluklu demokrasi kavramlarıyla tanımlanan devletin yeniden organizasyonu, 1980 başında devreye sokulan restorasyon programının önemli bileşenlerinden biri olarak pratik bir olgu haline geldi.
Günümüzde hayatımıza somut olarak giren “devletin küçültülmesi”, “postmodern darbe”, “ulus-devletin aşınması” vb. devlete ilişkin pek çok olgu ve tartışma konusu 1980’lerde devreye sokulan ve 1990 sonrasında dünya çapında uygulama alanı bulan ve yeni boyutlar kazanan emperyalist restorasyon programının ürünüdür.

Devlet, Değişim ve Devrimci Olanaklar - III

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul