Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

GÜNÜMÜZ KAPİTALİST DEVLETİ
Günümüzde dünya çapında egemen olan ekonomi politikaları, uluslararası (devletler arası) sistem ve devlet yapıları esas olarak, dünya çapında yaşanan iki büyük kırılmanın sonucudur.
Bunlardan birincisi, dünya kapitalist sisteminin 1970 başlarında içine girdiği derin yapısal ekonomik krizde somutlaşır. Aslında bu kriz-kırılma çarpıcı biçimde ekonomi alanında ortaya çıksa da, kapitalist sistemin 1945 sonrasında oluşan tüm iç dengelerinin ve sosyalist hareketle mücadelesindeki statükoların bütünsel krizidir. Sistem başta ekonomi alanı olmak üzere, her alanda kendini yeniden ve genişletilmiş tarzda üretemez hale gelmiştir. Sistemin öncü gücü ABD, bu krize-kırılmaya, krizden çıkış kanalları oluşturacak; böylece, hem kendi öncü konumunu korumasını, hem de sistem karşıtı güçleri yenilgiye uğratmasını sağlayacak, yaşamın bütün alanlarını kapsayan bir restorasyon programı ile yanıt verdi. Restorasyon programı, sistemin örgütlenmesinde ve sistem karşıtlarıyla mücadelesinde pek çok yeni politika, kurumlaşma ve değişim anlamına geliyordu.
İkinci büyük kırılma, esas olarak kendi iç dinamiklerini devrimci tarzda üretme yeteneğini yitiren ve ayrıca, 1970’lerden itibaren emperyalist restorasyon programının da ağır ekonomik ve askeri basıncı altına giren reel sosyalist ülkelerin 1989-90’lardaki çöküşüdür. Bu çöküş, bir yandan emperyalist restorasyon programının dizginsiz biçimde dünya çapında uygulanmasının önünü açarken, bir yanda da tamamen yeni güç dengelerinin ve buna bağlı olarak yeni ilişki, çelişki, kurum vb.’lerinin de oluşumunu sağlamıştır.
Bu iki kırılmanın ve her alandaki kapsamlı sonuçları ve kırılmaların ertesinde hem kapitalist sistemin, hem de sistem karşıtı güçlerin geliştirdiği programlar, günümüz dünya tablosunu ortaya çıkarmıştır. Kapitalist restorasyon programlarının temel hedefleri; emek güçlerini dünya çapında her alanda yenilgiye uğratmak, düşen kâr oranlarını yükseltecek bir sömürü modelini geliştirmek ve uygulamak, toplumsal, kültürel ve siyasal ilişkiler alanını sermayenin kesintisiz birikimi için uygun hale getirmekti. Bütün bunlar için yeni bir politik atmosfer, yeni bir uluslararası ilişkiler düzlemi, yeni bir kültürel doku, dünya kapitalist ekonomisini yeniden düzenleyecek, yönlendirecek yeni bir ekonomi politikası geliştirilmesi gerekmektediydi. Restorasyon programı bu hedefler, bu zeminler üzerine oturdu.
Bu iki kırılma sonucu ortaya çıkan kapitalist devleti ana hatlarıyla irdelemeye geçmeden önce, bir saptama ile başlamak gerekiyor; 1970 başlarında patlayan kriz, emperyalist-kapitalist sistemin özsel bir niteliği olan genel bunalımın oldukça ağır ve yapısal tarzda dışavurumundan başka birşey değildir. Ortada yerde duran, kâr oranlarının sert ve keskin biçimde düşüşüdür. Emperyalist kapitalist sistem, kâr oranlarını geçici olarak iki kez, iki paylaşım savaşı yoluyla yükseltebildi. Savaş yoluyla pazarların el değiştirmesi, savaşın yarattığı yıkımla bir kısım sermayenin değersizleşmesi, bir kısmının ise muazzam ölçülerde büyümesi ve dünyanın yeniden düzenlenmesinin gerektirdiği devasa iktisadi faaliyetlerle sağlanan kar oranlarındaki geçici yükseliş, bu faaliyetlerin belirli bir doygunluk noktasına ulaşmasının ardından keskin düşüşler yaşamaktadır. 2. Paylaşım Savaşı’nın yarattığı geçici yükseliş, 1970 başlarına gelindiğinde sona erip, düşüşe dönüşerek krize yol açtığında, dünya konjonktürü kâr oranlarının yükselişini sağlayacak yeni bir savaş için uygun değildi. Yani, krizin geçici çözümünün en elverişli aracı kullanılamamaktaydı. ABD öncülüğünde geliştirilen restorasyon programı cılız da olsa krize çare bulma umudu taşısa da (ki bunlar çok kısa sürede - daha 1980’lerin başlarında- suya düştü), esas olarak krizin çöküşe dönüşmesini engellemeyi hedeflemekteydi. Bu bağlamda, restorasyon programı bugün oldukça sık kullanılan bir kavram olan, krizin yönetimi için geliştirildi. Kriz sert ve yalın çatışmalar içerir, olağanüstü durumlarla karakterize olur. Kriz politikaları da buna uygun olarak biçimlenir, zorlamayı, keskin saflaşmaları, büyük alt-üst oluşları içerir. İşte 1970 sonlarında oluşturulan emperyalist restorasyon programı, bütün bu sert ve olağanüstü önlemlerin genel çerçevesini oluşturmuş, böylece krizin dünya çapında yönetilmesini sağlamıştır.
Bu süreçte önemli roller üstlenen kapitalist devlet yapılarının yaşadığı değişimler esas olarak bu programların, süreçlerin birer parçası olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalist devletler, bir yandan bu restorasyon programlarının ve değişim süreçlerinin aktif yapıcıları-özneleri iken, bir yandan da bu programların konusu, nesnesi idiler. Bu bağlamda, kapitalist devletler kriz ve kriz yönetiminin en merkezi unsurlarıdırlar. Bütün işlevlerine, kurumlarına ve yönetme tarzlarına damgasını vuran kriz ve olağanüstü durumlardır. Sürekli kriz ve olağanüstü durumlar bu devletlerin özsel unsurları haline gelmiştir. İlerici politik dinamikleri bulunmadığı için saldırgan, aklı dışlayan, her türden çürütücü, bilim dışı eğilimi destekleyen, tüm ilerici kazanımları yok etmeyi hedefleyen devletlerdir. Bu kısa saptamanın ardından, günümüz kapitalist devletinin temel dinamiklerinin irdelemesine geçebiliriz.

Neoliberal Sömürü (Birikim) Modeli ve Devlet
1970’ler sonunda devreye sokulan restorasyon programının en önemli bileşeni, kapitalist dünya ekonomisinde köklü politika -yön- değişimini ifade eden; Keynesci ekonomi politikalarının terkedilerek, neo-liberal ekonomi politikalarına, yani yeni bir sömürü modeline (birikim modeli) geçilmesiydi. Yeni sömürü modeli kapitalist devletlere ekonomide ve genel olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde, Keynesci modelden oldukça farklı roller biçmektedir. Neoliberal ekonomi politikasını tek cümle ile özetlemek gerekseydi; tüm sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini, devletin emekçiler aleyhine küçültülmesini, tüm iktisadi devlet işletmelerinin tekelci sermayeye devredilmesini ve kâr oranlarında sıçrama yaratacak yeni iş-üretim örgütlenmelerinin yaratılmasını esas alan ekonomi politikasıdır. Yeni sömürü modeli, doğal olarak devletin iktisadi alandaki rolünü (ve tabii ki hayatın bütün alanlardaki rolünün) yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Yeni sömürü modeli oluşturulan yeni ekonomik mekanizmaların yanısıra, bunları işlevli kılacak, sürekliliğini sağlayacak tarzda devlet aygıtının da yeni işlevlerle donatılması ve eski işlevlerinin bir bölümünün ise tasfiyesi anlamına geliyor. Bu noktada, neoliberal sömürü modelinin kimi temel unsurları bağlamında devletteki değişimi açabiliriz;
Malların, hizmetlerin ve mali sermayenin, kısaca her türden metanın uluslararası alanda serbest dolaşımının sağlanması neoliberal ekonomi politikalarının en temel unsurlarından birini oluşturmaktadır. Sermayenin serbest dolaşımı için her şeyden önce, devletlerin sermayenin dolaşımını sınırlayan, denetim altına alan önlemlerinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu ise, başta kambiyo işlemleri olmak üzere tüm mali işlemlerin serbestleşmesi, böylece devletin özelde yabancı sermaye, genelde ise ekonominin bütünü üzerindeki önemli kontrol araçlarından birinin ortadan kalkması anlamına gelmekteydi. Böylece uluslararası sermaye, birikmiş sermaye stoklarını yüksek kârlarla değerlemek için olağanüstü bir hareket serbestisi kazanmaktadır. Yeni-sömürge ülkelerin kendi pazarlarını uluslararası sermayenin vur-kaç operasyonlarından koruma olanakları tümüyle ortadan kaldırılmaktadır. Uluslararası sermaye artık hiçbir engelle karşılaşmadan dilediği ülkeye girecek, dilediği vurgun operasyonlarını, spekülatif oyunlarını çevirebilecek, kârlarını dilediği gibi transfer edecek, dilediği zaman ülkeyi terk edebilecektir. Devletlerin bu noktadaki görevi sermayenin serbest dolaşmının önünde engel olabilecek her türlü unsuru bertaraf etmektir. Böylece, Keynesci modelde uluslararası sermaye akımlarına karşı nisbeten korumalı olan, ulusal ekonomi görüntüsü veren (ki gerçekte, emperyalist ülkelerde tekelci sermaye, yeni sömürgelerde ise emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından yönetilen ekonomilerdir) ülke ekonomilerinin yerini, tamamen uluslararası sermayenin serbest hareketine açılmış ekonomiler almıştır.
Neoliberal sömürü modelinin esaslı unsurlarından biri de, Keynesci sömürü modelinin temel unsurlarından biri olan fordist iş örgütlenmesinin tasfiye edilerek, yerine esnek üretim modelinin tek bir işletmede ve düzenli istihdam ve standart kitle üretimi temelinde üretilmesini esas alır. Bu özellikleriyle fordist üretim modeli büyük çaplı düzenli istihdamı, işçi sınıfının geleneksel örgütleri olan sendikaların örgütlenmesi için uygun bir zemini, sigortalı çalışmayı, iş saatlerinin, çalışma koşullarının daha düzenli ve standart hale getirilmesini olanaklı kılan bir nesnel zemin sunmaktaydı. İşçi sınıfı onlarca yıllık mücadeleleri içinde bu zeminlerde önemli kazanımlar elde etmiş ve bunlar yasalarca güvence altına alınmıştı. Esnek üretim modeli ise tekonolojinin sunduğu olanaklar temelinde üretim sürecinin her düzeyde parçalanmasını, küçük birimler halinde çalışmayı, taşeronlaştırmayı, bu temelde işçi sınıfının gücünün parçalanmasını, düzensiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasını, çalışma standartlarının ortadan kalkmasını beraberinde getirmiştir. Çok parçalı çalışma düzeni ve koşulları, işçi sınıfının çok parçalı hale gelmesini, bu zeminde sendikal örgütlenme olanaklarının daralmasını (daha doğrusu fordist iş örgütlenmesine göre organize olmuş sendikal yapıların yeni iş örgütlenmesi karşısında işlevsizleşmesini), haklarını koruyamaz hale gelmesini beraberinde getirmiştir. İşçi sınıfının, kazanılmış iş güvencesi, sosyal haklar vb. pek çok hakları bu süreç içinde birer birer ortadan kaldırılmıştır. Yasal hakların önemli bir bölümü yokedilmiştir. Özellikle emperyalist ülkelerde pek çok koruyucu sosyal kurumla donatılmış olan devlet, parça parça bunları tasfiye etmiştir. Ortaya çıkan vahşi çalışma koşullarına yasallık kazandırılmış ve bunların sürekliliği devletin asli işlevlerine dönüştürülmüştür.
Neoliberal sömürü modelinin bir diğer asli unsuru, Keynesci ekonomi modelinde önemli bir işleve sahip olan devletin iktisadi işletmelerinin, kendilerine yüksek kâr oranlarıyla ve risksiz alanlarda değerlenme imkanı arayan uluslararası mali sermayeye haraç-mezat satılmasıdır. İşin özü, yeni sömürü modeli ekonomi alanında devletin artı-değere ortak olmamasını öngörmekteydi. Neoliberal teorisyenler devlet işletmelerini verimsiz, hantal, siyasi partilerin yandaşları için arpalıklar olarak tanımlıyor, bunların özelleştirilmesi gerektiğini, özel sektörün bunları verimli hale getireceğini iddia ediyor. Çoğu bulundukları alanda tekel konumunda olan ve yüksek kâr oranları ile çalışma kapasitesine sahip olan devletin iktisadi işletmelerinin özelleştirilmesi, devletin ekonomiye doğrudan müdahale olanaklarının ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Mali sermaye ise devletler eliyle çok ucuz fiyatlarla, çoğu tekel niteliğindeki büyük işletmelere sahip olmaktadır. Özelleştirmeler, yeni sömürgelerde bu işlevlerinin yanısıra, ağır borç yükünü ödeyemez hale gelmiş olan devletlerin borçlarını ödeyebilmek için ‘kamu’ mallarını haraç-mezat satmaları anlamını taşımaktadır. Öte yandan, emekçilerin ekonomik ve politik mücadeleler alanında yarattıkları basınç yoluyla bu işletmelerden kendilerine sınırlı da gelir aktarımı sağlama (ucuz ürünler, sübvanse edilmiş alımlar vb) olanakları da böylece ortadan kaldırılmıştır. Özelleştirme sadece devletin iktisadi işletmeleri ile sınırlı kalmamıştır. Ücretsiz kamusal hizmetler olarak görülen ve devlet tarafından yürütülen, büyük ekonomik maliyetleri olan tüm hizmetlerin de (eğitim, sağlık, sosyal sigortalar vb.) özelleştirilmesi hedeflenmektedir. Tekelci sermaye bu yolla, bir yandan bu alanlara akıtılan büyük devlet fonlarının doğrudan kendisine akmasının zeminini yaratmakta, bir yandan da bu büyük ve kârlı olan alanların özel sektöre açılmasıyla birikmiş sermaye stokunun değerleneceği muazzam bir zemin kazanmaktadır.
Keynesci dönemin “refah devleti” uygulamaları olarak tanımlanan, işçi sınıfı ve diğer emekçi tabakaların sosyal ve ekonomik kazanımlarının tümü, “asalaklara yapılan akılsızca yardımlar”, “işverenlere vergi ve sosyal yardım kesintileri yükleyerek yatırım yapmalarını engelleyen, devlet fonlarını tüketen yükler” olarak nitelendirilerek birer ikişer yok edilmiştir. Yeni sömürü modeli, kapitalist devletin vergiler, sosyal fonlar yoluyla elinde bulundurduğu ekonomik gücü, sosyal harcamalar yoluyla kamusal hizmetlerde değil, sermayenin verimliliğini artıracak düzenlemelerde kullanılması, yani oligarşilere peşkeş çekilmesini öngörmektedir. Yoksulluk yardımları, hastalık sigortaları, işsizlik, eğitim, çocuk yardımları, kamu hizmeti niteliğindeki hizmetlerin (belediye, toplu taşımacılık vb.) sübvanse edilmesi gibi bir vakitler devletin klasik işlevleri arasında sayılan pek çok toplumsal yardım ve hizmet, ya önemli ölçüde kesintiye uğramış ya da tamamen tasfiye edilmiştir. Toplumsal hak ve özgürlükler olarak görülen ve işçi sınıfının kazanımları olan bu haklar, “sınıflar ve toplum yoktur bireyler vardır” anlayışı ile her türlü toplu duruşu reddeden, sistem karşısında bireyi yapayalnız ve güçsüz bırakmayı hedefleyen neoliberaller tarafından birer bireysel hak ya da istem düzeyine indirgenmiştir. Bu anlayış sonucu artan yoksulluk ve yozlaşmanın sistemin işleyişini engelleyecek düzeye ulaşmasının önüne geçmek için, tek tek bireyler, yoksul fonları (Türkiye’deki örneği FakFukFon’dur.) ve “yardımsever, sorumlu kişilerin” oluşturdukları sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmelidir. Böylece, hak arayan, sınıf tutumuna şu ya da bu düzeyde sahip olan, yoksul kitleler yerine, modern dilenciler olarak da tanımlanabilecek, muhtaç, minettar ve onuru kırılmış, kaderine boyun eğmiş, sınıf duruşu olmayan, sistemin çeperine monte olmuş, geleceği ve umudu bulunmayan, asalaklaştırılan bir yoksullar ordusu oluşturulmuştur.
Sermayenin serbest dolaşımı, özelleştirmeler, yeni iş örgütlenmesi, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıflar lehine olan sosyal, ekonomik ve diğer kazanımların ve yasal çerçevenin yok edilmesi ve benzeri daha pek çok unsur içeren neoliberal sömürü modeli, kapitalist devletlerin bu politikalara uygun olarak düzenlenmesinin yanısıra, pek çok uluslararası anlaşma ve kurum tarafından (MAI, MIGA, DTÖ, IMF, Dünya Bankası vb.) da güvence altına alınmıştır. Uluslararası sermayenin bir ülkede yaşayacağı anlaşmazlıkların çözümünde ulus-devletlerin yetkileri bu anlaşmalar yoluyla ortadan kaldırılmakta, yerlerine emperyalistlerin denetimindeki kurumlar ikame edilmektedir. Aynı zamanda, devletlerin uluslararası sermayeye karşı yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda çok ağır yaptırımlarla karşılaşması öngörülmektedir. Bu yoldan, devletler egemenlik haklarından bir bölümünü (kendi toprakları üzerinde kendi hukukunun geçerli olması) uluslararası sermayenin denetimindeki uluslararası kurumlara devretmektedirler.
Özellikle, yeni-sömürge devletlerin ekonomileri ulusalararası emperyalist kurumlar tarafından tümüyle denetim altına alınmıştır. Borç ilişkileri aracılığıyla bu ülkeler ekonomileri üzerindeki inisiyatiflerini yitirmiş, tüm ekonomi politikaları tek elden IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla belirlenir olmuştur. İktisadi alan ve bağlantılı bütün yönetsel ve pratik işlevlerde politika belirleme yetkisi esas olarak bu emperyalist kurumlara geçmiştir. Hangi yatırımın, verginin, istihdamın, ücretin nerede, nasıl ve hangi zamanlama ile olacağı gibi daha teknik detaylar bile artık IMF tarafından belirlenmektedir. Yerel devlet kuruluşları artık tamamen efendilerin işbirlikçi sömürge kurumlarına dönüşmüşlerdir. Bütün bu gelişmelere paralel olarak, yeni-sömürgelerdeki oligarşik blok içinde güç dengeleri de değişmiştir. Emperyalizmin işbirlikçisi tekelci burjuvazi oligarşi içinde kesin bir ekonomik ve siyasi üstünlük sağlamış, devlet içinde tüm politikların belirlenmesinde başat güç haline gelmiştir.

Uluslararası Sistemde Kapitalist Devlet
Günümüzdeki uluslararası ilişkiler sistemini ortayan çıkaran belirliyeci unsur, reel sosyalist sistemin 1989-90 başlarında çöküşüdür. Hiç kuşkusuz, mevcut tablonun ortaya çıkışında rol oynayan daha pek çok faktör sıralanabilir. Ancak 1945 sonrası oluşan uluslararası ilişkiler sisteminde keskin dönüşümü sağlayan, bu sistemin iki ana unsurundan biri olan reel sosyalist sistemin çöküşü olmuştur.
Diğer bütün faktörler bu tablonun ortaya çıkışını hazırlayan ve/veya hızlandıran yan faktörler olarak değerlendirilebilir. Bu noktada, özellikle dünya kapitalist sisteminin yapısal krize girdiği 1970 başlarından itibaren meydana gelen uluslararası gelişmeler önemlidir.
1970 başlarından itibaren, dünya kapitalist sistemi yapısal ekonomik krize gömülürken, uluslararası ilişkiler sisteminde köklü bir değişimden çok, esas olarak sömürge ve yeni-sömürgelerdeki devrimci güçlerin başarılarıyla kapitalist sistemin egemenlik alanının daralması ve buna karşı, ABD’nin yaptığı ataklar (özellikle de 1980 sonrasında) sözkonusudur.
Bu noktada, en önemli gelişme, 1970’lerin ilk yarısında Angola, Mozambik, Gine-Bissau, Vietnam, Kamboçya, Laos gibi ülkelerde devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması ve bu ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemden kopmalarıdır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir dizi ülkede ise büyük devrimci gelişmeler yaşanmaktadır. Vietnam yenilgisinin şokunu yaşayan ABD emperyalizmi bu süreçte bütünlüklü politika yürütmekten uzaktır. İlk elde, yakın devrim veya sistemin yörüngesinden uzaklaşma tehlikesi olan ülkeler de (Şili, Arjantin, Pakistan vb.) askeri darbeler yoluyla denetim altına alınmaya çalışılır. 1970’li yıllar boyunca, ABD emperyalizmi yeni-sömürgeleri askeri işgaller yoluyla egemenlik altında tutma yoluna başvurmaz. Bunun yerine kukla ordular eliyle askeri darbeler gündemdir. Ancak buna rağmen, İran’da İslamcı hareketin en büyük gücü oluşturduğu, başlangıçta anti-emperyalist karakter de taşıyan devrim gelişir. Hemen ardından Nikaragua’da devrimci güçler iktidarı ele geçirirler. Bu kopuşlar, uluslararası ilişkilerde emperyalist sistemin gerilemesinin çarpıcı örnekleri olurlar. Bu gerileme tablosuna karşın, ABD emperyalizminin bu dönemde kimi atakları ve başarıları da söz konusudur. Mısır’ın ABD eksenine girmesi ve İsrail ile Camp David anlaşmasını imzalaması ve Ortadoğu’da emperyalistlerin inisiyatifi ele geçirmeye başlamaları, Bağlantısızlar hareketinin Küba’nın tüm çabalarına karşın giderek daha fazla emperyalist sisteme bağlanması ve çözülmeye başlaması ABD’nin başarılarının başlıcalarıdır.
Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerde, ABD hegemonyası özellikle ekonomik olarak zayıflamasına paralel olarak sarsılmasına karşın, reel sosyalist sistem ve gelişen ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri karşısında sistemin asli koruyucusu olması nedeniyle hâlâ belirleyici güçtür. ABD önderliği henüz tartışmalı değildir. Ancak, bu yıllar, özellikle Avrupalı emperyalistlerin, hem kendi içlerinde AET (şu andaki ismiyle AB) yoluyla, hem de Almanya ve Fransa’nın SSCB ve başka ülkelerle geliştirdikleri nisbeten bağımsız ilişkiler yoluyla kendi yollarını çizme yolunda mesafe aldıkları süreçtir.
1980 başlarında ABD öncülüğünde uygulamaya sokulan restorasyon programı, uluslararası ilişkilerde hızlı ve köklü değişimler içeren unsurlar taşımıyordu. Esasen saldırgan bir uluslararası politika yoluyla; sömürge ve yeni-sömürgelerdeki devrimlerin önünün kesilmesi, statükonun korunması, reel sosyalist ülkelere dönük yoğun bir ideolojik, siyasi, askeri kampanya yoluyla bu ülkelerin iç çelişkilerinin derinleştirilmesi, kaynaklarının askeri alanlarda tüketilmesinin sağlanması ve prestijlerinin zayıflatılması hedeflenmekteydi. Ayrıca, bütün bu kampanyalar için diğer emperyalist devletlerin ABD öncülüğünde daha sıkı biçimde birleştirilmesi, deyim yerindeyse yeni bir ‘soğuk savaş’ için harekete geçirilmesi sözkonusuydu.
1980’lerden itibaren, ABD emperyalizmi, “komünizm tehdidinin bertaraf edilmesi”, “insan hakları”, “demokrasi” vb. söylem ve kavramları demagojik biçimde kullanarak, reel sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimci güçleri özgürlük savaşçısı ilan edip askeri, siyasi ve diğer alanlarda destekleyerek uluslararası ilişkilere kapsamlı bir müdahale geliştirdi. Sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimci güçlere karşı, bir yandan, düşük yoğunluklu çatışma konsepti temelinde salt askeri olmayan ve hayatın bütün alanlarını denetlemeyi, müdahale etmeyi esas alan bir pratik geliştirirken, bir yandan da açık işgallere başvurma yolunu tekrar açtı. Reel sosyalist ülkelere karşı, insan hakları ve demokrasi demogojileri ile büyük siyasal kampanyalar başlatıldı, Grenada, Afganistan, Nikaragua örneklerinde ise karşı-devrimci çeteler aracılığıyla açık silahlı saldırılara girişti. Sovyetlere karşı “yıldız savaşları” projesi ile büyük bir nükleer silahlanma kampanyası başlatıldı. ABD emperyalizmi uzun süreli, ancak oldukça şiddetli bir yıpratma savaşı kampanyasını uluslararası ilişkilerinin merkezine oturttu ve bu kampanyada kimi önemli sonuçlara da ulaştı. Grenada’yı işgal ederek, Batı yarımküresinde Küba’dan sonraki ikinci devrimci iktidarı tasfiye etti. Afganistan ve Nikaragua’daki ilerici iktidarları ciddi biçimde yıpratan ve bir süre sonra yenilgiye uğramalarına neden olan kontr-gerilla hareketleri yarattı. Dünyadaki en önemli devrim odaklarından biri olan Filistine, 1982’de İsrail’in saldırısı yoluyla ağır bir darbe vurdu. Sistem içinde bile olsa, hegemonyasını zedeleyen her güce karşı silahlı işgali kullanacağını, Panama’yı işgal edip kendi beslemesi Noriega iktidarını devirerek gösterdi. Polonya başta olmak üzere, tüm reel sosyalist ülkelerde varolan karşı-devrimci güçleri desteklemek, yenilerini örgütlemek için büyük kampanyalar örgütlendi. Bütün bu kampanyalarda tüm emperyalist güçlerin desteğini sağladı. Hiç kuşkusuz, bütün bu saldırgan politikalara rağmen dünyadaki devrimci ve/veya sistem karşıtı hareketleri tümüyle durduramadı. El Salvador’da, Filipinler’de, Kolombiya’da, Peru’da ve daha bir çok yerde devrimci gelişmeler büyüdü. Ancak, ABD emperyalizmi izlediği saldırgan politika yoluyla, 1960 ve 1970’li yıllar boyunca uluslararası ilişkilerde yitirdiği inisiyatifi bir parça olsun kazanmış oldu.
Bu gelişmelere rağmen, 1989-90’lardaki reel sosyalist ülkelerin çöküşüne değin, 1945’lerde oluşmuş olan uluslararası ilişkiler sistemi yaklaşık olarak aynı dengeler üzerinde yürüdü. Mevcut statükoyu çatlatan ve bazıları ciddi biçimde gelişen (ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerinin zaferleri, AET’nin oluşumu, Çin ve Sovyetler arasındaki çatışma, gibi) pek çok merkezkaç eğilim oluşmasına karşın, bunlar uluslararası dengeleri ve sistemi köklü biçimde değiştirecek boyutlara ulaşmadı.
Reel sosyalizmin çöküşü, 1945 sonrasında reel sosyalist sistem ile emperyalist sistem arasında güç dengeleri üzerine kurulmuş olan uluslararası ilişkiler sisteminin de önemli ölçüde çökmesi anlamına geliyordu. Küba, Vietnam, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi birkaç ülke dışında, dünyadaki tüm devletlerin kapitalist ya da kapitalizm yoluna girmiş ülkeler konumuna gelmesiyle, dünyadaki, dost-düşman, tehlike ve rakip tanımları yeniden ele alınmaya başlandı. 1945 sonrası güç ilişkilerine göre oluşmuş olan kurumlar ya tasfiye olma yoluna, ya da yeni koşullarda yeni işlevler temelinde yeniden yapılanma yoluna girdiler. Kapitalist dünyadaki kimi uluslararası bağlar çözülürken, kimileri ciddi biçimde gevşedi, kimileri ise henüz yeni oluşuyor.
Günümüzde, uluslararası ilişkiler sistemi, az sayıdaki sosyalist ülke marjinalize edilmeye çalışılarak, esas olarak emperyalist-kapitalist devletlerin güç ilişkileri ekseninde yeniden yapılanıyor. Bu sürecin lideri, dünyanın en büyük ekonomik, askeri, kültürel ve siyasi gücü olma konumunu hâlâ koruyan ABD’dir. Başlıca rakipleri ise Avrupa Birliği, Japonya, Çin ve Rusya’dır. ABD bugün neredeyse tümüyle tek yanlı hareket ettiği, sistemin diğer güçlerini giderek zorlaşan biçimde de olsa arkasından sürüklediği liderlik tarzını uzun süre devam ettiremeyeceğinin bilincindedir. Süreç içinde sistemin gelişen diğer büyük aktörleriyle gücü, daha doğru bir ifadeyle pazarları daha fazla paylaşmayı, ancak öncülük konumunu kaybetmemeyi hedefliyor. Bunun için bir yandan, sistemin diğer büyük aktörleriyle ilişkilerini mümkün olduğunca koruyarak sürdürmeyi, bir yandan da 1945-90 yılları arasında dünya çapında geliştirdiği ilişki ağlarını kullanarak, yeni-sömürgeleri belirli bir sistematik içinde (eksen ülkeler esprisi temelinde) kendisini bağlamayı hedefliyor. Nüfusu, coğrafi konumu, ekonomik potansiyeli, politik etki gücü itibariyle bölgesinde belirleyici konumda olan yeni-sömürgeler öncelikli olarak daha sıkı bir denetim altına alınmaya çalışılıyor. Yanısıra, stratejik enerji kaynaklarına ve bu kaynakların geçiş yollarına sahip olan devletleri ne pahasına olursa olsun tam denetim altına alınmak isteniyor. Böylece, 1945-90 arası süreçte tüm kapitalist ülkelerle ilişkisini kral ve beylikler (vasallar) ilişkisi olarak biçimlendiren ABD, artık yeni-sömürgeleri (eksen ülkeler ve enerji kaynaklarına sahip olanlar ile diğerlerini) çok katlı bir ilişki içinde kendisine bağlamayı hedeflerken, büyük emperyalist aktörlerle ilişkisini süreç içinde ‘eşitler arasında birinci’ olarak biçimlendirmeyi hedefliyor. Diğer önemli aktör Avrupa Birliği ise henüz ABD’nin öncü ülke olarak davranma refleksine karşı ciddi bir itiraz geliştirmemesine karşın, artık kendi iç ilişkilerini sağlamlaştırıyor, çeperindeki yeni-sömürgeleri bünyesine katıyor. Bir tür özgün sömürgeleştirme hareketiyle büyüyor. Bu ülkelerin tüm iradesine, AB’nin büyük emperyalist ülkeleri tarafından el konuyor.
AB henüz bir bölgesel güç gibi davranmakta olsa da, dünya çapında başat güç olmaya dönük pek çok ilişkinin temellerini de atıyor, dünyanın bütün bölgelerinde yeni-sömürgelerle ilişkileri derinleştirmeye dönük projeler geliştiriyor.
Bir diğer önemli ve hızla büyüyen aktör olarak Çin, büyük bir bölgesel güç olma yolunda önemli bir mesafe katetmiş durumda. Taşıdığı potansiyel ve büyük gelişme dinamikleriyle Çin, öncelikli olarak ABD ve Japonya’nın bölgedeki gücüne ortak olma isteğini daha şimdiden ortaya koyuyor. Japonya ve giderek toparlanmakta olan Rusya’da gelişmeleri kendi konumlarını sağlamlaştırma yönünde çaba harcayan güçler.
Güncel olarak, hâlâ sistemin öncüsü olan, ancak gerileyen bir güç olarak ABD emperyalizmi uluslararası ilişkileri düzenlemede saldırgan bir politika izliyor ve en aktif devlet konumunda bulunuyor. Özellikle 11 Eylül saldırlarının ardından, bu saldırıları da gerekçe yaparak, Ortadoğu ve Orta Asya gibi oldukça büyük pazarlara ve enerji kaynaklarına sahip olan yeni-sömürgeleri zor yoluyla hizaya getirmeye çalışıyor.
ABD emperyalizmi askeri işgali ve klasik sömürgeciliğin unsurlarını kullanarak, yeni-sömürgeler dünyasındaki egemenliğini güçlendirmeye çalışıyor. Yeni-sömürgelerle olan ilişkisinde kukla devletler yaratıyor. Bu sürecin derinleşerek süreceği görülüyor.
1945-90 sürecinde uluslararası sistemde oldukça aktif roller üstlenen BM ve NATO, 1990 sonrasında varlıklarını sürdürmelerine karşın, artık giderek zayıflayan (BM, ABD dışındaki diğer büyük aktörlerin bastırmasıyla, NATO ise ABD’nin dayatmasıyla ayakta kalıyor) yapılara dönüşmüş durumdalar. Esas olarak, ABD mümkün olduğunca hiç bir ulusalararası anlaşma ile bağlı kalmadan, şu andaki güçlü konumunu sağlamlaştırmaya dönük, askeri ve diğer operasyonlar yapma çabası içinde. Öte yandan, henüz ABD ile askeri alanda başa güreşecek konumda olmayan ve bunu henüz istemeyen AB ise uluslararası ilişkileri daha barışçıl söylemler, araçlar, kurumlar (demokrasi, barışçıl ilişkiler, Uluslararası Ceza Mahkemesi, çevre protokolleri vb.) zemininde biçimlendirmeye çalışıyor. Öte yandan, tüm emperyalistlerin ortak desteğiyle uluslararası ilişkilerde gücü artmış olan kurumlar ise IMF, Dünya Bankası, DTÖ, vb. gibi emperyalist iktisadi kurumlar, bunlarla birlikte bölgesel iktisadi bloklaşma eğilimleri de; NAFTA (Kuzey Amerika), MERCOSUR (Latin Amerika), ASEAN (Güneydoğu Asya) güçleniyor.
Ortaya çıkan uluslararası ilişkiler tablosu 1945-90 sürecine göre oldukça kaotik özellikler taşımasına karşın, esas olarak ana yönelimleri artık belirginleşmiştir. Kapitalist sistem içinde ABD’nin öncü güç konumu sürmektedir ve ABD bu konumunu daha sistematik ve yapısal bir hale dönüştürme çabası içindedir. Bunu yaparken güçleri diğer büyük aktörlerle kısmen paylaşmaya da açıktır. Askeri güç kullanımı başlıca silahı durumundadır ve gücünü esas olarak yeni-sömürgeleri denetlemeye yoğunlaştırmıştır. Yeni-sömürgelerin tüm iradesini gasp eden, onları açıkça kukla devlet konumuna düşüren bir ilişki tarzı dayatılmaktır.
Bu bağlamda, yeni-sömürge kapitalist devletler ekonomik alanda olduğu gibi, uluslararası ilişkiler alanında da egemenliklerini önemli ölçüde yitirmişlerdir. Uluslararası ilişkiler sistemi, özellikle yeni-sömürgeler bağlamında, devlet olma vasıflarının giderek artan ölçüde yitirildiği, açık ve gizli yükümlülüklerle dolu bir cangıla dönüşmüştür.
Uluslararası iktisadi kurumların gücü artarken, uluslararası siyasal alanda BM vb. kurumların gücünün azalmasına ve bloklaşma eğilimlerinin artmasına paralel olarak parçalanma eğilimi artmaktadır. Birkaç büyük emperyalist devletin egemen olduğu ve kukla karakterleri iyice belirginleşmiş olan yeni-sömürgelerin bunların etrafında toplaştığı bir devletler arası ilişkiler sistemi oluşuyor ve kapitalist devlet ler yapısal olarak buna uygun olarak biçimleniyor.

Kapitalist Devletin Siyasal Biçimlenişi; Yeni Sağ ve Sömürge Tipi Faşizmin Yeni Öğeler Kazanması
1980 başlarında devreye sokulan emperyalist restorasyon programı, kapitalist devletin siyasal yapılanışını da, neoliberal sömürü modeline, uluslararası ilişkilerde geliştirilmek istenen politikalara ve kültürel, sosyal ilişkilere verilmek istenen biçime uygun olarak yeniden biçimlendirmeyi içermekteydi.
Bu noktada, anahtar kavram Yeni Sağ’dır. Bu kavram başlığı altında toplanan politakaların özü; neoliberal politikaların kesin biçimde egemen kılınmasına ve neoliberal politikaların temelini oluşturduğu kabul edilen serbest pazar ekonomisinin, bireysel ve politik özgürlükler için en uygun koşulları sağlayacağı varsayımına dayanır. Buna göre, devlet; özel mülkiyeti korumakla yükümlü olan küçük-çekirdek devlete dönüştürülmeli ve neoliberal pazar ekonomisinin işleyişini engelleyecek her türden unsuru bastırabilecek güçlü bir hükümete sahip olmalıdır. Yeni sağ, ekonomide liberalizm ile siyasal alanda geleneksel otorite ve düzen fikirlerinin kimi zaman dinsel, kimi zaman milliyetçi formlar altında ifade edilen bileşimini içerir. Yeni sağ tüm sınıfsal, toplumsal kategorileri (aile hariç) reddediyor, “toplum yoktur, bireyler vardır” düşüncesini eksen alarak, her türlü toplu duruşu mahkum ediyor. Bu fikirler, kapitalizmin krizini 1945 sonrası uygulanan Keynesci modele ve toplumsal özgürlüklerin büyümesine bağlayan en gerici kesimlerin saldırgan tepkisinin ve sistem içinde inisiyatifi ele geçirmelerinin ifadesidir.
ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’de ifadesini bulan yeni sağ 1980 sonrasında tüm emperyalist dünyada egemen siyasal anlayış haline geldi. Yeni sağcı iktidarlar, bir yandan neoliberal ekonomi politikaları için gerekli yasal ve ekonomik zemini kurarken, diğer yandan devlet aygıtındaki tüm sosyal kurumların tasfiyesine giriştiler. Sendikalar ve tüm demokratik kitle örgütlerinin güçsüzleştirilmesi ve tasfiyesi yeni sağcıların öncelikli işleri durumundaydı. ABD’de dinci ve ırkçı gruplar siyasetin merkezine çekilerek etkin hale getirildiler. Aynı biçimde İngiltere’de milliyetçi ve ırkçı düşünceler hızla yeni sağ politikanın asli unsurlarına dönüştürüldü. Bütün toplumun gözetlenmesi ve denetlenmesine dönük olarak olağanüstü büyük projeler devreye sokuldu. Yeni sağ bütün bu özellikleriyle krizin yarattığı ağır koşullarda faşizmin sınırlarında bir siyasal düzen yaratmaktaydı. Reagan, Thatcher, Kohl üçlüsü on yılı aşkın iktidarları süresince bu politikalar ekseninde tüm devlet yapısını yeniden düzenlediler.
1990’larda, muhafazakar partilerin yerine iktidara gelen sosyal-demokrat partilerde kimi yönleriyle yumuşatılmış olsa da, esas olarak yeni sağ politikaların ortaya çıkan yeni koşullara uyarlanmış versiyonlarını uygulamaya soktular. Yaklaşık on yıllık muhalefet boyunca iktidar olma sırasını bekleyen sosyal-demokrat partiler, yeni sağ politikaların sistemin temel tercihi haline gelmiş olan neoliberal iktisat politikalarının kaçınılmaz uzantısı olduğunu anlamışlardı. Neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı koşullarda, onu meşrulaştıracak temel söylem ve hedefler yeni sağ politikaların içerdiği söylem ve hedeflerdi. Kısacası, sistemin işleyiş mantığı bir kez daha kendini ortaya koyuyor, temel tercihlerin partiler üstü olduğu açık biçimde görülüyordu. Düzen partilerinin politika belirlemede en fazla, çıkarlarını savundukları kesimlerin istemlerini, temel tercihlere en uygun biçimde politik alana yansıtmakla sınırlı bir hareket alanı söz konusuydu. Sosyal-demokrat partiler yeni sağ çizgiyle evliliklerini ve böylece ortaya çıkan tezlerini, önce ‘yeni sol’ olarak ardından da İngiliz İşçi Partisi lideri T. Blair eliyle ‘üçüncü yol’ olarak tanımladılar. Bu partiler yeni sağ çizgiye iltihak edişlerini, daha çok demokratikleşme, şeffaflık ve haklardan sözederek gizlemeye çalışsalarda yeni sağın uygulamalarının hemen hemen tümünü devam ettirdiler. Parti programlarında artık unutulmuş olan tüm sol söylemleri temizlediler. Yeni sağın baskıcı söyleminin yerine gelen “yönetişim”, yerelleşme, demokratik katılım gibi söylemler, devletin kamu hizmetlerinden çekilmesiyle at başı gelişti. Devletin temel tercihlerinin belirlenmesinde hiçbir rol oynayamayan bireylerin, yerel alanlarda nasıl bir demokratik katılım sağlayacağı, bunun büyük sermaye karşısında nasıl bir uygulama gücüne sahip olacağı soruları ise yanıtsız kaldı. Toplumu gözetleme ve denetlemeye yönelik bütün projeler büyütülerek sürdürüldü. Gözetim, denetim, otokontrol toplum yaşamının asli unsurları haline getirildi. Bu doğrultuda oldukça büyük projeler ve kurumlar yaratıldı. Sosyal-demokratlar toplumsal özgürlüklerin yeniden tesisi yönünde ciddi bir gelişme sağlayamadılar, bu doğrultuda ortaya istek ve irade koymadılar. Tüm katılımcılık söylemlerine karşın, güdük burjuva demokrasileri teknokratların ve parti bürokratlarının neredeyse tek belirleyici olduğu yapılara dönüşüyor. Neoliberal ekonomi politikaları, iktidar partilerinin yoksul seçmenlerini sınırlı da olsa tatmin etmesini sağlayacak devlete ait iktisadi alan bırakmadığı için yoksullar ile geleneksel merkez partileri arasındaki açı büyüyor. Merkez partilerin (sosyal-demokratlar ve liberal yada muhafazakâr partiler) tümünün ekonomi politikaları aynılaşmış durumda ve birbirleriyle ayrım noktaları ise esas olarak daha tali yerel sorunlar ve kimlik sorunları üzerinde yoğunlaşıyor. Bu durum merkez partilerin yegane kitlesel siyaset süreçleri olan seçim kampanyalarının politik mücadeleler olmaktan çok, göz boyma, reklam üzerine kurulmasına neden oluyor. Bu gelişmelere bağlı olarak, geleneksel büyük politik partilerin hemen hemen aynı politikaları uyguladıkları, politik faaliyetin tümüyle merkeze çekildiği koşullarda, sistemin dışladığı kesimler, yoksullar vb. halk kesimleri hızla politik alanın uç partilerine yöneliyorlar. Sol hareketin genel zayıflığı koşullarında bu uç genellikle faşist partiler oluyor. Faşist partilere kayan kitleleri yeniden merkeze çekme kaygısı, onların istemlerini tatmin etmek yerine, faşist partilerin söylemlerini daha fazla benimseyerek yapılmaya çalışılıyor. Bu ise sistemin merkez partilerini daha da sağcı ve gerici düzenlemelere yöneltiyor. Bu da, güdük burjuva demokrasilerine ve devlet yapılarına giderek daha fazla ölçüde otoriter nitelik kazanıyor.
Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından, tüm emperyalist ülkelerde en temel toplumsal özgürlükler, daha da ötesi kişisel hak ve özgürlükler ciddi biçimde budanıyor. Yayılan güvenlik paranoyası ile tüm yaşam baskı önlemleri ile kuşatılıyor. Bürokrasi ve güvenlik aygıtlarının toplumsal yaşamdaki belirleyiciliği keskin bir artış gösteriyor, partiler ve demokratik kitle faaliyetlerinin devletin biçimlenişinde ve eylemlerindeki rolleri ise dramatik bir düşüş yaşıyor. Burjuva demokratik devletlerin yeni sağ politikalarla hız kazanan, faşizmin eşiği sayılabilecek despotik polis devletlerine dönüşüm süreci 11 Eylül’ün ardından yeni bir ivme kazanmış durumda.
Yeni-sömürgelerdeki devlet aygıtlarının evrimi de esas olarak emperyalist devletlerde yaşanan sürece paralel bir yol izlemiştir.
Sömürge tipi faşizmin egemen olduğu bu devletlerde yeni sağ anlayışın temel tezleri faşist devlet aygıtının ve politik alanın bütününün düzenlenmesinde temel hareket noktalarından biri olmuştur. Ancak süreklileşmiş milli kriz ile toplumsal yaşamı sakatlanmış olan ve sert toplumsal mücadelelere sahne olan faşist yeni-sömürge devletlerin toplumsal yaşamı düzenlemede başkaca politik projelere ve yaklaşımlara da ihtiyacı bulunmaktadır. Bu bağlamda, devreye giren bir diğer düzenleyici temel politika ise düşük yoğunluklu çatışma politikasıdır. Aslında düşük yoğunluklu çatışma politikası, yeni sağ anlayışın dışında ayrı bir politik konsepti ifade etmez. Düşük yoğunluklu çatışma politikası, yeni sağ anlayışın yeni-sömürgelerdeki politik yaşamı düzenlemeye dönük özgün versiyonudur diyebiliriz.
1945’lerden 1980’lere değin gelen süreçte, yeni-sömürge devlet pratiği, kilit devlet aygıtlarının hızla yukarıdan aşağıya doğru faşistleştirilmesi (ordu, polis, istihbarat servisleri, temel bürokratik kurumlar, partiler, temel yasalar vb.’nin kadroları, hedefleri, işleyiş tarzı vb.lerinin faşistleştirilmesi) pratiği olarak biçimlenmiştir. Bu süreç her ülke özgülünde ayrı yolları izlemiş, faşist aygıtın işleyişi toplumsal mücadelelerin yükseldiği süreçlerde sert ve açık biçimler altında olurken, denetimin nisbeten sağlandığı süreçlerde hiçbir ciddi iktidar gücü olmayan (iktidar esas olarak faşist aygıtlarda toplanmıştır) parlamentolar devreye sokulmuştur. Sık sık gündeme gelen darbeler ve seçim oyunları içinde yeni-sömürge devlet aygıtları ciddi biçimde yıpranmış, çoğu durumda istenen sonuçlar da alınamamıştır. Krizin ve çatışmalı toplumsal mücadelelerin sürekliliği ve bunlar karşısında darbe-seçim trafiğinin verimsizliği ve gayrımeşru niteliği, yeni-sömürge devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır.
Düşük yoğunluklu çatışma konsepti tam da bu noktada, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin bu ihtiyacına karşılık olarak üretilmiştir. Düşük yoğunluklu çatışma konsepti, toplumsal yaşamın denetim altında tutulması, halk muhalefetinin ezilmesi ve neoliberal politikaların yürütülmesi için, açık faşist terörün ve kurumlarının yanısıra, kozmetik nitelikteki parlamenter demokratik öğelerin içiçe, yan yana birlikte kullanılmasını içerir. Devrimci çalışmanın kavramlarını kullanılacak olursak, yeni-sömürgelerin faşist devletleri halk hareketlerine karşı bütün mücadele yöntem ve araçlarını aynı anda eksiksiz bir bütünsellik içinde kullanmayı hedeflemektedirler. Halk-gerilla, deniz-balık ilişkisine/benzetmesine karşı, açık faşist iktidarlar yoluyla denizi kurutma taktiği temelinde cevap veren oligarşiler, bu yöntemin kimi zaman kısa vadede başarılı olsa da, orta ve uzun vadede başarısız olmasından hareketle, denizi kurutma yerine denizi çürütme yolunu seçmişlerdir. Düşük yoğunluklu çatışma konsepti denizi çürütme politikasıdır. Süreklileştirilmiş darbe hali ve uygulamaları ile, oldukça sınırlı, göstermelik, biçimsel demokratik kurumların sürekliliği bir aradadır. Oldukça sıkı bir anti-komünist niteliğe sahip anayasal ve yasal hukuki zemine oturmuş, en temel demokratik hakların kullanımının bile ciddi sınırlamalarla yüzyüze olduğu, demokratik kurumların fiili engellemelerle faaliyetlerinin sakatlandığı kozmetik demokrasi, bu yapısı nedeniyle düşük yoğunluklu demokrasi olarak da tanımlanmıştır. Faşist devlet aygıtının bu yeni versiyonu insan hakları ihlalleri ve siyasal özgürlüklerin sürekli kısıtlılığını içinde taşıyan kısmi legal olanakları (gösteri ve yürüyüş hakkı, parti, dernek, sendika kurma hakkı vb..) da, kimileri kağıt üzerinde kalsa da barındırır. Öte yandan, toplumsal yaşamın bütün alanlarının sosyal, ahlaki ve kültürel olarak tüm insani değerlerden arındırılması devletin asli işlevleri arasındadır. Toplumsal hayat fuhuşla, dinsel gericiliğin en kaba örnekleriyle, yaygın uyuşturucu kullanımı ile, kamu olanaklarının çalınmasının meşrulaştırılmasıyla, yaygın çeteleşmeyle, devlet terörünün yarattığı korkuyla, vb. yollardan ağır biçimde sakatlanır. En kaba faşist terör, aldatıcı kozmetik demokrasi öğeleri ve toplumsal yaşamın bütün boyutlarının insani değerlerden arındırılması; devletin başlıca aktörü olduğu bu üç kanaldan halk gerçekliği hızlı bir çürüme süreci içine sokulur. Bu yoldan, devrimci güçlerin üzerinden gelişmeyi hedefledikleri zeminin bir bataklığa dönüştürülmesi hedeflenir.
1960’lı ve 70’li yıllarda yoğunlaşan faşist askeri darbelerin ardından, halk hareketlerinin önemli ölçüde bastırılmasına paralel olarak, ciddi biçimde yıpranmış olan açık faşist diktatörlüklerden, adım adım düşük yoğunluklu çatışma konseptine uygun olarak dizayn edilen devlet aygıtlarına geçiş yaşandı. 1980’li yıllarda Latin Amerika ve Asya’da (El Salvador, Şili, Haiti, Kore, Filipinler, Uruguay, Paraguay, vb.) pek çok askeri faşist devlet, faşizmin bu yeni versiyonuna uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır.
Düşük yoğunluklu çatışma konseptinin en yetkin uygulamalarından ikisi, Türkiye ve Kolombiya’dır. Dernek ve parti kurabilir, dergi çıkarabilirsiniz, ancak sistemi zorlayan bir noktaya vardığınızda partiniz devlet güçlerince bombalanabilir, sendikacılarınız, gazete muhabirleriniz gözaltında kayıplara kurban gidebilir, süreklileşmiş gözaltı ve işkence uygulmalarına muhtap olabilirsiniz ve bütün bunlara rağmen partiniz hâlâ açık olabilir, derginiz yayınını sürdürebilir. Yani, herşey, her uygulama birarada. İsterseniz uslu tavşanlardan olup, sadece havuç yiyebilirsiniz, bunu istemezseniz ve gerçek bir halk hareketi yaratmaya girişirseniz havuçla sopayı birarada yiyebilirsiniz. Üstelik yiyeceğiniz sopa, açık faşizm dönemlerinden çok daha fazla olabilir. Böylece devrimci hareketler içindeki yılgınlıklara, devrimci politikadan reformizme geçişe politik ve örgütsel olarak kendini ifade edebilmesi ve düzen içine kanalize olması için zemin sunulmaktadır. Ayrıca, her devrimci halk hareketine sistem içi kanallara dönmesi, reformist zeminlere geçiş yapması için açık kapı da bırakılmış olmaktadır.
Faşist terör uygulamaları da oldukça ilginç ikili özellikler gösterir. Türkiye örneğinde; 12 Eylül açık faşist döneminin uygulamlarının bir bölümü (idam, çok büyük kitlesel tutuklamalar vb.) 1990’lı yıllarda olmasa da, bir kısım uygulama (gözaltında kayıplar, sokak infazları, cezaevleri kıyımları vb.) 12 Eylül uygulamalarına rahmet okutacak düzeydedir. Bir örnek de Kolombiya’dan; evet sendika kurabilirsiniz, ama öldürülen sendikacı sayısının her yıl rekor kırdığı bir ülkede yaşadığınızı bilmeniz gerekir.
Faşizmin bu yeni versiyonu, son 20 yılda tüm kurumsal altyapısı ile birlikte yetkinleştirilmiştir. Devlet aygıtının merkezinde ordu, sivil hükümetin temsilcileri ve başta tekelci burjuvazi olmak üzere oligarşinin diğer kanatlarının temsilcileri bulunur. Emperyalistlerin temsiliyeti genelikle her üç kesim üzerinden de olur. Bu stratejik karar alıcılar içinde en belirleyici olanı genellikle ordudur. Taraflar arasında ortaya çıkan sorunların çözümünde ordu darbe yöntemini 28 Şubat “postmodern darbesi”nde olduğu gibi oldukça özgün bir tarzda kullanabilmekte, hükümetleri yönetimden uzaklaştırabilmektedir. Bu bağlamda, ordular artık salt askeri kurumlar olmanın ötesindedirler. Oluşturdukları politik araştırma ve üretim birimleriyle, yüklendikleri işlevlerle, artık politik kimlikleri ve nitelikleride güçlenmiş politik ve askeri kurumlara dönüşmüşlerdir. Yeni konsept yasal ve kurumsal düzeyde de çok yönlü olarak yapılanmış, bu yasal düzenleme ve kurumlar devlet içinde belirleyici konuma yükselmişlerdir. Milli Güvenlik Konseyleri yeni-sömürgelerin önemli bir bölümünde bulunur ve karar alma süreçlerini ilk elde resmileştiren odaktır. Tüm yasal ve anayasal zemin sürekli kriz hali dikkate alınarak oluşturulmuştur. Kriz yönetimi bu konseptin temel unsurudur ve kriz yönetimine dönük çok sayıda yarı-askeri kurum merkezden en küçük devlet birimine değin yukarıdan aşağıya örgütlenmiştir. Baskı aygıtının bu genişliği ve derinliği, aynı zamanda oldukça yetkin bir profesyonelleşmeyi de içermektedir. Özellikle, başta devrimci hareket olmak üzere tüm sistem karşıtı hareketlere karşı eski kaba toptancı yaklaşımlar yerine, her bir oluşuma ve harekete karşı ciddi uzmanlaşmalara ve sağlam bir bilgilenmeye dayanan özgün politikalar geliştirme ve sonuç alma yolu izlenmektedir.
Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin yeni-sömürge devlet aygıtlarını düzenleme noktasında temel tercihleri bu yeni versiyon olmasına karşın, açık faşist yönetimlerin kurulması seçeneği dışlanmış değildir. Pakistan’daki Genelkurmay Başkanı Müşerref’in darbesi ve zaman zaman küçük devletlerde gerçekleşen darbeler bu seçeneğin tümüyle devre dışı bırakılmadığını açıkça göstermektedir.
Kapitalist devletin günümüzün yapısının ana hatlarını böyle özetleyebiliriz.
Bu noktada, olgunun kimi boyutlarını daha anlaşılır kılmak için bazı tartışma noktalarına kısaca da olsa girmek gerekiyor.


Kimi Tartışma Başlıklarına İlişkin Notlar
Emperyalist-kapitalist restorasyon programının 1980’lerde devreye girmesi ve sistemin bütün ilişki ve kurumları gibi devlet yapılarının da hızlı bir değişim sürecine girmesi, devlete ilişkin bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi.
Bunlardan birincisi, neoliberal politikaların uygulanması ile birlikte devletlerin özelleştirmeler yoluyla ekonomiden ellerini çekerek küçüldükleri, böylece halkın eski büyük ve hantal devlet yapılarını finanse etmekten kurtulduğu iddiası temelinde yapılan tartışmalardır.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, kapitalist devletin temel işlevi sermayenin kesintisiz birikimi için gerekli koşulları sağlamaktır. Sermaye birikimi ise her tarihsel kesitte farklı birikim modelleri yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kapitalist devletler esas alınan birikim (sömürü) modelinin gereklerine uygun olarak tüm kurum ve düzenlemelerini yenilerler.
Neoliberal iktisat politikalarının kapitalist sistemde başat hale gelişi ile birlikte, tüm kapitalist devletler ekonomik işlevler bağlamında yukarıda ana hatlarıyla konulan tarzda değişime uğramışlardır. Devletlerin, yoksul sınıflar lehine olan sosyal ve ekonomik yasal düzenlemeleri, yükümlülüklerini ve kurumlarını tasfiye etmesi, kimi iktisadi işletmelerinin haraç-mezat özelleştirilmesi, kamusal hizmet alanlarından çekilerek, bu alanları özelleştirmesi, ekonomi politikalarını belirleme, bunlara ilişkin uyuşmazlıkları çözme vb. yetkilerini uluslararası emperyalist kurumlara açık veya gizli olarak devretmesi vb. türden uygulamaları, kapitalist devletlerin emekçiler lehine olan (sınıf mücadelesiyle kazanılmış) işlevleri bağlamında küçülmesi anlamına gelmektedir. Bu, neoliberal iktisadi politikaların devlet özgülündeki sonuçlarından sadece bir bölümüdür. Bu durum, asla kapitalist devletin iktisadi alandan çekildiği ya da işlevlerinin azaldığı anlamına gelmiyor.
Bunu daha net biçimde anlayabilmek için devletin küçülmesine dayanak olarak gösterilen uygulamaların gerçek niteliklerine bakmak yeterli olacaktır. Devletin küçülmesi demagojisinin en popüler konusu özelleştirmelerdir. Özelleştirmeler yoluyla tasfiye edilen kurumlar, esas olarak ya sübvanse edilmiş kamu hizmeti gören kurumlar, ya da halka nisbeten daha ucuz ürün sağlayan kamu iktisadi kurumlarıdır. Bunların tasfiyesi yoluyla emekçilerin elde ettiği hiç bir kazanım yoktur. Bu noktada, bir diğer yalan, zarar eden kamu kuruluşlarının özelleştirildiğidir. Kapitalist kâr için yatırım yapar. Zarar eden bir kurumu satın almak kapitalist ticaret ve yatırım mantığına tümüyle aykırıdır ve bu nitelikte özelleştirilmiş tek bir kurum yoktur. Kaldı ki, zarar eden şirketleri alan tek iktisadi güç kapitalist devletlerdir. Çeşitli yollardan hortumlanan, zarar ettirilerek batırılan büyük tekellere ait kapitalist işletmelerin çeşitli gerekçelerle satın alınması ve böylece tekellere büyük devlet fonlarının aktırılması devletin asli ekonomik işlevlerinden biri haline gelmiştir. Türkiye örneğinde de bu noktada oldukça çarpıcı bir tablo sözkonusudur. Batık banka operasyonları, batık şirket operasyonları vb. son 20 yılda çok sıkça yaşadığımız olgulardır. Ve tekellerin zararlarının devletleştirmesi diyebileceğimiz operasyonların maliyeti özelleştirmelerin getirilerini kat be kat aşan bir noktadadır. Ancak özelleştirme olgusu, kapitalist devletin ekonomi alanında, hem kurumsal ve düzenleyici hukuksal ve pratik işlemler, hem de doğrudan müdahaleler bağlamında büyümesinin sadece oldukça küçük bir bölümünü oluşturur.
Devlet tüm ekonominin neoliberal politikalara uygun olarak yapılanması için yasal düzenlemelerin yapılması, emek piyasalarının işçi sınıfına karşı katı ve baskıcı tarzda yeniden düzenlenmesi, tüm hakların budanması, kârlı devlet işletmeleri özelleştirilirken tekelci sermayenin batırdığı finans ve sanayi işletmelerinin kurtarılması, ihaleler ve başkaca yollarla rant tranferi, sürekli büyütülen askeri ve güvenlik harcamaları vb. pek çok yoldan ekonomiye müdahale etmekte, iktisadi alandaki işlevleri daha önceki döneme nazaran çok daha fazla büyümektedir. Devletlerin ekonomideki büyüklüğünün ölçülmesinde önemli bir kriter olan kamu harcamalarının büyüklüğü, bu dönemde artmıştır. 18 emperyalist ülkede kamu harcamalarının GSMH içindeki oranı ortalama olarak 1870’de % 10.5, 1913’de % 11.9, 1937’de % 22.4 iken, 1996’da % 45.8’e fırlamıştır. Emekçi lehine olan harcamalarını azaltan, özelleştirmelerle pek çok ekonomik işletmeyi tekelci sermayeye devreden devletlerin, bu duruma rağmen harcamaları büyümüştür. Peki bu kaynaklar nereye gitmiştir? Yanıt açıktır; devletler, tekelci sermayeye çeşitli yollardan geçmişe nazaran çok daha büyük kaynaklar aktarmaktadırlar. Sadece Türkiye’de 2000-2001’deki banka hortumlama operasyonlarında hortumcuların bankalarını kurtarmak için devletin yaptığı operasyonun maliyeti asgari 50 milyar dolar civarındadır.
Kaldı ki, ekonomik hayattan bir anlığına uzaklaşıp, devletin asli fonksiyonu olan “zor” ögesine geldiğimizde gördüğümüz şey, hurafelerin tam tersine devletin olağanüstü büyümesidir. Milyarlarca dolarlık silah harcamaları, polis ve istihbarat aygıtlarının sınırsız harcamalarla durmadan büyüttükleri teknik ve kadro kapasiteleri, bugün 60’lar ya da 70’lerle kıyaslanamayacak bir düzeydedir. Konuya salt iktisatçı gözüyle baktığımızda belki bütün bu kaynak aktarımları “ölü yatırım” gibi görünür ama zaten tipik iktisatçı körlüğü de budur; çünkü, tam tersine bu yatırımlar, uzun vadede sistemin devamı için gereklidir. Bu bakımdan, liberal-sol kesimlerde yaygın olan “devlet ekonomik alanda küçüldüğü kadar baskı aygıtı olarak da küçülsün, böylece demokratik-sivil bir topluma geçelim” gevezeliği, bu körlüğün bir versiyonudur. Tam tersine sosyal harcamaların kısıldığı, kitlelerin yoksulluğa terk edildiği her yerde, devletin şiddet aygıtı daha gerekli olacaktır ve hatta bu bazen (Türkiye örneğindeki gibi) toplumsal hareketlerin oldukça zayıf yapısına denk düşmeyen bir “aşırı” büyüme gösterecektir. “Aşırı” ama “gereksiz” değil; çünkü sistem, kendi yaratmakta olduğu canavarın uzun vadedeki yıkıcı potansiyelini bilmektedir.
İkinci bir tartışma konusu ise büyüyen uluslararası mali sermaye gruplarının teknolojik olanakların yardımıyla çok hızlı hareket edebildiği, sanal ortamda hareket ettiği için uçucu olduğu ve ulus-devletlerin denetiminin dışında bulunduğu ve herhangi bir ulus-devlet ile bağlılık ilişkisinin kalmadığı, bunun ise ulus-devletleri para ve maliye politikaları uygulayamaz hale getirdiği iddiasıdır. Bunun uzantısı olarak da, uluslararası mali sermayenin artık uluslararası kurumlar yoluyla ulus-devletlerin üstünde bir dünya iktidarı oluşturdukları iddiası sözkonusudur.
Bu tezler oldukça iddialı, ancak gerçekliğin oldukça sınırlı bir bölümünü yansıtmaktadırlar.
Öncelikle emperyalizm ve sermaye ihracı kavramı ile başlamak gerekir. Bilindiği gibi, kapitalizmin emperyalist aşamasının belirleyici unsurlarından biri sermaye ihracıdır. İhraç olgusu herşeyden iki farklı devleti ve bunların sınırlarını aşan bir sermaye hareketini gerektirir. Eşitsiz gelişen kapitalist dünyada, emperyalist ülkeler kendi aralarında ve yeni-sömürgeler karşısında gelişmişlik düzeylerine, siyasi ve askeri güçlerine vb. bir dizi faktöre bağlı olarak çeşitli avantajlar taşırlar. Merkez üsleri bu ülkeler olan ve çeşitli bağlarla bu devletlerle sıkı ilişkler içinde bulunan tekeller bu avantajlardan yararlanırlar ve diğer tekellerin yararlanmasını engellemeye çalışırlar. Bu durum hala somut olarak devam etmektedir. Sınırların ve devletlerin sermayenin hareketi karşısında tüm etkisinin yitirdiği, tüm tekellerin ve diğer sermaye birimlerinin her açıdan devletlerin etkisinden arınmış, tüm sermayeler için eşit koşullara sahip tek bir dünya pazarında hareket ettiği, iktisadi güç farklılıkları hariç tüm sermayelerin birbirine eşitlendiği ve böylece sermaye ihracı kavramının da (dolayısıyla emperyalizm kavramının da) anlamını yitirdiği, ulus-devletlerin etkisinin ortadan kalktığı bir dünya sözkonusu değildir. Başta emperyalist devletler olmak üzere, tüm devletler her alanda oldukça aktif durumdalar ve ülkelerindeki tekellerin çıkarları için dünya çapında mali, siyasi ve askeri operasyonlar yürütmektedirler. ABD’nin Irak’a dönük savaş hazırlıkları hangi çıkarlar içindir? Güncel bir gelişmenin ışığında bakacak olursak; eğer tekelci sermayeler için devletlerin bir önemi kalmadıysa, hatta devletler onlar için birer engel haline geldiyse, her tekelci sermaye belli bir devletle organik bir bütünlük oluşturmuyor, ondan güç almıyorsa, böylesi bir operasyon karşısında ya da yanında saf tutan kapitalist devletleri bu yönlü tavır almaya zorlayan etken nedir? Tekelci sermayelerin çıkarları değil de nedir? ABD dünyanın mutlak hakimi haline gelme çabasının hiç bir sermaye grubu ile ilişkisi yok mu, ya da onun bu çabasına karşı koymaya çalışan diğer emperyalist devletler bu çabalarını kimin çıkarları için sürdürüyorlar? Ya da, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında, emperyalist devletler kimlerin çıkarları için birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyorlar? Devletler küçülüyor, devletlerin etkisi azalıyor, tekeller ya da aynı anlama gelmek üzere mali sermaye devletlerden bağımsız hale geliyor ve devletlerin gücünü kırıyor vb. iddiaların sahiplerinin bakış açısıyla bakıldığında bu soruların yanıtı yoktur. Ancak biraz olsun gerçeklerin penceresinden baktığımızda (sadece Bush hükümetini oluşturan bakanların hangi tekellerden, hangi mali sermaye gruplarından geldiğine bakıldığında bile), kapitalist devletin belki de her zaman olduğundan daha fazla tekelci sermaye ile içiçe geçtiğini, her emperyalist devletin kendi sınırları içinde doğup büyüyen, kendisi ile tarihsel ve organik olarak çok sıkı bir ilişki ve bütünleşme içinde olan tekellerin çıkarları için oldukça kapsamlı mücadeleler içinde olduklarını görebiliriz. Emperyalist devletlerdeki tekeller aidiyet ilişkisi içinde oldukları devletin gücünü diğer uluslararası tekellerin bertaraf edilmesinde oldukça yoğun biçimde kullanıyorlar.
İddianın bir diğer unsuru, uluslararası mali sermayenin oldukça hızlı hareket ettiği, uçucu nitelik taşıdığıdır ve bu doğrudur. Ancak, mali sermayenin bu niteliklerinin kapitalist devletlere rağmen olduğu iddiası gerçek dışıdır. Somut olarak ele alacak olursak, Türkiye’ye giren kara ve sıcak para, devlete rağmen mi girmiştir? Ya da böylesi miktarlar devlete rağmen giriş-çıkış yapabilir mi? Kesinlikle hayır, bunlar tümüyle TC’nin para politikalarının sonucunda Türkiye’ye girmiştir. Kamu açıklarını çevirebilmek için bu paraların ülkeye girişine izin verilmiştir. Bugün kısmen denetim altına alınmaktadır. Bu da, emperyalistlerin ve oligarşinin içindeki egemen kesimlerin tercihlerinin ürünü olarak devletin geliştirdiği önlemlerin ürünüdür (bankalar yasası, sermaye yasası vb. yoluyla). Bu nokta da daha iyi bir örneği sistemin başat gücü ABD oluşturur. Bu ülkede, Merkez Bankası tüm önemli mali politikaların oluşturulmasında belirleyici bir rol üstlenmektedir. Uçucu-kaçıcı mali sermayenin kaleleri olan Amerikan borsalarının son yirmi yılda en az birkaç kez çöküşü, ABD Merkez Bankasının müdahaleleri ile engellemiştir. Yani, mali sermaye hareketlerinin denetlenemediği, dilediği gibi davranabildiği iddiaları birer hurafeden ibarettir.
Dünyanın ve mali alanın yönetilmesinde devletlerin rolünün giderek ortadan kalktığı, bunların yerini uluslararası kurumların aldığı iddiasına gelince, bu iddianın emperyalist devletler sözkonusu olduğunda hiç bir gerçekliğinin olmadığını anlamak için küçük bir öğrenme çabası yeterlidir. Sözkonusu edilen kurumlar, IMF, Dünya Bankası, DTÖ, OECD vb.dir. Bunların kuruluş sözleşmelerine bakıldığında, tümünün kurucularının devletler olduğu, yönetimlerinin bu devletlerce (IMF, Dünya Bankası ve OECD’nin yönetimleri büyük emperyalist devletlerce atanır) atandığını, işleyişlerinin yine bu devletlerce belirlendiği apaçık görülebilir. Bu kurumlar esas olarak tümüyle devletlerin; emperyalist devletlerin yönetimi altındadır.
Yeni-sömürge devletlerin bu kurumlar karşısındaki konumlarına gelince; evet, bu devletlerin iktisadi politikaları tümüyle bu kurumlar tarafından belirleniyor. Ama sadece iktisadi politikaları değil, tüm politikaları emperyalist devletler ve bunların oluşturdukları uluslararası kurumlar tarafından belirleniyor.
Bilindiği gibi, ulus-devlet belirli sınırlar içindeki pazarı birleştirir. Bu pazarın tüm ekonomik dinamiklerini harekete geçirmeyi, kapitalist birikim sürecinin emrine hazır hale getirmeyi hedefler. Bu onun asli fonksiyonlarından biridir. Yeni-sömürgelerin önemli bir bölümü daha kuruluş aşamalarından itibaren ulus-devlet olma özelliğini yitirmişlerdir.
Yeni-sömürgelerdeki devletlerin çoğunluğu gerçek bir ulus-devlete iki yönden benzemiyorlardı. Birincisi, birçoğunun çok uluslu yapıları idi. Sorun çok uluslu olmaları değil, bu çok uluslu yapının gönüllü olmaktan uzak olmasıdır ve büyük bir bölümünde hala sürmekte olan ulusal çatışmalarla devlet yapılarının sakatlanmasıdır. İkincisi ise, bu devletlerin ulus-devlet için gerekli olan ulusal ekonomi yaratma, yani ülkenin ekonomik dinamiklerini bütünlüklü olarak kapitalizm temellerinde bütünleştirme, geliştirme olanağına sahip olmaması, ekonominin tümüyle emperyalist güçlere bağımlı gelişmesidir. Gelinen noktada, bu devletler özerk bir maliye ve para politikası uygulamaktan, uluslararası emperyalist kurumlardan izin almadan vergi koyabilmekten, hatta kimi örneklerde olduğu üzere para basabilmekten uzaktırlar. Bu devletler, bu özellikleriyle de ulusu biribirine ve kapitalist sisteme bağlayacak olanaklardan yoksun, kukla devletler oldular, uluslararası kapitalist sistemde bunu koşulladı. Teknik açıdan ulus-devlet yapısını taşımalarına karşın, gerçekte ulus-devlet olma yapısından uzaktırlar. Bu bağlamda bu devletler için zaman zaman ML literatürde kullanılan kukla devlet tanımlaması ajitasyon tanımlaması değildir. Gerçekliğin sert bir biçimde ifadesidir.
Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel ve diğer her açıdan emperyalist güçlere tamamen teslim olmuş, yeni-sömürge devletler bu yapılarıyla toplumsal dinamikleri birarada tutabilmekten oldukça uzak durumdadırlar. Toplumsal yapının bütün boyutları emperyalistler ve bir avuç işbirlikçinin çıkarlarına uygun olarak biçimlenmiştir. Toplumsal dinamikleri bütünleştirici ekonomik ve sosyal politikalar izlemeleri neredeyse imkansız denecek ölçüde güçtür. Bu nedenle toplumsal eşitsizlik ve parçalanma ulusal, dinsel, sınıfsal vb. her alanda çok yönlü olarak yoğun biçimde yaşanmaktadır. Yeni-sömürge devletler, vergi kaynaklarını, yeraltı ve yerüstü değerlerini emperyalistlere sunan tahsilatçılar, ülkelerindeki tüm değerlerin talan edilmesinde empreyalistlerin ve işbirlikçilerin bodyguardlığını yapan, emperyalistler adına bulundukları ülkeleri işgal eden ve yöneten yerli işbirlikçi aygıtlar konumundadırlar. IMF’nin emriyle işletmelere işçi alan, ücretleri IMF emriyle belirleyen, ABD’nin istemiyle Afganistan’a asker gönderen, tüm havaalanlarını ve limanlarını açan bir devletin, elbette ki ulus-devlet olduğundan sözedilemez.
Günümüzün yeni-sömürge devletlerine herhalde en çok yakışacak tanımlama ‘taşeron tetikçi devletler’dir.

Devrimci Olanaklar
Kapitalist devlet yapısı ve uluslararası ilişkiler sistemi, sınıflar mücadelesinin içinde gerçekleneceği alanı ve çelişkilerin çerçevesini çiziyor. Köşe taşlarını ana hatlarıyla koyacak olursak;
Günümüz kapitalist devleti, geçmişin Keynesci “tüm sınıfların çıkarlarını koruyan sosyal devlet” olma politikasını (ki bu politika yeni-sömürgelerde zaten oldukça zayıftı) tümden terk etmiş, açıkça tekelci burjuvazi ve diğer egemen sınıfların çıkarlarını büyütmeyi önüne koymuştur. Sözkonusu olan, kimi zaman çıplak biçimlerle, kimi zaman ise yoğunlaştırılmış bir genel korku ortamıyla belirlenen, ama bu arada çürütücü ideolojik saldırının her biçimini kullanan yeni bir egemenlik biçimidir. Bu egemenliğin özü, yaygın umutsuzluk ve depolitizasyondur. Bu bağlamda “baba devlet” imajı neredeyse tümüyle yok olmuş, baskı aygıtlarıyla öne çıkan, siyasal alanı kozmetik demokrasi uygulamalarıyla cilalanmaya çalışılan “ceberrut devlet” kimliği yaşam içinde daha net görülen bir devlet söz konusudur. Siyasal partiler alanında tüm partilerin sistemin temel tercihleri doğrultusunda aynı çizgiye, yani merkeze çekildiği, birbirlerinden ciddi bir farklarının kalmadığı, neoliberal politikalar nedeniyle partilerin geniş kesimlerin taleplerini sınırlı ölçüde de olsa tatmin edecek çözümler geliştiremediği koşullarda, merkez partileri çözülüyor. Siyasal rejimin çözüm üretebileceği inancı azalıyor, burjuva siyaset alanı aşınıyor. Sistem bu durum karşısında zor aygıtlarına, ideolojik aygıtlara ve toplumsal dokunun çok yönlü çürütülmesine giderek daha fazla yüklenerek çözüm arıyor. Safdil “devlet baba” imajının yerini, bugün daha ağırlıklı olarak “razı olma” ilişkisi almış, devlet ya da düzen kurumlarının hiçbirine güven duymayan kitleler, baskı ve alternatifsizlik nedeniyle kendi güçlerine de güven duymaktan uzaklaşmışlardır. Bu bağlamda, devlet ile emekçiler arasında binbir yoldan kurulan aidiyet bağlarının pek çok noktada ve biçimde aşınıp, çözüldüğünü, bunun yerine razı olma ilişkisinin geçtiğini söyleyebiliriz.
Bunun yanısıra, yeni-sömürge devletlerin emperyalist devletlere ve uluslararası kurumların iradesine kölece bağlılığı ve bunların hayatın her alanına neredeyse detaylar düzeyinde doğrudan müdahalesi, emekçiler nezdinde ulusal bağımsızlığın yitirildiğini, mevcut devlet yapılarının kukla bir karakter kazandığını açık biçimde ortaya koyuyor. 1945 sonrasında açık işgal ve klasik sömürgecilik yerine, gizli işgal ve yeni-sömürgecilik yolunu seçen emperyalist devletler, yeni-sömürgelerin iç ilişkilerine doğrudan müdahalelerini arttırdıkça yeniden işgalci olarak görülüyorlar. Emekçiler ülkelerinin yeniden farklı bir yoldan göstere göstere işgal edildiğini, kendi devletlerinin ise bu işgalin koruyucu gücü, işbirlikçisi olduğunu anlıyorlar. Bütün bu süreçlerin emekçiler nezdinde bilince çıkması özel bir devrimci çalışma yoluyla olmuyor. Günlük pratik yaşam bu durumu oldukça çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
Diğer yandan, çok uluslu yeni-sömürge devletlerin kuruluş aşamalarında bastırılan ulusal talepler de, ortaya çıkan yeni tarihsel-toplumsal koşullarda her yerde güçlü biçimde ifade ediliyor. Kuruluş aşamalarında genellikle uluslaşma sürecinin henüz başlarında olan ve güçlü bir ulusal harekete sahip olmayan ve emperyalist işgalden kurtuluşun büyük umutlar yarattığı koşullarda ciddi bir varlık göstermeyen ezilen ulusal topluluklar, artık her ülkede siyasal olarak kendilerini ifade etme araçları yaratıyorlar. Siyasal olarak daha da baskıcı, demokratik mekanizmaları oldukça güdük ve esas olarak göz boymaya dönük, ekonomik alanda değişik ulusal ve diğer toplumsal katmanlardan gelen kitleleri sistem içinde bütünleştirecek zeminleri bulunmayan (varolanları yok eden) çok uluslu yeni-sömürge devletleri, bütün bu kesimleri bütünleştirecek yapıdan uzak durumda bulunuyorlar. Toplumsal parçalanmayı durdurmada zor yolu dışında ciddi bir kanal yaratamıyorlar. Bu ise parçalanmanın daha da şiddetli biçimlerinin gelişmesinin önünü açıyor.
Kapitalist devlet yapılarının geniş emekçi halk kesimleri ile ilişkisinde ortaya çıkan bütün bu faktörler, devletle olan aidiyet ilişkilerini oldukça ciddi ölçülerde zayıflatıyor. Devletin emperyalist kuruluşların kuklası olduğu, ülkeyi bunların yönettiği, aşını, işini çalanların başında bu kurumların geldiği ve devletin de bunların koruyucusu olduğu, siyasal partilerin yozlaştığı, hiçbirinin gerçek kurtuluş olamayacağı, hepsinin mutlaka yiyicilikle sakatlanmış oldukları, vurguncu olunmadığı sürece devletten hayır gelmeyeceği, devletin vurgunculuk zemini olduğu, yoksullara karşı her alanda gaddar, zenginlere karşı ise itaatkâr bir köle olduğu, ulusal, cinsel vd. diğer ezilmişlik biçimlerinin sürdürülmesinin baş müsebibinin devlet olduğu, vb. düşünceler özellikle yeni-sömürgelerde geniş emekçi kesimler içinde yaygın düşünceler haline gelmiştir. Geçmişte kendiliğinden tepkisini daha çok partilere yönelten emekçiler, bugün doğrudan devleti suçlayan tutum içindedir. Doğrudan devlete küfredilmesi, devletin aşağılanması, devlete dönük olumlu bir aidiyet duygusu-bağı hissedilmemesi, günümüzde emekçiler içinde yaygın kendiliğinden reflekslerdir. Artık kapitalist devletin sadece tek tek şu ya da bu biçimde varoluşu, emekçilerle onun arasında sorun oluşturmuyor. Devletin tüm varoluş biçimleri emekçiler için hayra alamet olmadığından, bunların tümü birden çelişki ve çatışma kaynağı-zemini oluşturuyorlar.
Bu durum iki yönlü bir süreç yaratıyor. Bu çatışmalı duruma güçlü bir devrimci müdahale de bulunulmadığı ölçüde, emekçiler ile devletin her karşı karşıya gelişi devletin galibiyeti ile sonuçlanıyor. Ona karşı direnme dinamiklerinde belli bir kırılmaya-körelmeye yol açıyor. İkincisi, bu durum devlet ile emekçiler arasındaki sürtünme noktalarını artırıyor. Kitlelerdeki patlayıcı öğeler daha da güçleniyor.
Emekçi kitlelerin korkuları, çürüme unsurları, yenilgileri ve düzen kurumlarına olduğu kadar devrimci güçlere de güvenmemesinin yarattığı umutsuzluğu ve alternatifsizliği, kapitalist sistemin ve devletin başlıca güvenceleri durumuna gelmiştir. Ama bu, aynı zamanda, bu gerçekliği görebilecek devrimci güçler için bir imkandır da. Devrimci güç, böylece düzen bakımından bir “Aşil Topuğu” yakalamıştır; klasik yedekleyicilerini, sosyal tamponlarını kendi kendisine zayıflatmış olan düzen, politik bakımdan sarsıntıya uğratıldığında devrimci bir gelişmenin önü açılacak ve kitlelerle buluşması aynı ölçüde kolaylaşacaktır. Bu durumda sorun, klasik anlamdaki “devletin yüzünün teşhiri”nden çok, onun “yenilebilir” olduğunun kitlelere kavratılması, bunun pratikte de gösterilmesi sorunudur.
Günümüzün devrimci hareketinin ana sorunu budur. Devrimci hareket yenilgilere mahkum değildir. Kapitalist sistem yenilebilir, devrimci hareket başarabilir; bu mesaj pratik yoldan hayat içinde sarsıcı biçimde karşılığını bulmalıdır. Devrimci hareket bunu yapabildiği ölçüde, kapitalist devletin ve sistemin çözülmesi her zamankinden daha hızlı gelişecektir.
Bunun için, herşeyden önce, politik-askeri mücadeleyi, toplumsal yaşamı bütün hücrelerine değin sarsacak, hesaplaşma içine sokacak tarzda bütünlüklü bir uygulama yeteneğine sahip olmak zorunludur. Böylesi bir pratiği geliştirecek yapı, sıradan bir askeri güç, ya da geçmiş pratiği tekrar edecek, en fazla belki nicelik ya da nitelik olarak zorlayacak bir yapı olamaz.
Baskıyı göğüsleyecek, yoksul halkın savaş gücü olacak ve oligarşinin iradesini kıracak eylem gücüne sahip, emekçileri hayatın her alanında devrimci yapıdan kitlesel öz örgütlerine değin çeşitli kanallar içinde örgütlenme iradesine sahip olan ve bunu adım adım uygulayan, ideolojik olarak sürecin sorunlarına yanıt oluşturan, devrimci sosyalizmin toplumsal projesini somutlaştırmış, kısacası hayatın her alanında bütünlüklü mücadele yürütme kapasitesine asgari ölçüde de olsa sahip olan, bir devrimci öncüdür gerekli olan.
Kapitalist devletin karşısında, demokratik halk iktidarının ve sosyalist iktidarın nüvesi olan, hayatı bütünüyle kucaklama yeteneğine sahip olan, bunu her alanda yarattığı çekirdek örgütlülükleriyle, eylemiyle, kültürüyle ortaya koyan bir Parti ve Cephenin örülmesi bu noktada temel güncel görevdir. Bunun anlamı, kapitalist devlet karşısında devrimin ve halkın otoritesini geliştirmektir; oligarşinin otoritesi karşısında devrimin otoritesi.
Diğer yandan, buna paralel olarak, emekçi kitlelerin kendi öz örgütlerinin kentlerde ve kırlarda yaratılması özel bir önem taşıyor. Uzun süreli sert çatışmalarla biçimlenecek devrim sürecinin kitleler içinde otorite haline gelmesi, esnek bir yapıya sahip, emekçilerin iradesini açığa çıkaran, doğrudan temsili önemseyen öz örgütlerin yaratılması bu noktada kilit bir önem taşımaktadır.
Emekçileri politik alanın dışına atan oligarşilerin karşısında, onları politikanın merkezine yerleştiren, iradelerini doğrudan konuşturabilme ve uygulama şansı veren, reformist hayaller yerine devrim seçeneğine yönelten, atılan her adımı halk iktidarının inşası perspektifiyle ele alan, ikili iktidar organları düşüncesini içselleştiren ve adım adım bunu uygulama çabası içinde olan direniş ve devrim odaklarının yaratılması zorunludur.
Elbette ki bu çok kolay değildir. Ancak imkansız da değildir. Faşist terörün yıktığı her halk organı, eğer yukarıda ifade ettiğimiz nitelikte bütünlüklü bir devrimci savaşım yürüten öncü güç varsa yeniden ve yeniden inşa edilebilir. Emekçilerin ekonomik, sosyal, kültürel (kazanılmış hak niteliğindeki “sosyal devlet” uygulamaları da savunulmalı, ancak bu devlet savunusuna dönüşmemelidir) mücadeleleri, bunların kurumları yaratılarak, alternatif alanlar oluşturularak tamamlanmalıdır. Bunlar, adım adım halk kurtuluş mücadelesinin öz örgütlerine dönüşecek, halk otoritesinin ve kurumlaşmasının hayatın değişik alanlarındaki ifadesi olacak yapılar olarak tasarlanmalı ve düzenlenmelidir.
Korku, dejenerasyon, çürüme ve umutsuzluktan güç alan kapitalist devletler, devletin yenilebileceğini eylemiyle gösteren, umudu yeşerten, sosyalist kültürün yaratıcısı ve taşıyıcısı olan, halk iktidarını hayatın içinde ören öncü savaşcı Partinin, Cephenin, halkın özörgütlerinin birleşik mücadelesinin karşısında duramaz.

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul