GÜNÜMÜZ KAPİTALİST DEVLETİ
Günümüzde dünya çapında egemen olan ekonomi politikaları,
uluslararası (devletler arası) sistem ve devlet
yapıları esas olarak, dünya çapında yaşanan iki
büyük kırılmanın sonucudur.
Bunlardan birincisi, dünya kapitalist sisteminin
1970 başlarında içine girdiği derin yapısal ekonomik
krizde somutlaşır. Aslında bu kriz-kırılma çarpıcı
biçimde ekonomi alanında ortaya çıksa da, kapitalist
sistemin 1945 sonrasında oluşan tüm iç dengelerinin
ve sosyalist hareketle mücadelesindeki statükoların
bütünsel krizidir. Sistem başta ekonomi alanı
olmak üzere, her alanda kendini yeniden ve genişletilmiş
tarzda üretemez hale gelmiştir. Sistemin öncü
gücü ABD, bu krize-kırılmaya, krizden çıkış kanalları
oluşturacak; böylece, hem kendi öncü konumunu
korumasını, hem de sistem karşıtı güçleri yenilgiye
uğratmasını sağlayacak, yaşamın bütün alanlarını
kapsayan bir restorasyon programı ile yanıt verdi.
Restorasyon programı, sistemin örgütlenmesinde
ve sistem karşıtlarıyla mücadelesinde pek çok
yeni politika, kurumlaşma ve değişim anlamına
geliyordu.
İkinci büyük kırılma, esas olarak kendi iç dinamiklerini
devrimci tarzda üretme yeteneğini yitiren ve ayrıca,
1970’lerden itibaren emperyalist restorasyon programının
da ağır ekonomik ve askeri basıncı altına giren
reel sosyalist ülkelerin 1989-90’lardaki çöküşüdür.
Bu çöküş, bir yandan emperyalist restorasyon programının
dizginsiz biçimde dünya çapında uygulanmasının
önünü açarken, bir yanda da tamamen yeni güç dengelerinin
ve buna bağlı olarak yeni ilişki, çelişki, kurum
vb.’lerinin de oluşumunu sağlamıştır.
Bu iki kırılmanın ve her alandaki kapsamlı sonuçları
ve kırılmaların ertesinde hem kapitalist sistemin,
hem de sistem karşıtı güçlerin geliştirdiği programlar,
günümüz dünya tablosunu ortaya çıkarmıştır. Kapitalist
restorasyon programlarının temel hedefleri; emek
güçlerini dünya çapında her alanda yenilgiye uğratmak,
düşen kâr oranlarını yükseltecek bir sömürü modelini
geliştirmek ve uygulamak, toplumsal, kültürel
ve siyasal ilişkiler alanını sermayenin kesintisiz
birikimi için uygun hale getirmekti. Bütün bunlar
için yeni bir politik atmosfer, yeni bir uluslararası
ilişkiler düzlemi, yeni bir kültürel doku, dünya
kapitalist ekonomisini yeniden düzenleyecek, yönlendirecek
yeni bir ekonomi politikası geliştirilmesi gerekmektediydi.
Restorasyon programı bu hedefler, bu zeminler
üzerine oturdu.
Bu iki kırılma sonucu ortaya çıkan kapitalist
devleti ana hatlarıyla irdelemeye geçmeden önce,
bir saptama ile başlamak gerekiyor; 1970 başlarında
patlayan kriz, emperyalist-kapitalist sistemin
özsel bir niteliği olan genel bunalımın oldukça
ağır ve yapısal tarzda dışavurumundan başka birşey
değildir. Ortada yerde duran, kâr oranlarının
sert ve keskin biçimde düşüşüdür. Emperyalist
kapitalist sistem, kâr oranlarını geçici olarak
iki kez, iki paylaşım savaşı yoluyla yükseltebildi.
Savaş yoluyla pazarların el değiştirmesi, savaşın
yarattığı yıkımla bir kısım sermayenin değersizleşmesi,
bir kısmının ise muazzam ölçülerde büyümesi ve
dünyanın yeniden düzenlenmesinin gerektirdiği
devasa iktisadi faaliyetlerle sağlanan kar oranlarındaki
geçici yükseliş, bu faaliyetlerin belirli bir
doygunluk noktasına ulaşmasının ardından keskin
düşüşler yaşamaktadır. 2. Paylaşım Savaşı’nın
yarattığı geçici yükseliş, 1970 başlarına gelindiğinde
sona erip, düşüşe dönüşerek krize yol açtığında,
dünya konjonktürü kâr oranlarının yükselişini
sağlayacak yeni bir savaş için uygun değildi.
Yani, krizin geçici çözümünün en elverişli aracı
kullanılamamaktaydı. ABD öncülüğünde geliştirilen
restorasyon programı cılız da olsa krize çare
bulma umudu taşısa da (ki bunlar çok kısa sürede
- daha 1980’lerin başlarında- suya düştü), esas
olarak krizin çöküşe dönüşmesini engellemeyi hedeflemekteydi.
Bu bağlamda, restorasyon programı bugün oldukça
sık kullanılan bir kavram olan, krizin yönetimi
için geliştirildi. Kriz sert ve yalın çatışmalar
içerir, olağanüstü durumlarla karakterize olur.
Kriz politikaları da buna uygun olarak biçimlenir,
zorlamayı, keskin saflaşmaları, büyük alt-üst
oluşları içerir. İşte 1970 sonlarında oluşturulan
emperyalist restorasyon programı, bütün bu sert
ve olağanüstü önlemlerin genel çerçevesini oluşturmuş,
böylece krizin dünya çapında yönetilmesini sağlamıştır.
Bu süreçte önemli roller üstlenen kapitalist devlet
yapılarının yaşadığı değişimler esas olarak bu
programların, süreçlerin birer parçası olarak
ortaya çıkmıştır. Kapitalist devletler, bir yandan
bu restorasyon programlarının ve değişim süreçlerinin
aktif yapıcıları-özneleri iken, bir yandan da
bu programların konusu, nesnesi idiler. Bu bağlamda,
kapitalist devletler kriz ve kriz yönetiminin
en merkezi unsurlarıdırlar. Bütün işlevlerine,
kurumlarına ve yönetme tarzlarına damgasını vuran
kriz ve olağanüstü durumlardır. Sürekli kriz ve
olağanüstü durumlar bu devletlerin özsel unsurları
haline gelmiştir. İlerici politik dinamikleri
bulunmadığı için saldırgan, aklı dışlayan, her
türden çürütücü, bilim dışı eğilimi destekleyen,
tüm ilerici kazanımları yok etmeyi hedefleyen
devletlerdir. Bu kısa saptamanın ardından, günümüz
kapitalist devletinin temel dinamiklerinin irdelemesine
geçebiliriz.
Neoliberal Sömürü (Birikim) Modeli ve Devlet
1970’ler sonunda devreye sokulan restorasyon programının
en önemli bileşeni, kapitalist dünya ekonomisinde
köklü politika -yön- değişimini ifade eden; Keynesci
ekonomi politikalarının terkedilerek, neo-liberal
ekonomi politikalarına, yani yeni bir sömürü modeline
(birikim modeli) geçilmesiydi. Yeni sömürü modeli
kapitalist devletlere ekonomide ve genel olarak
toplumsal yaşamın düzenlenmesinde, Keynesci modelden
oldukça farklı roller biçmektedir. Neoliberal
ekonomi politikasını tek cümle ile özetlemek gerekseydi;
tüm sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini,
devletin emekçiler aleyhine küçültülmesini, tüm
iktisadi devlet işletmelerinin tekelci sermayeye
devredilmesini ve kâr oranlarında sıçrama yaratacak
yeni iş-üretim örgütlenmelerinin yaratılmasını
esas alan ekonomi politikasıdır. Yeni sömürü modeli,
doğal olarak devletin iktisadi alandaki rolünü
(ve tabii ki hayatın bütün alanlardaki rolünün)
yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Yeni
sömürü modeli oluşturulan yeni ekonomik mekanizmaların
yanısıra, bunları işlevli kılacak, sürekliliğini
sağlayacak tarzda devlet aygıtının da yeni işlevlerle
donatılması ve eski işlevlerinin bir bölümünün
ise tasfiyesi anlamına geliyor. Bu noktada, neoliberal
sömürü modelinin kimi temel unsurları bağlamında
devletteki değişimi açabiliriz;
Malların, hizmetlerin ve mali sermayenin, kısaca
her türden metanın uluslararası alanda serbest
dolaşımının sağlanması neoliberal ekonomi politikalarının
en temel unsurlarından birini oluşturmaktadır.
Sermayenin serbest dolaşımı için her şeyden önce,
devletlerin sermayenin dolaşımını sınırlayan,
denetim altına alan önlemlerinin ortadan kaldırılması
gerekiyor. Bu ise, başta kambiyo işlemleri olmak
üzere tüm mali işlemlerin serbestleşmesi, böylece
devletin özelde yabancı sermaye, genelde ise ekonominin
bütünü üzerindeki önemli kontrol araçlarından
birinin ortadan kalkması anlamına gelmekteydi.
Böylece uluslararası sermaye, birikmiş sermaye
stoklarını yüksek kârlarla değerlemek için olağanüstü
bir hareket serbestisi kazanmaktadır. Yeni-sömürge
ülkelerin kendi pazarlarını uluslararası sermayenin
vur-kaç operasyonlarından koruma olanakları tümüyle
ortadan kaldırılmaktadır. Uluslararası sermaye
artık hiçbir engelle karşılaşmadan dilediği ülkeye
girecek, dilediği vurgun operasyonlarını, spekülatif
oyunlarını çevirebilecek, kârlarını dilediği gibi
transfer edecek, dilediği zaman ülkeyi terk edebilecektir.
Devletlerin bu noktadaki görevi sermayenin serbest
dolaşmının önünde engel olabilecek her türlü unsuru
bertaraf etmektir. Böylece, Keynesci modelde uluslararası
sermaye akımlarına karşı nisbeten korumalı olan,
ulusal ekonomi görüntüsü veren (ki gerçekte, emperyalist
ülkelerde tekelci sermaye, yeni sömürgelerde ise
emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından
yönetilen ekonomilerdir) ülke ekonomilerinin yerini,
tamamen uluslararası sermayenin serbest hareketine
açılmış ekonomiler almıştır.
Neoliberal sömürü modelinin esaslı unsurlarından
biri de, Keynesci sömürü modelinin temel unsurlarından
biri olan fordist iş örgütlenmesinin tasfiye edilerek,
yerine esnek üretim modelinin tek bir işletmede
ve düzenli istihdam ve standart kitle üretimi
temelinde üretilmesini esas alır. Bu özellikleriyle
fordist üretim modeli büyük çaplı düzenli istihdamı,
işçi sınıfının geleneksel örgütleri olan sendikaların
örgütlenmesi için uygun bir zemini, sigortalı
çalışmayı, iş saatlerinin, çalışma koşullarının
daha düzenli ve standart hale getirilmesini olanaklı
kılan bir nesnel zemin sunmaktaydı. İşçi sınıfı
onlarca yıllık mücadeleleri içinde bu zeminlerde
önemli kazanımlar elde etmiş ve bunlar yasalarca
güvence altına alınmıştı. Esnek üretim modeli
ise tekonolojinin sunduğu olanaklar temelinde
üretim sürecinin her düzeyde parçalanmasını, küçük
birimler halinde çalışmayı, taşeronlaştırmayı,
bu temelde işçi sınıfının gücünün parçalanmasını,
düzensiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasını,
çalışma standartlarının ortadan kalkmasını beraberinde
getirmiştir. Çok parçalı çalışma düzeni ve koşulları,
işçi sınıfının çok parçalı hale gelmesini, bu
zeminde sendikal örgütlenme olanaklarının daralmasını
(daha doğrusu fordist iş örgütlenmesine göre organize
olmuş sendikal yapıların yeni iş örgütlenmesi
karşısında işlevsizleşmesini), haklarını koruyamaz
hale gelmesini beraberinde getirmiştir. İşçi sınıfının,
kazanılmış iş güvencesi, sosyal haklar vb. pek
çok hakları bu süreç içinde birer birer ortadan
kaldırılmıştır. Yasal hakların önemli bir bölümü
yokedilmiştir. Özellikle emperyalist ülkelerde
pek çok koruyucu sosyal kurumla donatılmış olan
devlet, parça parça bunları tasfiye etmiştir.
Ortaya çıkan vahşi çalışma koşullarına yasallık
kazandırılmış ve bunların sürekliliği devletin
asli işlevlerine dönüştürülmüştür.
Neoliberal sömürü modelinin bir diğer asli unsuru,
Keynesci ekonomi modelinde önemli bir işleve sahip
olan devletin iktisadi işletmelerinin, kendilerine
yüksek kâr oranlarıyla ve risksiz alanlarda değerlenme
imkanı arayan uluslararası mali sermayeye haraç-mezat
satılmasıdır. İşin özü, yeni sömürü modeli ekonomi
alanında devletin artı-değere ortak olmamasını
öngörmekteydi. Neoliberal teorisyenler devlet
işletmelerini verimsiz, hantal, siyasi partilerin
yandaşları için arpalıklar olarak tanımlıyor,
bunların özelleştirilmesi gerektiğini, özel sektörün
bunları verimli hale getireceğini iddia ediyor.
Çoğu bulundukları alanda tekel konumunda olan
ve yüksek kâr oranları ile çalışma kapasitesine
sahip olan devletin iktisadi işletmelerinin özelleştirilmesi,
devletin ekonomiye doğrudan müdahale olanaklarının
ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Mali
sermaye ise devletler eliyle çok ucuz fiyatlarla,
çoğu tekel niteliğindeki büyük işletmelere sahip
olmaktadır. Özelleştirmeler, yeni sömürgelerde
bu işlevlerinin yanısıra, ağır borç yükünü ödeyemez
hale gelmiş olan devletlerin borçlarını ödeyebilmek
için ‘kamu’ mallarını haraç-mezat satmaları anlamını
taşımaktadır. Öte yandan, emekçilerin ekonomik
ve politik mücadeleler alanında yarattıkları basınç
yoluyla bu işletmelerden kendilerine sınırlı da
gelir aktarımı sağlama (ucuz ürünler, sübvanse
edilmiş alımlar vb) olanakları da böylece ortadan
kaldırılmıştır. Özelleştirme sadece devletin iktisadi
işletmeleri ile sınırlı kalmamıştır. Ücretsiz
kamusal hizmetler olarak görülen ve devlet tarafından
yürütülen, büyük ekonomik maliyetleri olan tüm
hizmetlerin de (eğitim, sağlık, sosyal sigortalar
vb.) özelleştirilmesi hedeflenmektedir. Tekelci
sermaye bu yolla, bir yandan bu alanlara akıtılan
büyük devlet fonlarının doğrudan kendisine akmasının
zeminini yaratmakta, bir yandan da bu büyük ve
kârlı olan alanların özel sektöre açılmasıyla
birikmiş sermaye stokunun değerleneceği muazzam
bir zemin kazanmaktadır.
Keynesci dönemin “refah devleti” uygulamaları
olarak tanımlanan, işçi sınıfı ve diğer emekçi
tabakaların sosyal ve ekonomik kazanımlarının
tümü, “asalaklara yapılan akılsızca yardımlar”,
“işverenlere vergi ve sosyal yardım kesintileri
yükleyerek yatırım yapmalarını engelleyen, devlet
fonlarını tüketen yükler” olarak nitelendirilerek
birer ikişer yok edilmiştir. Yeni sömürü modeli,
kapitalist devletin vergiler, sosyal fonlar yoluyla
elinde bulundurduğu ekonomik gücü, sosyal harcamalar
yoluyla kamusal hizmetlerde değil, sermayenin
verimliliğini artıracak düzenlemelerde kullanılması,
yani oligarşilere peşkeş çekilmesini öngörmektedir.
Yoksulluk yardımları, hastalık sigortaları, işsizlik,
eğitim, çocuk yardımları, kamu hizmeti niteliğindeki
hizmetlerin (belediye, toplu taşımacılık vb.)
sübvanse edilmesi gibi bir vakitler devletin klasik
işlevleri arasında sayılan pek çok toplumsal yardım
ve hizmet, ya önemli ölçüde kesintiye uğramış
ya da tamamen tasfiye edilmiştir. Toplumsal hak
ve özgürlükler olarak görülen ve işçi sınıfının
kazanımları olan bu haklar, “sınıflar ve toplum
yoktur bireyler vardır” anlayışı ile her türlü
toplu duruşu reddeden, sistem karşısında bireyi
yapayalnız ve güçsüz bırakmayı hedefleyen neoliberaller
tarafından birer bireysel hak ya da istem düzeyine
indirgenmiştir. Bu anlayış sonucu artan yoksulluk
ve yozlaşmanın sistemin işleyişini engelleyecek
düzeye ulaşmasının önüne geçmek için, tek tek
bireyler, yoksul fonları (Türkiye’deki örneği
FakFukFon’dur.) ve “yardımsever, sorumlu kişilerin”
oluşturdukları sivil toplum kuruluşları tarafından
desteklenmelidir. Böylece, hak arayan, sınıf tutumuna
şu ya da bu düzeyde sahip olan, yoksul kitleler
yerine, modern dilenciler olarak da tanımlanabilecek,
muhtaç, minettar ve onuru kırılmış, kaderine boyun
eğmiş, sınıf duruşu olmayan, sistemin çeperine
monte olmuş, geleceği ve umudu bulunmayan, asalaklaştırılan
bir yoksullar ordusu oluşturulmuştur.
Sermayenin serbest dolaşımı, özelleştirmeler,
yeni iş örgütlenmesi, işçi sınıfı başta olmak
üzere tüm emekçi sınıflar lehine olan sosyal,
ekonomik ve diğer kazanımların ve yasal çerçevenin
yok edilmesi ve benzeri daha pek çok unsur içeren
neoliberal sömürü modeli, kapitalist devletlerin
bu politikalara uygun olarak düzenlenmesinin yanısıra,
pek çok uluslararası anlaşma ve kurum tarafından
(MAI, MIGA, DTÖ, IMF, Dünya Bankası vb.) da güvence
altına alınmıştır. Uluslararası sermayenin bir
ülkede yaşayacağı anlaşmazlıkların çözümünde ulus-devletlerin
yetkileri bu anlaşmalar yoluyla ortadan kaldırılmakta,
yerlerine emperyalistlerin denetimindeki kurumlar
ikame edilmektedir. Aynı zamanda, devletlerin
uluslararası sermayeye karşı yükümlülüklerini
yerine getirmemesi durumunda çok ağır yaptırımlarla
karşılaşması öngörülmektedir. Bu yoldan, devletler
egemenlik haklarından bir bölümünü (kendi toprakları
üzerinde kendi hukukunun geçerli olması) uluslararası
sermayenin denetimindeki uluslararası kurumlara
devretmektedirler.
Özellikle, yeni-sömürge devletlerin ekonomileri
ulusalararası emperyalist kurumlar tarafından
tümüyle denetim altına alınmıştır. Borç ilişkileri
aracılığıyla bu ülkeler ekonomileri üzerindeki
inisiyatiflerini yitirmiş, tüm ekonomi politikaları
tek elden IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla belirlenir
olmuştur. İktisadi alan ve bağlantılı bütün yönetsel
ve pratik işlevlerde politika belirleme yetkisi
esas olarak bu emperyalist kurumlara geçmiştir.
Hangi yatırımın, verginin, istihdamın, ücretin
nerede, nasıl ve hangi zamanlama ile olacağı gibi
daha teknik detaylar bile artık IMF tarafından
belirlenmektedir. Yerel devlet kuruluşları artık
tamamen efendilerin işbirlikçi sömürge kurumlarına
dönüşmüşlerdir. Bütün bu gelişmelere paralel olarak,
yeni-sömürgelerdeki oligarşik blok içinde güç
dengeleri de değişmiştir. Emperyalizmin işbirlikçisi
tekelci burjuvazi oligarşi içinde kesin bir ekonomik
ve siyasi üstünlük sağlamış, devlet içinde tüm
politikların belirlenmesinde başat güç haline
gelmiştir.
Uluslararası Sistemde Kapitalist Devlet
Günümüzdeki uluslararası ilişkiler sistemini ortayan
çıkaran belirliyeci unsur, reel sosyalist sistemin
1989-90 başlarında çöküşüdür. Hiç kuşkusuz, mevcut
tablonun ortaya çıkışında rol oynayan daha pek
çok faktör sıralanabilir. Ancak 1945 sonrası oluşan
uluslararası ilişkiler sisteminde keskin dönüşümü
sağlayan, bu sistemin iki ana unsurundan biri
olan reel sosyalist sistemin çöküşü olmuştur.
Diğer bütün faktörler bu tablonun ortaya çıkışını
hazırlayan ve/veya hızlandıran yan faktörler olarak
değerlendirilebilir. Bu noktada, özellikle dünya
kapitalist sisteminin yapısal krize girdiği 1970
başlarından itibaren meydana gelen uluslararası
gelişmeler önemlidir.
1970 başlarından itibaren, dünya kapitalist sistemi
yapısal ekonomik krize gömülürken, uluslararası
ilişkiler sisteminde köklü bir değişimden çok,
esas olarak sömürge ve yeni-sömürgelerdeki devrimci
güçlerin başarılarıyla kapitalist sistemin egemenlik
alanının daralması ve buna karşı, ABD’nin yaptığı
ataklar (özellikle de 1980 sonrasında) sözkonusudur.
Bu noktada, en önemli gelişme, 1970’lerin ilk
yarısında Angola, Mozambik, Gine-Bissau, Vietnam,
Kamboçya, Laos gibi ülkelerde devrimci ulusal
kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması ve
bu ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemden
kopmalarıdır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu
bir dizi ülkede ise büyük devrimci gelişmeler
yaşanmaktadır. Vietnam yenilgisinin şokunu yaşayan
ABD emperyalizmi bu süreçte bütünlüklü politika
yürütmekten uzaktır. İlk elde, yakın devrim veya
sistemin yörüngesinden uzaklaşma tehlikesi olan
ülkeler de (Şili, Arjantin, Pakistan vb.) askeri
darbeler yoluyla denetim altına alınmaya çalışılır.
1970’li yıllar boyunca, ABD emperyalizmi yeni-sömürgeleri
askeri işgaller yoluyla egemenlik altında tutma
yoluna başvurmaz. Bunun yerine kukla ordular eliyle
askeri darbeler gündemdir. Ancak buna rağmen,
İran’da İslamcı hareketin en büyük gücü oluşturduğu,
başlangıçta anti-emperyalist karakter de taşıyan
devrim gelişir. Hemen ardından Nikaragua’da devrimci
güçler iktidarı ele geçirirler. Bu kopuşlar, uluslararası
ilişkilerde emperyalist sistemin gerilemesinin
çarpıcı örnekleri olurlar. Bu gerileme tablosuna
karşın, ABD emperyalizminin bu dönemde kimi atakları
ve başarıları da söz konusudur. Mısır’ın ABD eksenine
girmesi ve İsrail ile Camp David anlaşmasını imzalaması
ve Ortadoğu’da emperyalistlerin inisiyatifi ele
geçirmeye başlamaları, Bağlantısızlar hareketinin
Küba’nın tüm çabalarına karşın giderek daha fazla
emperyalist sisteme bağlanması ve çözülmeye başlaması
ABD’nin başarılarının başlıcalarıdır.
Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerde, ABD
hegemonyası özellikle ekonomik olarak zayıflamasına
paralel olarak sarsılmasına karşın, reel sosyalist
sistem ve gelişen ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri
karşısında sistemin asli koruyucusu olması nedeniyle
hâlâ belirleyici güçtür. ABD önderliği henüz tartışmalı
değildir. Ancak, bu yıllar, özellikle Avrupalı
emperyalistlerin, hem kendi içlerinde AET (şu
andaki ismiyle AB) yoluyla, hem de Almanya ve
Fransa’nın SSCB ve başka ülkelerle geliştirdikleri
nisbeten bağımsız ilişkiler yoluyla kendi yollarını
çizme yolunda mesafe aldıkları süreçtir.
1980 başlarında ABD öncülüğünde uygulamaya sokulan
restorasyon programı, uluslararası ilişkilerde
hızlı ve köklü değişimler içeren unsurlar taşımıyordu.
Esasen saldırgan bir uluslararası politika yoluyla;
sömürge ve yeni-sömürgelerdeki devrimlerin önünün
kesilmesi, statükonun korunması, reel sosyalist
ülkelere dönük yoğun bir ideolojik, siyasi, askeri
kampanya yoluyla bu ülkelerin iç çelişkilerinin
derinleştirilmesi, kaynaklarının askeri alanlarda
tüketilmesinin sağlanması ve prestijlerinin zayıflatılması
hedeflenmekteydi. Ayrıca, bütün bu kampanyalar
için diğer emperyalist devletlerin ABD öncülüğünde
daha sıkı biçimde birleştirilmesi, deyim yerindeyse
yeni bir ‘soğuk savaş’ için harekete geçirilmesi
sözkonusuydu.
1980’lerden itibaren, ABD emperyalizmi, “komünizm
tehdidinin bertaraf edilmesi”, “insan hakları”,
“demokrasi” vb. söylem ve kavramları demagojik
biçimde kullanarak, reel sosyalist ülkelerdeki
karşı-devrimci güçleri özgürlük savaşçısı ilan
edip askeri, siyasi ve diğer alanlarda destekleyerek
uluslararası ilişkilere kapsamlı bir müdahale
geliştirdi. Sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimci
güçlere karşı, bir yandan, düşük yoğunluklu çatışma
konsepti temelinde salt askeri olmayan ve hayatın
bütün alanlarını denetlemeyi, müdahale etmeyi
esas alan bir pratik geliştirirken, bir yandan
da açık işgallere başvurma yolunu tekrar açtı.
Reel sosyalist ülkelere karşı, insan hakları ve
demokrasi demogojileri ile büyük siyasal kampanyalar
başlatıldı, Grenada, Afganistan, Nikaragua örneklerinde
ise karşı-devrimci çeteler aracılığıyla açık silahlı
saldırılara girişti. Sovyetlere karşı “yıldız
savaşları” projesi ile büyük bir nükleer silahlanma
kampanyası başlatıldı. ABD emperyalizmi uzun süreli,
ancak oldukça şiddetli bir yıpratma savaşı kampanyasını
uluslararası ilişkilerinin merkezine oturttu ve
bu kampanyada kimi önemli sonuçlara da ulaştı.
Grenada’yı işgal ederek, Batı yarımküresinde Küba’dan
sonraki ikinci devrimci iktidarı tasfiye etti.
Afganistan ve Nikaragua’daki ilerici iktidarları
ciddi biçimde yıpratan ve bir süre sonra yenilgiye
uğramalarına neden olan kontr-gerilla hareketleri
yarattı. Dünyadaki en önemli devrim odaklarından
biri olan Filistine, 1982’de İsrail’in saldırısı
yoluyla ağır bir darbe vurdu. Sistem içinde bile
olsa, hegemonyasını zedeleyen her güce karşı silahlı
işgali kullanacağını, Panama’yı işgal edip kendi
beslemesi Noriega iktidarını devirerek gösterdi.
Polonya başta olmak üzere, tüm reel sosyalist
ülkelerde varolan karşı-devrimci güçleri desteklemek,
yenilerini örgütlemek için büyük kampanyalar örgütlendi.
Bütün bu kampanyalarda tüm emperyalist güçlerin
desteğini sağladı. Hiç kuşkusuz, bütün bu saldırgan
politikalara rağmen dünyadaki devrimci ve/veya
sistem karşıtı hareketleri tümüyle durduramadı.
El Salvador’da, Filipinler’de, Kolombiya’da, Peru’da
ve daha bir çok yerde devrimci gelişmeler büyüdü.
Ancak, ABD emperyalizmi izlediği saldırgan politika
yoluyla, 1960 ve 1970’li yıllar boyunca uluslararası
ilişkilerde yitirdiği inisiyatifi bir parça olsun
kazanmış oldu.
Bu gelişmelere rağmen, 1989-90’lardaki reel sosyalist
ülkelerin çöküşüne değin, 1945’lerde oluşmuş olan
uluslararası ilişkiler sistemi yaklaşık olarak
aynı dengeler üzerinde yürüdü. Mevcut statükoyu
çatlatan ve bazıları ciddi biçimde gelişen (ulusal
ve halk kurtuluş mücadelelerinin zaferleri, AET’nin
oluşumu, Çin ve Sovyetler arasındaki çatışma,
gibi) pek çok merkezkaç eğilim oluşmasına karşın,
bunlar uluslararası dengeleri ve sistemi köklü
biçimde değiştirecek boyutlara ulaşmadı.
Reel sosyalizmin çöküşü, 1945 sonrasında reel
sosyalist sistem ile emperyalist sistem arasında
güç dengeleri üzerine kurulmuş olan uluslararası
ilişkiler sisteminin de önemli ölçüde çökmesi
anlamına geliyordu. Küba, Vietnam, Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti gibi birkaç ülke dışında, dünyadaki
tüm devletlerin kapitalist ya da kapitalizm yoluna
girmiş ülkeler konumuna gelmesiyle, dünyadaki,
dost-düşman, tehlike ve rakip tanımları yeniden
ele alınmaya başlandı. 1945 sonrası güç ilişkilerine
göre oluşmuş olan kurumlar ya tasfiye olma yoluna,
ya da yeni koşullarda yeni işlevler temelinde
yeniden yapılanma yoluna girdiler. Kapitalist
dünyadaki kimi uluslararası bağlar çözülürken,
kimileri ciddi biçimde gevşedi, kimileri ise henüz
yeni oluşuyor.
Günümüzde, uluslararası ilişkiler sistemi, az
sayıdaki sosyalist ülke marjinalize edilmeye çalışılarak,
esas olarak emperyalist-kapitalist devletlerin
güç ilişkileri ekseninde yeniden yapılanıyor.
Bu sürecin lideri, dünyanın en büyük ekonomik,
askeri, kültürel ve siyasi gücü olma konumunu
hâlâ koruyan ABD’dir. Başlıca rakipleri ise Avrupa
Birliği, Japonya, Çin ve Rusya’dır. ABD bugün
neredeyse tümüyle tek yanlı hareket ettiği, sistemin
diğer güçlerini giderek zorlaşan biçimde de olsa
arkasından sürüklediği liderlik tarzını uzun süre
devam ettiremeyeceğinin bilincindedir. Süreç içinde
sistemin gelişen diğer büyük aktörleriyle gücü,
daha doğru bir ifadeyle pazarları daha fazla paylaşmayı,
ancak öncülük konumunu kaybetmemeyi hedefliyor.
Bunun için bir yandan, sistemin diğer büyük aktörleriyle
ilişkilerini mümkün olduğunca koruyarak sürdürmeyi,
bir yandan da 1945-90 yılları arasında dünya çapında
geliştirdiği ilişki ağlarını kullanarak, yeni-sömürgeleri
belirli bir sistematik içinde (eksen ülkeler esprisi
temelinde) kendisini bağlamayı hedefliyor. Nüfusu,
coğrafi konumu, ekonomik potansiyeli, politik
etki gücü itibariyle bölgesinde belirleyici konumda
olan yeni-sömürgeler öncelikli olarak daha sıkı
bir denetim altına alınmaya çalışılıyor. Yanısıra,
stratejik enerji kaynaklarına ve bu kaynakların
geçiş yollarına sahip olan devletleri ne pahasına
olursa olsun tam denetim altına alınmak isteniyor.
Böylece, 1945-90 arası süreçte tüm kapitalist
ülkelerle ilişkisini kral ve beylikler (vasallar)
ilişkisi olarak biçimlendiren ABD, artık yeni-sömürgeleri
(eksen ülkeler ve enerji kaynaklarına sahip olanlar
ile diğerlerini) çok katlı bir ilişki içinde kendisine
bağlamayı hedeflerken, büyük emperyalist aktörlerle
ilişkisini süreç içinde ‘eşitler arasında birinci’
olarak biçimlendirmeyi hedefliyor. Diğer önemli
aktör Avrupa Birliği ise henüz ABD’nin öncü ülke
olarak davranma refleksine karşı ciddi bir itiraz
geliştirmemesine karşın, artık kendi iç ilişkilerini
sağlamlaştırıyor, çeperindeki yeni-sömürgeleri
bünyesine katıyor. Bir tür özgün sömürgeleştirme
hareketiyle büyüyor. Bu ülkelerin tüm iradesine,
AB’nin büyük emperyalist ülkeleri tarafından el
konuyor.
AB henüz bir bölgesel güç gibi davranmakta olsa
da, dünya çapında başat güç olmaya dönük pek çok
ilişkinin temellerini de atıyor, dünyanın bütün
bölgelerinde yeni-sömürgelerle ilişkileri derinleştirmeye
dönük projeler geliştiriyor.
Bir diğer önemli ve hızla büyüyen aktör olarak
Çin, büyük bir bölgesel güç olma yolunda önemli
bir mesafe katetmiş durumda. Taşıdığı potansiyel
ve büyük gelişme dinamikleriyle Çin, öncelikli
olarak ABD ve Japonya’nın bölgedeki gücüne ortak
olma isteğini daha şimdiden ortaya koyuyor. Japonya
ve giderek toparlanmakta olan Rusya’da gelişmeleri
kendi konumlarını sağlamlaştırma yönünde çaba
harcayan güçler.
Güncel olarak, hâlâ sistemin öncüsü olan, ancak
gerileyen bir güç olarak ABD emperyalizmi uluslararası
ilişkileri düzenlemede saldırgan bir politika
izliyor ve en aktif devlet konumunda bulunuyor.
Özellikle 11 Eylül saldırlarının ardından, bu
saldırıları da gerekçe yaparak, Ortadoğu ve Orta
Asya gibi oldukça büyük pazarlara ve enerji kaynaklarına
sahip olan yeni-sömürgeleri zor yoluyla hizaya
getirmeye çalışıyor.
ABD emperyalizmi askeri işgali ve klasik sömürgeciliğin
unsurlarını kullanarak, yeni-sömürgeler dünyasındaki
egemenliğini güçlendirmeye çalışıyor. Yeni-sömürgelerle
olan ilişkisinde kukla devletler yaratıyor. Bu
sürecin derinleşerek süreceği görülüyor.
1945-90 sürecinde uluslararası sistemde oldukça
aktif roller üstlenen BM ve NATO, 1990 sonrasında
varlıklarını sürdürmelerine karşın, artık giderek
zayıflayan (BM, ABD dışındaki diğer büyük aktörlerin
bastırmasıyla, NATO ise ABD’nin dayatmasıyla ayakta
kalıyor) yapılara dönüşmüş durumdalar. Esas olarak,
ABD mümkün olduğunca hiç bir ulusalararası anlaşma
ile bağlı kalmadan, şu andaki güçlü konumunu sağlamlaştırmaya
dönük, askeri ve diğer operasyonlar yapma çabası
içinde. Öte yandan, henüz ABD ile askeri alanda
başa güreşecek konumda olmayan ve bunu henüz istemeyen
AB ise uluslararası ilişkileri daha barışçıl söylemler,
araçlar, kurumlar (demokrasi, barışçıl ilişkiler,
Uluslararası Ceza Mahkemesi, çevre protokolleri
vb.) zemininde biçimlendirmeye çalışıyor. Öte
yandan, tüm emperyalistlerin ortak desteğiyle
uluslararası ilişkilerde gücü artmış olan kurumlar
ise IMF, Dünya Bankası, DTÖ, vb. gibi emperyalist
iktisadi kurumlar, bunlarla birlikte bölgesel
iktisadi bloklaşma eğilimleri de; NAFTA (Kuzey
Amerika), MERCOSUR (Latin Amerika), ASEAN (Güneydoğu
Asya) güçleniyor.
Ortaya çıkan uluslararası ilişkiler tablosu 1945-90
sürecine göre oldukça kaotik özellikler taşımasına
karşın, esas olarak ana yönelimleri artık belirginleşmiştir.
Kapitalist sistem içinde ABD’nin öncü güç konumu
sürmektedir ve ABD bu konumunu daha sistematik
ve yapısal bir hale dönüştürme çabası içindedir.
Bunu yaparken güçleri diğer büyük aktörlerle kısmen
paylaşmaya da açıktır. Askeri güç kullanımı başlıca
silahı durumundadır ve gücünü esas olarak yeni-sömürgeleri
denetlemeye yoğunlaştırmıştır. Yeni-sömürgelerin
tüm iradesini gasp eden, onları açıkça kukla devlet
konumuna düşüren bir ilişki tarzı dayatılmaktır.
Bu bağlamda, yeni-sömürge kapitalist devletler
ekonomik alanda olduğu gibi, uluslararası ilişkiler
alanında da egemenliklerini önemli ölçüde yitirmişlerdir.
Uluslararası ilişkiler sistemi, özellikle yeni-sömürgeler
bağlamında, devlet olma vasıflarının giderek artan
ölçüde yitirildiği, açık ve gizli yükümlülüklerle
dolu bir cangıla dönüşmüştür.
Uluslararası iktisadi kurumların gücü artarken,
uluslararası siyasal alanda BM vb. kurumların
gücünün azalmasına ve bloklaşma eğilimlerinin
artmasına paralel olarak parçalanma eğilimi artmaktadır.
Birkaç büyük emperyalist devletin egemen olduğu
ve kukla karakterleri iyice belirginleşmiş olan
yeni-sömürgelerin bunların etrafında toplaştığı
bir devletler arası ilişkiler sistemi oluşuyor
ve kapitalist devlet ler yapısal olarak buna uygun
olarak biçimleniyor.
Kapitalist Devletin Siyasal Biçimlenişi; Yeni
Sağ ve Sömürge Tipi Faşizmin Yeni Öğeler Kazanması
1980 başlarında devreye sokulan emperyalist restorasyon
programı, kapitalist devletin siyasal yapılanışını
da, neoliberal sömürü modeline, uluslararası ilişkilerde
geliştirilmek istenen politikalara ve kültürel,
sosyal ilişkilere verilmek istenen biçime uygun
olarak yeniden biçimlendirmeyi içermekteydi.
Bu noktada, anahtar kavram Yeni Sağ’dır. Bu kavram
başlığı altında toplanan politakaların özü; neoliberal
politikaların kesin biçimde egemen kılınmasına
ve neoliberal politikaların temelini oluşturduğu
kabul edilen serbest pazar ekonomisinin, bireysel
ve politik özgürlükler için en uygun koşulları
sağlayacağı varsayımına dayanır. Buna göre, devlet;
özel mülkiyeti korumakla yükümlü olan küçük-çekirdek
devlete dönüştürülmeli ve neoliberal pazar ekonomisinin
işleyişini engelleyecek her türden unsuru bastırabilecek
güçlü bir hükümete sahip olmalıdır. Yeni sağ,
ekonomide liberalizm ile siyasal alanda geleneksel
otorite ve düzen fikirlerinin kimi zaman dinsel,
kimi zaman milliyetçi formlar altında ifade edilen
bileşimini içerir. Yeni sağ tüm sınıfsal, toplumsal
kategorileri (aile hariç) reddediyor, “toplum
yoktur, bireyler vardır” düşüncesini eksen alarak,
her türlü toplu duruşu mahkum ediyor. Bu fikirler,
kapitalizmin krizini 1945 sonrası uygulanan Keynesci
modele ve toplumsal özgürlüklerin büyümesine bağlayan
en gerici kesimlerin saldırgan tepkisinin ve sistem
içinde inisiyatifi ele geçirmelerinin ifadesidir.
ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’de ifadesini
bulan yeni sağ 1980 sonrasında tüm emperyalist
dünyada egemen siyasal anlayış haline geldi. Yeni
sağcı iktidarlar, bir yandan neoliberal ekonomi
politikaları için gerekli yasal ve ekonomik zemini
kurarken, diğer yandan devlet aygıtındaki tüm
sosyal kurumların tasfiyesine giriştiler. Sendikalar
ve tüm demokratik kitle örgütlerinin güçsüzleştirilmesi
ve tasfiyesi yeni sağcıların öncelikli işleri
durumundaydı. ABD’de dinci ve ırkçı gruplar siyasetin
merkezine çekilerek etkin hale getirildiler. Aynı
biçimde İngiltere’de milliyetçi ve ırkçı düşünceler
hızla yeni sağ politikanın asli unsurlarına dönüştürüldü.
Bütün toplumun gözetlenmesi ve denetlenmesine
dönük olarak olağanüstü büyük projeler devreye
sokuldu. Yeni sağ bütün bu özellikleriyle krizin
yarattığı ağır koşullarda faşizmin sınırlarında
bir siyasal düzen yaratmaktaydı. Reagan, Thatcher,
Kohl üçlüsü on yılı aşkın iktidarları süresince
bu politikalar ekseninde tüm devlet yapısını yeniden
düzenlediler.
1990’larda, muhafazakar partilerin yerine iktidara
gelen sosyal-demokrat partilerde kimi yönleriyle
yumuşatılmış olsa da, esas olarak yeni sağ politikaların
ortaya çıkan yeni koşullara uyarlanmış versiyonlarını
uygulamaya soktular. Yaklaşık on yıllık muhalefet
boyunca iktidar olma sırasını bekleyen sosyal-demokrat
partiler, yeni sağ politikaların sistemin temel
tercihi haline gelmiş olan neoliberal iktisat
politikalarının kaçınılmaz uzantısı olduğunu anlamışlardı.
Neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı
koşullarda, onu meşrulaştıracak temel söylem ve
hedefler yeni sağ politikaların içerdiği söylem
ve hedeflerdi. Kısacası, sistemin işleyiş mantığı
bir kez daha kendini ortaya koyuyor, temel tercihlerin
partiler üstü olduğu açık biçimde görülüyordu.
Düzen partilerinin politika belirlemede en fazla,
çıkarlarını savundukları kesimlerin istemlerini,
temel tercihlere en uygun biçimde politik alana
yansıtmakla sınırlı bir hareket alanı söz konusuydu.
Sosyal-demokrat partiler yeni sağ çizgiyle evliliklerini
ve böylece ortaya çıkan tezlerini, önce ‘yeni
sol’ olarak ardından da İngiliz İşçi Partisi lideri
T. Blair eliyle ‘üçüncü yol’ olarak tanımladılar.
Bu partiler yeni sağ çizgiye iltihak edişlerini,
daha çok demokratikleşme, şeffaflık ve haklardan
sözederek gizlemeye çalışsalarda yeni sağın uygulamalarının
hemen hemen tümünü devam ettirdiler. Parti programlarında
artık unutulmuş olan tüm sol söylemleri temizlediler.
Yeni sağın baskıcı söyleminin yerine gelen “yönetişim”,
yerelleşme, demokratik katılım gibi söylemler,
devletin kamu hizmetlerinden çekilmesiyle at başı
gelişti. Devletin temel tercihlerinin belirlenmesinde
hiçbir rol oynayamayan bireylerin, yerel alanlarda
nasıl bir demokratik katılım sağlayacağı, bunun
büyük sermaye karşısında nasıl bir uygulama gücüne
sahip olacağı soruları ise yanıtsız kaldı. Toplumu
gözetleme ve denetlemeye yönelik bütün projeler
büyütülerek sürdürüldü. Gözetim, denetim, otokontrol
toplum yaşamının asli unsurları haline getirildi.
Bu doğrultuda oldukça büyük projeler ve kurumlar
yaratıldı. Sosyal-demokratlar toplumsal özgürlüklerin
yeniden tesisi yönünde ciddi bir gelişme sağlayamadılar,
bu doğrultuda ortaya istek ve irade koymadılar.
Tüm katılımcılık söylemlerine karşın, güdük burjuva
demokrasileri teknokratların ve parti bürokratlarının
neredeyse tek belirleyici olduğu yapılara dönüşüyor.
Neoliberal ekonomi politikaları, iktidar partilerinin
yoksul seçmenlerini sınırlı da olsa tatmin etmesini
sağlayacak devlete ait iktisadi alan bırakmadığı
için yoksullar ile geleneksel merkez partileri
arasındaki açı büyüyor. Merkez partilerin (sosyal-demokratlar
ve liberal yada muhafazakâr partiler) tümünün
ekonomi politikaları aynılaşmış durumda ve birbirleriyle
ayrım noktaları ise esas olarak daha tali yerel
sorunlar ve kimlik sorunları üzerinde yoğunlaşıyor.
Bu durum merkez partilerin yegane kitlesel siyaset
süreçleri olan seçim kampanyalarının politik mücadeleler
olmaktan çok, göz boyma, reklam üzerine kurulmasına
neden oluyor. Bu gelişmelere bağlı olarak, geleneksel
büyük politik partilerin hemen hemen aynı politikaları
uyguladıkları, politik faaliyetin tümüyle merkeze
çekildiği koşullarda, sistemin dışladığı kesimler,
yoksullar vb. halk kesimleri hızla politik alanın
uç partilerine yöneliyorlar. Sol hareketin genel
zayıflığı koşullarında bu uç genellikle faşist
partiler oluyor. Faşist partilere kayan kitleleri
yeniden merkeze çekme kaygısı, onların istemlerini
tatmin etmek yerine, faşist partilerin söylemlerini
daha fazla benimseyerek yapılmaya çalışılıyor.
Bu ise sistemin merkez partilerini daha da sağcı
ve gerici düzenlemelere yöneltiyor. Bu da, güdük
burjuva demokrasilerine ve devlet yapılarına giderek
daha fazla ölçüde otoriter nitelik kazanıyor.
Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından, tüm
emperyalist ülkelerde en temel toplumsal özgürlükler,
daha da ötesi kişisel hak ve özgürlükler ciddi
biçimde budanıyor. Yayılan güvenlik paranoyası
ile tüm yaşam baskı önlemleri ile kuşatılıyor.
Bürokrasi ve güvenlik aygıtlarının toplumsal yaşamdaki
belirleyiciliği keskin bir artış gösteriyor, partiler
ve demokratik kitle faaliyetlerinin devletin biçimlenişinde
ve eylemlerindeki rolleri ise dramatik bir düşüş
yaşıyor. Burjuva demokratik devletlerin yeni sağ
politikalarla hız kazanan, faşizmin eşiği sayılabilecek
despotik polis devletlerine dönüşüm süreci 11
Eylül’ün ardından yeni bir ivme kazanmış durumda.
Yeni-sömürgelerdeki devlet aygıtlarının evrimi
de esas olarak emperyalist devletlerde yaşanan
sürece paralel bir yol izlemiştir.
Sömürge tipi faşizmin egemen olduğu bu devletlerde
yeni sağ anlayışın temel tezleri faşist devlet
aygıtının ve politik alanın bütününün düzenlenmesinde
temel hareket noktalarından biri olmuştur. Ancak
süreklileşmiş milli kriz ile toplumsal yaşamı
sakatlanmış olan ve sert toplumsal mücadelelere
sahne olan faşist yeni-sömürge devletlerin toplumsal
yaşamı düzenlemede başkaca politik projelere ve
yaklaşımlara da ihtiyacı bulunmaktadır. Bu bağlamda,
devreye giren bir diğer düzenleyici temel politika
ise düşük yoğunluklu çatışma politikasıdır. Aslında
düşük yoğunluklu çatışma politikası, yeni sağ
anlayışın dışında ayrı bir politik konsepti ifade
etmez. Düşük yoğunluklu çatışma politikası, yeni
sağ anlayışın yeni-sömürgelerdeki politik yaşamı
düzenlemeye dönük özgün versiyonudur diyebiliriz.
1945’lerden 1980’lere değin gelen süreçte, yeni-sömürge
devlet pratiği, kilit devlet aygıtlarının hızla
yukarıdan aşağıya doğru faşistleştirilmesi (ordu,
polis, istihbarat servisleri, temel bürokratik
kurumlar, partiler, temel yasalar vb.’nin kadroları,
hedefleri, işleyiş tarzı vb.lerinin faşistleştirilmesi)
pratiği olarak biçimlenmiştir. Bu süreç her ülke
özgülünde ayrı yolları izlemiş, faşist aygıtın
işleyişi toplumsal mücadelelerin yükseldiği süreçlerde
sert ve açık biçimler altında olurken, denetimin
nisbeten sağlandığı süreçlerde hiçbir ciddi iktidar
gücü olmayan (iktidar esas olarak faşist aygıtlarda
toplanmıştır) parlamentolar devreye sokulmuştur.
Sık sık gündeme gelen darbeler ve seçim oyunları
içinde yeni-sömürge devlet aygıtları ciddi biçimde
yıpranmış, çoğu durumda istenen sonuçlar da alınamamıştır.
Krizin ve çatışmalı toplumsal mücadelelerin sürekliliği
ve bunlar karşısında darbe-seçim trafiğinin verimsizliği
ve gayrımeşru niteliği, yeni-sömürge devlet aygıtlarının
yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır.
Düşük yoğunluklu çatışma konsepti tam da bu noktada,
emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin bu
ihtiyacına karşılık olarak üretilmiştir. Düşük
yoğunluklu çatışma konsepti, toplumsal yaşamın
denetim altında tutulması, halk muhalefetinin
ezilmesi ve neoliberal politikaların yürütülmesi
için, açık faşist terörün ve kurumlarının yanısıra,
kozmetik nitelikteki parlamenter demokratik öğelerin
içiçe, yan yana birlikte kullanılmasını içerir.
Devrimci çalışmanın kavramlarını kullanılacak
olursak, yeni-sömürgelerin faşist devletleri halk
hareketlerine karşı bütün mücadele yöntem ve araçlarını
aynı anda eksiksiz bir bütünsellik içinde kullanmayı
hedeflemektedirler. Halk-gerilla, deniz-balık
ilişkisine/benzetmesine karşı, açık faşist iktidarlar
yoluyla denizi kurutma taktiği temelinde cevap
veren oligarşiler, bu yöntemin kimi zaman kısa
vadede başarılı olsa da, orta ve uzun vadede başarısız
olmasından hareketle, denizi kurutma yerine denizi
çürütme yolunu seçmişlerdir. Düşük yoğunluklu
çatışma konsepti denizi çürütme politikasıdır.
Süreklileştirilmiş darbe hali ve uygulamaları
ile, oldukça sınırlı, göstermelik, biçimsel demokratik
kurumların sürekliliği bir aradadır. Oldukça sıkı
bir anti-komünist niteliğe sahip anayasal ve yasal
hukuki zemine oturmuş, en temel demokratik hakların
kullanımının bile ciddi sınırlamalarla yüzyüze
olduğu, demokratik kurumların fiili engellemelerle
faaliyetlerinin sakatlandığı kozmetik demokrasi,
bu yapısı nedeniyle düşük yoğunluklu demokrasi
olarak da tanımlanmıştır. Faşist devlet aygıtının
bu yeni versiyonu insan hakları ihlalleri ve siyasal
özgürlüklerin sürekli kısıtlılığını içinde taşıyan
kısmi legal olanakları (gösteri ve yürüyüş hakkı,
parti, dernek, sendika kurma hakkı vb..) da, kimileri
kağıt üzerinde kalsa da barındırır. Öte yandan,
toplumsal yaşamın bütün alanlarının sosyal, ahlaki
ve kültürel olarak tüm insani değerlerden arındırılması
devletin asli işlevleri arasındadır. Toplumsal
hayat fuhuşla, dinsel gericiliğin en kaba örnekleriyle,
yaygın uyuşturucu kullanımı ile, kamu olanaklarının
çalınmasının meşrulaştırılmasıyla, yaygın çeteleşmeyle,
devlet terörünün yarattığı korkuyla, vb. yollardan
ağır biçimde sakatlanır. En kaba faşist terör,
aldatıcı kozmetik demokrasi öğeleri ve toplumsal
yaşamın bütün boyutlarının insani değerlerden
arındırılması; devletin başlıca aktörü olduğu
bu üç kanaldan halk gerçekliği hızlı bir çürüme
süreci içine sokulur. Bu yoldan, devrimci güçlerin
üzerinden gelişmeyi hedefledikleri zeminin bir
bataklığa dönüştürülmesi hedeflenir.
1960’lı ve 70’li yıllarda yoğunlaşan faşist askeri
darbelerin ardından, halk hareketlerinin önemli
ölçüde bastırılmasına paralel olarak, ciddi biçimde
yıpranmış olan açık faşist diktatörlüklerden,
adım adım düşük yoğunluklu çatışma konseptine
uygun olarak dizayn edilen devlet aygıtlarına
geçiş yaşandı. 1980’li yıllarda Latin Amerika
ve Asya’da (El Salvador, Şili, Haiti, Kore, Filipinler,
Uruguay, Paraguay, vb.) pek çok askeri faşist
devlet, faşizmin bu yeni versiyonuna uygun olarak
yeniden yapılandırılmıştır.
Düşük yoğunluklu çatışma konseptinin en yetkin
uygulamalarından ikisi, Türkiye ve Kolombiya’dır.
Dernek ve parti kurabilir, dergi çıkarabilirsiniz,
ancak sistemi zorlayan bir noktaya vardığınızda
partiniz devlet güçlerince bombalanabilir, sendikacılarınız,
gazete muhabirleriniz gözaltında kayıplara kurban
gidebilir, süreklileşmiş gözaltı ve işkence uygulmalarına
muhtap olabilirsiniz ve bütün bunlara rağmen partiniz
hâlâ açık olabilir, derginiz yayınını sürdürebilir.
Yani, herşey, her uygulama birarada. İsterseniz
uslu tavşanlardan olup, sadece havuç yiyebilirsiniz,
bunu istemezseniz ve gerçek bir halk hareketi
yaratmaya girişirseniz havuçla sopayı birarada
yiyebilirsiniz. Üstelik yiyeceğiniz sopa, açık
faşizm dönemlerinden çok daha fazla olabilir.
Böylece devrimci hareketler içindeki yılgınlıklara,
devrimci politikadan reformizme geçişe politik
ve örgütsel olarak kendini ifade edebilmesi ve
düzen içine kanalize olması için zemin sunulmaktadır.
Ayrıca, her devrimci halk hareketine sistem içi
kanallara dönmesi, reformist zeminlere geçiş yapması
için açık kapı da bırakılmış olmaktadır.
Faşist terör uygulamaları da oldukça ilginç ikili
özellikler gösterir. Türkiye örneğinde; 12 Eylül
açık faşist döneminin uygulamlarının bir bölümü
(idam, çok büyük kitlesel tutuklamalar vb.) 1990’lı
yıllarda olmasa da, bir kısım uygulama (gözaltında
kayıplar, sokak infazları, cezaevleri kıyımları
vb.) 12 Eylül uygulamalarına rahmet okutacak düzeydedir.
Bir örnek de Kolombiya’dan; evet sendika kurabilirsiniz,
ama öldürülen sendikacı sayısının her yıl rekor
kırdığı bir ülkede yaşadığınızı bilmeniz gerekir.
Faşizmin bu yeni versiyonu, son 20 yılda tüm kurumsal
altyapısı ile birlikte yetkinleştirilmiştir. Devlet
aygıtının merkezinde ordu, sivil hükümetin temsilcileri
ve başta tekelci burjuvazi olmak üzere oligarşinin
diğer kanatlarının temsilcileri bulunur. Emperyalistlerin
temsiliyeti genelikle her üç kesim üzerinden de
olur. Bu stratejik karar alıcılar içinde en belirleyici
olanı genellikle ordudur. Taraflar arasında ortaya
çıkan sorunların çözümünde ordu darbe yöntemini
28 Şubat “postmodern darbesi”nde olduğu gibi oldukça
özgün bir tarzda kullanabilmekte, hükümetleri
yönetimden uzaklaştırabilmektedir. Bu bağlamda,
ordular artık salt askeri kurumlar olmanın ötesindedirler.
Oluşturdukları politik araştırma ve üretim birimleriyle,
yüklendikleri işlevlerle, artık politik kimlikleri
ve nitelikleride güçlenmiş politik ve askeri kurumlara
dönüşmüşlerdir. Yeni konsept yasal ve kurumsal
düzeyde de çok yönlü olarak yapılanmış, bu yasal
düzenleme ve kurumlar devlet içinde belirleyici
konuma yükselmişlerdir. Milli Güvenlik Konseyleri
yeni-sömürgelerin önemli bir bölümünde bulunur
ve karar alma süreçlerini ilk elde resmileştiren
odaktır. Tüm yasal ve anayasal zemin sürekli kriz
hali dikkate alınarak oluşturulmuştur. Kriz yönetimi
bu konseptin temel unsurudur ve kriz yönetimine
dönük çok sayıda yarı-askeri kurum merkezden en
küçük devlet birimine değin yukarıdan aşağıya
örgütlenmiştir. Baskı aygıtının bu genişliği ve
derinliği, aynı zamanda oldukça yetkin bir profesyonelleşmeyi
de içermektedir. Özellikle, başta devrimci hareket
olmak üzere tüm sistem karşıtı hareketlere karşı
eski kaba toptancı yaklaşımlar yerine, her bir
oluşuma ve harekete karşı ciddi uzmanlaşmalara
ve sağlam bir bilgilenmeye dayanan özgün politikalar
geliştirme ve sonuç alma yolu izlenmektedir.
Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin yeni-sömürge
devlet aygıtlarını düzenleme noktasında temel
tercihleri bu yeni versiyon olmasına karşın, açık
faşist yönetimlerin kurulması seçeneği dışlanmış
değildir. Pakistan’daki Genelkurmay Başkanı Müşerref’in
darbesi ve zaman zaman küçük devletlerde gerçekleşen
darbeler bu seçeneğin tümüyle devre dışı bırakılmadığını
açıkça göstermektedir.
Kapitalist devletin günümüzün yapısının ana hatlarını
böyle özetleyebiliriz.
Bu noktada, olgunun kimi boyutlarını daha anlaşılır
kılmak için bazı tartışma noktalarına kısaca da
olsa girmek gerekiyor.
Kimi Tartışma Başlıklarına İlişkin Notlar
Emperyalist-kapitalist restorasyon programının
1980’lerde devreye girmesi ve sistemin bütün ilişki
ve kurumları gibi devlet yapılarının da hızlı
bir değişim sürecine girmesi, devlete ilişkin
bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi.
Bunlardan birincisi, neoliberal politikaların
uygulanması ile birlikte devletlerin özelleştirmeler
yoluyla ekonomiden ellerini çekerek küçüldükleri,
böylece halkın eski büyük ve hantal devlet yapılarını
finanse etmekten kurtulduğu iddiası temelinde
yapılan tartışmalardır.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, kapitalist
devletin temel işlevi sermayenin kesintisiz birikimi
için gerekli koşulları sağlamaktır. Sermaye birikimi
ise her tarihsel kesitte farklı birikim modelleri
yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kapitalist devletler
esas alınan birikim (sömürü) modelinin gereklerine
uygun olarak tüm kurum ve düzenlemelerini yenilerler.
Neoliberal iktisat politikalarının kapitalist
sistemde başat hale gelişi ile birlikte, tüm kapitalist
devletler ekonomik işlevler bağlamında yukarıda
ana hatlarıyla konulan tarzda değişime uğramışlardır.
Devletlerin, yoksul sınıflar lehine olan sosyal
ve ekonomik yasal düzenlemeleri, yükümlülüklerini
ve kurumlarını tasfiye etmesi, kimi iktisadi işletmelerinin
haraç-mezat özelleştirilmesi, kamusal hizmet alanlarından
çekilerek, bu alanları özelleştirmesi, ekonomi
politikalarını belirleme, bunlara ilişkin uyuşmazlıkları
çözme vb. yetkilerini uluslararası emperyalist
kurumlara açık veya gizli olarak devretmesi vb.
türden uygulamaları, kapitalist devletlerin emekçiler
lehine olan (sınıf mücadelesiyle kazanılmış) işlevleri
bağlamında küçülmesi anlamına gelmektedir. Bu,
neoliberal iktisadi politikaların devlet özgülündeki
sonuçlarından sadece bir bölümüdür. Bu durum,
asla kapitalist devletin iktisadi alandan çekildiği
ya da işlevlerinin azaldığı anlamına gelmiyor.
Bunu daha net biçimde anlayabilmek için devletin
küçülmesine dayanak olarak gösterilen uygulamaların
gerçek niteliklerine bakmak yeterli olacaktır.
Devletin küçülmesi demagojisinin en popüler konusu
özelleştirmelerdir. Özelleştirmeler yoluyla tasfiye
edilen kurumlar, esas olarak ya sübvanse edilmiş
kamu hizmeti gören kurumlar, ya da halka nisbeten
daha ucuz ürün sağlayan kamu iktisadi kurumlarıdır.
Bunların tasfiyesi yoluyla emekçilerin elde ettiği
hiç bir kazanım yoktur. Bu noktada, bir diğer
yalan, zarar eden kamu kuruluşlarının özelleştirildiğidir.
Kapitalist kâr için yatırım yapar. Zarar eden
bir kurumu satın almak kapitalist ticaret ve yatırım
mantığına tümüyle aykırıdır ve bu nitelikte özelleştirilmiş
tek bir kurum yoktur. Kaldı ki, zarar eden şirketleri
alan tek iktisadi güç kapitalist devletlerdir.
Çeşitli yollardan hortumlanan, zarar ettirilerek
batırılan büyük tekellere ait kapitalist işletmelerin
çeşitli gerekçelerle satın alınması ve böylece
tekellere büyük devlet fonlarının aktırılması
devletin asli ekonomik işlevlerinden biri haline
gelmiştir. Türkiye örneğinde de bu noktada oldukça
çarpıcı bir tablo sözkonusudur. Batık banka operasyonları,
batık şirket operasyonları vb. son 20 yılda çok
sıkça yaşadığımız olgulardır. Ve tekellerin zararlarının
devletleştirmesi diyebileceğimiz operasyonların
maliyeti özelleştirmelerin getirilerini kat be
kat aşan bir noktadadır. Ancak özelleştirme olgusu,
kapitalist devletin ekonomi alanında, hem kurumsal
ve düzenleyici hukuksal ve pratik işlemler, hem
de doğrudan müdahaleler bağlamında büyümesinin
sadece oldukça küçük bir bölümünü oluşturur.
Devlet tüm ekonominin neoliberal politikalara
uygun olarak yapılanması için yasal düzenlemelerin
yapılması, emek piyasalarının işçi sınıfına karşı
katı ve baskıcı tarzda yeniden düzenlenmesi, tüm
hakların budanması, kârlı devlet işletmeleri özelleştirilirken
tekelci sermayenin batırdığı finans ve sanayi
işletmelerinin kurtarılması, ihaleler ve başkaca
yollarla rant tranferi, sürekli büyütülen askeri
ve güvenlik harcamaları vb. pek çok yoldan ekonomiye
müdahale etmekte, iktisadi alandaki işlevleri
daha önceki döneme nazaran çok daha fazla büyümektedir.
Devletlerin ekonomideki büyüklüğünün ölçülmesinde
önemli bir kriter olan kamu harcamalarının büyüklüğü,
bu dönemde artmıştır. 18 emperyalist ülkede kamu
harcamalarının GSMH içindeki oranı ortalama olarak
1870’de % 10.5, 1913’de % 11.9, 1937’de % 22.4
iken, 1996’da % 45.8’e fırlamıştır. Emekçi lehine
olan harcamalarını azaltan, özelleştirmelerle
pek çok ekonomik işletmeyi tekelci sermayeye devreden
devletlerin, bu duruma rağmen harcamaları büyümüştür.
Peki bu kaynaklar nereye gitmiştir? Yanıt açıktır;
devletler, tekelci sermayeye çeşitli yollardan
geçmişe nazaran çok daha büyük kaynaklar aktarmaktadırlar.
Sadece Türkiye’de 2000-2001’deki banka hortumlama
operasyonlarında hortumcuların bankalarını kurtarmak
için devletin yaptığı operasyonun maliyeti asgari
50 milyar dolar civarındadır.
Kaldı ki, ekonomik hayattan bir anlığına uzaklaşıp,
devletin asli fonksiyonu olan “zor” ögesine geldiğimizde
gördüğümüz şey, hurafelerin tam tersine devletin
olağanüstü büyümesidir. Milyarlarca dolarlık silah
harcamaları, polis ve istihbarat aygıtlarının
sınırsız harcamalarla durmadan büyüttükleri teknik
ve kadro kapasiteleri, bugün 60’lar ya da 70’lerle
kıyaslanamayacak bir düzeydedir. Konuya salt iktisatçı
gözüyle baktığımızda belki bütün bu kaynak aktarımları
“ölü yatırım” gibi görünür ama zaten tipik iktisatçı
körlüğü de budur; çünkü, tam tersine bu yatırımlar,
uzun vadede sistemin devamı için gereklidir. Bu
bakımdan, liberal-sol kesimlerde yaygın olan “devlet
ekonomik alanda küçüldüğü kadar baskı aygıtı olarak
da küçülsün, böylece demokratik-sivil bir topluma
geçelim” gevezeliği, bu körlüğün bir versiyonudur.
Tam tersine sosyal harcamaların kısıldığı, kitlelerin
yoksulluğa terk edildiği her yerde, devletin şiddet
aygıtı daha gerekli olacaktır ve hatta bu bazen
(Türkiye örneğindeki gibi) toplumsal hareketlerin
oldukça zayıf yapısına denk düşmeyen bir “aşırı”
büyüme gösterecektir. “Aşırı” ama “gereksiz” değil;
çünkü sistem, kendi yaratmakta olduğu canavarın
uzun vadedeki yıkıcı potansiyelini bilmektedir.
İkinci bir tartışma konusu ise büyüyen uluslararası
mali sermaye gruplarının teknolojik olanakların
yardımıyla çok hızlı hareket edebildiği, sanal
ortamda hareket ettiği için uçucu olduğu ve ulus-devletlerin
denetiminin dışında bulunduğu ve herhangi bir
ulus-devlet ile bağlılık ilişkisinin kalmadığı,
bunun ise ulus-devletleri para ve maliye politikaları
uygulayamaz hale getirdiği iddiasıdır. Bunun uzantısı
olarak da, uluslararası mali sermayenin artık
uluslararası kurumlar yoluyla ulus-devletlerin
üstünde bir dünya iktidarı oluşturdukları iddiası
sözkonusudur.
Bu tezler oldukça iddialı, ancak gerçekliğin oldukça
sınırlı bir bölümünü yansıtmaktadırlar.
Öncelikle emperyalizm ve sermaye ihracı kavramı
ile başlamak gerekir. Bilindiği gibi, kapitalizmin
emperyalist aşamasının belirleyici unsurlarından
biri sermaye ihracıdır. İhraç olgusu herşeyden
iki farklı devleti ve bunların sınırlarını aşan
bir sermaye hareketini gerektirir. Eşitsiz gelişen
kapitalist dünyada, emperyalist ülkeler kendi
aralarında ve yeni-sömürgeler karşısında gelişmişlik
düzeylerine, siyasi ve askeri güçlerine vb. bir
dizi faktöre bağlı olarak çeşitli avantajlar taşırlar.
Merkez üsleri bu ülkeler olan ve çeşitli bağlarla
bu devletlerle sıkı ilişkler içinde bulunan tekeller
bu avantajlardan yararlanırlar ve diğer tekellerin
yararlanmasını engellemeye çalışırlar. Bu durum
hala somut olarak devam etmektedir. Sınırların
ve devletlerin sermayenin hareketi karşısında
tüm etkisinin yitirdiği, tüm tekellerin ve diğer
sermaye birimlerinin her açıdan devletlerin etkisinden
arınmış, tüm sermayeler için eşit koşullara sahip
tek bir dünya pazarında hareket ettiği, iktisadi
güç farklılıkları hariç tüm sermayelerin birbirine
eşitlendiği ve böylece sermaye ihracı kavramının
da (dolayısıyla emperyalizm kavramının da) anlamını
yitirdiği, ulus-devletlerin etkisinin ortadan
kalktığı bir dünya sözkonusu değildir. Başta emperyalist
devletler olmak üzere, tüm devletler her alanda
oldukça aktif durumdalar ve ülkelerindeki tekellerin
çıkarları için dünya çapında mali, siyasi ve askeri
operasyonlar yürütmektedirler. ABD’nin Irak’a
dönük savaş hazırlıkları hangi çıkarlar içindir?
Güncel bir gelişmenin ışığında bakacak olursak;
eğer tekelci sermayeler için devletlerin bir önemi
kalmadıysa, hatta devletler onlar için birer engel
haline geldiyse, her tekelci sermaye belli bir
devletle organik bir bütünlük oluşturmuyor, ondan
güç almıyorsa, böylesi bir operasyon karşısında
ya da yanında saf tutan kapitalist devletleri
bu yönlü tavır almaya zorlayan etken nedir? Tekelci
sermayelerin çıkarları değil de nedir? ABD dünyanın
mutlak hakimi haline gelme çabasının hiç bir sermaye
grubu ile ilişkisi yok mu, ya da onun bu çabasına
karşı koymaya çalışan diğer emperyalist devletler
bu çabalarını kimin çıkarları için sürdürüyorlar?
Ya da, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında,
emperyalist devletler kimlerin çıkarları için
birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyorlar? Devletler
küçülüyor, devletlerin etkisi azalıyor, tekeller
ya da aynı anlama gelmek üzere mali sermaye devletlerden
bağımsız hale geliyor ve devletlerin gücünü kırıyor
vb. iddiaların sahiplerinin bakış açısıyla bakıldığında
bu soruların yanıtı yoktur. Ancak biraz olsun
gerçeklerin penceresinden baktığımızda (sadece
Bush hükümetini oluşturan bakanların hangi tekellerden,
hangi mali sermaye gruplarından geldiğine bakıldığında
bile), kapitalist devletin belki de her zaman
olduğundan daha fazla tekelci sermaye ile içiçe
geçtiğini, her emperyalist devletin kendi sınırları
içinde doğup büyüyen, kendisi ile tarihsel ve
organik olarak çok sıkı bir ilişki ve bütünleşme
içinde olan tekellerin çıkarları için oldukça
kapsamlı mücadeleler içinde olduklarını görebiliriz.
Emperyalist devletlerdeki tekeller aidiyet ilişkisi
içinde oldukları devletin gücünü diğer uluslararası
tekellerin bertaraf edilmesinde oldukça yoğun
biçimde kullanıyorlar.
İddianın bir diğer unsuru, uluslararası mali sermayenin
oldukça hızlı hareket ettiği, uçucu nitelik taşıdığıdır
ve bu doğrudur. Ancak, mali sermayenin bu niteliklerinin
kapitalist devletlere rağmen olduğu iddiası gerçek
dışıdır. Somut olarak ele alacak olursak, Türkiye’ye
giren kara ve sıcak para, devlete rağmen mi girmiştir?
Ya da böylesi miktarlar devlete rağmen giriş-çıkış
yapabilir mi? Kesinlikle hayır, bunlar tümüyle
TC’nin para politikalarının sonucunda Türkiye’ye
girmiştir. Kamu açıklarını çevirebilmek için bu
paraların ülkeye girişine izin verilmiştir. Bugün
kısmen denetim altına alınmaktadır. Bu da, emperyalistlerin
ve oligarşinin içindeki egemen kesimlerin tercihlerinin
ürünü olarak devletin geliştirdiği önlemlerin
ürünüdür (bankalar yasası, sermaye yasası vb.
yoluyla). Bu nokta da daha iyi bir örneği sistemin
başat gücü ABD oluşturur. Bu ülkede, Merkez Bankası
tüm önemli mali politikaların oluşturulmasında
belirleyici bir rol üstlenmektedir. Uçucu-kaçıcı
mali sermayenin kaleleri olan Amerikan borsalarının
son yirmi yılda en az birkaç kez çöküşü, ABD Merkez
Bankasının müdahaleleri ile engellemiştir. Yani,
mali sermaye hareketlerinin denetlenemediği, dilediği
gibi davranabildiği iddiaları birer hurafeden
ibarettir.
Dünyanın ve mali alanın yönetilmesinde devletlerin
rolünün giderek ortadan kalktığı, bunların yerini
uluslararası kurumların aldığı iddiasına gelince,
bu iddianın emperyalist devletler sözkonusu olduğunda
hiç bir gerçekliğinin olmadığını anlamak için
küçük bir öğrenme çabası yeterlidir. Sözkonusu
edilen kurumlar, IMF, Dünya Bankası, DTÖ, OECD
vb.dir. Bunların kuruluş sözleşmelerine bakıldığında,
tümünün kurucularının devletler olduğu, yönetimlerinin
bu devletlerce (IMF, Dünya Bankası ve OECD’nin
yönetimleri büyük emperyalist devletlerce atanır)
atandığını, işleyişlerinin yine bu devletlerce
belirlendiği apaçık görülebilir. Bu kurumlar esas
olarak tümüyle devletlerin; emperyalist devletlerin
yönetimi altındadır.
Yeni-sömürge devletlerin bu kurumlar karşısındaki
konumlarına gelince; evet, bu devletlerin iktisadi
politikaları tümüyle bu kurumlar tarafından belirleniyor.
Ama sadece iktisadi politikaları değil, tüm politikaları
emperyalist devletler ve bunların oluşturdukları
uluslararası kurumlar tarafından belirleniyor.
Bilindiği gibi, ulus-devlet belirli sınırlar içindeki
pazarı birleştirir. Bu pazarın tüm ekonomik dinamiklerini
harekete geçirmeyi, kapitalist birikim sürecinin
emrine hazır hale getirmeyi hedefler. Bu onun
asli fonksiyonlarından biridir. Yeni-sömürgelerin
önemli bir bölümü daha kuruluş aşamalarından itibaren
ulus-devlet olma özelliğini yitirmişlerdir.
Yeni-sömürgelerdeki devletlerin çoğunluğu gerçek
bir ulus-devlete iki yönden benzemiyorlardı. Birincisi,
birçoğunun çok uluslu yapıları idi. Sorun çok
uluslu olmaları değil, bu çok uluslu yapının gönüllü
olmaktan uzak olmasıdır ve büyük bir bölümünde
hala sürmekte olan ulusal çatışmalarla devlet
yapılarının sakatlanmasıdır. İkincisi ise, bu
devletlerin ulus-devlet için gerekli olan ulusal
ekonomi yaratma, yani ülkenin ekonomik dinamiklerini
bütünlüklü olarak kapitalizm temellerinde bütünleştirme,
geliştirme olanağına sahip olmaması, ekonominin
tümüyle emperyalist güçlere bağımlı gelişmesidir.
Gelinen noktada, bu devletler özerk bir maliye
ve para politikası uygulamaktan, uluslararası
emperyalist kurumlardan izin almadan vergi koyabilmekten,
hatta kimi örneklerde olduğu üzere para basabilmekten
uzaktırlar. Bu devletler, bu özellikleriyle de
ulusu biribirine ve kapitalist sisteme bağlayacak
olanaklardan yoksun, kukla devletler oldular,
uluslararası kapitalist sistemde bunu koşulladı.
Teknik açıdan ulus-devlet yapısını taşımalarına
karşın, gerçekte ulus-devlet olma yapısından uzaktırlar.
Bu bağlamda bu devletler için zaman zaman ML literatürde
kullanılan kukla devlet tanımlaması ajitasyon
tanımlaması değildir. Gerçekliğin sert bir biçimde
ifadesidir.
Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel ve diğer her
açıdan emperyalist güçlere tamamen teslim olmuş,
yeni-sömürge devletler bu yapılarıyla toplumsal
dinamikleri birarada tutabilmekten oldukça uzak
durumdadırlar. Toplumsal yapının bütün boyutları
emperyalistler ve bir avuç işbirlikçinin çıkarlarına
uygun olarak biçimlenmiştir. Toplumsal dinamikleri
bütünleştirici ekonomik ve sosyal politikalar
izlemeleri neredeyse imkansız denecek ölçüde güçtür.
Bu nedenle toplumsal eşitsizlik ve parçalanma
ulusal, dinsel, sınıfsal vb. her alanda çok yönlü
olarak yoğun biçimde yaşanmaktadır. Yeni-sömürge
devletler, vergi kaynaklarını, yeraltı ve yerüstü
değerlerini emperyalistlere sunan tahsilatçılar,
ülkelerindeki tüm değerlerin talan edilmesinde
empreyalistlerin ve işbirlikçilerin bodyguardlığını
yapan, emperyalistler adına bulundukları ülkeleri
işgal eden ve yöneten yerli işbirlikçi aygıtlar
konumundadırlar. IMF’nin emriyle işletmelere işçi
alan, ücretleri IMF emriyle belirleyen, ABD’nin
istemiyle Afganistan’a asker gönderen, tüm havaalanlarını
ve limanlarını açan bir devletin, elbette ki ulus-devlet
olduğundan sözedilemez.
Günümüzün yeni-sömürge devletlerine herhalde en
çok yakışacak tanımlama ‘taşeron tetikçi devletler’dir.
Devrimci Olanaklar
Kapitalist devlet yapısı ve uluslararası ilişkiler
sistemi, sınıflar mücadelesinin içinde gerçekleneceği
alanı ve çelişkilerin çerçevesini çiziyor. Köşe
taşlarını ana hatlarıyla koyacak olursak;
Günümüz kapitalist devleti, geçmişin Keynesci
“tüm sınıfların çıkarlarını koruyan sosyal devlet”
olma politikasını (ki bu politika yeni-sömürgelerde
zaten oldukça zayıftı) tümden terk etmiş, açıkça
tekelci burjuvazi ve diğer egemen sınıfların çıkarlarını
büyütmeyi önüne koymuştur. Sözkonusu olan, kimi
zaman çıplak biçimlerle, kimi zaman ise yoğunlaştırılmış
bir genel korku ortamıyla belirlenen, ama bu arada
çürütücü ideolojik saldırının her biçimini kullanan
yeni bir egemenlik biçimidir. Bu egemenliğin özü,
yaygın umutsuzluk ve depolitizasyondur. Bu bağlamda
“baba devlet” imajı neredeyse tümüyle yok olmuş,
baskı aygıtlarıyla öne çıkan, siyasal alanı kozmetik
demokrasi uygulamalarıyla cilalanmaya çalışılan
“ceberrut devlet” kimliği yaşam içinde daha net
görülen bir devlet söz konusudur. Siyasal partiler
alanında tüm partilerin sistemin temel tercihleri
doğrultusunda aynı çizgiye, yani merkeze çekildiği,
birbirlerinden ciddi bir farklarının kalmadığı,
neoliberal politikalar nedeniyle partilerin geniş
kesimlerin taleplerini sınırlı ölçüde de olsa
tatmin edecek çözümler geliştiremediği koşullarda,
merkez partileri çözülüyor. Siyasal rejimin çözüm
üretebileceği inancı azalıyor, burjuva siyaset
alanı aşınıyor. Sistem bu durum karşısında zor
aygıtlarına, ideolojik aygıtlara ve toplumsal
dokunun çok yönlü çürütülmesine giderek daha fazla
yüklenerek çözüm arıyor. Safdil “devlet baba”
imajının yerini, bugün daha ağırlıklı olarak “razı
olma” ilişkisi almış, devlet ya da düzen kurumlarının
hiçbirine güven duymayan kitleler, baskı ve alternatifsizlik
nedeniyle kendi güçlerine de güven duymaktan uzaklaşmışlardır.
Bu bağlamda, devlet ile emekçiler arasında binbir
yoldan kurulan aidiyet bağlarının pek çok noktada
ve biçimde aşınıp, çözüldüğünü, bunun yerine razı
olma ilişkisinin geçtiğini söyleyebiliriz.
Bunun yanısıra, yeni-sömürge devletlerin emperyalist
devletlere ve uluslararası kurumların iradesine
kölece bağlılığı ve bunların hayatın her alanına
neredeyse detaylar düzeyinde doğrudan müdahalesi,
emekçiler nezdinde ulusal bağımsızlığın yitirildiğini,
mevcut devlet yapılarının kukla bir karakter kazandığını
açık biçimde ortaya koyuyor. 1945 sonrasında açık
işgal ve klasik sömürgecilik yerine, gizli işgal
ve yeni-sömürgecilik yolunu seçen emperyalist
devletler, yeni-sömürgelerin iç ilişkilerine doğrudan
müdahalelerini arttırdıkça yeniden işgalci olarak
görülüyorlar. Emekçiler ülkelerinin yeniden farklı
bir yoldan göstere göstere işgal edildiğini, kendi
devletlerinin ise bu işgalin koruyucu gücü, işbirlikçisi
olduğunu anlıyorlar. Bütün bu süreçlerin emekçiler
nezdinde bilince çıkması özel bir devrimci çalışma
yoluyla olmuyor. Günlük pratik yaşam bu durumu
oldukça çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
Diğer yandan, çok uluslu yeni-sömürge devletlerin
kuruluş aşamalarında bastırılan ulusal talepler
de, ortaya çıkan yeni tarihsel-toplumsal koşullarda
her yerde güçlü biçimde ifade ediliyor. Kuruluş
aşamalarında genellikle uluslaşma sürecinin henüz
başlarında olan ve güçlü bir ulusal harekete sahip
olmayan ve emperyalist işgalden kurtuluşun büyük
umutlar yarattığı koşullarda ciddi bir varlık
göstermeyen ezilen ulusal topluluklar, artık her
ülkede siyasal olarak kendilerini ifade etme araçları
yaratıyorlar. Siyasal olarak daha da baskıcı,
demokratik mekanizmaları oldukça güdük ve esas
olarak göz boymaya dönük, ekonomik alanda değişik
ulusal ve diğer toplumsal katmanlardan gelen kitleleri
sistem içinde bütünleştirecek zeminleri bulunmayan
(varolanları yok eden) çok uluslu yeni-sömürge
devletleri, bütün bu kesimleri bütünleştirecek
yapıdan uzak durumda bulunuyorlar. Toplumsal parçalanmayı
durdurmada zor yolu dışında ciddi bir kanal yaratamıyorlar.
Bu ise parçalanmanın daha da şiddetli biçimlerinin
gelişmesinin önünü açıyor.
Kapitalist devlet yapılarının geniş emekçi halk
kesimleri ile ilişkisinde ortaya çıkan bütün bu
faktörler, devletle olan aidiyet ilişkilerini
oldukça ciddi ölçülerde zayıflatıyor. Devletin
emperyalist kuruluşların kuklası olduğu, ülkeyi
bunların yönettiği, aşını, işini çalanların başında
bu kurumların geldiği ve devletin de bunların
koruyucusu olduğu, siyasal partilerin yozlaştığı,
hiçbirinin gerçek kurtuluş olamayacağı, hepsinin
mutlaka yiyicilikle sakatlanmış oldukları, vurguncu
olunmadığı sürece devletten hayır gelmeyeceği,
devletin vurgunculuk zemini olduğu, yoksullara
karşı her alanda gaddar, zenginlere karşı ise
itaatkâr bir köle olduğu, ulusal, cinsel vd. diğer
ezilmişlik biçimlerinin sürdürülmesinin baş müsebibinin
devlet olduğu, vb. düşünceler özellikle yeni-sömürgelerde
geniş emekçi kesimler içinde yaygın düşünceler
haline gelmiştir. Geçmişte kendiliğinden tepkisini
daha çok partilere yönelten emekçiler, bugün doğrudan
devleti suçlayan tutum içindedir. Doğrudan devlete
küfredilmesi, devletin aşağılanması, devlete dönük
olumlu bir aidiyet duygusu-bağı hissedilmemesi,
günümüzde emekçiler içinde yaygın kendiliğinden
reflekslerdir. Artık kapitalist devletin sadece
tek tek şu ya da bu biçimde varoluşu, emekçilerle
onun arasında sorun oluşturmuyor. Devletin tüm
varoluş biçimleri emekçiler için hayra alamet
olmadığından, bunların tümü birden çelişki ve
çatışma kaynağı-zemini oluşturuyorlar.
Bu durum iki yönlü bir süreç yaratıyor. Bu çatışmalı
duruma güçlü bir devrimci müdahale de bulunulmadığı
ölçüde, emekçiler ile devletin her karşı karşıya
gelişi devletin galibiyeti ile sonuçlanıyor. Ona
karşı direnme dinamiklerinde belli bir kırılmaya-körelmeye
yol açıyor. İkincisi, bu durum devlet ile emekçiler
arasındaki sürtünme noktalarını artırıyor. Kitlelerdeki
patlayıcı öğeler daha da güçleniyor.
Emekçi kitlelerin korkuları, çürüme unsurları,
yenilgileri ve düzen kurumlarına olduğu kadar
devrimci güçlere de güvenmemesinin yarattığı umutsuzluğu
ve alternatifsizliği, kapitalist sistemin ve devletin
başlıca güvenceleri durumuna gelmiştir. Ama bu,
aynı zamanda, bu gerçekliği görebilecek devrimci
güçler için bir imkandır da. Devrimci güç, böylece
düzen bakımından bir “Aşil Topuğu” yakalamıştır;
klasik yedekleyicilerini, sosyal tamponlarını
kendi kendisine zayıflatmış olan düzen, politik
bakımdan sarsıntıya uğratıldığında devrimci bir
gelişmenin önü açılacak ve kitlelerle buluşması
aynı ölçüde kolaylaşacaktır. Bu durumda sorun,
klasik anlamdaki “devletin yüzünün teşhiri”nden
çok, onun “yenilebilir” olduğunun kitlelere kavratılması,
bunun pratikte de gösterilmesi sorunudur.
Günümüzün devrimci hareketinin ana sorunu budur.
Devrimci hareket yenilgilere mahkum değildir.
Kapitalist sistem yenilebilir, devrimci hareket
başarabilir; bu mesaj pratik yoldan hayat içinde
sarsıcı biçimde karşılığını bulmalıdır. Devrimci
hareket bunu yapabildiği ölçüde, kapitalist devletin
ve sistemin çözülmesi her zamankinden daha hızlı
gelişecektir.
Bunun için, herşeyden önce, politik-askeri mücadeleyi,
toplumsal yaşamı bütün hücrelerine değin sarsacak,
hesaplaşma içine sokacak tarzda bütünlüklü bir
uygulama yeteneğine sahip olmak zorunludur. Böylesi
bir pratiği geliştirecek yapı, sıradan bir askeri
güç, ya da geçmiş pratiği tekrar edecek, en fazla
belki nicelik ya da nitelik olarak zorlayacak
bir yapı olamaz.
Baskıyı göğüsleyecek, yoksul halkın savaş gücü
olacak ve oligarşinin iradesini kıracak eylem
gücüne sahip, emekçileri hayatın her alanında
devrimci yapıdan kitlesel öz örgütlerine değin
çeşitli kanallar içinde örgütlenme iradesine sahip
olan ve bunu adım adım uygulayan, ideolojik olarak
sürecin sorunlarına yanıt oluşturan, devrimci
sosyalizmin toplumsal projesini somutlaştırmış,
kısacası hayatın her alanında bütünlüklü mücadele
yürütme kapasitesine asgari ölçüde de olsa sahip
olan, bir devrimci öncüdür gerekli olan.
Kapitalist devletin karşısında, demokratik halk
iktidarının ve sosyalist iktidarın nüvesi olan,
hayatı bütünüyle kucaklama yeteneğine sahip olan,
bunu her alanda yarattığı çekirdek örgütlülükleriyle,
eylemiyle, kültürüyle ortaya koyan bir Parti ve
Cephenin örülmesi bu noktada temel güncel görevdir.
Bunun anlamı, kapitalist devlet karşısında devrimin
ve halkın otoritesini geliştirmektir; oligarşinin
otoritesi karşısında devrimin otoritesi.
Diğer yandan, buna paralel olarak, emekçi kitlelerin
kendi öz örgütlerinin kentlerde ve kırlarda yaratılması
özel bir önem taşıyor. Uzun süreli sert çatışmalarla
biçimlenecek devrim sürecinin kitleler içinde
otorite haline gelmesi, esnek bir yapıya sahip,
emekçilerin iradesini açığa çıkaran, doğrudan
temsili önemseyen öz örgütlerin yaratılması bu
noktada kilit bir önem taşımaktadır.
Emekçileri politik alanın dışına atan oligarşilerin
karşısında, onları politikanın merkezine yerleştiren,
iradelerini doğrudan konuşturabilme ve uygulama
şansı veren, reformist hayaller yerine devrim
seçeneğine yönelten, atılan her adımı halk iktidarının
inşası perspektifiyle ele alan, ikili iktidar
organları düşüncesini içselleştiren ve adım adım
bunu uygulama çabası içinde olan direniş ve devrim
odaklarının yaratılması zorunludur.
Elbette ki bu çok kolay değildir. Ancak imkansız
da değildir. Faşist terörün yıktığı her halk organı,
eğer yukarıda ifade ettiğimiz nitelikte bütünlüklü
bir devrimci savaşım yürüten öncü güç varsa yeniden
ve yeniden inşa edilebilir. Emekçilerin ekonomik,
sosyal, kültürel (kazanılmış hak niteliğindeki
“sosyal devlet” uygulamaları da savunulmalı, ancak
bu devlet savunusuna dönüşmemelidir) mücadeleleri,
bunların kurumları yaratılarak, alternatif alanlar
oluşturularak tamamlanmalıdır. Bunlar, adım adım
halk kurtuluş mücadelesinin öz örgütlerine dönüşecek,
halk otoritesinin ve kurumlaşmasının hayatın değişik
alanlarındaki ifadesi olacak yapılar olarak tasarlanmalı
ve düzenlenmelidir.
Korku, dejenerasyon, çürüme ve umutsuzluktan güç
alan kapitalist devletler, devletin yenilebileceğini
eylemiyle gösteren, umudu yeşerten, sosyalist
kültürün yaratıcısı ve taşıyıcısı olan, halk iktidarını
hayatın içinde ören öncü savaşcı Partinin, Cephenin,
halkın özörgütlerinin birleşik mücadelesinin karşısında
duramaz.
|