Giriş
Büyük devrimlerin ve muazzam alt üst oluşların
yanında, utanç dolu kıyımlarla ve insanlığın büyük
acılarıyla birlikte anılacak olan eski yüzyılımızın
son çeyreği, yaşadığımız coğrafyanın da en çalkantılı,
en karmaşık yıllarına denk düştü. Ortadoğu ile
Avrupa’nın en keskin dönemecinde yer alan ve uzun
yıllar boyunca emperyalist dünyanın sosyalizme
karşı ileri karakolu olarak konumlanan yeni-sömürge
Türkiye, süreç boyunca sistemde gerçekleşen bütün
değişikliklerin ve gelişmelerin de pilot ülkesi
oldu. Ve sonuçta, tarih, barbarlık gösterileriyle
başlayan ama daha şimdiden ciddi kırılmalar ve
umut işaretleriyle karakterize olan yeni bir yüzyıla
doğru evrildiğinde, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası,
yine bu genel manzaranın dışında değildi. 1960’ların
sonunda canlanan ve sonra 1980’lerin başında çok
ciddi bir karşı-devrimci ezilmeyle sakatlanan
bu coğrafya, ardından 80’lerin ortalarından itibaren
dünyanın hatırı sayılır ulusal kurtuluş savaşlarından
birinin yükselişini ve daha sonra 90’ların sonuna
doğru da geriye çekilişini yaşadı. 50’ler 60’lar
boyunca uygulanan klasik biçimler de, sonradan
gelen tıkanma yılları ve uluslararası emperyalist
politikalara parelel gelişen ekonomik-sosyal-politik
restorasyon da hep aynı yeni-sömürgeci sürecin
belirleyici unsurları oldular.
Böylece 2000’lerin ilk yıllarına gelindi ve süreç,
devrimci sosyalistlerin önüne yeniden ele alınarak
çözümlenmesi gereken bir dizi gelişmeyi çıkarmış
durumda.
Yakın tarih diye nitelendirebileceğimiz son otuz-otuzbeş
yılın esas olarak devrimci sosyalizmin temel nitelikteki
bütün tezlerini doğruladığı, bu bağlamda özellikle
Mahir Çayan tarafından Türkiye üzerine yapılan
çözümlemelerin bugün hâlâ en ciddi referans noktalarını
oluşturduğu, en baştan rahatça söylenebilir. Hatta
bir adım daha ileri gidilerek, özellikle son on
yılda yaşadıklarımızın, bu saptamalarda belirtilen
durumların tüm mantıki-tarihsel sonuçlarına dek
ulaşmasına denk düştüğü ifade edilebilir. Gerçekten
de örneğin yeni-sömürgecilik ilişkisinin, gizli
işgal/emperyalizmin içsel olgu olması gibi durumların
ya da yine ülke yönetiminin oligarşik niteliğine
ilişkin belirlemelerin bugünkü kadar net biçimde
görülebildiği başka bir dönem olmamıştır. Söz
konusu saptamalardan bazılarının (oligarşi gibi...)
bugün solun genelinde olduğu kadar burjuva yazarların
dilinde de bir yer edinmiş olması, bu bakımdan
rastlantı sayılmamalıdır. Yine örneğin, bir zamanlar
eklektik ve uydurma olarak nitelenen “sömürge
tipi faşizm” tanımlamasının Türkiye koşullarında
tam olarak yerine oturduğu, en azından önümüzdeki
somut durumun ne Hitlerci klasik faşist çerçeveye
ne de burjuva demokrasisine denk düşmeyen bir
özgünlük olduğu bugün herhalde daha iyi anlaşılmaktadır,
vb.
Devrimci sosyalizmin bugünkü görevi, bu referans
noktalarının üzerine sağlamca basarak yeni sürecin
gelişmelerini çözümlemek, bu çözümlemelerden özellikle
işçi sınıfının ve ezilen kitlelerin politik konumlanışına
ilişkin dersler çıkararak politikleşmiş askeri
savaşımızın yeni yönelimlerine, yeni bir yol kılavuzuna
ulaşmaktır. Sosyalist Barikat dergilerinin önceki
sayılarında çeşitli açılardan ele alınan bu çözümlemelerin
daha derli toplu ifadelendirilmesi bu açıdan önemlidir.
Gerçekten de özellikle son yirmi yıllık süreç,
bütün toplumsal dokuyu ve ezilen sınıfların sosyal-politik
duruşlarını olduğu kadar egemen sınıflar cephesini
de etkileyen ciddi gelişmelerin tanığı oldu. Yeni-sömürgeci
ilişkinin Türkiye’nin yüklendiği yeni işlevlerle
uyumlu biçimde derinleştirilmesine paralel olarak,
tekelci burjuvazinin elit kesiminin oligarşi içindeki
gözle görünür hakimiyeti, 80’lerdeki restorasyon
ve ulusal kurtuluş savaşının şiddetiyle bağlantılı
olarak kent ve kır nüfus oranlarının 60’lardaki
oranların neredeyse tam tersine denk düşecek ölçüde
değişmesi, üstelik tarımın neredeyse tümden çökertildiği
koşullarda bu dalganın devam ediyor olması, bu
arada kentlere yığılan bu nüfusun kapitalizmin
yeni iş örgütlenmesiyle yeni işçi katmanlarına
dönüşmesi, ardı ardına gelen krizlerle gitgide
artan yoksulluk ve kırlardan şehirlere dek bütün
ezilen sınıfların artık emperyalizmle daha doğrudan
bir biçimde karşı karşıya gelmesi, vb. bunların
en önemli olanlarıydı. Aynı sürecin ideolojik
bir saldırıyla da katmerlendirilerek sınıfın eski
yapısını bozan ya da bir anlamda yeniden biçimlendiren
bir sonuca yol açması, emekçi kesimlerde yaratılan
yıkıcı ve çürütücü ruh hali, eskinin toplumsal
normlarının törpülenerek yeni davranış kalıplarının,
değerlerin toplumsal dokuya hakim kılınması ve
devrimci hareketlerin ciddi güç kaybıyla birlikte
ortaya böylece genel bir deformasyonun çıkması,
şüphesiz devrimci öncülük iddiasında olan bir
yapının dikkate alması gereken olgulardır. Çünkü
aynı dönem, son derece yoğunlaştırılan karşı-devrimci
şiddetle neoliberalizmin (ve iletişim patlamasının
üzerinden gelen ideolojik-politik saldırının)
bir arada iş gördüğü yeni koşullarda suni dengenin
pekiştirildiği bir dönem de olmuştur. Ayrıca,
“ekonomi dışı” bir faktörmüş gibi görünen kontr-gerilla
rantları, karapara, uyuşturucu gibi yollardan
elde edilen servet birikimleri de bu süreçte sadece
iktisadi sistemin olağan bir parçası olmakla kalmamış,
ezilen sınıfların sosyal-kültürel hayatını da
etkileyen ciddi unsurlar olmuştur.
Buraya kadar bir çırpıda sıraladıklarımızdan da
kolayca anlaşılacağı gibi, bütün bu gelişmeleri
kör bir iktisatçı bakışıyla ele almak ve anlamak
mümkün değildir. Karşı karşıya olduğumuz olgu,
ancak sınıfların karşılıklı duruşlarını, sürece
müdahalelerini de kapsayan sosyo-ekonomik, politik
ve hatta kültürel unsurları da dikkate alan bir
noktadan çözümlenebilir ve zaten bizim çalışma
boyunca yöntemimiz böyle olacaktır. Devrimci sosyalizm,
üstünde yaşadığımız toprakların tarihini, akademik
ya da başka amaçlarla değil, mücadelenin önünü
açmak gibi somut bir amaçla ele alır ve bu çalışmanın
amacı da bu anlayışa uygun olacaktır. Sosyo-ekonomik
olgularla politik süreci bir bütünlük halinde
ele alarak ilerlemeye özellikle dikkat gösterirken
ayrıntılarda boğulmadan ilerlemeye çalışacağız.
Emperyalizmle Bütünleşmeye Hazır Bir Potansiyel...
“Türkiye’de Mustafa Kemal hükümeti gibi, İran
ve Hindistan’daki ulusal liberal hükümetler, İngilizleri
yurtlarından kovmuşlar ve siyasal bağımsızlıklarını
İngiltere’ye kabul ettirmiş olsalar bile, ülkelerindeki
kapitalist toplum yapısını elde tutmakla, ekonomik
açıdan bağımlılıklarını aynı ölçüde sürdüreceklerdir.
Siyasal bağımsızlık bu ülkeleri, kapitalizmin
nüfuzundan veya yerli bir sanayi kapitalinin oluşmasından,
üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ulusal
bir sanayiin gelişmesinden kurtaramayacak; köylü
sınıfı, kapitalizmin oluşma süreci içinde kendisini
kesin bir yıkıma uğratacak olan acılı bir dönemden
geçmek zorunda kalacak; köylülerin topraklarından
kovulduğu ve ücretliler durumuna geldikleri görülecektir.
İşçi sınıfına dönüşen köylüler, kendi ulusal burjuvazisince
(veya yabancı burjuvazi) büyük tarım işletmelerine,
yapımevlerine, madenlere ve fabrikalara gönderilecek,
buralarda kapitalistleri zenginleştirme uğruna
karın tokluğuna bir ücretle çalışmak zorunda bırakılacaktır.
Emekçi yığınlar, sanayi sermayesinin boyunduruğu
altında, bugün olduğundan daha kötü bir köleliğin
içine düşeceklerdir.” (1920 Birinci Doğu Halkları
Kurultayı Tarım Komisyonu Raporu, akt. Yerasimos,
Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, sf. 662) İran
ve Hindistan üzerinden yapılan aşırı genelleştirmenin
tartışılır yanları bir yana, cumhuriyetin başlangıcında
durum aşağı yukarı bu özete uygundur. İncelememizi
çok uzak geçmişe yaymayı tercih etmemekle birlikte,
bir başlangıç olarak cumhuriyetin kuruluşunu alırsak
eğer, söylenebilecekler bellidir: Kemalizmin politik
yönetim anlamındaki özgünlüklerinin ötesinde,
işin başından beri, kapitalizm, sürecin esas yönüdür
ve zaten tekelci kapitalizm çağında burjuva önderlikler
bakımından başka türlüsü de mümkün değildir. Yine
aynı çağda, ulusal bir kapitalist gelişme yolundan
yürümek, emperyalist bağımlılık zincirinden uzakta
kalabilmek de yine aynı türden önderlikler bakımından
objektif olarak mümkün değildir. Zaten yüzlerce
örnekle kanıtlanabileceği gibi Kemalist yönetimin
kendisi de “memleketimizde birçok milyonerin hatta
milyarderin yetişmesine çalışacağız”(1) vecizeleriyle
ifade edilen bir çizgi üzerindedir ve yabancı
sermayeye karşı tutumu da hiçbir zaman bir red
tutumu değildir.
Bütün bunların altını en baştan çizmemizin nedeni,
Türkiye’nin 1945’lerden sonra başlayan yeni-sömürgeleşme
sürecinin bir boşluk üzerine oturmadığını ve belli
bir kapitalist yönelim ve birikimin çok önceden
mevcut olduğunu hatırlatmaktır. Bugün, Türkiye’nin
en dibe itilerek kaderine terkedilmiş olan herhangi
bir Afrika ülkesinden farklı olması ve “eksen
ülke” sıfatıyla yeni sömürgeci zincir halkaları
içinde belli bir yer işgal etmesi, kuşkusuz bu
geçmişiyle ilgilidir. Süreç boyunca, “bu reformu
ele almak, bütün ağaları ve eşrafı kaybetmek demektir.
Şimdilik toprak reformu defterini kapadık”(2)
diyerek kırdaki statükoya fazla dokunmadan esas
olarak “hususi teşebbüs erbabınca tesisine imkân
görülmeyen” büyük devlet işletmelerine yönelen
ve bu işletmeleri de “hususi teşebbüs ve sermayeye
çok geniş ve faydalı endüstri imkânları bahşeden”(3)
bir politikayla geliştiren anlayış bu çizgisini
değiştirmemiş, 1929 bunalımı gibi emperyalist
sistemin büyük kırılma noktalarında alınan bazı
özel önlemler dışında özel sermayeye birikim ve
zemin yaratmak, böylece kapitalist dünya ile bütünleşmek,
belirleyici amaç olmuştur. Şüphesiz bu kapitalistleşme
yolu, “bal tutan parmağını yalar” prensibine uygun
olarak yürümüş ve öncelikle rejime sadık politikacılarla
Çankaya ile arasını iyi tutan tüccarları gözetmiştir.
Örneğin, 1935’te, %45’i İş Bankası’na, %27’si
de Ziraat Bankası’na ait olmak üzere bankaların
toplam sermayesi, 6.8 milyar liradır ve özellikle
İş Bankası’nın Bayar’ın deyimiyle “uluslararası
sermaye ile bağları olmayan” ve “ülkede herhangi
bir rol oynamayan”(4) diğer bankaları yutması
genel kural gibidir. Öte yandan Maden Bankası,
Etibank, Sümerbank, Denizcilik Bankası gibi bir
dizi işletme artık doğrudan sanayinin içindedir
ve tekstilden çimento ve şekere dek bir dizi alanda
ciddi büyüklükte işletmeler bu bankalar tarafından
yürütülmektedir. 1939’a gelindiğinde, 113 büyük
işletme toplam üretimin %73’ünü, geri kalan 893
işletme ise %13’ünü sağlamaktadır. Bugün neoliberalizmin
“yük” olarak gördüğü bu büyük devlet işletmelerinin
tümü, o dönemde kurulmuş ve “özel sermayeye” ucuz
girdi ve altyapı sağlayan bir fonksiyon yüklenerek
yeni-sömürgeci sürecin de arkaplanını oluşturmuşlardır.
Bütün süreç boyunca Türkiye’ye yönelen emperyalist
sermaye ihracının sınırlılığı ise, yönetimin ulusalcılığından
çok emperyalist dünyanın kendi iç ilişki ve çelişkileriyle
ya da emperyalist sömürü yöntemlerinin o süreçteki
niteliğiyle ilgilidir. 1929’lardan II. Paylaşım
savaşına değin olan süreç tüm emperyalist-kapitalist
sistemin derin bir kriz içinde olduğu ve genel
olarak emperyalist sermaye hareketlerinin ve dış
ticaret ve yatırımların daraldığı, içe kapanma
eğiliminin geliştiği bir süreç olarak biçimlenmiştir.
Pazar sorununun ise daha çok sömürgelerin zor
yoluyla yeniden paylaşılması temelinde çözümlenmesi
esas alınmıştır. Bu dönemdeki devletçi uygulamalar
ve devlet yatırımlarının yaygınlaşması esas olarak
bu tablonun ürünüdür. Tüm kolaylıklara rağmen
emperyalist sermayenin doğrudan yatırımlarının
çok cılız kalması ve yerli sermayenin ise henüz
zayıf oluşu nedeniyle, kapitalist alt yapının
oluşturulması ve özel sermayenin önün açılması
işi; devletin halktan topladığı vergiler ve diğer
gelirlerle gerçekleştirilen devlet işletmelerine
yüklenmiştir.
Kaldı ki aynı dönemde Türkiye’nin dış borcu da
hatırı sayılır miktardadır: 1938’de 353 milyon,
1945’te ise 1.545 milyon lira...
Sonuç olarak, sonradan gitgide kangrenleşecek
olan bir “parçalanmış mezopotamya” gerçeğini de
arkaplanına alan, daha doğrusu uluslararası dengeler
gereği bu coğrafyanın yalnızca kuzey bölümüne
“razı” olan cumhuriyet, böylece bugüne dek ulaşan
yoluna girmiştir. Daha ayrıntılı bir inceleme
için okur, devrimci sosyalist hareketin başka
metinlerine (özellikle Şafak Yargılanamaz I-II)
başvurabilir; burada, konumuz açısından kısaca
yapmak istediğimiz özet ise herhalde artık anlaşılmış
olmalıdır: Türkiye, II. Paylaşım Savaşı’nın sonuna
gelindiğinde, klasik deyimle bir “muz cumhuriyeti”
ya da kupkuru bir sömürge toprağı değil, emperyalist
sistemle bütünleşmeye az çok hazır bir ticari
sermaye birikimine ve yarım yamalak da olsa altyapı
kurumlarına sahip bir ülkedir. Özellikle 1930-39
arasında Türkiye tarihinde bir daha asla yakalanamayacak
olan %11.6’lık bir büyüme hızının görülmesi, 1925’te
milli hasılanın %9.9’unu oluşturan sanayi kesimi
payının 1939’da %18.3’e ulaşmış olması, hiç küçümsenemeyecek
verilerdir ve şüphesiz bu gelişme özellikle devletle
iş yapan müteahhit ve tüccarlar için de bir anlam
ifade etmiştir.(5) Koç’un anılarında belirttiği
gibi, onu “artık yabancılarla ortak mamul imalatına
girebileceği” düşüncesine ulaştıran bu birikimdir.
Yani bir yandan uygun kredi ve hammadde olanakları
diğer yandan da şimdilik acentalıkla yetinse de
“işi büyütmeye” hazır görünen yeni zenginler vardır.
Bu, hem yeni-sömürgeci ilişkilere geçişi hızlandıran
ve işgalin gizlenmesini kolaylaştıran, hem de
en azından başlangıçta daha yüksek bir gelişme
temposu ve tarımdaki kapalı yapıları yavaş yavaş
çözmenin olanaklarını sağlayan bir unsurdur.
İleri Karakol Türkiye
Türkiye’de bütün bunlar olurken II. Paylaşım savaşı
sona ermiş, dünyanın güçler dengesi ve emperyalist
hegemonyanın unsurları kapsamlı biçimde değişmiştir.
Emperyalizmin III. Bunalım dönemi olarak adlandırdığımız
1945 sonrası sürecin en tipik özellikleri, sosyalist
ülkelerin artık dünyanın yaklaşık 1/3’ünü oluşturuyor
olmalarının (ve bu prestijin etkisiyle artmakta
olan halk savaşlarının) bir sonucu olarak emperyalist
sistemin egemenlik alanlarının olağanüstü düzeyde
daralması, buna karşılık dünyanın yeniden paylaşılmasının
klasik yöntemi olan emperyalistler arası savaşların
önünün yine aynı nedenden ötürü tıkanmış olmasıdır.
Bu, M. Çayan’ın deyişiyle emperyalizmin “en öldürücü”
aşamayı yaşaması demektir.
Bu durum, bilindiği gibi başlıca iki gelişmeyi
dünya planında öne çıkarmıştır: Süreç boyunca
bir yandan “soğuk savaş” söylemi altında kapitalist
üretim, büyük ölçüde askeri ihtiyaçlara ve hegemonyayı
güçlendirmeye hizmet eden diğer teknolojilere
odaklanırken, diğer yandan ise yüzölçüm olarak
daralmış bulunan pazarların hacim olarak derinlemesine
geliştirilmesi amacıyla yeni-sömürgeci ilişkiler
ön plana çıkarılmıştır.
Öte yandan aynı süreç, emperyalist dünyanın güçler
ilişkisini de köklü biçimde değiştirmiş, savaştan
en az zarar görmüş güç olarak çıkan ABD emperyalizmi
İngiltere’nin geleneksel üstünlüğüne son vererek
emperyalist-kapitalist dünyanın hegemonik gücü
olmuştur. Öyle ki, savaş sonrasında Marshall Planı
gibi projelerle Avrupa’yı “onarıp” komünizme karşı
ayağa kaldırmayı amaçlayan ABD, 1962 yılına gelindiğinde,
İngiltere’deki yatırımlar içindeki hisse senetlerinin
%72’sine, Almanya’da %34’üne, Fransa’da ise %45’ine
sahiptir. (6) Aynı biçimde ABD ordusunun da hatırı
sayılır bölümü, özellikle Avrupa ülkelerindeki
üslerde konumlanmış durumdadır. Kısacası, ABD,
sistemin hem patronluğunu hem de jandarmalığını
kesin biçimde devralmıştır. Ekonominin askerileştirilmesi,
genel olarak anti-komünist bir “savaş çığırtkanlığı”nın
üzerine bindirilse de esasen ekonomiyi rahatlatan
bir olgu olarak gelişmiştir. Yani, Paul Baran’ın
çok yerinde olarak belirttiği gibi, Pentagon,
“tehlikenin kendisini değil atmosferini” istemektedir;
bir Pershing füzesinin yapımında toplam olarak
600 şirketin iş yüklendiği düşünülürse, bu anlaşılabilir
bir şeydir. Hatta, ABD ekonomisinin kriz devreleri
ile bölgesel savaşlar ve siparişler arasındaki
ilişki kronolojik olarak bile izlenebilir.(7)
Eski türden kaba sömürgeciliğin tam olarak karşısına
konulmayan ama onunla birlikte ağırlıklı olarak
yürütülen yeni-sömürgecilik ise dönemin ezilen
halklarına dönük başat politikasıdır. “Eğer Batı,
sömürgeciliğin statükonun devamıyla kesintisiz
olarak sürüp gitmesini isteseydi, şiddetli bir
devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye
uğrayacaktı. Başarı kazanabilecek tek politika,
700 milyon bağımlı insanın daha ileri durumda
olanlarına barış içinde bağımsızlıklarını tanımaktı”
diyen eski CIA patronlarından J. Foster Dulles’ın
sözleri durumu yeterince iyi özetlemektedir. “Dış
yardımlar”, krediler ve ortak yatırımlar yolundan
yürütülen bu politikanın özü, bağımlı ülkelerde
az çok palazlanmış yerli işbirlikçilerle çoğunlukla
hafif ve orta sanayi anlamında ortak yatırımlara
girişmek, koruma altında yürütülen bu ilişkiler
yoluyla iç pazarı derinleştirerek sömürüyü artırmaktır.
1929 yılında yalnızca 1.8 milyar dolar olan ABD’nin
dış ülkelerdeki imalat sanayi yatırımlarının 1970’te
32 milyar dolara ulaşması, sermaye ihracının bileşimindeki
bu değişikliğin açık ifadesidir. Aynı rakamlar
petrolde 1.1 (1929) ve 22 milyar dolardır (1970).
Bunun politik alandaki ifadesi ise, yoğun askeri
yardımlar, ikili anlaşmalarla, işbirlikçi yönetimlerle
ve kültürel yayılma ile emperyalist hegemonyanın
bu ülkelerde bir “içsel” olgu haline getirilmesi,
böylece çok daha sağlam bir bağımlılık biçiminin
yaratılmasıdır. O günlerin ABD başkanı Eisenhower’ın
“hükümetimizin elindeki bütün olanakları seferber
ederek dışarıya daha çok özel sermaye akmasını
sağlamak. Bu, bizim dış politikamızın ciddi ve
gayet açık amacıdır; bütün iş, yabancı ülkelerde
böyle yatırımlarımız için yeni ve daha iyi bir
iklim yaratmaktır” derken kastettiği budur. M.
Çayan’ın “gizli işgal” olarak adlandırdığı bu
durum, emperyalizmin bizzat oligarşi içinde bir
güç olarak mevcut olmasıdır. Bu politikanın elbette
bütününü değil ama hiç hafife alınamayacak bir
bölümünü ise Vietnam günlerinin ABD Savunma Bakanlarından
MacNamara çok iyi özetlemektedir: “Askeri dış
yardım yatırımlarımızdan aldığımız en büyük karşılık,
ABD ve denizaşırı ülkelerdeki eğitim merkezleri
ve askeri okullarda yetiştirilen seçme askerler
ve uzmanlardan gelmektedir. Bunlar ülkelerinin
gelecekteki liderleri, iş yapmasını bilen ve bunu
liderlik ettikleri kuvvetlere öğretebilecek kişilerdir.”
Türkiye açısından bakıldığında ABD’nin 1945 sonrasındaki
ilgisinin nedenleri başlangıçta biraz “askeri”
kaygılara dayalıymış gibi görünse de durumun aslında
pek de öyle olmadığı kesindir. Anti-komünist paranoyanın
etkisiyle Türkiye’ye özel bir askeri önem verildiği
doğrudur elbette. Gerçekten de Sovyetler Birliğinin
altındaki Türkiye, olası bir provokasyon merkezi
olarak güçlendirilmiş, bölgedeki gerici rejimlerle
birlikte paktlar kurması sağlanmış ve yine MacNamara’nın
deyişiyle bu durum “ABD’nin savunmasının bir devamı
olarak”(8) algılanmıştır. Türk ordusu kastedilerek
“Cheap Soldier” (ucuz asker) ve “bekçi köpeği”
gibi kavramların üretilmesi, Türk ordu karagahlarında
ABD’li “uzmanların” cirit atması, generallerin
ABD’li çavuşlar tarafından “eğitilmesi” ve hatta
sadece “gerilla savaşları içersinde ve tabur üniteleri
halinde harekât yapacağı için” Harp Okullarının
öğretim süresinin iki yıla indirilmesi girişimleri,
rastlantı değildir. Tümen seviyesine varana dek
her büyük karargaha bir ABD’li danışman ekip (field
team) verilmesi ve Amerikan Askeri Yardım Kurulu’nun
adeta Savunma Bakanlığı gibi çalışması, hep aynı
dönemin olgularıdır. Ama bütün bunların ötesinde
yeni-sömürgecilik, bütünsel bir süreç olarak işlemiştir.
Rockfeller’in 1956’da ABD Başkanı Eisenhower’a
sunduğu raporda Türkiye’yi kastederek söyledikleri
yeterince açıktır: “Hükümet özel sermaye yatırımlarını
özendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını
bilmelidir. Bu tip yatırımlar yardımıyla birçok
siyasal amaca ulaşılabilir. Bu tip özel sermaye
yatırımları, zamanla bütün gayrımeşru muhalefeti
ve politikamıza karşı direnişi ortadan kaldırabilmeli
ya da nötralize edibilmelidir. Ayrıca bizi desteklemekte
kararsız ya da sallantılı bütün özel girişim ve
çıkar çevrelerini etkilemelidir. Aynı zamanda
ABD ile işbirliğine hazır yerli iş adamlarına
yardım artırılmalı ve böylece bu iş adamlarının
ilgili ülkenin ekonomisindeki kilit noktalarını
ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerini
artırmaları sağlanmalıdır”(9)
Gerçekten de 1945’ten sonra başlayan ve sayıları
bile bilinmeyen ikili anlaşmalar sonucunda bir
yandan Türkiye ekonomisini yeniden düzenlenirken,
diğer yandan da yoğun bir işbirlikçi kadrolaşma
yaratmaktadır. Türkiye’de DPT’de çalışmalar yapan
bir ABD uzmanının deyişiyle “on yıldan fazla bir
süredir Türkiye’de faaliyette bulunan ABD Yardım
Programı, şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır.
Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir
Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık, bir kamu iktisadi
teşekkülü hemen hemen kalmamıştır.”(10)
Bu artık, tam da bir zamanlar İsmet İnönü’nün
“bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden Washington’un
haberi oluyor” dediği durumdur ve Türkiye artık
ABD üniversitelerinde yetişmiş parlak “prensler”e
alışmaya başlayacaktır. Esasen ta 1920’lerden
beri adım adım emperyalizmle işbirliği yoluna
giren Türkiye, 1950’lere geldiğinde Adnan Menderes’in
deyimiyle “Amerika ne verirse alacak ne yaparsa
kabul edeceğiz” noktasına gelmiş ve Kore macerasına
dahil olarak NATO üyeliği de “hak edilmiş”tir.
Çarpık-Bağımlı Sanayileşme
Amerikan Missouri zırhlısının boğazda törenle
karşılanıp şerefine hatıra pulları bastırıldığı
günler, artık aynı zamanda Türkiye’nin “kalkınma
hamlesi”nin başladığı günlerdir. Özellikle Standart
Oil Şirketinin Başkan Yardımcısı ve ABD Dışişleri
Bakanlığı Danışmanı Max Weston Thornburg’un kapsamlı
raporundan sonra süreç hızlanır. Tek parti döneminin
“devletçiliğinin” ne kadar büyük bir tehlike olduğunu
belirleyerek işe başlayan ve bütün büyük sanayi
girişimlerini lüzumsuz ilan eden Thornburg’un
asıl vurgu yaptığı konu, tarımdaki feodal ve yarı-feodal
parçalanmışlığı ve kentlerdeki henüz bütünsel
bir yapı ve gelişkinlik düzeyine ulaşmamış olan
kapıyı ifade eden “yüzlerce küçük Türkiye’den
oluşan” Türkiye’nin pazar bütünlüğünün gerçekleştirilmesidir.
Gerçekten de ABD yardımlarının da etkisiyle ilk
ele alınan konu haberleşme ve ulaşım olmuş, Karayolları
Genel Müdürlüğü gibi büyük kurumlar bu dönemde
kurulmuş ve bugün bile kullanılan bütün büyük
karayolları hızla inşa edilerek limanlar, vb.
düzenlenmiş, enerji alanında da ciddi adımlar
atılmıştır. Dış yardımlar da giderek daha fazla
sanayi alanına kaymış, 1949-1969 arasındaki toplam
yardımın 945 milyon doları İktisadi Kalkınma Hibe
Yardımı, 555 milyonu Program Kredileri, 501 milyonu
proje kredisi olarak Türkiye’ye girmiştir. Bu
arada askeri yardımların da özel sektöre yönelik
fonlar içerdiği biliniyor. Örneğin 1950’lerde,
besin yardımı adı altında Türkiye’ye satılan ABD
tarım ürünü fazlasının karşılığı Türkiye’deki
ABD personeline harcanmakta, kalanı ise Cooley
Fonu adıyla sermayesinin en az %20’si ABD’li olan
şirketlere kredi olarak verilmektedir; ki 1949-1966
arasında bu fonun miktarı 489 milyon dolardır.
IMF ve diğer uluslararası fonlarla tanışma da
bu dönemdedir. IMF, 1947’de 5 milyon, 1952’de
10 milyon 1953’te ise 20 milyon dolarla kapıyı
açmıştır. Dünya Bankası da aynı süreçte 20 milyon
dolardan fazla kredi verir. Ayrıca Avrupa Ödemeler
Birliği (EPU) de 55 milyon dolarla sürece katılır.
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “Türkiye’de
harcanmış her dolar verimli bir toprağa ekilmiş,
refah ve bereket tohumları verecek bir tohum gibidir”
nutukları eşliğinde başlayan yoğun borçlanma süreci,
daha sonraki elli yıl boyunca kesilmeden devam
edecektir.
Tabii bütün bunların 1940-45 yılları arasında
Türkiye ekonomisinin yaşadığı büyük bir durgunluğun
ardından gelmesi de önemlidir; gerçekten de Türkiye,
bu yıllarda, tarihinin en ahlaksız haraç harekâtı
olan “varlık vergisi” yoluyla bile düzeltemediği
derin bir kiz içindedir.
Bütün bu hibe ve borçların dağılımını düzenlemek
için Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın kurulması
da aynı döneme denk düşer. Tüzüğü bile Dünya Bankası
uzmanları tarafından yazılan bu banka, şüphesiz
dış kredileri “Hazreti Ömer adaleti”yle dağıtmamakta,
örneğin 1954’te toplam kredilerin %56’sı şirket
sayısının %12’sini oluşturan 35 büyük şirkete
giderken geriye kalan %88’i ise işin sadakasını
almaktadır. Bankanın 1950-59 arasında dağıttığı
toplam kredi ise 341 milyon dolardır.
Aynı süreçte, “köhnemiş eski kafalıların tasfiyesi”ne
bağlı olarak Türkiye’nin yabancı sermaye yasaları
da yeniden düzenlenmiş, böylece örneğin 1951’den
1965’e kadar Türkiye’ye giriş yapan yabancı sermaye
494 milyon dolar olmuştur. Bu sermayenin önemli
bir bölümü de (217 milyon dolar) şüphesiz nakit
değil, patent ve makine türü yatırımlardır ve
%85’i de imalat sanayiine yatırılmıştır. Yine
1951’de transfer edilen kârların yatırılan sermayeye
oranı %0.6 iken 1965’te %143’e ulaşması son derece
çarpıcıdır. ABD sermayesinin yayın organı Journal
of Commerge, o zamanlar açıkça, “bazı ülkelere
sözde milliyetçi gruplar yabancıların kendilerini
sömürdüğünü öne sürüp bunların sınırdışı edilmesini
isterken, Türkiye tam tersine petrollerinin değerlendirilmesi
yolunda kapılarını yabancı sermayeye açmaktadır”
diyerek Bolivya ve İran’a Türkiye’yi örnek göstermektedir.
Ayrıca yabancı sermayenin durumu kontrol edebilmesi
için yoğun yatırımlar yapmasına da gerek yoktur
aslında; çünkü bütün bu işler etkin bir koruma
altında, ucuz girdiler, ucuz devlet kredileri,
vergi muafiyetleri ve ucuz işgücü kullanmakta
ve yatırılan sermayenin büyüklüğünden daha geniş
bir alanı denetlemektedir. Hatta Rozaliev’in yerinde
olarak belirttiği gibi bazen “sermayesi %100 yerli
olan firmalar bile, çok kez yabancı bir adı kullanmaktan
başka bir anlama gelmeyen bir patent hakkı yüzünden
yabancı firmaların denetimi altına girebilmektedir.”
(11) Örneğin Stefanos Yerasimos’un verdiği rakamlara
göre 1968’de emperyalist metropollere yapılan
toplam kâr transferinin %24.6’sı patent hakkından
doğmaktadır ve Berec, Ytong, Marley gibi örneklerde
kâr tamamen patent hakkına dayanmaktadır. Kaldı
ki, yabancı sermaye olgusu salt nicel bir olgu
da değildir. Ülkedeki sınai ve sosyal gelişme
arttıkça ortaya çıkan büyük pazar karşısında yetersiz
kalan yerli-küçük girişimler de yabancı sermayeye
teslim olmakta ve içinde tek kuruş dış kaynak
olmaksızın da firmalar dışa bağımlı olabilmektedir.
Bir Sürecin Resmi Tanımı:
İthal İkameci Sanayileşme
“Daha önce yurtdışından ithal edilen malların
uygulanan koruyucu ve özendirici önlemlerle yurtiçinde
üretilmesi” olarak tanımlanan(9) “ithal ikamesi”
kavramı, şüphesiz bu durumu ifade etmek için pek
dürüst bir kavram değildir. İlk bakışta çok “ulusal”
bir kalkınma yoluymuş gibi görünen bu strateji,
emperyalizmin yeni-sömürgecilik politikalarının
dönem boyunca uygulanan temel sömürü modelinin
adı olmuştur. Ve bu anlamda modelin temel mantığı,
emperyalist şirketlerle ortak olarak kurulan her
üretim alanının gümrük duvarları, vergi kolaylıkları
ve o malın ithaline getirilen kotalarla korunması;
ucuz girdiler ve ucuz işgücüyle rahatlatılmasına
dayanır. Böylece, düşük yatırım miktarlarıyla
bir tür yapay kâr cenneti yaratılırken, dikensiz
gül bahçesinde ya da “oksijen çadırı”nda hızlı
bir gelişme yakalanmakta ve yüksek oranda transferler
yapılabilmektedir. Yani emperyalist şirket, eskiden
son ürün olarak bu ülkeye sattığı malın üretiminin
“belli bir aşamasını” (bu daha çok montaj aşamasıdır
ve bu nedenle kurulan sanayilerde ‘montaj sanayi’,
‘hafif sanayi olarak tanımlanmıştır) son derece
elverişli koşullarda ülke içinde yapmakta ve aynı
malın yerli biçimde üretiminin ya da dıştan girmesinin
önlendiği koşullarda bu durum olağanüstü kârlara
yol açmaktadır. Bu sürece yeni-sömürge ülkenin
çürümüş bürokrasisi ve türlü çeşitli yolsuzluk
biçimleri de girdiğinde her şey kendiliğinden
yoluna girmektedir zaten.
Bu anlamda ithal ikamesi emperyalizmin sermaye
ihracındaki bileşim değişikliğinin bir sonucudur.
İşin bir başka yönü de söz konusu üretim birimlerinin
kuruluşu için gerekli makinelerin ithalatının
çoğu kez yine aynı çokuluslu şirketlerden yapılmasıdır.
Hatta dönem boyunca ABD ile yapılan bütün ikili
anlaşmalara verilen kredilerin Amerika’dan ithal
edilecek makineler için kullanılması zorunluluğu
getirilmiş ve yardım kurulları da bu işleyişi
sıkıca denetlemişlerdir. Böylece sanayi alt yapısı
krediyi veren ülkeye bağımlı hale gelmiştir. Yardım
ve kredilerin ilk başlardaki destekleyici yanı
da budur zaten. Krediler ve yardımların ihracata
oranı üzerinden yapılmış bir hesaplamaya göre,
özellikle Almancıların dövizlerinin gelmeye başladığı
döneme kadar ara malları ve makine ithalinin en
önemli kaynağı bu kredilerdir.(12) Çünkü sömürünün
aslında en önemli alanlarından birini de bu ithalat
oluşturmaktadır; 1953-1960 arasında Türkiye’nin
tüketim malları ithalatı %19.8’den %9.6’ya düşerken,
makine ve teçhizat ithalatının sürekli yükselerek
%44.8’e varması bunun göstergesidir. Sonuç, tam
ve kesin bir bağımlılıktır. 1973 yılı itibarıyla
yapılan bir çalışmanın ortaya çıkardığı gerçek,
tüm imalat sanayiinde dışa bağımlılık oranının
%38, örneğin lastikte %66, kimyada %43 olduğudur.
açıkça anlaşıldığı gibi, ithal ikameci kalkınma
stratejisi, tam ve kesin bir bağımlılığın öbür
adıdır. Üstelik bu bağımlılık, ticari, mali, teknolojik
alanların tümünü kapsamaktadır ve geçmişe göre
çok daha “sağlama alınmış”tır.
Normal Olmayan Tekelleşme ya da “Sıçrama”
Ama yine de, tamamen emperyalist dinamiğin kontrolünde
olsa da bu bir “kalkınma” ve “sanayileşme”dir.
Evet, bağımlılığın ötesinde bu korumalı sanayileşme,
Avrupa’da 100 liraya alınan bir nesneyi 300 liraya
satmak gibi akıldışı bir cennet bahçesine de sahiptir
ama yine de sanayileşme sanayileşmedir! Bu yoldan,
Türkiye örneğin 30’lu yıllarla kıyaslanmayacak
bir kapitalistleşme yaşamış, özellikle 1970’lere
dek geçen sürede belli büyüme hızlarını yakalamıştır.
Örneğin 1963-1967 tarihleri arasında ekonominin
büyüme hızı, %10.8 gibi hiç küçümsenmeyecek bir
rakamdır. Ve bu arada, 1950’de Gayrı Safi Yurtiçi
Hasılanın %45’ini içeren tarımın payı, 1980’de
%23’e düşerken, aynı süreçte sanayinin payı %10’dan
%22’ye yükselmiştir.
Bu sanayileşmenin temel özelliklerinden biri dışa
bağımlılığı ise, diğeri de yarattığı çarpık ve
hastalıklı tekelleşme biçimidir. Çünkü sürecin
en önemli unsurlarından biri, sanayileşmenin emperyalizm
ve işbirlikçi devlet mekanizması tarafından yönlendirilmesidir.
Örneğin yatırılan sermayenin neredeyse yarısına
varan vergi indirimleri, 1970’te çıkarılan yasayla
şirketlerin fabrika-imalathane bina yapım vergilerinden
tamamen muaf tutulması, “vergi iadesi” adıya bilinen
geri ödemeler, gümrük vergilerinin kolaylaştırılması,
vb... dönem boyunca Türkiye’de bir alanda tek
başına yada birkaç firma ile birlikte egemen olmayı
son derece kolaylaştırmıştır. Aynı biçimde büyük
firmalar için banka kredilerindeki bütün vergi
ve harçların kaldırılması, faiz farkı ödemeleri
ve başka bütün kolaylıklar, işbirlikçilerin emrine
amadedir.
Bu mekanizmalardan en önemlisi ise şüphesiz, ülke
içinde üretilen malların ithalatına kotalar yoluyla
belli sınırlar konulması ve tabii alanda emperyalist
çıkarları törpüleyen heveslilerin ortaya çıkması
halinde de bu kotalarla oynanmasıdır. Böylece
son derece az sermaye miktarıyla bir alana girilip
devlet katında “bağlanan” önlemlerle (ki emperyalistler
için bu hiç zor değildir) alana tamamen hakim
olmak mümkün olabilmektedir. Görüldüğü gibi bu
“kalkınma” yolu, aynı zamanda son derece “ekonomi
dışı” faktörleri de içermekte, işbirlikçi politik
yönetimlerin, çürümüş-satılık bürokrasinin de
yoğun katkılarıyla yürümektedir. Bu sistemde herhangi
bir yerel üreticiyi bir gecede ürettiği malın
ithalatını serbest bırakarak, kredilerini dondurarak,
vb. binbir yoldan mahvetmek ve bir diğerini yükseltmek
mümkündür ve pratikte de bu yollar yüzlerce kez
uygulanmıştır. TSKB kredileri, dış yardımdan fonlar
ve bütün diğer kolaylıklar, yalnızca işbirlikçiler
ve büyükler için geçerlidir; sizin girmenizle
herhangi bir alandaki kârlılık oranı düşecekse
örneğin, bir sabah uyandığınızda işlerinizin tersine
döndüğünü görebilirsiniz, vb... “Herkes eşittir”
ama “bazıları daha fazla eşittir.” Çünkü, para
parayı çekmekle kalmaz, “para adamı da çeker”
ve ve o adamlar “suyun başında”dırlar. Tekellerin
kurduğu eğitim kurumları, ABD üniversiteleri için
sağlanan burslar, ikili anlaşmalarla kurumlara
yerleştirilen uzmanlar, uluslararası finans kurumlarında
“yetiştirilip” ihtiyaç halinde ülkeye gönderilen
parlak bürokratlar, şirketlerle devlet kurumları
arasında durmadan iş değiştiren yöneticiler, şirket
yönetim kurullarında bol maaşlarla ödüllendirilen
eski generaller, hepsi bu işler içindir. Özellikle
mali kurumların yönetimlerinin zaman içersinde
parlamenter denetim sürecinden tamamen koparılarak
“bağımsızlaştırılması”, bu bakımdan işleri daha
da rahatlatmıştır, kotalardan ruhsat işlemlerine
ve “plana uygunluk” ölçütlerine dek bütün kriterler
bu güçler tarafından belirlenmektedir.
Bu anlamda Mahir Çayan’ın “emperyalizmin içsel
olgu olduğu” tesbiti, salt politik değil aynı
zamanda iktisadi anlamda da geçerlidir; emperyalist
sermaye odakları, salt kendi elemanlarıyla değil,
alışkanlıkları, çıkar ilişkileri ve tarzıyla da
ülke ekonomisinin ve siyasetinin “içinde” bir
olgu haline gelmiştir giderek. Bütün bunların
hepsi birden, ithal ikameci dönem boyunca, işbirlikçi
burjuvazinin Batı’daki örneklerdeki gibi uzun
bir rekabetçi dönemden geçmeden, dış dinamik ve
iç koruma koşullarında “sıçramalı” bir yoldan
hızla tekelleşmesi sonucunu doğurmuştur. Yani
Türkiye tekelci burjuvazisinin en kodomanları,
bu aşamayı atlamış, atlatılmıştır.
Bu, Rozaliev’in Lenin’den yaptığı bir alıntıyla
anlatmaya çalıştığı şeydir: “Bazen gelişme, yoğunlaşma
yoluyla kartellere açılır -diyor Lenin-, ama her
zaman değil. Bazen senetlerin tahvili yoluyla
birden tröste varılır, örneğin ‘koloni demiryolu
inşasında’... Teknik yoğunlaşma, teknik içinde
ilericidir; mali yoğunlaşma, tekelci sermayenin
geri teknik içinde sınırsız egemenliğini güçlendirebilir
ve güçlendirmektedir.” Bundan hareketle Rozaliev’in
söyledikleri, duruma birebir olarak denk düşüp
düşmediği tartışması bir yana, oldukça önemlidir:
“Lenin’in gelişmiş ülkeler için istisna olarak
işaret ettiği şey, Türkiye’de kural olarak meydana
geliyordu. Mali yoğunlaşma, tempo bakımından sanayideki
yoğunlaşmayı geride bırakıyor ve maddi üretim
alanındaki geri tekniğin egemenliği içinde büyük
sermayeyi güçlendiriyordu. (...) Türkiye’de ince
bir tekelci sermaye katmanının var olması ve büyümesi,
devletin etkin desteği olmaksızın olanaksızdır;
çünkü tekeller, esas olarak, kapitalizmin genel
bunalımının üçüncü aşamasının koşullarında doğmuşlar
ve gelişmişlerdir.”(13)
Sonuç olarak, gerçekleşen şey, normal olmayan
bir yoldan, sıçramalarla oluşan bir tekelleşmedir
ve yaklaşık otuz yıldır THKP-C çözümlemelerinde
sık sık vurgulanan “çarpık kapitalistleşme” kavramının
en önemli ayaklarından biri de budur.
Tarımın Yeni-Sömürgeci Yoldan Çözülmesi
Sürecin çarpıklığının bir başka yanı da feodal
tarımsal yapının burjuva demokratik devrim yolundan
tasfiyesinin gerçekleşmemesi, daha doğrusu yeni-sömürgecilik
koşullarında bunun zaten imkânsızlığıyla ilgilidir.
1935 ile 1971 yılları arasında hiçbiri ciddi bir
anlam ifade etmeyen 13 adet “toprak reformu” yasa
taslağının iz bırakmadan geçip gittiği, tarımdan
alınan verginin aynı süreçte neredeyse sabit kaldığı
(1960’ta bütçenin %0.3’ü) ve yine dönem boyunca
büyük toprak sahiplerinin ellerindeki arazilerin
toplam tarım toprağının %30’una yakınını oluşturduğu
hatırlanırsa, bu söylediğimiz daha iyi anlaşılabilir.
Prof. Cevat Geray’ın son derece yerinde olarak
belirttiği gibi bu mesele “büyük ölçüde siyasal
güçler dengesiyle” ilgilidir. Ama öte yandan,
yine de yeni-sömürgeci kapitalistleşme, tarımsal
yapıyı büyük ölçüde dönüştürmüştür.
Bunu görebilmek için, çok fazla istatistik bilgiye
de gerek yoktur; bugünkü tarımsal yapının elli
yıl öncesinin süreciyle kaba bir karşılaştırılması
bile durumu anlamak için yeterlidir; tarımdaki
feodal ilişkiler büyük ölçüde çözülmüş ve tarımsal
üretim kapitalist pazara neredeyse tümüyle bağlanmıştır.
Yeni-sömürgeci “kalkınma” süreci boyunca tarımı
izlersek, bunun yöntem ve göstergelerini de kolayca
görürüz.
a) Her şeyden önce, daha Thornburg raporundan
beri emperyalist güçlerin vurgusunun “tarıma yönelik
sanayileşme” üzerine yönelmesi ve bugün tarımın
neredeyse ortadan kaldırılmasını öğütleyen Dünya
Bankası’nın 1950 raporunda “tarım öne çıkmalıdır”
diye özel olarak dayatması, esasen feodal-kapalı
yapıların adım adım çözülmesi isteğini ifade etmektedir.
Ancak istenen, “reform” gibi yollar değil, deyim
yerindeyse “zenginleştirerek çözme” yöntemidir,
yukarıdan aşağıya bir operasyondur.
b) Zenginleştirici çözümün ilk adımlarından biri,
özellikle DP döneminde yoğun olarak uygulanan
tarım alanlarını mera ve orman katliamı yoluyla
genişletmektir. 1934 ile 1960 arasında tarım alanlarının
toplam büyüklüğü tam tamına iki misline çıkmış,
Prof. C. Orhan Tütengil’in deyişiyle artık bu
tarihten sonra mevcut toprağın sınırlarına varılmıştır.
Ama bu arada kapitalistleşme sürecinin yarattığı
etkilerden duyulacak hoşnutsuzluğu törpüleyecek
bir memnuniyet de, özellikle büyük toprak sahipleri
bakımından, yaratılmıştır. Yalnızca onlar değil
ama; ekili toprağın birkaç yılda gösterdiği bu
kadar artıştan genel olarak köylü nüfusu da yararlanmıştır,
ki bu operasyonun 1940’lı yılların derin bunalımından
sonrasına denk düşmesi, ciddi bir onarım anlamına
gelmiştir.
c) Ama bu, salt tarım alanlarının yüzölçümsel
genişlemesi anlamına gelmemiş, tarımsal üretimin
bileşimi de aynı süreçte köklü bir değişikliğe
uğramıştır. Daha az teknoloji gerektirmesi ve
dış pazardan çok doğrudan gıda ürünü olarak içe
dönmesi nedeniyle geleneksel olarak kapalı-feodal
ekonominin simgesi sayılan buğday üretiminin düşüşü,
buna karşılık tütün, pamuk, vb. gibi sınai bitkilerin
üretiminin artışı bunun en açık göstergesidir.
1938-1968 arasındaki dönemde buğday ekimi yapılan
topraklardaki artış %78 iken tütün tarımındaki
artış %196, pamukta ise %138’dir. Aynı yıllar
içersinde örneğin pamuk üretimindeki verimlilik
arışı da %185’tir. Yine 1949’dan sonra buğday
ithalatına başlanırken tütün ve pamuk, toplam
tarım ürünleri ihracının %55’lere çıkar. Bu tür
ürünlerin en önemli özelliğiyse kapalı yapıyı
çözücü nitelikte olmalarıdır; çünkü bu ürünler,
buğdaydan farklı olarak kapitalist pazara çıkmaksızın
kapalı ekonomik yapılar içersinde tüketilemezler
ve hatta fiyatlar uluslararası tekeller tarafından
belirlendiği için doğrudan uluslararası kapitalist
işleyişe bağlıdırlar. Bu ürünlerin bir başka özelliği
de, doğrudan paraya dönüşmesi ve basit değişim
ilişkilerini törpülemesi, bir anlamda tüketim
kapasitesini de artırmasıdır. Nitelikleri gereği
bir yandan sanayi üretimini hammadde olarak besleyen,
diğer yandan ise teknoloji ve ilaç-gübreye duyduğu
ihtiyaçtan ötürü yerli ve yabancı burjuvaziye
bağlanan bu ürünler, doğal olarak tefeciliğin
gelişkin biçimlerini yaratmakta, böylece başka
bir kırsal sermaye birikiminin de önünü açmaktadır.
d) Ürün bileşimindeki bu değişikliğin en önemli
sonucu ise tarımdaki yoğun mekanizasyondur. Bu
anlamda 1948’de toplam ithalat içinde %7.5 olan
tarım araçları ithalatının 1955’te birden %34’e
çıkması, 1940’ta bütün Türkiye’de sadece bin olan
traktör sayısının on yıl sonra, 1950’de tam yirmi
üç misli artarak 31 bine çıkması ve 1955’te 40
bin rakamına ulaşması çok çarpıcıdır. Aynı biçimde,
1936’da 104 olan biçerdöğer sayısının 1967’de
7 bin 840 olması ve bu arada traktör, vb ile işlenen
arazi miktarının 1950’de 16 bin 585 hektardan
1976’da 281 bin hektara fırlaması, zırai ilaç
kullanımının, geliştirilmiş tohum kullanımı ve
sulamanın olağanüstü artışı, bütün bunların hepsi,
feodal yapının tedrici çözülmesinin de işaretleridir.
Bu arada toplam kredi miktarı içindeki tarımsal
kredi miktarları da birkaç kez katlanarak artmış
ve tabii doğal olarak bu kredilerin aslan payı
da büyük toprak sahiplerine gitmiştir. Bu ise
tarımdaki “zenginleştirerek çözme” yöntemine hizmet
etmiş, sonradan sanayiye akacak olan birikimlerin,
ağalıktan şirket sahipliğine giden yolların önünü
açmıştır. 1952%de yapılan bir araştırmaya göre,
tarım makinesi sahiplerinin %93’ü makine bedellerinin
%60’ını kredi olarak almaktadır ki, bu durum yerel
politik ilişkiler nedeniyle orta kesimlerin bile
önünü açmaktadır.
e) Bu süreçte genel fiyat endeksleri içersinde
tarım ürünleri fiyatlarının uzun süre yüksekte
tutulması da hem bir politikanın eseridir hem
de büyük toprak sahiplerinin politik gücünün henüz
tekelci burjuvazinin hesaplaşamayacağı kadar fazla
oluşuyla ilgilidir. Boratav’ın 1960-1976 yıllarını
kapsayan bir çalışmasından anlaşıldığı gibi çeşitli
dalgalanmalar yaşansa da dönem boyunca tarım/sanayi
ticaret oranlarında tarımın ciddi bir üstünlüğü
(1960’da 100 olan oran, 1976’da 145’tir) vardır.(14)
Süreç, açıkça bir çatışma ve uyum diyalektiği
içersinde yürümektedir. Yeni-sömürgeci düzenin
çarkları oturmaya başladıkça, ekonomik ve politik
düzeyde güç kazanan burjuvazi, yavaş yavaş, mevcut
oligarşik ittifakı bozmadan, işleri kendi yönüne
doğru yontmaya başlamaktadır. 1968’den sonra özellikle
başlayan bu girişimlerde tarımsal kredilerin toplam
kredilere oranı gerilemese de yerinde saymaya
başlıyor, tarım ürünleri fiyatlarındaki artışlar
özellikle 70’li yılların ortalarından sonra ciddi
biçimde (tütün, 1973’te %24.6 iken 1977’de 13.8’e,
buğday 21.2’den %11.5’e) düşerken bir “altın devir”
bitiyor. Buna karşılık sanayi üretiminin ulusal
gelirdeki payı artıyor. 1963-1972 arasında tarımın
büyüme hızı %3’lerde gezinirken imalat sanayiindeki
hız %9’dan aşağı düşmüyor.
f) Ancak tarımın ülke ekonomisindeki payı azalırken
aslında bu durum, en azından uzun süre, mevcut
ittifakı zorlayan bir unsur olmamıştır. Çünkü
tarımın payı genel olarak azalmakla birlikte bu
gelirin iç paylaşımının büyük toprak sahiplerine
giderek daha fazla zenginlik sağladığı kesindir.
1960’lı yıllarda örneğin toplam tarımsal gelirin
üçte birini işletmelerin %3’ü alırken geri kalan
üçte ikiyi ise tarım nüfusunun %97’si paylaşmaktadır.
Dolayısıyla, özellikle yeni döneme uyum göstererek
tarımdaki birikimlerini ticarete ve sanayiye aktarmaya
eğilimli olan büyük toprak sahipleri açısından
ciddi bir sorun bulunmamaktadır. Bu süreç aynı
zamanda büyük toprak feodallerinin büyük tarım
kapitalistlerine dönüşme süreci olmuştur. Feodal
ve yarı-feodal tarım işletmeleri ise büyük kapitalist
tarım işletmelerine dönüşmüştür.
Genel Sonuç: Oligarşinin Çatışmalı Bütünlüğü
Sonuç olarak, yeni-sömürgeci/bağımlı kapitalistleşmenin
ilk dönemi, tarım alanına bir aşamalı çözülme
süreci olarak yansımış, kesinlikle bir demokratik
devrim/dönüşüm yolundan değil, yukarıdan aşağıya
kapitalist ilişkilerin sızması biçiminde gerçekleşen
bu çözülme, politik dengeleri koruyan bir nitelik
göstermiştir. Tarımdaki toprak büyük toprak mülkiyetinin
özüne asla dokunmayan bu uygulama, öte yandan
kapalı-feodal yapıları zaman içersinde tasfiye
etmiş ve kapitalist pazara bağımlı bir üretim-dolaşım
sistemi yaratmıştır. Bu, Çağlar Keyder’in çok
yerinde olarak belirttiği gibi, bu, “bir üretim
tarzından diğerine geçiş olarak değil”, “bir üretim
tarzının hakimiyetinden diğerinin hakimiyetine
doğru” gerçekleşmiştir. Dış yardımlar ve tarım
üretime sağlanan kolaylıklar nedeniyle bu geçişin
sancıları da kısmen azaltılmış, böylece oligarşik
diktatörlük içindeki zoraki bütünlük yeni-sömürgeciliğin
bu ilk dönemi boyunca devam ettirilebilmiştir.
Çarpık gelişmiş tekelci burjuvazi ile tarımda
korunan statükonun en önemli ayakları olan büyük
toprak sahipleri ve tefeciler arasındaki ilişkinin
zoraki niteliği, şüphesiz çıkarların birbiriyle
çatışmasından kaynaklanmaktadır ama buna karşın
işbirlikçi tekelci burjuvazinin henüz duruma tek
başına hakim olabilecek gücü de bulunmamaktadır.
Ancak artık bu ilişki bir “eşitler ilişkisi” de
değildir; işbirlikçi tekelci burjuvazi (ki bunların
bir bölümüde büyük feodallerin kapitalistleşen
tarım işletmeleri içinde elde ettikleri birikimleri
sanayiye yatırmaları sonucu oluşmumuştur, yani
tarım kökenlidir), gitgide artan bir hızla süreçteki
ağırlığını ortaya koymakta ve şimdilik iktidarı
paylaşsa da sömürünün esas payını kendisine ayırmakta,
bütün mekanizmalara hakim olmaktadır. Bu alandaki
asıl köklü bunalım ve yeniden biçimlerme ise daha
çok bağımlı kapitalistleşmenin tıkandığı bir sonraki
dönemde gerçekleşecek ve esas olarak 80’lere doğru
gelindiğinde işler değişmeye başlayacaktır.
Kırda Değişim ve Sosyal Sonuçlar
Yeni-sömürgeciliğin bu ilk dönemi (1945-1980 süreci)
boyunca kırda gerçekleşen sosyal-politik değişiklikler
ise çok kısa olarak birkaç maddede özetlenebilir:
a) Büyük toprak sahiplerinin bir kesiminin kentlere
ve ticari hayata kaymaları bu sürecin sosyal sonuçlarından
birincisidir. Beşikçi’nin 1969’daki bir araştırmasında
belirlediği gibi özellikle Kürt illerindeki ağaların
toprağın %30’unu elinde tutan bir azınlığı artık
kentlerde yaşamaktadır ve bu eğilim hızlanmaktadır.
Bu kesimin salt hovardalıkla yetinmeyen bir azınlığının
giderek ticari ve sınai alana kaydığı da kesindir.
Ayrıca 70’lere doğru gelindikçe bu eğilimin farklı
bir uzantısı olarak tarım dışındaki sermayenin
de tarımsal ürünlerin işlenmesi temelinde tarımla
ilişkilendikleride görülmektedir. Özellikle hazır
gıda alanında çalışan şirketlerin çoğaldığı bilinmektedir.
b) Bu arada tarımdaki toplumsal yapının eski dar-kapalı
biçimleri daha çeşitlenmesi ve geçişkenlik kazanması
dönemin bir başka özelliğidir. Yeni-sömürgeci
çözme yöntemi, tarımın eski tekdüze hayatını sarsmış,
kırsal alanda yeni gelir ve yaşam biçimlerini
mümkün kılmıştır; bir yandan büyük mülkleri kapitalist
temelde dönüştürerek artıran yeni süreç, toprağın
giderek daha verimlileşmesini de sağlayarak en
azından bir süre için endüstri bitkileri alanında
küçük üreticilerin önünü açmıştır. Verimlilik
artışından kaynaklanan bu kısmi rahatlık gerçi
geçici olmuştur ama yine de belli bir yatıştırıcı
olarak iş görmüştür. Ayrıca araştırmalar yeni
süreçle birlikte köylerde tarım dışı meslek gruplarının
ve küçük ticari işlerin yaygınlaştığını, bunların
da belli bir canlılık yarattığını göstermektedir.
c) Sürecin en önemli ve dramatik sonucu ise milyonlarca
insanın tarımdan koparak kentlere yığılması ve
yoksullaşması olmuştur. Tarımda gerçekleşen mekanizasyon
ve verimlilik artışına karşılık toprağın belli
ellerde yoğunlaşmasının daha da belirginleşmesi,
özellikle küçük üretim yoluyla endüstriyel bitkilerin
üretilmesinin yaygın olmadığı bölgelerden büyük
bir göç dalgasını başlatmış, toprağın yetmediği
ya da elden kaptırıldığı her noktada büyük insan
toplulukları büyük kentlerin kenarlarına yığılmıştır.
Tabi bu kesimlere birde tarımda makineleşme sonucu
artık kendilerine ihtiyaç duyulmayan büyük yoksul
topraksız köylüler -marabalar, yarıcılar vb.-
kitlesi de eklenmiştir. Elbette bu göç dalgası,
kentlerdeki kapitalist üretim birimlerinin emici
kapasitesinin bir sonucu olarak değil, kırın yoksullaşmasının
insan yığınlarını püskürtmesi olarak gerçekleşmiş
ve çarpık bir kentleşmenin yolunu açmıştır. Birinci
büyük göç dalgası olarak adlandırılabilecek bu
sürecin bir sonucu olarak 1950-1975 döneminde
kırsal nüfus oranı %81.6’dan %58.2’ye düşerken
kent nüfusu %18.4’ten %41.8’e yükselmiş ve bu
eğilim daha sonraki dönemlerde de sürekli olarak
artmıştır. Aynı dönemde başka ilde doğan insanların
genel nüfusa oranı da belirgin bir artış göstermiştir.
Sonuçta, örneğin 1968 yılı gibi erken bir tarihte
bile, hiç göç vermemiş köy oranı toplam köylerin
dörtte birinden azını oluşturmaktadır. Yine göçün
kaynağı da zaman içersinde değişmiş, önceleri
Batı ve Orta kesimlerden gelen göç dalgalarına,
1965’ten sonra feodal yapıların çatırdamasına
paralel olarak Kürdistan da katılmıştır. Daha
sonra gelen ikinci büyük dalga ise Almanya yönüne
doğrudur ve önce kente henüz göçmüş köylüleri,
daha sonra da doğrudan köy nüfusunu emen bu çekim
merkezi, hatırı sayılır bir insan topluluğunu
çekip götürmüştür. Her iki durumda da kentlere
giden insanlar, düpedüz kır yoksulluğuna oranla
nisbeten daha “iyi” sayılabilecek koşullarla karşılaşmışlar,
bu durum da onların politik davranışlarına dek
yansımıştır.
d) “Operasyonun sertliği, zırai nüfus bakımından
ağrılı olmuştur. Geri bir düzen içinde geçimini
sağlayan ortakçılar, kiracılar ve hatta bir kısım
küçük mülk sahipleri kendilerini birden yeni düzen
içinde tarım işçisi olarak bulmuşlardır.”(15)
Tarımda kalanlar açısından ise durum işte böyledir.
Gerçekten de yeni-sömürgeciliğin bu ilk döneminde
topraksız köylülerin oranı gitgide artmakta ve
yoğun bir tarım işçiliği yaşanmaktadır. Tam işçiliğin
dışında yarı-üretici yarı-işçi statüsünde olanların
tam sayısını bilmek mümkün olmamakla birlikte,
1950’de topraksız ailelerin toplam tarım nüfusuna
oranı %14.5 iken 1973’te bu oranın %21.8 olması
çarpıcıdır. Yarı-işçilerle birlikte bu nüfus,
tarım nüfusunun %50’den fazlasını oluşturmakla
birlikte milli gelirden aldıkları pay %9’u geçmemektedir;
yani tam olarak bir “diptekiler” grubu söz konusudur.
e) Geniş aile yapısının parçalanarak dağılması
da aynı sürecin bir başka sonucudur. Daha 1968
yılında bile köylerdeki çekirdek aile oranının
%55 rakamıyla Türkiye ortalaması olan %59’a yaklaşması,
eski türden geniş-koruyucu aile yapısının tarımdaki
bitişini göstermektedir. Tahmin edileceği gibi
bu zayıflama, büyük toprak sahibi kesimlerde daha
az ve topraksızlarda daha fazladır. Büyük toprak
sahibi kesimlerde %22 olan çekirdek aile oranı
az topraklılarda %58’dir, ki bu da büyük bir işçileşme
ve göç-kopuş hareketinin yaşandığını göstermektedir.
f) Tarıma dayalı kalkınma politikası, tabii ki
sadece traktör sayısındaki artış anlamına gelmemiş,
kırdaki genel verimlilik yükselişi ve “köylünün
cebinin para görmesi” diye anılan “zenginleşme”
dönemi, sadece büyük toprak sahiplerini memnun
etmemiş, genel sosyal göstergeleri son derece
çarpık biçimde de olsa Kemalist dönemle kıyaslanmayacak
ölçüde yukarıya çekmiştir. 1938-1950 arasında
bir kuruş artmayan tarımdaki milli gelir, ilk
kez bir artış göstermiş, en azından yollar, okur-yazarlık
oranı, elektrik kullanımı, hastane-yatak sayısı
gibi alanlarda kısmi gelişmeler yaşanmıştır. Bütün
bunların normal bir kapitalist ülkeyi bırakın
Türkiye’nin büyük kentleriyle bile karşılaştırılması
mümkün değildir ama ne olursa olsun, yüzlerce
yıllık geri yapılanmanın içinden gelen bu coğrafyada
bir anlam taşımıştır. Sonraki dönemlerde dayanıklı
tüketim mallarının, beyaz eşyanın, TV ve otomobil
gibi araçların kırsal kesime doğru yayılması,
bu eğilimi beslemiş ve sonuçta eski dar ekonomik
hayata oranla suni-dengeyi de destekleyen bir
gelişme -nisbi refah duygusu- illizyonu oluşmuştur.
g) Öte yandan kırdaki nüfus azalması sadece metropollere
doğru bir hareket anlamına gelmemiş, küçük yerleşim
birimlerinin belli bir ölçüde azalmasıyla birlikte
genel olarak kırsal alanda da bir toplulaşma yaşanmıştır.
1925’lerden 1970’e uzanan süreçte, köy sayısı
40 binden 35 bine gerilerken, bucak ve kasaba
sayılarında bir buçuk misli artış görülmüş, nüfusu
150’den az olan yerleşim birimlerinin sayısı 1935-1975
arasında yarı yarıya azalmıştır. Kapitalist ilişkilerin
kıra nüfuz etmesiyle gerçekleşen bu olay, bir
yandan da belli bir kontrol mekanizmasını ortaya
çıkarmıştır.
h) Bu kontrol mekanizması, politik açıdan canalıcı
önemdedir. Çünkü ulaşım-haberleşme ağının yaygınlaşmasıyla
birlikte bu toplulaşma, devlet iktidarının ideolojik
ve baskıcı aygıtının en ücra köşelere dek yayılması
anlamına gelmiştir. Yeni-sömürge kapitalistleşmesinin
pratik bulmadığı demiryolları uzunluk ve taşıma
açısından günden güne erirken, 1948’de 9 bin km
olan devlet karayollarının uzunluğu 1963’te 34
bin 586 km’ye ulaşmış, köy yolları ise salt 1963
ile 1967 arsından üç misli artmıştır. Bu durum
bir yandan sosyal hayatı renklendirip ekonomik
canlanma sağlarken diğer yandan da oligarşik diktatörlüğün
merkezi otoritesini bütün coğrafyaya yaymasını
sağlamıştır. Yeni-sömürgeciliğin siyasal düzeneğini
olarak yukarıdan aşağıya doğru faşist bir devlet
yapısının inşası (sömürge tipi faşizm) bu koşullarda
oldukça uygun bir zemin bulmuştur. Kentlere yığılan
ve hiç bir demokratik mücadele deneyimine sahip
bulunmayan emekçiler daha ilk andan itibaren sıkı
biçimde halk hareketlerine karşı çok yönlü olarak
örgütlenmiş ve merkezileştirilmiş bir devlet yapısı
ile karşı karşıya kalmıştır. Yoksul ve örgütsüz
emekçilerin toplumsal davranışlarına “büyük”,
“güçlü”, “herşeye kadir” devlet anlayışı egemen
hale getirilmiştir.
i) Bu merkezi otorite, aynı zamanda geleneksel
aşiret yapılarını da en azından ekonomik anlamda
oldukça zayıflatmış, daha doğrusu yerel egemenlik
alanlarını sınırlayarak oligarşinin resmi kurumlarının
kırsal hayata nüfuz etmesini beraberinde getirmiştir.
Mevcut statükoyu çok fazla zorlamayacak oranda
da olsa yerel hukuk ve idari işleyiş merkeze bağlanmış
ya da tam doğru bir anlatımla söylersek bu yerel
işleyişlerin merkezi iktidar için tehlikeli olmasının
önünü büyük ölçüde kesmiştir. Bir yandan en gerici
ideolojik akımları ve diğer üstyapısal kurumları
muhafaza eden oligarşik diktatörlük, diğer yandan
ise kendisini hem ideolojik alanda hem de günlük
zor kullanımı alanında kırsal bölgeye yaymıştır.
Böylece en gerici tarikat örgütlenmeleri ve aşiret
ilişkileri ile tarımın modernizasyonu aynı süreçte,
bir arada yürüyebilmiştir. En büyük gerici tarikat
olan Nur grubunun, bütün süreç boyunca DP-AP geleneğinin
destekçisi olması ve özellikle yerel düzeylerde
yağlı kapıları da tutması rastlantı değildir.
j) Kısacası, yeni-sömürgeci ilişkinin ilk döneminin
tarım ve köylülük üzerinde yarattığı sonuçlar,
geleneksel yapıların ve feodal üretim ilişkilerinin
aşama aşama çözülmesi ama buna karşılık üstyapıdaki
mevcut gerici statükonun ise çok yavaş biçimde
değişimi üzerine kuruludur. Bu durum, tarım alanındaki
milyonlarca insanın yaşam biçimlerinin paramparça
edilmesi anlamına gelmiş, bir yandan kentlere
yığılan, diğer yandan da kırsal alanda tutunmaya
çalışan insanlar sonuçta büyük bir sosyal-siyasal
çalkantının içine düşmüşlerdir. 1970’lerde sürecin
tıkanma noktalarına gelindikçe üretici mitinglerinin,
toprak işgallerinin boy göstermesi ve bunların
devrimci güçlerle buluşması bu bakımdan rastlantı
değildir.
Çarpık Kentleşme ve Toplumsal Bilinç
Yeni-sömürgeci düzenin Türkiye’de yarattığı en
önemli sosyal sonuç, şüphesiz milyonlarca insanın
metropollere yığılmasıyla sonuçlanan büyük göç
dalgalarıdır. On-onbeş yıl gibi kısa bir sürede
büyük bir hızla gerçekleşen iç-göç, kısmen bölgesel
merkezlere yönelse de büyük ölçüde metropol nitelikteki
üç-dört ili hedef almış, sonuçta büyük bir şişme
gerçekleşmiştir. Daha 1970’te Ankara, İstanbul
ve İzmir, toplam şehir nüfusunun %31’ini barındırır
hale gelmiş, özellikle İstanbul bu konuda başı
çekmiştir. 1963’te 10’dan fazla işçi çalıştıran
işletmelerin %45’i, ticari işletmelerin %50’si
ve ticari işlemlerin %56’sı bu şehirdedir. Aynı
tarihlerde dört büyük il, imalat sektörünün %61’ini,
ticaretin %72’sini ve üretilen katma değerin %82.9’unu
kapsamaktadır. Kapitalizm, aslında her zaman ve
her yerde başlangıçta son derece düzensiz ve çarpık
kentler yaratır; Marks’ın deyimiyle “doğal olarak
büyümüş kentlerin yerine bir gecede oluşan, modern,
endüstriyel kentlerin geçmesi” kapitalizmin en
tipik özelliğidir. Ama yeni-sömürge Türkiye’nin
kentleşme gerçeği, bu endüstriyel kentler tarifine
de uygun değildir. Çünkü, her şeyden önce, bu
yığılma, kentlerin “çekim gücü”nden çok kırların
“püskürtmesi”yle oluşmuştur. 1960 ile ‘70 arasındaki
açıklanan sanayileşme hızı %7 iken kentleşme hızının
%18 olması, bunun açık göstergesidir; yine örneğin
1963 itibarıyla İstanbul’daki işçi çalıştırma
kapasitesi 154 bin civarında iken aynı yılda kente
gelen insan sayısının birbuçuk milyona yakın olması
da aynı gerçeği gösterir. İzmir için de durum
böyledir. Adana’da ise aynı tarihte dışardan gelenlerin
sayısı kentte doğmuş olanların tam dört katıdır.
165 bin göçmene karşın kentin çalıştırma kapasitesi
15 bini geçmemektedir. Yani sonuçta, “kayıp” bir
nüfus vardır ortada. Çarpık gelişme kırlardaki
milyonlarca insanı yurdundan etmiş ama bu insanları
ne mekan olarak ne de üretim-istihdam kapasitesi
olarak kapsayabilecek bir kapasite de üretmemiştir.
Bu, kendisini son derece çarpık bir gelir tatblosuyla
ortaya koymakta, örneğin İstanbul’da, kent nüfusunun
%20’si gelirin %69’una el koyarken, %60’ı ise
gelirin %10’una sahip olabilmektedir.
a) Bunun en başta gelen sonucu ise ekonominin
marjinal alanlarına yoğunlaşan yüzbinlerce insanın
çarpılmış hayat biçimleridir. Bugün enformel sektör
olarak tanımlanan belirsiz işler kategorisi konusunda
daha 1980’de Cumhuriyet gazetesinde yapılan bir
araştırma, İstanbul’da yaklaşık bir buçuk milyon
insanın “normal” işçilik dışında yollardan hayatını
kazandığını ortaya koymaktadır. Daha öncelerinde,
1965’te bile toplam tarım-dışı işgücünün %48’inin
bu kategoride olduğu belirlenmektedir, ki DİE’nin
rakamları bu bakımdan sağlıklı değildir; çünkü
işsizlik belirlemesi “iş arayanlar” üzerinden
yapılmaktadır; oysa bu yüzbinlerce insan kendisini
“iş sahibi” olarak görmektedir. Yani kırlardan
koparak kentlere yığılan nüfus, buralarda tamamen
açlığa mahkum olmamakta, bir biçimde ekonominin
“kıyısında” durumu idare edebilmektedirler, çünkü
esas olarak çarpık-sıçramalı tekelleşme, ekonomik
hayatın yüzlerce yan sektörünü, ara aşamalarını
açıkta bırakmakta ve buralarda insanların geçimini
sürdürebilmesi mümkün olmaktadır. İ. Tekeli’nin
deyimiyle “şehirde modern kesimin dışında, bu
kesim tarafından emilemeyen bir kesim kalmaktadır...
Bu grup, şehirde büyük toplumsal bunalımlar doğurmadan
varlığını korumaktadır. Şehrin modern kesimlerine
hizmet ederek, yeni iş imkânları bularak, daha
çok kendi emeklerine dayanan, düzensiz, örgütlenmemiş
iş olanaklarından yararlanarak şehirde geçimlik
bir gelir düzeyine ulaşabilmektedir.” Başka bir
deyişle söylersek, ekonominin örgütlü sektörleri,
örgütsüzlüğe de alan bırakmakta, örneğin “boya”
sektörü yabancı markaların denetimi altında olsa
da “boyacılık” denilen iş bu kontrolün dışında
kalmaktadır, vb... F. Başkaya’nın deyimiyle “sondan
başlayan” sanayileşme süreci, ara aşamaları ortada
bırakmaktadır.(16) Üstyapıda süren feodal (hemşerilik,
akrabalık) ilişkilerinin de katkısıyla kırdan
tamamen mülksüz olarak gelen insanlar bile böylece
kent hayatının köşelerine tutunabilmekte, hatta
münferit örneklerde de olsa sınıf atlama olanaklarına
bile kavuştukları olmaktadır. Kentin belli iş
alanlarının bugün bile hâlâ belli hemşerilik ilişkilerinin
elinde olduğu bu çerçevede hatırlanabilir. Sonuçta,
maruz kaldıkları sömürü oranı sanayi işçilerine
göre daha yüksek olsa bile, şüphesiz bu insanların
sosyal hayatları kopmuş oldukları kırsal hayata
göre daha katlanılabilir olmakta, “taşın toprağı
altın olmadığı” bir süre sonra daha iyi anlaşılsa
da uzunca bir süre dengeleyici mekanizmalar işlemektedir,
çünkü sonuç olarak insanların değer yargıları
en azından başlangıçta “kırda bıraktıkları yaşantıyla
kıyaslama” yöntemiyle oluşmaktadır. Toplumsal
hareketin en yaygın olduğu 1969’da bile Prof.
Kemal Karpat’ın yaptığı bir genel gecekondu araştırmasında,
insanların en çok %7’sinin “hayatlarından tamamen
hoşnutsuz oldukları” sonucu çıkmaktadır. Çünkü
bu kentleşme olgusunun en önemli sonucu, göçmen
olmanın getirdiği “İstanbul’u fethetme” hırsıyla
yoğun sömürü koşullarının iç içe geçerek yarattığı
bir bilinç çarpılmasıdır.
b) Öte yandan bu tablo, mekan düzeyinde de “gecekondu”
olgusuyla tamamlanmaktadır. Gecekondu ise kategorik
olarak gelişmiş kapitalist ülkelerdeki “sefalet
mahalleleri”nden farklıdır; burada kent hayatında
“kaybedenler”in yığıldığı sefil mekanlar yerine
“kırda kaybetmiş olanların kaderini kentte aradığı”
bir durum sözkonusudur ve bu anlamda bir yeni-sömürge
klasiği olarak gecekondu, kente “uyum sağlama”
aracı ya da en azından çabasıdır. Boş alanlara
hızla ve mümkün olduğunca ucuz yoldan kurulabilen
gecekondu mahalleleri, kentten itilmenin değil
kente yaklaşma, onun içine girme talebinin ifedesidir.
Böylece akrabalık-hemşehrilik ilişkileri üzerinden
oluşan bu mahalleler, zaman içersinde daha dış
çemberlerin, daha yoksul mahallelerin oluşumuyla
“içte” kalmakta, gitgide daha fazla şehir hayatının
bir parçası olmaktadır. Bu, kentin kaymak tabakasına
göre çok alt düzeyde bir hayat olsa da kırdaki
geriliğe ve “yeni gelenlerin hayatına” göre nisbeten
daha “yüksek” sosyal göstergelere denk düşmekte,
böylece, en azından yeni-sömürgeciliğin ilk balayı
döneminde büyük ölçüde bir pasifikasyon aracı
olarak da iş görmektedir.
c) Şüphesiz her biri ayrıntılı incelemelerin konusu
olabilecek çarpık kentleşme olgularından biri
de iş ve mekan düzeyindeki bu büyük alt üst oluşların
yarattığı olağanüstü kültürel çarpılmadır. Zaman
içersinde büyük ölçüde lümpen “iş”lere ve hayat
biçimlerine de açılan bu kapılar, büyük ölçüde
mistisizme ve “şikayet”e dayanan, devrimci sınıf
bilincini bir başka yönden törpüleyen yeni bir
kültür yaratmış ve beslemiştir. Zaman zaman “arabesk”
adı altında salt müzik gibi belli dar alanlarda
ele alınsa da aslında çok daha geniş anlamda bir
hayat biçimine ve “ideoloji”ye denk düşen bu kültür,
klasik anlamdaki sınıf ve kent kültürünün yerini
doldurmuş, sonuç olarak da bir dengeleyici mekanizma
olarak iş görmüştür.
d) Ve nihayet, yeni-sömürge kentleşmesinin dördüncü
önemli unsuru, kırdan püskürtülerek kentlerin
çevresine eklenen insanların, bu kez kırdakinden
daha somut bir biçimde devlet mekanizmasıyla,
zor aygıtıyla karşılaşması, onu, sadece çıplak
şiddet anlamında değil, günlük resmi işlemler,
ulaşım-haberleşme, vb gibi bütün alanlarda da
her an hissetmesidir. Medyayı ve okul dahil bütün
ideolojik araçları da kapsayan bu etki, özellikle
toplu davranışın gücünü daha iyi bilen işçi sınıfı
dışındaki belirsiz kategorilerde daha çarpıcı
olmuş, uzunca bir süre belli bir bilinç çarpılmasına
yolaçmıştır.
İlk Dönemde İşçi Sınıfının Durumu
Yeni-sömürgeci kapitalistleşme sürecinin 1945-1980
arasındaki dönemi kapsayan bu ilk süreci ve özellikle
ilk yirmi yıl, Türkiye tarihinin en yoğun işçileşme
dönemidir. Bütün bu süreç boyunca işçi sınıfı
bir yandan nicel olarak büyümüş, bir yandan da
büyük fabrika birimlerinde bir araya geldiği ölçüde
nitel anlamda da belli bir gelişme göstermiştir.
1950’lerin genel olarak grevsiz ve patlamasız
geçen atmosferinden sonra, 1960’ların tekil grev
ve mücadelelerinden, 1970’in 15-16 Haziran’ına
gelinmiş ve düzenin her tıkanma noktasında giderek
artarak 1979’da onbinlerce işçinin grevde olduğu
şartlara dek ulaşılmıştır. Ancak bu süreç, sancısız
değildir. İç dinamiği sakatlanarak dışa bağımlı
biçimde geliştirilen Türkiye kapitalizmi, işçi
sınıfının gelişiminde de ciddi sorunlar yaratmıştır.
a) Sürecin bir yandan somut çalışma anlamında
insanları işçileştirirken öte yandan da onların
“proleterleşmesini” geciktiren niteliği bunlardan
ilkidir. Her şeyden önce montaj sanayiin çok büyük
üretim birimleri gerektirmeyen yapısı, işçi kitlelerinin
büyük birimler halinde bir araya gelmesini önemli
ölçüde engellemekte, böylece sermayenin büyük
birimler halinde merkezileşerek üretimi aynı ölçüde
toplumsallaştırdığı bir klasik kapitalist gelişme
ortamı, yeni-sömürge koşullarında tam olarak yaşanmamaktadır.
Elbette bu büyük işletmelerin var olmadığı anlamına
gelmez. Hatta işçi sınıfının en diri güçleri süreç
boyunca bu tür işletmelerdedir. Ancak bu işletmeler
emperyalist ülkelerdeki yaygınlık ve çapta değildir.
1960’ların ortalarında ondan az işçi çalıştıran
işletmelerin çalıştırdığı işçi oranı hâlâ %44.5’tır.
Mevsimlik ve geçici işlerin oranı hâlâ yüksektir
ve proletaryayı her çeşit kişisel-himayeci ilişkiden
kopararak tam mülksüzleştiren süreçler oldukça
ağır işlemektedir.
b) Bu, proletaryanın beslendiği kaynaklarla da
ilgilidir. Yerleşik kent nüfusunun alta düşen
unsurlarından çok, asıl kaynağını kırdan kente
göçten alan işçi sınıfı, böylece henüz kırdan
kopamamış, kentin kaygan ve güvensiz zemini karşısında
eski feodal bağlarını da kesmemeye gayret eden
bir durumdadır. Artık büyük işletmelerde az çok
kadrolaşmış sanayi proletaryası dışındaki geniş
kesim, hâlâ “biraz dişini sıkıp köye geri dönme”
düşlerini ya da “köye de yaslanarak kente katlanma”
iyimserliğini yitirmemiştir. 1969’larda Sanayi
Odası Başkanı Ertuğrul Soysal’ın “mutlu azınlık”
diye nitelediği sanayi proletaryası dışındaki
kesim, ayrıca tipik bir proleterin “yalnız”lığına
da sahip değildir; hâlâ büyük ölçüde feodal bağlarla
kuşatılmış bulunan ve bu bağları yeni-sömürgeci
vahşi kapitalizm koşullarında bir tür sosyal güvence
olarak algılayan geniş işçi yığınları, kırla bağlarını
koruduğu ölçüde belli bir dar görüşlülüğe de sahip
olmakta, sınıf bilincinin gelişimi yavaşlamaktadır.
Özellikle ilk 1950-60’lı yılların zaman zaman
sıçramalara izin de veren ortamında -eski ahlaki
değerlerini terketmek koşuluyla- “kendi kendinin
patronu olup işi büyütme” düşü canlıdır; en azından
birkaç örnek bile bu canlılık için yetmektedir.
Ayrıca yukarıda sözünü ettiğimiz feodal bağlardan
ve çarpık ekonominin sağladığı yan alanlardan
ötürü, proletaryanın alt sınırı (2000’lerin Türkiye’sinde
olduğu gibi) doğrudan doğruya açlık ve uçurum
dünyasına açılmamakta, herhangi bir düşüş sırasında
kayalıkların kenarında tutunulabilecek bir dal
parçası, bir aile bağı, bir işporta tezgahı, vb.
hâlâ bulunabilmektedir.
c) Aynı dönemde, 1971’deki cunta kesintisi dışında,
reel, yani enflasyon oranından temizlenmiş haliyle
ücretlerin düzenli bir artış göstermesi bir başka
olgudur. 1963 yılı 100 olarak kabul edildiğinde,
1976 yılında reel ücret endeksi 145’tir. Bu, dönem
boyunca devrimci sendikacılığın gelişimine bağlı
olduğu kadar sistemin iç işleyişine de bağlıdır.
Her şeyden önce, sanayi mallarına oranla tarım
ürünlerinin ve onlardan üretilen malların fiyatlarının
belli ölçülerde korunabilmesi, mevcut ücretin
gücünü artırmaktadır. Ayrıca KİT’ler aracılığıyla
özellikle işçi sınıfının kullandığı bir çok tüketim
malının sübvansiyonlarla ucuz tutulması ve yine
işporta gibi marjinal işler sektörünün sürekli
olarak piyasanın altında fiyatlarla çalışması,
onarıcı faktörlerdir. Bu arada sürece, köyle sürdürülen
gıda, vb dayanışması ve konut sorununun gecekondu
yolundan nisbeten ucuz atlatılması gibi unsurlar
da girmekte ve böylece normal ücretin alım gücü
belli ölçülerde korunabilmektedir. Bütün bunlardan
daha önemlisi ise yukarıdaki bölümlerde anlattığımız
gibi yüksek koruma duvarları altında olağanüstü
kârlılık oranlarıyla çalışan tekelci burjuvazi,
sistemin iyice tıkandığı 70’li yıllara kadar üretim
maliyeti içindeki ücret payının bir ölçüde yüksek
olmasını büyük bir sorun olarak görmemekte, koruma
altında olmayan diğer geri alanlarda ise ücretler
daha düşük seyretmektedir. Daha sonra gelen darboğazlar
sonucundadır ki, tekelci burjuvazi, düşen kârlılık
oranlarını onarmak için gözünü daha fazla ücretlere
dikecektir. Kaldı ki, aynı dönem, bir yandan da
iç pazarın genişletilmesi, öyleyse alım gücünün
de kısmen yükseltilmesi dönemidir. Marks’ın da
belirttiği gibi kapitalist sömürü yalnızca üretim
aşamasında gerçekleşen bir şey değildir; o, toplumun
genel tüketim kapasitesiyle de bir ilişki (ve
aslında çelişki) halindedir. Yani, artı değerin
somut ve gerçek paraya dönüştüğü aşama olan satış
noktasında, asgari bir tüketici kapasite gereklidir
ve bunun için yalnızca orta sınıflar, vb yeterli
değildir; toplumun bütün kesimlerinde böyle bir
tüketici güç gereklidir. Bu kapitalizmin mantığı
açısından çelişik bir durumdur ama yine de süreci
etkiler. Örneğin 1969’da bile Türkiye’nin en büyük
fabrikalarının işçileri arasında buzdolabı sahibi
olanların sayısı %10’u geçmezken, 1976’da bu oran
çalışanların geneli bakımından %50’nin üzerindedir.
1960’da Türkiye’de yıllık buzdolabı üretimi binbeşyüz
rakamını bile bulmazken 1976’da yarım milyondan
fazladır. 1970 ile 75 arasında televizyon, motosiklet,
binek otomobili, vb. dallarındaki yerli üretim
de tüketim de akılları durduracak kadar yüksek
bir oran göstermektedir. Sadece TV tüketimi 5
yılda 5 binden 600 bine fırlamıştır. Dolayısıyla
ücretlerin bu ilk dönemde aşırı düşük olmamasının
böyle birtakım yan faktörleri de vardır. Ve nihayet
KİT’ler, ucuz tüketim malları satışının yanı sıra
sanayiye sağladıkları ucuz hammadde girişiyle
de üretimin maliyetinde belli bir düşüş yaratmakta,
böylece kârlılık oranı artarken, bu oranı korumak
için ücretlere yönelmek en azından bir dönem için
mutlak bir zorunluluk olmamaktadır. Ayrıca şişkin
kadrolarıyla bu kurumlar, bir başka açıdan da
ayrıcalıklı işçi kesimleri yaratmışlardır. Tabii
mutlaka eklemek gerekiyor; bütün bu sıraladıklarımıza
iradi bir süreç fonksiyonu yüklemek, bunların
yöneticilerin popülist politikalarından kaynaklandığını
düşünmek çok yerinde değildir; bütün bunlar sürecin
seyrinin ürünleridir. Örneğin, “ithal ikamesi
süreci, iç pazarın genişliği ve canlılığı üzerine
inşa edilmiştir ve bu modelde ücretler bireysel
kapitalist için bir maliyet unsuru olmakla birlikte
bir bütün olarak sermaye için yeniden-üretim sürecini
sürükleyen bir talep unsurudur”(17) denilebilir;
ama bu, özel olarak böyle bir denge sağlansın
diye yapılan bir iş değildir, hatta bu ücretin
bu iki anlamı hemen her zaman birbiriyle çelişir,
vb.
d) Bütün bunlardan çıkan temel sonuç, 1970’lerde
başlayan tıkanma yıllarına kadar, yoğun sömürü
koşullarına karşın işçi sınıfının, en azından
düzenli çalışan kesimleri açısından kendi durumlarını
koruyabildiği ve sınıf bilincinin gelişimini yavaşlatan
bir dizi faktörün süreçte mevcut olduğudur. Ancak,
kapitalistleşme süreci ilk hızını alıp belli bir
durgunluğa ve sonra çöküntüye doğru yaklaştıkça
büyük işçi hareketleri belirmekte ve sınıfın devrimci
düşüncelerle buluşmasının da ilk ciddi örnekleriyle
karşılaşılmaktadır. 1960’ların sonuna ve 70’lere
gelindiğinde, durum artık kontrolden çıkmış, deevrimci
sendikacılık örnekleri kendini ortaya koymaya
başlamıştır. 1980’in hemen başlarında 24 Ocak
kararlarının mimarı olan eski MESS başkanı Özal’ın
deyimiyle, artık her şeyin bir düzene konulması
gerekmektedir. 1980 Ağustosunda ABD gezisinden
dönerken gazetecilere “yakında grevler bitecek”
dediğinde, herhalde bir bildiği vardır!
Küçük Burjuvazi ve Orta Sınıflar
Küçük işletme, dükkan, vb. sahipleri ve memur-hizmetli
takımı olarak iki ayrı kategoride incelenebilecek
olan küçük burjuvazinin her iki kesimi de yeni
sömürge kapitalistleşmesinin bu ilk dönemine uygun
özellikler gösterirler.
a) Küçük işletme sahipleri ve dükkancılar ile
daha önce sık sık sözünü ettiğimiz belirsiz-marjinal
işler kategorisi aslından dönem boyunca çoğu kez
iç içe geçmektedir. Sınır çizgilerinin neredeyse
belirsiz olduğu bu ilişkide, sık sık geçişler
yaşanır; esasen kapitalistleşme süreci sırasında
canlanarak farklı sosyal ihtiyaçları açığa çıkaran
ve yeni iş alanlarını yaratan ekonomik hayat,
en azından bir süreliğine aşağıdan (biraz!) yukarıya
geçişlere izin vermektedir. Örneğin 1965 sayımında
“belirli bir adres ve kayda bağlı olmaksızın çalışanlar”
kategorisi %31 oranında iken 10’dan az işçi çalıştıranlar
da “geçimlik işler” sınıfında değerlendirilmekte
ve böylece %57 rakamı ortaya çıkmaktadır. Sınır
çizgileri biraz belirsizdir ama tamamen de yok
değildir. Marjinal alanlar ile esnaf dediğimiz
daha üst kategori arasındaki fark, geçişler sorunu
ile ilgilidir. Marjinal sektörün en önemli iki
özelliği örgütsüzlük ve alana girişin yasalarla
sınırlandırılmamış oluşudur. Oysa bu alanlar bile
zaman içersinde sistem tarafından bir düzene konulmuş,
örneğin Esnaf ve Küçük Sanatkârlar Kanunu ile
belli örgütlenmeler yaratılarak alana dışardan
girişler kontrol altına alınmıştır. Her iş dalında
ancak tek bir dernek kurulması zorunluluğu ve
derneğe kayıt olmanın kural haline getirilmesi,
böylece hem alanı denetlemek hem de bu kesimleri
burjuva partilere bağlamak açısından yararlı olmuştur.
Zaman zaman mafyatik zor ya da hemşehrilik, vb
ilişkilerinin de devreye girdiği bu süreç elbette
en dış çemberdeki belirsiz işleri bitirmemiş,
çarpık kapitalistleşme durmadan yeni marjinal
alanlar üretmiştir ama bir yandan da oturmuş ilişkilere
yol açmıştır. Örneğin bütün Batı metropollerinde
“kullanıp atma” sloganıyla büyük bir tüketim çılgınlığı
yaşanırken yeni-sömürge Türkiye’de her şeyin tamiri
ve yedek parçasının üretilmesi mümkün olmuş ve
sayısız iş alanı yaratmış ama öte yandan herhangi
bir alanın az çok genişlediği noktada giriş-çıkışları
kayda bağlayan kurallar ve yasalar devreye girmiştir.
Böylece az çok önemli denebilecek alanlarda artık
üç kuruşla işe başlama imkânları ortadan kalkarken,
sürekli bozulup yeniden kurulmaya mahkum bir düzen
yaratılmıştır. Ancak sonuçta, bütün bunların hepsi
birden politik anlamda denge mekanizmaları yaratmıştır;
bir yandan ortaya durmadan yeni imkânların çıkması,
özellikle kırdan gelenlerde düzen konusundaki
umutları beslerken ya da en azından “yuvarlanıp
gidiyoruz” deyimindeki pasifizmi öne çıkarırken,
diğer yandan da o alanlardan daha da yukarıya
tırmanma hayallerini canlı tutmaktadır. Daha düzene
girmiş ve istikrar kazanmış alanlarda ise bir
yandan artık daha net mülkiyet tutkuları belirmekte,
diğer yandan da bu mülk kavramı üzerinden politika
yapan düzen partilerine yönelim artmaktadır; özellikle
20-30 yıl aynı koltuğu işgal edebilen esnaf örgütü
yöneticileri vasıtasıyla (onları milletvekili
yaparak) oluşturulan bu bağlar, oligarşinin en
alt kesimlere dek inen hegemonyasının geçiş yollarını
oluşturmaktadır. Ve tabii hemen eklenmeli: Bu
kesim açısından “devletin yenilmezliği ve karşı
konulmazlığı” tabusu daha alttaki tabakalara göre
çok daha net ve kesindir.
b) Küçük burjuvazinin memur ve hizmetlilerden
oluşan kesiminde ise 1945-1980 arasındaki dönem
ciddi bir zihin karışıklığı ile karakterize olur.
Bir yandan Kemalist dönemden gelen klasik devlet
memurluğu mantalitesi devam ederken diğer yandan
yeni sürecin istediği kapitalist işleyişe endekslenmiş
tip uzun süre bir arada yaşamışlardır. Türk edebiyatındaki
en politik romanlardan biri olan Orhan Kemal’in
Murtaza’sı bu çelişkili durumu çok çarpıcı biçimde
anlatır. Bir yanda Murtaza’da eski tip devletçi-namuslu
işgüzarlığı simgeleyen Orhan Kemal, diğer yanda
da kaytarıcı-çıkarcı, ama patronun ne istediğini
bir bakışta anlayabilen uyanık tipleri ortaya
koyar. O günlerden 1990’ların memur sendikalarına
ve kendini işçi gibi hisseden “kamu emekçileri”ne
ulaşmak için epey süre geçmesi gerekmiş, her aşamada
bu derin çelişki yaşanmıştır. Ayrıca, sonradan
durum ne kadar değişirse değişsin, yeni-sömürgeciliğin
ilk döneminde “devlet görevlisi” olmanın salt
kültürel-ideolojik değil ekonomik sihri de henüz
devam etmektedir. Gerçi alınan maaşlar hiçbir
zaman ahım şahım olmamış hatta işçi sınıfının
mücadelesi geliştikçe iki kesim arasında ciddi
dengesizlikler ortaya çıkmıştır; ama yine de iş
garantisi, istikrar, emeklilik, emekli ikramiyesi,
vb gibi onlarca avantaj ve hâlâ devam etmekte
olan kısmi “saygınlık” duygusu, memuriyet olgusunu
çekici kılmaktadır. Ancak 1970’lerden sonradır
ki, düzenin krizlere girip çıkmasıyla birlikte,
öğretmenlerden başlayarak memur örgütlenmeleri
belirmeye başlamıştır. Sonuçta, küçük burjuvazinin
her iki kesimi açısından da yeni-sömürgeciliğin
ilk dönemi, bir kargaşa ve politik belirsizlik
dönemidir; canlanma ve hareketlilik yavaş yavaş
oluşmakta, süreç devrimcileştikçe de bu ivme artmaktadır.
Genel Sonuçlar
Türkiye’nin yeni-sömürgeleşmesinin bu ilk dönemi,
kuşkusuz daha bir çok yönden ayrıntılarıyla incelenebilir
ve yukarıda sözü edilen göstergeler ve olguların
hepsi üzerine özel olarak yoğunlaşılarak çalışmalar
yapılabilir. Ancak, belli bir yol haritası üzerinden
yaptığımız bu özet de birçok politik sonucun ortaya
konulması için yeterlidir.
a) Her şeyden önce, dönem, tam da M. Çayan’ın
söylediği gibi Türkiye’nin “ekonomisinden politikasına
ve kültürüne dek” emperyalizmin kesin denetim
ve sömürü ağına girdiği, yeni-sömürgeci politikaların
bütün tipik özelliklerinin belirdiği bir dönemdir.
Bu, daha önceki dönemde bağımlılık ilişkilerinin
olmadığı anlamına gelmemektedir kuşkusuz; bağımlılık
ilişkilerini yalnızca 1950 sonrasıyla başlatan
klasik Kemalist solcuların tezlerinin tam tersine,
Türkiye cumhuriyetin kuruluşundan itibaren açıkça
kapitalizm yolunu seçmiş ve dünya kapitalist sisteminin
“tek bir zincirin halkaları olduğu” emperyalist
çağda, “ulusal” bir yoldan yürüme şansını böylece
en baştan yitirmiştir. Durum objektif gerçeklik
anlamında da böyledir, Kemalist kadronun niyeti
anlamında da böyledir. 1945’lere gelindiğinde
olan ise hem emperyalizmin III. Bunalım Dönemi’nin
genel yönelimi anlamında, hem de yerel koşulların
buna uygunluğu anlamında durumun olgunlaşmasıdır.
Söz konusu olan şey, emperyalizmle ilişkilerin
“başlaması” değil, belli bir rotaya girerek derinleşmesidir.
Bu derinleşme, şüphesiz politik anlamda yolun
düzlenmesini gerektirmiş, yeni-sömürgeci ilişkilere
uygun bir dinamizmle davranamayan (D. Avcıoğlu’nun
yayınladığı CIA raporlarında “gelişmeyi köstekleyen
köhnemiş bürokratlar” olarak nitelenen) eski politik
kadroların tasfiyesini gerektirmiştir. Böylece,
yeni-sömürge sürecinin önünün yeni kadrolarla
ve “çok partili demokrasi” demogojisiyle açıldığı
doğrudur; ancak süreç bu kadrolar tarafından belirlenmediği
gibi bu kadrolara yapılan müdahaleler de akışı
geri çevirmemiştir. Sözgelimi 1960 darbesi dönemine
denk düşen bütün ekonomik-politik göstergeler
yan yana konulduğunda, sürecin hiçbir biçimde
aksamadığı, hatta oligarşinin yönetim mekanizmalarından
en önemlisi olarak bugüne dek gelen MGK gibi kurumsallıkların
da bu dönemde inşa edildiği görülür.
b) Böylece oluşan uygun zemin üzerinde ve o güne
dek -devletin desteğiyle- yaratılmış bulunan kapitalist
birikimi temel alarak gelişirilen ilişkiler büyük
bir hızla gelişmiş ve bu kapitalist birikim Türkiye’nin
yeni-sömürgeciliğe bir çok başka ülkeden daha
iyi bir örnek oluşturmasına neden olmuştur. İthal
ikameci strateji uyarınca hızla ve son derece
çarpık bir biçimde geliştirilen kapitalistleşme
süreci, tam ve kesin bir bağımlılık anlamına gelmiştir.
Ekonomi, bütünüyle emperyalist denetim altına
girmiş, bölgede üstlenilen anti-komünist rol ile
birlikte bu durum, Türkiye’yi özellikle ABD emperyalizminin
ileri karakolu haline getirmiştir.
c) Bunun pratikteki anlamı ise emperyalist işgalin
-yeni-sömürgeci politikanın özüne uygun olarak-
gizlenmesi, emperyalizmin dıştan gelen bir işgalci
güç olarak değil de ülkeyi yöneten oligarşik diktatörlüğün
“içindeki” bir olgu olarak konumlanması olmuştur.
Görünüşte -sık sık kesintilere uğrasa da- bir
“meşru” parlamento ile yönetilen, kendi “bağımsız”
karar ve politikalarını uygulayan Türkiye, yapısallaşmış
bağımlılık ilişkilerinden ötürü gerçekte her zaman
emperyalizmin boyunduruğunda yaşamış, emperyalizm
ve işbirlikçileri ülkenin gerçek egemenleri olmuşlardır.
d) Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi
böylece geliştirilen kapitalistleşme süreci de
batıdaki örneklerden çok farklı olarak dışa bağımlı
ve son derece çarpık/hastalıklı bir yoldan gelişmiştir.
Önceki yirmi-otuz yıl süresince şu ya da bu ölçüde
gelişmiş bulunan iç dinamikleri saptırılarak köreltilen
kapitalist ekonomi, böylece tam bir vesayet altına
alınmış, olağanüstü koruma ve kolaylıklar altında
hızla gelişen bir tekelleşme olgusuna varılmıştır.
Bir yandan bu “erken” tekelleşme olgusu, diğer
yandan ise tarımdaki statükonun devrimci bir yoldan
tasfiye edilememiş olması, ülkeyi yöneten hakim
sınıflar blokunun bileşimini de belirlemiştir.
Sürecin belirleyici unsuru olmakla birlikte, duruma
tam ve kesin biçimde hakim olamayan işbirlikçi
tekelci burjuvazi, iktidarını kırdaki en gerici
güçlerle paylaşmış, zoraki ve çatışmalı da olsa
bu ilişki dönem boyunca devam ettirilmiştir.
e) Böylece oluşan politik yapı, sözcüğün gerçek
anlamında bir oligarşi olmuştur. Bazı Latin Amerikalı
devrimcilerin metinlerinde (örn. Douglas Bravo)
daha çok belli ailelerin hakimiyeti olarak tanımlanan
oligarşik diktatörlük, Türkiye’de tam anlamıyla
sınıfsal bir karşılık bulmuş, “devlet” ya da “sermaye
sınıfı” gibi kavramlardan daha üst ve daha derin
bir anlam olarak, ülkenin kaderine hakim olan
bloku tanımlamıştır. Binlerce ilmekle orta ve
alt kesimleri de kendisine bağlayarak iktidar
gücü olan bu blok, tam da bu bağların nesnel zayıflığından
ötürü bir diktatörlüktür. Çünkü, gelişimindeki
sakatlıktan ötürü sürekli bir kriz hali yaşayan
yeni-sömürge kapitalizmi, içsel zayıflığı nedeniyle
bu bağları uzun süreli ve istikrarlı biçimde sürdürememekte,
durumu kontrol altında tutabilmek için sürekli
biçimde çıplak ya da örtülü baskı biçimlerine
başvurmaktadır.
Siyasi hayatının 2/3’ünden fazlasını sıkıyönetimler
ve olağanüstü hallerle geçiren Türkiye’nin siyasi
geleneğinde bu yüzden faşizm, devlete dışsal,
arasıra gelip giden bir olgu olarak değil, sürekli
ve yapısal bir olgu olarak yer almaktadır. Klasik
burjuva demokrasilerinin hiçbir temel unsurunu
taşımayan bu siyasal sistem, öte yandan bilinen
Nazi tarzı -kitle temelli- bir faşizm tarifine
de uymayan bir öze sahiptir. Bu, zaman zaman belli
sınır çizgileri içinde parlamenter oyunların oynanmasına
izin verilen, zaman zaman askeri cuntalarla terbiye
edilen ama esas iktidarın her zaman blokun elinde
olduğu bir yönetim biçimidir.
Asya’dan Latin Amerika’ya dek dönemin bütün yeni-sömürgelerinde
ABD tarafından oluşturulan siyasal sistemlerin
temel unsurları, bu anlamda Türkiye’de de mevcuttur.
f) Öte yandan bu iktisadi-siyasal sistem, THKP-C
terminolojisindeki en hassas kavram olan “suni-denge”nin
de zemini olmuştur. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız
yeni-sömürgeci hızlı kapitalistleşme sürecinin
alt sınıflarda ve genel olarak toplumda yarattığı
“gelişme” yanılsamasıyla birleşen olağanüstü baskı
ve zor atmosferi, genel olarak kitlelerin politik
tutumlarını etkilemiş ve alt sınıfların devrimci
arayışlarını törpüleyen bir mekanizma olarak iş
görmüştür. Hızlı kapitalistleşme koşullarında
oluşan “sınıf atlama” düşlerinden “durumun korunabileceği”
hayallerine dek bir dizi faktörle beslenen ve
bu mantalitenin krize girdiği her noktada soluk
aldırmaz bir baskı atmosferiyle değişik bir alternatife
yönelmenin önünü kesen sistem içersinde, kitlelerin
hoşnutsuzlukları birikmekte, ancak sistemin özüne
yönelen bir sınır çizgisinin beri yanında tutulmaktadır.
Türkiye tarihinin devlete her zaman aşırı bir
önem atfeden özgün niteliklerinden de beslenen
bu durum, kesin bir hareketsizliği ifade etmediği
gibi, her toplumsal sınıf ve tabaka için de aynı
kalınlığa denk düşmemektedir. Aynı şekilde bu
durum, basit olarak “kitlelerin zor yoluyla sindirilmesi”
gibi tarihin bütün dilimlerinde bütün ülkelerde
görülebilecek olan genel bir olguyu değil, yeni-sömürgecilik
koşullarında özel koşullarda oluşmuş özel bir
olguyu ifade etmektedir.
g) Aynı zamanda yine bu iktisadi-siyasal sistem,
kendi iç yapısının sağlıksızlığından kaynaklanan
nedenlerle kapitalizmin bilinen devreleriyle açıklanamayacak
ölçüde yoğun ve sürekli bir kriz haliyle karakterize
olmaktadır. Yani, Leninist terminolojide “ezeni
de ezileni de etkileyen büyük bir çöküntü hali
ve yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemedikleri
yönetenlerin de eskisi gibi yönetemedikleri toplumsal
durum” olarak tanımlanan “milli kriz” ya da “devrimci
durum” hali, yeni-sömürge koşullarında süreklilik
göstermektedir.
Kendi iç olanak ve dinamikleriyle değil, emperyalizme
bağımlı çarpık kapitalist gelişme emperyalist
ekonomilerin krizleri, durgunluk dönemlerini tolere
edebilecek ekonomik ve siyasal birikimden yoksun
olduğu için kapitalist dünyadaki sık sık yaşanan
dalgalanmaları, krizleri derin biçimde yaşamaktadır.
Bu durum, hem oligarşi çinde krizin elden edilen
artık değeri paylaşma noktasında oldukça çatışmalı
bir ilişki yaratmakta, hem de krizin yükünün sürekli
biçimde emekçi sınıfların üzerine yıkılması nedeniyle,
emekçilerde sürekli bir belirsizlik ve hoşnutsuzluk
yaratmaktadır. Krizler zaman zaman hafiflesede
sürekli biçimde varlığını korumaktadır. Nisbi
istikrar dönemleri ise nadiren ve çok kısa sürekli
olarak var olabilmektedir. Egemen durum ise krizlerin
alçalıp yükselse de sürekli varlığıdır. Kitlelerin
hoşnutsuzluğunu kesebilecek imkânlardan büyük
ölçüde yoksun olan ve esas olarak zorbalığa dayanarak
ayakta duran siyasal sistem, bu “olgunlaşmamış
milli kriz” halini sürekli kılarken, devrimci
terminolojinin “evrim aşaması-devrim aşaması”
gibi klasik kavramsal çerçevelerini de zorlamakta,
bu aşamaların fiilen iç içe geçtiği koşullarda,
bütün mücadele biçimlerinin yeniden harmanlanması
zorunlu olmaktadır. Krize müdahale ederek derinleştirme
çabasıyla devrimin askeri ve politik güçlerinin
birlikte büyütülmesi böylece tek bir sürecin unsurları
haline gelmektedir. Bu bağlamda uzun bir evrimci
tarz ile hazırlık yapılarak devrimci durumun beklenmesi
şeklindeki program tersine dönmektedir. Bu kez
artık devrimci örgütün bizzat kendisi de devrimci
durumun derinleştirilmesinin öznesi haline gelmiş,
politik ve askeri gücün birlikte büyütülmesi kaçınılmaz
olmuştur.
h) Bütün bunların yanında Mezopotamya boyutunda
cumhuriyetin ilk yıllarından devralınarak sürdürülen
bir iç sömürgecilik tarzı da sürecin en hayati
unsurlarından biri olarak gündemdedir. 1920’li
ve 30’lu yıllarda gerçekleşen büyük isyanlardan
sonra gelen geçici durgunluk döneminin yeni-sömürgeci
ilişkilerin başlayıp geliştiği dönemle denk düşmesi,
ortaya oldukça ilginç bir durum çıkarmıştır. 1945’lerde
başlayarak büyük bir hızla en ücra köşelere dek
etkilerini yayan kapitalistleşme süreci, Kürt
halkını büyük isyanlar ve katliamlar sonrasında
oluşan belli bir yorgunluk ve dağınıklık halinde
yakalamış ve sömürge rejiminin bir süre daha durumu
idare edebilmesine yol açmıştır. Eski “ceberrut”
ve katliamcı rejime duydukları tepkiyle başlangıçta
bir dönem Kürt aşiretlerinin birçoğu ve özellikle
büyük feodal toprak ağaları, DP’ye yönelmişler
ve arazi rejimindeki,vb. bir sürü rüşvet yoluyla
sağ partilere (büyük ölçüde islami cemaatların
da yönlendirmesiyle) uzun sürecek bir bağlanma
dönemine girmişlerdir.
Ancak öte yandan aynı süreç, kapitalistleşmenin
olgularını bütün coğrafyaya yayarak kapalı yapıları
kırdıkça, yoksul Kürt kesimlerinde de büyük bir
hareketlilik oluşmuştur. Bir yandan büyük toprak
mülkiyetini daha da merkezileştiren, diğer yandan
ise eski hayat biçimlerinin dengesini bozarak
yüzbinlerce insanı yerinden yurdundan ederek kentlere
yığan çarpık kapitalistleşme süreci, ayrıca kapitalist
ilişkilerin yan ürünleri olan iletişim araçlarını,
vb. Kürt coğrafyasına taşımıştır. Böylece devrimci-ulusal
fikirlerde de belli bir gelişme olmuş, özellikle
o dönemin yaygın deyimiyle “talebeler” üzerinden
akıp gelen yeni fikirler, eski tip ulusalcılığın
sınırlarını zorlamaya başlamıştır. Zaten çok güçlü
bir isyancı damar üzerinde duran Kürt coğrafyası,
başlangıçta reformist kanallardan akan bir sol-yurtseverlik
biçimiyle zaman kaybetse de bir süre sonra kendi
yolunu bulacak, 71 hareketinin de güçlü etkisi
altında daha devrimci odaklar ortaya çıkacaktır.
i) Ve nihayet, işçi sınıfı hareketinin ve devrimci
sosyalizmin serpilip gelişmesinin de bu dönemin
ikinci yarısına denk düşmesi ve bu iki olgunun
artık buluşmaya başlaması raslantı değildir. Bir
yandan nicel olarak gitgide artan işçi sınıfı
kitlelerinin, özellikle 60’ların ikinci yarısından
itibaren hareketlenmesi, ortaya oldukça sarsıcı
kendiliğinden pratikler koymaya başlaması söz
konusuyken, diğer yandan da sol, TKP’nin onca
yıllık sağ çizgisinden kurtulmaya çabalamaktadır.
TİP’le başlayan sosyalist fikirlerin yaygınlaşması
süreci, kısa sürede devrimci sosyalist inisiyatifi
doğurmakta ve bir kopuş noktasına gelinmektedir.
İlk kargaşa ve bulanıklık dönemlerinin atlatılmasından
sonra M. Çayan önderliğindeki Partimizin doğuşu
ve sürece müdahalesi, dönemin en çarpıcı ve tarihsel
olgusudur. Böylece yol açılmış, buz kırılmıştır;
her dönemin kendine özgü bir devrimcilik biçimi
yaratması anlamında bu, bir zorunluluktur da.
Yeni-sömürgeciliğin birinci döneminin kırılma
noktalarına gelinirken Türkiye sosyalizminin de
bir dönemi tarihsel anlamda kapanmakta ve devrimci
sosyalizmle açılan yeni dönem başlamaktadır. Kısa
sürede gelen fiziki imha da bu gerçeği değiştirmeyecek,
Kızıldere’nin hemen birkaç yıl sonrasında devrimci
sosyalist hareket yeniden ortaya çıkacaktır. Üstelik
bu kez, sistemin gitgide tıkanmakta olan işleyişine
de bağlı olarak çok daha yoğun bir toplumsal hareketlilik
ve sınıf hareketinin yükselişi söz konusudur.
Tıkanma ve Sonun Başlangıcı
Artık yavaş yavaş denizin suyunun çekildiği günlere
gelinmekte, yeni-sömürgeci “kalkınma hamlesi”nin
sınırları kendisini dayatmaya başlamaktadır. İlk
sinyalini, 1958’de IMF’nin Menderes’in önüne koyduğu
4 Ağustos devalüasyon paketiyle veren düzen, 60’lar
boyunca her şeye rağmen durumu idare edebilirken
emperyalist sistemin 1970 kriziyle birlikte bütün
esneklik mekanizmalarını yitirmeye başlamıştır.
Bretton Woods sisteminin çöküşü, Vietnam yenilgisi,
halk kurtuluş savaşlarının basıncı altında pazarların
güvensizleşmesi, petrol fiyatlarının tırmanışı
ve kârlılık oranlarındaki keskin düşüş, birbiri
ardına gelip sistemi vururken, 1970 Ağustosunda
bir gecede doların fiyatını 9 liradan 15 liraya
yükseltmek zorunda kalan yeni-sömürge Türkiye
de bütün bu çöküntü noktalarını misliyle yaşayacak
ve büyük toplumsal hareketliliklere sahne olacaktır.
Özellikle 70’li yıllar, artık bir anlamda düzenin
kitleleri “kazanmak” için en son barutunu kullandığı
yıllar olacaktır. 80’lere gelindiğinde ise karşılaşacağımız
şey, artık yeni sömürgeciliğin başka bir versiyonudur
ve bu yeni tarzı inşa edebilmek için de asker
postalları yeniden devrededir. (Sürecek)
DİPNOTLAR
———————————————————————
(1) M. Kemal, CHP’nin kuruluşunda söylev, akt.
İ. Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi
(2) Sabiha Sertel, Roman Gibi, Akt. Y. Küçük,
Planlama Kalkınma ve Türkiye, sf. 76
(3) I. Sanayi Planı Dökümanları, Afet İnan’dan
akt. Y. Küçük, Planlama kalkınma ve Türkiye, sf.
250
(4) Rozaliev, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi
sf. 111
(5) Korkut Boratav, Türkiye Tarihi, 4. Cilt, sf.
298
(6) H. Magdoff, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı
(7) Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni.
(8) H. Çetinkaya, Soğuk Savaşın Ekonomik Temeli,
Düşün Dergisi, Ağustos-Eylül, 1985
(9) age
(10) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi
(11) Rozaliev, age. sf. 771
(12) Y. Küçük, age.
(13) Rozaliev, age
(14) Korkut Boratav, Türkiye’de Popülizm: 1962-1976,
Yapıt Toplumsal Araştırmalar Dergisi, s. 1
(15) Y. Kanbolat, Türkiye Ziraatinde Bünye Değişikliği,
1963
(16) F. Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği,
sf. 106
(17) K. Boratav, age, sf. 329
Geçmişten
Bugüne Yeni Sömürgeci Yapı ve Günümüzde Türkiye'nin
Sınıf İlişkileri-II
Geçmişten
Bugüne Yeni Sömürgeci Yapı ve Günümüzde Türkiye'nin
Sınıf İlişkileri-III
|