Bir Milat Noktasında
Dünya ve Türkiye
Türkiye’nin yeni-sömürgeleşme süreci ve sonrası
üzerine iki sayıdır sürdürmekte olduğumuz incelememizin
sonuna geldiğimizde, artık genel bir bakış açısına
ve bütünlüklü bir tabloya ulaşmamız mümkün görünmektedir.
1990’larda ivme kazanarak 2000’lerde olgunluk noktasına
ulaşan ve tek tek adımlarla hâlâ devam etmekte olan
yeniden yapılanma/restorasyon süreci, şüphesiz 1980’lerde
başlayan gelişmelerin devamıdır ve bütün süreç esasen
tek bir zincirin halkalarından oluşmaktadır. Bu
bağlamda 1980 sonrası yaşanan ve geçen sayımızda
da ele almaya başladığımız süreç aşağıda ifade edilen
noktalarla bağlantılıdır, daha doğrusu uzantısıdır.
Ancak bu kez, yani günümüzde söz konusu olan, artık
dünya tablosunun kapsamlı bir değişikliğe uğraması
ve bütün alanlarda yeniden biçimlenmesidir. Her
cephede çok yönlü uluslararası değişimlerle karakterize
olan bu süreç, doğal olarak yeni-sömürgeler kategorisini
de köklü biçimde etkilemiş, bu alandaki ilişki ve
çelişkileri yeniden yapılandırmış, daha doğrusu
aslında emperyalizmin 1970’lerin sonundan itibaren
hayata geçirmeye çalıştığı yeni politikaların önü
açılmıştır.
Bu dönemeç Türkiye açısından kritik bir noktaya
denk düşmüştür. Hatırlanacağı gibi reel sosyalist
cephe 1990’ların başında gürültüyle çöktüğünde,
Türkiye’de “Özal mucizesi” diye adlandırılan neoliberal
restorasyon da aslında bir evresini tamamlamış,
belli sınırlara gelip dayanmış ve artık ciddi sıkıntılarla
yüzyüze kalmıştır. Bir yandan uygulanan politikaların
zaten spekülatif ve kaygan olan zemini, diğer yandan
Kürt dinamiğinin mevcut statükoları sarsması ve
nihayet başta işçi sınıfı olmak üzere genel muhalefet
cephesindeki kısmi hareketlenme, 1987-1989 yıllarının
genel çizgileridir. Öte yandan “yeniden yapılandırma”
programlarını, kitlelerin taleplerinin kontrol altında
tutulduğu yoğun baskı koşulları altında uzunca bir
süre uygulatabilen ve bu konuda gözle görünür bir
başarı sağlayan emperyalist merkezler de aynı dönemde
bir ölçüde kaygı içindedirler. 1986’da, Özal’ın
ciddi biçimde oy kaybedeceği belli olan seçimlerden
hemen önce yayınlanan Business International raporunda
(ki bu raporlar bir tür puanlama anlamını taşımaktadır)
belirtilen “toplumsal hoşnutsuzluğun programın işleyişini
rotasından kaydırabileceği” kaygıları bunun ifadesidir.(ULAGAY)
Neoliberal yapılanma konusunda 1980 sonrasının yoğun
baskı koşullarında bir dizi ciddi adım atılmıştır
gerçi; ama bu kadarı yeterli değildir. Uluslararası
finans kurumları daha fazla liberalizasyon ve daha
fazla dolaşım rahatlığı istemekte, ancak bunun bedeli
olarak ortaya çıkan yoksullaşma ve aşırı işsizlik
toplumsal kaynaşmaya yol açmaktadır.
Böylece her şey yeni bir milat noktasına, 1990’a
doğru akmaktadır. Yüzyılın başından beri kendisini
tehdit eden bir olguyla, sosyalizmle birlikte yaşamaya
katlanan ve mantığı gereği “en yüksek kârlılık oranı”
ilkesine göre biçimlendiği halde dünya ölçeğinde
sosyalizm ve ezilen halklar cephesinin sömürü alanlarını
sınırlayıcı etkisiyle karşı karşıya kalan emperyalist
sistem, böylece ilk kez uçsuz bucaksız bir dolaşım
imkânına kavuşurken yeni-sömürgelerdeki işlevler
ve yapılanma da değişikliklere uğramaktadır.
Kısa Bir Hatırlatma:
1990’larda Dünya Manzarası
Okurlarımız hatırlayacaktır: Hem dünya kapitalist
sistemi hem de karşıtı olan sosyalist hareket,
emekçi sınıflar ve ezilen halklar açısından 1990’lı
yılların yeni bir sürecin başlangıcı anlamına
geldiğini daha önceki sayılarımızda ifade etmiştik.
1990’lı yıllar, gerçekten de bütün bu güçlerin
iç yapıları ve aralarındaki ilişkiler bakımından
kapsamlı değişiklikleri ortaya çıkarmış, “1945’ten
beri kurulmuş olan toplumsal modellerin, ilişkilerin,
çelişkilerin, yapı ve dengelerin bir bölümünün
ortadan kalktığı, bir bölümünün ise hızla yapısal
bir değişim içine girdiği ve böylece yeni ilişki,
çelişki, yapı ve dengelerin oluştuğu” bir süreç
olmuştur. (SB, sayı:1)
Yazımızın ilk bölümünde de ifade ettiğimiz gibi
aslında 1970’lerde başlayan yapısal kriz, 1980’lere
gelindiğinde, artık ancak kapsamlı bir alt-üst
oluşla çözülebilecek bir seviyeye ulaşmış ve 1980
başlarında emperyalist kamp ABD önderliğinde bir
restorasyon programını uygulamaya koymuştur. Söz
konusu süreçte, henüz reel sosyalist ülkelerin
varlığından ötürü belli sınırları olsa da bu program,
aslında bugünlerde olgunlaşmış biçimde uygulanan
neoliberal politikaların ilk adımlarıdır. Ekonomik
cephesi bakımından “sermayenin genişletilmiş yeniden
üretiminin önündeki bütün siyasal, ekonomik, devletsel,
vb. engellerin çok yönlü bütünsel saldırılarla
parçalanması, bütün toplumsal ve uluslararası
ilişkilerin bu temelde yeniden kurulması.” (agy)
biçiminde ifade edilebilecek olan bu adımlar,
80’li yılların karakteristik politikalarını oluşturmuştur.
Mali sermayenin uluslararası dolaşımının tam serbestliği,
para sermayenin egemenliği, malların ve hizmetlerin
sınırsız hareketi, kamusal alanlar dahil olmak
üzere tüm insan etkinliklerinin kapitalist sömürü
ağına dahil edilmesi, kapitalist ekonominin kâr
oranları yüksek yeni teknolojik alanlara kaydırılması,
fordist iş örgütlenmesinin aşılarak üretimin ve
işgücünün her bakımdan parçalandığı esnek üretim
tarzının örgütlenmesi, vb. gibi unsurlar bu neoliberal
yapılanmanın temel unsurlarıdır. Bütün bunların
sonucunda kapitalist üretimin ve sektörlerin değişen
yapısına bağlı olarak yeni-sömürgelerin yeni bir
işbölümüne zorlanması da aynı sürecin bir başka
temel unsurudur.
Bu gelişmelerin siyasal alanda yeni-sağın yükselişiyle
aynı sürece denk düşmesi ve bir yandan bütün kamusal
alanları pervasızca yok etmeye çalışan, diğer
yandan ise hem reel sosyalist kampa karşı hem
de yeni-sömürgelerdeki devrimci mücadelelere karşı
dizginsiz bir saldırganlık geliştiren bu akımın
1980’lerde kapitalist sistemdeki başat eğilim
olması kuşkusuz rastlantı değildir.
Ve nihayet, restorasyon programının amaçlarına
uygun olarak kültürel, sosyal ve ideolojik bir
saldırı da aynı dönemde, 1980’lerde başlamış,
emekçi sınıfların ve halkların dünyasının çürütülmesiyle
postmodern akımın yükselişi birbiriyle doğrudan
bağlantılı olarak gelişmiştir.
Ancak bilindiği gibi, neoliberalizm, yeni sağ
saldırganlık ve postmodern gericilik üçlemesiyle
karakterize olan bu restorasyon, 1990’lara gelinceye
dek her şeye karşın dünyanın genel manzarası itibarıyla
henüz belli sınırlara sahiptir.
Bu anlamda, 1990 başlarında reel sosyalizmin çöküşü,
restorasyon programı açısından da bir bakıma “ilaç
gibi” gelmiş ve sistemin değişim/yeniden yapılanma
programının önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır.
Çöküşle birlikte kapitalist sistemin dünya hegemonyası
yeniden pekişmiş, zaman zaman “yeni dünya düzeni”
olarak da adlandırılan bir emperyalist hegemonya
biçimini, iç çatışmalarıyla birlikte ortaya çıkarmıştır.
Esas olarak ABD’nin liderliğinde yürüyen ama içinde
yoğun sürtüşmeleri de taşıyan bu egemenlik biçiminin
ekonomi alanındaki ifadesi ise “küreselleşme”
adı altında bütün dizginlerinden boşalmış olan
neoliberal-vahşi sömürü modeli olmuş, birbiri
ardına kurulan yeni uluslararası sömürü ve tahakküm
örgütleriyle sermayenin serbest dolaşımı büyük
ölçüde garantiye alınmıştır. Böylece bir yandan
pervasızca yürütülen askeri operasyonlar, işgaller,
provokasyonlar döneminin kapısı açılırken diğer
yandan da birdenbire ortaya çıkan büyük pastanın
her köşesi için yoğun çekişmeler gündeme gelmiştir.
Sonuç, her bakımdan büyük bir yıkım, insani ölçütlerin
gerilemesi ve derin bir yoksulluğa itilen emekçiler
dünyasının çürütülerek sefilleştirilmesi olmuştur.
Yeni-sömürgeciliğin
Derinleştirilmesi ve
Katmanlaştırma Politikası
1980’lerden bu yana gelen ve 90’lı yıllarda güçlü
bir ivme kazanan sürecin konumuz açısından asıl
önemli olan yanı ise, bütün bunlara paralel olarak
emperyalizmin yeni-sömürgelere ilişkin politikalarında
meydana gelen değişikliklerdir. Bu süreçte yeni-sömürgeler,
1945’ler sonrasında yoğun biçimde uygulanan klasik
kapitalistleşme modelini (ithal ikameciliği) terketmeye
ve her alanda liberalizasyona geçmeye zorlanmışlar,
böylece basit bir ekonomik model değişikliğinin
ötesinde yeni bir uluslararası işbölümüne dahil
edilmişlerdir. “Sanayisizleştirme” olarak da adlandırılabilecek
bu yeni işbölümü modeli içersinde yeni-sömürge
kapitalizmi, kapsamlı üretim birimlerinden daha
az sabit sermaye yatırımı gerektiren ve kârlılık
oranı yüksek düzeydeki “verimli” alanlara kaydırılmış,
neoliberalizmin özelleştirme, sosyal alanların
yok edilmesi gibi başka uygulamaları da bu politikalara
eklenmiştir
Yeni-sömürgelerin stratejik konumları ve gelişmişlik
düzeylerine göre katmanlaştırılması, bugün için
stratejik önem taşımayan bazı ülkeler dibe doğru
itilirken bir bölümünün de “eksen” adı altında
bölgesel taşeronluk konumuna yükseltilmesi de
aynı sürecin bir başka karakteristik çizgisidir.
Böylece, bağımlılık ilişkisi politik anlamda M.
Çayan’ın “gizli işgal” dediği durumla tartışmasız
bir biçimde örtüşen, emperyalizmin “içselleşmesi”
durumu en olgun görünümüne kavuşmuştur. O kadar
ki, yeni-sömürgelerin bir bölümü için artık dolaylı
zorlamalar bile gerekmez olmuş, içinde bizzat
emperyalizmin de bulunduğu oligarşik diktatörlükler,
varılan yeni bütünleşme noktasında kendilerini
“kulübün üyesi” olarak gördükleri için tam ve
kesintisiz bağlılık/hizmet esasına göre çalışmaya
başlamışlardır.
Bütün bunların pratik sonucu ise, yeni-sömürge
halklarının gitgide uçuruma dönüşen yoksulluğunun
yanında büyük bir çürüme ve kriz ortamıdır.
90’lı yıllara gelindiğinde, dünya tablosu çok
kısa bir özetle, aşağı yukarı böyledir.
Yeni Süreçte Türkiye
Bu tablonun, emperyalizme bağımlılığın bataklığı
içinde yüzen, gırtlağına dek borca batmış ve krizler
içinde yuvarlanan yeni-sömürge Türkiye’ye yansıması,
vahim sonuçlar doğurmuştur. 1980’lerden beri uygulanmakta
olan “yapısal uyum” politikaları, bu yeni süreçle
birlikte IMF ve Dünya Bankası ikilisi tarafından
daha üst düzeylerden yeniden kurgulanmış, süreç
içersindeki bütün politik istikrarsızlıklara ve
önce 1990’ların ortalarında, daha sonra da 2001’de
derinleşen kriz noktalarına rağmen bugüne dek
uygulanmışlardır. Bu süreçte artık neredeyse ülke
ekonomisini ve siyasetini doğrudan yönetecek kadar
Ankara’yla içli-dışlı olan emperyalist heyetlerle
hükümetler arasındaki ilişki tam bir efendi-uşak
ilişkisi olarak yürümüştür. 90’lardan bugüne sayısı
belirsiz yasa IMF’nin isteğiyle meclislerden geçirilmiş,
artık iyice ayrıntılara inen toplantılar aracılığıyla
Türkiye’nin günlük politikaları bile denetim altına
alınmıştır.
Sözü edilen “yeniden-yapılanma” sürecinin ekonomik-politik-sosyal
sonuçları şöyle özetlenebilir:
A) Türkiye’nin Yeni-Sömürge
Düzeni Emperyalist Politikalar
Doğrultusunda Yeniden
Yapılandırılmıştır.
Her şeyden önce 1980’lerle başlayıp 1990’lar ve
2000’lerde olgunluk noktasına ulaşan restorasyon
süreci, Türkiye için basit bir ekonomik model
değişikliği anlamına gelmemiş, yirmi yıla yayılan
bir dönem boyunca parça parça atılan adımlarla
Türkiye, bütünlüklü bir “yeniden yapılanma” ya
da IMF kavramlarıyla ifade edersek, “yapısal uyum”
sürecinden geçmiştir. Eski türden “ithal ikameci”
tarzın temel unsurlarına son verilmesi doğrultusunda
atılan adımlarla tüm “koruma” biçimlerinin tasfiyesi
ve uluslararası sermaye piyasasıyla tam bütünleşme,
sermaye akışının önündeki yasalardan ya da mantaliteden
kaynaklanan engellerin tümünün ortadan kaldırılması,
büyük ve “hantal” bulunan sanayi kompleksleri
yatırımlarınının durdurularak yeni uluslararası
işbölümüne uygun alanlara doğru yönelinmesi, bu
sürecin başlıca unsurlarıdır. Aynı şekilde kamu
kuruluşlarının özelleştirilerek büyük sermaye
gruplarına devredilmesi, tarımın büyük ölçüde
emperyalist isteklere göre yeniden düzenlenmesi,
devletin sosyal sistemlerinin tasfiye edilerek
her türlü hizmet alanının sermaye dolaşım ağının
bir parçası haline getirilmesi, yeni iş örgütlenmesinin
önce fiili olarak hayata geçirilmesi ve sonra
yasal düzeyde de oturtularak sınıfın güçlerinin
parçalanması ve böylece işgücününün ucuzlatılarak
kârlılık oranlarının yükselilmesi, restorasyon
sürecinin diğer sonuçları olmuştur. Bir bölümü
doğrudan açık faşist diktatörlük dönemine denk
düşen bu adımlar, sonraki yıllarda da yoğun bir
baskı atmosferinde atılmış, süreç içinde belli
mesafeler alındıkça da emekçi güçlerin karşı çıkış
noktaları da gitgide zayıflamıştır.
Sonuçta, 1980 ile 2000, bir zincirin halkaları
gibi iç içe geçerek tek bir neoliberal süreç halinde
gelişmiş, bazı adımlar IMF’nin son direktifleriyle
bugünlerde tamamlanıyor olsa da, yeni bütünleşme
biçimi yirmi yıllık dönemde esas çizgileriyle
tamamlanmıştır. Böylece Türkiye kapitalizminin
sektörel bileşimindeki değişiklik de büyük ölçüde
gerçekleştirilmiş, eski ithal ikameci sistemin
sonlandırılması ve bir “sanayisizleştirme” sürecine
geçilmesiyle birlikte, içe dönük üretimin yerini
gitgide artan oranda “ihracata yönelik” yeni ve
hafif sektörler almıştır. Toplumsal muhalefet
güçlerinin sindirildiği ya da çürütüldüğü, sınıfın
reflekslerinin yeni iş örgütlenmesiyle köreltildiği
ve genel toplumsal duyarlılığın ideolojik bir
saldırıyla geriletildiği koşullarda işgücünün
de ucuzlamasıyla bu sektörlerin gelişimi kuşkusuz
çok hızlı olmuştur. Yirmi yılı kapsayan bir süreç
boyunca Türkiye, adeta kabuk değiştirerek borsa,
banka vb. yollarla bir spekülatif kârlar cenneti
haline getirilmiş, paranın hızla geriye döndüğü
her alan büyük bir hızla istilaya uğramıştır.
Öyle ki, bu hızlı dolaşım ve yüksek kâr alanlarının
arasına büyük ölçüde karapara, uyuşturucu gibi
“sektör”ler de katılmış, buralardan elde edilen
büyük rantlar, başka savaş rantlarıyla da birleşerek
yeni-sömürge ekonomisine ciddi katkılarda bulunmuştur.
Bu durum, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin üst
kesimlerinin bileşiminde değişikliklere yol açmış,
-bazıları geçici olsalar da- yeni sürecin yeni
ve hırslı aktörleri de sahnedeki yerlerini almışlardır.
Eski tarzın tasfiye edildiği ve yeni bir işbölümünün
ortaya çıktığı koşullarda hep olduğu gibi yoğun
bir tekelleşme dalgası da bu dönemde yaşanmış,
zaman zaman polisiye önlemlere kadar varabilen,
zaman zaman da birleşme-yutma yöntemleriyle yürütülen
bir sermayenin merkezileştirilmesi operasyonu
bu dalganın somut ifadeleri olmuştur. 2000’lerin
başında Türkiye, artık “ev ödevleri”nin bir çoğunu
tamamlamış, sistemin “uyumlulaştırılmış” parçalarından
biri haline gelmiştir.
B) Türkiye’nin Emperyalizmle
Bütünleşme Düzeyi Artmış,
Bağımlılık İlişkisi Derinleşmiştir
Emperyalist sermayenin önündeki bütün korumacı
engellerin tasfiyesiyle birlikte bu yeni işbölümü
modeli, bir yandan bağımlılık ilişkilerinin artmasını
beraberinde getirirken diğer yandan da bu ilişkinin
adeta “doğallaşması” sonucunu yaratmış, herhangi
bir perdeleme ihtiyacı duyulmayacak ölçüde “rasyonel”
bir noktaya ulaştırmıştır.
Yeni-sömürge kapitalizminin dışa bağımlılığı,
bu süreçte geçmişte hiç olmadığı ölçüde yoğun
bir noktaya ulaşmıştır; çünkü bu kez söz konusu
olan, salt iç pazarı “derinleştiren” ve emperyalist
şirketlerle ortak üretim yapan-satan bir işbirlikçi
kapitalist model değil, tümüyle ve bütün cepheleriyle
dünya kapitalist sistemine “açılmış”, bankacılıktan
tarıma ve kamu alanlarına dek her alanda yağmaya
uygun hale getirilmiş bir ekonomidir. Özellikle
emperyalist para sistemine tümüyle entegre olunması
ve sermaye giriş-çıkışlarının tamamen serbestleştirilmesi
sonucunda, eski süreçte yabancı sermaye yatırım
rakamları ve know-how/patent anlaşmaları, vb.
düzeyinde somut olarak görülebilen ekonomik bağımlılık
biçimleri, hayatın bütün alanlarına yayılarak
büyük ölçüde de “meşrulaşmış”tır. Öyle ki, artık
bu ilişki, herhangi bir toplu sözleşme döneminde
işçilere ne kadar zam verileceğinden, devlet hizmetine
alınacak kadro sayısına, tarlalarda hangi ürünlerin
ekileceğine, hangi bankalara el konulup hangilerinin
önünün açılacağına, vb. dek bütün ekonomik alanları
kapsamaktadır. IMF’nin 60’lardan beri süren denetleme
turları da aslında bu anlamda bir değişikliğe
uğramış, geçmişe göre çok daha fazla ayrıntıya
inen bu heyetler bir noktadan sonra kelimenin
tam anlamıyla ülke ekonomisinin yönetimini devralmışlardır.
Üstelik, bunun artık bir “dünya sistemi” olduğu
ve günümüzde klasik “bağımsızlık” biçiminin imkânsız
hale geldiği söylemi üzerinden bu ilişki biçimi
kutsanmakta ve hatta bir “dünyayla bütünleşme”
tarzı olarak rasyonel açıklamaya kavuşturulmaktadır.
Bu ilişkilerin politik alandaki karşılığı ise,
devlet yapısının yeniden düzenlenmesine paralel
olarak bütün temel mali-sınai karar mekanizmalarının
normal parlamento sisteminin denetiminden çıkarılarak
“özerkleştirilmesi”, bütün önemli kararların ve
uygulamaların uluslararası finans kurumları ile
bu “özerk” (Merkez Bankası, BDDK, vb.) yapılar
arasındaki bir sorun haline getirilmesi, böylece
deyim yerindeyse ekonominin emperyalizmle ilişkiler
bakımından “otomatiğe bağlanması”dır. Yani, bağımlılık
ilişkisi, sıradanlaşarak, günlük bir durum haline
gelerek bir anlamda somutlaşmış, bir anlamda da
adeta “normalleşerek” kanıksanmıştır.
Böylece varılan nokta, emperyalizmin “içselleşmesi”
olgusunun en derin aşamasını oluşturmuştur. Emperyalizm,
ekonominin en küçük ayrıntılarından herhangi bir
hükümetin herhangi bir konuda alacağı herhangi
bir karara kadar TC’nin bütün siyasi tarihinde
görülmemiş ölçüde “işin içine” girmiş, bütün sorunların
ve “çözüm”lerin doğrudan bir parçası olmuştur.
Aynı biçimde, oligarşinin politika ya da ekonomi
alanındaki kadroları da bu ilişkinin muhatapları
olarak yeniden biçimlenmişler, sürece uyum sağlayamayanların
“postmodern darbe”lerle tasfiye edildiği, başka
bazılarının da hizaya getirildiği bir süreçte
pürüz yaratabilecek unsurlar ayıklanmıştır. Böylece
sağcısından “solcu”suna dek bütün burjuva politik
kadroları “asla dokunulamaz” bu temel alanların
dışına, ayrıntılara itilmiş, bu yolla emperyalist
programın asıl unsurları garanti altına alınmıştır.
Yani artık yeni-sömürgeciliğin ilk aşamalarında
olduğu gibi “inatçı ihtiyarlar”, “köhnemiş bürokratlar”
söz konusu değildir ve seçmeni memnun etmek için
bol keseden hovardalıklar yapan politika cambazlarının
oyun alanları da kısıtlanmış; sistemin işleyişini
bozabilecek adımların önü kesilmiştir. 1960’larda
açığa çıkarılan ünlü CIA raporunun yakındığı “ilişkileri
engelleyen örümcek kafalı yöneticiler” (akt. Doğan
Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni) ise artık tarihe
karışmış, oligarşinin politik-ekonomik karar ve
uygulama alanları tamamen (şu anda görevde olanlar
ve “muhalif” partilerde olanların tümü bakımından)
neoliberal kadroların egemenliğine geçmiştir.
Aynı sürecin izdüşümünün ordu açısından da gerçekleşmesi,
süreci rahatlatmış, büyük bir kapitalist firma
olarak da tanımlanabilecek olan ordu ile tekelci
burjuvazi arasındaki ilişkiler tam uyum ve iç
içelik noktasına ulaşmıştır.
Bu “içselleşme”nin emekçi kitleler açısından yarattığı
sonuçlar ise hayli karışık ve çelişkili olmuştur.
Bir yandan halkın büyük çoğunluğu, özellikle krizin
dibe vurduğu dönemlerde emperyalist boyunduruğu
açıkça farkeder ve bire bir tepkilerinde “IMF
karşıtlığı” gibi vurgulara yönelirken, diğer yandan
da bu sıradanlaşmış bağımlılık ilişkisinin “değiştirilemez
bir gerçeklik” olduğu yargısı güç kazanmıştır.
Uluslararası haydutluk gösterileriyle de desteklenerek
yaygınlaştırılan bir pasifikasyon, verili uluslararası
ilişkilerin kötü fakat kaçınılmaz olduğu fikrini
pekiştirmiş, medyatik bombardıman yoluyla yaratılan
bilinç çarpılmasıyla birlikte sık sık “normal
bir ticari ilişki”ye benzetilen emperyalist ilişkilerin
esasen “iş bilmeyen politikacılar” yüzünden kötü
sonuçlar yarattığı düşüncesi belli ölçülerde yaygınlaşmıştır.
Yani sonuçta, anti-emperyalist bir mücadelenin
nesnel temellerinin son derece güçlenmesi ile
emperyalizme karşı duyguların törpülenmesi çelişik
bir durum olarak aynı sürece denk düşmüş ve ancak
devrimci mücadelenin çözümleyebileceği bir sorun
olarak önümüze çıkmıştır.
D) Süreç İçersinde Oligarşinin
Bileşiminde Değişiklikler
Meydana Gelmiş, Oligarşi Daha
Homojen Bir Noktaya Ulaşmıştır
Öte yandan son 20 yıl içinde oluşan yeni tablonun
en çarpıcı unsurlarından biri de, oligarşi içinde,
hem tekelci burjuvazinin çeşitli fraksiyonları
arasındaki ilişkilerin hem de genel olarak tekelcilerin
iktidarı gönülsüzce paylaştıkları diğer gerici
güçlerle olan ilişkilerinin büyük ölçüde değişime
uğramasıdır.
Yeni süreçle birlikte bağımlı kapitalizmin yöneldiği
alanlarda belirgin bir yığılma ve merkezileşme
gerçekleşirken yeni duruma uyum gösterebilen eski
tekelcilerin yanında sürecin yeni ve hırslı aktörleri
de sahneye çıkmış, bunlardan bazıları spekülatif
alanlarda oynamanın doğal sonucu olarak tasfiye
olurken bazıları ise üst mevkilere yerleşmişler,
böylece oligarşinin 50’li 60’lı yıllar boyunca
az çok istikrar gösteren bileşimi özellikle 80’lerde
giderek daha kaygan ve değişken hale gelmiştir.
Bunda kuşkusuz özelleştirme ve diğer tüm liberalizasyon
programlarının yeni-sömürge çürümüşlüğünün etkisi
altında uygulanmasının da payı vardır; düpedüz
bir yağmaya dönüştürülen ve maddi ya da politik
rüşvetlerin konusu yapılan bu uygulamalar, iş
dünyasındaki geçici ve kalıcı türden yeni aktörlerin
parlamasının en büyük nedeni olmuştur.
Başka bir deyişle, birbirleriyle rekabet etmekle
birlikte belli bir dengeyi de gözeten eski büyük
patronlar düzeninin yerini, en azından geçiş sürecinde,
yani 80’lerde “yeni-dönem hırsızları”ndan bazılarını
da kapsayan daha parçalı bir tablo almıştır. Özellikle
süreç içinde dalgalı bir gelişim gösteren medya
tekelleri ve hem Türkiye’nin en büyük holdinglerinden
birinin sahibi olma sıfatıyla hem de korkuyla
beslediği politik etkinliğine dayanarak gücünü
koruyan ordu da aynı süreçte bu tabloya doğrudan
dahil olmuş, böylece ortaya 1960’lara oranla nisbeten
değişik bir manzara çıkmıştır.
Daha sonraları gelen her kriz dalgasıyla birlikte
tekel-dışı kapitalist güçler ve yeni/hırslı gruplardan
bazıları tasfiyeye uğrarken genel olarak sistemin
yapısı daha fazla merkezileştirilmiştir. Özellikle
banka-şirket ilişkileri bu dönemde öne çıkmış,
zaman zaman yapılan ekonomik ya da polisiye ayıklamalar
da tekelleşmenin hızını artıran bir başka faktör
olmuştur. Daha da önemlisi, uzunca bir süredir
hem finans dünyasında hem de ticari-sınai alanda
gerçekleşen merkezileşme ve tasfiyelerin büyük
çoğunluğu bizzat emperyalist kurumların denetiminde
ve onların direktifleriyle yapılmış, yani bu süreç
de oyunun kendi kurallarının ötesinde yeni-sömürge
tarzıyla işlemiştir.
Aynı dönemde, tekelci sermaye grupları ile geçmişten
beri para ticaretinin büyük bölümünü yönlendiren
“tefeci”ler arasındaki çelişki de esas olarak
iki yoldan büyük ölçüde çözüme bağlanmıştır. Bir
yandan karanlık bir alanda trilyonları döndüren
bu piyasa legalize edilerek, her türden kayıtsız,
“gayrı-meşru” para kaynaklarının açığa çıkması
ve böylece sistem içine çekilmesi sağlanırken,
diğer yandan da devlet müdahaleleri ve çeşitli
yasal düzenlemelerle para piyasalarının zayıf
unsurlarının batması ya da tekellerle iç içe geçmesi
sağlanmıştır. Süreç içersinde “eski kafalılık”tan
vazgeçerek banka ve hizmet sektörüne hızla yönelen
oligarşinin klasik tekelcilerinin bir bölümü,
hem banka hem de sanayi alanında olmanın avantajlarını
değerlendirerek bu süreçten güçlü bir biçimde
çıkmışlardır.
Tekelci sermayenin tarımdaki büyük güçlerle ilişkisi
bakımından da süreçte oldukça önemli bir değişim
yaşanmış, özellikle 1980’lerden 1990’lara ve 2000’e
doğru gelindiğinde, emperyalist kurumların da
isteğiyle yapılan bir dizi düzenleme ve ithalat
kararlarıyla bazı tarımsal alanların tümüyle küresel
soyguna açılması operasyonu büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Başlangıçta bu alanda da büyük “reformlar” yerine
işlerin Özal tarzıyla, yani kademeli geçişlerle
yürütülmesi tercih edilmiş, bir yandan tarım nüfusunun
kullandığı tüketim mallarının fiyatlarının yükselmesine
katma değer vergilerinin yükü de eklenerek büyük
bir kaynak aktarımı gerçekleştirilirken, diğer
yandan da tarımsal ürünlerin fiyatları düşük tutulmuş,
büyük çaplı tarımsal ürün ithalatlarıyla tarım
ve hayvancılık çöküntüye uğratılmıştır. 2000’lerin
hemen başında varılan son aşama ise artık bu kısmi
ayıklamaların yavaş yavaş terk edilmesi ve emperyalist
kurumların direktifleri doğrultusunda doğrudan
tasfiyeye girişilmesidir. Bunun sonucu ise, tarımdaki
klasik üreticiliğin ve buna dayanan politik güç
alanlarının gitgide zayıflaması, bunun yerini
çoğu tarım dışından alana giriş yapan ürün işleyici-satıcı
yerli/yabancı firmaların almasıdır.
Tarımdaki egemen güçlere bir başka darbe ise Kürt
savaşının başlamasından bir süre sonra kontr-gerilla
faaliyeti başladığında vurulmuş, feodal ilişkilerin
ve yöresel güç odaklarının oldukça yaygın olduğu
Mezopotamya topraklarında hatırı sayılır bir “temizlik”
gerçekleştirilmiştir. Bu yolla bir yandan savaşta
ulusal tutum almış olan feodal güçlere fiziki
darbeler vurulur ve birçok aşiretin topraklarını
terketmesi sağlanırken, devlete sadık kalan kesimler
ise fiilen tarım ve hayvancılık yapılamayan koşullarda
paralı askerliğe soyunmuşlar, böylece savaşa endeksli
olarak güçlerini kısmen korusalar da, topraktan
gelen asıl güçlerini yitirmişlerdir. Bu süreçte
boydan boya bir yıkım alanına dönüşen Mezopotamya,
artık feodal egemenliklerin eski gücünü devam
ettirememesi bir yana, üstünde yaşayan insanların
bile karnının doymadığı, normal tarım faaliyetinin
neredeyse tamamen çöktüğü bir noktaya ulaşmış
ve yüz binlerce insanın salt kirli savaşın çıplak
şiddeti yüzünden değil, yoksulluk yüzünden de
metropollere yığıldığı bir süreç yaşanmıştır.
Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan gerçeklik
ise 2000’lerin olgunlaşma noktasına gelindiğinde,
oligarşinin bileşiminin artık 80’lerden de farklı
olarak büyük sürprizlere izin vermeyecek ölçüde
elitleşmesi, gitgide daha sadeleşmesidir. Yeni-sömürge
Türkiye’nin egemenleri artık kesin biçimde büyük
banka sermayesine de sahip olan emperyalizmle
her alanda, her sektörde kesin biçimde bütünleşmiş
bir avuç büyük tekelcidir. Banka sermayesine sahip
olmayan, ya da zayıf bankalara sahip olanlar değişik
biçimlerde tasfiye edilmiş, iktidar odağından
uzaklaştırılmışlardır. Oligarşi artık daha homojen
ve daha küçük bir grubu ifade ediyor. Oligarşinin
bileşimi son birkaç yıldır alenileştirilmiş ve
somutlaştırılmıştır. Yaklaşık 10 sermaye grubu
artık oligarşinin çekirdeğini oluşturmakta, tüm
temel politik, ekonomik, vd. yaklaşımlar bu ekip
tarafından belirlenmektedir. Sabancı, Koç, Şahenk,
Doğan, Dinçkök, TÜSİAD temsilcisi, zaman zaman
TOBB temsilcisinin katıldığı özel toplantılar
da (ki bu ekibe IMF’yi ve diğer emperyalist denetim
kuruluşlarını ve OYAK’ı da katmak gerekiyor) Türkiye’nin
kaderi belirleniyor. Büyük toprak sahiplerinin
ve oligarşinin çekirdeğinin altında yer alan tekelcilerin
ve büyük sermaye sahiplerinin ise politika belirleme
güç ve olanakları önemli ölçüde tasfiye edilmiştir.
1980 sonrasında zaman zaman yükselişe geçen (1980’lerde
Özal destekli vurguncu gruplar, ya da günümüzdeki
İslamcı) sermaye gruplarının etki gücü ise çoğu
zaman konjonktürel olmaktan öteye gitmemiştir.
Büyük tarımsal üretim önemli ölçüde büyük tekellerin
(Koç, Sabancı, Yaşar Holding, Aytaç Grubu, Philip
Morris vb. emperyalist tekeller vb.) denetimine
geçereken, geleneksel büyük toprak sahipleri esas
olarak sanayi ve finans alanına geçiş yaptıkları
ölçüde anlamlı bir varlık gösterebilmektedirler.
Tarımda, sanayide, hizmet ve finans alanlarında
son 23 yılda yaşanan değişim ve restorasyonun
egemen sınıflar cephesinde ortaya çıkardığı tablonun
özeti budur.
Şüphesiz yeni-sömürge ekonomisi ve siyasetinin
kaotik yapısı gelecekte de düşüş ve yükselişlere,
“kulüp üyeleri”nin sayısındaki bazı oynamalara
izin verebilir; ama genel olarak bugünkü manzara,
oligarşinin tekelci burjuvazi ve ordudan oluşan
genel bileşiminin yerine oturduğu biçimindedir
ve artık bu elit içersine örneğin tarım cephesinden
yeni girişlerin kapısı kapanmıştır. Burada altı
çizilmesi gereken nokta, söz konusu elitleşme
ve tasfiyelerin Türkiye kapitalizminin normal
gelişim seyrinin, büyüme ve yoğunlaşma hızlarının
sonucu olmamasıdır. Bu durum, bizzat emperyalizmin
sürece katılmasıyla gerçekleştirilen “uyumlulaştırma”
programlarının bir sonucu olarak gelişmiştir ve
bu açıdan da bağımlılığın daha derinleşmesi sonucunu
doğurmuştur.
H) Yeni İş Örgütlenmesine Uygun
Olarak İşçi Sınıfının Bileşimi Değişmiş,
Sınıfın Nicel Gücü Yeni Katmanların
Katılımıyla Artarken Örgütlülük
Düzeyi Zayıflatılmıştır
İşçi sınıfı açısından neoliberal sömürü modeli
açık ve net bir saldırı anlamına gelmiştir. Dünya
çapındaki genel saldırının Türkiye ayağının özellikle
daha şiddetli ve sonuç alıcı olması, şüphesiz
dönemin başlangıcının bir askeri cuntaya dek düşmesiyle
ilgilidir. 1970’li yıllarda krizlere rağmen kendi
örgütlü güçleriyle kısmen de olsa ücret düzeylerini
ve haklarını koruyabilen işçi sınıfı, cunta dönemiyle
birlikte bütün örgütlerinden mahrum bırakılmış,
her türlü demokratik kıpırdanmanın ezildiği bir
ortamda cunta hükümetinde bakanlık bile yapan
hain sendikacıların da işbirliğiyle bütün kazanılmış
hakları elinden alınmıştır. İşgücünün ucuzlatılması
esasına dayanan yeni ekonomik model, böylece siyasal
baskı ile iç içe geçerek amacına ulaşmış, Türkiye
kısa sürede tam bir “ucuz işçi” cenneti haline
getirilmiştir. 12 Mart cuntasından farklı olarak
kendi düzenini kalıcı kılma konusunda ciddi şekilde
başarılı olan 12 Eylül açık faşizmi, sendikal
alanda da tarihin en gerici yasalarını çıkarmıştır.
Devrimci hareketin yenilgiye uğradığı, yerel işçi
önderlerinin de titizlikle ayıklanarak tutuklanıp
işten atıldığı koşullarda bu saldırıya ciddi bir
karşı duruş da gerçekleştirilememiş, sınıf hareketi
uzun süren bir yılgınlık ve hareketsizlik dönemi
yaşamıştır. Bu sürecin en olumsuz yanı ise, fiziki
hakların kaybından çok, değişen işçi kuşakları
boyunca bir kendi gücüne güven kaybıdır; Türkiye
işçi sınıfının mücadele geleneğinde gerçekleşen
bu kırılma, genel belleksizleştirme operasyonuyla
birlikte etki yaparak sadece fiziksel değil düşünsel
anlamda da bir kopukluğu hazırlamıştır.
1980’lerden başlayarak 1990’larda olgunlaşan restorasyon
programı, esnek üretimden taşeronlaştırmaya dek
bütün neoliberal uygulamalar, işçi sınıfını tam
da böyle bir noktada yakalamış, 1989’lardaki kısmi
reflekslerin de bir med-cezir hareketi gibi geriye
çekilmesinden sonra birbiri ardına atılan adımlarla
sürece hakim kılınmıştır. Bir yandan solun bu
yeni süreci zamanında çözümleyememesi, diğer yandan
sendika bürokrasilerinin ihanetten aymazlığa dek
uzanan davranış biçimleriyle saldırıyı karşılamaktan
uzak olması, yeni iş örgütlenmesi düzeninin kökleşmesinin
zeminini hazırlamıştır. Böylece esnek üretim esasına
dayanan yeni iş örgütlenmesiyle sınıfın büyük
birimleri parçalanırken, aslında zihinlerde de
bir parçalanma yaratılmış, örgütlülük fikri ve
sınıf bilinci büyük ölçüde geriletilmiştir.
Daha önce Sosyalist Barikat’ın 2. Sayısında da
ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi, yeni süreçte
ortaya çıkan kapitalist sömürü modeli, Keynesçi
türden politikaların terkedilerek neoliberal uygulamalara
geçişi, kamu alanlarının tasfiyesini ve kapitalist
sanayinin sektörlerinin yeniden yapılandırılmasını
içermiş, bu politikaların en önemli ayağını da
fordist üretim tekniğinin terk edilmesi ve esnek
üretime geçiş oluşturmuştur. Üretim sürecinin
böylece parçalanması, yan ürünlerin büyük işletmelerden
küçük ve orta boy işletmelere kaydırılması ve
tipik vahşi kapitalist yöntemlere geri dönüş,
dönemin başlıca özellikleri olmuş, buna parelel
olarak sınıfın birliğinin ve örgütlülüklerinin
dağıtılması süreci gelişmiştir. Sadece üretimin
değil, iş zamanının, işin yapılış biçiminin, çalıştırılan
işçi sayısının, vb. de yeniden düzenlenmesi anlamına
gelen esnek üretim modeli, böylece eski türden
sendikal örgütlülük biçimlerinin mezarının kazılması
anlamına gelmiştir.
Yeni-sömürge Türkiye açısından bu politikaların
yarattığı sonuçlarından en önemlisi, kamu kurumlarının
özelleştirilmesi ve tasfiyesiyle birlikte klasik
sektörlerde işsizliğin kesin biçimde artışı, hiçbir
güvence taşımayan yeni bir iş düzeninin kurulması,
mevcut sendikal örgütlülüklerin içi boş kurumlar
haline getirilmesi ve işgücünün ucuzlatılmasıdır.
Ortaya çıkan bir başka sonuç ise, büyük üretim
birimlerinin tasfiyesi ve taşeronlaştırma sonucunda
küçük-güvencesiz işyerlerinin olağanüstü yayılması
ve böylece düzensiz çalışan, işyeri bazında örgütlenmesi
neredeyse imkânsız yeni işçi sınıfı katmanlarının
sürece eklenmesidir. DPT’nin 2001 raporuna göre
Türkiye’de yaklaşık 4 milyon insan sigortasız
çalıştırılmaktadır, kaçak olarak çalıştırılan
yabancı işçi sayısı ise 1 milyonun üzerindedir.
1997 DİE anketlerinde, 5 kişiden az insan çalıştıran
işyerlerindeki çalışan sayısı 11 milyon, 10 kişiden
az insan çalıştıran işyerlerindeki emekçi sayısı
ise 14 milyondur. Yani milyonlarca insanın hiçbir
güvence ve örgütlenme olmaksızın köle gibi çalıştırıldığı
bir düzen kurulmuş, böylece geçmişte büyük birimlerde
örgütlenerek hayata müdahale edebilen sınıfın
bütünlüğü büyük ölçüde dağıtılmıştır. Aynı süreçte
ücretli-ücretsiz ekonomik faaliyelerde çalıştırılan
çocukların sayısı 4 milyona ulaşmış, özellikle
konfeksiyon ve ev işlerinde yoğunlaşan kadın işgücü
ise en ucuz kategoriyi oluşturmuştur.
Öte yandan işsizler de işçi sınıfının bir bölüğü
olarak geçici alanlara kaymışlar, klasik fabrika
ve atölye düzeninin dışında marjinal işler alanı
ve lumpen proletaryanın yasadışı sektörleri olağanüstü
düzeyde büyümüştür.
Aynı süreçte gelişen hizmet sektörü işçileri,
devlet kurumlarının piyasaya uyumlulaştırılmasıyla
eski ayrıcalıklarını yitirerek işçileşen kamu
emekçileri, küçük bir azınlık dışında kalan bölümü
teknisyenlik düzeyine inerek işçi sınıfına yaklaşan
mühendisler, doktorlar, vb. de sınıfın yeni katmanları
olarak sahneye çıkmışlardır. İşçi sınıfının bugünkü
politik duruşu onun nesnel zayıflamasından değil,
onun politik çıkarlarını temsil edebilecek devrimci
güçlerin onun büyüyen ancak geçmiştekinden daha
karmaşık ve farklı hale gelen nesnel konumunu
kucaklayacak, bütünlüklü politik tavırlar geliştirmesini
sağlayacak devrimci politikaların üretilememesinden
kaynaklanmaktadır.
Bütün bunlar sonucunda ortaya çıkan tablo, sınıfın
sayıca arttığı ama birlik ve örgütlülük bakımından
zayıfladığı bir durumu ifade etmektedir.
Dolayısıyla anti-emperyalist anti-oligarşik devrimimizin
öncü gücü olan işçi sınıfı üzerine yeni politikalar
belirlemek, neoliberal politikaların tahribatını
da gözeten bir noktadan bakarak örgütsel modeller
yaratmak kaçınılmaz olmuştur.
F) Tarımsal Alan Emperyalist
Politikalar Doğrultusunda
Düzenlenmiş, Tarım Sorunu Salt
Toprak Sorunu Olmanın Ötesinde
Emperyalizme Bağımlılık Sorununun
Bir Parçası Haline Gelmiştir
Bu arada tarımdaki gelişmeler de sadece oligarşi
içi dengelerin değişmesi sonucunu doğurmamıştır;
süreç boyunca ortaya çıkan en az bunun kadar önemli
bir başka olgu da tarım alanlarının doğrudan emperyalist
müdahaleye uğramasıdır. Uzun yıllar boyunca yeni-sömürgeci
bir kapitalistleşme sürecini geliştirirken tarımsal
yapıları da kısmi değişikliklere uğratan, kademeli
çözme yöntemleriyle kırsal alanı metropollere
bağlamaya çalışan emperyalizm, yeni süreçte bu
klasik politikanın yanı sıra, tarımsal üretimin
kendisine de müdahale etmekte ve tarım alanlarını
doğrudan doğruya dünya kapitalist sisteminin ihtiyaçlarına
göre biçimlendirmektedir.
Şüphesiz böylece yapılan şey, hain bir komplo
sonucunda tarım üretiminin çökertilmesi gibi amaçsız-anlamsız
bir uygulama değildir. Burada sözkonusu olan,
neoliberalizmin sınır ve ölçü tanımayan dolaşım
politikasının hayata geçirilmesi ve tarımın kapalı-kendine
yeterli zeminlerinin tasfiye edilerek dıştan girişlere
açık hale getirilmesidir.
Yani, neoliberal süreçle birlikte, cumhuriyetin
kuruluşundan beri siyasal dengelere bağlı olarak
hep sürdürülmüş olan “tarıma açıkça dokunmama”
politikası değiştirilmiştir. Bu amaçla, 1980 sonrasından
başlayarak destekleme politikaları yavaş yavaş
tasfiye edilmiş, desteklenen ürün sayısı azaltılmış,
bu arada da 1960’larda %13.5 olan tarımsal yatırım
miktarı 1999’da %5’ e kadar düşürülmüştür. Daha
önce sözünü ettiğimiz Uruguay Round’u ise Türkiye’nin
tarım bakımından tarihin en önemli anlaşmalarının
altına imza atması anlamına gelmiştir.
Tarımsal destekleme bütçelerinin azaltılması,
desteklenen ürünlerin ihracatının kısılması, bütün
ürünler için zorunlu hale getirilen ithalat, tarımsal
ürün işleyicisi olarak “haksız rekabet”(!) yaratan
kooperatiflerin özelleştirilmesi, vb. hepsi bu
anlaşmalar uyarınca gerçekleştirilmiş, 1999 ve
2000 IMF mektuplarında artık açıkça verilen sözler
haline gelmiştir. Daha sonra gelen ünlü Tütün
ve Şeker yasaları da, bir yandan bu alanlardaki
üretimi kısıtlayan, diğer yandan da emperyalist
şirketlerin önünü açan uygulamalardır. Aynı şekilde
Türkiye’nin ihtiyacından bile fazla olan buğday
üretim kapasitesi emperyalist istekler doğrultusunda
geriye çekilmiş ve buğday ithalatı gündeme gelmiştir.
Öyle ki, salt bağımsız tarım alanlarını çözebilmek
ve ürün ithalatının önünü açmak için Dünya Bankası
desteğiyle, belli tarım ürünlerini üretmekten
vazgeçen üreticilere, havadan para anlamına gelen
“doğrudan gelir desteği” uygulaması başlatılmıştır.
Diğer taraftan döl vermeyen, sadece bir defa kullanılabilen
biyo-genetik tohumların piyasaya sokulmasıyla
en küçük üreticilerin bile emperyalist tekellere
doğrudan bağımlılığının kanalları oluşturulmuştur.
Sonuçta, yapılan şey, tarımsal üretimin uluslararası
tekeller için verimli ve değerli olmayan bölümünün
açıkça tasfiyesi ve tarım ve hayvancılığın tamamen
emperyalist çıkarlara açılmasıdır. Bunun sosyal
sonuçları ise şüphesiz yeni göç dalgaları ve kırsal
alanda yaşanan yoksullaşmadır. Öte yandan, tarımda
yerli ve emperyalist tekeller için çalışan ve
giderek büyüyen bir kır proletaryası oluşmuş,
buna tamamen bu tekellerin belirlediği ve onlara
çalışan çok daha büyük bir küçük ve orta köylü
kitlesi de katılmıştır.
Tarımdaki emekçi kesimlerin bu yeni konumlanışı
kırdaki sınıflar mücadelesinin yeni biçimler altında
giderek keskinleşen biçimler kazanmasının önünü
de açacaktır.
Bunun oligarşi içi dengelere yansımasını ise yukarıda
ele aldığımız için tekrar girmeyeceğiz.
Konunun politik bakımdan önemi ise, tarımla ilgili
sorunun artık yalnızca “toprağın adaletsiz dağılımı”
sorunu olmaktan çıkarak doğrudan emperyalizmle
ilgili bir sorun haline gelmesi ve anti-emperyalist
mücadelenin konularından biri olmasıdır. Gelecekte
küreselleşmiş soygun ile tarımsal alandaki üreticiler
arasındaki çelişkinin daha da net boyutlara varacağı
kesindir.
I) Neoliberal Düzen Yeni Orta
Sınıflar Yaratarak Bu Güçleri Yeni
İdeolojik Konseptlerin Taşıyıcısı
Olarak Kullanmıştır
Dönem boyunca gerçekleşen bu denli yoğun yoksullaşmanın
çelişkili gibi görünen bir başka sonucu ise yeni
ekonomik politikaların yarattığı ortamda beliren
yeni iş olanakları ve orta sınıf kategorileridir.
Faizlerin yükseltilip alçaltılmasıyla bağlantılı
olarak gelişen rantiye ilişkileri ve daha sonraki
süreçte ortaya çıkan borsa oyunları bu kategorilerin
bilinen kaynaklarından biridir. Bilir bilmez binlerce
insanın kolay kazanç umuduyla girdikleri bu tür
süreçler tabii ki çoğu zaman küçüklerin aleyhine
sonuçlanmıştır; ama yine de bu alanlar boş kalmamıştır.
Küçük vurguncuların bir bölümü de orta sınıf düzeyine
terfi etmiştir.
Diğer yandan ekonominin yükselen sektörlerinin
ihtiyaç duyduğu yönetici kadrolar da bu kategorilerin
bir başka kaynağı olmuştur; ihracat alanındaki
uzman unsurlardan reklamcılara, turizmcilerden
şirketlerin finans danışmanlarına, sıradan mühendislerden
giderek ayrışan yönetici mühendislerden özel hastanelerin
ayrıcalıklı doktorlarına ve hizmet sektörünün
ve ihracata yönelik yan sanayinin taşeron yapısının
karışık alanlarına dek bir dizi zemin üzerinden
türeyen bu toplumsal tabaka, kendi içinde kaygan
geçişleri olsa da giderek oturmuş ve bir ucu sola
dek uzanan ideolojik bir etkiyi de üretmiştir.
Piyasaya yeni sürülen bir parfümün satış imkânlarının
önce anketlerle belirlenmesi örneğinde olduğu
gibi politik/ekonomik alanda da tekelci burjuvazinin
her hamlesi (özelleştirme, AB, vb), öncelikle
bu tabakalar üzerinden ideolojik bir yayılma göstermiş,
neoliberal politikaların toplumun daha alt sınıflarına
kabul ettirilmesinden önce uğradığı ilk durak
mutlaka bu kategori olmuştur. Aynı şekilde postmodern
gericiliğin de ilk alıcıları ve en istikrarlı
taşıyıcıları, medyadaki, entelektüel dünyadaki,
meslek odaları ve gruplarındaki izdüşümleriyle
kendisini temsil eden bu yeni orta sınıf olmuş,
ellerindeki araçların güçlülüğü nedeniyle bu kesimler
özellikle gençlik üzerinde etkili olmuşlardır.
Bu yapısıyla yeni orta kesimler emperyalizmin
ve oligarşinin önemli toplumsal dayanaklarından
biri haline gelmiştir. Burjuva politik alanda
öne çıkan aktörler giderek daha çok bu kesimler
içinde çıkmakta ve oligarşinin politik tutumunu
geniş kitleler içindeki temsilciliğini artan ölçüde
bu kesimler üstlenmektedirler.
Geleneksel orta sınıflar (küçük ve orta tüccarlar,
küçük burjuvazinin çeşitli kesimleri vb.) ise
tekelleşmenin olağanüstü ölçülerde yayıldığı,
kendilerine akan gelir kaynaklarının kuruduğu
koşullarda önemli ölçüde tasfiye uğramıştır/uğramaktadır.
Bu kesimler ekonomik ve sosyal açıdan işçi sınıfına
yaklaştıkları ölçüde oligarşiye karşı politik
olarak daha mesafeli hale gelmektedir. 2001 ekonomik
krizi sırasında patlayan esnaf gösterileri vb.
bu mesafeli duruşun patladığı duraklardan biri
olarak ele alınmalıdır. Bu kesimler hala gerici
burjuva partilerinin arkasında saf tutmalarına
karşın, politik tavırları giderek eski istikrarını
yitirmekte, kararsız tutum daha da öne çıkmaktadır.
C) Türkiye’nin Stratejik Konumu
Yeniden Biçimlenmiş, Bölgenin
Saldırı ve Sızma Aracı Olarak
Konumlanmıştır
Aynı sürecin emperyalizmle ilişkiler bakımından
yeni sayılabilecek bir diğer sonucu ise orta büyüklükte
bir yeni-sömürge sayılabilecek Türkiye’nin askeri
ve ekonomik bakımdan kazandığı bölgesel pozisyondur.
1945’ler sonrası süreçte esas olarak anti-sovyetik
bir stratejik konumda duran Türkiye, 90’lar sonrasında
dünya manzarasında meydana gelen değişiklikle
birlikte yeniden yapılanırken birkaç faktör süreci
belirlemiştir.
Her şeyden önce, zaten öteden beri Afrika-Asya’nın
en dipteki bazı ülkelerinden farklı bir yerde
duran, daha yeni-sömürgeci ilişkinin ilk aşamasında
bile az çok bir sermaye birikimiyle işe başlayan
Türkiye, yeni süreçte de kalburüstü bir yeni-sömürge
olarak emperyalizmin bölgesel amaçlarına uygun
bir noktadadır. Bu bağlamda, reel sosyalizmin
çöküşünden önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerindeki
müteahhitlik-ihracat işleri üzerinden başlamış
olan “dışa-açılma”, çöküşten sonra Asya ve Doğu
Avrupa’yı da kapsayacak biçimde genişlemiş, bölgesel
anlamda bir taşeronluk fonksiyonuna ulaşmıştır.
Türkiye bu sürece yalnızca iş potansiyeliyle ve
çokuluslu tekellerle ilişkilerinin çapıyla değil,
artık bu çapta işleri götürebilecek profesyonel
kadroları ve buna uygun biçimlenmiş firmalarıyla
da hazır haldedir çünkü.
Şüphesiz, büyük emperyalist güçler pastanın bu
yeni dilimlerindeki pazarları ve yatırım alanlarını
esas olarak kendilerine ayırmak istedikleri için
bu bölgelerdeki taşeronluk, belki beklendiği ve
iddia edildiği ölçüde büyük boyutlara ulaşmamış
ve Türkiye’ye “emperyalist ülke” statüsüne yükseltmeye
hevesli bazı sol teorisyenleri haklı çıkarmamıştır;
ama öte yandan çoğu kez mafyatik ilişkilerin ve
uyuşturucu, vb. gibi bağlantıların da işe karıştığı
bu ilişkilerden sağlanan transferler bile yeni-sömürge
ekonomisi bakımından önemli olmuştur.
Öte yandan, aynı sürece, Kürt savaşı boyunca ciddi
deneyimler ve teknolojik imkânlar biriktiren ordunun
da etkisiyle bir “bölgesel kılıç” boyutu eklenmiştir.
Yani 1945 sonrası dönem boyunca, daha çok komünist
tehlikeye karşı tampon olarak düşünülen ve ABD
ordusunun modası geçmiş teçhizatıyla “ödüllendirilen”
Türk ordusu, 1990’larda başka bir noktaya gelmiştir.
1960’larda “bir Sovyet saldırısını birkaç gün
oyalasa yeterlidir” gibi tipik Pentagon değerlendirmelerine
konu olan Türkiye, o günlerde sınır ötesindeki
harekâtları aklından bile geçirmezken, 1990’larda
bölgenin, hatta dünyanın en çok silah satın alan
ülkelerinden biri olmuştur. Kürt savaşının teknik
gereksinmeleriyle ordunun zaman içersinde kazandığı
ekonomik ve politik güç bir araya gelerek devasa
askeri projeleri ve eğitim programlarını gündeme
taşımış, böylece Savunma Bakanlığı bütçesine asla
dokunulamayan bir ülke olarak Türkiye, Ortadoğu
bölgesindeki en modern askeri gücü sıfatıyla çevre
ülkelere “eğitim” veren ve “uzmanlar” bulunduran
bir noktaya gelmiştir.
Bunun politik sonucu ise bir yandan Türkiye’nin
emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin pekişmesi
olurken, diğer yandan da zaman zaman “stratejik
konumunu pazarlayan” bir güç olarak sahneye çıkması
ve detaya ilişkin konularda küçük soygunlardan
“pay talep etmesi” olmuştur. Zaman zaman yanıltıcı
bir biçimde “ulusal tutum” olarak yorumlanan bu
durum, gerçekte emperyalist ilişkilerin dışında
değildir; genel emperyalist konseptin bütün temel
gereksinmelerine uygun davranan Türkiye oligarşisinin
bu tutumları, yalnızca haydutluktan “faydalanma”
girişimleri olarak değerlendirilebilir. Türkiye
oligarşisinin zaman zaman tehdit ettiği, hatta
fiilen topraklarına girdiği ülkelerin tamamının
ABD emperyalizminin hedef tahtasındaki ülkeler
olması ise hiç rastlantı değildir.
E) Devlet Mekanizmasının
Yeniden Yapılandırılması Süreci
Büyük Ölçüde Tamamlanmış,
Geçmişe Göre Daha Militarist Bir
Organizasyon Yaratılmıştır
Yeni-sömürgeci kapitalist düzenin klasik unsurları
temizlenir ve dönüştürülürken muhalefetin etkisizleştirildiği
koşullarda devlet yapısı da yeniden ele alınmış
ve yıllardır tekelci burjuvazi ve emperyalizmin
düşünü kurduğu formlar bir bir hayata geçirilmiştir.
Bu düzenleme birkaç alanda özellikle yoğunlaşmıştır.
Her şeyden önce ekonominin yönetiminde parlamentonun
sık sık işlere karışmasına neden olan klasik bakanlıklar
sistemi büyük ölçüde değiştirilmiş, bir yandan
ekonominin üst bürokrasisi güçlendirilip yetkilerle
donatılırken diğer yandan da ekonomi alanındaki
yetkileri tek elde toparlayan bakanlık biçimleri
yaratılarak sıkıcı denetimlere kapalı, ama tekelci
burjuvazinin müdahale ve yönlendirmelerine son
derece açık, “teknokrat” bir sistem kurulmuştur.
Bu sistem, yalnızca yasal yollardan değil holding
yöneticiliğinden devlet bürokrasisine, oradan
da yine holdinglere hızlı geçişler yapan ara-kadrolar
tarafından da garantiye alınmıştır, alınmaktadır.
Özellikle son yıllarda “yönetişim” modeli adı
altında gerçekleştirilen uygulamalar bu konudaki
en temel adımlardır. “Yönetme” ve “yönetilme”
ilişkisini bir anlamda birleştiren bu model, temel
ekonomik sektörlerdeki devletin belirleyiciliğini
sözde geri çekerken, “düzenleme kurulları” adı
altında yapılar yaratmış, böylece bir “demokrasi”
demogojisinin de önü açılmıştır. Söz konusu kurullarda,
devlet temsilcileri, alandaki en büyük firmanın
sahipleri, sektörün en büyük sendikası ve yine
aynı alanda faaliyet gösteren en büyük Sivil Toplum
Kuruluşu(!) yer almakta ve bu kurulların sektörü
piyasaya göre yönetmesi öngörülmektedir. Böylece
amaçlanan, petrolden şekere, enerjiden bankacılığa
kadar her alanda pürüz çıkarıcı bürokratik denetimlerin
ve “aykırı” politik kadroların çarkı değiştirme
ihtimalinin ortadan kaldırılması ve bunun yerine
sarı sendikacılarla ne idüğü belirsiz STK’ların
da yedeklendiği koşullarda tamamen en büyük tekellerin
yönlendirdiği bir yönetim modelinin oturtulmasıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, IMF’nin dayattığı
şeker yasası ile oluşturulan şeker kurulu, bugün
artık ABD’li dünya tekeli Cargill’in denetimi
altındadır. Aslında bu yoldan devletin ekonomiye
müdahalesinin “azaltıldığı” iddiasının doğru olmadığı
da kısa sürede açığa çıkmıştır; devlet, tekellerin
çıkarlarının zedelendiği her noktada devreye girmekte,
tipik bir yeni-sömürge çürümüşlüğü içinde bu alanlar,
eskisinden çok daha büyük rantların zemini olmaktadır.
Aynı şekilde bütün temel kamu iktisadi kuruluşlarının
önce çürütülerek halkın nefretinin odağına yerleştirilmesi,
sonra da haraç mezat satılması da neoliberal politikaların
en temel unsuru olmuştur. Önce sanayi işletmelerinden
ve enerji-hizmet sektörlerinden başlatılan bu
furya giderek devletin bütün sosyal kurum ve fonksiyonlarının
tasfiyesi noktasına dek ulaşmış, son zamanlarda
yasal çerçevesi de tamamlanan adımlarla, sağlıktan
eğitime dek bütün alanlar kamu hizmeti olmaktan
çıkarılarak sermaye dolaşımına açılmıştır. Esasen
bütün bunlar, daha 1979’daki Tokyo Roundu’nda
“tarım ve hizmet sektörlerinin liberalizasyonu”
şeklinde belirlenen anlaşmaların çerçevesine ve
1994 Uruguay Roundu’nun kararlarına uygundur ve
doğrudan emperyalizm tarafından biçimlendirilen
politikalardır. Özellikle Uruguay’da belirlenen
“insan hayatında nitel sıçrama yaratarak onun
yetenek ve üretkenliğini artıran her hizmet, sağlık,
eğitim, vb. karşılığı ödenmesi gereken bir ticari
satıştır” ilkesi, bütün uygulamaların temel fikrini
oluşturmaktadır.
Bir yandan böylece “devletin küçültülmesi” demogojileri
yapılarak tekellerin önü açılır ve devletin “gereksiz
harcamaları” (sosyal, eğitsel vb. harcamalar oligarşi
tarafından gereksiz harcamalar kategorisine sokulmuştur)
kısılırken, diğer yandan ise aynı devlet, askeri
ve polisiye kurumları açısından olağanüstü düzeyde
güçlendirilerek tam bir militarizasyon sürecinden
geçirilmiştir.
12 Eylül rejiminin kalıcılaşmasının da bir ifadesi
olarak MGK gerçeği, siyasal alana bu dönemde hakim
olmuş, zaman zaman “düşük yoğunluklu demokrasi”
olarak da ifade edilen bir yönetsel sistem kurulmuştur.
Ekonominin teknokratlara, temel politik kararların
MGK’ya, sokağın da polise bırakıldığı koşullarda,
merkeze doğru çekilen burjuva siyaset arenası
kısırlaştırılarak bir kukla tiyatrosuna döndürülmüş,
parlementonun etkinlik alanı daraltılarak işbaşına
gelen herhangi bir hükümetin bir öncekine çok
benzer yollardan yürümesi garanti altına alınmıştır.
Böylece kurulan, açık faşist müdahaleleri ve cuntaları
gerektirmeyecek ölçüde sağlama alınmış bir politik
düzendir. İşlerin çığırından çıktığı ve politik
kadroların “hizayı bozduğu” durumlar ise uygun
dille yapılan açıklamalarla, “balans ayarları”
ve “Postmodern darbe”ler ile giderilmekte, kurulu
düzenin aksamaması sağlanmaktadır.
Bunun için yeni-sömürge düzeninin politik kadroları
ile ordu arasındaki 50 yıllık sürtüşme bir ölçüde
Özal tarzıyla giderilmiş, bu konuda Menderes ve
Demirel fraksiyonlarının 50’li ve 60’lı yıllarda
başaramadıkları başarılmıştır. Bu süreç boyunca
öncelikle ordunun holdingleşme ve işbirlikçi sermayenin
parçası olma süreci tamamlanmış, 500 bin silahlı
adamı olan bir holding olarak artık mantığının
ve reflekslerinin de tekelci sermayenin diğer
kesimleriyle aynılaşması sağlanmıştır. Politik
tarihin “en sivil adamı” olarak lanse edilmesine
karşın bir anlamda en militarist politik kadro
olan Özal, orduyu hem genel refah düzeyi olarak
hem de bitmez tükenmez yatırım istekleri itibarıyla
tatmin etmiş, daha sonra gelenler de aynı işleyişi
devam ettirmişlerdir. Artık ordu, bir yandan bütçenin
en büyük dilimine el koyarak gitgide büyüyen savaş
makinasıyla, diğer yandan da elemanları bakımından
ayrıcalıklı ve varlıklı bir konum işgal etmektedir.
Yine aynı dönemde sosyal hizmetler bakımından
küçültülen devletin şiddet aygıtları bakımından
büyütülerek yeniden yapılandırılması, 12 Eylül’de
kazanılan deneyler ışığında gerçekleştirilmiş,
devrimci harekete ve toplumsal muhalefete karşı
mücadele eden birimler gitgide uzmanlaştırılarak
klasik kolluk kuvvetleri içinden ayrılmış, bu
arada dijital tekniklerle beslenen bir istihbarat
ve bilgi ağı yaygınlaştırılmıştır.
Bütün bunların sonucu ise, 1990’lara doğru gelinirken
eski 12 Mart cuntasının “balyoz harekâtı” tarzından
farklı olarak, daha dar hedeflere, devrimci hareketin
çekirdek güçlerine gaddarca darbeler vuran, kitleler
üzerinde ise güç gösterileriyle etki yapan daha
konsantre bir tarz benimsenmeye başlanmıştır.
Baskıyla ezilen kuşaklar boyunca yaratılan böyle
bir atmosferin 12 Eylül’ün kalıcı kurumları olan
YÖK, Dernekler-Sendikalar Yasası, vb. gibi kurumlarıyla
birleşmesi ise yoğun bir pasifikasyonun kapılarını
açmıştır.
G) Yeni-Sömürgeciliğin Sosyal
Sonuçlarından En Önemlisi Olan
Çarpık Kentleşme Sorunu, Yeni
Süreçte Daha da Derinleşmiş, Sosyal-
Kültürel Alanların Metalaştırılması
ve Genel Yoksullaşma Artmıştır.
Türkiye’nin son 50 yıldaki kentleşme sürecinin
esas olarak kentlerin üretici kapasitesinin “çekme”sine
değil, kırlardaki yoksullaşmanın “itme”sine bağlı
olarak geliştiği, dolayısıyla tamamen çarpık bir
sosyal manzara oluşturduğu bilinmektedir. Son
süreçte bu gerçekliğin üzerine eklenen ise daha
yoğun göç dalgaları ve kentlerdeki yoksullaşmanın
artışıdır.
Her şeyden önce, 1950’lerden sonra başlayan ve
ağırlıklı olarak ekonomik nedenlere dayanan büyük
göç dalgalarına 1980’lerin ortalarından itibaren
“politik” kökenli bir başka göç dalgasının eklenmesi
son derece çarpıcı bir gelişme olmuştur. Özellikle
kirli savaş yöntemlerinin yoğun olarak kullanıldığı
1990’ların başından sonra Kürt halkının hatırı
sayılır bir bölümü, yerinden yurdundan koparak
öncelikle büyük metropollere, daha sonra da Batı’nın
nisbeten kendine yeterli illerine doğru göçmüştür.
Yeni-sömürge ekonomisinin üretici kapasitesinin
daraltıldığı, eski türden fabrika düzeninin büyük
ölçüde tasfiyeye uğradığı, sosyal kurumların zaten
yerleşik kent nüfusu açısından bile çökertilmiş
olduğu bir döneme denk düşen bu yeni dalga, kuşkusuz
bir sosyal felaket anlamına gelmiş, milyonlarca
insan büyük kentlerin derinleşen yoksulluğun parçası
olmuştur. Üstelik, aynı dönemde “ekonomik” nedenlerden
kaynaklanan göç hareketi de tarım üretiminin daraltılmasıyla
birlikte artmış, böylece metropoller şansını deneyen
milyonlarca insanın yığılmasına uğramıştır. Son
on yılda nüfusu azalan iller arasında sanıldığı
gibi yalnızca Kürt illeri değil, Artvin’den Edirne’ye
dek uzanan geniş bir yelpaze de vardır. Sonuçta,
1960 yılında %25 olan kent nüfusu, 1997’de artık
%64.6 gibi bir rakama ulaşmıştır ve aynı dönemde
ne sanayi üretimi bakımından ne kentlerin sosyal
altyapısı bakımından bu büyük yığılmayı karşılayacak
bir kapasite artışı söz konusu değildir.
Yeni-sömürgeciliğin ilk dönemlerine kıyasla çarpık
kentleşmenin bu yeni aşaması, çok daha derin ve
sürekli bir yoksulluk haline yol açarken, metropollerin
genç kuşaklarını tümüyle “kayıp” kuşaklar haline
getirmiştir. Neoliberal politikaların işinden
ettiği işçi kitleleriyle dalgalar halinde gelerek
kentlere yığılan bu vasıfsız emek güçleri, büyük
ölçüde enformel sektöre, belirsiz işlere kayarak
durumu idare etmeye çalışmış, ancak orada da herkese
yetecek kadar ekmek olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır.
Yine de milyonlarca insan sigortasız, düşük ücretli
işlere razı olmakta, marjinal işler denilen yan
alanlarda (seyyar satıcılık vb.) salt günlük hayatını
devam ettirmeye, vaziyeti idare etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca bu dönem, özellikle metropollerdeki sınıfsal
bölünmenin bütün mekansal, kültürel biçimlerinin
netleştiği bir dönem olmuştur. Yoksulların semtleri,
hayatları, kültürleri, dilleri, okulları, vb.
ile varlıklı kesimlerin yaşadıkları hayat arasındaki
uçurum tarihin hiçbir döneminde bu ölçüde bu kadar
gözle görülebilir olmamıştır. Metropollerde, büyük
zenginlerin ve kısmen orta sınıfların oturdukları
yerler, eğitim kurumları, eğlence mekanları, kültürel
etkinlik alanları, sağlık kurumları, alışkanlıkları,
vb. artık kalın duvarlarla yoksullarınkinden ayrılmış,
yoksulların bütün bu üst düzeyden konut, eğitim,
sağlık, kültür alanlarına yaklaşmaları bile imkânsız
hale (ki bu artık her burjuva semtte olmazsa olmaz
hale gelmiş olan özel güvenlik birimleri de kullanılarak
yapılmaktadır) gelmiştir. Özellikle kültürel alandaki
yarılma, tamamen uç noktaya ulaşmış, bir yanda
burjuva kültürün en üst örneklerine kolayca ulaşabilen
bir azınlık varken, varoşlardaki milyonlarca insanın
payına ise arabesk-pop kültürün en bayağı örnekleri,
uyuşturucu, fuhuş ve alt kültürün bütün diğer
örnekleri düşmüştür. Özellikle son yirmi yılda
uyuşturucu ve alkol satışının varoşlara doğru
kayması ve ortaokul çocuklarına dek inen satıcı
şebekelerinin oluşması, salt sosyal gerekçelerle
de açıklanamayacak bir olgudur; çünkü herkesin
bildiği gibi bütün bu kirli işlerin arkasında
potansiyel isyan odaklarını kontrol altında tutmak
isteyen devlet vardır.
Sonuç olarak yeni-sömürgeci düzenin bu yeni aşaması,
kırdakiler açısından olduğu kadar kentlerdeki
emekçi sınıflar açısından da tam bir yıkım ve
felaket anlamına gelmiş, 1960’larda her şeye rağmen
belli geleneksel tamponlarla dengede tutulabilen
sosyal göstergeler kontrolden çıkmış, yoksulluk
ve çürümenin bütün biçimleri metropollerin karakteristik
manzarası olmuştur. Bunun politik sonuçlarından
en önemlisi ise, geçmişten beri her zaman devrimci
çalışmanın alanlarını oluşturan varoşların, bu
kez bir yandan daha büyük potansiyelleri sunarken
diğer yandan da kültürel bakımdan “zor” mekanlar
haline gelmesidir. İşçi sınıfının yeni katmanlarını
istihdam eden atölyeleri, küçük işletlemeleri,
vb. bünyesinde barındıran varoşlarda çürütücü
politikalara karşı mücadele ile sınıf mücadelesinin
çeşitli biçimleri iç içe geçmiş, devrimci süreç
bakımından olağanüstü bir önem kazanmıştır.
J) Restorasyon Dönemi Boyunca
Yalnızca Bir İktisadi-Siyasal Düzen
Kurulmamış, Sosyal ve Kültürel Bir
Deformasyon da Yaratılarak Suni
Denge Yeni Temeller Üzerinden
Biçimlendirilmiştir
1980 sonrasında başlatılan yeniden yapılanma ve
12 Eylül icraatlarının en önemli yanı, başarısız
12 Mart cuntasında olduğu gibi kararsız ve geçici
tedbirlerle yetinilmemesi, yeni rejimin kalıcı
formlar halinde inşa edilmesidir. Politikadan
ekonomiye ve okullara dek her alanda yasalarla
sağlama alınmış kurumlaşmalar (YÖK, vb. gibi)
yaratılmış, o günlerin terminolojisiyle “depolitize”
edilen toplumsal yapı, örgütlülük ve toplu davranışın
potansiyel olarak tehlikeli sayıldığı bir toplu
eğitimden geçirilmiştir. Böylece, önce çıplak
ve düz şiddet yoluyla fiziki ve düşünsel anlamda
ezilen kitlelerin yaşamı, daha sonra da yeni ekonomik
politikalar ve “yükselen değerler” çarpıklığıyla
alt üst edilmiş, Türkiye toplumu bütün sınıflarıyla
1950’lerden sonraki en büyük deformasyonunu yaşamıştır.
Feodal değer yargılarının çürütülüşü, kültürün
çoraklaştırılması, bizzat devlet yöneticileri
tarafından özendirilen ahlak düşüklüğü, vicdan
unsurundan tamamen ayıklanmış dincilik, insani
duygulardan arınmış sosyal Darvinizm, eski “üretimci”
sanayileşmeden spekülasyon ve “hızlı para kazanma”
yollarına geçişin yarattığı kültürel yozlaşma,
yolsuzluk ve mafyatik hayatların dışlanan değil
özenilen şeyler hale getirilmesi, vb. gibi bir
dizi unsur 1980’ler sonrasında toplum hayatının
başat ögeleri haline gelmiş, sınıfın parçalanması
ve örgütsüzleştirilmesiyle birlikte bütün bu unsurlar
toplumsal hareketin ciddi biçimde zayıflamasına
yol açmıştır.
Ayrıca bu dönemde son derece trajik bir noktaya
gelen kitlelerin yoksullaştırılması da ilginç
bir yoldan gerçekleşmiştir. Bu dönemde gözlerini
salt gelir dağılımı tablosuna dikmiş sıradan iktisatçıyı
şaşırtacak biçimde yeni marjinal geçim alanları
ortaya çıkmış, bu tablolarda hiç görünmeyen ama
yüzbinlerce insanı bir biçimde kenarında köşesinde
toplayan ekmek kapıları belirmiştir. Kayıt-dışı
finans güçlerini sisteme dahil etmek için ardına
kadar açılan spekülasyon kapıları ise yalnızca
çok varlıklı olan kesimleri değil, orta ve alt
kesimleri de (hatta daha çok onları) hedeflemiş,
sonuçta “tümüyle kaybetmişler dışında bütün sosyal
tabakaları kesen yeni bir illizyon” oluşmuştur.
Yeni düzen, bir yandan en alttakileri tamamen
dibe iterken diğer yandan da yüzbinlerce insanı
yarattığı büyük ya da küçük havuzlarda oyalayabilen
araçlar yaratmış, her şeye rağmen sınıf atlama
hayallerinin canlı tutulabildiği yanılsama alanlarını
korumuştur. Aynı biçimde tarımı çökerten ve bazı
taşra illerini hayalet şehirlere çeviren yeni
düzen, bazı illerde de ihracat ekonomisinin alaturka
biçimlerine dayalı gelişme tempoları yaratmış,
böylece düzene karşı tepkileri taşra kademesinde
de pasifikasyona uğratan araçlar üretmiştir. Hiç
kuşkusuz bu illizyon olanakları oldukça zayıftır
ve krizlerin keskinleştiği dönemlerde tümüyle
işlevsiz hale gelmektedir. Bunu özellikle 2001
krizinde daha çarpıcı biçimde görmek mümkün olmuştur.
Yine de bu araçlar oligarşinin elinin altında
durmaktadır ve koşullara bağlı olarak oldukça
işlevsel olabilmektedir.
Bütün bunların yanında, en önemli pasifikasyon
aracı olarak şiddet ve pasifikasyon kurumlarını
da büyük maddi olanaklar kullanarak tahkim eden
oligarşi, reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı
moral atmosferi de yedeğine alarak toplumda yeni
bir korku ve umutsuzluk dalgası yaratmış, çıplak
şiddeti de içermekle birlikte esas olarak “zihinlerin
köreltilmesini” hedefleyen genel bir baskı ortamı
yolundan gidilerek suni dengenin yeni ayakları
oluşturulmuştur. Bu noktada, merkezileşen ve olağanüstü
ölçülerde büyütülen baskı aygıtlarının (polis,
istihbarat, ordu vb.) ekonomik manipülasyon araçlarının
giderek daha da zayıflaması nedeniyle pasifikasyonun
başat araçları haline geldiği apaçık görünür hale
gelmiştir.
K) Ulusal Sorunun Kendisini Yeni
Bir Tarzda Dayatması da Bu Döneme
Denk Düşmüş, Anadolu ve
Mezopotamya Coğrafyasının Siyasi
Tarihi Yeni Bir Yöne Girmiştir
Sözünü ettiğimiz sürecin en ciddi ve sarsıcı gelişmesi
ise şüphesiz Kürt hareketinin 1984’te yaptığı
büyük atılımdır. Cunta sürecinde bütün toplumsal
güçlerin ezildiği ve çürütüldüğü kanısı bu atılımla
ilk kez parçalanmış ve düzenin politik cephesinde
büyük bir gedik açılmıştır. Yalnızca Türkiye bakımından
değil, Ortadoğu ve dünyadaki devrimci süreç açısından
da büyük bir öneme sahip olan bu çıkış, sonraki
yıllarda istikrarlı biçimde büyüme sürecine girerek
90’larda artık ciddi bir halk hareketi olarak
kendisini ortaya koymuştur. Bu atılım, çeşitli
yönleri bakımından şüphesiz tartışılmıştır, tartışılacaktır.
Ancak herhalde olgunun en tartışılamaz olan yönü,
hem oligarşi hem de Türkiye devrimci hareketi
bakımından bütün yerleşik düşünce ve dengeleri
sarsmış olmasıdır. Bugünlerde yerli yersiz durmadan
tekrarlanan “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”
sözünün aslında en çok denk düştüğü durum 15 Ağustos
Atılımı’dır. Gerçekten de bu olaydan sonra oligarşi
ve Türkiye’nin genel siyasi atmosferi bakımmından
hiçbir şey artık “eskisi gibi” olmamış, olamamıştır;
çünkü bu kez yüzyüze gelinen şey, tarihteki bütün
Kürt ayaklanmalarından farklı olarak iradi biçimde
başlatılan devrimci gerilla savaşıdır. Ve yine
tarihte ilk kez, doğrudan marksist kökenli bir
hareket, lokal ayaklanmaların ötesinde bir hareketi,
bütünlüklü bir uzun süreli halk savaşını başlatmış
ve kendisini bütün gündemlerin en başına taşıyarak
Kürt sorununun sonraki 20 yılın en önemli sorunu
haline gelmesini sağlamıştır.
Öte yandan aynı atılım, Türkiye solu açısından
da artık hiçbir şeyin “eskisi gibi” olmadığı bir
yeni durum yaratmış, resmen itiraf edilsin edilmesin
solun mevcut “ezberlerinin” pek çoğunun bozulmasına
yol açmıştır. Silahlı mücadelenin önaçıcı olup
olmadığına ilişkin kuşkuların bu olayla birlikte
dağılması bir yana, ulusal sorun konusundaki bakışlardan
çalışma tarzına dek bir dizi konuda ciddi sorgulamalar
gündeme gelmiştir.
Savaşın düzen cephesinde yarattığı ekonomik sorun
da kuşkusuz sarsıcı olmuştur. Başlangıçtaki birkaç
yıllık şaşkınlığını atlatan oligarşi, uluslararası
karşı devrimci deneyimin derslerini ve belli merkezlerin
yardımlarını da kullanarak sürece karşılık üretmeye
çalışmış, düzenli ordudan ayrışmış özel kontr-gerilla
birliklerinin oluşumu, gerillanın lojistik desteğinin
“denizi kurutarak” çözülmesi, vb. vb. gibi bir
dizi önlem, büyük harcamalar pahasına gerçekleştirilmiştir.
Sürecin belli bir noktasında dünyanın sayılı silah
alıcılarından biri haline gelen Türkiye, böylece
büyük kaynakları askeri alana kaydırırken zaman
zaman krizlerin derinleşmesine de katlanmak zorunda
kalmıştır. Ancak “demokratik çözüm” önerilerine
argüman sağlamak için yapılan abartılı yorumlarda
öne sürüldüğü gibi Türkiye ekonomisinin bütün
krizleri askeri harcamalara endeksli değildir;
neoliberalizmin krizleri ekonomik sistemin iç
ve dış aktörlerinden kaynaklanmaktadır ve yapısaldır.
Sosyal sonuçları bakımından ise savaş, adeta bir
doğal afet etkisi yaratmış, her şeyden önce milyonlarca
insanın yerinden olmasına, kalanların ise bütün
ekonomik faaliyetlerin durduğu koşullarda açlığa
mahkum olmasına yol açmıştır. Büyük dalgalar halinde
Batı’ya kayan Kürt kitleleri, gittikleri yerlerde
şovenist duygularla karşılanmışlar, solun gerilemiş
olduğu koşullarda bu eğilim faşist partilerin
zaman zaman ciddi oy potansiyellerine ulaşmasını
sağlamıştır.
Olgunun daha sonraki seyri ise, “uzlaşma” ve “düzen
cephesinde çözüm arama” rotasına girmiş, ancak
bu girişim oligarşi cephesinde ciddi bir karşılık
bulamamıştır. Kürt cephesindeki bütün geri adımlara
karşın klasik inkârcı politika değişmemiş, sorunun
soğumaya bırakıldıkça yozlaşacağı hesabıyla davranılmıştır.
Bütün bu gelişmelerin yakın gelecekte nasıl sonuçlar
yaratacağını, ulusal hareketin kendisine nasıl
bir yön çizeceğini bugünden kestirmek şüphesiz
mümkün değildir. Ancak bu arada, iki tarafın da
niyet ve politikalarından bağımsız olarak neoliberalizmin
vahşi düzeni geniş kitleleri yoksulluğa doğru
itmekte ve özellikle metropollere yığılmış Kürt
kitlelerinin içinde patlayıcı unsurları biriktirmektedir.
Gelecekte bu alanlarda sınıfsal dinamiklerle ulusal
renklerin daha fazla iç içe geçeceği, bütün uluslardan
emekçiler arasında yeni temas noktaları yakalanabileceği
bugünden öngörülebilir.
SONUÇ:
Yeni-Sömürgeciliğin Derinleştirildiği
Koşullarda Emekçi Sınıfların Devrimci
Dinamikleri Büyümekte ve Bugünkü
Tıkanmanın Düğümünün Çözülmesi
Artık Büyük Ölçüde Devrimci İradenin
Müdahalesine Bağlanmaktadır
Sonuç olarak, Türkiye’nin neredeyse 60 yıla varan
yeni-sömürge macerası, yeni boyutlar ve sonuçlarla
devam etmektedir. 60 yıllık süreç sonucunda ortaya
çıkan gerçek, emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından
soyup soğana çevrilmiş, yeraltı ve yer üstü zenginlikleri,
insani ve kültürel kaynakları yağmalanmış, yoksulluğa
itilmiş bir ülkedir. Bütün bunların politik alandaki
karşılığı ise en küçük ulusal onur kırıntısını
bile barındırmayan bir bağımlılık, hiç hafiflemeyen
bir baskı atmosferi, sık sık tekrarlanan katliamlar
ve ülkenin büyük bir hapishaneye döndürülmüş manzarasıdır.
Üstelik, bu süreçte oligarşik diktatörlük, bir
iç-sömürge olarak baskı altında tuttuğu mezopotamyayı
da aynı kadere dahil etmiş, hatta varlığını bile
inkâr etme yolunu seçmiştir.
Son yirmi yılın kendinden önceki döneme eklediği
ise, ülkeyi tamamen emperyalist soyguna açık hale
getiren, bütün sosyal-doğal-insani dengeleri tahrip
eden, sömürü ve yağmayı en vahşi düzeylere yükselten
ve bütün bunlara karşı oluşan en küçük kıpırdanmaları
bile kanla bastıran bir düzenin inşasıdır.
Bu tablonun devrim dışında bir yoldan değişmesi,
birazcık bile olsa düzelmesi mümkün değildir.
Baskı ve sömürüyü en uç noktalara dek yayan emperyalizm
ve işbirlikçileri, ancak böylece yarattıkları
gerilim tarafından tasfiye edilebilirler.
Öte yandan bu devrim artık toplumsal kurtuluşu
içermeyen, “ulusalcı” ya da “demokrat” çizgiler
üzerinden inşa edilemez. Hem Türkiye’nin bugün
ulaşmış olduğu ilişki ve çelişkiler düzeyi açısından,
hem de mevcut dünya tablosunun geçici çözümleri
dışlayan karakterinden ötürü, kesintisiz bir geçiş
sürecini içermeyen bir devrim, ne yapılma ne de
yaşama şansına sahiptir. Gelinen noktada, M. Çayan
yoldaşın otuz yıl önce yolunu ayırmış olduğu “milli
demokratik devrim” gibi yaklaşımlar artık kesin
biçimde tarihe gömülmüştür ve anti-emperyalist
anti-oligarşik devrim, sosyalizme kesintisiz geçişi
içeren anlamıyla kendisini net olarak ortaya koymuştur.
Devrimci sosyalistlerin görevi, yeni-sömürge Türkiye’nin
kaderine el koyacak bir devrimci gücü yaratmak,
politik-askeri bir mücadele yolundan büyüterek
devrimin öncü gücü haline getirmektir. Başka bir
yol yoktur ve devrimci sosyalist hareket, bu görevin
hem talibi hem de mahkumudur.
|