Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Yavuz İPEK

Bir Milat Noktasında
Dünya ve Türkiye

Türkiye’nin yeni-sömürgeleşme süreci ve sonrası üzerine iki sayıdır sürdürmekte olduğumuz incelememizin sonuna geldiğimizde, artık genel bir bakış açısına ve bütünlüklü bir tabloya ulaşmamız mümkün görünmektedir.
1990’larda ivme kazanarak 2000’lerde olgunluk noktasına ulaşan ve tek tek adımlarla hâlâ devam etmekte olan yeniden yapılanma/restorasyon süreci, şüphesiz 1980’lerde başlayan gelişmelerin devamıdır ve bütün süreç esasen tek bir zincirin halkalarından oluşmaktadır. Bu bağlamda 1980 sonrası yaşanan ve geçen sayımızda da ele almaya başladığımız süreç aşağıda ifade edilen noktalarla bağlantılıdır, daha doğrusu uzantısıdır. Ancak bu kez, yani günümüzde söz konusu olan, artık dünya tablosunun kapsamlı bir değişikliğe uğraması ve bütün alanlarda yeniden biçimlenmesidir. Her cephede çok yönlü uluslararası değişimlerle karakterize olan bu süreç, doğal olarak yeni-sömürgeler kategorisini de köklü biçimde etkilemiş, bu alandaki ilişki ve çelişkileri yeniden yapılandırmış, daha doğrusu aslında emperyalizmin 1970’lerin sonundan itibaren hayata geçirmeye çalıştığı yeni politikaların önü açılmıştır.
Bu dönemeç Türkiye açısından kritik bir noktaya denk düşmüştür. Hatırlanacağı gibi reel sosyalist cephe 1990’ların başında gürültüyle çöktüğünde, Türkiye’de “Özal mucizesi” diye adlandırılan neoliberal restorasyon da aslında bir evresini tamamlamış, belli sınırlara gelip dayanmış ve artık ciddi sıkıntılarla yüzyüze kalmıştır. Bir yandan uygulanan politikaların zaten spekülatif ve kaygan olan zemini, diğer yandan Kürt dinamiğinin mevcut statükoları sarsması ve nihayet başta işçi sınıfı olmak üzere genel muhalefet cephesindeki kısmi hareketlenme, 1987-1989 yıllarının genel çizgileridir. Öte yandan “yeniden yapılandırma” programlarını, kitlelerin taleplerinin kontrol altında tutulduğu yoğun baskı koşulları altında uzunca bir süre uygulatabilen ve bu konuda gözle görünür bir başarı sağlayan emperyalist merkezler de aynı dönemde bir ölçüde kaygı içindedirler. 1986’da, Özal’ın ciddi biçimde oy kaybedeceği belli olan seçimlerden hemen önce yayınlanan Business International raporunda (ki bu raporlar bir tür puanlama anlamını taşımaktadır) belirtilen “toplumsal hoşnutsuzluğun programın işleyişini rotasından kaydırabileceği” kaygıları bunun ifadesidir.(ULAGAY) Neoliberal yapılanma konusunda 1980 sonrasının yoğun baskı koşullarında bir dizi ciddi adım atılmıştır gerçi; ama bu kadarı yeterli değildir. Uluslararası finans kurumları daha fazla liberalizasyon ve daha fazla dolaşım rahatlığı istemekte, ancak bunun bedeli olarak ortaya çıkan yoksullaşma ve aşırı işsizlik toplumsal kaynaşmaya yol açmaktadır.
Böylece her şey yeni bir milat noktasına, 1990’a doğru akmaktadır. Yüzyılın başından beri kendisini tehdit eden bir olguyla, sosyalizmle birlikte yaşamaya katlanan ve mantığı gereği “en yüksek kârlılık oranı” ilkesine göre biçimlendiği halde dünya ölçeğinde sosyalizm ve ezilen halklar cephesinin sömürü alanlarını sınırlayıcı etkisiyle karşı karşıya kalan emperyalist sistem, böylece ilk kez uçsuz bucaksız bir dolaşım imkânına kavuşurken yeni-sömürgelerdeki işlevler ve yapılanma da değişikliklere uğramaktadır.

Kısa Bir Hatırlatma:
1990’larda Dünya Manzarası

Okurlarımız hatırlayacaktır: Hem dünya kapitalist sistemi hem de karşıtı olan sosyalist hareket, emekçi sınıflar ve ezilen halklar açısından 1990’lı yılların yeni bir sürecin başlangıcı anlamına geldiğini daha önceki sayılarımızda ifade etmiştik. 1990’lı yıllar, gerçekten de bütün bu güçlerin iç yapıları ve aralarındaki ilişkiler bakımından kapsamlı değişiklikleri ortaya çıkarmış, “1945’ten beri kurulmuş olan toplumsal modellerin, ilişkilerin, çelişkilerin, yapı ve dengelerin bir bölümünün ortadan kalktığı, bir bölümünün ise hızla yapısal bir değişim içine girdiği ve böylece yeni ilişki, çelişki, yapı ve dengelerin oluştuğu” bir süreç olmuştur. (SB, sayı:1)
Yazımızın ilk bölümünde de ifade ettiğimiz gibi aslında 1970’lerde başlayan yapısal kriz, 1980’lere gelindiğinde, artık ancak kapsamlı bir alt-üst oluşla çözülebilecek bir seviyeye ulaşmış ve 1980 başlarında emperyalist kamp ABD önderliğinde bir restorasyon programını uygulamaya koymuştur. Söz konusu süreçte, henüz reel sosyalist ülkelerin varlığından ötürü belli sınırları olsa da bu program, aslında bugünlerde olgunlaşmış biçimde uygulanan neoliberal politikaların ilk adımlarıdır. Ekonomik cephesi bakımından “sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin önündeki bütün siyasal, ekonomik, devletsel, vb. engellerin çok yönlü bütünsel saldırılarla parçalanması, bütün toplumsal ve uluslararası ilişkilerin bu temelde yeniden kurulması.” (agy) biçiminde ifade edilebilecek olan bu adımlar, 80’li yılların karakteristik politikalarını oluşturmuştur.
Mali sermayenin uluslararası dolaşımının tam serbestliği, para sermayenin egemenliği, malların ve hizmetlerin sınırsız hareketi, kamusal alanlar dahil olmak üzere tüm insan etkinliklerinin kapitalist sömürü ağına dahil edilmesi, kapitalist ekonominin kâr oranları yüksek yeni teknolojik alanlara kaydırılması, fordist iş örgütlenmesinin aşılarak üretimin ve işgücünün her bakımdan parçalandığı esnek üretim tarzının örgütlenmesi, vb. gibi unsurlar bu neoliberal yapılanmanın temel unsurlarıdır. Bütün bunların sonucunda kapitalist üretimin ve sektörlerin değişen yapısına bağlı olarak yeni-sömürgelerin yeni bir işbölümüne zorlanması da aynı sürecin bir başka temel unsurudur.
Bu gelişmelerin siyasal alanda yeni-sağın yükselişiyle aynı sürece denk düşmesi ve bir yandan bütün kamusal alanları pervasızca yok etmeye çalışan, diğer yandan ise hem reel sosyalist kampa karşı hem de yeni-sömürgelerdeki devrimci mücadelelere karşı dizginsiz bir saldırganlık geliştiren bu akımın 1980’lerde kapitalist sistemdeki başat eğilim olması kuşkusuz rastlantı değildir.
Ve nihayet, restorasyon programının amaçlarına uygun olarak kültürel, sosyal ve ideolojik bir saldırı da aynı dönemde, 1980’lerde başlamış, emekçi sınıfların ve halkların dünyasının çürütülmesiyle postmodern akımın yükselişi birbiriyle doğrudan bağlantılı olarak gelişmiştir.
Ancak bilindiği gibi, neoliberalizm, yeni sağ saldırganlık ve postmodern gericilik üçlemesiyle karakterize olan bu restorasyon, 1990’lara gelinceye dek her şeye karşın dünyanın genel manzarası itibarıyla henüz belli sınırlara sahiptir.
Bu anlamda, 1990 başlarında reel sosyalizmin çöküşü, restorasyon programı açısından da bir bakıma “ilaç gibi” gelmiş ve sistemin değişim/yeniden yapılanma programının önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır. Çöküşle birlikte kapitalist sistemin dünya hegemonyası yeniden pekişmiş, zaman zaman “yeni dünya düzeni” olarak da adlandırılan bir emperyalist hegemonya biçimini, iç çatışmalarıyla birlikte ortaya çıkarmıştır. Esas olarak ABD’nin liderliğinde yürüyen ama içinde yoğun sürtüşmeleri de taşıyan bu egemenlik biçiminin ekonomi alanındaki ifadesi ise “küreselleşme” adı altında bütün dizginlerinden boşalmış olan neoliberal-vahşi sömürü modeli olmuş, birbiri ardına kurulan yeni uluslararası sömürü ve tahakküm örgütleriyle sermayenin serbest dolaşımı büyük ölçüde garantiye alınmıştır. Böylece bir yandan pervasızca yürütülen askeri operasyonlar, işgaller, provokasyonlar döneminin kapısı açılırken diğer yandan da birdenbire ortaya çıkan büyük pastanın her köşesi için yoğun çekişmeler gündeme gelmiştir.
Sonuç, her bakımdan büyük bir yıkım, insani ölçütlerin gerilemesi ve derin bir yoksulluğa itilen emekçiler dünyasının çürütülerek sefilleştirilmesi olmuştur.

Yeni-sömürgeciliğin
Derinleştirilmesi ve
Katmanlaştırma Politikası

1980’lerden bu yana gelen ve 90’lı yıllarda güçlü bir ivme kazanan sürecin konumuz açısından asıl önemli olan yanı ise, bütün bunlara paralel olarak emperyalizmin yeni-sömürgelere ilişkin politikalarında meydana gelen değişikliklerdir. Bu süreçte yeni-sömürgeler, 1945’ler sonrasında yoğun biçimde uygulanan klasik kapitalistleşme modelini (ithal ikameciliği) terketmeye ve her alanda liberalizasyona geçmeye zorlanmışlar, böylece basit bir ekonomik model değişikliğinin ötesinde yeni bir uluslararası işbölümüne dahil edilmişlerdir. “Sanayisizleştirme” olarak da adlandırılabilecek bu yeni işbölümü modeli içersinde yeni-sömürge kapitalizmi, kapsamlı üretim birimlerinden daha az sabit sermaye yatırımı gerektiren ve kârlılık oranı yüksek düzeydeki “verimli” alanlara kaydırılmış, neoliberalizmin özelleştirme, sosyal alanların yok edilmesi gibi başka uygulamaları da bu politikalara eklenmiştir
Yeni-sömürgelerin stratejik konumları ve gelişmişlik düzeylerine göre katmanlaştırılması, bugün için stratejik önem taşımayan bazı ülkeler dibe doğru itilirken bir bölümünün de “eksen” adı altında bölgesel taşeronluk konumuna yükseltilmesi de aynı sürecin bir başka karakteristik çizgisidir. Böylece, bağımlılık ilişkisi politik anlamda M. Çayan’ın “gizli işgal” dediği durumla tartışmasız bir biçimde örtüşen, emperyalizmin “içselleşmesi” durumu en olgun görünümüne kavuşmuştur. O kadar ki, yeni-sömürgelerin bir bölümü için artık dolaylı zorlamalar bile gerekmez olmuş, içinde bizzat emperyalizmin de bulunduğu oligarşik diktatörlükler, varılan yeni bütünleşme noktasında kendilerini “kulübün üyesi” olarak gördükleri için tam ve kesintisiz bağlılık/hizmet esasına göre çalışmaya başlamışlardır.
Bütün bunların pratik sonucu ise, yeni-sömürge halklarının gitgide uçuruma dönüşen yoksulluğunun yanında büyük bir çürüme ve kriz ortamıdır.
90’lı yıllara gelindiğinde, dünya tablosu çok kısa bir özetle, aşağı yukarı böyledir.

Yeni Süreçte Türkiye
Bu tablonun, emperyalizme bağımlılığın bataklığı içinde yüzen, gırtlağına dek borca batmış ve krizler içinde yuvarlanan yeni-sömürge Türkiye’ye yansıması, vahim sonuçlar doğurmuştur. 1980’lerden beri uygulanmakta olan “yapısal uyum” politikaları, bu yeni süreçle birlikte IMF ve Dünya Bankası ikilisi tarafından daha üst düzeylerden yeniden kurgulanmış, süreç içersindeki bütün politik istikrarsızlıklara ve önce 1990’ların ortalarında, daha sonra da 2001’de derinleşen kriz noktalarına rağmen bugüne dek uygulanmışlardır. Bu süreçte artık neredeyse ülke ekonomisini ve siyasetini doğrudan yönetecek kadar Ankara’yla içli-dışlı olan emperyalist heyetlerle hükümetler arasındaki ilişki tam bir efendi-uşak ilişkisi olarak yürümüştür. 90’lardan bugüne sayısı belirsiz yasa IMF’nin isteğiyle meclislerden geçirilmiş, artık iyice ayrıntılara inen toplantılar aracılığıyla Türkiye’nin günlük politikaları bile denetim altına alınmıştır.
Sözü edilen “yeniden-yapılanma” sürecinin ekonomik-politik-sosyal sonuçları şöyle özetlenebilir:

A) Türkiye’nin Yeni-Sömürge
Düzeni Emperyalist Politikalar
Doğrultusunda Yeniden
Yapılandırılmıştır
.
Her şeyden önce 1980’lerle başlayıp 1990’lar ve 2000’lerde olgunluk noktasına ulaşan restorasyon süreci, Türkiye için basit bir ekonomik model değişikliği anlamına gelmemiş, yirmi yıla yayılan bir dönem boyunca parça parça atılan adımlarla Türkiye, bütünlüklü bir “yeniden yapılanma” ya da IMF kavramlarıyla ifade edersek, “yapısal uyum” sürecinden geçmiştir. Eski türden “ithal ikameci” tarzın temel unsurlarına son verilmesi doğrultusunda atılan adımlarla tüm “koruma” biçimlerinin tasfiyesi ve uluslararası sermaye piyasasıyla tam bütünleşme, sermaye akışının önündeki yasalardan ya da mantaliteden kaynaklanan engellerin tümünün ortadan kaldırılması, büyük ve “hantal” bulunan sanayi kompleksleri yatırımlarınının durdurularak yeni uluslararası işbölümüne uygun alanlara doğru yönelinmesi, bu sürecin başlıca unsurlarıdır. Aynı şekilde kamu kuruluşlarının özelleştirilerek büyük sermaye gruplarına devredilmesi, tarımın büyük ölçüde emperyalist isteklere göre yeniden düzenlenmesi, devletin sosyal sistemlerinin tasfiye edilerek her türlü hizmet alanının sermaye dolaşım ağının bir parçası haline getirilmesi, yeni iş örgütlenmesinin önce fiili olarak hayata geçirilmesi ve sonra yasal düzeyde de oturtularak sınıfın güçlerinin parçalanması ve böylece işgücününün ucuzlatılarak kârlılık oranlarının yükselilmesi, restorasyon sürecinin diğer sonuçları olmuştur. Bir bölümü doğrudan açık faşist diktatörlük dönemine denk düşen bu adımlar, sonraki yıllarda da yoğun bir baskı atmosferinde atılmış, süreç içinde belli mesafeler alındıkça da emekçi güçlerin karşı çıkış noktaları da gitgide zayıflamıştır.
Sonuçta, 1980 ile 2000, bir zincirin halkaları gibi iç içe geçerek tek bir neoliberal süreç halinde gelişmiş, bazı adımlar IMF’nin son direktifleriyle bugünlerde tamamlanıyor olsa da, yeni bütünleşme biçimi yirmi yıllık dönemde esas çizgileriyle tamamlanmıştır. Böylece Türkiye kapitalizminin sektörel bileşimindeki değişiklik de büyük ölçüde gerçekleştirilmiş, eski ithal ikameci sistemin sonlandırılması ve bir “sanayisizleştirme” sürecine geçilmesiyle birlikte, içe dönük üretimin yerini gitgide artan oranda “ihracata yönelik” yeni ve hafif sektörler almıştır. Toplumsal muhalefet güçlerinin sindirildiği ya da çürütüldüğü, sınıfın reflekslerinin yeni iş örgütlenmesiyle köreltildiği ve genel toplumsal duyarlılığın ideolojik bir saldırıyla geriletildiği koşullarda işgücünün de ucuzlamasıyla bu sektörlerin gelişimi kuşkusuz çok hızlı olmuştur. Yirmi yılı kapsayan bir süreç boyunca Türkiye, adeta kabuk değiştirerek borsa, banka vb. yollarla bir spekülatif kârlar cenneti haline getirilmiş, paranın hızla geriye döndüğü her alan büyük bir hızla istilaya uğramıştır. Öyle ki, bu hızlı dolaşım ve yüksek kâr alanlarının arasına büyük ölçüde karapara, uyuşturucu gibi “sektör”ler de katılmış, buralardan elde edilen büyük rantlar, başka savaş rantlarıyla da birleşerek yeni-sömürge ekonomisine ciddi katkılarda bulunmuştur.
Bu durum, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin üst kesimlerinin bileşiminde değişikliklere yol açmış, -bazıları geçici olsalar da- yeni sürecin yeni ve hırslı aktörleri de sahnedeki yerlerini almışlardır. Eski tarzın tasfiye edildiği ve yeni bir işbölümünün ortaya çıktığı koşullarda hep olduğu gibi yoğun bir tekelleşme dalgası da bu dönemde yaşanmış, zaman zaman polisiye önlemlere kadar varabilen, zaman zaman da birleşme-yutma yöntemleriyle yürütülen bir sermayenin merkezileştirilmesi operasyonu bu dalganın somut ifadeleri olmuştur. 2000’lerin başında Türkiye, artık “ev ödevleri”nin bir çoğunu tamamlamış, sistemin “uyumlulaştırılmış” parçalarından biri haline gelmiştir.

B) Türkiye’nin Emperyalizmle
Bütünleşme Düzeyi Artmış,
Bağımlılık İlişkisi Derinleşmiştir

Emperyalist sermayenin önündeki bütün korumacı engellerin tasfiyesiyle birlikte bu yeni işbölümü modeli, bir yandan bağımlılık ilişkilerinin artmasını beraberinde getirirken diğer yandan da bu ilişkinin adeta “doğallaşması” sonucunu yaratmış, herhangi bir perdeleme ihtiyacı duyulmayacak ölçüde “rasyonel” bir noktaya ulaştırmıştır.
Yeni-sömürge kapitalizminin dışa bağımlılığı, bu süreçte geçmişte hiç olmadığı ölçüde yoğun bir noktaya ulaşmıştır; çünkü bu kez söz konusu olan, salt iç pazarı “derinleştiren” ve emperyalist şirketlerle ortak üretim yapan-satan bir işbirlikçi kapitalist model değil, tümüyle ve bütün cepheleriyle dünya kapitalist sistemine “açılmış”, bankacılıktan tarıma ve kamu alanlarına dek her alanda yağmaya uygun hale getirilmiş bir ekonomidir. Özellikle emperyalist para sistemine tümüyle entegre olunması ve sermaye giriş-çıkışlarının tamamen serbestleştirilmesi sonucunda, eski süreçte yabancı sermaye yatırım rakamları ve know-how/patent anlaşmaları, vb. düzeyinde somut olarak görülebilen ekonomik bağımlılık biçimleri, hayatın bütün alanlarına yayılarak büyük ölçüde de “meşrulaşmış”tır. Öyle ki, artık bu ilişki, herhangi bir toplu sözleşme döneminde işçilere ne kadar zam verileceğinden, devlet hizmetine alınacak kadro sayısına, tarlalarda hangi ürünlerin ekileceğine, hangi bankalara el konulup hangilerinin önünün açılacağına, vb. dek bütün ekonomik alanları kapsamaktadır. IMF’nin 60’lardan beri süren denetleme turları da aslında bu anlamda bir değişikliğe uğramış, geçmişe göre çok daha fazla ayrıntıya inen bu heyetler bir noktadan sonra kelimenin tam anlamıyla ülke ekonomisinin yönetimini devralmışlardır. Üstelik, bunun artık bir “dünya sistemi” olduğu ve günümüzde klasik “bağımsızlık” biçiminin imkânsız hale geldiği söylemi üzerinden bu ilişki biçimi kutsanmakta ve hatta bir “dünyayla bütünleşme” tarzı olarak rasyonel açıklamaya kavuşturulmaktadır.
Bu ilişkilerin politik alandaki karşılığı ise, devlet yapısının yeniden düzenlenmesine paralel olarak bütün temel mali-sınai karar mekanizmalarının normal parlamento sisteminin denetiminden çıkarılarak “özerkleştirilmesi”, bütün önemli kararların ve uygulamaların uluslararası finans kurumları ile bu “özerk” (Merkez Bankası, BDDK, vb.) yapılar arasındaki bir sorun haline getirilmesi, böylece deyim yerindeyse ekonominin emperyalizmle ilişkiler bakımından “otomatiğe bağlanması”dır. Yani, bağımlılık ilişkisi, sıradanlaşarak, günlük bir durum haline gelerek bir anlamda somutlaşmış, bir anlamda da adeta “normalleşerek” kanıksanmıştır.
Böylece varılan nokta, emperyalizmin “içselleşmesi” olgusunun en derin aşamasını oluşturmuştur. Emperyalizm, ekonominin en küçük ayrıntılarından herhangi bir hükümetin herhangi bir konuda alacağı herhangi bir karara kadar TC’nin bütün siyasi tarihinde görülmemiş ölçüde “işin içine” girmiş, bütün sorunların ve “çözüm”lerin doğrudan bir parçası olmuştur. Aynı biçimde, oligarşinin politika ya da ekonomi alanındaki kadroları da bu ilişkinin muhatapları olarak yeniden biçimlenmişler, sürece uyum sağlayamayanların “postmodern darbe”lerle tasfiye edildiği, başka bazılarının da hizaya getirildiği bir süreçte pürüz yaratabilecek unsurlar ayıklanmıştır. Böylece sağcısından “solcu”suna dek bütün burjuva politik kadroları “asla dokunulamaz” bu temel alanların dışına, ayrıntılara itilmiş, bu yolla emperyalist programın asıl unsurları garanti altına alınmıştır. Yani artık yeni-sömürgeciliğin ilk aşamalarında olduğu gibi “inatçı ihtiyarlar”, “köhnemiş bürokratlar” söz konusu değildir ve seçmeni memnun etmek için bol keseden hovardalıklar yapan politika cambazlarının oyun alanları da kısıtlanmış; sistemin işleyişini bozabilecek adımların önü kesilmiştir. 1960’larda açığa çıkarılan ünlü CIA raporunun yakındığı “ilişkileri engelleyen örümcek kafalı yöneticiler” (akt. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni) ise artık tarihe karışmış, oligarşinin politik-ekonomik karar ve uygulama alanları tamamen (şu anda görevde olanlar ve “muhalif” partilerde olanların tümü bakımından) neoliberal kadroların egemenliğine geçmiştir. Aynı sürecin izdüşümünün ordu açısından da gerçekleşmesi, süreci rahatlatmış, büyük bir kapitalist firma olarak da tanımlanabilecek olan ordu ile tekelci burjuvazi arasındaki ilişkiler tam uyum ve iç içelik noktasına ulaşmıştır.
Bu “içselleşme”nin emekçi kitleler açısından yarattığı sonuçlar ise hayli karışık ve çelişkili olmuştur. Bir yandan halkın büyük çoğunluğu, özellikle krizin dibe vurduğu dönemlerde emperyalist boyunduruğu açıkça farkeder ve bire bir tepkilerinde “IMF karşıtlığı” gibi vurgulara yönelirken, diğer yandan da bu sıradanlaşmış bağımlılık ilişkisinin “değiştirilemez bir gerçeklik” olduğu yargısı güç kazanmıştır. Uluslararası haydutluk gösterileriyle de desteklenerek yaygınlaştırılan bir pasifikasyon, verili uluslararası ilişkilerin kötü fakat kaçınılmaz olduğu fikrini pekiştirmiş, medyatik bombardıman yoluyla yaratılan bilinç çarpılmasıyla birlikte sık sık “normal bir ticari ilişki”ye benzetilen emperyalist ilişkilerin esasen “iş bilmeyen politikacılar” yüzünden kötü sonuçlar yarattığı düşüncesi belli ölçülerde yaygınlaşmıştır. Yani sonuçta, anti-emperyalist bir mücadelenin nesnel temellerinin son derece güçlenmesi ile emperyalizme karşı duyguların törpülenmesi çelişik bir durum olarak aynı sürece denk düşmüş ve ancak devrimci mücadelenin çözümleyebileceği bir sorun olarak önümüze çıkmıştır.

D) Süreç İçersinde Oligarşinin
Bileşiminde Değişiklikler
Meydana Gelmiş, Oligarşi Daha
Homojen Bir Noktaya Ulaşmıştır

Öte yandan son 20 yıl içinde oluşan yeni tablonun en çarpıcı unsurlarından biri de, oligarşi içinde, hem tekelci burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasındaki ilişkilerin hem de genel olarak tekelcilerin iktidarı gönülsüzce paylaştıkları diğer gerici güçlerle olan ilişkilerinin büyük ölçüde değişime uğramasıdır.
Yeni süreçle birlikte bağımlı kapitalizmin yöneldiği alanlarda belirgin bir yığılma ve merkezileşme gerçekleşirken yeni duruma uyum gösterebilen eski tekelcilerin yanında sürecin yeni ve hırslı aktörleri de sahneye çıkmış, bunlardan bazıları spekülatif alanlarda oynamanın doğal sonucu olarak tasfiye olurken bazıları ise üst mevkilere yerleşmişler, böylece oligarşinin 50’li 60’lı yıllar boyunca az çok istikrar gösteren bileşimi özellikle 80’lerde giderek daha kaygan ve değişken hale gelmiştir. Bunda kuşkusuz özelleştirme ve diğer tüm liberalizasyon programlarının yeni-sömürge çürümüşlüğünün etkisi altında uygulanmasının da payı vardır; düpedüz bir yağmaya dönüştürülen ve maddi ya da politik rüşvetlerin konusu yapılan bu uygulamalar, iş dünyasındaki geçici ve kalıcı türden yeni aktörlerin parlamasının en büyük nedeni olmuştur.
Başka bir deyişle, birbirleriyle rekabet etmekle birlikte belli bir dengeyi de gözeten eski büyük patronlar düzeninin yerini, en azından geçiş sürecinde, yani 80’lerde “yeni-dönem hırsızları”ndan bazılarını da kapsayan daha parçalı bir tablo almıştır. Özellikle süreç içinde dalgalı bir gelişim gösteren medya tekelleri ve hem Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin sahibi olma sıfatıyla hem de korkuyla beslediği politik etkinliğine dayanarak gücünü koruyan ordu da aynı süreçte bu tabloya doğrudan dahil olmuş, böylece ortaya 1960’lara oranla nisbeten değişik bir manzara çıkmıştır.
Daha sonraları gelen her kriz dalgasıyla birlikte tekel-dışı kapitalist güçler ve yeni/hırslı gruplardan bazıları tasfiyeye uğrarken genel olarak sistemin yapısı daha fazla merkezileştirilmiştir. Özellikle banka-şirket ilişkileri bu dönemde öne çıkmış, zaman zaman yapılan ekonomik ya da polisiye ayıklamalar da tekelleşmenin hızını artıran bir başka faktör olmuştur. Daha da önemlisi, uzunca bir süredir hem finans dünyasında hem de ticari-sınai alanda gerçekleşen merkezileşme ve tasfiyelerin büyük çoğunluğu bizzat emperyalist kurumların denetiminde ve onların direktifleriyle yapılmış, yani bu süreç de oyunun kendi kurallarının ötesinde yeni-sömürge tarzıyla işlemiştir.
Aynı dönemde, tekelci sermaye grupları ile geçmişten beri para ticaretinin büyük bölümünü yönlendiren “tefeci”ler arasındaki çelişki de esas olarak iki yoldan büyük ölçüde çözüme bağlanmıştır. Bir yandan karanlık bir alanda trilyonları döndüren bu piyasa legalize edilerek, her türden kayıtsız, “gayrı-meşru” para kaynaklarının açığa çıkması ve böylece sistem içine çekilmesi sağlanırken, diğer yandan da devlet müdahaleleri ve çeşitli yasal düzenlemelerle para piyasalarının zayıf unsurlarının batması ya da tekellerle iç içe geçmesi sağlanmıştır. Süreç içersinde “eski kafalılık”tan vazgeçerek banka ve hizmet sektörüne hızla yönelen oligarşinin klasik tekelcilerinin bir bölümü, hem banka hem de sanayi alanında olmanın avantajlarını değerlendirerek bu süreçten güçlü bir biçimde çıkmışlardır.
Tekelci sermayenin tarımdaki büyük güçlerle ilişkisi bakımından da süreçte oldukça önemli bir değişim yaşanmış, özellikle 1980’lerden 1990’lara ve 2000’e doğru gelindiğinde, emperyalist kurumların da isteğiyle yapılan bir dizi düzenleme ve ithalat kararlarıyla bazı tarımsal alanların tümüyle küresel soyguna açılması operasyonu büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Başlangıçta bu alanda da büyük “reformlar” yerine işlerin Özal tarzıyla, yani kademeli geçişlerle yürütülmesi tercih edilmiş, bir yandan tarım nüfusunun kullandığı tüketim mallarının fiyatlarının yükselmesine katma değer vergilerinin yükü de eklenerek büyük bir kaynak aktarımı gerçekleştirilirken, diğer yandan da tarımsal ürünlerin fiyatları düşük tutulmuş, büyük çaplı tarımsal ürün ithalatlarıyla tarım ve hayvancılık çöküntüye uğratılmıştır. 2000’lerin hemen başında varılan son aşama ise artık bu kısmi ayıklamaların yavaş yavaş terk edilmesi ve emperyalist kurumların direktifleri doğrultusunda doğrudan tasfiyeye girişilmesidir. Bunun sonucu ise, tarımdaki klasik üreticiliğin ve buna dayanan politik güç alanlarının gitgide zayıflaması, bunun yerini çoğu tarım dışından alana giriş yapan ürün işleyici-satıcı yerli/yabancı firmaların almasıdır.
Tarımdaki egemen güçlere bir başka darbe ise Kürt savaşının başlamasından bir süre sonra kontr-gerilla faaliyeti başladığında vurulmuş, feodal ilişkilerin ve yöresel güç odaklarının oldukça yaygın olduğu Mezopotamya topraklarında hatırı sayılır bir “temizlik” gerçekleştirilmiştir. Bu yolla bir yandan savaşta ulusal tutum almış olan feodal güçlere fiziki darbeler vurulur ve birçok aşiretin topraklarını terketmesi sağlanırken, devlete sadık kalan kesimler ise fiilen tarım ve hayvancılık yapılamayan koşullarda paralı askerliğe soyunmuşlar, böylece savaşa endeksli olarak güçlerini kısmen korusalar da, topraktan gelen asıl güçlerini yitirmişlerdir. Bu süreçte boydan boya bir yıkım alanına dönüşen Mezopotamya, artık feodal egemenliklerin eski gücünü devam ettirememesi bir yana, üstünde yaşayan insanların bile karnının doymadığı, normal tarım faaliyetinin neredeyse tamamen çöktüğü bir noktaya ulaşmış ve yüz binlerce insanın salt kirli savaşın çıplak şiddeti yüzünden değil, yoksulluk yüzünden de metropollere yığıldığı bir süreç yaşanmıştır.
Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan gerçeklik ise 2000’lerin olgunlaşma noktasına gelindiğinde, oligarşinin bileşiminin artık 80’lerden de farklı olarak büyük sürprizlere izin vermeyecek ölçüde elitleşmesi, gitgide daha sadeleşmesidir. Yeni-sömürge Türkiye’nin egemenleri artık kesin biçimde büyük banka sermayesine de sahip olan emperyalizmle her alanda, her sektörde kesin biçimde bütünleşmiş bir avuç büyük tekelcidir. Banka sermayesine sahip olmayan, ya da zayıf bankalara sahip olanlar değişik biçimlerde tasfiye edilmiş, iktidar odağından uzaklaştırılmışlardır. Oligarşi artık daha homojen ve daha küçük bir grubu ifade ediyor. Oligarşinin bileşimi son birkaç yıldır alenileştirilmiş ve somutlaştırılmıştır. Yaklaşık 10 sermaye grubu artık oligarşinin çekirdeğini oluşturmakta, tüm temel politik, ekonomik, vd. yaklaşımlar bu ekip tarafından belirlenmektedir. Sabancı, Koç, Şahenk, Doğan, Dinçkök, TÜSİAD temsilcisi, zaman zaman TOBB temsilcisinin katıldığı özel toplantılar da (ki bu ekibe IMF’yi ve diğer emperyalist denetim kuruluşlarını ve OYAK’ı da katmak gerekiyor) Türkiye’nin kaderi belirleniyor. Büyük toprak sahiplerinin ve oligarşinin çekirdeğinin altında yer alan tekelcilerin ve büyük sermaye sahiplerinin ise politika belirleme güç ve olanakları önemli ölçüde tasfiye edilmiştir. 1980 sonrasında zaman zaman yükselişe geçen (1980’lerde Özal destekli vurguncu gruplar, ya da günümüzdeki İslamcı) sermaye gruplarının etki gücü ise çoğu zaman konjonktürel olmaktan öteye gitmemiştir. Büyük tarımsal üretim önemli ölçüde büyük tekellerin (Koç, Sabancı, Yaşar Holding, Aytaç Grubu, Philip Morris vb. emperyalist tekeller vb.) denetimine geçereken, geleneksel büyük toprak sahipleri esas olarak sanayi ve finans alanına geçiş yaptıkları ölçüde anlamlı bir varlık gösterebilmektedirler. Tarımda, sanayide, hizmet ve finans alanlarında son 23 yılda yaşanan değişim ve restorasyonun egemen sınıflar cephesinde ortaya çıkardığı tablonun özeti budur.
Şüphesiz yeni-sömürge ekonomisi ve siyasetinin kaotik yapısı gelecekte de düşüş ve yükselişlere, “kulüp üyeleri”nin sayısındaki bazı oynamalara izin verebilir; ama genel olarak bugünkü manzara, oligarşinin tekelci burjuvazi ve ordudan oluşan genel bileşiminin yerine oturduğu biçimindedir ve artık bu elit içersine örneğin tarım cephesinden yeni girişlerin kapısı kapanmıştır. Burada altı çizilmesi gereken nokta, söz konusu elitleşme ve tasfiyelerin Türkiye kapitalizminin normal gelişim seyrinin, büyüme ve yoğunlaşma hızlarının sonucu olmamasıdır. Bu durum, bizzat emperyalizmin sürece katılmasıyla gerçekleştirilen “uyumlulaştırma” programlarının bir sonucu olarak gelişmiştir ve bu açıdan da bağımlılığın daha derinleşmesi sonucunu doğurmuştur.

H) Yeni İş Örgütlenmesine Uygun
Olarak İşçi Sınıfının Bileşimi Değişmiş,
Sınıfın Nicel Gücü Yeni Katmanların
Katılımıyla Artarken Örgütlülük
Düzeyi Zayıflatılmıştır

İşçi sınıfı açısından neoliberal sömürü modeli açık ve net bir saldırı anlamına gelmiştir. Dünya çapındaki genel saldırının Türkiye ayağının özellikle daha şiddetli ve sonuç alıcı olması, şüphesiz dönemin başlangıcının bir askeri cuntaya dek düşmesiyle ilgilidir. 1970’li yıllarda krizlere rağmen kendi örgütlü güçleriyle kısmen de olsa ücret düzeylerini ve haklarını koruyabilen işçi sınıfı, cunta dönemiyle birlikte bütün örgütlerinden mahrum bırakılmış, her türlü demokratik kıpırdanmanın ezildiği bir ortamda cunta hükümetinde bakanlık bile yapan hain sendikacıların da işbirliğiyle bütün kazanılmış hakları elinden alınmıştır. İşgücünün ucuzlatılması esasına dayanan yeni ekonomik model, böylece siyasal baskı ile iç içe geçerek amacına ulaşmış, Türkiye kısa sürede tam bir “ucuz işçi” cenneti haline getirilmiştir. 12 Mart cuntasından farklı olarak kendi düzenini kalıcı kılma konusunda ciddi şekilde başarılı olan 12 Eylül açık faşizmi, sendikal alanda da tarihin en gerici yasalarını çıkarmıştır. Devrimci hareketin yenilgiye uğradığı, yerel işçi önderlerinin de titizlikle ayıklanarak tutuklanıp işten atıldığı koşullarda bu saldırıya ciddi bir karşı duruş da gerçekleştirilememiş, sınıf hareketi uzun süren bir yılgınlık ve hareketsizlik dönemi yaşamıştır. Bu sürecin en olumsuz yanı ise, fiziki hakların kaybından çok, değişen işçi kuşakları boyunca bir kendi gücüne güven kaybıdır; Türkiye işçi sınıfının mücadele geleneğinde gerçekleşen bu kırılma, genel belleksizleştirme operasyonuyla birlikte etki yaparak sadece fiziksel değil düşünsel anlamda da bir kopukluğu hazırlamıştır.
1980’lerden başlayarak 1990’larda olgunlaşan restorasyon programı, esnek üretimden taşeronlaştırmaya dek bütün neoliberal uygulamalar, işçi sınıfını tam da böyle bir noktada yakalamış, 1989’lardaki kısmi reflekslerin de bir med-cezir hareketi gibi geriye çekilmesinden sonra birbiri ardına atılan adımlarla sürece hakim kılınmıştır. Bir yandan solun bu yeni süreci zamanında çözümleyememesi, diğer yandan sendika bürokrasilerinin ihanetten aymazlığa dek uzanan davranış biçimleriyle saldırıyı karşılamaktan uzak olması, yeni iş örgütlenmesi düzeninin kökleşmesinin zeminini hazırlamıştır. Böylece esnek üretim esasına dayanan yeni iş örgütlenmesiyle sınıfın büyük birimleri parçalanırken, aslında zihinlerde de bir parçalanma yaratılmış, örgütlülük fikri ve sınıf bilinci büyük ölçüde geriletilmiştir.
Daha önce Sosyalist Barikat’ın 2. Sayısında da ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi, yeni süreçte ortaya çıkan kapitalist sömürü modeli, Keynesçi türden politikaların terkedilerek neoliberal uygulamalara geçişi, kamu alanlarının tasfiyesini ve kapitalist sanayinin sektörlerinin yeniden yapılandırılmasını içermiş, bu politikaların en önemli ayağını da fordist üretim tekniğinin terk edilmesi ve esnek üretime geçiş oluşturmuştur. Üretim sürecinin böylece parçalanması, yan ürünlerin büyük işletmelerden küçük ve orta boy işletmelere kaydırılması ve tipik vahşi kapitalist yöntemlere geri dönüş, dönemin başlıca özellikleri olmuş, buna parelel olarak sınıfın birliğinin ve örgütlülüklerinin dağıtılması süreci gelişmiştir. Sadece üretimin değil, iş zamanının, işin yapılış biçiminin, çalıştırılan işçi sayısının, vb. de yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim modeli, böylece eski türden sendikal örgütlülük biçimlerinin mezarının kazılması anlamına gelmiştir.
Yeni-sömürge Türkiye açısından bu politikaların yarattığı sonuçlarından en önemlisi, kamu kurumlarının özelleştirilmesi ve tasfiyesiyle birlikte klasik sektörlerde işsizliğin kesin biçimde artışı, hiçbir güvence taşımayan yeni bir iş düzeninin kurulması, mevcut sendikal örgütlülüklerin içi boş kurumlar haline getirilmesi ve işgücünün ucuzlatılmasıdır.
Ortaya çıkan bir başka sonuç ise, büyük üretim birimlerinin tasfiyesi ve taşeronlaştırma sonucunda küçük-güvencesiz işyerlerinin olağanüstü yayılması ve böylece düzensiz çalışan, işyeri bazında örgütlenmesi neredeyse imkânsız yeni işçi sınıfı katmanlarının sürece eklenmesidir. DPT’nin 2001 raporuna göre Türkiye’de yaklaşık 4 milyon insan sigortasız çalıştırılmaktadır, kaçak olarak çalıştırılan yabancı işçi sayısı ise 1 milyonun üzerindedir. 1997 DİE anketlerinde, 5 kişiden az insan çalıştıran işyerlerindeki çalışan sayısı 11 milyon, 10 kişiden az insan çalıştıran işyerlerindeki emekçi sayısı ise 14 milyondur. Yani milyonlarca insanın hiçbir güvence ve örgütlenme olmaksızın köle gibi çalıştırıldığı bir düzen kurulmuş, böylece geçmişte büyük birimlerde örgütlenerek hayata müdahale edebilen sınıfın bütünlüğü büyük ölçüde dağıtılmıştır. Aynı süreçte ücretli-ücretsiz ekonomik faaliyelerde çalıştırılan çocukların sayısı 4 milyona ulaşmış, özellikle konfeksiyon ve ev işlerinde yoğunlaşan kadın işgücü ise en ucuz kategoriyi oluşturmuştur.
Öte yandan işsizler de işçi sınıfının bir bölüğü olarak geçici alanlara kaymışlar, klasik fabrika ve atölye düzeninin dışında marjinal işler alanı ve lumpen proletaryanın yasadışı sektörleri olağanüstü düzeyde büyümüştür.
Aynı süreçte gelişen hizmet sektörü işçileri, devlet kurumlarının piyasaya uyumlulaştırılmasıyla eski ayrıcalıklarını yitirerek işçileşen kamu emekçileri, küçük bir azınlık dışında kalan bölümü teknisyenlik düzeyine inerek işçi sınıfına yaklaşan mühendisler, doktorlar, vb. de sınıfın yeni katmanları olarak sahneye çıkmışlardır. İşçi sınıfının bugünkü politik duruşu onun nesnel zayıflamasından değil, onun politik çıkarlarını temsil edebilecek devrimci güçlerin onun büyüyen ancak geçmiştekinden daha karmaşık ve farklı hale gelen nesnel konumunu kucaklayacak, bütünlüklü politik tavırlar geliştirmesini sağlayacak devrimci politikaların üretilememesinden kaynaklanmaktadır.
Bütün bunlar sonucunda ortaya çıkan tablo, sınıfın sayıca arttığı ama birlik ve örgütlülük bakımından zayıfladığı bir durumu ifade etmektedir.
Dolayısıyla anti-emperyalist anti-oligarşik devrimimizin öncü gücü olan işçi sınıfı üzerine yeni politikalar belirlemek, neoliberal politikaların tahribatını da gözeten bir noktadan bakarak örgütsel modeller yaratmak kaçınılmaz olmuştur.

F) Tarımsal Alan Emperyalist
Politikalar Doğrultusunda
Düzenlenmiş, Tarım Sorunu Salt
Toprak Sorunu Olmanın Ötesinde
Emperyalizme Bağımlılık Sorununun
Bir Parçası Haline Gelmiştir

Bu arada tarımdaki gelişmeler de sadece oligarşi içi dengelerin değişmesi sonucunu doğurmamıştır; süreç boyunca ortaya çıkan en az bunun kadar önemli bir başka olgu da tarım alanlarının doğrudan emperyalist müdahaleye uğramasıdır. Uzun yıllar boyunca yeni-sömürgeci bir kapitalistleşme sürecini geliştirirken tarımsal yapıları da kısmi değişikliklere uğratan, kademeli çözme yöntemleriyle kırsal alanı metropollere bağlamaya çalışan emperyalizm, yeni süreçte bu klasik politikanın yanı sıra, tarımsal üretimin kendisine de müdahale etmekte ve tarım alanlarını doğrudan doğruya dünya kapitalist sisteminin ihtiyaçlarına göre biçimlendirmektedir.
Şüphesiz böylece yapılan şey, hain bir komplo sonucunda tarım üretiminin çökertilmesi gibi amaçsız-anlamsız bir uygulama değildir. Burada sözkonusu olan, neoliberalizmin sınır ve ölçü tanımayan dolaşım politikasının hayata geçirilmesi ve tarımın kapalı-kendine yeterli zeminlerinin tasfiye edilerek dıştan girişlere açık hale getirilmesidir.
Yani, neoliberal süreçle birlikte, cumhuriyetin kuruluşundan beri siyasal dengelere bağlı olarak hep sürdürülmüş olan “tarıma açıkça dokunmama” politikası değiştirilmiştir. Bu amaçla, 1980 sonrasından başlayarak destekleme politikaları yavaş yavaş tasfiye edilmiş, desteklenen ürün sayısı azaltılmış, bu arada da 1960’larda %13.5 olan tarımsal yatırım miktarı 1999’da %5’ e kadar düşürülmüştür. Daha önce sözünü ettiğimiz Uruguay Round’u ise Türkiye’nin tarım bakımından tarihin en önemli anlaşmalarının altına imza atması anlamına gelmiştir.
Tarımsal destekleme bütçelerinin azaltılması, desteklenen ürünlerin ihracatının kısılması, bütün ürünler için zorunlu hale getirilen ithalat, tarımsal ürün işleyicisi olarak “haksız rekabet”(!) yaratan kooperatiflerin özelleştirilmesi, vb. hepsi bu anlaşmalar uyarınca gerçekleştirilmiş, 1999 ve 2000 IMF mektuplarında artık açıkça verilen sözler haline gelmiştir. Daha sonra gelen ünlü Tütün ve Şeker yasaları da, bir yandan bu alanlardaki üretimi kısıtlayan, diğer yandan da emperyalist şirketlerin önünü açan uygulamalardır. Aynı şekilde Türkiye’nin ihtiyacından bile fazla olan buğday üretim kapasitesi emperyalist istekler doğrultusunda geriye çekilmiş ve buğday ithalatı gündeme gelmiştir. Öyle ki, salt bağımsız tarım alanlarını çözebilmek ve ürün ithalatının önünü açmak için Dünya Bankası desteğiyle, belli tarım ürünlerini üretmekten vazgeçen üreticilere, havadan para anlamına gelen “doğrudan gelir desteği” uygulaması başlatılmıştır.
Diğer taraftan döl vermeyen, sadece bir defa kullanılabilen biyo-genetik tohumların piyasaya sokulmasıyla en küçük üreticilerin bile emperyalist tekellere doğrudan bağımlılığının kanalları oluşturulmuştur.
Sonuçta, yapılan şey, tarımsal üretimin uluslararası tekeller için verimli ve değerli olmayan bölümünün açıkça tasfiyesi ve tarım ve hayvancılığın tamamen emperyalist çıkarlara açılmasıdır. Bunun sosyal sonuçları ise şüphesiz yeni göç dalgaları ve kırsal alanda yaşanan yoksullaşmadır. Öte yandan, tarımda yerli ve emperyalist tekeller için çalışan ve giderek büyüyen bir kır proletaryası oluşmuş, buna tamamen bu tekellerin belirlediği ve onlara çalışan çok daha büyük bir küçük ve orta köylü kitlesi de katılmıştır.
Tarımdaki emekçi kesimlerin bu yeni konumlanışı kırdaki sınıflar mücadelesinin yeni biçimler altında giderek keskinleşen biçimler kazanmasının önünü de açacaktır.
Bunun oligarşi içi dengelere yansımasını ise yukarıda ele aldığımız için tekrar girmeyeceğiz.
Konunun politik bakımdan önemi ise, tarımla ilgili sorunun artık yalnızca “toprağın adaletsiz dağılımı” sorunu olmaktan çıkarak doğrudan emperyalizmle ilgili bir sorun haline gelmesi ve anti-emperyalist mücadelenin konularından biri olmasıdır. Gelecekte küreselleşmiş soygun ile tarımsal alandaki üreticiler arasındaki çelişkinin daha da net boyutlara varacağı kesindir.

I) Neoliberal Düzen Yeni Orta
Sınıflar Yaratarak Bu Güçleri Yeni
İdeolojik Konseptlerin Taşıyıcısı
Olarak Kullanmıştır

Dönem boyunca gerçekleşen bu denli yoğun yoksullaşmanın çelişkili gibi görünen bir başka sonucu ise yeni ekonomik politikaların yarattığı ortamda beliren yeni iş olanakları ve orta sınıf kategorileridir. Faizlerin yükseltilip alçaltılmasıyla bağlantılı olarak gelişen rantiye ilişkileri ve daha sonraki süreçte ortaya çıkan borsa oyunları bu kategorilerin bilinen kaynaklarından biridir. Bilir bilmez binlerce insanın kolay kazanç umuduyla girdikleri bu tür süreçler tabii ki çoğu zaman küçüklerin aleyhine sonuçlanmıştır; ama yine de bu alanlar boş kalmamıştır. Küçük vurguncuların bir bölümü de orta sınıf düzeyine terfi etmiştir.
Diğer yandan ekonominin yükselen sektörlerinin ihtiyaç duyduğu yönetici kadrolar da bu kategorilerin bir başka kaynağı olmuştur; ihracat alanındaki uzman unsurlardan reklamcılara, turizmcilerden şirketlerin finans danışmanlarına, sıradan mühendislerden giderek ayrışan yönetici mühendislerden özel hastanelerin ayrıcalıklı doktorlarına ve hizmet sektörünün ve ihracata yönelik yan sanayinin taşeron yapısının karışık alanlarına dek bir dizi zemin üzerinden türeyen bu toplumsal tabaka, kendi içinde kaygan geçişleri olsa da giderek oturmuş ve bir ucu sola dek uzanan ideolojik bir etkiyi de üretmiştir. Piyasaya yeni sürülen bir parfümün satış imkânlarının önce anketlerle belirlenmesi örneğinde olduğu gibi politik/ekonomik alanda da tekelci burjuvazinin her hamlesi (özelleştirme, AB, vb), öncelikle bu tabakalar üzerinden ideolojik bir yayılma göstermiş, neoliberal politikaların toplumun daha alt sınıflarına kabul ettirilmesinden önce uğradığı ilk durak mutlaka bu kategori olmuştur. Aynı şekilde postmodern gericiliğin de ilk alıcıları ve en istikrarlı taşıyıcıları, medyadaki, entelektüel dünyadaki, meslek odaları ve gruplarındaki izdüşümleriyle kendisini temsil eden bu yeni orta sınıf olmuş, ellerindeki araçların güçlülüğü nedeniyle bu kesimler özellikle gençlik üzerinde etkili olmuşlardır. Bu yapısıyla yeni orta kesimler emperyalizmin ve oligarşinin önemli toplumsal dayanaklarından biri haline gelmiştir. Burjuva politik alanda öne çıkan aktörler giderek daha çok bu kesimler içinde çıkmakta ve oligarşinin politik tutumunu geniş kitleler içindeki temsilciliğini artan ölçüde bu kesimler üstlenmektedirler.
Geleneksel orta sınıflar (küçük ve orta tüccarlar, küçük burjuvazinin çeşitli kesimleri vb.) ise tekelleşmenin olağanüstü ölçülerde yayıldığı, kendilerine akan gelir kaynaklarının kuruduğu koşullarda önemli ölçüde tasfiye uğramıştır/uğramaktadır. Bu kesimler ekonomik ve sosyal açıdan işçi sınıfına yaklaştıkları ölçüde oligarşiye karşı politik olarak daha mesafeli hale gelmektedir. 2001 ekonomik krizi sırasında patlayan esnaf gösterileri vb. bu mesafeli duruşun patladığı duraklardan biri olarak ele alınmalıdır. Bu kesimler hala gerici burjuva partilerinin arkasında saf tutmalarına karşın, politik tavırları giderek eski istikrarını yitirmekte, kararsız tutum daha da öne çıkmaktadır.


C) Türkiye’nin Stratejik Konumu
Yeniden Biçimlenmiş, Bölgenin
Saldırı ve Sızma Aracı Olarak
Konumlanmıştır

Aynı sürecin emperyalizmle ilişkiler bakımından yeni sayılabilecek bir diğer sonucu ise orta büyüklükte bir yeni-sömürge sayılabilecek Türkiye’nin askeri ve ekonomik bakımdan kazandığı bölgesel pozisyondur. 1945’ler sonrası süreçte esas olarak anti-sovyetik bir stratejik konumda duran Türkiye, 90’lar sonrasında dünya manzarasında meydana gelen değişiklikle birlikte yeniden yapılanırken birkaç faktör süreci belirlemiştir.
Her şeyden önce, zaten öteden beri Afrika-Asya’nın en dipteki bazı ülkelerinden farklı bir yerde duran, daha yeni-sömürgeci ilişkinin ilk aşamasında bile az çok bir sermaye birikimiyle işe başlayan Türkiye, yeni süreçte de kalburüstü bir yeni-sömürge olarak emperyalizmin bölgesel amaçlarına uygun bir noktadadır. Bu bağlamda, reel sosyalizmin çöküşünden önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerindeki müteahhitlik-ihracat işleri üzerinden başlamış olan “dışa-açılma”, çöküşten sonra Asya ve Doğu Avrupa’yı da kapsayacak biçimde genişlemiş, bölgesel anlamda bir taşeronluk fonksiyonuna ulaşmıştır. Türkiye bu sürece yalnızca iş potansiyeliyle ve çokuluslu tekellerle ilişkilerinin çapıyla değil, artık bu çapta işleri götürebilecek profesyonel kadroları ve buna uygun biçimlenmiş firmalarıyla da hazır haldedir çünkü.
Şüphesiz, büyük emperyalist güçler pastanın bu yeni dilimlerindeki pazarları ve yatırım alanlarını esas olarak kendilerine ayırmak istedikleri için bu bölgelerdeki taşeronluk, belki beklendiği ve iddia edildiği ölçüde büyük boyutlara ulaşmamış ve Türkiye’ye “emperyalist ülke” statüsüne yükseltmeye hevesli bazı sol teorisyenleri haklı çıkarmamıştır; ama öte yandan çoğu kez mafyatik ilişkilerin ve uyuşturucu, vb. gibi bağlantıların da işe karıştığı bu ilişkilerden sağlanan transferler bile yeni-sömürge ekonomisi bakımından önemli olmuştur.
Öte yandan, aynı sürece, Kürt savaşı boyunca ciddi deneyimler ve teknolojik imkânlar biriktiren ordunun da etkisiyle bir “bölgesel kılıç” boyutu eklenmiştir. Yani 1945 sonrası dönem boyunca, daha çok komünist tehlikeye karşı tampon olarak düşünülen ve ABD ordusunun modası geçmiş teçhizatıyla “ödüllendirilen” Türk ordusu, 1990’larda başka bir noktaya gelmiştir. 1960’larda “bir Sovyet saldırısını birkaç gün oyalasa yeterlidir” gibi tipik Pentagon değerlendirmelerine konu olan Türkiye, o günlerde sınır ötesindeki harekâtları aklından bile geçirmezken, 1990’larda bölgenin, hatta dünyanın en çok silah satın alan ülkelerinden biri olmuştur. Kürt savaşının teknik gereksinmeleriyle ordunun zaman içersinde kazandığı ekonomik ve politik güç bir araya gelerek devasa askeri projeleri ve eğitim programlarını gündeme taşımış, böylece Savunma Bakanlığı bütçesine asla dokunulamayan bir ülke olarak Türkiye, Ortadoğu bölgesindeki en modern askeri gücü sıfatıyla çevre ülkelere “eğitim” veren ve “uzmanlar” bulunduran bir noktaya gelmiştir.
Bunun politik sonucu ise bir yandan Türkiye’nin emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin pekişmesi olurken, diğer yandan da zaman zaman “stratejik konumunu pazarlayan” bir güç olarak sahneye çıkması ve detaya ilişkin konularda küçük soygunlardan “pay talep etmesi” olmuştur. Zaman zaman yanıltıcı bir biçimde “ulusal tutum” olarak yorumlanan bu durum, gerçekte emperyalist ilişkilerin dışında değildir; genel emperyalist konseptin bütün temel gereksinmelerine uygun davranan Türkiye oligarşisinin bu tutumları, yalnızca haydutluktan “faydalanma” girişimleri olarak değerlendirilebilir. Türkiye oligarşisinin zaman zaman tehdit ettiği, hatta fiilen topraklarına girdiği ülkelerin tamamının ABD emperyalizminin hedef tahtasındaki ülkeler olması ise hiç rastlantı değildir.

E) Devlet Mekanizmasının
Yeniden Yapılandırılması Süreci
Büyük Ölçüde Tamamlanmış,
Geçmişe Göre Daha Militarist Bir
Organizasyon Yaratılmıştır

Yeni-sömürgeci kapitalist düzenin klasik unsurları temizlenir ve dönüştürülürken muhalefetin etkisizleştirildiği koşullarda devlet yapısı da yeniden ele alınmış ve yıllardır tekelci burjuvazi ve emperyalizmin düşünü kurduğu formlar bir bir hayata geçirilmiştir. Bu düzenleme birkaç alanda özellikle yoğunlaşmıştır.
Her şeyden önce ekonominin yönetiminde parlamentonun sık sık işlere karışmasına neden olan klasik bakanlıklar sistemi büyük ölçüde değiştirilmiş, bir yandan ekonominin üst bürokrasisi güçlendirilip yetkilerle donatılırken diğer yandan da ekonomi alanındaki yetkileri tek elde toparlayan bakanlık biçimleri yaratılarak sıkıcı denetimlere kapalı, ama tekelci burjuvazinin müdahale ve yönlendirmelerine son derece açık, “teknokrat” bir sistem kurulmuştur. Bu sistem, yalnızca yasal yollardan değil holding yöneticiliğinden devlet bürokrasisine, oradan da yine holdinglere hızlı geçişler yapan ara-kadrolar tarafından da garantiye alınmıştır, alınmaktadır. Özellikle son yıllarda “yönetişim” modeli adı altında gerçekleştirilen uygulamalar bu konudaki en temel adımlardır. “Yönetme” ve “yönetilme” ilişkisini bir anlamda birleştiren bu model, temel ekonomik sektörlerdeki devletin belirleyiciliğini sözde geri çekerken, “düzenleme kurulları” adı altında yapılar yaratmış, böylece bir “demokrasi” demogojisinin de önü açılmıştır. Söz konusu kurullarda, devlet temsilcileri, alandaki en büyük firmanın sahipleri, sektörün en büyük sendikası ve yine aynı alanda faaliyet gösteren en büyük Sivil Toplum Kuruluşu(!) yer almakta ve bu kurulların sektörü piyasaya göre yönetmesi öngörülmektedir. Böylece amaçlanan, petrolden şekere, enerjiden bankacılığa kadar her alanda pürüz çıkarıcı bürokratik denetimlerin ve “aykırı” politik kadroların çarkı değiştirme ihtimalinin ortadan kaldırılması ve bunun yerine sarı sendikacılarla ne idüğü belirsiz STK’ların da yedeklendiği koşullarda tamamen en büyük tekellerin yönlendirdiği bir yönetim modelinin oturtulmasıdır. Bir örnek vermek gerekirse, IMF’nin dayattığı şeker yasası ile oluşturulan şeker kurulu, bugün artık ABD’li dünya tekeli Cargill’in denetimi altındadır. Aslında bu yoldan devletin ekonomiye müdahalesinin “azaltıldığı” iddiasının doğru olmadığı da kısa sürede açığa çıkmıştır; devlet, tekellerin çıkarlarının zedelendiği her noktada devreye girmekte, tipik bir yeni-sömürge çürümüşlüğü içinde bu alanlar, eskisinden çok daha büyük rantların zemini olmaktadır.
Aynı şekilde bütün temel kamu iktisadi kuruluşlarının önce çürütülerek halkın nefretinin odağına yerleştirilmesi, sonra da haraç mezat satılması da neoliberal politikaların en temel unsuru olmuştur. Önce sanayi işletmelerinden ve enerji-hizmet sektörlerinden başlatılan bu furya giderek devletin bütün sosyal kurum ve fonksiyonlarının tasfiyesi noktasına dek ulaşmış, son zamanlarda yasal çerçevesi de tamamlanan adımlarla, sağlıktan eğitime dek bütün alanlar kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak sermaye dolaşımına açılmıştır. Esasen bütün bunlar, daha 1979’daki Tokyo Roundu’nda “tarım ve hizmet sektörlerinin liberalizasyonu” şeklinde belirlenen anlaşmaların çerçevesine ve 1994 Uruguay Roundu’nun kararlarına uygundur ve doğrudan emperyalizm tarafından biçimlendirilen politikalardır. Özellikle Uruguay’da belirlenen “insan hayatında nitel sıçrama yaratarak onun yetenek ve üretkenliğini artıran her hizmet, sağlık, eğitim, vb. karşılığı ödenmesi gereken bir ticari satıştır” ilkesi, bütün uygulamaların temel fikrini oluşturmaktadır.
Bir yandan böylece “devletin küçültülmesi” demogojileri yapılarak tekellerin önü açılır ve devletin “gereksiz harcamaları” (sosyal, eğitsel vb. harcamalar oligarşi tarafından gereksiz harcamalar kategorisine sokulmuştur) kısılırken, diğer yandan ise aynı devlet, askeri ve polisiye kurumları açısından olağanüstü düzeyde güçlendirilerek tam bir militarizasyon sürecinden geçirilmiştir.
12 Eylül rejiminin kalıcılaşmasının da bir ifadesi olarak MGK gerçeği, siyasal alana bu dönemde hakim olmuş, zaman zaman “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak da ifade edilen bir yönetsel sistem kurulmuştur.
Ekonominin teknokratlara, temel politik kararların MGK’ya, sokağın da polise bırakıldığı koşullarda, merkeze doğru çekilen burjuva siyaset arenası kısırlaştırılarak bir kukla tiyatrosuna döndürülmüş, parlementonun etkinlik alanı daraltılarak işbaşına gelen herhangi bir hükümetin bir öncekine çok benzer yollardan yürümesi garanti altına alınmıştır. Böylece kurulan, açık faşist müdahaleleri ve cuntaları gerektirmeyecek ölçüde sağlama alınmış bir politik düzendir. İşlerin çığırından çıktığı ve politik kadroların “hizayı bozduğu” durumlar ise uygun dille yapılan açıklamalarla, “balans ayarları” ve “Postmodern darbe”ler ile giderilmekte, kurulu düzenin aksamaması sağlanmaktadır.
Bunun için yeni-sömürge düzeninin politik kadroları ile ordu arasındaki 50 yıllık sürtüşme bir ölçüde Özal tarzıyla giderilmiş, bu konuda Menderes ve Demirel fraksiyonlarının 50’li ve 60’lı yıllarda başaramadıkları başarılmıştır. Bu süreç boyunca öncelikle ordunun holdingleşme ve işbirlikçi sermayenin parçası olma süreci tamamlanmış, 500 bin silahlı adamı olan bir holding olarak artık mantığının ve reflekslerinin de tekelci sermayenin diğer kesimleriyle aynılaşması sağlanmıştır. Politik tarihin “en sivil adamı” olarak lanse edilmesine karşın bir anlamda en militarist politik kadro olan Özal, orduyu hem genel refah düzeyi olarak hem de bitmez tükenmez yatırım istekleri itibarıyla tatmin etmiş, daha sonra gelenler de aynı işleyişi devam ettirmişlerdir. Artık ordu, bir yandan bütçenin en büyük dilimine el koyarak gitgide büyüyen savaş makinasıyla, diğer yandan da elemanları bakımından ayrıcalıklı ve varlıklı bir konum işgal etmektedir.
Yine aynı dönemde sosyal hizmetler bakımından küçültülen devletin şiddet aygıtları bakımından büyütülerek yeniden yapılandırılması, 12 Eylül’de kazanılan deneyler ışığında gerçekleştirilmiş, devrimci harekete ve toplumsal muhalefete karşı mücadele eden birimler gitgide uzmanlaştırılarak klasik kolluk kuvvetleri içinden ayrılmış, bu arada dijital tekniklerle beslenen bir istihbarat ve bilgi ağı yaygınlaştırılmıştır.
Bütün bunların sonucu ise, 1990’lara doğru gelinirken eski 12 Mart cuntasının “balyoz harekâtı” tarzından farklı olarak, daha dar hedeflere, devrimci hareketin çekirdek güçlerine gaddarca darbeler vuran, kitleler üzerinde ise güç gösterileriyle etki yapan daha konsantre bir tarz benimsenmeye başlanmıştır.
Baskıyla ezilen kuşaklar boyunca yaratılan böyle bir atmosferin 12 Eylül’ün kalıcı kurumları olan YÖK, Dernekler-Sendikalar Yasası, vb. gibi kurumlarıyla birleşmesi ise yoğun bir pasifikasyonun kapılarını açmıştır.

G) Yeni-Sömürgeciliğin Sosyal
Sonuçlarından En Önemlisi Olan
Çarpık Kentleşme Sorunu, Yeni
Süreçte Daha da Derinleşmiş, Sosyal-
Kültürel Alanların Metalaştırılması
ve Genel Yoksullaşma Artmıştır.

Türkiye’nin son 50 yıldaki kentleşme sürecinin esas olarak kentlerin üretici kapasitesinin “çekme”sine değil, kırlardaki yoksullaşmanın “itme”sine bağlı olarak geliştiği, dolayısıyla tamamen çarpık bir sosyal manzara oluşturduğu bilinmektedir. Son süreçte bu gerçekliğin üzerine eklenen ise daha yoğun göç dalgaları ve kentlerdeki yoksullaşmanın artışıdır.
Her şeyden önce, 1950’lerden sonra başlayan ve ağırlıklı olarak ekonomik nedenlere dayanan büyük göç dalgalarına 1980’lerin ortalarından itibaren “politik” kökenli bir başka göç dalgasının eklenmesi son derece çarpıcı bir gelişme olmuştur. Özellikle kirli savaş yöntemlerinin yoğun olarak kullanıldığı 1990’ların başından sonra Kürt halkının hatırı sayılır bir bölümü, yerinden yurdundan koparak öncelikle büyük metropollere, daha sonra da Batı’nın nisbeten kendine yeterli illerine doğru göçmüştür. Yeni-sömürge ekonomisinin üretici kapasitesinin daraltıldığı, eski türden fabrika düzeninin büyük ölçüde tasfiyeye uğradığı, sosyal kurumların zaten yerleşik kent nüfusu açısından bile çökertilmiş olduğu bir döneme denk düşen bu yeni dalga, kuşkusuz bir sosyal felaket anlamına gelmiş, milyonlarca insan büyük kentlerin derinleşen yoksulluğun parçası olmuştur. Üstelik, aynı dönemde “ekonomik” nedenlerden kaynaklanan göç hareketi de tarım üretiminin daraltılmasıyla birlikte artmış, böylece metropoller şansını deneyen milyonlarca insanın yığılmasına uğramıştır. Son on yılda nüfusu azalan iller arasında sanıldığı gibi yalnızca Kürt illeri değil, Artvin’den Edirne’ye dek uzanan geniş bir yelpaze de vardır. Sonuçta, 1960 yılında %25 olan kent nüfusu, 1997’de artık %64.6 gibi bir rakama ulaşmıştır ve aynı dönemde ne sanayi üretimi bakımından ne kentlerin sosyal altyapısı bakımından bu büyük yığılmayı karşılayacak bir kapasite artışı söz konusu değildir.
Yeni-sömürgeciliğin ilk dönemlerine kıyasla çarpık kentleşmenin bu yeni aşaması, çok daha derin ve sürekli bir yoksulluk haline yol açarken, metropollerin genç kuşaklarını tümüyle “kayıp” kuşaklar haline getirmiştir. Neoliberal politikaların işinden ettiği işçi kitleleriyle dalgalar halinde gelerek kentlere yığılan bu vasıfsız emek güçleri, büyük ölçüde enformel sektöre, belirsiz işlere kayarak durumu idare etmeye çalışmış, ancak orada da herkese yetecek kadar ekmek olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Yine de milyonlarca insan sigortasız, düşük ücretli işlere razı olmakta, marjinal işler denilen yan alanlarda (seyyar satıcılık vb.) salt günlük hayatını devam ettirmeye, vaziyeti idare etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca bu dönem, özellikle metropollerdeki sınıfsal bölünmenin bütün mekansal, kültürel biçimlerinin netleştiği bir dönem olmuştur. Yoksulların semtleri, hayatları, kültürleri, dilleri, okulları, vb. ile varlıklı kesimlerin yaşadıkları hayat arasındaki uçurum tarihin hiçbir döneminde bu ölçüde bu kadar gözle görülebilir olmamıştır. Metropollerde, büyük zenginlerin ve kısmen orta sınıfların oturdukları yerler, eğitim kurumları, eğlence mekanları, kültürel etkinlik alanları, sağlık kurumları, alışkanlıkları, vb. artık kalın duvarlarla yoksullarınkinden ayrılmış, yoksulların bütün bu üst düzeyden konut, eğitim, sağlık, kültür alanlarına yaklaşmaları bile imkânsız hale (ki bu artık her burjuva semtte olmazsa olmaz hale gelmiş olan özel güvenlik birimleri de kullanılarak yapılmaktadır) gelmiştir. Özellikle kültürel alandaki yarılma, tamamen uç noktaya ulaşmış, bir yanda burjuva kültürün en üst örneklerine kolayca ulaşabilen bir azınlık varken, varoşlardaki milyonlarca insanın payına ise arabesk-pop kültürün en bayağı örnekleri, uyuşturucu, fuhuş ve alt kültürün bütün diğer örnekleri düşmüştür. Özellikle son yirmi yılda uyuşturucu ve alkol satışının varoşlara doğru kayması ve ortaokul çocuklarına dek inen satıcı şebekelerinin oluşması, salt sosyal gerekçelerle de açıklanamayacak bir olgudur; çünkü herkesin bildiği gibi bütün bu kirli işlerin arkasında potansiyel isyan odaklarını kontrol altında tutmak isteyen devlet vardır.
Sonuç olarak yeni-sömürgeci düzenin bu yeni aşaması, kırdakiler açısından olduğu kadar kentlerdeki emekçi sınıflar açısından da tam bir yıkım ve felaket anlamına gelmiş, 1960’larda her şeye rağmen belli geleneksel tamponlarla dengede tutulabilen sosyal göstergeler kontrolden çıkmış, yoksulluk ve çürümenin bütün biçimleri metropollerin karakteristik manzarası olmuştur. Bunun politik sonuçlarından en önemlisi ise, geçmişten beri her zaman devrimci çalışmanın alanlarını oluşturan varoşların, bu kez bir yandan daha büyük potansiyelleri sunarken diğer yandan da kültürel bakımdan “zor” mekanlar haline gelmesidir. İşçi sınıfının yeni katmanlarını istihdam eden atölyeleri, küçük işletlemeleri, vb. bünyesinde barındıran varoşlarda çürütücü politikalara karşı mücadele ile sınıf mücadelesinin çeşitli biçimleri iç içe geçmiş, devrimci süreç bakımından olağanüstü bir önem kazanmıştır.

J) Restorasyon Dönemi Boyunca
Yalnızca Bir İktisadi-Siyasal Düzen
Kurulmamış, Sosyal ve Kültürel Bir
Deformasyon da Yaratılarak Suni
Denge Yeni Temeller Üzerinden
Biçimlendirilmiştir

1980 sonrasında başlatılan yeniden yapılanma ve 12 Eylül icraatlarının en önemli yanı, başarısız 12 Mart cuntasında olduğu gibi kararsız ve geçici tedbirlerle yetinilmemesi, yeni rejimin kalıcı formlar halinde inşa edilmesidir. Politikadan ekonomiye ve okullara dek her alanda yasalarla sağlama alınmış kurumlaşmalar (YÖK, vb. gibi) yaratılmış, o günlerin terminolojisiyle “depolitize” edilen toplumsal yapı, örgütlülük ve toplu davranışın potansiyel olarak tehlikeli sayıldığı bir toplu eğitimden geçirilmiştir. Böylece, önce çıplak ve düz şiddet yoluyla fiziki ve düşünsel anlamda ezilen kitlelerin yaşamı, daha sonra da yeni ekonomik politikalar ve “yükselen değerler” çarpıklığıyla alt üst edilmiş, Türkiye toplumu bütün sınıflarıyla 1950’lerden sonraki en büyük deformasyonunu yaşamıştır. Feodal değer yargılarının çürütülüşü, kültürün çoraklaştırılması, bizzat devlet yöneticileri tarafından özendirilen ahlak düşüklüğü, vicdan unsurundan tamamen ayıklanmış dincilik, insani duygulardan arınmış sosyal Darvinizm, eski “üretimci” sanayileşmeden spekülasyon ve “hızlı para kazanma” yollarına geçişin yarattığı kültürel yozlaşma, yolsuzluk ve mafyatik hayatların dışlanan değil özenilen şeyler hale getirilmesi, vb. gibi bir dizi unsur 1980’ler sonrasında toplum hayatının başat ögeleri haline gelmiş, sınıfın parçalanması ve örgütsüzleştirilmesiyle birlikte bütün bu unsurlar toplumsal hareketin ciddi biçimde zayıflamasına yol açmıştır.
Ayrıca bu dönemde son derece trajik bir noktaya gelen kitlelerin yoksullaştırılması da ilginç bir yoldan gerçekleşmiştir. Bu dönemde gözlerini salt gelir dağılımı tablosuna dikmiş sıradan iktisatçıyı şaşırtacak biçimde yeni marjinal geçim alanları ortaya çıkmış, bu tablolarda hiç görünmeyen ama yüzbinlerce insanı bir biçimde kenarında köşesinde toplayan ekmek kapıları belirmiştir. Kayıt-dışı finans güçlerini sisteme dahil etmek için ardına kadar açılan spekülasyon kapıları ise yalnızca çok varlıklı olan kesimleri değil, orta ve alt kesimleri de (hatta daha çok onları) hedeflemiş, sonuçta “tümüyle kaybetmişler dışında bütün sosyal tabakaları kesen yeni bir illizyon” oluşmuştur. Yeni düzen, bir yandan en alttakileri tamamen dibe iterken diğer yandan da yüzbinlerce insanı yarattığı büyük ya da küçük havuzlarda oyalayabilen araçlar yaratmış, her şeye rağmen sınıf atlama hayallerinin canlı tutulabildiği yanılsama alanlarını korumuştur. Aynı biçimde tarımı çökerten ve bazı taşra illerini hayalet şehirlere çeviren yeni düzen, bazı illerde de ihracat ekonomisinin alaturka biçimlerine dayalı gelişme tempoları yaratmış, böylece düzene karşı tepkileri taşra kademesinde de pasifikasyona uğratan araçlar üretmiştir. Hiç kuşkusuz bu illizyon olanakları oldukça zayıftır ve krizlerin keskinleştiği dönemlerde tümüyle işlevsiz hale gelmektedir. Bunu özellikle 2001 krizinde daha çarpıcı biçimde görmek mümkün olmuştur. Yine de bu araçlar oligarşinin elinin altında durmaktadır ve koşullara bağlı olarak oldukça işlevsel olabilmektedir.
Bütün bunların yanında, en önemli pasifikasyon aracı olarak şiddet ve pasifikasyon kurumlarını da büyük maddi olanaklar kullanarak tahkim eden oligarşi, reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı moral atmosferi de yedeğine alarak toplumda yeni bir korku ve umutsuzluk dalgası yaratmış, çıplak şiddeti de içermekle birlikte esas olarak “zihinlerin köreltilmesini” hedefleyen genel bir baskı ortamı yolundan gidilerek suni dengenin yeni ayakları oluşturulmuştur. Bu noktada, merkezileşen ve olağanüstü ölçülerde büyütülen baskı aygıtlarının (polis, istihbarat, ordu vb.) ekonomik manipülasyon araçlarının giderek daha da zayıflaması nedeniyle pasifikasyonun başat araçları haline geldiği apaçık görünür hale gelmiştir.

K) Ulusal Sorunun Kendisini Yeni
Bir Tarzda Dayatması da Bu Döneme
Denk Düşmüş, Anadolu ve
Mezopotamya Coğrafyasının Siyasi
Tarihi Yeni Bir Yöne Girmiştir

Sözünü ettiğimiz sürecin en ciddi ve sarsıcı gelişmesi ise şüphesiz Kürt hareketinin 1984’te yaptığı büyük atılımdır. Cunta sürecinde bütün toplumsal güçlerin ezildiği ve çürütüldüğü kanısı bu atılımla ilk kez parçalanmış ve düzenin politik cephesinde büyük bir gedik açılmıştır. Yalnızca Türkiye bakımından değil, Ortadoğu ve dünyadaki devrimci süreç açısından da büyük bir öneme sahip olan bu çıkış, sonraki yıllarda istikrarlı biçimde büyüme sürecine girerek 90’larda artık ciddi bir halk hareketi olarak kendisini ortaya koymuştur. Bu atılım, çeşitli yönleri bakımından şüphesiz tartışılmıştır, tartışılacaktır. Ancak herhalde olgunun en tartışılamaz olan yönü, hem oligarşi hem de Türkiye devrimci hareketi bakımından bütün yerleşik düşünce ve dengeleri sarsmış olmasıdır. Bugünlerde yerli yersiz durmadan tekrarlanan “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözünün aslında en çok denk düştüğü durum 15 Ağustos Atılımı’dır. Gerçekten de bu olaydan sonra oligarşi ve Türkiye’nin genel siyasi atmosferi bakımmından hiçbir şey artık “eskisi gibi” olmamış, olamamıştır; çünkü bu kez yüzyüze gelinen şey, tarihteki bütün Kürt ayaklanmalarından farklı olarak iradi biçimde başlatılan devrimci gerilla savaşıdır. Ve yine tarihte ilk kez, doğrudan marksist kökenli bir hareket, lokal ayaklanmaların ötesinde bir hareketi, bütünlüklü bir uzun süreli halk savaşını başlatmış ve kendisini bütün gündemlerin en başına taşıyarak Kürt sorununun sonraki 20 yılın en önemli sorunu haline gelmesini sağlamıştır.
Öte yandan aynı atılım, Türkiye solu açısından da artık hiçbir şeyin “eskisi gibi” olmadığı bir yeni durum yaratmış, resmen itiraf edilsin edilmesin solun mevcut “ezberlerinin” pek çoğunun bozulmasına yol açmıştır. Silahlı mücadelenin önaçıcı olup olmadığına ilişkin kuşkuların bu olayla birlikte dağılması bir yana, ulusal sorun konusundaki bakışlardan çalışma tarzına dek bir dizi konuda ciddi sorgulamalar gündeme gelmiştir.
Savaşın düzen cephesinde yarattığı ekonomik sorun da kuşkusuz sarsıcı olmuştur. Başlangıçtaki birkaç yıllık şaşkınlığını atlatan oligarşi, uluslararası karşı devrimci deneyimin derslerini ve belli merkezlerin yardımlarını da kullanarak sürece karşılık üretmeye çalışmış, düzenli ordudan ayrışmış özel kontr-gerilla birliklerinin oluşumu, gerillanın lojistik desteğinin “denizi kurutarak” çözülmesi, vb. vb. gibi bir dizi önlem, büyük harcamalar pahasına gerçekleştirilmiştir. Sürecin belli bir noktasında dünyanın sayılı silah alıcılarından biri haline gelen Türkiye, böylece büyük kaynakları askeri alana kaydırırken zaman zaman krizlerin derinleşmesine de katlanmak zorunda kalmıştır. Ancak “demokratik çözüm” önerilerine argüman sağlamak için yapılan abartılı yorumlarda öne sürüldüğü gibi Türkiye ekonomisinin bütün krizleri askeri harcamalara endeksli değildir; neoliberalizmin krizleri ekonomik sistemin iç ve dış aktörlerinden kaynaklanmaktadır ve yapısaldır.
Sosyal sonuçları bakımından ise savaş, adeta bir doğal afet etkisi yaratmış, her şeyden önce milyonlarca insanın yerinden olmasına, kalanların ise bütün ekonomik faaliyetlerin durduğu koşullarda açlığa mahkum olmasına yol açmıştır. Büyük dalgalar halinde Batı’ya kayan Kürt kitleleri, gittikleri yerlerde şovenist duygularla karşılanmışlar, solun gerilemiş olduğu koşullarda bu eğilim faşist partilerin zaman zaman ciddi oy potansiyellerine ulaşmasını sağlamıştır.
Olgunun daha sonraki seyri ise, “uzlaşma” ve “düzen cephesinde çözüm arama” rotasına girmiş, ancak bu girişim oligarşi cephesinde ciddi bir karşılık bulamamıştır. Kürt cephesindeki bütün geri adımlara karşın klasik inkârcı politika değişmemiş, sorunun soğumaya bırakıldıkça yozlaşacağı hesabıyla davranılmıştır. Bütün bu gelişmelerin yakın gelecekte nasıl sonuçlar yaratacağını, ulusal hareketin kendisine nasıl bir yön çizeceğini bugünden kestirmek şüphesiz mümkün değildir. Ancak bu arada, iki tarafın da niyet ve politikalarından bağımsız olarak neoliberalizmin vahşi düzeni geniş kitleleri yoksulluğa doğru itmekte ve özellikle metropollere yığılmış Kürt kitlelerinin içinde patlayıcı unsurları biriktirmektedir. Gelecekte bu alanlarda sınıfsal dinamiklerle ulusal renklerin daha fazla iç içe geçeceği, bütün uluslardan emekçiler arasında yeni temas noktaları yakalanabileceği bugünden öngörülebilir.

SONUÇ:
Yeni-Sömürgeciliğin Derinleştirildiği
Koşullarda Emekçi Sınıfların Devrimci
Dinamikleri Büyümekte ve Bugünkü
Tıkanmanın Düğümünün Çözülmesi
Artık Büyük Ölçüde Devrimci İradenin
Müdahalesine Bağlanmaktadır

Sonuç olarak, Türkiye’nin neredeyse 60 yıla varan yeni-sömürge macerası, yeni boyutlar ve sonuçlarla devam etmektedir. 60 yıllık süreç sonucunda ortaya çıkan gerçek, emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından soyup soğana çevrilmiş, yeraltı ve yer üstü zenginlikleri, insani ve kültürel kaynakları yağmalanmış, yoksulluğa itilmiş bir ülkedir. Bütün bunların politik alandaki karşılığı ise en küçük ulusal onur kırıntısını bile barındırmayan bir bağımlılık, hiç hafiflemeyen bir baskı atmosferi, sık sık tekrarlanan katliamlar ve ülkenin büyük bir hapishaneye döndürülmüş manzarasıdır. Üstelik, bu süreçte oligarşik diktatörlük, bir iç-sömürge olarak baskı altında tuttuğu mezopotamyayı da aynı kadere dahil etmiş, hatta varlığını bile inkâr etme yolunu seçmiştir.
Son yirmi yılın kendinden önceki döneme eklediği ise, ülkeyi tamamen emperyalist soyguna açık hale getiren, bütün sosyal-doğal-insani dengeleri tahrip eden, sömürü ve yağmayı en vahşi düzeylere yükselten ve bütün bunlara karşı oluşan en küçük kıpırdanmaları bile kanla bastıran bir düzenin inşasıdır.
Bu tablonun devrim dışında bir yoldan değişmesi, birazcık bile olsa düzelmesi mümkün değildir. Baskı ve sömürüyü en uç noktalara dek yayan emperyalizm ve işbirlikçileri, ancak böylece yarattıkları gerilim tarafından tasfiye edilebilirler.
Öte yandan bu devrim artık toplumsal kurtuluşu içermeyen, “ulusalcı” ya da “demokrat” çizgiler üzerinden inşa edilemez. Hem Türkiye’nin bugün ulaşmış olduğu ilişki ve çelişkiler düzeyi açısından, hem de mevcut dünya tablosunun geçici çözümleri dışlayan karakterinden ötürü, kesintisiz bir geçiş sürecini içermeyen bir devrim, ne yapılma ne de yaşama şansına sahiptir. Gelinen noktada, M. Çayan yoldaşın otuz yıl önce yolunu ayırmış olduğu “milli demokratik devrim” gibi yaklaşımlar artık kesin biçimde tarihe gömülmüştür ve anti-emperyalist anti-oligarşik devrim, sosyalizme kesintisiz geçişi içeren anlamıyla kendisini net olarak ortaya koymuştur.
Devrimci sosyalistlerin görevi, yeni-sömürge Türkiye’nin kaderine el koyacak bir devrimci gücü yaratmak, politik-askeri bir mücadele yolundan büyüterek devrimin öncü gücü haline getirmektir. Başka bir yol yoktur ve devrimci sosyalist hareket, bu görevin hem talibi hem de mahkumudur.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul