Geçen sayımızda, Türkiye’nin yeni-sömürgeleşme
sürecinin ilk dönemini incelemiş ve teknik deyimle
“ithal ikameci kalkınma” diye nitelendirilen bu
çarpık kapitalistleşme modelinin sosyal ve politik
sonuçlarını özetlemiştik. Yaptığımız özet boyunca
görülen olgu, bütün bu sürecin, bir yandan Türkiye’nin
yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin talan edilmesine
ve yoğun bir sömürüye yol açtığı, öte yandan ise
sistemin işleyiş mantığından ötürü belli bir “kapitalist
gelişme” zemini yarattığıdır. Klasik sömürgecilikten
farklı olarak dışa bağımlı bir sanayileşme yaratarak
emek-yoğun sektörleri geliştiren ve gümrük duvarlarıyla
korunan yapay bir ortamda çarpık tekelleşmeye
yol açan bu sistem, bir yandan emperyalizmin bizzat
“içsel” olgu olduğu yeni bir hegemonya ve sömürü
biçimi yaratırken, diğer yandan da tarımda feodalizmin
tedrici bir çözülmesini ve hastalıklı bir kentleşmenin
sosyal sonuçlarını beraberinde getirmiş, ülkenin
toplumsal-siyasal manzarasında ciddi değişiklikler
oluşturmuştur. Bütün toplumsal sınıf ve tabakaların
iktisadi-sosyal-kültürel dünyaları bu büyük alt-üst
oluş sırasında değişmiş, yaklaşık otuz yıl devam
eden siyasi statükonun kısmen tasfiyesiyle politik
arena da “renklenmiş” ve sonuçta 12 Mart generallerinin
“sosyal uyanış iktisadi gelişmeyi aşmıştır” diye
tanımlayacağı bir noktaya ulaşan sosyal hareketlenme
özellikle 1960 sonrasının karakterini belirlemiştir.
Klasik sömürgecilikten farklı olarak yeni-sömürgecilik
olarak tanımladığımız bu süreç günümüze değin
gelen Türkiye panoramasının belirleyici öğesi
olmuştur.
Şüphesiz Türkiye devrimci hareketinin en devrimci
damarının tam bu yıllarda doğması da rastlantı
değildir. Yeni-sömürgeci sistemin 60’lı yılların
ikinci yarısından başlayarak 1970’li yıllarda
çok yönlü olarak açığa çıkan tıkanması ve politik
ortamdaki değişmeler ancak böyle bir perspektifle
anlaşılabilir. Karmaşık ve çalkantılı 1970’ler,
burjuva bakış açısında ve medya organlarında belki
salt “12 Eylül öncesi kaosu” gibi basit bir cümleyle
tanımlanabilir ve 1980 restorasyonu salt “demokrasi
kesintisi” olarak gösterilip işin geri kalan bölümü
de Özal gibi kişiliklere bağlanabilir; ama gerçekte
sürecin arkaplanında dünya kapitalist sisteminin
1929 sonrasında yaşadığı en ağır kriz -1970’lerde
başlayan kriz- vardır. Ekonomisinden politikasına
ve kültürüne dek emperyalizme bağımlı olan yeni-sömürge
Türkiye, “gelişme”siyle olduğu kadar kriz ve darboğazlarıyla
da bu sistemin bir parçasıdır, onun izdüşümleriyle
kendini var etmektedir. Bu yüzden, 70’ler ve 80’leri
anlayabilmek için önce dünya kapitalist sisteminin
süreçteki işleyişine ve hegemonya ilişkilerine
bakmak ve oradan gelerek Türkiye’ye yoğunlaşmak
daha gerçekçi bir yöntem olacaktır.
1970: Emperyalist Sistemin Büyük Kırılma Noktası
a) Savaş Sonrası ve Gelişme Rüzgarları
Anımsanacağı gibi, 11. sayımızda, emperyalizmin
bunalım dönemlerinin ayırdedici unsurlarından
söz ederken, esas olarak dünya kapitalist sisteminin
sömürü yöntemleri, kapitalist dünyanın ekono-mik,
siyasal ve toplumsal örgütleniş tarzı ve sosyalist
hareketin, dünya halklarının mücadelelerinin durumu
üzerinden bir tanımlama yapmış ve bu üç bileşenin
belirleyiciliğini vurgulamıştık. Aynı yazıda ve
benzer konuları işlediğimiz başka yazılarımızda,
emperyalizmin sürekli ve genel bunalımının bütün
tarih boyunca düz bir çizgi izlemediğini, bu sürekli-genel
bunalımın yukarıda saydığımız faktörlere bağlı
olarak belli dönemeç noktalarından geçtiğini ve
belli dönemler boyunca az çok istikrarlı-tanımlanabilir
özellikler gösterdiğini anlatmıştık. Şüphesiz
bu çözümleme, tarihin bıçak gibi kesilerek birbirinden
ayrılan süreçlerden oluşmadığını, kimi durumlarda
eski ve yeni özelliklerin içiçe görüldüğünü kabul
etmekte, ancak yine de genel ölçütler bakımından
ayırdedici niteliklerin kavranılabileceğini söylemektedir.
Sorunun bu cephesi özellikle önemlidir; çünkü
esasen bunalım dönemi olarak tanımlanan zaman
dilimi de kendi içinde başından sonuna tamamen
istikrarlı, tamamen değişmez olguların düz bir
ilerleyişi biçiminde seyretmemektedir. Bir bunalım
dönemi içinde, sürecin genel tablosunu kapsamlı
ve köklü biçimde değiştirmeyen ama sistemin işleyişini
etkileyen, hegemonya ve sömürü ilişkilerini kısmen
farklılaştıran ara-evreler yaşanabilmekte ve bazen
bu evrelerde ipuçları görülen yöntem ve araçlar,
gelecekte yeni süreçlerin hazırlayıcısı olabilmektedir.
Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi, bu bakımdan
çok karakteristik örnekler içerir. Özellikle 1945
sonrasındaki ilk on-onbeş yıl (daha genel bir
kabul olarak 1970’e kadarki süreç), deyim yerindeyse
bir “balayı” süreci olarak kendine özgü nitelikler
gösterir. Her şeyden önce, II. Paylaşım Savaşı’ndan
en az zarar görmüş güç olarak çıkan ABD emperyalizminin
dünya kapitalist sistemindeki hegemon niteliği
bu süreçte son derece net olarak ortadadır. Savaş
sırasında büyük miktarlarda sermayenin değersizleşmesi
(savaş sürecinde ABD dışındaki ülkelerde büyük
yıkımlar yaşanması, mali sistemin çökmesi vb.),
özellikle ABD emperyalizmine büyük bir genişleme
kapasitesi yaratmış, böylece ulaşılmış olan büyük
sermaye birikiminin önündeki kapalı yapılar sisteminin
yıkılması zorunlu hale gelmiştir. Bu birikim,
aynı zamanda Marshall Planı gibi uygulamalarla
savaşta harap olmuş Avrupa’nın canlandırılarak
komünizme karşı ayakta tutulmasına akmaktadır.
Böylece sermayenin önüne oldukça yüksek kar oranlarını
sağlayan büyük inşa projeleri çıkmıştır. Dönemin
ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın girişimiyle 1947’de
kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Komisyonu (OEEC)
bu sermaye akışının düzenlenmesiyle birlikte ABD
hegemonyasını da tescilleyen iyi bir örnektir.
Diğer yandan ise aynı birikim, eski tip sömürgeciliğin
kapılarını zorlayarak yeni bir bağımlılık biçiminin
temellerini atmakta, borçlar, krediler, hibelerle
yeni-sömürgeci kapitalistleştirme yöntemlerinin
aracı olmaktadır. -Sonuçta, dünya çapında büyük
bir “inşa” dönemi yaşanmaktadır. Varlıklarını
bugüne dek koruyan bir dizi emperyalist kurumun
(IMF, Dünya Bankası, NATO, vb.) hemen hemen tümünün
aynı yıllarda kurulması rastlantı değildir. Emperyalist
ülkelerin tarihte ilk kez birbirlerine karşı paktlar
biçiminde (İttifak-İtilaf, Mihver-Müttefik) değil
de, ortak kurumlar içinde örgütlenmiş olmaları
da son derece çarpıcıdır.
Ve elbette bütün bu kurumlaşmalar, ABD’nin tartışmasız
üstünlüğü zemininde gerçekleşmektedir. 1944’te
44 ülkenin katılımıyla toplanan Bretton Woods
Konferansı, bir yandan altının ve sterlinin (dolayısıyla
İngiltere’nin) uluslararası kapitalist dünyadaki
egemenliğine son verip doları rezerv para haline
getirirken, diğer taraftan da tamamen ABD’nin
hegemonyası altında olacak Dünya Bankası ve IMF’nin
kuruluşunu kararlaştırmıştır(1). Böylece hem yeni-sömürgelere
akacak sermaye ihracı ABD’nin belirleyiciliğinde
düzenlenmekte, hem de bu sermaye akışı dolar üzerinden
disipline edilerek dalgalanmalara karşı önlem
alınmaktadır. ABD, bu yoldan hem Avrupa cephesine
hem de genel olarak bağımlı ülkeler dünyasına
büyük miktarlarda dolar akıtabilmektedir.
Kimi yazarlar tarafından bu ilk sürecin “uzun
genişleme (ya da refah) dönemi” olarak tanımlanması,
aslında bir ölçüde kapitalizmin klasik devrevi
bunalımlarıyla tekelci çağın genel ve sürekli
bunalımının birbirine karıştırılmasından doğmaktadır
ve doğru değildir. “Balayı” boyunca bir dizi teknik
sıçramayla birlikte kapitalist üretimin yapısının
değiştiği, büyük sermaye kütlesinin yeni alanlara
kayarak (ve giderek daha fazla tekelleşerek) olağanüstü
hızlı bir gelişme yarattığı doğru olmakla birlikte,
esasında bu durum, kapitalizmin tekelci aşamayla
birlikte artık bilinen anlamda “refah-depresyon”
kavramlarından uzaklaşarak sürekli bir durgunluk
ile karakterize olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Nikitin’in çok yerinde olarak belirttiği gibi
artık “...buhrandan toparlanmaya geçiş durumu,
çöküntü evresine uğramadan sık sık meydana gelmekte”
ve “toparlanma refah durumuna girmesi gerekirken,
doğrudan doğruya yeni bir buhranla sonuçlanmakta”dır.
Daha sonraki yıllarda iktisatçıların durumu tanımlamak
için yeni terimler aramaları boşuna değildir.
Çünkü gerçekten bu kez, sistemin sürekli ve genel
bunalımı rekabetçi döneme ait klasik türden kriz
ölçütlerini değiştirmiş, her krizi büyük bir hızla
dünya kapitalist sisteminin tümüne taşıyan ve
ağırlaştıran bir tablo yaratmıştır. Öyle ki, sistem,
büyük çaplı yıkımlar ve savaşlarla canlandıramadığı
kapitalist ekonomiyi her seferinde yeni ekonomi
peygamberlerinin politikalarıyla ve zaman zaman
da teknik sıçramalarla düze çıkarmaya çalışmakta
ama bu önlemlerin de ömrü pek uzun olmamaktadır.
b) Kötü Zamanlara Doğru...
Çok geçmeden bunun böyle olduğu pratikte de anlaşılmıştır.
Daha 1960’lara gelmeden işler sarpa sarmaya başlamış,
esas sonuçlarını 70’lerde verecek olan bir dizi
gelişme, ilk belirtilerini ortaya koymaya başlamıştır.
Her şeyden önce, savaş sırasında büyük miktarlarda
sermayenin değersizleşmesiyle oluşan ve ilk zamanlar
sınırsızmış gibi görünen geniş yatırım alanları
1960’larda bile artık belli bir sınıra gelip dayanmış,
en azından Avrupa’nın “imarı” büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Öte yandan kapitalist üretimdeki sıçramalar sonucu
atıl hale gelmiş olan büyük sermaye kütlesinin
yeni alanlara kayarak yarattığı sıçrama da artık
kendi sınırlarına ulaşmıştır. Sonuç olarak yeni
teknolojik buluşlarla önü açılarak bir dönem dizginsiz
gelişme gösteren sermaye birikimi, doyma noktasına
gelmiş, kapitalizmin yapısal sorunu olan kâr oranlarının
düşüş eğilimi hızlanmıştır. Teknolojik gelişme
ve otomasyondaki ilerleme ile sabit sermaye yatırımlarının
artışıyla karakterize olan sermayenin organik
bileşiminin artışı, sistemin yapısal sorunu olan
kârların düşüş eğilimini körüklemektedir. Örneğin
1955, 1960 ve 1965 yıllarında sırasıyla %34.3,
%30.3 ve 40.9 olarak dalgalanan ABD’deki kar oranları,
1970’te %22’ye kadar düşmüş ve bu düşüş 1975’te
%19 ile devam etmiştir. İngiltere’de aynı oranlar
1955’te %19.6 iken 1976’da 2.8’e dek düşmüştür.
Kanada ve Almanya’da da durum aynıdır. 1955’te
Kanada’da %25.3, Almanya’da 31.1 olan karlılık
oranları 1976’da sırasıyla %14.1 ve %14.4 olarak
gerçekleşmiştir. Yani, yakıcı bir çelişki olarak
sermaye biriktikçe durum vahimleşmekte, ilk anda
üretim kapasitesinde sıçrama yaratan her yeni
gelişme, aslında krizi yakınlaştıran bir faktör
olmaktadır. Kar oranlarındaki düşüş %50’leri bulan
keskin bir düşüştür.
Bu arada, sürecin başında kar oranlarının olağanüstü
düzeyde artmasına yol açan Fordist üretim tekniği
de birikimin artışıyla birlikte tersine bir gelişmeye
yol açmaya başlamıştır. Tam istihdam, bütünlüklü
tek işletme ve standart kitle üretimine dayanan
bu sistem, yeni teknolojik atılımlarla daha yüksek
kâr oranları arayan kapitalizmin yeni sektörlerinin
ihtiyaçlarına yanıt vermekte zorlanmaktadır. Ayrıca,
metropollerdeki tüketim mallarını ucuzlatarak
emekçi sınıfların taleplerini aza indirmeye yarayan
dış sömürü imkanları da yeni-sömürgelerdeki direnç
ve mücadelelerle daralmaya başladıkça, sınıf mücadelesinin
sertleşmesi ve kâr oranlarının düşüşü gündeme
gelmektedir. Bu sorunu bir ölçüde yabancı işçi
göçüyle çözmeye çalışan metropol kapitalizmi,
bir süre sonra bu alanda da bataklığa saplanacak,
bu kez başka türden sosyal-siyasal sorunlarla
yüzyüze gelecektir.
Varılan yer, her alanda gözle görülür bir düşüştür.
Kar oranlarının düşüşünü önlemek için bilinen
bütün iktisadi tedbirler ardı ardına alınmakta
ama artık durum giderek bir kısır döngüye dönüşmektedir.
Örneğin ABD’de 1960’larda %5.3 olan brüt yatırım
hızı, 1970’te 2.8’e düşmekte, Japonya’da aynı
rakam 1960-70 arasında %15.3’ten %3’e, Almanya’da
%3.9’dan %1.2’ye düşmektedir. Aynı süreçte emperyalist
sistemde işsizlik, milli gelir ve enflasyon açısından
da durum parlak değildir. 1960-67 arasında %4.6
olan ABD milli gelir artış hızı 1974-80 arasında
%2.3’e düşerken, aynı yıllarda işsizlik %5’ten
%6.8’e çıkmakta, enflasyon ise %1.7’den %10 sınırına
gelip dayanmaktadır, ki diğer metropollerin durumu
da farklı değildir. Sanayi üretiminin büyüme hızı
ise ABD için 1947-1966 arasında %5 iken 1965-1975
arasında 1.9’dur. Aynı dönemde dünya ticaretindeki
daralma ise neredeyse üçte bir oranındadır. Öte
yandan kâr oranlarının düşüş eğilimi, şirketlerin
gitgide daha fazla borçlanmasına ve küçüklerin
yutulmasıyla sonuçlanan yeni tekelleşme dalgalarına
yol açmaktadır.
Doların uluslararası para olarak kabul edilmesiyle
dilediğince kaynak kullanarak yoğun biçimde dışa
yönelen ABD ekonomisi, sonuçta 1967’deki 3.4 milyar
dolarlık dış açıktan 1970’te 9.8 milyar dolara
ve 1971’de 29.7 milyar dolarlık açık noktasına
gelmiştir. Aynı süreçte Avrupalı ve Japon emperyalistlerin
de giderek güç kazanmasıyla birlikte ABD uluslararası
sermaye piyasasının kontrolden çıktığı koşullarda
doların altına olan eşdeğerliğini kaldırmak zorunda
kalacaktır.
ABD artık bunu yapmaya mecburdur; çünkü esas olarak
emperyalist sistemi korumak ve sistem içinde ABD
egemenliğini yaymak amacıyla kullanılan doların
ABD dışına çıkışı tahammül edilemez bir noktadadır.
Bretton-Woods’da 35 dolar karşılığında bir ons
altın ödemeyi kabul eden ABD, 1948’de tüm kapitalist
dünyanın 32.5 milyar dolar olan resmi altın yedeklerinin
24.3 milyar dolarlık bölümüne sahiptir; ama 1960’a
gelindiğinde ABD dışındaki dolar miktarı ABD’nin
rezervlerini çoktan aşmıştır. 1968’de ABD’nin
rezervleri 15.7 milyar iken, ülke dışındaki dolar
miktarı 41.9 milyardır ve ABD’nin dolar karşılığında
altın ödeyemeyeceği kuşkusu altına hücumu başlattığında,
artık sonuç kaçınılmazdır: doların devalüasyonu
ve altına çevrilebilirliğinin feshi... Sonuç,
Bretton Woods’ta kurulan sistemin boylu boyunca
çökmesi ve ABD’nin dünya hegemonyasının ciddi
biçimde yara almasıdır.
c) İki, Üç, Daha Fazla Kriz...
Şüphesiz bütün bu süreci salt iktisadi kavramlar/rakamlar
aracılığıyla ve salt kapitalizmin içsel çelişkileri
üzerinden anlayabilmek mümkün değildir; bu, çok
dar bir akademisyen bakışı olur. Aynı dönem ABD
emperyalizminin Vietnam başta olmak üzere dünyanın
dört bir yanında ağır darbeler yediği, böylece
hem prestij hem de pazar kaybettiği bir dönemdir.
Vietnam savaşı burada özel bir öneme sahiptir;
çünkü ABD ödemeler dengesini en çok bozan faktör
bu savaştır. Şüphesiz her savaş gibi Vietnam savaşı
da başlangıçta ekonomi üzerinde canlandırıcı bir
etki yaratmıştır; ama devasa askeri harcamalar
genel güven erezyonu ile birleştiğinde ortaya
tam bir bataklık çıkmıştır. 1965 ile 1971 arasında
ABD’de dolaşımdaki kağıt para miktarının 42 milyardan
57 milyara çıkmış olması ve büyüyen dış açık,
bunun en somut göstergeleridir. Paul Sweezy ve
Harry Magdoff’un dediği gibi; “Amerika’nın uluslararası
durumunun gerçekten zayıflaması, Vietnam Savaşı’na
1965 yılından sonra ABD’nin karışmasının boyutlarının
büyümesi ile başlar. 60’ların ikinci yarısında
ülkenin iyi durumdaki ticaret dengesi sürekli
olarak kötüleşti ve temel nedeni ülke dışında
askeri harcamalar olan ödemeler dengesi açığının
büyümesi, doların kapitalist dünyanın rezerv para
olma durumunu sarstı. Halbuki doların bu durumu
ABD hegemonyasının çarpıcı aracı ve açığa vuruluşu
idi.”
Ancak sorunu yalnızca Vietnam ve Küba gibi zafere
ulaşmış devrimlerle sınırlı tutmak da yanıltıcı
olacaktır. Öte yandan sosyalist sistemin varlığı
ve örnek zaferlerin etkisiyle sömürü alanlarının
halk mücadeleleriyle genel olarak istikrarsızlaşması
ve aynı genel sol dalganın dünyanın çeşitli köşelerinde
(her zaman şipşak bir cuntayla önü kesilemeyen)
ulusal direnç noktaları yaratması hammadde fiyatları
başta olmak üzere birçok konuda ciddi sıkıntılar
yaratmıştır. Büyük kaynaklara sahip olan ve ucuz
hammadde deposu olarak kârların düşüş eğilimine
yönelik bir müdahaleye imkân sağlayan Asya, Afrika
ve Latin Amerika’yı “ehlileştirmek” artık kolayca
mümkün olmamakta, durum her bakımdan kötüye doğru
gitmektedir. Örneğin, 70’li yılların ortalarında
yeni bir kriz dalgasını tetikleyen en belirgin
gelişmelerden olan petrol fiyatlarının yükselişi
ve OPEC içersinde birleşen petrol üreticisi ülkelerin
zaman zaman sistemi zorlayan atakları da büyük
ölçüde dönemin dünya tablosu ve dengeleriyle ilgilidir;
çünkü bu dünya tablosu sosyalist olmayan türden
“aykırı” davranışları da cesaretlendiren bir tablodur.
Sonuçta, metropol ülkelerdeki ufak tefek krizlere
dayanabilen ekonomik yapı, artık krizlerini yeni-sömürgelerden
yaptığı kar transferleri aracılığıyla hafifletmede
de ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır. Böylece
emperyalist sömürüden aldığı kırıntılar azalan
Batı işçi sınıfının davranış kalıplarını da giderek
zorlamakta, hoşnutsuzluk büyümektedir.
Yani, politik/toplumsal alan ile iktisadi tıkanma
birbirini karşılıklı olarak tetikleyen bir konumdadırlar.
Hatta politik/toplumsal alan zaman zaman esas
faktör olabilmektedir.
Bu arada palazlanmakta olan diğer emperyalist
güçler, bu süreçten sonra pastadaki paylarını
artırma peşindedirler ve politik itibar kaybı
ile de sakatlanan ABD eski hegemonik durumunu
korumakla birlikte, tek başına hakimiyet noktasından
uzaklaşmaktadır. Sonuçta, ABD’nin dünya ihracatındaki
payı 1947’de % 32.5 iken 1972’de %13. 4’e düşmüştür.
Ortak Pazar ülkelerinin payı 1959’ da % 26’dan
1970’de % 32.1’e aynı süre içerisinde Japonya’nın
payı ise % 3’ den % 7’ye çıkmıştır.
Öte yandan, Çokuluslu Şirketler (ÇUŞ) de politik/toplumsal
durumla kapitalizmin krizinin karşılıklı etkileşimine
bir başka örnektir. Aslında temelleri çok önceleri
atılmış bulunan çokuluslu şirketler, gerçekten
de bu dönemde olgunluk noktasına varmışlar, sadece
“başka ülkelerde şubesi olan şirket” tanımının
ötesine geçerek üretimin ve dağıtımın çokuluslulaştırılması
yolunda ciddi adımlar atmışlardır. ABD’deki 187
çokuluslu tekelin yabancı ülkelerde imalat sanayindeki
ortaklıkları toplam olarak 1901’de 47, 1929’da
467, 1950’de 988, 1958’de 1891 iken bu sayı 1967’de
3646’ya ulaşmıştır. Ama öte yandan bu ölçüde büyüyen
ve doğası gereği sınırsız dolaşım ve akış talep
eden ÇUŞ mantığı, pazar ve yatırım alanlarının
politik sınırlılığı ile çelişme halindedir. Nerede
en yüksek kar oranı varsa orada üretmek ve nerede
en iyi satış olanakları varsa orada satmak temeli
üzerine oturan ÇUŞ, sosyalist ülkelerin kapladığı
geniş alandan olduğu kadar yükselmekte olan ulusal
ve toplumsal kurtuluş savaşları dalgasından da
rahatsızdır. Tek tek kapitalistler açısından olduğu
kadar çok büyük çok uluslu şirketler açısından
da yatırım alanındaki istikrarın önemi büyüktür;
oysa 1960’lar, fırtınalı yıllardır ve dünyanın
her köşesinde sosyalist olsun olmasın mutlaka
aktif direniş odakları vardır.
Bu odakların boğulması stratejisine bağlı olarak
emperyalist ekonominin giderek artan ölçüde askeri
siparişlere yönelmesi de atıl sermaye kütleleri
açısından çok önemli bir rahatlama olmakla birlikte
sorunu tümüyle çözmemektedir. Devasa askeri projelerin
özellikle büyük ABD şirketlerinin ilacı olduğu
doğrudur; gerçekten de bu dönem askeri amaçlı
üretime hiç bulaşmamış bir şirkete rastlamak mümkün
değildir ve bazıları ise çok yoğun kâr transferlerini
bu alandan yapmaktadır. Ama öte yandan militarizm,
salt silah üretiminden ibaret değildir, hegemonyanın
sürdürülmesi için büyük bir provokasyon, istihbarat,
diplomasi ağının sürekli biçimde canlı tutulması
da zorunludur ve böyle bir asalak yapı, büyük
dış açıklar döneminde ayrı bir sıkıntının kaynağı
olmaktadır.
d) Atıl Sermayenin Çözüm Alanı: Yeni-Sömürgeler
Sonuçta, bir bütün olarak 1970’lerin ortamını
tanımlamaya çalışırsak, gitgide artan bir tıkanıklıktan
ve çöküş eğiliminden söz etmek zorundayız. Savaş
sonrasında bitmez tükenmezmiş gibi görünen gelişme
olanaklarının sınırına gelindiği görülmektedir.
Emperyalist-kapitalist sistemin derinleşmiş kriz
zamanlarında büyük sermaye kütlelerini değersizleştirek,
sömürü alanlarının yeniden paylaşımını sağlayarak
can simidi olan büyük emperyalist paylaşım savaşları,
dev bir reel sosyalist sistemin varlığı ve ezilen
halkların kurtuluş mücadeleleleri sonucu artık
mümkün olamamaktadır. Emperyalistler arası bir
savaşın emperyalistlerden biri ya da birkaçı lehine
büyük bir ilerleme imkânı sağlaması ihtimalinin
yerini, böylesi bir savaştan sosyalist sistemin
ve ezilen halkların devrimci girişimlerinin büyük
kazançlarla çıkması neredeyse kesin bir olasılık
olarak almıştır.
Böylece politik itibar kaybıyla birleşerek derinleşen
kriz, 1929’da olduğu gibi bütün sistemi sarmakta,
ancak bu kez 1929’da olduğu gibi büyük miktarlarda
sermayenin değersizleştiği, iflaslarla ve güçsüzlerin
ayıklanmasıyla yeni bir yükselişin mayalandığı
ya da her şeyin nihai olarak bir paylaşım savaşıyla
“halledildiği” bir ortam ufukta görülmemektedir.
Bu kez, batanların battığı, geri kalanların ise
ileri sıçradığı eski usül bir “bırakınız yapsınlar”
mantığı değil, sistem karşıtı güçlerin kazandığı
güçlü pozisyonu da dikkate alan bir “onarma” ve
“koruma” çabası sözkonusudur. Bu anlamda, daha
sonraları öne sürülen neo-liberal iddiaların tersine,
bu dönem, devlet müdahalesinin en yoğun yaşandığı
süreç olmuştur. Sistemin jandarmalığı ve “bir
numara” olma iddiası, adeta geri dönerek ABD’nin
elini kolunu bağlayan bir duruma ulaşmıştır. “Hür
dünyanın korunması” ve tabii ki ABD’nin ekonomik-politik
pozisyonunun ayakta tutulması çabası, piyasaya
bol miktarda dolar sürülmesine neden olmakta,
sermayenin değersizleşmesi enflasyonist politikalar
ve aşırı para arzı yoluyla önlenmeye çalışılmaktadır.
1951-1969 arasındaki 19 yılda ABD’nin resmi para
rezervleri 12 milyar dolar artarken, sonraki 9
yıl içersinde aynı rezervin artışı 134 milyar
dolar gibi akıldışı bir rakamdır. Aynı şekilde
ABD bütçe açığı 1970-74 arasında yılda ortalama
13.6 milyar dolarken, 1975-79’da 39 milyara, 1980-84
arasında da 116 milyar dolara denk düşmektedir.
Bu kadar çok paranın arzına ve dışarıya çıkışına
parelel olarak ABD finans sektörü olağanüstü bir
gelişme göstermekte, 1959’da 32.2 milyar dolar
olan bu sektörün hacmi 1985’e doğru 626 milyar
doları aşmaktadır. Aynı şekilde 1960’ta finans
sektörünün mal üretimine oranı %21 iken 1985’te
bu oran %40’tır. Finans şirketlerinin kârlarındaki
artış da aynı biçimde hızlıdır. 1945-1954 döneminde
finans şirketlerinin kârları toplam şirket kârlarının
%10.9’unu oluştururken 1975-81 döneminde bu artış
%15.7’yi bulmuştur. Yine aynı yıllarda, 1972-1982
arasında ABD’de toplam çalışanların sayısındaki
artış %26 iken bu şirketlerin çalışanlarındaki
artış da %50’den fazladır.
Kısacası mali sektördeki büyüme normalin çok üstündedir.
Öyle ki, örneğin 1983 yılında, ABD’de el değiştiren
değerli kağıtların toplam tutarı 7 trilyon dolardır
ve bu yaklaşık günde 28 milyar dolarlık finans
hareketi anlamına gelmektedir. Her gün yeni para
spekülasyonu biçimleri bulunmakta ve hız giderek
başdöndürücü hale gelmektedir. Ve tabii bu arada,
savaş sonrası dönemin para ticaretiyle ilgili
yasaları da zaman içersinde delinmekte ve bütün
faiz sınırlamaları ortadan kaldırılarak mali sermayenin
serbest dolaşımının önündeki engeller sıfırlanmaktadır.
Bu şişkinliğin, üretimden çekilerek akacak yer
arayan bu para kaynağının sonuç olarak yeni-sömürgelere
krediler olarak arzedilmesi ise kaçınılmazdır.
Sistemin yapısı bunu gerektirmektedir; savaş sonrası
balayı sürecinde üretim de hızlı biçimde arttığı
için sorun yaratmayan büyük parasal kaynaklar,
üretimin de düşüşüyle birlikte şişmekte, bu şişme
piyasaya pompalanan para miktarlarıyla iyice artmaktadır.
Sonuçta ortaya çıkan şey, atıl hale gelen ve yeni-sömürgelere
borç olarak verilerek değerlendirilebilecek büyük
bir sermaye kütlesidir.
Bu arada, zaten karşı taraftan, yani yeni-sömürgelerden
de böyle bir talep sözkonusudur; çünkü orada da
dışa bağımlı, ihracat dengesi olmayan bir yapıyla
yürüyen kapitalistleşme süreci, gelip sınıra dayanmış,
kapitalist sistemin krizi nedeniyle eski güzel
günlerini çoktan unutmuş olan yeni-sömürge ekonomisi,
bir uyuşturucu bağımlısı gibi gitgide daha fazla
borç talep eder olmuştur. Üstelik bu kez, daha
az resmi borç daha çok özel banka borçları söz
konusudur ve tek tek banka borçları dışında IMF
ve başka kurumlar tarafından garanti edilen birleşik
banka gruplarının borçlandırması vardır. Borçlandırmayı
özendirerek anlaşmaları denetleyen IMF, daha sonra
da aynı borçların tahsiline nezaret edecektir.
Gerçekten de daha 70’lerin başından itibaren eğilim
kendini göstermiştir. ABD bankalarının yabancı
müşterilerine verdikleri krediler 1969’da 12.2
milyar dolarken 1973’te bu rakam iki katına çıkarak
24 milyar olmuştur ve bu kredilerin yarısı yeni-sömürgelere
gitmektedir. 1971 ile 1983 arasında Europara piyasasından
yeni-sömürgelere verilen borç ise 1.475 milyar
dolardan 32.883 milyar dolara yükselmiştir.
Sonuçta olan, bellidir. Emperyalist sistem, 70’lerde
başlayarak 80’lere doğru gırtlağına dek gömüldüğü
atıl sermaye bataklığına “çözüm” olarak daha yoğun
para-sermaye ihracına yönelmekte, böylece de daha
sonra geri ödenmesi için bin türlü “istikrar programı”
dayatacağı ülkeleri yoksulluk çukuruna doğru itmektedir.
70’i yıllar boyunca Latin Amerika’dan Asya’ya
dek bütün yeni-sömürge ülkelerin borçlarının defalarca
katlanması ve hepsinin eşzamanlı olarak iflas
bayrağını çekmesi rastlantı değildir.
Üstelik, dışa bağımlılığın borçlanmayı zorunlu
kılmasının yanında, petrol fiyatlarının yükselişi
ve dolara bağlı ekonomilerin darboğaza girmesi
gibi 1970’li yıllara özgü etkenler de devrededir.
Yukarıda ortaya konulan verileri toparladığımızda
yeni-sömürge ekonomilerinin krizinin bu ülkelerde
ağırlıklı olarak uygulanan kapitalistleşme modelinin,
(ithal ikameci sanayileşme modelinin) krizi apaçık
ortaya çıkar. İthal ikameci model yüksek gümrük
duvarları ile iç pazarın korunmasını, bu iç pazarda
emperyalistler ve işbirlikçi tekellerin yüksek
tekel fiyatları ile hafif ve orta sanayi temelinde
organize olmasını esas alır. Bu çarpık ve bağımlı
sanayi için gerekli olan hammaddelerin, enerji
kaynaklarının, üretilen ürünlerin stratejik parçalarının,
teknolojisinin dışarıdan emperyalist tekellerden
ithali gereklidir. Bunun için gerekli olan döviz
ise ülkenin ürettiği geleneksel tarım ürünleri
ve hammaddelerin ihracından ve kısmen borçlanarak
sağlanacaktır. Başlangıçta ciddi problemlerle
karşılaşmayan bu model, yeni-sömürgelerin ihraç
ettiği geleneksel ürünlerin fiyatlarının sürekli
düşürülmesi vb. pek çok faktörden ötürü, ithal
ettiği kaynakların fiyatlarının ise sürekli artması
sonucu tıkanma sürecine girmiştir. İhracattan
elde edilen gelir azalıp, ithal edilen malların
fiyatları arttıkça borçlanma ihtiyacı büyümüştür.
Belli bir noktadan sonra ise büyüyen borçları
ödemek tümüyle imkansız hale gelince bu işleyiş
çökmüştür.
e) Yeni-Sömürgelerde Değişim
Böylece gelinen tıkanma noktasında yeni-sömürgeci
bağımlılık ilişkileri de özü bakımından değil
ama pratik uygulamalara temel teşkil eden modeller
açısından değişime zorlanmıştır. Çünkü bu işleyiş,
emperyalist dünyanın krizine bağlı olarak ciddi
şekilde sıkıntıya girmiştir. Bir bütün olarak
yeni-sömürge ülkelerin dış açıkları büyük bir
hızla artmış, bu durum petrol fiyatlarının yükselişi
gibi konjonktürel gelişmelerle birleşerek çöküntülere
yol açmıştır. Yatırım için mamul ve yarı mamul
madde ithal etmek, bunun için gerekli dövizi sağlamak
amacıyla bir şeyler satmak ve bütün bu dengeler
bozulduğunda ise en ağır koşullarla da olsa borçlar
ve krediler için metropollerin kapılarını aşındırmak...
İç dinamikleri sakatlanmış yeni-sömürge ekonomilerinin
bundan başka şansı yoktur.
Sonuç, Latin Amerika ve Karayibler örneğinde görüldüğü
gibi 1968-72 arasında 21 milyar dolar olan dış
açığın 1974-79 arasında 81 milyar dolara fırlamasıdır...
Tabii ki, bunda yeni gelişen burjuva katmanların
lüks tüketim alışkanlıklarının yol açtığı ithalat,
petrol fiyatlarının dalgalanması, vb. gibi bir
dizi unsur vardır ama esas faktör her durumda
emperyalist merkezlerin bir vantuz gibi gerçekleştirdiği
kâr transferleridir. Böylece emperyalist metropollerin
elinde aşırı biçimde biriken para sermayenin değerlenme
ihtiyacı ile iflas bayrağını çekmekte olan yeni-sömürgelerin
borç bağımlılığı aynı süreçte birbirine denk düşmekte
ve tarihte görülmedik ölçüde büyük bir borçlandırma
harekâtı başlamaktadır. Üstelik en azından işin
başlangıcında, para arzının büyüklüğünden ötürü
borçlara uygulanan faizler de bir ölçüde düşük
tutulmakta ve bu durum aynen uyuşturucuya küçük
dozlarla başlamak ve sonra kapılıp gitmek gibi
bir çekici etki yaratmaktadır.
Aynı dönemde yeni-sömürgelerin çoğunda devlet
müdahalesiyle yerli paraların dolar karşısındaki
fiyatının bir süreliğine yüksek tutulması, borçlanmayı
bir avantaj haline getirmekte, sonradan bataklığa
dönüşecek bir kaygan zemin yavaş yavaş oluşmaktadır.
Öyle ki artık, eski borçların faizlerini ödemek
için yeni borç alınmaktadır.
Sonuçta, sürecin yeni-sömürgelere olan etkileri
özetleyecek olursak;
a) Emperyalist sistemin krizine bağlı olarak
yeni-sömürge ülkelerin ihracatı azalmıştır. Yeni-sömürgelerin
1950’de dünya ihracat pastasındaki payı %33 iken,
1986’da %21’dir. Bu dönemde sadece (ayrı bir yazının
konusu olduğu için burada ele almayacağımız) Uzakdoğu’nun
dört ülkesi, Güney Kore, Singapur, Hong Kong ve
Taiwan, ihracatlarını büyük ölçüde artırmışlar,
ama bunlar da bir süre sonra dışa bağımlılılığın
bedellerini ağır biçimde ödemişlerdir ve daha
o dönemlerde ihracata dayalı bir modele göre şekillenmişlerdir.
b) Aynı dönemde yeni-sömürgelerin geleneksel
ihracatı, fiyat olarak da büyük oranda düşmüş,
1960 ile 1990 arasında sürekli bir iniş seyri
göstermiştir. Özellikle petrol üreticisi olmayan
yeni-sömürgeler açısından durum tam bir felaket
olmuş, örneğin 1981-82 döneminde hammadde fiyatları
%25 oranında bir düşüş göstermiştir. Çok tipik
yeni-sömürge ürünleri olan şeker, kauçuk ve bakırdaki
fiyat düşüşü sırasıyla %78, %37 ve %35 oranındadır.
Bu ise, söz konusu ülkelerin zaten yapısal olarak
çarpık gelişen kapitalist ekonomilerini felce
uğratmıştır.
c) Ancak işler bu kadarla da kalmamış,
özellikle 1970’lerin sonuna doğru emperyalist
ülkeler, kendilerine yönelik korumacı önlemleri
artırırken, dünya pazarının işleyişinde yeni-sömürgelerin
aleyhine düzenlemeler gerçekleştirmişlerdir. Daha
sonraları, 1990’larda MAI ve Tahkim gibi noktalara
dek varacak olan GATT (Genel Tarifeler ve Ticaret
Anlaşması) işbirliği 1947’de başlamakla birlikte,
sistemin krizinin derinleştiği her noktada oyunun
kurallarını değiştirmek neredeyse bir “kural”
haline gelmiştir. Yeni-sömürgelerin gümrük duvarlarını
delik deşik eden ve mamul mallar konusundaki sınırlamaları
ortadan kaldırmaya zorlayan emperyalist ülkeler,
öte yandan kendi gümrük duvarlarını özellikle
bu ülkelerden gelen mallara karşı yükseltmişler,
tarife dışı engellerle sınırlamalar koymuşlar
ve böylece yeni-sömürgelerin ticaret dengelerini
iyice bozmuşlardır.
d) Ayrıca hemen eklemek gerekir, söz konusu
ülkelerde yeni-sömürgeci yapının çürüttüğü toplumsal/siyasal
ortam içersinde, tam bir iç-soygun da gerçekleşmekte,
ülkelerin kaynaklarından hortumlanan değerlerin
yurtdışına kaçışı büyük bir hızla sürmektedir.
Bu ülkelerin bazılarında bizzat devlet yöneticilerinin
(Nikaragua’da Somoza, Filipinler’de Marcos ailesi,
vb.) neredeyse bütçenin tamamını zimmetine geçirmesi
gibi rezaletler bir yana, çarpık kapitalistleşmenin
çarpık yollarından kazanılan büyük paraların da
döviz olarak yurtdışına kaçışı önlenememiştir.
Her istikrarsızlık noktasında yurtdışına ekonominin
eliti tarafından kaçırılan bu para miktarı, örneğin
1985’te Meksika ve Arjantin’de bu ülkelerin toplam
dış borcundan daha fazladır. Dolayısıyla, bu türden
yan faktörlerin de yeni-sömürgelerdeki krizi derinleştiren
unsurlar arasında sayılması gerekmektedir.
e) Tam bu noktada gündemde olan sadece
yeni-sömürge kapitalizmlerinin restorasyonu değil,
bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistemin
restorasyonudur. Emperyalist-kapitalist sistem
tıkanma ve krize ekonomik alanda Neoliberal politikalarla
yanıt verir. Birikmiş sermayenin yeniden yüksek
kar oranları ile değerlenebilmesi için sermayenin
içinde hareket ettiği tüm model ve mekanizmalar
yeniden organize edilir. Neoliberaller için bunun
çaresi, malların, mali sermayenin ve hizmetlerin
dolaşımının önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasıdır.
Bu temelde uluslararası işbölümü yeni teknolojik
gelişmelerinde açtığı alanlar zemininde yeniden
yapılandırılmalıdır. Yeni-sömürge ekonomileri
birikmiş sermayeyi yeniden emebilecek yapıya kavuşturulmalıdır.
Böylece her şeyden önce, artık sermayenin genel
bileşimi içinde öne çıkmış olan mali sermayenin
tüm hareketleri, kar transferleri vb. serbestleştirilir.
Para spekülasyonu olağanüstü boyutlara ulaşır.
Yeni ve yüksek kar oranlarına sahip olan mikro
elektronik, biyoteknoloji ve bilişim gibi sektörler
kapitalist sanayi ve tarımın omurga sektörleri
haline getirilir.
Yine artık değişen taleplere ve talepteki yükseliş
ve alçalışlara esnek karşılık oluşturma imkanı
vermeyen fordist iş örgütlenmesinin tasfiyesine
girişilir. Yeni teknolojilerin yarattığı olanaklar
temelinde ürünlerin üretilmesi süreci hem fabrika
içinde hem de uluslararası ölçekte parçalanır.
Tekeller stratejik bölümler dışındaki üretim süreçlerini
fabrika içi taşeronlaştırma, ülke içindeki ya
da dışındaki küçük taşeronlar eliyle üretme yoluyla
üretimi sürecini parçalama yoluna girerler. Böylece
büyük ve tek parçalı fabrika ve işçi kitlesi yerine
parçalanmış, küçük öbekler halinde çalışan ve
bu şekilde ortak direniş gücü zayıflatılmış ve
bu yoldan daha düşük ücretlere daha kolay razı
olan bir sınıf yapısı hedeflenir. Postfordist
iş örgütlenmesi ya da esnek iş örgütlenmesi olarak
tanımlanan iş örgütlenmesi emperyalist ülkelerde
ve yeni-sömürgelerde yaygınlaştırılmaya başlanır.
Buna bağlı olarak, daha az karlı hale gelmiş olan
ve çevre vb. açılardan sorunlu olan sektörler
ve ayrıca nihai ürün olarak emperyalist ülkelerde
ortaya çıkan ürünlerin emek yoğun parçalarının
üretilmesi işinin taşeron firmalar eliyle yeni-sömürgelere
aktarılması süreci başlatılır. Böylece sermaye
fazlası salt kredi/borçlanma yoluyla, nakit olarak
değil, emek-yoğun, eskimiş ya da kirli teklonoji
yatırımları (fabrikalar) olarak da yeni-sömürgelere
ihraç edilir.
Yeni-sömürgelerde ağırlıklı olarak ithal ikameci
model temelinde örgütlenen kapitalist üretim tarzı,
ihracata yönelik sanayileşme olarak tanımlanan
yeni bir model ekseninde restore edilir. Bu yeni
sömürü modeli neoliberal politikaların yeni-sömürgelerdeki
ifadesidir. Neoliberal politikalara göre malların,
mali sermayenin ve hizmetlerin kapitalist sistem
içindeki dolaşımının serbestleştirilmesi gerektiğinden,
yeni-sömürgelerde o güne değin ithal ikameci sanayileşme
modeli temelinde oluşmuş olan sanayi altyapısını
koruyan gümrük duvarları kaldırılır. İhracata
yönelik sanayileşme (sömürü) modelinde her yeni-sömürgenin
öncelikli görevi dünya pazarlarına mal satmak
böylece emperyalist tekellere olan borçlarını
ödemek ve yeniden daha büyük ölçekli olarak borçlanmaktır.
Bunun için emperyalistlerin kendisine uygun gördüğü
sektörlerde yoğunlaşacaktır.
Yeni-sömürgelerin payına düşen yukarıda belirtilen
yeni uluslararası işbölümüne uygun biçimde emperyalistlerin
tercihlerini de dikkat alarak tüm ekonomik yapıyı
yeniden biçimlendirmektir. Bunun yeni-sömürgeler
için anlamı o güne değin oluşmuş olan tüm sanayi
altyapısının (ithal ikameci modelde ara malları
dışında ürünlerin üretim süreci önemli ölçüde
ülkedeki sanayi tarafından gerçekleştirilir, bu
ise sanayinin pek çok alanında yatırımları gerektirir,
böylece nispeten geniş bir sanayi altyapısı oluşur)
paramparça edilmesi, emperyalistlerin o ülke için
uygun görmediği tüm sanayilerin tasfiyesidir.
Emperyalizme bağımlı sınırlı sayıda sektör ayakta
kalır. Denilebilir ki, ihracata yönelik sanayileşme
bir tür sanayisizleştirme operasyonudur..
f) Sürecin 1980’li yıllardaki kimi gelişmelerine
geldiğimizde ise gördüğümüz şey, 70 sonrası sürecin
emperyalist ekonomiler açısından bu temelde iki
evreye ayrıldığıdır. Birinci evre olan 1970’li
yıllar boyunca elde birikmiş olan büyük finans
kaynakları kredi ve borçlar olarak yeni-sömürgelere
büyük bir hızla akıtılırken, 1980’lerde ise bu
bataklık ortamının yol açtığı mali felaket başka
mali felaketler yoluyla onarılmaya çalışılmıştır.
Bu kez, bir yandan yine borçlandırma politikası
sürdürülürken diğer yandan da bu ülkelerdeki kapitalist
işleyiş yeniden biçimlendirilmiş, ithal ikameci
modelin iç pazara dönük üretim yapısı tasfiyeye
uğratılarak “ihracata yönelik sanayileşme” adı
altında yeni sektörlere yönlendirilmiş, böylece
birikmiş borçlarını ödemeye zorlanmışlardır. Bu,
bol keseden verilen kredilerin kısılması ve emperyalizme
bağımlılık nedeniyle oluşan iflas tablosunun bedellerinin
yine bu ülkelerin halklarına ödetilmesi anlamına
gelmiştir.
Sıkı Para Politikaları adı altında hayata geçirilen
bu uygulamalar sonucunda 1971-79 sürecinde yılda
ortalama %13 olan dünya toplam para akışındaki
artış 1979-82 döneminde %6.3’e inmiştir. 80’lere
gelindiğinde ABD’deki enflasyon %5’e kadar çekilmiş
ama bu arada faiz artış oranları 6 kat olmuştur.
Böylece yeni-sömürgelere akan kredilerin faizleri
olağanüstü artmış, 1978’deki %9.7 oranından 1981’de
%17.5’a yükselmiştir. Bütün bunlar rakamsal veriler
olarak kuru görünebilir belki ama sonuçları yeni-sömürgeler
için tam bir felakettir. İhracatla asla karşılanamayan
ve ancak yeni borçlarla ödenebilen bu faizler,
kamburu artırmış, üstelik bu kez yeni borçlar
da alınamaz olmuş ya da çok ağır IMF programlarına
bağlanmıştır. Ve tabii ki her şey “borçluluk”
ve “borç” ödeme kavramları altına sığacak kadar
dar değildir; 80’lerde başlayan bu politikaların
aslında 90’lı yıllarda oluşacak olan yeni işbölümü
ve dünya düzeninin temel taşlarını döşediği çok
geçmeden anlaşılacaktır. Sermaye dolaşımını sınırların
engellerin tasfiyesinden sosyal harcamaların kısıldığı
vahşi kapitalist uygulamalara ve postmodern gericiliğe
dek pek çok unsur bu dönemde mayalanmıştır.
g) Bütün bunların yeni-sömürgelerin geneli
açısından ortak pratik sonucu ise bir yandan ancak
açık faşist diktalarla, emekçilerin taleplerinin
en aza indirildiği koşullarda uygulanabilen “yeniden
yapılanma” programları, diğer yandan ise ülke
içindeki hakim sektörler ve egemen güçlerin yapısının
değişimi olmuştur. Tekelci burjuvazinin montaj
sanayiine bağlı klasik kabileleri ya tasfiyeye
uğrar ya da yeni duruma uyum sağlarken, Şili’de
“piranhalar” diye anılan yeni ve yırtıcı burjuva
kesimler yükselmiş, sürecin en kârlı alanları
olan finans ve ihracat-müteahhitlik, vb. gibi
sektörlerinde merkezileşmeler ger-çekleşmiştir.
Yapısı gereği, eski tür fabrika düzenine değil
çok parçalı üretim düzenine ihtiyaç duyan bu kesimlerle
birlikte, taşeron ve esnek üretim kavramları da
yavaş yavaş yeni-sömürgelerin terminolojisine
girmekte ve hem somut artı-değer üzerinden hem
de türlü dalaverelerle kazanılan büyük paralar,
sahiplerine de oligarşiler içinde daha yüksek
mevkileri sağlamaktadır.
h) Söz konusu politikaların yeni-sömürgelerin
önüne koyduğu sosyal fatura hayli kabarıktır ve
tam bir yoksulluk ve çürüme ortamıyla karakterize
olmuştur. 1945’ler sonrasında bir süre görülebilen
dışa bağımlı dinamizm, 70’lere gelindiğinde tümden
yitirilmiş, her yeni kriz ve borçlanma dalgasıyla
bu ülkelerdeki gelir dağılımı uçurumları daha
da derinleşmiş, buna karşılık ise metropollerdeki
yeni-sağcı rejimlere parelel olarak yeni-sömürgelerde
askeri cuntalar birbirini izlemiş, yine hiç rastlantısal
olmayan bir biçimde aynı dönemlerde bütün yeni-sömürge
ülkelerde birden sivil-faşist çeteler aynı merkezlerde
eğitilip örgütlenerek kâr oranlarını düşürme eğiliminde
olan işçi sınıfı hareketinin ve devrimci güçlerin
önüne dikilmişlerdir. Kısaca genel bir gericilik
döneminin kapıları ardına kadar açılmış, 1990’larda
yeni süreçle birlikte zirvesine varacak olan yoğun
baskı atmosferi ve vahşi sömürü koşullarının temelleri
atılmıştır.
1970’ler Türkiyesi: Yeni Sömürge
Kalkınmasının Tıkanması
Geçen sayımızda Türkiye’nin 1980’lere kadar gelen
yeni-sömürgeleşme macerasının ana hatlarını, bunun
sınıf ilişkilerinde, sosyal yaşamda ve siyasal
duruşlar noktasındaki sonuçlarını ortaya koymuştuk,
1980’ler tüm dünya kapitalist sisteminde yeni
bir sömürü modeli ve bunun teorik açılımının egemen
olduğu yıllardır. Çarpık yeni-sömürge kapitalizmleri
ve tabii ki Türkiye kapitalizmi de bu değişime
uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu yeniden
yapılandırma sürecini incelemeye geçmeden önce
Türkiye’deki yeni-sömürge yapının krizinin derinleştiği
1970’lerdeki tabloyu kimi yönleriyle kabaca tekrar
ele almak yararlı olacaktır.
a) Hastalığın İlk Belirtileri ve Başarısız
Bir Düzleme Girişimi: 12 Mart
Bu uzunca özetten sonra Türkiye’ye gelindiğinde
ilk göze çarpan olgu ise 1970 tarihinin emperyalist
sistemin kriziyle eşzamanlı bir biçimde yeni-sömürge
kapitalizminin tıkanma noktası olmasıdır. “Ülkemizde
12 Mart darbesinin olması bir tesadüf değildir.
Bu, genel olarak emperyalizmin III. Bunalım Dönemi’nin,
özel olarak da Amerikan ekonomisinin 1967’den
beri içine girdiği krizin yanki işgali altındaki
ülkemize yansımasıdır. Ülkemizdeki rejimin militarize
olması ve saldırganlığını artırması, Amerikan
emperyalizminin ekonomisinin askerileşmesini olağanüstü
artırıp içerde ve dışarda terörü artırmasının
‘Küçük Amerika’da yansımasıdır” (Kesintisiz Devrim
III) diyen Mahir Çayan bu gerçeğe işaret etmektedir.
Her şeyden önce bu, yeni-sömürge kapitalizminin
içinde mevcut olan yapısal ve sürekli bir krizin
ortaya çıkışıdır ve esas olarak konjonktürel değil
tarihseldir. Darboğazların her duraktaki görüntüleri
başka başka faktörleri (enerji, döviz sıkıntısı,
vb) öne çıkarsa da aslında sorun temeldedir; denizin
suyu bitmiş, 1950’lerde başlayıp 1960’larda durumu
idare eden bu kapitalistleşme modelinin zaten
çarpık olan gelişmesinin sonuna gelinmiştir. 1965
ile 1971 arasındaki ihracat artışı %44.8’de kalırken
ithalat artışının %89.3’e tırmanması herhalde
durumu en iyi özetleyen veridir. Aynı süreçte
sanayide kapasite kullanımı olağanüstü düşmüş,
bu arada 1963’te imalat sanayiindeki toplam stok
tutarı 3 milyar lirayı bile bulmazken, 1971’e
gelindiğinde 11 milyarı çoktan aşmıştır; ki bütün
bunlar bağlanmış olan sermayenin çalıştırılamaması
gibi vahim bir durumu ifade etmektedir. Merkez
Bankası kredileri tıkanmış, GSMH’nin sabit sermayeye
ayrılan bölümü 1968-1970 arasındaki üç yıl aynı
noktaya takılıp kalmıştır. Bu arada piyasadaki
para miktarı da kontrolsüz biçimde artmakta, 1969’da
25.7 milyar TL olan para hacmi 1970 sonunda 35.3
milyara tırmanmaktadır.
En önemlisi de, kârlılık oranlarında görülen çok
net düşüştür. Net artık miktarının sabit sermaye
stokuna oranlanmasıyla elde edilen sermaye verimliliği
verileri 1968’den sonra düşmeye başlamış, 1968’de
68.2 olan verimlilik 1975’e doğru gidildikçe 30’a
dek inmiştir. Stokların artmasıyla birlikte sermayenin
organik bileşimi de arttığından kâr oranları düşüşe
geçmiştir. 1969’da %25.2 olan imalat sanayi kâr
oranı, 1971’de %23’e düşmüş, daha sonraları ise
1977’de 14.1’e 1979’da ise %8.9’a doğru inişe
geçmiştir.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, ülke artık eskisi
gibi “rahat” iş yapılan bir sermaye birikimi cenneti
değildir. Ve doğal olarak da tıkanmanın derinleştiği
her noktada sıkıntı daha aşağılara doğru yayılmaya
başlamış, yalnızca büyüklerin dayanabildiği koşullarda
orta ve küçük işletmeler daha dibe itilmişler,
bu arada uzun yıllardır tarıma yönelik olarak
sürdürülebilen esnek politikalar terkedilmeye
başladıkça kırda toplumsal hareket dinamikleri
büyümeye başlamıştır. Tarım ve sanayi malları
arasındaki fiyat oranı, belki çok hızlı değil
ama istikrarlı bir biçimde tarımın aleyhine bir
çizgi izlemektedir ve bu durum toprağın temerküzüyle
birlikte yoksulluğu, göçü artırmaktadır.
İşçi sınıfı ise, süreç boyunca edindiği deneyimlerle
savunmaya geçmiş, ilk kez bu dönemde DİSK’i yaratarak
bir dayanak noktasına kavuşmuştur. Düzen artık
eski yedekleme mekanizmalarını kullanamamakta,
oluşan tepkileri nötralize edecek bir politik
kadro da üretememektedir. Bu anlamda, 1960’lardaki
TİP’in daha önceki bütün legal sol parti girişimlerine
oranla daha büyük bir başarı sağlayabilmiş olması
rastlantı değildir. Devrimci sosyalizmin/partimizin
önderlerinin bu atmosfer içinde yetişerek ilk
kez olaylara bağımsız devrimci bir tavırla müdahale
edebilmenin olanaklarını yaratmaları ise tam da
bu ülke gerçekliğinin doğrudan bir sonucudur.
Sonuçta bütün bunların belirli neden-sonuç ilişkileri
içinde bir araya gelmesi ise büyük bir toplumsal
kaynaşmanın yolunu açmış ve 12 Mart generallerinden
Tağmaç’ın ağzından o güne dek yapılmış bütün sınıfsal
çözümlemelere taş çıkartacak bir netlikte ifade
edilmiştir: “Sosyal uyanış, iktisadi gelişmeyi
aşmıştır!” Türkiye İşverenler Konfederasyonu’nun
1970 başında yayınladığı yeni yıl mesajında söylenenler
de aşağı yukarı aynıdır. İşçi haklarının artışından
yakınan konfederasyon, “bu hakların alınmasından
işverenler değil işçilerimiz zararlı çıkacaklardır
ve bugün masaya vurdukları yumrukları önlerine
bağlı kalacaktır” derken İTO başkanının o günlerde
yaptığı “böyle giderse demokrasi ölebilir” gibi
imaları güçlendirmektedir.
Sonuçta olan da budur zaten. “Sosyal uyanış” bilinen
yoldan bastırılacak, devrimci güçlerin ezilmesi
operasyonu 12 Mart açık faşist askeri darbesinin
en belirgin amacı olacaktır.
b) Son Barut Olarak “Halkçı Ecevit” ve Ötesi...
Ancak artık biliniyor, 12 Mart cuntası, ekonomik
istikrar yaratma ve tıkanıklığı çözme amacı bakımından
başarısızlığa uğradığı kadar oligarşi içersinde
yapmak istediği sadeleştirme operasyonu bakımından
da başarısızlığa uğramış; üstelik devrimci sosyalizmin
siyasal yenilgiye uğratılması ve kökünün kazınması
konusunda da tam bir fiyaskoya uğramıştır. Az
sonra göreceğimiz gibi 1970’te yapılan %66’lık
büyük devalüasyon ve sonrasındaki önlemler çarpık
iktisadi yapıyı ayağa kaldırmaya yetmemiş, ne
dış ödemeler dengesinde ne de kârlılık oranlarında
ve verimlilikte belirgin bir düzenleme sağlanabilmiştir.
Üstelik tekelci burjuvazinin en çok yakındığı
konu olan “politik istikrarsızlık” sorununa da
bir çözüm bulunamamış, tam tersine tarihin en
hızlı hükümet değişimleri bu dönemde yaşanmıştır.
Özellikle partimizin sürece bütünsel bir biçimde
müdahale ederek silahlı mücadeleyi başlatması,
cuntanın zaten zayıf bir zemine inşa edilmiş olan
dengelerini ve hedeflerini sarsmış, kısa sürede
tasfiye edilmesine yol açmıştır. Kızıldere’de
somutlanan fiziksel imha ise politik bakımdan
bir son değil, daha güçlü bir devrimci damarın
önünün açılması anlamına gelmiştir.
Oligarşi içindeki hesaplaşma bakımından ise fiyasko
daha cuntanın ilk aylarında ortaya çıkmıştır.
12 Mart cuntasının büyük umutlarla kurdurduğu
“reformcu”(!) I. Erim hükümeti gümbürtüyle çöktüğünde,
Mahir Çayan, yeni kurulan II. Erim Hükümeti’nin
“gericiler arası barışın hükümeti” olduğunu söylüyor
ve parti bildirisinde de durum “çark dönmesine
devam edecek, cuntalar birbirini izleyecektir”
cümlesiyle ifade ediliyordu.
Gerçekten de bu, basit bir hükümet değişikliği
değildi. Söz konusu olan şey, bir yandan toplumsal
muhalefeti bastırırken, diğer yandan iktidar ilişkilerini
kendi lehine homojenleştirmek isteyen tekelci
burjuvazinin “reform” maskesi adı altında atmaya
çalıştığı adımın geri tepmesi ve bütün gerici
güçlerin devrimci hareket karşısında yeniden (istemeye
istemeye) bütünleşmesiydi. Bu arada Dünya Bankası’ndaki
“uzmanlık” görevinden gelerek sözü geçen operasyonu
icra etme misyonunu üstlenmiş olan Maliye Bakanı
Atilla Karaosmanoğlu da yine eski işine dönecekti
(bugün hâlâ oradadır). Feodal kesimleri törpülemek
için hazırlanan yasa tasarıları rafa kalkacak,
yeniden eski politik ilişkilerin dar çerçevesi
geçerli olacaktı. Daha sonra birbiri ardına gelen
Talu ve Melen hükümetleri de aslında durumu idare
eden hükümetler olarak Türkiye siyasi tarihinde
iz bile bırakmadan geçip giderler ve nihayet 1973
seçimlerine gelindiğinde İnönü’yü tasfiye etmiş
Ecevit’in “umut” olarak ortaya çıkardığı CHP’siyle
karşı karşıya geliriz.
Böylece olan şey, aslında dinamiklerini çoktan
tüketmiş olan yeni-sömürge kapitalizminin bir
süreliğine daha durumu idare edebilecek son barutlarını
kullanmasıdır. Gerçekten de özellikle 1974 ve
belki sonrasındaki birkaç yıl, genel düşüş tablosunu
değiştirmese de örneğin tarım ürünlerine verilen
fiyatlar ve sınıfın mücadelesiyle de körüklenen
belli ücret artışları bakımından böyle özellikler
gösterir. Daha doğrusu, cunta döneminde baskı
altına alınarak keskin bir biçimde yoksulluğa
itilen kitleler bu süreçte artık hareketlidir
ve onlara dayanarak siyaset yapmak isteyen herkes
(Ecevit dahil) bu yoğun talebi görmezlikten gelememektedir.
En önemlisi de kısa süreli bir bahar olarak 1974
yılı, yoğun borçlanmayla işçi dövizlerini, vb.
bir araya getirip siyasi iradeye bu imkânı vermektedir.
Daha sonrası artık tam felakettir. 1980’e dek
giden kısa süreli hükümetler, azınlık yönetimleri
ve özellikle 1977 sonrasındakiler, düzenin esneklik
ve yedekleme mekanizmalarının çoğunu yitirmişlerdir.
Sınıf mücadelesi 1974 sonrasında büyük bir patlama
yapmış, sendikalaşma oranları artmıştır. Resmi
rakamlara göre 1973’te sendikalı işçi sayısı 2.5
milyonu biraz aşarken 1977’de bu rakam 4 milyon
sınırındadır. Özellikle 1973 ile 1977 arasında
ortalama gerçek ücretlerin belirgin artışı büyük
ölçüde bununla ilgilidir. Daha da önemlisi, bu
sürecin toplumsal hoşnutsuzluğun çeşitli biçimlerine
yaslanarak büyüyen devrimci hareketlerin güçlenişine
sahne olmasıdır. 1975’te inşa edilen devrimci
sosyalist hareketimizin de içinde bulunduğu devrimci
güçler, bu süreç boyunca hatırı sayılır bir gelişme
kaydetmiş, çeşitli sağa kaymalarla zaman ve enerji
kaybedilse de toplam sol potansiyel sürecin etkin
gücü haline gelmiştir. Devrimci hareketle sınıf
arasındaki ilişkiler bu dönemde bir ölçüde aşılmaya
başlamış, solun toplamı genel olarak toplumsal
doku içinde belli bir yer elde etmeye başlamıştır.
Bugünden bakıldığında yetersiz görülebilir belki
ama bu durumun en önemli özelliği, genel olarak
kendi hakkına ve kaderine sahip çıkma, toplu/örgütlü
hareket etme eğiliminin ezilen sınıf ve tabakalar
içinde yaygınlaşması ve bunun da kendini yeniden
üretip sistemi istikrarsızlaştıran bir unsur olarak
işlev görmesidir. Buna karşılık, oligarşi, yeni-sömürgelerde
sık denenmiş olan bir yöntemi öne çıkarmış, 1960’larda
temeli atılan sivil-faşist çetenin güçlendirilmesine
hız vererek, toplumsal muhalefetin karşısına dikmiştir.
Böylece bir katliamlar ve cinayetler döneminin
kapısı açılırken bir yandan da oligarşinin resmi
şiddet aygıtının organizasyonundaki eksiklikler
tamamlanmaya çalışılmıştır.
Dönemin başka önemli gelişmeleri de vardır. 12
Mart döneminde 14 büyük tekelci tarafından kurulan
TÜSİAD’ın klasik oda/dernek işleyişinden farklı
olarak yapılanışı ve böylece genel sanayici/tüccar
toplamı içinden bir elitin sivrilerek politik
arenaya ağırlığını koymaya başlamasıdır. Tekel
dışı kesimlerin tepkisine yol açarak Odalar Birliği’nde
bölünmelere yol açacak olan bu gelişme, tekelci
burjuvazinin oligarşinin klasik yapısını değiştirme
girişimi olarak önemlidir ve günümüze dek gelen
süreç boyunca gerçek sonuçlarını verecektir.
Aynı süreçte, 1950’lerden beri yeni-sömürgeci
kapitalistleşme süreci açısından zaman zaman pürüz
oluşturan bir sorun da büyük ölçüde çözülmüş,
ordunun tekelci burjuvaziyle tam bütünleşmesinin
yolu açılmıştır. Başlangıçta ordu mensupları için
bir tür sosyal sigorta gibi düşünülen Ordu Yardımlaşma
Kurumu (OYAK) giderek emperyalist şirketlerle
ortak iş yapan bir holdinge dönüşmüş, zorunlu
kesintilerle büyük nakit paralara sahip olmanın
avantajıyla her alanda iş yapmaya başlamıştır.
Böylece, ordunun üst kesimleri olduğu kadar alt
kademeleri de maddi açıdan memnun edilmiş, sisteme
karşı alerji yaratan sosyo-psikolojik faktörler
bertaraf edilmiştir. En önemlisi ise ilerde daha
net örnekleri görüleceği gibi ordunun üst kademelerinin
artık herhangi bir özel uzlaştırma çabasına ihtiyaç
duyulmayacak ölçüde tekelci burjuvaziyle içiçe
geçmesi ve salt maddi çıkarlar anlamında değil
düşünme biçimi ve refleksler anlamında da oligarşik
diktatörlüğün daha tutarlı bir parçası haline
gelmesidir. “Sivil-asker çatışması” diye lanse
edilen politik sürtüşmelerin bugünlerde bile zaman
zaman ortaya çıkması, bu genel manzarayı değiştirmemektedir;
çünkü artık bu çatışmanın özü de tekelcilerin
dünyasıyla ilişkili değil, bu dünyanın genel istikrarına
zarar verebilecek unsurlarla ilgilidir.
c) Çöküşe Doğru...
Ama ne olursa olsun genel çöküş manzarası ortadan
kaldırılamamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi
genel kâr oranları dönem boyunca düşmeye devam
etmekte, iş yapma olanakları daraldıkça mevcut
sermaye kapasitesi de üretken olmayan alanlara
doğru hızla kaymaktadır. Neredeyse her yıl, hatta
yılda iki defa gelip giden IMF ve DB heyetleri
yeni paketlerle durumu toparlamaya çalışsalar
da bir yandan borç yükü ağırlaşmaktadır. Çünkü
Türkiye’nin toplam ihracatı ile çarkın dönmesi
için gerekli olan ithalat arasındaki açık gitgide
uçuruma dönüşürken dönemin tek şansı olan işçi
dövizleri de 1974’teki (Ecevit’e soluk aldıran)
1.5 milyar dolarlık düzeyinden 1978’de 1 milyar
doların altına doğru düşmektedir. Kalan açık ise,
büyük ölçüde borçlarla ve kredilerle kapatılmaktadır.
Ancak bu kaynak da 1970’lerin başındaki bolluğa
sahip değildir; artık borç olanakları daralmıştır,
her yeni borç eski borçların durmadan artan faizlerine
gitmektedir. 1975’lerden sonra salt genel kredilerle
yetinmeyip banker kredileri ve Dövize Çevrilebilir
Mevduat (DÇM) gibi kısa vadeli kredilere de yönelen
Türkiye, böylece 1962’de 830 milyon dolar olan
dış borcunu 1979 sonunda 4.4 milyarı kısa vadeli
olmak üzere 14.6 milyar dolara çıkarmıştır. Bu
arada durumu kurtarmak için bol bol para basma
faaliyeti sürdürülmekte piyasadaki para miktarı
katlanarak artmaktadır. Ülke içinde ise ciddi
bir kaynak sorunu 1960’lardan beri büyümektedir.
1962-1977 döneminde her şeye rağmen ortalama %6.7
büyüme hızı korunurken 1979’a gelindiğinde %1
düzeyine düşmüş ve özellikle sanayide ilk kez
sıfırın altına düşülmüştür. Öte yandan 1962-78
arasında yatırımların milli gelirdeki payı aşağı
yukarı iki kat artarken tasarruflar yarı yarıya
düşmüştür. 1962’de %6 olan enflasyon oranı 1970
sonrasında büyük ataklar yaparak 1980’de %107’ye
dek gelip dayanmakta, bu arada faiz oranları bu
rakamların altında ezildikçe düzenin kendini yeniden
üretimi sakatlanmaktadır. Sermayenin kapasite
kullanımı ise bazı sektörlerde %30’lara kadar
düşmüştür. Örneğin, 1977-1978 arasında, yani bir
yılda, iflas eden firma sayısındaki artış oranının
%336 olması çok çarpıcıdır. 1970-80 arasında ticareti
terkeden şirket ve kişi sayısı 60 binin üzerindedir.
Buna karşılık yaklaşık 250 büyük özel şirket toplam
satışların %72’sine sahip oldukları ve toplam
işçi sayısının %55’ini çalıştırdıkları bilinmektedir.
Bütün bu olup bitenlerin emekçi sınıflara yansıması
ise dönem boyunca devrimci mücadelenin ve toplumsal
hareketin yükselişini açıklamaktadır. Enflasyon
artışı düşüldükten sonra elde edilen reel ücret
rakamları 1977’ye kadar yavaş da olsa belli bir
yükseliş gösterirken, 1977 sonrasında kesin bir
düşüş tablosu verir. 1963’te 17.9 olan bu rakam
1977’de en yüksek noktası olan 27’ye varmış ve
daha sonra hızla inerek 1981’de 13.9’a kadar düşmüştür.
Aynı süreçte tarımdaki işgücü fazlası hesaplamaksızın
düşünüldüğünde, 1962’de 640 bin olan kentlerdeki
işsiz sayısı, 1978’de 1 milyon 435 bine ulaşmıştır.
Ve nihayet, bütün bunların sonucunda gelir dağılımı
dengesizliği artmış, en üstteki %20’lik nüfus
gelirin %58’ine el koyarken, en alttaki %20’nin
ise gelirin %3.5’luk miktarıyla yetindiği bir
manzara ülkenin klasik görünümü olmuştur. Sonuç
olarak, 1950-1979 arasında uygulanan ithal ikameci
kapitalistleşme politikasının Türkiye’yi getirdiği
manzara tam bir yıkım ve yoksulluk tablosudur.
Tamamen emperyalizmin denetiminde ve ona bağımlı
olarak yürütülen bu kapitalistleşme modeli, ülke
ekonomisinin dışa bağımlılığını katlayarak artırmış
ve böylece dünya sistemindeki her krizin bedelinin
daha çok borçlanmayla ödenmesi kaçınılmaz olmuştur.
Bu sanayileşme modelinin yönelimi ve sektörleri
de emperyalizm tarafından belirlenmiş, büyük bir
soygun düzeni yıllarca, emekçi halkların yıkımı
pahasına sürdürülmüştür. Eninde sonunda varılan
nokta ise artık sermaye birikiminin de gerçekleşmediği,
yatırımların ve kâr oranlarının düştüğü, böylece
onca yıldır bu süreçten beslenen işbirlikçi kapitalistlerin
de feryat ettikleri bir çöküntü noktasıdır.
Cunta Eşliğinde Yeni Model
a) Sopa Gerektiren Program
1980’e doğru gelindiğinde, artık işlerin böyle
gidemeyeceği kesindir. Öte yandan emperyalist
sistem de önceki bölümlerde ayrıntılı olarak ortaya
koyduğumuz gibi kriz sürecinden yeni bir program
ve işbölümü ile çıkmayı amaçlamaktadır. Bu noktada
bütün diğer yeni-sömürgelere olduğu gibi Türkiye’ye
de dayatılan model, borçlanmayı yine sürdüren
ama bu kez iç pazara dönük eski sanayileşme modelinin
tasfiyesiyle yeni sektörlere yönlendirilen yeni-sömürge
kapitalizminin ihracat da yapabilir hale gelmesidir.
Ancak yeni modele verilen isimden ötürü (İhracata
Yönelik Büyüme Modeli) bu politikayı yeni-sömürgeleri
ihracata yönlendirip borçlarını ödettirmek gibi
sınırlı bir amaçla tarif etmek yanıltıcı olacaktır.
İlk bakışta gerçekten sanki emperyalist sistem
kendi iç sorunlarını aşmak için yeni-sömürgelere
“kendi yağınızla kavrulun, ihracat yapın borcunuzu
ödeyin, bana yük olmayın” der gibi görünse de
(ki Özal da böyle bir dar tanım üzerinden giderek
kendisini neredeyse “ülkeyi IMF kapısından kurtaran”
adam olarak ilan etmiştir) aslında böylece geliştirilen
politika, yeni bir işbölümü-bütünleşme-bağımlılık
biçimini ortaya koymaktadır.
1980’ler sonrası sürecin başat eğilimi olacak
olan neo-liberalizmin bütün temel unsurları bu
politikanın içindedir: Yeni-sömürge ekonomisinin
bütün koruma ve gümrük tedbirlerine son verilerek
uluslararası para piyasasıyla tam bütünleşme,
mali piyasaların kontrolden çıkarılarak her türlü
sermaye akışına açık hale getirilmesi, geçmişte
sanayileşmenin altyapısını sağlamış olan kamu
kuruluşlarının özelleştirilerek kâr oranı yüksek
alanlara kaydırılması, tarımın verimli olmayan
kapalı alanlarının tasfiye edilerek uluslararası
piyasanın isteklerine göre yeniden biçimlendirilmesi,
devletin ve sosyal sistemlerin yeniden yapılandırılarak
mümkün olan büyük bölümünün tasfiyesiyle sağlıktan
eğitime her türden hizmet alanının metalaştırılması
ve sermaye dolaşım ağının parçası haline getirilmesi
ve tabii bütün bunların “kazasız belasız” yapılması
için de yeni-sömürgelerdeki baskı düzeninin yeniden
elden geçirilerek “düşük yoğunluklu demokrasi/düşük
yoğunluklu çatışma” ekseninde çok daha koyu-soluk
aldırmaz bir biçime sokulması, bunun için hem
sınıf hareketinin ezilmesi ve yeni sosyal-kültürel
politikalarla çürütülmesi hem de devrimci alternatiflere
karşı daha kozmopolit, yani emperyalist karşı-devrimci
deneyimi her köşeye yayan bir imha tarzının inşa
edilmesi... 1980’lerde bütün yeni-sömürgelere
yansıtılarak genelleştirilen politikaların temel
unsurları bunlardır.
Bu politikaların özellikle uygulandığı ülkelerin,
yine 1990’ların “eksen ülkeler” konseptine uygun
olarak az çok gelişkin sayılan yeni-sömürgeler
olması da dikkat çekicidir.
Yani emperyalizm açısından 1980’lerin restorasyonuyla
2000’lerin yeni uygulamaları arasında bir paralellik
ve devamlılık söz konusudur; 1980 ile 1990’lar
arasında “bitip-başlayan” ayrı ayrı politikalar
değil, başlayan ve düzenlenerek yeni dünya konseptine
uydurulan tek bir politika vardır.
Esasen Türkiye oligarşisi de 1970’lerin sonunda
bu programa katılmaya hem istekli hem de zorunludur.
70’li yıllar boyunca mevcut modelin bütün ek imkânları
kullanılıp tüketilmiş ve artık bitkisel hayata
girilmiştir. Ve üstelik, artık durum da acildir;
1980 sonbaharında yaklaşık 800 bin işçi toplu
iş sözleşmesine hazırlanmakta, 120 bin işçi de
grevlerinin ertelenme süresinin dolmasını beklemektedir.
Yine de 1979 sonbaharında en son Ecevit hükümeti
düşüp en son Demirel hükümeti kurulduğunda, zaten
1979’dan beri sistemin değişmesi gerektiğini ifade
eden TÜSİAD umutludur. Daha 1978’de, o zamanlar
ELMET şirketinin yöneticisi olan Özal, TÜSİAD
yayınlarında yazdığı yazılarda, yukarıda özetlediklerimizin
tümünü söylemektedir. TÜSİAD’ın 1978-79-80 raporlarınının
hepsinde ve Ecevit’e karşı verdiği gazete ilanlarında
aynı vurgular vardır. Bir an önce mevcut birikim
modelinin tasfiyesi ve bunun için de öncelikle
toplumsal muhalefetin tasfiyesi her seferinde
altı çizilerek söylenmektedir. Bu yüzden yeni
Demirel hükümetinde Özal’ın Başbakanlık Müsteşarı
olarak ekonominin tek hakimi yapılması ve 24 Ocak
Kararları olarak anılan programı onun hazırlaması
şaşırtıcı olmamıştır.
Kısaca özetlenirse 24 Ocak Kararları ve sonraki
tamamlayıcıları şu temel unsurlardan oluşmaktadır:
1) Devalüasyonun sürekli hale getirilerek
TL’nin değerinin düşürülmesinin adeta otomatiğe
bağlanması. (Bu amaçla ilki 25 Ocak 1980’de olmak
üzere 8 ayda 10 devalüasyon yapılmış, 80 başında
47 lira olan dolar Ağustosta 80 liraya yükseltilmiştir)
2) Fiyat Kontrol Komitesi’nin feshedilerek
fiyatların serbest bırakılması ve denetimlerin
kaldırılması.
3) KİT ürünlerinin fiyatlarının serbest
bırakılması, böylece astronomik zamların birbiri
ardına yapılması ve sanayi girdisi olan ara mallarda
da alt sınıfların tüketimini etkileyen ücret mallarında
da devletin fiyat desteğinin kaldırılması.
4) Yabancı sermaye yasalarının yeniden
ele alınarak hem bir dizi yeni kolaylık sağlanması
hem de daha önce yabancı sermaye girişine izin
verilmeyen karayolları, bankacılık, vb gibi alanların
açılması.
5) İhracatla ilgili sınırlamaların ve lisans
işlemlerinin kaldırılması, ihracatı destekleme
fonlarının kurulması, ihracat teşvik belgesi uygulamasıyla
vergi kolaylıklarının getirilmesi ve vergi iadesi
adı altında ihracatın özendirilmesi, buna karşılık
eski korumacı sistemde konulmuş bulunan ithalat
sınırlamalarının çoğunun kaldırılması.
6) Devletin ekonomi yönetiminin organizasyonunun
değiştirilerek klasik bakanlık yetkilerini aşan
özerk kurumların yaratılması, böylece işverenlerin
daha fazla etkin olabilecekleri teknokrat birimlerin
oluşturulması.
7) Faiz oranlarının serbestleştirilmesi,
böylece para piyasasındaki tekeldışı tefecilerin
ayıklanacağı bir düzenin temellerinin atılması.
Belirtmeye bile gerek yok ki, kararlar uluslararası
finans kurumlarının tam desteğine sahiptir ve
kararların ardından IMF ile üç yıllık bir anlaşma
imzalanması da bunu göstermektedir.
Böylece özetlendiğinde kuru ekonomik cümleler
gibi duran kararların asıl anlamı ise şüphesiz
korkunç bir yoksulluğun kapılarının açılması ve
tabii bunun için de yoksullaşanların susturulmasıdır.
Bu konudaki en özlü ifade Türkiye İşveren Sendikaları
(TİSK)’nın 1980 raporunda vardır: “Anayasanın
ekonomik ve sosyal haklar bölümü ülkenin ekonomik
ve sosyal yapısından daha ilerde bir düzenleme
getirmiştir. (...) Özlemleri artıran bu düzenleme,
ekonomik imkânlarla sınırlı olduğu için yerine
getirilememiş, bunun sonucu olarak da belli siyasi
toplulukların bu hususları istismar etmesine ve
tahrik vesilesi olarak kullanmasına sebep olmuştur.”
12 Mart örneğinden de bildiğimiz gibi, toplumun
“özlemleri” ile “ekonomik sınırlar” çatıştığında
ne yapılacağı bellidir! Ecevit’in daha ilk günden
“Latin Amerika modeli” tanımlamasını yapması ve
bu kararların “bir dikta olmadan” uygulanamayacağını
belirtmesi bu anlamda boşuna değildir. Kararların
görünürdeki sahibi Demirel de durumun farkındadır
ve bu kararların “partisinin siyasi misyonuna
büyük zarar vereceğini” açıkça söylemektedir.
Çünkü herkes bilmektedir ki, bu istikrar, yeni
sektörler için işgücünün ucuzlatılması, bütün
fiyatların serbest bırakılması, kamu harcamalarının
böyle keskin bir dönüşle kısılması, vb. vb. hiçbir
biçimde sivil bir yönetimle yapılamayacak şeylerdir.
Esasen bu, programın mimarları tarafından da reddedilmiş
değildir. “12 Eylül’den önce her şeyi demokratik
bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar
almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar
geçmesini gerektiriyordu” diyen Rahmi Koç da,
“24 Ocak Kararları’nın başarıya ulaşmasında en
büyük pay askeri yönetime aittir” diyen İSO Başkanı
İbrahim Bodur da, Özal’ın bizzat kendisi de 12
Eylül cuntasıyla 24 Ocak Kararları’nın bir bütün
olduğunu, tek bir programın parçaları olduğunu
kabul etmektedirler. Bu yüzden de darbenin daha
ilk gününde cunta şeflerinin Özal’ı çağırıp ekonominin
patronu olarak atamaları şaşırtıcı olmamıştır.
b) Yeni Sömürü Modeli ve
“Özal Mucizesi”
12 eylül cuntasıyla başlayan ve Özal ekibiyle
devam eden “restorasyon” dönemini değerlendirirken,
iktisatçıların (özellikle ilk zamanlarda) “mucize”
ve “felaket” kavramları üzerinden çok keskin bir
ayrışmaya uğramaları ve ortalama değerlendirmelerin
neredeyse hiç yapılamaması çok ilginç ama anlaşılabilir
bir durumdur. Çünkü gerçekten, neo-liberalizmin
bu ilk dönemi, sınıf çıkarlarına bağlı olarak
her iki kavramla da ifade edilebilecek özellikler
taşır. Demirel’in müsteşarlığından cuntaya, oradan
da ANAP dönemine uzanan ve Özal’ın adında simgelenen
bu çizgi, bütün süreç boyunca hangi sınıfların
çok kazandığı hangi sınıfların kaybettiği sorusundan
bağımsız olarak düşünüldüğünde bir ölçüde Menderes
benzeri bir çarpılmış dinamiğe denk düşer. Ama
bu kez söz konusu olan 1950’lerdeki gibi çarpık
da olsa gerçek ve somut bir sanayileşme hamlesi
değil, spekülatif bir büyüme, daha doğrusu “şişme”
durumudur. Birincisinin yarattığı kapitalistleşme
süreci toplumsal bir hareketliliğe zemin olurken,
ikincisi tarihin en büyük çürütme operasyonu olarak
gelişmiş, bir kesim için gerçekten “mucizevi”
kapılar açılırken, kitlelerin büyük çoğunluğu
için ise “büyük icraatlar dönemi”nin renkli ışıkları
altında derin bir yoksulluğun çukuru açılmıştır.
Bu bağlamda her ikisinin de bugün aynı cadde üzerindeki
mezarlarda yanyana yatıyor olmaları ve tabii aynı
Vatan caddesi üzerinde Türkiye’nin en büyük işkencehanesinin
yer alması simgeseldir; bu üç unsur, adeta yeni-sömürge
Türkiye’nin tarihi gibidir.
Ayrıca, teslim etmekte yarar var, siyasi tarihin
bu diliminde Özal tarafından çok sık tekrarlanan
“alternatifim yok” lafı da kesinlikle doğrudur.
Gerçekten de, sonraki gelişmelerin kanıtladığı
gibi, yeni-sömürge kapitalizmi çerçevesinde bu
ekonomik/sosyal/kültürel formun alternatifi yoktur;
gerek emperyalist sistemin içsel dinamikleri açısından
gerekse de yeni-sömürge Türkiye’nin geldiği nokta
açısından tarih böyle bir program üzerine sabitlenmiştir.
Ve süreç boyunca “istenmeyen sonuçlar” gibi görünen
hayali ihracat, yolsuzluk, vb. gibi unsurlar da
kesinlikle program sapmaları değil, böyle bir
politikanın yapısal bileşenleridir. O bakımdan
yeni-sömürge sermaye birikiminin bu yeni düzenine
salt ahlaki noktadan yöneltilen (ve içinde “biz
olsaydık..” iddiasını taşıyan) “sosyal demokrat”,
vb. eleştiriler, tümüyle boştur. Programın kendisi
budur çünkü.
Kısaca özetlemeye çalışırsak, yeni-sömürge kapitalizminin
bu yeni sömürü modeli ve işleyiş tarzı şu unsurlardan
oluşmaktadır.
* Her şeyden önce bu, herhangi bir model
değişikliğinin ötesinde Türkiye kapitalizminin
yeniden yapılanması anlamını taşımaktadır. Türkiye
kapitalizmi, süreç boyunca hem işçi sınıfına karşı,
hem de kendi iç işleyişi açısından yeniden yapılanmıştır.
Ve daha sonraları, 90’larda farkedileceği gibi,
sınıfa karşı yapılanışı salt baskı-terör araçlarıyla
gerçekleştirilen bir şey olmamış, kapitalizmin
sektörlerinin yeniden biçimlenişi ve üretimin
yeni örgütlenişi ile sınıfın güçlerinin dağıtılması,
parçalanarak geriletilmesi aynı sürece denk düşmüştür.
* Bu yapılanmanın en belirgin yönelimi,
yeni uluslararası işbölümünde Türkiye kapitalizmine
düşen sektörlerin klasik imalat sanayiinden daha
az sabit sermaye gerektiren ve ucuz işgücüne dayanan
“verimli” alanlara doğru kaymasıdır. Dünya Bankası’nın
da önerileriyle, 24 Ocak’tan başlayarak yapılan
bir dizi düzenlemeyle yatırımlar, tekstil, gıda,
konfeksiyon, müteahhitlik, seramik, orman ürünleri,
deri, turizm, taşımacılık, vb. gibi kanallara
yöneltilmiş, sermaye/emek katsayılarının düşük
olduğu bu alanlar özendirilmiş, demir-çelik gibi
daha çaplı yatırımlar ise durdurulmuş, var olanlar
da kaderine terkedilmiştir. İmalat sanayi yatırımlarının
toplam yatırımlar içindeki oranı 1983-1987 arasında
%25’ten %15.8’e gerilemiştir ve ekonomi açısından
“bindiği dalı kesmek” olarak yorumlanabilecek
bu gerileme ücretlerin düşürüldüğü, sınıfın baskı
altına alındığı bir siyasi konjontürle kapatılmaya
çalışılmıştır. Ayrıca gelecekte “zarar ettikleri”
gerekçesiyle özelleştirilmek istenen büyük devlet
işletmelerine (demiryolları, vb.) yapılan yatırımların
tamamen durdurulması, tek bir çivi bile çakılmaması
da aynı dönemin politikaları arasındadır.
* Döviz fiyatlarının sürekli bir devalüasyona
tabi tutulması yoluyla paranın değerinin düşürülmesi,
hatta Türk Lirasının fiyatının giderek otomatik
devalüasyona bağlanması, fiyatlar üzerindeki kontrol
mekanizmalarının kaldırılması ve KİT ürünleri
fiyatlarının serbestleştirilmesi gibi uygulamalarla
birlikte aynı sürece hizmet etmiş, çalışan sınıfların
gelirlerinin azaltılmasıyla birleşen bu faktörler
klasik imalat sanayi yatırımlarını verimsizleştirmiş,
konut, turizm, taşımacılık gibi sektörleri canlandırmıştır.
Yani bir yandan klasik sektörlere yönelik musluklar
kapatılırken diğer yandan da genel olarak kitlelerin
alım gücü düşürülerek iç talep daraltılmış ve
sermaye kütlesinin gitgide verimsizleşen bu alandan
koparak yeni alanlara doğru kayması teşvik edilmiştir.
Özellikle ücretli kesimlerin ihtiyaç maddelerindeki
devlet desteğinin kaldırılması tamamen bu amaca
yönelik olarak uygulanmıştır.
* Aynı amaçla bankaların faiz oranları
da serbest bırakılarak yükseltilmesiyle orta ve
alt sınıfların tasarruflarının klasik imalat sektörlerine
değil büyük bir spekülasyon havuzuna akması sağlanmış,
böylece iç borçlanma yoluyla büyük miktarlarda
paranın önce devlete, oradan da yeni işbölümünün
hakim tekellerine kaydırılması olanaklı hale gelmiştir.
Bu yoldan gidilerek iç borç stokunun GSMH’ye (Gayrı
Safi Milli Hasıla) oranı 1982’teki 12.6’lık seviyesinden
1983’te %22.8’e yükselmiş, sonraki yıllarda da
bu artış devam etmiştir; iktisatçılar açısından
çok tehlikeli bulunsa da bu gelişme, aslında yeni
sermaye birikim modelinin temel besleyicilerinden
biri olmuştur.
* Buna karşılık özellikle ürettiği malı
hızla dışa satabilen, ayrıca ÇUŞ’ların (Çok Uluslu
Şirketler) Ortadoğu’ya geçiş noktası gibi çalışan
sektörler teşvik edilmiştir. İç pazara dönük olarak
çalışan istenmeyen sektörlerin belini iç talebi
kısan önlemlerle kırmak, ihracata yönelik yap-satçı
firmaların emperyalist sermaye grupları ile birleşmesinin
önünü açmak için dönem boyunca bir dizi önlem
alınmıştır. Yapılan düzenlemelerle (çoğu kez yeni-sömürge
politikasının çürümüşlüğünün de etkisiyle) ihracat
gruplarına vergi iadesinden kredilere, döviz tahsisinden
transfer kolaylıklarına dek her türlü avantaj
sağlanmış, sadece 1981’de ihracatçı firmalara
sağlanan kolaylıklar 200 milyar lirayı aşmış,
hatta bir ara, 1981’de doların karşılığı 115 lira
iken, tekstil, gıda gibi ürünlerin ihracatında
(malın fiyatı dışında) sağlanan kolaylıklar ve
vergi iadeleriyle bir dolarlık ihracatın karşılığı
olarak 200 lira kazanılır olmuştur. Müteahhitlik
sektörünü de ihracat kapsamına alan bir yaklaşımla
bu alan da özendirilmiş, yurtiçindeki projeler
dışında özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika (Libya)’nın
ihalelerine giren firmalan büyük kolaylıklar görmüşlerdir.
Öyle ki bir ara, bu firmalar tamamı Türkiye’den
bir tür “köle” olarak götürülmüş 120 bin işçiyi
düşük ücretlerle ve güvencesiz olarak çalıştırmış
ve milyonlarca dolar kazanmışlardır.
* Sonuçta toplam olarak ihracat 1980’deki
2.9 milyar dolarlık düzeyinden 1982’de 5.7 milyara
yükselmiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı
ise %38’den %65’e çıkmıştır. Böylece 1979-80’de
negatif noktada olan büyüme hızı da 1981-83 döneminde
ortalama %4 gibi bir noktaya ulaşmıştır. Bütün
bu rakamların 1950’lerdeki tabloya göre şişkinlik
rakamları olduğu söylenebilir; ya da ihracatın
ne kadarının gerçek ne kadarının hayali olduğu
sorgulanabilir ama kesin olan şey, toplumsal muhalefetin
susturulduğu koşullarda yapılan bu operasyonun
emperyalizmle yeni bütünleşme konseptine uymakta
başarı sağladığıdır. Daha 12 Eylül bile gelmeden
IMF’nin üç yıllık bir anlaşma yapması ve sürecin
yıllık/altı aylık denetimler düzenine geçilmesi
de emperyalistlerin memnuniyetinin göstergesidir.
Yoksa, ulaşılan bu tablonun, ekonominin daraltılması,
kitlelerin alım gücünün düşürülmesi ve yoğun işsizlik
pahasına gerçekleştiği ve en önemli faktörün de
işçi sınıfının susturularak üretim maliyetlerinin
azaltılması olduğu bilinmeyen şey değildir.
Ayrıca bu tablo, geçmişe göre daha çok mal ihraç
edilen ama birim başına daha az kazanılan bir
tablodur ve aradaki fark da devlet teşvikleri
üzerinden kapatılmaktadır. Yani dönemin bir “avanta”
dönemi olduğu ne kadar kesinse emperyalist sisteme
uyum sağlamak açısından başarılı olduğu da o kadar
kesindir. Öte yandan ihracat furyasının yöneldiği
coğrafyaya da bakıldığında sistemin uluslararası
işbölümüne uygun olduğu görülmektedir; Ortadoğu
ve Kuzey Afrika’ya yönelik ihracatın 1979’daki
toplam içindeki oranı %17 iken 1981’de %42’ye
yükselmesi, Türkiye’nin gelecekte yükleneceği
yeni rol açısından son derece önemli bir veridir.
* Böyle bir politika doğal olarak kayırılan
sektörlerde belli bir merkezileşme yaratmış, ekonominin
klasik aileleri zamanla duruma uyum sağlarken
bu arada yeni durumu kavrayamayanlar tasfiye olmuş,
yeni sürecin hırslı aktörleri hızla yükselmişlerdir.
Zaman zaman Özal’ın kişisel dostluklarına bağlıymış
gibi görünen bu yeni yıldızların parlayışı esasen
sürecin konseptiyle ilgilidir. Vergi kolaylıkları-zorlukları,
kredi genişlikleri-darlıkları, vb. hep bu amaçla
işlemiş, para arzının ve kredilerin kısıtlanması,
devletin sosyal harcamalarının azaltılması, baskı
koşullarında ücretlerin düşürülmesi, ek vergiler,
banka tasarruf faizlerinin çekici hale getirilmesi
vb. yoluyla alım gücü ve iç talep kısıldıkça,
talep yetersizliğiyle karşı karşıya kalan klasik
imalat sanayii firmaları ya çökmüşler ya da çökmemek
için büyüklerle birleşme yolunu tercih etmişlerdir.
Aynı süreçte 1981’den sonra ithalattaki neredeyse
bütün kısıtlamaların kaldırılması, yurt içinde
üretilen malların gücünü azaltmış, böylece iflaslar
ve birleşmeler birbirini izlemiştir. 1980 ile
1981 arasındaki protesto edilen senet sayılarındaki
artış %125’tir ve bu sadece buzdağının üstüdür.
1981’de sadece İstanbul’da 100 milyarlık karşılıksız
senet dolaşmaktadır.
* Bütün bunların beklenen sonucu ise birkaç
yıl içinde yüzlerce şirketin el değiştirmesi,
küçüklerin yutulması, hatta bazı durumlarda “hesabını
bilmeyen” büyüklerin de göçüp gitmesidir. Oligarşinin
en sivri temsilcilerinin bugün ellerinde olan
şirketlerin çoğu bu merkezileşme döneminin sonucudur.
Yeni artı-değer alanları ve verimlilik yaratmanın
değil de mevcut sermaye kütlesinin çapul edilmesinin
sonucu olan bu merkezileşme o denli hızlıdır ki,
TİSK başkanı Refik Baydur bile o günlerde “küçükleri
satın alan banka sahibi holdingler”den yakınmaktadır.
Aynı süreçte sık sık çıkarılan banka genelgeleriyle
sermaye artırımları talep edilmekte, ek yükümlülükler
getirilerek bankalar tekelleşmeye, sürece dayanamayanların
da batması kaçınılmaz olmaktadır.
Özellikle bankaların kontrolü dışındaki “tefeci”
para piyasasının sistem içine dahil edilmesi,
TÜSİAD’ın deyimiyle “organize olmamış piyasa”nın
resmileştirilmesi, tekelleşmeyi hızlandıran bir
başka olgu olmuştur. Bu anlamda “banker faciası”
da sistem için hayırlı bir olay olarak “güvenilir”
finans kurumlarına güç katmıştır. Öte yandan ihracat
alanında verilen krediler ve kolaylıklar da hiç
“adil” dağılmamakta, 83’te çıkarılan bir kararnameyle
“sadece belli bir barajı geçebilenler” bazı ayrıcalıklara
layık görülmektedir.
* Aynı dönemde, daha sonraları başat eğilim
olacak olan özelleştirme ve devletin sosyal kurumlarının
tasfiyesi uygulamaları başlatılmış, 1980-88 arasında
kamu sektörü yatırımları %1.8’i aşmazken otoyollar
ve köprülerden başlanarak kamu mallarının satışı
gündeme gelmiştir. Zamanla eğitim ve sağlık alanlarına
dek uzanacak olan bu özelleştirme politikası,
esas olarak devletin sosyal harcamalarının azaltılması
ve kamuyla ilgili bütün hizmet alanlarının metalaştırılması
amacını gütmüştür, ki bu aynı dönemde emperyalist
dünyada da hakim olan Reagan-Thatcher konseptine
uygundur. 1979-80’de %4 olan Sağlık Bakanlığı
payının 1982’de %2.7’ye, %11 olan Milli Eğitim
Bakanlığı payının da %9.5’a düşmesi, buna karşılık
Emniyet Genel Müdürlüğü ve Savunma Bakanlığı paylarının
artışı, dönemin tam panaromasını vermektedir.
* Yabancı sermayeye yönelik yeni teşvik
yasaları ve kolaylıklar da bu dönemde uygulamaya
konulmuş, özellikle vergilerden bağışık “serbest
bölge”lerin kurulmasıyla ve dövizin serbestleştirilmesiyle
emperyalist şirketlerin alanı genişletilmiş, bu
arada yabancı bankalara Türkiye’de faaliyette
bulunma kapıları açılarak döviz piyasası bütün
spekülasyonlara açık hale getirilmiştir. Aynı
dönemde KİT projelerine de yabancı sermayenin
katılımı sağlanmış, Türkiye’nin bütün klasik maden,
santral, baraj, otoyolu, vb. yatırımları artık
yabancı şirketler ve uluslararası banka kredileriyle
yapılmaya başlanmıştır.
* Geçmişten beri bir tür korsan piyasa
olarak varlığını sürdüren “Tahtakale” piyasasının
varlığının devlet tarafından tanınması ve “serbest
döviz ve hisse senedi alanı” olarak kabulü de
dönemin en önemli uygulamalarındandır. 1986’da
işler hale getiriler İstanbul Menkul Kıymetler
Borsası (IMKB) giderek güçlü bir konum kazanmış,
KİT hisselerinin de bu piyasaya dahil edilmesiyle
yabancı sermayenin de oynayabildiği büyük bir
spekülasyon alanı açılmıştır. Uluslararası mali
sermayenin devlet borçlanmalarının dışında yeni
yatırım-spekülasyon alanlarına yönelebilmesi için
borsa gibi bir araç zaten zorunluydu. Salt bankacılık,
ortaklık, doğrudan yatırımcılık gibi araçlar,
uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu dolaşım
hızını karşılayamayacak kadar hantaldı. Zaten
başta da dediğimiz gibi, daha sonradan sadece
Çiller dönemine atfedilecek olan karapara, yolsuzluk,
uyuşturucu, kumar, vb. gelirleri ve genel olarak
kayıtdışı ekonomi, esasen bu yeni sistemin mantığı
içindedir; bu sektörlerin arada sırada belli darbelerle
hizaya sokulması, onların sistem-dışı olduğu anlamına
gelmemektedir.
* Ve tabii yeni-sömürge düzeninin asla
vazgeçilemeyecek unsurlarından biri olan ordu
mekanizması da bu yeni bütünleşme biçimine uyum
sağlamış, dönem boyunca çok yoğun olarak emperyalist
şirketlerle ortak askeri projeler uygulanmış,
özellikle Kürt savaşının başlamasından sonra hızlanan
askeri yatırımlar ciddi bir sektör haline gelmiştir.
Büyük paralar toplayarak bu projelere aktaran
çeşitli askeri vakıflar, OYAK ve askeri orijinli
firmalar hiçbir gücün denetlemeye cesaret edemediği
bir ortamda militarist sektörü büyük bir hızla
geliştirmişler, sonuçta 1990’lara gelindiğinde
Türkiye’yi nüfusuna oranla en çok askeri harcama
yapan ülkeler sıralamasında ikinci-üçüncü sıralara
kadar taşımışlardır. Ordu kaynaklı sermaye bu
süreçte oligarşinin esaslı bileşeni haline gelmiştir.
* Nihayet bütün bunlar 12 Eylül cuntası
ve sonraki baskı döneminin koşullarında emekçi
sınıfların toplumsal hareketinin bastırılmasıyla
atbaşı gitmiştir. Cunta dönemi boyunca sendikalar
kapatılıp işçi sınıfının bütün sosyal güvenceleri
ve kazanılmış hakları gasbedilirken, devrimci
hareket fiilen ezilmiş, böylece yeni sermaye birikim
düzeninin inşası nisbeten sorunsuz bir ortamda
gerçekleştirilmiştir. Üstelik baskı düzeni salt
cuntanın resmen mevcut olduğu birkaç yılla da
sınırlı kalmamış, dönem boyunca çıkarılan sendika
yasalarıyla sınıf sendikacılığı neredeyse imkânsız
hale getirilmiş, bu yasal sınırlamalar daha sonraları
kapitalizmin yeni iş örgütlenmesi (Esnek İş Örgütlenmesi)
yöntemleriyle birleşerek Türkiye’de sendikacılığın
ölüm çanlarını çalmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin
ekonomideki somut karşılığı ise 1979’da toplam
faktör gelirleri içinde %35 oranında paya sahip
olan emek faktörünün bu payının 1988’de %17’ye
düşmesidir. Bütün bunlar, yalnızca Özal ya da
Evren’in faşist eğilimlerinin sonucu değil, içine
girilmiş olan yeni sürecin mantığının birer parçasıdır.
Yine aynı şekilde tarım fiyatlarının dönem boyunca
alt sınırlara doğru çekilmesi de, sistemin ucuz
hammadde ihtiyacının ve bütün kaynakları bir vantuz
gibi emerek sadece bir kesime, işbirlikçi tekelci
burjuvaziye aktarma amacının ürünüdür.
90’lara Doğru Gelirken...
Buraya kadar özetlediklerimizden genel sonuçlar
çıkarmaya çalışırsak, ilk söylenebilecek olan
şey, Türkiye’nin yeni-sömürge yapısının, emperyalist
sistemin 70’lerde başlayan krizine parelel olarak
içine girdiği ağır tıkanma sürecinden yapısal
bir değişimle çıktığı ve esasen hayatın bütün
alanlarını kapsayan bu değişimin özellikle bağımlı
kapitalizmin sektörel yapısını ve güç dengelerini
farklılaştırdığıdır. Dünya kapitalizminin 70’ler
boyunca devam eden krizine bulduğu “çözüm” yolları,
ekonomisinden politikasına ve kültürüne dek emperyalizme
bağımlı olan Türkiye’de karşılığını üretmiş ve
bir süre devam eden yoğun borçlanma/durumu idare
etme politikasından sonra, uluslararası sistemin
yeni işbölümü ve bağımlılık modeliyle bütünleşilmiştir.
İthal ikameci eski sistemin koruma duvarları arkasında
sağlanan tatlı kârlar döneminin bitmesiyle birlikte
“ihracata dönük sanayileşme (daha doğru bir deyimle
sanayileşmeme)” politikası adı altında ihracata
dönük sektörlerin öne çıktığı, klasik içe dönük
üretimin yerini yap-satçı bir sistemin aldığı
yeni ilişkilere geçilmiştir. Toplumsal muhalefet
güçlerinin baskı altına alınarak işgücünün ucuzlatıldığı
ve tarımın törpülendiği koşullarda yapılan bu
operasyon, büyük ölçüde başarıya ulaşmış, ülkenin
ekonomik-toplumsal-kültürel yapısını büyük ölçüde
değiştiren büyük bir deformasyon özellikle 1980
sonrasını karakterize eden temel unsur olmuştur.
Bu yeni bütünleşme modeli, Türkiye için daha fazla
bağımlılık anlamına gelmiş, biçimlenmekte olan
yeni emperyalist sömürü ilişkileri içinde yerini
alan Türkiye, dünya kapitalist sisteminin zincirine
daha sıkı bağlarla bağlanmıştır. Üstelik bu kez
1950’li 60’lı yıllarda kukla yöneticiler tarafından
belli bir ölçüde gizlenmeye çalışılan emperyalist
işgal, ekomomi ağırlıklı “rasyonel” açıklamalarla
meşrulaştırılmış, uluslararası finans sisteminin
bir parçası olmanın bir zorunluluk, hatta “dünyayla
bütünleşmek” anlamında bir “terfi” olduğu fikri
kitleler arasında yayılmıştır.
Böylece anti-emperyalist duygu genel olarak törpülenirken
emperyalizmin “içsel olgu” olması durumu yerine
oturmuştur. Öte yandan, ekonominin bütün sektörlerinin
doğrudan emperyalist kuruluşlarcak idare edilmesi,
iplerin açıkça bunların elinde oluşu ise anti-emperyalist
tavrın gelişmesi için yeni nesnel imkanları da
beraberinde yaratmıştır. Özellikle işlerin dibe
vurmaya başladığı 90’lı yıllarda bu durum pratik
sonuçlarınıda yaratmaya başlamıştır. Yazımızın
üçüncü bölümünde de ele alacağımız gibi, 90’lı
yıllarda anti-emperyalist duruş salt bir siyasal
bağımsızlık tavrı olmaktan çıkmış, tüm emekçilerin
iktisadi taleplerinde de öne çıkmış, “Kahrolsun
IMF” vb sloganlar rutin hale gelmiştir. Böylece
anti-emperyalist mücadele dinamiği daha bütünlüklü
ve kapitalist sistemi sorgulayan yeni bir içeriğe
kavuşmuştur.
Bu arada Türkiye, yoğun askeri harcamalar ve modernizasyon
sonucunda eskisi gibi ABD ordusunun hurdalarıyla
idare eden bir ülke olmaktan çıkmış, bölgenin
tepeden tırnağa silahlı saldırgan güçlerinden
biri olmaya doğru yol almıştır. İsrail ile birlikte
Ortadoğu’da ABD varlığının temsilcisi olan Türkiye,
ekonomik alanda da taşeronlaşmaya doğru ciddi
adımlar atmış, özellikle müteahhitlik ve basit
tüketim malları ihracında Ortadoğu’ya yayılma
eğilimi göstermiştir, ki daha sonraları bu açılım
Orta Asya’yı da kapsayacaktır.
Bütün bunların en belirgin politik sonucu ise,
“karşılıklı bağımlılık” demogojisinin belli bir
zemin bulması ve emperyalist işgalin gerçek boyutlarının
böylece daha da gizlenerek bir “bağımsızlık” yanılsamasının
üretilmesidir. 1990’lara gelinirken dünya emperyalist-kapitalist
sistemi ve onun bir parçası olan yeni-sömürge
Türkiye kapitalizminin neoliberal politikalar
ekseninde restore edilmesi sürecinin köşe taşları
artık oturmaya başlamıştır.
1990 yıllar ise, son derece çarpıcı biçimde emperyalist
sistemde ve Türkiye ölçeğinde ciddi değişikliklere
yol açacak, her şeyin yeniden harmanlandığı bir
on yıl, öğretici derslerle dolu olarak geçecektir.
Yeni bin yılın devrimci sosyalist atılımı, boşlukta
değil, bütün bu tarihsel akış içinde biçimlenecektir.
Geçmişten
Bugüne Yeni Sömürgeci Yapı ve Günümüzde Türkiye'nin
Sınıf İlişkileri-III
|