Türkiye, 2002 sonbaharını önce bir seçim karmaşasıyla, sonra da yeni bir iktidarla karşıladı.
Aslında her şey Temmuz ayının ilk günlerinde iyi başlamıştı ve ilk bakışta olup bitenler çok akıllıca, çok ustalıkla planlanmış gibi görünüyordu. Oligarşinin artık politik ve fiziki ömrünü doldurduğu varsayılan eski hizmetkârı Ecevit, çarpıcı bir komployla yalnızlık çukuruna itilecek, yaygın bir istifalar furyasının arkasından oluşturulacak yeni bir politik kadroyla da düzen cephesinin her köşesinden çatlamış olan duvarları restore edilecekti. Medyanın pompalamasıyla burjuva siyasetin durgun arenasına yeni bir şevk getirecek olan müthiş “troyka”, Derviş, Özkan, Cem, biraz soluk alıp yeni katılımlarla seçimlere girdiğinde de, az çok istikrarlı bir yeni kadrolaşmanın yolu açılmış olacaktı. O günlerde kimselerin ağzından birlik lafı düşmüyor, kimi “solun birliği”nden kimi de “herkesi birleştiren yeni bir Özalist hareket”ten dem vuruyordu.
Sonra birtakım kuşkulu “yol kazaları” geldi, “troyka”nın parçalanışına, tekellerin ibrelerinin koşuya daha önce başlamış olan ve düzene olan sadakat yeminlerini binlerce kez yinelemeye devam eden Baykal’a doğru kaymasına tanık olduk. Ve tam bu sıralarda, adı gibi bağlı olduğu “devlet”inden bağımsız bir çıkış yapması asla mümkün olmayan Bahçeli’nin eliyle seçim startı verildi ve 4 Kasım sabahına dek uzanan yeni bir oyunun perdeleri açıldı.
Şüphesiz, devrimciler olarak bizim burjuva siyaset sahnesindeki ayak oyunlarını bütün ayrıntıları itibarıyla izlemek ve her yeni adıma hemen mantıklı çözümlemeler bulmak gibi bir derdimiz yok; bu alanda kimi zaman rasyonel kalıplarla açıklanamayacak durumlarla da karşılaşabiliriz. Ama bütün bu toz duman içinde en azından şu görülebiliyor: 2002 yazındaki genel kaos ve yıpranmışlık düzeyi oligarşi açısından artık ne olursa olsun yeni bir adım atmayı zorunlu kılmıştır. Bu adım, istenen sonucu vermiştir ya da vermemiştir, bu belki tartışılabilir ama okun yaydan bir kez çıkmış olduğu da kesindir; 4 Kasım sabahında oluşan yenik partiler çöplüğüne bir kez baktığımızda kolayca görebileceğimiz şey, oligarşinin 3 Kasım öncesi politik kadrolarının tamamen tükenmiş olduklarıdır. Elbette “dere geçerken at değiştirmek” işi gereği istikrara ihtiyaç duyan sıradan bir burjuva için mantıklı değildir; ama bu kez söz konusu olan artık “at”ların çatlayacak ölçüde yorgun olması halidir. Kasım ayının bu ilk haftalarında geriye dönüp olaylar zincirine ve seçim sonuçlarına baktığımızda, ilk görülen olgu budur.
Bundan sonrasını bir bütünün parçaları olarak ele aldığımızda olguları tek tek sıralamamız mümkündür.
1- Olaylar zincirinden çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan biri, emperyalizmin ve oligarşinin yer yer çatlaklarla da malul olan cephesinin bütün planlarının her zaman ve tam bir kesinlikle başarıya ulaşamadığı, bazı hallerde işlerin “B Planı” üzerinden yürüdüğüdür. Solda genellikle çok yaygın olan fazlasıyla komplocu yorumlama biçimleri, hakim sınıflar blokunun “her şeye kadir” olduğu görüşünü yayarak pasifikasyon yaratıcı sakıncaları bir yana, hayatın gerçekliğine de uymamaktadır. Yaşadığımız somut örnekte de görüldüğü gibi, bazen oligarşi, belli bir politik manevrayı planlayıp arkasına bütün mali, medyatik, vb. destekleri koyduğu halde, daha sonradan durum değişebilmekte ve düzen güçleri hızla yeni duruma uygun bir esneklik yakalamaya çalışmaktadır. Bu anlamda, Temmuz ayında yapılan operasyonun o an için düzen cephesine akılcı görünmesiyle yeni durumda yapılan “tek başına iktidar ne iyi oldu” açıklamaları arasında ciddi bir çelişki yoktur. Oligarşinin, bugün çöp sepetinde bile yer işgal edemeyecek kadar önemsiz bir konuma düşmüş olan Cem ve ekibi üzerine Temmuz ayında yaptığı hesap, çarşıya uymamış bile olsa, ciddi bir hesaptır. Ama hiçbir zaman varını yoğunu “tek bir ata oynamayan” emperyalizm ve oligarşi, bazı hallerde kendi ayarlarını yeniden yaparak durumu kontrol altına alabilmektedir.
2- Bugün olan şey de budur. Üç yıldır yaşadığı bütün yoksullukların ve krizin sorumlusu olarak mevcut koalisyon güçlerini gören kitleler, oy kullananlar ve kullanmayanların tümü birden, bu partileri adeta tarih sahnesinden silmişlerdir. Düzenin işleyişine karşı duyulan öfke, sandığa gidenlerin oylarıyla, gitmeyenlerin de derin umutsuzluklarıyla kendini açığa vurmuş, sonuçta dün iktidar mevkiinde olanların bugün acınacak bir noktaya düşmeleri gibi bir durum doğurmuştur. Şüphesiz uç yorumlarda yapıldığı gibi sandığa gitmeyenlerin mutlaka devrimci güdülerle hareket ettiklerini varsaymak saçma olacaktır; ama bu büyük kitlenin, umutsuzluk, apolitizm, duyarsızlaşma gibi bir dizi olgunun yanında büyük bir öfkeyi de içinde barındırdığı gerçeği atlanmamalıdır.
3- Bu öfkenin yalnızca eski iktidar partilerine karşı geliştiği, dolayısıyla AKP ile birlikte CHP’nin de aynı öfkeden beslendiği yorumları ise gerçeğe tam uygun düşmemektedir. Esasen kitlelerin tepkisinin hedef tahtasında Derviş’li CHP de vardır; ancak bu konjonktür içinde politik yelpazenin “merkez sol” tarafında bu partiden başka bir gücün olmaması ve AKP konusundaki malum “kemalist” paranoya CHP’yi bugünkü konumuna taşımıştır. Ki geçmiş rakamlara bakıldığında kolayca anlaşılacağı gibi aslında bu konum da bir başarı değil adeta ödünç alınmış bir yer gibidir.
4- Öte yandan AKP’ye akan oyların büyük bölümünün düzene karşı duyulan tepkinin çarpılmış bir ifadesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu partinin, eriyen sağ kanadın oylarını toparlamış olması bu gerçeği değiştirmez; çünkü esasen bu devralınmış oyların da önemli bir bölümü (örneğin Refah’ın geçmiş oy potansiyeli) yine aynı öfke kaynağından, büyük kentlerin varoşlarından, yoksul kesimlerden gelmiştir. Yani sonuçta, yoksulluk ve yolsuzluklardan bunalmış olan geniş halk kitlelerinin önemli bir bölümü, bir yandan faturayı mevcut iktidar partilerine keserken diğer yandan da yaşanan politik karmaşa içinde en “yeni” ve en “dinamik” olarak gördükleri kadroya, AKP’ye yönelmişlerdir. Bu, sosyalist hareketin dünya ve ülkemizdeki gerilemesinin vardığı yerin tesbiti açısından da önemli bir belirlemedir.
5- Aynı şekilde, Cem Uzan’ın girdiği particilik macerasının bu ölçüde ciddi bir sonuç elde etmesi de herhalde yalnızca devrimcilerin değil toplumbilimcilerin de irdelemeleri gereken bir olaydır. “Vaadlerden bıktığı” söylenen sıradan insanlar, zaman zaman çok komik olabilen palavralarına ve temelsiz IMF karşıtlığı edebiyatına rağmen Uzan’a umulandan çok oy vermişlerdir. Ne servetiyle ne görünüşüyle herhangi bir biçimde halkla bir yakınlığı olmayan hırslı bir yeni yetme burjuvanın ezilen kesimlerden bu kadar çok oy toplaması, toplumun vardığı umutsuzluk noktasını gösterdiği kadar çürümenin boyutlarını da ortaya koymuştur.
6- Bu noktada seçim sisteminin bir sonucu olarak oyların %45’inin çöpe gitmesi de düzen açısından bir “sorun” teşkil etmiştir. “İstikrar” adı altında politikayı merkeze çekmek ve alternatif-uç akımları dışta bırakan iki-üç partili dengeler kurmak için düzenlenmiş olan seçim sistemi, bu kez çok da istenen bir sonuç yaratmamıştır. Bu belki bir kriz değildir ama sorundur. Şüphesiz düzen temsilcilerinin bu konudaki rahatsızlıkları, “halkın iradesinin meclise yansımaması” ile ilgili değildir ve bu konudaki söylemler demogojiktir; onların sorunu, bir denklem yaratmak için düzenlenmiş olan sistemin pek hoş olmayan bir başka denklemi yaratmış olmasıdır ve önümüzdeki aylarda bu “milli irade” demogojisinin sık sık gündeme geleceği, kimi zaman AKP’yi “hizaya çekmek” için de kullanılacağı kesin görünmektedir.
7- Böyle bir sistem sonucunda ortaya çıkan AKP iktidarının daha ilk akşamdan tekelci patronların demeçlerinde (biraz sıkıntıyla da olsa) kutsanması normal sayılmalıdır. Her şeyden önce yoksulluk ve sömürü altında ezilen kitlelerin tepkisinin başka kanallar yerine bir düzen partisine akması, oligarşi için her zaman tercih edilir bir durumdur. Dolayısıyla, “gönüllerinde yatana” tam olarak denk düşsün ya da düşmesin düzen temsilcilerinin bu sonuçtan genel olarak hoşnut olması anlaşılır bir durumdur. Bunun da ötesinde, kurulduğundan beri vaktinin yarısını düzenin sahiplerine güvenceler vermekle geçiren AKP’nin “tek başına iktidar” olmasında rahatsız edici olgular olsa da bunlar belirleyici değildir. Yani bu durum, istenen, gönüllerde yatan değildir; dinsel motiflerin de ötesinde, yükselmek ve pastadan pay almak isteyen yeni ve hırslı patronlara bu kadar çok minnet borcu olan bir partinin bütün ipleri elinde toplaması tekelci burjuvazinin hakim aileleri açısından elbette can sıkıcıdır; ama öte yandan onlar durumu kontrol edebileceklerinden de kuşku duymamaktadırlar. Tekelci patronlardan medya baronlarına ve orduya kadar oligarşinin bütün bileşenleri son yıllarda politik kadroları terbiye etmekte olağanüstü bir deneyim kazanmışlardır. “Vura vura merkeze itmek” diye tarif edebileceğimiz bir yöntemle her siyasi iktidarın “aşırı” bulunan uçlarını törpülemek, türlü çeşitli yollarla basınç biçimleri yaratmak artık ciddi bir uzmanlık alanı olmuş, bunun için her tür şantajdan en kaba anlamda tehditlere, tank provalarına, vb. dek her yol Türkiye’de mubah hale gelmiştir. Yani sonuçta, burnunun ucunu göremeyen cumhuriyet sevdalılarının paranoyak tahminleri ne olursa olsun, mevcut düzenle AKP arasındaki ilişki, bütün sorunlara rağmen en azından bir süre ciddi çatışmalara dönüşmeyecektir; daha doğrusu düzen cephesi her türlü aracı kullanarak “hiza çizgisini” ortaya koyacak ve bu çatışmaları yönlendirecektir. Şüphesiz AKP, umutlarını kendisine bağlamış olan orta sınıflara ve pastadan pay isteyen taşra burjuvazisine hiç olmazsa bu dengeleri bozmayacak kadar bir şeyler vermek için elinden geleni yapacaktır; ama bunun makul sayılabilecek bir sınırı vardır ve onun ötesi zaten IMF anlaşmalarıyla ve politik baskılarla çoktan garantiye alınmıştır.
8- AKP ile ezilenler arasındaki ilişkiyi anlamak için ise “tersine takiyye” kavramını kullanmak yardımcı olacaktır. Bilindiği gibi İslam’da “gerçek fikrini açığa vurmamak, zamanını kollamak” olarak tanımlanan “takiyye” kavramı çoğunlukla AKP ve SP için kullanılır ve bu partilerin “gerçekte şeriatçı oldukları halde devlete karşı takiyye yaptıkları” iddia edilir. Oysa gerçek durum aşağı yukarı bunun tam tersidir. 90’lı yılların yerel ve uluslararası umutsuzluk ortamında, dünyadaki korkunç haksızlıkların “insan yapısı bir adalet düzeniyle ortadan kaldırılamadığını” (“bunu deneyenlerin de 70 yıl sonra başarısız olduklarını”) düşünen milyonlarca yoksul insan, bir dizi başka faktörün yanında, bu nedenle de dinci görüşe doğru kaymış, kendi kaderine bizzat sahip çıkma fikrinden “tanrının adaletine (Şeriat) teslimiyet” noktasına gerilemiştir. Oysa ezilen, yoksul insanların, umutsuzluk, boşluk, zenginlerin yaşantısına öfke gibi bir dizi duygunun karışımıyla vardığı bu nisbeten safça “tanrı adaleti” fikri ile örneğin AKP yöneticilerinin dinciliği arasında bir aynıyet yoktur. Gerçekte, İslam sosyetesine mensup bu kadronun, Suudi tarzı bazı özentiler bir yana bırakılırsa, yukarıda belirttiğimiz anlamda bir “yoksul şeriatçılığı” ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu anlamda AKP, iddia edildiği gibi devlete ve düzene karşı “takiyye” yapmamakta, tam aksine, oylarını aldığı milyonlarca yoksul insanın “dini adalet” duygularına, betlentilerine karşı bir “tersine takiyye” yapmaktadır.
9- Bu noktada en belirleyici olan sorun, arkasındaki bu kadar fazla sayıdaki tepki oyunun ve “adalet isteği”nden kaynaklanan beklentinin ne zaman tersine bir tepkiye dönüşeceği, yani AKP’nin emperyalizm ve oligarşiye hizmetinden ne kadar kırıntının artırılabileceğidir. Deneyimlerle sabit olduğu üzere, Türkiye’nin sürekli kriz ortamı pastayı gitgide küçültmekte ve her tıkanıklığın yükünün alt sınıflara yıkılması kuralı gereğince, bir politik iktidarın popülist anlamda dahi kitlelere “bir şeyler vermesi” gitgide daha imkânsız hale gelmektedir. Tabii ki AKP, ekonomi kurmaylarının büyük hevesle hazırladığı Özalvari “proje”leri uygulamak isteyecek ve bunlardan dengeleri çok fazla bozmayan, hatta orta-alt sınıfları rahatlatan bazılarına (toplu konutlar, vergi affı gibi), sistem de ciddi bir itirazda bulunmayacaktır. Ama Marks’ın dediği gibi “bir sınıftan almadan ötekine bir şey vermek” mümkün değilse eğer, AKP’nin kimden neyi alıp kime vereceği meçhuldür. Alt sınıfları da biraz memnun edebilecek bir esnekliği ve mecali olmayan sistem, böylece tıkandığında ve yeni IMF projeleriyle bu tıkanma iyice arttığında, geriye kalan şey, “talepleri karşılanamayanların öfkesi” ve tabii ki bu öfkeyi karşılayacak olan polis copudur. Şimdilerde herkesi “kardeşi” ilan etmekle meşgul olan T. Erdoğan’ın gerçek yüzünün açığa çıkması, bu bakımdan uzun sürmeyecektir.
10- Sonuçta, oligarşi bakımından şildilik bir aşama geçilmiş gibi görünse de temsil sorununa kalıcı (ya da istenilen türden) bir çözüm bulunmuş değildir. Önümüzdeki süreç bu bakımdan gerginlikler ve ileri-geri adımlarla karakterize olacaktır, Öte yandan, bütün sektörleri ve soluk borularıyla emperyalist sisteme bağlanmış olan Türkiye ekonomisi, uluslararası sermayenin dengelerine bağlı olarak sürdürdüğü sürekli kriz halini aşabilecek imkânlara da sahip değildir. Anlık borsa iyimserlikleri ne olursa olsun, yapısal kriz sürmektedir ve sürecektir. Bu ise daha çok yoksullaşma ve “balayı” dönemlerinin hızla bitmesi anlamına gelecektir. Türkiye ekonomisinin herhangi bir hükümete üçbeş aydan daha fazla bir süre itibar sağlayabilecek kapasitesi yoktur ve bu süre de gitgide daha fazla kısalmaktadır. Öte yanda ise son seçim sonuçlarının açıkça kanıtladığı gibi “AB Süreci” gibi şeylerden çok kendi yakıcı sorunu olan yoksulluk ve açlıkla ilgilenen, tutumunu o noktadan belirleyen ezilenler vardır. Önümüzdeki dönem, bu iki olgu arasındaki çelişkinin ritmiyle belirlenecek, sürece devrimcilerin müdahale edebilmesi halinde ise hızlı toplumsal yükselişler yaşanabilecektir. Bu müdahalenin ne kadar geciktiği ise son seçim sonuçlarına bakılarak anlaşılabilir.
11- Seçimlere DEHAP olarak büyük iddialarla giren HADEP açısından ise aslında “başarısızlık” yorumu abartılmaktadır. Sonuçta DEHAP, Kürt halkı içindeki en ciddi siyasi güç olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. DEHAP, baraj sorunundan bağımsız olarak eğer Kürt nüfusundan istediği ve umduğu oyları alamamışsa başarısızdır. Şüphesiz böyle bir parti, temsilcisi olduğunu iddia ettiği halkın ezici bir çoğunluğunun açık desteğini hedefler ve hedeflemelidir ve bu oranlardan düşüş gözlenen, bu oranlara ulaşılamayan, kitlelerin AKP gibi partilere kaptırıldığı her yerde sorun var demektir; ki bu da baraj sorununa doğrudan bağlı değildir. Ancak DEHAP açısından sorun gibi görünen ya da olayı sorun haline getiren şey, bu partinin kendisine Batasuna ya da Sinn Fein gibi bir misyon biçmekle yetinmeyip çıtayı sürekli olarak “Türkiye Partisi” olma noktasına koyması ve böylece gerçeği zorlamasıdır. Yoksa, HEP-DEP süreciyle başlayan formülasyon, işin başındanberi doğrudur; bir politik hareket, gelişmesinin belli bir noktasına geldiğinde kendi bünyesinden bir legal siyasi oluşum yaratmış ve bir temsiliyet alanı oluşturmuştur. Esasen şimdiye dek bu temsiliyet bakımından da bir sorun yaşanmamıştır. Ancak oluşum mantığı bakımından bilinen anlamda siyasi iktidar hedefleyen bir parti değil bir legal temsilci pozisyonunda olan bu parti, belli bir noktadan sonra bu iddianın üstüne çıkmayı önüne hedef olarak koymuştur. Özellikle İmralı sürecinden sonra ulusal mücadelenin asıl dinamikleri geriye çekilip “Demokratik Cumhuriyet” çerçevesinde legal politik alan merkezi bir konuma getirilince, doğal olarak bu alana ilişkin beklenti de yükselmiştir. Sorun ya da “başarısızlık” saptaması da zaten buradan doğmaktadır; yoksa DEHAP, tam istenilen düzeyde olmasa da kendi hedef kitlesinin temsilciliği bakımından bu seçimlerde büyük bir soruna sahip değildir.
12- Seçimlere (şu ya da bu biçimde) katılma taktiğini uygulayan sol kesim açısından ise durum daha karışıktır. Şimdi, seçimler bittikten sonra, biraz daha rahat konuşulabilir: Seçimlere katılmak ya da katılmamak nihayetinde politik tercihler meselesidir ve şüphesiz herkez bu konuda farklı eğilimlere sahip olabilir. Solun durumundaki asıl karışıklık, şu ya da bu taktiğin gerekliliği-gereksizliğinden çok, karşılıklı kullanma savaşının dengesizliğindedir. Daha anlaşılabilir bir dille şöyle söylenebilir: Legal sol, (en azından parlamenter yoldan iktidar olma iddiasını öne sürmeyenler) bugünkü seçim sisteminin olanaklarını (“kürsülerini”) kullanarak kitlelere propaganda yapmayı ve böylece kendisine bir meşruiyet alanı yaratmayı hedefliyor. Oysa düzen de seçimlere herkesin “özgürce” katılabildiği bir ortamı kendi açısından bir meşruiyet sayıyor.
Yani, “komünistler” dahil bütün uçların katıldığı ama “milletin teveccühüne mazhar olamadığı” demokratik bir seçim yapılmış oluyor. Dahası, böylece ortaya çıkan rakamsal manzarada, solun almış olduğu çok az miktarlardaki oylar da düzene bir başka açıdan meşruiyet sağlamış oluyor: “Seçime giriyorlar ama oy alamıyorlar!” Solun güçsüzlüğü rakamlarla böylece zabıt altına alınınca, güce tapma eğilimiyle çürütülmüş yığınların “az ve zayıf olandan uzak durma” refleksi güçlendirilmiş oluyor. Yani sonuçta, “seçim taktiği”, son derece riskli bir sorun olarak önümüze çıkıyor ve bu anlamda, seçimler yoluyla meşruiyet sağlama adı altında girilen yol, bu koşullarda tartışmalı olmaya devam ediyor.
Sonuçta, bütün tartışmaları ve sonuçlarıyla birlikte bir seçim dönemi geride kaldı. Seçimlerin Avrupa’da yapılacağını zanneden Yılmaz, Irak seferinin muhayyel başkomutanı Çiller, yardıma çağırdığı ruhani güçlerden umduğunu bulamayan Kutan, merkeze çekilerek töresi bozulmuş Bahçeli ve artık yalnızca bir hasta adam olan Ecevit, siyasetin çöplüğünü boyladılar. Yerlerine gelenler ise bütün bu örneklere baktıklarında kendi sonlarını görmekteler.
Sonuçta, siyasi temsil sorunu ve kriz, hâlâ çözülmemiş olarak ortada durmaya devam ediyor. Sosyalistler bu ülkede her zaman felaket habercileri gibi görüldüler; ama gerçekler de hep onları doğruladı. Pompalanan bütün iyimserlik havaları bir süre sonra dağıldığında yine aynı şey olacak.
Ama öte yandan sosyalistlerin hep “söyledikleri doğru çıkan adamlar” olarak kalmaları haline bir son vermenin de vakti geldi geçiyor. Oligarşinin kendi temsil sorunlarını çözüp çözemediğini önümüzdeki günler, aylar gösterecek sorun bu değil. Asıl sorun, devrimcilerin kendi temsil sorunlarını nasıl çözecekleri ve bunun için kitlelerle aralarında duran güvensizlik duvarını nasıl yıkacakları sorunudur. Dünkü yoksulluklarından sorumlu tuttukları adamları çöpe gönderen kitleler yarınki yoksulluklarının sorumlularını kendi elleriyle getirip Ankara’ya oturttular. Oysa asıl sorun onların kendi yoksulluklarına nasıl son verecekleri, bunun için kime güvenecekleri (daha doğru bir deyişle kendilerine güvenip güvenmemeleri) sorunudur. Üstelik, bu kez kapıda aynı yoksulluğu birkaç kez artırabilecek olan emperyalist savaş da vardır.
Bu derin güvensizliğin klasik yollarla kırılamayacağı bu topraklarda yüzlerce kez kanıtlanmıştır. Bugünkü görev ise yenilenmiş bir devrimci güçle sürece, kitlelerin hayatına müdahale etmek, ciddi bir devrimci sarsıntıyla toprağı altüst etmektir.
Bugün bunun tam zamanıdır; çünkü sonbahardayız. Çünkü kışa hazırlık gereklidir.
Verimli bir bahar ve güneşli bir yaz için…