Bilindiği üzere, devrimci sosyalizm, kendi politik
hattında yürürken, hem bu yürüyüşü daha da güçlendirmek,
hem de en geniş kitlelerle politik ilişkiler kurmak,
bunun için ilk ve temel zeminleri yaratmak için,
politik mücadelenin en yüksek biçiminden yoksun,
tek ayaklı da olsa, politik kampanyaları güncelleştirmektedir.
İşsizlik ve Yoksulluğa karşı mücadele kampanyası,
bu açıdan bir başlangıçtı. Bunu “Özelleştirme
ve Yıkımlara karşı mücadele” kampanyası izledi.
Bu politik kampanyanın “özelleştirme” ayağı zayıf
kaldı, yıkımlara karşı mücadele daha öne çıktı.
Öznel eksiklik ve taktik hatalarımızın yanı sıra,
birazda nesnel koşullardan kaynaklı olarak, bu
kampanyada özelleştirme ayağı zayıf kaldı. Bunun
üzerinden, bu kez çok daha kapsamlı; işsizlik,
yoksulluk, özelleştirme, yıkımlar dahil bir çok
olguyu içine alan ve bu arada, işbirlikçilik,
borç, bağımlılık, savaş, işgal vb. bir çok olguyu
kendine eksen yapan bir kampanya, “Emperyalizme
Karşı, Özgür Ülke ve İnsanca Yaşam” kampanyası
güncelleşti. Bu politik kampanya belirlenen hattında
devam ediyor. Daha şimdiden sadece olumlu yanları
değil, zayıf yanları da açığı çıkıyor. Dahası,
kendine ve temsil ettiği sınıfa karşı, dürüst
ve samimi olmayı kendine ilke edinmiş, bunu tüm
alan ve ilişkilerde içselleştirmeye çalışan Devrimci
Sosyalizmin içinden geçtiği süreçte, kapsamlı
resmini veriyor. Bu açıdan çok kapsamlı değerlendirmelerin
konusu olacaktır.
Ama bu arada, Devrimci Sosyalizm, ideolojik-politik
birikimi üzerinden, ideolojik alanda, güçlü bir
adımı, kendi tarzı ve katılımcı anlayışı ile somutlamak
istemektedir. Her açıdan yeni bir tarihsel süreci
yaşıyoruz ve bu sürecin, ekonomik, siyasal, sosyal,
kültürel olguları, bugünümüzü ve geleceği belirlemektedir;
o halde, sık sık ifade ettiğimiz gibi, bu yeni
tarihsel sürecin mücadele programı ve manifestosu
gereklidir. Manifesto ve program, doğal olarak
evrensel olduğu kadar, içinden geçtiğimiz sürecin
izlerini de taşıyacaktır. Devrimci Sosyalizm için
olduğu yerde durmak, tarihi ve sınıf mücadelesini
dondurmak değil, bugünden geleceğe bakmak, her
alanda buna hazırlanmak zorunludur. Bu anlamda,
manifesto ve program, elbette tüm tarihsel ve
siyasal birikimimize dayanacak, onun güçlü izlerini
taşıyacak, ama kaba bir tekrar değil, bir siyasal-ideolojik
sıçrama platformu olacaktır. Bu iki temel politik
belge, politik mücadeleye kılavuzluk edecektir.
Bu tip temel politik belgeler, kısa ve öz olur.
Manifesto, içerdiği konular gereği daha kapsamlı
ve geniş politik ve kimi yanlarıyla da teorik
belge olacaktır; program ise, daha kısa ve her
bir cümlesi yada paragrafı, geniş açılım ve propaganda
unsurlarını içerecektir. Ama bu teorik/politik
belgeler, güçlü bir teorik arka plana sahip olmak
zorundadırlar. Bu noktada Devrimci Sosyalizm büyük
bir özgüvene sahiptir.
Devrimci sosyalizm, tarihsel birikimle güçlü teorik
bir zeminde yürüyor ve güncelleşen bu kapsamlı
çalışma ile bu teorik zemini daha ileri taşımak
kararlığındadır.
Her iki temel politik belgenin ana konusunun biri,
emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadele dinamikleridir.
Bu sorunları, manifesto ve program sorunlarına
ilerde, başka boyutlar ve ayrıntılar ile, başka
çalışmalarımızda ele alacağız.
Burada ifade etmek istediğimiz şudur: hem güncel
olan “Emperyalizme Karşı Özgür Ülke ve İnsanca
Yaşam İçin Mücadele” kampanyası, hem de Manifesto
ve program çalışması için, teorik arka plan oldukça
önemli bir yer tutar. Bu çalışmamız, diğer çalışmalarımızın
yanı sıra, buna yönelik ön çabanın bir parçasıdır.
Her bir Devrimci Kurtuluşçu bu çalışmayı biraz
da böyle okumalı...
Bu kısa açıklamadan sonra,asıl soruna gelelim.
1- Devrimimiz Anti-emperyalist Karakterdedir
Her şeyden önce, anti-emperyalizm devrimimizin
en temel unsurlarından biridir. Çünkü, emperyalistlerin
yeryüzünü paylaşması sonucu, emperyalizmle dünya
halkları arasındaki çelişki, bu çelişkinin sömürge,
yarı-sömürge ve 2.paylaşım savaşı sonrası yeni-sömürge
ülkelerde almış olduğu biçim devrimlere asıl karakterini
vermiştir. Emperyalist sömürü ve istismar biçim
değişmiş, ama öz, yani kapitalist karakter yanı
kalmıştır. Bu bağlamda; emperyalizme bağımlılığa,
bu bağımlılık temelinde gelişen çarpık kapitalizme
karşı mücadele tüm bu devrimlerde en başat karakter
olmuştur.
Bir toplum biçiminden bir başka toplum biçimine
geçiş, bir dönem, mevcut üretici güçlerle uyum
içinde olan ve onu geliştiren üretim ilişkilerin,giderek
üretici güçlerin önünde engel olması ve bu çelişkinin
antogonist karakter göstermesine dayanır. Hiç
bir toplum biçimi, kendi öncesi toplum biçimi
içinde, maddi unsurları ortaya çıkmadan, öncesi
toplum biçimini aşıp kendi başat hale gelemez.
Sosyalizm dışında tüm toplum biçimleri, ilkel
komünal toplumu saymazsak, özel mülkiyete dayanır
ve bir toplumdan bir diğer topluma geçiş, önce
üretim ilişkileri olarak ortaya çıkar ve özel
mülkiyetin biçim değişmesi sonuçu,üretim ilişkileri
ile üretim güçleri arasıdaki çelişkinin antogonist
karakter gösterdiği tarihsel süreçte, bazı zaman
uzlaşarak,bazı zaman çatışarak kendi egemenlik
sistemini kurar. Sosyalizm, her türlü özel mülkiyete
değil, üretim araçları üzerinde kapitalist özel
mülkiyete karşıdır ve bu üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmak,
proletaryanın egemenlik aracı olan proletarya
diktatörlüğü koşullarında, önce kamulaştırmak
ve bu temelde toplumsallaştırmak üzerinde inşa
edilir. Devrimler, bu geçiş sürecinin önünün açılması
ve tarihsel gelişimin zorunlu uygunluk yasası
temelinde ilerlemesinde, zorunlu olarak ortaya
çıkan büyük toplumsal eylemlerdir, yeni toplumu
doğum yaptıran ebedir.
Sosyalizm, daha önceki toplumsal mülkiyet ilişkilerinden
farklı olarak, kapitalizm bağrında bir üretim
biçimi, daha doğru ifade ile mülkiyet biçimi olarak
ortaya çıkmaz. Sosyalizm öncesi tüm sınıflı toplumların
ortak karakteri üretim araçları üzerinde özel
mülkiyettir. Bu, özel mülkiyete dayalı toplum
biçimlerini birbirinden ayıran ise, ekonomik evrime
bağlı olarak ortaya çıkan, üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyetin farklı biçimleridir. Sosyalizm
ise bundan temelde farklıdır. Kapitalizm içinde
üretim araçlarının özel mülkiyetiyle hiç bir bağı
olmayan, sadece emeğini kapitalist pazarda bir
meta olarak satan proletarya, üretimin toplumsal
niteliği simgeler ve kapitalizm bunu yaratmıştır.
Sosyalizm, buna dayanarak, bu sınıfın egemen sınıf
haline gelmesi sonucu, yukarıdan aşağı inşa edilir.
Yani değer devrimler, eski toplumun bağrında üretim
ilişkisi olarak doğan ve egemen üretim ilişkisinin
temsilcisi sınıfın iktidarı ele geçirmesine dayanırken,
kapitalizmden sosyalizme geçiş de devrim, önce
iktidarı alır,bu iktidar aracılığı ile bir yandan
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye
eder, diğer yanda ise, bununla birlikte, sosyalizmi
inşa eder. Bu anlamda, eski devrimlerde, “dönüşüm”
olurken, proletarya önderliğinde devrimler, mevcut
devleti “dönüştürmez”, “ele geçirmez”, tümden
parçalar, yeni tip bir devlet örgütler ve bu devlet
aracılığı ile sosyalizmi inşa eder.
Devrimler keyfi, öznel isteklere bağlı değildir
ve bir nesnellik üzerinde yaşam bulur. Bu nesnellik,
en temel olarak üretimin sosyal niteliği ile üretim
araçları üzerindeki mülkiyet biçimi arasındaki
antagonist çelişkidir. Devrim, bu temel çelişki
ve bu çelişkiden doğan çelişkilerin çözüm platformudur.
Devrim için bu nesnel koşullar oluşmadan, yeni
toplumun öncü unsurları ortaya çıkmadan, hatta
bu öncü unsurun en başında gelen proletarya ortaya
çıksa bile, belki ciddi toplumsal eylemler yada
devrim olur; ama sosyalizmi inşa etmek mümkün
olmaz. Nitekim, Paris komünü,ilk proleter devrim
olarak ortaya çıkmış ama başka faktörlerin yanı
sıra asıl olarak tam da bu nedenle ayakta kalmayı,
iktidarı korumayı başaramamıştır. Çünkü, bu süreç
kapitalizm için hala gelişme ve sınırlarını tüketmediği
bir tarihsel dönemdir. Kapitalizmin krizinin (ki
bu kriz, serbest rekabetçi dönemde devrevidir
ve henüz genel ve sürekli bir karakter kazanmamıştır)
Avrupa ve Fransa’yı sarstığı koşulda, iktidarı
alan Paris proletaryası, tarihsel kahramanlığına
rağmen, bu iktidarı 72 gün ancak elinde tutmayı
başarmış, çok önemli bir tarihsel ve siyasal deney
bırakmıştır. Ancak, bu tarihsel süreçte uç veren
tekeller, kapitalizme egemen oldukça, kapitalizm,
tekelci kapitalizme dönüşmüştür. Artık kapitalist
üretim ilişkisi üretim güçlerini geliştiren değil,
engelleyendir. Bu temel nesnel gelişme, kapitalizmi,
sadece artı değer değil, bunun üzerinden birde
tekel karının eklenmesi ve bu temelde genel ve
sürekli bunalım sürecine itmiştir. Böylece devrimin
nesnel koşuları, genel olarak ortaya çıkmıştır.
Artık çağ; emperyalizm, proleter devrimler ve
ulusal kurtuluş çağıdır. “Bütün ülkelerin işçileri
ve ezilen halkları birleşin” bu çağın temel şiarıdır.
Nitekim, emperyalist çağda, tüm çelişkilerin kör
düğüm olduğu ve bu çelişkilerin savaşla çözülmek
istendiği süreçte, 1.paylaşım savaşının yıkıntıları
içinde, Avrupa’dan doğuya kayan devrim merkezi,
çarlık Rusya’sında somutlaşmış, Rusya proletaryası
tarihsel ve siyasal öncü rolünü oynayarak, Ekim
Sosyalist devrimini gerçekleştirmiştir. Ekim devrimi,
emperyalizm çağının ilk devrimidir, bu çağın ürünüdür,
tüm devrimlere ve ulusal kurtuluş savaşlarına
yol açmış, onları etkilemiştir.
Ekim sosyalist devrimini izleyen tüm devrimler;
Çin, Vietnam, Kore, Doğu Avrupa devrimleri, Küba,
Nikaragua vb. tüm devrimler, sömürge, yarı-sömürge
ve yeni-sömürge ülke devrimleridir. Bu devrimlerin
tümünde anti-emperyalizm içsel karakterdedir.
Emperyalizmle dünya hakları arasıdaki çelişki,
bu devrimlerde baş çelişki konumundadır ve bu
çelişki devrime yön vermiştir. Emperyalist işgal
ve sömürü biçimi değişse de, ülke içinde emperyalizmin
dayanağı işbirlikçi sınıflar farklı olsa da, bu
farklılık devrimin programı ve biçimine yön verse
de, öz olarak emperyalizme karşı mücadele devrime
asıl karakterini vermiştir.
Ülkemizde anti-emperyalist anti-oligarşik DHD,
tüm sınıfsal,ulusal çelişkilerin çözüm platformudur.
Bu devrim, proletaryanın öncülüğünde, demokratik
ve sosyalist görevleri içeren, kesintisiz sosyalist
devrime dönüşen bir devrimdir. Emperyalizm bu
ülkeden kovulmadan, proletarya diktatörlüğünün
özgün bir biçimi olan Halk iktidarı kurulup, halk
için demokrasi yaşamda somutlanmadan sosyalizm
inşa edilemez.
Anti-emperyalizm, bu açıdan tüm devrim sürecimizde
içkindir. Yani, sadece günlük mücadelede değil,
stratejik bir mücadele alanıdır. Programımızın
ve günlük mücadelemizin en temel unsurudur.
Öncelikle bu temel saptamayı yapmak zorunludur.
2-Anti-emperyalist Mücadele Yeniden Tanımlanmak
Zorundadır
Bir çok kavramda olduğu gibi, anti-emperyalizmin
de yaşadığımız tarihsel süreçte yeniden tanımlamak,
içeriğini yeniden netleştirmek zorunludur. Çünkü,
anti-emperyalizm her süreçte ciddi tartışmaların
konusu olmakla birlikte, bu ana başlık ve bu ana
başlığın bir çok unsuru, bütün sınıfların ilgi
alanı içindedir ve her sınıf bu sorunu kendi rengini
vererek ele almaktadır. Böyle olunca, doğal olarak,
istismar edilmeye ve farklı ölçülerle ele alınmaya
açıktır. Dahası bu kavramın, bir çok diğer kavram
gibi, reel sosyalizmin çözüldüğü, sosyalist hareketin
geriye düştüğü, işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin
ciddi moral değerlerden yoksun ve çok yönlü kuşatma
altında yürüdüğü, ulusal/halk kurtuluş savaşlarının
gerileyip yeni biçimler aldığı bir tarihsel süreçte,
tüm bunların izini taşıyıp yeniden biçimleneceği
açıktır. Tüm bunları, “küreselleşme”, “AB”, “ulus
devlet”, “demokratik emperyalizm”, “UKKTH” vd.
sol ve devrimci güçleri de içine alan tartışma
ve ölçülerle düşünürsek sorunun önemi ve ne kadar
karmaşık olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Artık, sosyalizm dünyada büyük bir maddi güç değildir
ve tek tek, küçük ülkelerle sınırlıdır, savunma
zeminindedir. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı
sosyalist sistem/yada blok yoktur. Reel sosyalizmin
gürültülü çözülüşü sonucu, emperyalizm dünyada
egemenliğini ilan etmiş, bir dönemin “bağımsızlar
hareketi” dağılmış, hatta bu ülkelerin bazılarının
bölgesel güç olmasının önünü kesmek için, Irak
örneğinde olduğu gibi, “şer ekseni”nin parçası
ilan edilip, emperyalizm tarafından işgal edilmiştir.
“Küreselleşme”nin erdemleri bu dönemde keşfedilmiş,
“ilerleme” adına, AB’ni desteklemek doğal karşılanmaya
başlanmış, emperyalist işgal, “statüleri bozma”
adına, “demokratik emperyalizm” söylemleriyle
savunulmuş, emperyalizmin bir süse dönüştürdüğü
“demokrasi” zehirli bir kavram haline gelmiş,
uzun süredir liberalizmin dillendirdiği “karşılıklı
bağımlılık”, her türlü emperyalist bağımlılık
ilişkisini örten bir örtü olmuştur. Emperyalizmin
kışkırttığı, ama buna uygun zeminlerinde iç dinamiklerde
biriktiği, eski “reel sosyalist”, yeni bağımlı
ülkelerde baş gösteren ulusal boğazlaşma, bu sürecin
adeta tuzu biberi olmuş, her şey bu tablo içinde
karmakarışık olmuştur.
Türkiye devriminde anti-emperyalizmin yaklaşık
100 yıllık tarihi var. TKP’nin kuruluşunda bu
devrimci damar güçlüdür. Ekim sosyalist devrimi
ve işgale karşı ulusal kurtuluş, TKP’nin oluşumunda
iki ana faktördür. Kemalizme bakış ve ilişki hep
tartışmalıdır, ama bu, anti-emperyalizmin önemini
ortadan kaldırmaz. İkinci ve sınıfsal yanı oldukça
önemli olan dalga 1965-72 sürecindedir. Coca Cola
boykotundan 6. filoya karşı kitle gösterilerine
kadar anti-emperyalizm, bu süreçte sınıf mücadelesi
ve yükselen devrimci dalgada, en dinamik unsurdur.
Keza bu süreçte yapılan tartışmalarda, devrim
stratejisine yönelik temel belirlemelerde, emperyalizm
ve emperyalizme karşı mücadele ve anti-emperyalizm
ana konudur. O zaman AET (AB’nin önceli emperyalist
kurumlaşma) emperyalistir ve “emeğin Avrupası”
ve AB’den “demokratik devrim” beklentileri gibi
saçmalıklar yoktur. Vietnam devrimi ve anti-emperyalizm
dünya ölçeğinde kitleleri etkilemekte, bugünkü
gibi, emperyalist işgal sol ve devrimcilik adına
savunulamamaktadır. Bunun devamı olarak 1975-80
süreci de benzer niteliktedir. Bu süreçte anti-faşist
mücadele anti-emperyalist mücadeleyi kısmen gölgelese
de yinede devrimin ve pratik devrimci mücadelenin
en önemli unsurlarından biridir. 12 Eylül açık
faşizmi, TDH için yeni bir süreçtir ve bu yenilgi
uzun yıllara yayılmıştır. Bu yenilginin yaraları
sarılmadan daha büyük ve genel bir yenilgi dalgası,
sosyalizmin yaşadığı tarihsel kırılma, TDH’ni
etkisi altına almış, bu alt üst oluş içinde her
şey karmakarışık olmuştur. 1980 başlarında gelişip,
sosyalizmin yaşadığı büyük çöküş üzerinden dünya
ölçeğinde yaygınlık ve derinlik kazanan neo liberalizmin
stratejik saldırısı, sadece ekonomik değil, politik,
kültürel ve ideolojik boyutları olan bütünsel
bir saldırıdır. Bu kapsamlı saldırı işçi ve emekçi
tüm ezilen sınıf ve toplumsal kesimleri kuşatmıştır,
son derece etkilidir ve her şeyi bulanık hale
getirmektedir. Bu kuşatma altında ve bu çarpılan
dinamiklere bağlı olarak, bu süreçte, aslında
güçlü bir anti-emperyalist geleneğe sahip olan
TDH’de, anti-emperyalizm önemli ölçüde aşınmaya
başlamıştır. Yani, dünün kazanımı ve olumlu duruşu,
bu süreçte sarsılmış, anti-emperyalist toplumsal
dinamikler ile TDH’nin arasında ciddi bir mesafe
oluşmuştur. Bu tarihsel süreçte, hem örneğin Orta-Doğuda
anti-emperyalizm önemli ölçüde sosyalist niteliğini
yitirmiş, dinsel bir görünüm kazanmış; hem de
doğrudan emperyalist politikaların birer uzantısı
olan, örneğin özelleştirme, tarımın tasfiyesi,
sosyal güvenlik gibi toplumsal yaşamı yeniden
düzenleyen politikaların/dinamiklerin emperyalizmle
bağlantıları yeterince kurulmadığı için salt ülke
içindeki sınıf çatışmasının yerel bir olgusu olarak
ele alınmışlardır. Böylece eskiden farklı olarak
bu süreçte anti-emperyalizm çok daha karmaşık
hale gelmiştir, sınırları aşınan anti -emperyalist
tutum ve yurtseverlik yeniden tanımlanmakla karşı
karşıya kalmıştır.
Bu çalışmamız diğer çalışmalarımızla birlikte,
sadece kendi bakış açımızı ifade etmekten öte,
bu karmaşık ve çarpıklık içinde bir netleşme ve
yeniden, bugünün koşullarında bu önemli devrim
dinamiğini tanımlamak çabasıdır.
3- Emperyalist-Kapitalist Sistem Eşitsiz ve
Dengesiz Gelişir ve Hiyerarşiktir
Emperyalizm, kapitalizmden ayrı üretim ilişkisi
değil, kapitalist üretim ilişkilerinin en gelişmiş,
son ve tekelci biçimidir. Tekeller, 1860 sonrası
uç vermiş, daha önce ayrı ayrı kanallarda akan
banka ve sanayi sermayesi, bu süreçte kaynaşarak
mali sermaye dönüşmüş; biriken sermaye değerleneceği
yeni sömürü alanları arayışıyla dışa açılmış ve
bu temelde meta ihracının yanı sıra sermaye ihracı
ön plana çıkmış; bu arada emperyalist devletler
tarafından yeryüzü paylaşılmış ve bu paylaşım
tamamlanmıştır. Böylece 19. yüzyılın sonunda kapitalizm,
en yüksek ve son biçimi olarak emperyalizme dönüşmüştür.
20. yüzyılın başında, aynı zamanda emperyalizmin
bir özelliği olan çok uluslu şirketler oldukça
zayıftır, ama giderek gelişmiş, özellikle 2. paylaşım
savaşı sonrası emperyalist-kapitalist sistemde
tepe noktayı işgal etmiştir. Uluslararası tekeller
yada çok uluslu tekeller (ÇUŞ), üretim ve ticareti
dünya ölçeğinde yapmaktadır; dünya üretimin 1/3’ünü,
dünya ticaretinin 2/3’ünü kontrol etmektedir.
Kapitalizmin emperyalist aşamaya evrilmesi esas
olarak 19. yüzyılda kapitalizmin anayurtları olmuş
ülkelerde (İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Rusya,
Japonya ve çeşitli Batı Avrupa ülkeleri) gerçekleşmiştir.
Emperyalist aşamaya geçiş aynı zamanda tüm dünyanın
emperyalist devletler tarafından sömürge ve yarı-sömürgeleştirilerek
paylaşılması anlamına gelmiştir. 2. Paylaşım savaşının
ardından ise sömürge ve yarı-sömürgelerin önemli
bir bölümü sömürgeciliğin daha gelişkin bir düzeyini
ifade yeni-sömürgelere dönüşmüşlerdir.
Emperyalist-kapitalist sistemin bu tablosu daha
ilk anda sistemin kendi içinde aralarında değişik
bağımlılık ve egemenlik ilişkileri bulunan hiyerarşik
bir sistem olduğunu gösterir. Ancak bu bağımlılık
ve egemenlik ilişkileri ve bundan kaynaklanan
hiyerarşi sadece emperyalist ülkeler ile sömürge
ve yeni-sömürgeler arasında değil, emperyalist
ülkeler arasında da vardır.
Bu durumu ortaya çıkaran dinamikler kapitalizmin
eşitsiz ve dengesiz gelişmesi olarak kavramlaştırılmıştır.
Biraz daha açarsak; “Kapitalizm her ülkede, o
ülkenin tarihsel birikimine ve toplumsal koşullarına
bağlı olarak farklı yollar izleyerek ve farklı
düzeylerde, yani eşitsiz gelişir. Eşitsiz gelişme,
kapitalist dünya sisteminde farklı güçlere sahip
ülkelerin hiyerarşik bir düzen içinde yer almaları
sonucunu doğurur. Bu hiyerarşik düzeni uluslararası
işbölümü olarak da tanımlıyoruz. Öte yandan, bu
hiyerarşi durağan ve kesin değildir. Tersine dinamiktir,
eşitsiz gelişmenin, sürekli yenilenme ve değişme
yönündeki etkilerin basıncı altındadır.
Sermaye birikiminde, yeni teknolojilerin üretiminde
ve kullanımında, yeni pazarlar elde etmede, askeri
ve siyasal alanda gücünü büyütmede ilerleme gösteremeyen,
rakiplerini yenemeyen ülkeler kaçınılmaz biçimde
hiyerarşinin alt basamaklarına itilirler. Hiyerarşi
piramidinin alt basamaklarında bulunan emperyalist
güçler ve diğer ülkeler ile üst basamaklarında
bulunanlar arasında sürekli bir rekabet ve çatışma
söz konusudur.
Hiyerarşi piramidinin en tepesinde bulunan ülke
ya da ülkeler sisteminin egemen (hegemon) gücüdür.
Hegemon ülke(ler) en güçlü ekonomiye, askeri,
siyasal güce, kültürel ve sosyal etkinliğe sahip,
sistemin bütünü için genel düzenlemeleri yapabilecek
konumda olan emperyalist ülke(ler)dir.” (SB, sayı
11)
Eşitsiz ve dengesiz gelişim kapitalizmde içseldir
ve kapitalizmin bu gelişme yasası emperyalizm
aşamasında tam olarak açığa çıkmıştır.
Günümüzde emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz
ve dengesiz gelişmesi sonucu oluşmuş hiyerarşinin
tepesinde hegemon ülke olarak ABD emperyalizmi
bulunmaktadır. Bunun altında ABD dışındaki G-8
ülkeleri (Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere,
Rusya, Japonya, Kanada) bulunmakta ve bu ikinci
halkayı daha küçük emperyalist ülkeler (Avusturalya,
Hollanda, İsveç, vb..) çevrelemektedir. Avrupa
Birliği (AB) bu noktada Avrupalı emperyalistlerin
hiyerarşi piramidinin tepesini ele geçirmeye dönük
birliği olmakla birlikte henüz kararlık ve istikrar
kazanmış olmaktan uzaktır. Bunların altında yeni-sömürgeler
bulunmaktadır.
Asya, Afrika ve L. Amerika ülkelerinin hemen hemen
tümü yeni-sömürge konumundadır. Bunlara Doğu Avrupa’daki
çöken reel sosyalist ülkelerde eklenebilir. Emperyalist
ülkelerin sömürgeleri 1980’lere gelinceye değin
önemli ölçüde tasfiye edilmiş, bu ülkelerin önemli
bir bölümü yeni-sömürgeler haline getirilmiştir.
Sömürgeler biçimsel olarak bağımsız ulusal devletler
altında yeniden yapılandırılmış, “bağımsız ulusal
devletler”in çatısı altında emperyalist sömürgecilik
yerli işbirlikçiler eliyle daha gelişkin biçimde
oluşturulmuştur. Görünüşte bağımsız ama siyaseti,
ekonomisi, kültürü, vb. tüm toplumsal ilişkileri
tümüyle emperyalizme bağımlı, bu anlamda gizli
işgal altında olan bir toplumsal ve siyasal yapı
yani yeni-sömürgecilik sistemi oluşturulmuştur.
Sistemin en altında ise hala sömürge konumunda
olan ülkeler bulunmaktadır. Bunlar daha çok yeni-sömürgeleştirilmiş
çok uluslu ülkelerdeki ezilen uluslar-ülkelerdir.
Sömürgeciliğin devrimci tarzda tasfiye edilmediği,
sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçilen çok
uluslu coğrafyalarda emperyalistlerle daha güçlü
bağlara sahip olan, nüfusun çoğunluğunu oluşturan
ulusların işbirlikçi egemen sınıfları yeni devletlerin
kuruluşlarını gerçekleştirmiştir. O coğrafyada
bulunan diğer uluslar ve ülkeleri ise bu kez kurulan
yeni devletin sömürgesi konumuna düşmüşlerdir.
Bunun somut örnekleri Türkiye (Kürt ulusu ve coğrafyası),
İran (Kürt, Azeri, Arap, Beluci vb. sömürge uluslar
ve ülkeler), Irak (Kürt, Türkmen, Asuri vb. ulus
ve ulusal topluluklar), Suriye, Endonezya, Pakistan,
Hindistan, Srilanka vb. pek çok yeni-sömürge ülkede
görülmektedir.
Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde kendi içlerinde
farklı gelişkinlik düzeylerine bağlı olarak sistem
içinde farklı konumlar işgal etmektedirler.
4-ABD Emperyalizmi Emperyalist-Kapitalist
Sistemin Lideridir
Bugün, daha doğrusu, 2.paylaşım savaşından sonra,zaman
zaman sarsılsa da, ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist
sistemin tartışılmaz lideridir.
Kapitalizm İngiltere’de doğdu, Avrupa’da gelişti,
ama tüm yeryüzüne yayıldı. İngiltere, aynı zamanda
ilk ve en güçlü sömürgeci ülkedir ve bu egemenliğini
2. paylaşım savaşına kadar sürdürdü. İngiltere’nin
yanı sıra, Fransa, Almanya emperyalist- kapitalist
sistem içinde oldukça güçlüdür. Zaten,eşitsiz
ve dengesiz gelişmenin sonucu, pazardan daha çok
pay almak için, emperyalistler önce Avrupa’da
kamplaşmışlar,1. ve 2. paylaşım savaşları da bu
bölgede çıkmıştır.
ABD, klasik feodal ilişkileri yaşamadan küçük
ve özgür çiftçiler ve ticaret burjuvazi ekseninde
gelişmiş, 19. Yüzyılın ortalarından itibaren ise
esas olarak kendi iç pazarı ekseninde olağanüstü
bir hızla sanayileşmiş, bu süreç içinde 20. Yüzyıla
gelindiğinde dünyanın en büyük emperyalist-kapitalist
ülkelerinden biri haline gelmiştir. ABD emperyalizmi
daha 20. yy’ın başlarında dünyanın en büyük ekonomisi
haline gelmiş olmasına karşın, siyasal, askeri
ve uluslar arası ilişkiler bağlamında sistemin
hegamon gücü olacak konumda değildi. Bu fırsat
2. Paylaşım savaşı ile birlikte ortaya çıkmıştır.
2. Paylaşım savaşına değin sistemin hegemonik
gücü olan İngiltere’nin savaş sürecinde iyice
güçten düşmesi, ABD emperyalizminin ise bütün
alanlarda diğer emperyalistlere nazaran çok büyük
güç ve deneyim biriktirmesi sonucu sistemin öncülüğünü,
hegemon gücü olma konumunu ele geçirmiştir. Savaşın
diğer emperyalist güçlerin topraklarında gerçekleşmesi
ve bu durumun yarattığı ağır tahribat, ABD’nin
savaşı kendi toprakları dışında yürütmesi, İngiltere’nin
öncülük ettiği klasik sömürgecilik sisteminin
çöküşü, vb. Olgularda ABD hegemonyasının gelişmesinde
belirleyici roller oynamıştır.
2. paylaşım savaşı sonrası, her açıdan yeni bir
dönemdir. Başlayan dönem emperyalizmin yeni bir
bunalım dönemi yani 3. bunalım dönemidir. Bu dönemde,
yani 2. paylaşım savaşı sonrası yeryüzünün 1/3’de
sosyalizm zafer kazanmış, sosyalizm büyük prestij
sahibi olmuştur. ABD emperyalizmi, önce Avrupa’da
kapitalizmin yeniden onarılmasına destek olmuş,
açık işgale karşı tepkileri de düşünerek, sömürge
ve yarı-sömürge ülkelerde yeni-sömürgeciliğin
geliştirilmesine öncülük yapmıştır. Böylece sosyalizme
karşı, ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist
sitemin liderliğini ele geçirmiştir. Ekonomik
alanda IMF, D.Bankası, askeri alanda NATO ve diğer
askeri oluşumlar, siyasal açıdan en güçlü olan
ABD emperyalizmi önderliğinde oluşturulan emperyalist
kurum ve örgütlenmelerdir.
Ama bu süreç aynı zamanda, sosyalizmin yanı sıra
ulusal ve halk kurtuluş savaşlarının da geliştiği,
kapitalizme darbeler vurduğu, işçi ve emekçi sınıfların
bu temelde mücadelelerinin yoğunlaştığı süreçtir.
Diğer devrimler ve mücadelelerin yanı sıra, özellikle
Vietnam devrimi, emperyalizme büyük darbe vurmuştur.
Bu darbenin yanı sıra, eşitsiz gelişiminde etkisi
ile Avrupa ve Japon emperyalizminin giderek güçlenmesi,
1970’lere gelindiğinde ABD emperyalizmin mutlak
üstünlüğünü sarsmıştır. 1944 yılında, yeni uluslararası
ticari sistemin temel ilkelerini belirleyen ve
değişmez para birimi olarak doları benimseyen
Bretton Woods sistemi, bu gelişmelere paralel
yaşanan krizle sarsılmış, dolar devüle edilmiş,
ABD emperyalizmine karşı her alanda tepkiler büyümüştür.
Bu yıllar, kapitalizmin kar oranlarının düştüğü,
(bazı değerlendirmelerde 1945-70 süreci “altın
çağ” olarak tanımlanır) gelişme ve büyümenin geride
kaldığı, uzun süreli bir kriz sürecine girdiği
yıllardır. ABD emperyalizmi öncülüğünde emperyalist-kapitalist
sistem, yeni arayışlar içindedir. Krize çözüm
için neo liberalizm bu süreçte gelişti. ABD emperyalizmi,
yükselen mücadeleyi önlemek ve hegamonyasını sürdürmek
için Şili, Arjantin, Türkiye vb. bir çok yeni-sömürgede
sık sık açık faşizm ve askeri cuntalar örgütledi.
Yine de 1970-85 sürecini, ABD emperyalizmin gücünün,
emperyalist-kapitalist sitem içinde nispeten zayıfladığını
ifade edebiliriz.
“Reel sosyalizmin” çözülmesi, yeni bir tarihsel
sürecin başlangıcıdır. 3. bunalım döneminin en
temel niteliği, dünyanın 1/3’de sosyalizmin egemen
olması ve dünya ölçeğinde bu çelişkinin oldukça
önemli bir yer tutmasıdır. Ama yaşanan tarihsel
kırılma, bu tabloya son vermiş, sosyalizm küçük
ve tek tek ülkelerle sınırlı kalmıştır. Yine,
1945-80 sürecinde ulusal ve halk kurtuluş savaşları
devası boyuttadır, ama yine bu süreçte bu genel
kırılma ulusal ve halk kurtuluş savaşlarını etkilemiş,
bir çok devrim dinamiği, tasfiye girdabında geriye
düşmüştür. Ayrıca, 1945-70 sürecinde, kapitalizm,
Keynesgil politikalar temelinde ithal ikameci
sanayileşme temelinde sömürü modelini geliştirirken,
bu süreçten sonra neo-liberalizm uç vermiş, 1980
sonrası ise sisteme egemen olmuştur. Böylece bir
tarihsel dönem kapanmış, yeni bir tarihsel süreç
başlamıştır. İşte, bu yeni tarihsel süreçte, ABD
emperyalizmi,”reel sosyalizmin” çözülmesinden
de yaralanarak, Orta-Doğu savaşlarında görüldüğü
gibi yeniden sarsılan hegomanyasını yeniden tesis
etme yönünde güçlü hamleler geliştirmeye koyulmuştur.
ABD emperyalizmin öncülüğü asıl olarak siyasal
ve askeri alandadır. Ekonomik alanda ise, bu üstünlük
tartışmalıdır ve bazı sektörlerde ise oldukça
geridir. ABD ekonomisi gerilese ve dış ticaret
açığı sürekli açık verse de, Almanya, Fransa ve
Japonya’nın toplam üretimi kadar üretim yapmaktadır.
2000 yılın değerlendirmesine göre; 100 ÇUŞ’in
59’u, en büyük 10 yatırım bankasının 5’i, iletişimde
en büyük 75 markanı 42’si, en büyük 10 ticaret
okulunun 9’u ABD’ye aittir. ABD emperyalizmi,
İngiltere’nin 2 katı sermaye ihracı yapıyor. 2001
yılında yapılan bir başka araştırmaya göre ise;
dünya ekonomisi ABD, AB ve Japonya eksenlidir
ve 500 firmanın %48’i ABD’ye, %31’i AB’ne, %11
ise Japonyaya aittir. ABD doların dünya ekonomisindeki
rolünü kullanarak, sürekli vermiş olduğu ticaret
açığını dolar basarak kapatmaya çalışıyor. Askeri
harcamalarda, tüm dünyanın yarısını, ABD emperyalizmi
tek başına yapmaktadır ve savaşı uzayda sürdürecek
güce sahip tek ülkedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde
725 askeri üssü var, deniz aşırı operasyonlarda
tek ve kendinden sonra gelen 20 ülkenin toplam
askeri gücüne sahiptir. IMF, D.Bankası, DTÖ ve
NATO’nun patronu ABD emperyalizmidir.
ABD emperyalizmi, tek dünya pazarında ve çok parçalı
olan emperyalist-kapitalist sistemde, “reel sosyalizmin”
çözülmesi ile hızlanan emperyalistler arası çelişkiye
rağmen, hala sistemin en güçlü emperyalist devletidir.
Dünya halklarına karşı ABD emperyalizmi önderliğinde
stratejik bir saldırı vardır ve hiç bir demokratik
karekteri yoktur. Bütün göstergeler kapsamlı neo
liberal saldırı ve açık işgallere kadar uzanan
bu emperyalist saldırganlık, emperyalizmin, taktik
planda güçlü olduğunu açık biçimde göstermektedir.
Ancak stratejik düzeyde, kapitalizmin tüm tarihsel
sınırlarına varmış, nesnel sınırlarına da dayanmıştır.
ABD emperyalizmi tüm çabalarına karşın sistemin
girdiği krizi sistemin aktörlerinin genel bir
rıza göstereceği tarzda çözmekten tümüyle uzaktır.
Krizi çözmek değil, yönetmek çabasındadır ve bu
ise büyük çöküşlerin kapısının açık olduğunu göstermektedir.
5- AB, Emperyalist ve Çatışmalı Birliktir
AB için özel bir parantez açmak lazım.
Avrupa, insanlığın şahit olduğu tüm üretim ilişkilerini
yaşamıştır. Kapitalizm, feodalizmin bünyesinde
doğmuş, giderek güçlenmiş, kimi zaman feodalizmle
uzlaşarak, kimi zaman ise çatışarak feodalizme
karşı egemenliğini kurmuştur. Tabi, bu süreç aynı
zamanda, kapitalizm için her alanda kendi sistemini
kurduğu, bunun için kanlı kavgalı bir süreçtir.
Rönansas, köle sahiplerinin elinde gelişen bilim,
sanat, felsefe vb.nin, 1000 yıllık karanlık dönemden
sonra, bu kez burjuvazinin önderliğinde gelişmesini
ve insanlık için bir kazanımı ifade eder. Kapitalizm,
ilk önce İngiltere’de gelişti, tüm Batı Avrupaya
yayıldı. 1641 İngiliz devrimi, 1789 Fransız devrimi,
aynı zamanda kapitalizmin üretim tarzının egemenliğinin
burjuva iktidarlarla netleşmesidir. Tarihsel olarak
bir ilerlemeyi ve demokratik kazanımları ifade
eder. Bu süreç, aynı zamanda sömürgecilik tarihidir.
İngiltere, Hollanda, Portekiz, İspanya ilk sömürgeci
ülkeler olarak, Asya,Afrika ve L.Amerika’ya yayıldılar,
bu ülkelerin yeraltı ve yer üstü tüm zenginliklerini
yağmaladılar. Bu talan ve yağma üzerinden sanayi
devrimini kapitalizm yaşadı. Tekeller, bu topraklarda,
yani Avrupa’da ilk önce doğdu ve kapitalizm, tekelci
kapitalizme dönüştü. 19.yüz yıl aynı zamanda,
Avrupa da, emperyalist devletlerin, İngiltere,
Fransa, Hollanda, İtalya, daha geç kapitalizmi
yaşayan Almanya, İspanya, Portekiz’in kendi aralarında
sömürgecilik kavgasına şahit oldu. Bu temelde
sömürge savaşları yaşandı. İspanya ve Portekiz,
eşitsiz ve dengesiz gelişim ve giderek daralan
pazarları sonucu,sonra birer yarı-sömürgeye dönüştü.
İngiltere üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu
bu süreçte ilan etti.
Kapitalizm,çıkar çatışmalarını içerir, ama aynı
zamanda bir tekelleşme,ortak çıkarlar etrafında
birleşme eğilimi taşır. Ve Avrupa’da emperyalistler
ilk birleşme eğilimlerini, aynı zamanda en çatışmalı
dönemde dillendirdiler. 1. paylaşım savaşı içinde
bu eğilimler ortaya çıktı. 2. Paylaşım Savaşı
sonrası ise sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşlarına
karşı emperyalizm birleşme eğilimini güçlendirdi.
Marshall yardımı çerçevesinde, ABD emperyalizmin
desteğiyle ilk önce Avrupa ekonomik İşbirliği
Organizasyonu kuruldu ve bu 1949’da kurulan NATO’nun
temeli oldu. Bu oluşum,1951’de önce “Avrupa Kömür
ve Çelik Topluluğu” adını aldı,sonra, 1965’de
“Avrupa Ekonomik Topluluğu” na, 1991’de ise AB’ne
dönüştü. Bir Alman parlamenter bunu “ekonomik
değil politik oluşum” olarak değerlendirdi, gerçektende
bu politik bir oluşumdur.
AB tekellerin birliğidir ve bir emperyalist birliktir.
İngitere, Fransa, Almanya bu birliğin asıl patronudur
ve çatışmalı bir birlik içindedirler. Özellikle
“reel sosyalizmin” çözülmesi sonrası, bu emperyalist
birlik genişleme içindedir, nüfuz alanların çoğaltmıştır.
Polonya, Romanya, Bulgaristan vb. ülkeler, bu
genişleme ve nüfuz alanını büyütme temelinde,
bu emperyalist birliğe katılmış, dahası, özünde
asıl büyük güçlerin birer yeni-sömürgesine dönüşmüştür.
Yani, AB yekpare değil, çok parçalı ve aynı zamanda
emperyalistler arası çelişkileri çok güçlü biçimde
içinde barındıran bir emperyalist birliktir.
Batı Avrupa, ilk burjuva demokratik devrimlerin
yaşandığı ve bunun kazanımları vardır. Ama bu
kazanımlar, tekellerin elinde giderek budanmış,
emperyalist çağda, burjuva demokrasisi sınıf mücadelelerine
ve dengelerine bağlı olarak inişli çıkışlı süreçler
içinde önemli ölçüde sınırlanmıştır. Kimi tarihsel
süreçlerde ve örneklerde ise tümüyle ortadan kaldırılmıştır.
Örneğin faşizm bu noktada ortaya çıkmıştır. Kapitalizm
için bir ara parantez olan “sosyal devlet” burjuva
demokrasisi için bir yanılsama oluştursa da, bu
yanılsama, neo liberalizmin egemenliğinde kapsamlı
saldırılarla ortadan kalkmıştır. 11 Eylül ve sonrası
kapsamlı demokratik hakları budama operasyonlarıyla,
AB anayasası, AB için ordu vb. uygulamalar ve
kurumlaşmalar yoluyla burjuva demokrasisinin kazanımları
oldukça kısmi, sınırlı bir alana sıkıştırılmıştır.
Burjuva parlamentosu, siyasal temsil ve siyasal
partiler alanı önemli ölçüde bir simgesel bir
gösteri alanına alanına dönüştürülmüştür. Yani,
AB, demokrasi ve özgürlüğün değil, siyasal gericilik
ve egemenliğin kurumlaştığı, emperyalist oluşumdur.
İlerici kazanımların büyütüldüğü bir burjuva demokrasisi
değil, siyasal gericilik bu ülkelerde egemendir.
Yukarıda ifade ettiğimiz “özel parantez”de bu
noktadadır. Çünkü sol ve devrimci harekette, ABD
emperyalizmi için, bu emperyalist güce karşı aşağı
yukarı ortak bir yaklaşım olsa da, AB emperyalizmi
söz konusu olunca, bu yaklaşım ortadan kalkıyor.
“Emeğin Avrupası” söylemleri, AB’ye katılım için
“burjuva demokratik devrim” tamamlanması tespitleri,
Kürt sorununun “çözüleceği” saçmalıkları ve beklentileri,
bu noktada ortaya çıkıyor, kafaları karıştırıyor,
AB emperyalist değil, daha “insani” ve “sosyal”
gösteriliyor.
Bu konuya ilerde tekrar döneceğiz.
6- Emperyalizm ve Başlıca Çelişkiler
Emperyalist-kapitalizm gelinen noktada iç ve dış
sömürüye dayanarak oluşan sermaye birikimi üzerinden
tüm dünyayı dönüştürerek, sadece kapitalist ana
yurtları değil, sömürge ve yeni-sömürgeleri de
kapitalistleştirerek dünya ölçeğinde çok yönlü
ve derinlikli bir sisteme dönüşmüştür.
Yani yüz yılı aşkın süredir tekellerin egemenliği
sürmekte ve her şey buna göre biçimlenmektedir.
Vahşi sömürü, açlık, yoksulluk, hastalık, adaletsizlik,
eşitsizlik, ırkçılık, militarizm, faşizm, siyasal
gericilik, savaş, insanın kendine yabancılaşması
ve kültürel bozulma gibi tüm sonuçlar, bu egemenlik
sistemi tarafından üretilmektedir.
Yeryüzüne egemen olan emperyalistler, kar ve sömürü
için, nüfuz alanları için, kendi aralarında rekabet
ve çatışma içindedirler. Kapitalizmin eşitsiz
ve dengesiz gelişim seyri emperyalist aşamada
çok daha belirgindir. Sisteme egemen olan ve dünya
çapında yaratılan artı-değerden aslan payını alanı
hegemon güç diğer rakip emperyalist güçlerin gelişmesini
önlemek, mevcut paylaşım statükosunu korumak ve
kendi lehine derinleştirmek, rakip emperyalist
güçler ise bu statükoyu hızlı yada yavaş bozmak
ve ya daha büyük pay almak ya da hegemon güç olmak
için kıyasıya mücadele içindedirler. Bu mücadelenin
ayrılmaz bir parçası ise pazarların yeniden bölüşülmesi
için emperyalistler arası savaştır. Bu temelde,
insanlık suçu olan 1. ve 2. Paylaşım Savaşlarında
on milyonlarca insan yaşamını kaybetmiştir. bir
bu kadar insanda, bazı değerlendirmelerde “üçüncü
dünya savaşı” olarak tanımlanan, 2. Paylaşım Savaşı
sonrası süreçte emperyalistlerin doğrudan ya da
dolaylı katılımlarıyla her bölgede görülen ve
sayılamayacak kadar çok olan bölgesel savaşlarda
yaşamını kaybetmiştir. 11 Eylül sonrası CIA başkanının
“uzun yılları kapsayacak 4.dünya savaşı” olarak
tanımladığı ve çok sayıda savaşı içereceği varsayılan
bir süreç yaşanıyor. Halklar kışkırtılıyor, silahlanma
yarışı devam ediyor. Emperyalistler arası rekabet,
çelişki ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak değişik
büyüklük ve içerikteki paylaşım savaşları emperyalist-kapitalist
sistemde içseldir. Bu çelişki 2. Paylaşım savaşı
sonrasında oluşan dev dünya sosyalist blokunun
etkisiyle bir emperyalistler arası çatışmaya dönüşmemesine
karşın, paylaşım mücadeleleri değişik düzeylerde
emperyalistlerin bağlı yerel/bölgesel güçlerin
çatışmaları yoluyla sürmüş, ezilen emekçi halklar
ağır bedellerle karşı karşıya bırakılmıştır. Günümüzde
ise bir sosyalist sistem/blok’un yokluğu koşullarında
emperyalistler arası paylaşım mücadeleleri ve
çatışmaları değişik biçimlerde yeniden ivme kazanmaktadır.
Bu bağlamda, emperyalist-kapitalist sistemin başlıca
çelişkilerinden biri emperyalistler arası çelişkilerdir.
Ayrıca, yukarıda ifade edildiği emperyalizm yeryüzünü
paylaşırken, eşitsiz bir sistem oluşturmuş, bir
yanda en gelişmiş emperyalist ülkeler, diğer yanda
ise bağımlı sömürge, yarı-sömürge ve 2.paylaşım
savaşı sonrası ise yeni-sömürge ülkeler ortaya
çıkmıştır. Eşitsiz ve dengesiz gelişim, kapitalizmde
içseldir ve bu yasa, oluşan dünya pazarı etrafında,
emperyalizmle tam olarak açığa çıkmıştır. Bu tablo
sistemin gelişim seyrine damgasına vuran bir diğer
ana çelişki alanı, emperyalizmle sömürge ve yarı-sömürge,
yeni-sömürge ülkeler ve halkları arasındaki çelişkileri
ortaya çıkarmıştır. Emperyalizm çağında büyük
devrimci girişimler önemli ölçüde bu çelişkiye
dönük devrimci mücadeleler ekseninde ortaya çıkmıştır.
Bunun yanı sıra, Ekim devrimi ile ortaya çıkan,
2. Paylaşım Savaşı sonrası yeryüzünün 1/3’de zafer
kazanan sosyalizm, her zaman emperyalizmin hedefi
olmuştur.
Emperyalizm-kapitalist sistem ile emperyalist
ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıflar arasındaki
çelişki ve mücadelelerde sistemin ana çelişki
alanlarından birini oluşturmaktadır. Ekim devriminden
sonra bu çelişki ve bundan kaynaklanan mücadeleler
henüz bir zafer kazanmış olmasa da, sistemin gelişim
seyrini ciddi ölçülerde etkilemiştir.
Emperyalist-kapitalist sistem ile sosyalist sistem/ülkeler
arasındaki çelişkiler ve mücadele sistemin gelişim
seyrinin bir diğer ana çelişki alanı olmuştur.
“Reel sosyalizmin” çözülmesi, sosyalizmi geri
bir mevziye itmiş, savunma zemininde tek tek ve
küçük ülke ile sınırlı kalmıştır. Ama bu tarihsel
kırılma, bu çelişkiyi ortadan kaldırmamıştır.
Bu çelişki günümüzde büyük çatışmalara zemin oluşturmasa
da varlığını sürdürmektedir.
Sosyalizmin, kapitalizme karşı zaferlerine bağlı
olarak bu çelişki ve buna bağlı olarak gelişecek
mücadeleler emperyalizmin gelişim seyrinin belirleyici
öğelerinden biri olacaktır.
Özetle; kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye
çelişkisine ve bu çelişkiden kaynaklanan ana çelişki
alanları; emperyalistler arası çelişki, emperyalist
sistem ile emperyalist ana yurtlardaki işçi ve
emekçi sınıflar arasındaki çelişki, emperyalizmle
sosyalizm arasındaki çelişki ve emperyalizmle
sömürge ve yeni-sömürge bağımlı ülke halkları
arasındaki çelişkiler çağımıza damgasını vurmuştur/vurmaktadır.
Tüm gelişmelere, tarihin akışına bu çelişkiler
yön vermiştir.
Çelişki gelişmenin motor gücüdür; sınıfsal ve
ulusal mücadeleler bu çelişkilere göre biçim almakta,
yeryüzü ve insanların geleceği bu çelişkiler tarafından
belirlenmektedir. Elbet, bu süreç kendiliğinden
değil, sayısız irade ve gücün mücadelesi ve çatışması
ile....
7-Devrim Emperyalist-Kapitalist Zincirin En
Zayıf Halkasında Gerçekleşir
Yukarıda da ifade etiğimiz gibi, kapitalizmin
eşitsiz ve dengesiz gelişin yasası kapitalizmin
temel gelişme yasalarından biridir ve bu yasa,
dünya pazarının oluşumuna paralel,daha da belirginleşmiş,
kapitalist sisteme yön vermiştir. Eşitsiz gelişim,
her alanda ve her ülkede, dahası tüm sistemde
içseldir.
Bundan çıkan sonuç; devrimin, eşitsiz gelişmiş,
farklı tarihsel ve toplumsal özelliklere sahip
olan bütün ya da çoğu kapitalist ülkelerde aynı
anda değil, emperyalist-kapitalist sistemin en
zayıf halkasından parçalanarak zafere ulaşacaktır.
En zayıf halka ne demektir? Belirli bir tarihsel
konjonktürde sınıfsal, ulusal çelişkilerin en
yoğun olduğu yer, nesnel açıdan en zayıf halkadır;
devrim bu ülkelerden en uygun nesnel zeminlere
sahiptir ve devrimci müdahale yoluyla başarılıp
dünya devrimine sürecine bağlanır. Tüm emperyalist
çağın açık gösterdiği ise, bu zayıf halkaların,
mutlaklaştırmamak üzere, sömürge ve yeni-sömürge
ülkeler olduğudur. Emperyalist-kapitalist sistemin
en zayıf halkaları bu ülkelerdir ve devrim, tek
tek bu ülkelerden, emperyalist zincirin parçalanması
ile zafer kazanacaktır.
Kapitalizm bir dünya sistemidir ve kapitalizmin
gelişimi, eşitsiz ama süreklidir. Kapitalist yeniden
üretimin sonucu olarak, kapitalizm olduğu yerde
durmaz, kendi kendine de yok olmaz, krizler içinde
olsa da kendini yeniden üretir. Kapitalizm, ulusal
sınırları parçalar, yayılma eğilimini her alana
taşır. Bunun yanı sıra proletarya da evrensel
sınıftır, gözünü dünya devrimine çevirir. Ama
bu gerçek, proletaryanın ulusal devlet sınırları
içinde mücadele etmesini engellemez, tam tersini
bu halkada mücadele ederek evrenselleşir. Yani
devrim, birden, eş zamanlı bir dünya devrimi ile
değil, tek ülkede başarılır, ama bu devrim, dünya
devriminin bir parçası olmak zorundadır.
Emperyalizm üzerine bu özet değerlendirmeleri
yaptıktan sonra,daha yakına,anti-emperyalizm ve
dinamiklerine, bu dinamiklerin devrimimiz üzerindeki
etkilerine gelebiliriz.
8-Anti-Emperyalist Hareketlere Ya da Devrimlere
Hangi Sınıf Önderlik Ederse Niteliğini O Sınıf
Belirler
Anti-emperyalizm, tarihsel bir temelde, tarihsellikle
sıkı bağlar kurarak ele alınmak zorundadır. Ve,
bu hareketlere hangi sınıfların önderlik ettiği,
bu tarihsellik içinde, asıl sorundur ve hareketin
niteliğini de belirleyen budur.
Bilindiği gibi, eski köleci ve feodal sömürgeciliği
bir yana bırakırsak, kapitalist sömürgecilik,
kapitalizmin tarihinde en önemli unsurlarından
biridir. Kapitalizm, feodalizmin bağrında üretim
ilişkileri olarak çıkıp, ulusal sınırlarını zorladığında,
yeni “kıtaların keşfi” ile yeni alanlara el uzatmış,
talana dayalı bir sömürgecilik başlamıştır. Kapitalizm
içinde, merkantilizm olarak tanımlanan bu dönemde,
ilkel sermaye birikimi, sadece iç sömürü ve köylü
yığınların mülksüzleşmesine değil, aynı zamanda
talana dayalı dış sömürgeciliğe dayanmış, bu iki
kaynaktan beslenerek bu süreci yaşamıştır. İlk
Kapitalist ülkeler, aynı zamanda ilk sömürgeci
ülkelerdir, İngiltere, Portekiz, İspanya, Hollanda,
İtalya, Fransa bunların başında gelir.
Kapitalizmin gelişmesi, hem bu talana dayalı sömürgelik,
hemde içte mülksüzleşmeyle hızlandı, ticari kapitalizm
gelişti. Bunun üzerinde gelişen sanayi devrimi,
kapitalizm için en önemli aşamasıdır. Sanayi devrimi
meta üretimini yoğunlaştırdı ve talana dayalı
sömürgecilik, bu süreçte meta ihracı
9-Günümüzde Anti Emperyalizmin Üç Düzeyi Vardır
Anlaşılacağı üzere, tarihsellikten ve somut koşullardan
kopuk bir anti-emperyalizmden bahsedilemez. Emperyalizm,
tekelci kapitalizmdir ve sosyalizmin arifesidir.
Bu temel tesbit, yaklaşık yüz yıl önce Lenin tarafından,”Emperyalizm”
isimli, bugünde değerinden hiç bir şey azalmamış
olan eserinde yapılmıştır. Bu temel tesbit, kapitalizmin
tarihsel sınırlarına vardığı, devrim için nesnel
koşulları hazır olduğu ve sosyalizmin maddi koşullarının
ortaya çıktığını ifade eder. Dikkat edilirse,
Lenin, bu eseri, bazı değerlendirmelerde “1. küreselleşme
süreci” olarak tanımlanan 1870-1915 döneminin
sonunda yazmıştır. Bu süreç, bir çok yazı ve değerlendirmelerimizde
ele aldığımız üzere, 1929 kapitalizmin büyük krizi
sonrası uç veren, sosyalizminde etkisi ile, özellikle
2. paylaşım savaşı sonrası, kapitalizm için bir
ara parantez olan “sosyal devlet” dönemi sonrası,
yani özellikle “reel sosyalizmin” çözülmesiyle
derinleşerek devam etmektedir. Kapitalizmin tarihsel
ve maddi ve sınırlarına vardığı tükendiği yüz
yıllık bir gerçektir, ama bu temel tesbit, “2.küreselleşme”
olarak tanımlanan 1990 sonrası yeni tarihsel süreçte,
her alanda, kalın çizgilerle, kör gözlere bile
batacak kadar nettir. İşte bu koşullarda, sömürge
ve yeni-sömürge ülkelerde burjuvazi, ne anti-emperyalist
mücadelede, ne de daha geniş olarak kendi burjuva
devrimine öncülük edemez. Kapitalizmin kendi gelişme
sınırlarına varmıştır ve bir burjuva demokratik
devriminden sonra,aşamalı bir devrimle sosyalizme
ulaşılacağı tezleri de geride kalmıştır. Burjuva
demokratik devrimin, tarihsel olarak çözeceği
sorunları, proletarya öncülüğünde demokratik devrimler
çözer; bu devrimler, hem proletaryanın önderliğinde,
hemde emperyalizmle sosyalizm arasında bir ara
aşama olmadığından, kapitalizmi geliştiren, sınıf
mücadelesinin özgür gelişmesinin önünü açan, eski
aşamalı devrim değil, kesintisiz sosyalizme dönüşen
demokraik halk devrimi (DHD) Yani, anti-emperyalist
mücadelede proletarya, kesin sosyalizmi hedefler;
bu DHD’nin temel unsuru olarak devrimde stratejik
bir yer tutar.
Elbette, anti-emperyalizm ile sosyalizm aynı değildir.
Yaşadığımız bu tarihsel süreçte, anti-emperyalizm,
anti- kapitalist mücadele ile sıkı bağlar içindedir
ve sosyalizme bağlanmayan bir anti-emperyalizm,
gerçek, bütünsel ve modern karekterden uzaktır.
Yeni tarihsel süreçte sahte anti-emperyalist akımlarda
vardır. Özellikle “reel sosyalizmin” çözülmesi
ile tamda, en çok sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde
gelişen ulusal boğazlaşmalar ve emperyalizm tarafından
kışkırtılan ve özünde emperyalistler arası “nüfüs
alanı” mücadelesinin bir parçası olan sahte “anti-
emperyalizm” ile proleteryanın önderliğinde emek
eksenli, modern anti-emperyalizm arasında ortak
yan yoktur. Bu tip hareketleri dışta tutarsak,
anti-emperyalizmde, sosyalist hareketler dışında
farklı düzeyler karşımıza çıkmaktadır.
En çok karşımıza çıkan, yine bu süreçte daha yoğun
olarak ortaya çıkan, eski sömürgecilik biçiminin
en vahşi biçimlerine geri dönmeyi ifade eden açık
işgallere karşı, örneğin Afganistan ve Irak’ta
olduğu gibi, demokratik bir programdan yoksun
ve islami karakter taşıyan “anti-emperyalizm”dir.
Bunlar açık işgale karşı din ekseninde bir tavır
alıştır. Bu tip hareketler, başta Kemalizm ve
islami direniş örneklerinde olduğu gibi, elbette
çeşitli özgünlükler taşısa da, kapitalizmden kopamaz
ve doğal olarak emperyalist kapitalist sistemin
bir parçası olmaktan kurtulamaz. Bu nitelikleri
yanı zamanda anti-komünist niteliklerinde de açıkça
görülür. Bu hareketleri, yani günümüzdeki islamcı
direniş hareketlerini daha çok anti-ABD’ci ve
demokratik bir programdan yoksun, anti-komünist
nitelikte açık işgale karşı mücadele olarak değerlendirmek
daha doğru olur.
Bunların dışında bir başka düzey, demokratik karekterde,
kendini “barış hareketi” veya “küreselleşme karşıtı”
olarak tanımlayan hareketlerdir. Barış hareketinin
proğramı oldukca sınırlıdır ve kapitalizmle değil,
onun bir unsuru olan savaşla kendini sınırlar,
“küreselleşme karşıtı” ise kozmopolittir, barışçı
olandan anti-kapitalist olana kadar uzanır.
Demek ki, anti-emperyalizm, günümüzde bir birinden
farklı üç biçim veya düzeyde kendini üretiyor.
Birinci ve en tutarlı düzey, anti-emperyalizmi
anti-kapitalist mücadele ile birliştiren ve bunu
devrime bağlayan devrimci ve komünistlerin öncülüğündeki
anti-emperyalist hareketlerdir. Asya, Afrika,
özellikle de L.Amerika da gelişen, devrimci sosyalizmi
içine alan bu hareketler büyük ve kalıcı hareketlerdir.
İkincisi, İslami karekter gösteren, kapitalizme
değil, emperyalizmin bütünsel politikalarına karşıda
değil, daha çok açık işgal ve anti-ABD’cilikle
kendini sınırlayan direniş hareketleri. Bunlar
politik açıdan emperyalizme sınırlı da olsa darbe
vurmakta, planlarını bozmaktadırlar. Ortadoğu
ve Asya bu hareketlerin en etkin olduğu bölgeler
olarak öne çıkıyor.
Üçüncüsü ise, barış ve “küreselleşme karşıtı”
olarak tanımlanan, emperyalist ülkelerde ortaya
çıkan demokratik hareketlerdir.. Barış hareketi
geçici, dönemsel bir karakter taşıyor ve bileşimi
daha büyük olmasına karşın, iç tutarlılığı ve
politik niteliği oldukça zayıftır. Yaygın olarak
küreselleşme karşıtı hareket olarak tanımlanan
hareket ise özellikle ilk mayalandığı ve en güçlü
dinamiklere sahip olduğu emperyalist ülkelerde
işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin, ezilenlerin
sisteme karşı mücadele arayışlarının özgün bir
dışavurumudur. Hareket politik olarak çok parçalıdır
ve ortak bir programdan yoksundur. Ancak güçlü
bir anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele
dinamiğini bağrında taşımaktadır. Bugünkü yapısal
özelliklerinin gelişen süreç içinde değişmesi
ve daha net çizgiler kazanması kaçınılmazdır.
DHD’nin temel unsuru olarak anti-emperyalizm,
ancak proletarya önderliğinde ve sosyalizmi hedefleyen
bir siyasal hareket olmak zorundadır. Bu modern
anti-emperyalizm, halkları sosyalizme taşır. Devrimci
sosyalizm bu zeminde durur ve mücedele eder.
Bu tezimizi aşağıda başka faktörlerle destekleyeceğiz.
Emperyalizm
ve Anti-emperyalist Mücadele Üzerine Bazı Notlar-II
|