Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

41. Sayı - Mayıs 2006

Bilindiği üzere, devrimci sosyalizm, kendi politik hattında yürürken, hem bu yürüyüşü daha da güçlendirmek, hem de en geniş kitlelerle politik ilişkiler kurmak, bunun için ilk ve temel zeminleri yaratmak için, politik mücadelenin en yüksek biçiminden yoksun, tek ayaklı da olsa, politik kampanyaları güncelleştirmektedir. İşsizlik ve Yoksulluğa karşı mücadele kampanyası, bu açıdan bir başlangıçtı. Bunu “Özelleştirme ve Yıkımlara karşı mücadele” kampanyası izledi. Bu politik kampanyanın “özelleştirme” ayağı zayıf kaldı, yıkımlara karşı mücadele daha öne çıktı. Öznel eksiklik ve taktik hatalarımızın yanı sıra, birazda nesnel koşullardan kaynaklı olarak, bu kampanyada özelleştirme ayağı zayıf kaldı. Bunun üzerinden, bu kez çok daha kapsamlı; işsizlik, yoksulluk, özelleştirme, yıkımlar dahil bir çok olguyu içine alan ve bu arada, işbirlikçilik, borç, bağımlılık, savaş, işgal vb. bir çok olguyu kendine eksen yapan bir kampanya, “Emperyalizme Karşı, Özgür Ülke ve İnsanca Yaşam” kampanyası güncelleşti. Bu politik kampanya belirlenen hattında devam ediyor. Daha şimdiden sadece olumlu yanları değil, zayıf yanları da açığı çıkıyor. Dahası, kendine ve temsil ettiği sınıfa karşı, dürüst ve samimi olmayı kendine ilke edinmiş, bunu tüm alan ve ilişkilerde içselleştirmeye çalışan Devrimci Sosyalizmin içinden geçtiği süreçte, kapsamlı resmini veriyor. Bu açıdan çok kapsamlı değerlendirmelerin konusu olacaktır.
Ama bu arada, Devrimci Sosyalizm, ideolojik-politik birikimi üzerinden, ideolojik alanda, güçlü bir adımı, kendi tarzı ve katılımcı anlayışı ile somutlamak istemektedir. Her açıdan yeni bir tarihsel süreci yaşıyoruz ve bu sürecin, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel olguları, bugünümüzü ve geleceği belirlemektedir; o halde, sık sık ifade ettiğimiz gibi, bu yeni tarihsel sürecin mücadele programı ve manifestosu gereklidir. Manifesto ve program, doğal olarak evrensel olduğu kadar, içinden geçtiğimiz sürecin izlerini de taşıyacaktır. Devrimci Sosyalizm için olduğu yerde durmak, tarihi ve sınıf mücadelesini dondurmak değil, bugünden geleceğe bakmak, her alanda buna hazırlanmak zorunludur. Bu anlamda, manifesto ve program, elbette tüm tarihsel ve siyasal birikimimize dayanacak, onun güçlü izlerini taşıyacak, ama kaba bir tekrar değil, bir siyasal-ideolojik sıçrama platformu olacaktır. Bu iki temel politik belge, politik mücadeleye kılavuzluk edecektir. Bu tip temel politik belgeler, kısa ve öz olur. Manifesto, içerdiği konular gereği daha kapsamlı ve geniş politik ve kimi yanlarıyla da teorik belge olacaktır; program ise, daha kısa ve her bir cümlesi yada paragrafı, geniş açılım ve propaganda unsurlarını içerecektir. Ama bu teorik/politik belgeler, güçlü bir teorik arka plana sahip olmak zorundadırlar. Bu noktada Devrimci Sosyalizm büyük bir özgüvene sahiptir.
Devrimci sosyalizm, tarihsel birikimle güçlü teorik bir zeminde yürüyor ve güncelleşen bu kapsamlı çalışma ile bu teorik zemini daha ileri taşımak kararlığındadır.
Her iki temel politik belgenin ana konusunun biri, emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadele dinamikleridir. Bu sorunları, manifesto ve program sorunlarına ilerde, başka boyutlar ve ayrıntılar ile, başka çalışmalarımızda ele alacağız.
Burada ifade etmek istediğimiz şudur: hem güncel olan “Emperyalizme Karşı Özgür Ülke ve İnsanca Yaşam İçin Mücadele” kampanyası, hem de Manifesto ve program çalışması için, teorik arka plan oldukça önemli bir yer tutar. Bu çalışmamız, diğer çalışmalarımızın yanı sıra, buna yönelik ön çabanın bir parçasıdır. Her bir Devrimci Kurtuluşçu bu çalışmayı biraz da böyle okumalı...
Bu kısa açıklamadan sonra,asıl soruna gelelim.

1- Devrimimiz Anti-emperyalist Karakterdedir
Her şeyden önce, anti-emperyalizm devrimimizin en temel unsurlarından biridir. Çünkü, emperyalistlerin yeryüzünü paylaşması sonucu, emperyalizmle dünya halkları arasındaki çelişki, bu çelişkinin sömürge, yarı-sömürge ve 2.paylaşım savaşı sonrası yeni-sömürge ülkelerde almış olduğu biçim devrimlere asıl karakterini vermiştir. Emperyalist sömürü ve istismar biçim değişmiş, ama öz, yani kapitalist karakter yanı kalmıştır. Bu bağlamda; emperyalizme bağımlılığa, bu bağımlılık temelinde gelişen çarpık kapitalizme karşı mücadele tüm bu devrimlerde en başat karakter olmuştur.
Bir toplum biçiminden bir başka toplum biçimine geçiş, bir dönem, mevcut üretici güçlerle uyum içinde olan ve onu geliştiren üretim ilişkilerin,giderek üretici güçlerin önünde engel olması ve bu çelişkinin antogonist karakter göstermesine dayanır. Hiç bir toplum biçimi, kendi öncesi toplum biçimi içinde, maddi unsurları ortaya çıkmadan, öncesi toplum biçimini aşıp kendi başat hale gelemez. Sosyalizm dışında tüm toplum biçimleri, ilkel komünal toplumu saymazsak, özel mülkiyete dayanır ve bir toplumdan bir diğer topluma geçiş, önce üretim ilişkileri olarak ortaya çıkar ve özel mülkiyetin biçim değişmesi sonuçu,üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasıdaki çelişkinin antogonist karakter gösterdiği tarihsel süreçte, bazı zaman uzlaşarak,bazı zaman çatışarak kendi egemenlik sistemini kurar. Sosyalizm, her türlü özel mülkiyete değil, üretim araçları üzerinde kapitalist özel mülkiyete karşıdır ve bu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmak, proletaryanın egemenlik aracı olan proletarya diktatörlüğü koşullarında, önce kamulaştırmak ve bu temelde toplumsallaştırmak üzerinde inşa edilir. Devrimler, bu geçiş sürecinin önünün açılması ve tarihsel gelişimin zorunlu uygunluk yasası temelinde ilerlemesinde, zorunlu olarak ortaya çıkan büyük toplumsal eylemlerdir, yeni toplumu doğum yaptıran ebedir.
Sosyalizm, daha önceki toplumsal mülkiyet ilişkilerinden farklı olarak, kapitalizm bağrında bir üretim biçimi, daha doğru ifade ile mülkiyet biçimi olarak ortaya çıkmaz. Sosyalizm öncesi tüm sınıflı toplumların ortak karakteri üretim araçları üzerinde özel mülkiyettir. Bu, özel mülkiyete dayalı toplum biçimlerini birbirinden ayıran ise, ekonomik evrime bağlı olarak ortaya çıkan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin farklı biçimleridir. Sosyalizm ise bundan temelde farklıdır. Kapitalizm içinde üretim araçlarının özel mülkiyetiyle hiç bir bağı olmayan, sadece emeğini kapitalist pazarda bir meta olarak satan proletarya, üretimin toplumsal niteliği simgeler ve kapitalizm bunu yaratmıştır. Sosyalizm, buna dayanarak, bu sınıfın egemen sınıf haline gelmesi sonucu, yukarıdan aşağı inşa edilir. Yani değer devrimler, eski toplumun bağrında üretim ilişkisi olarak doğan ve egemen üretim ilişkisinin temsilcisi sınıfın iktidarı ele geçirmesine dayanırken, kapitalizmden sosyalizme geçiş de devrim, önce iktidarı alır,bu iktidar aracılığı ile bir yandan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye eder, diğer yanda ise, bununla birlikte, sosyalizmi inşa eder. Bu anlamda, eski devrimlerde, “dönüşüm” olurken, proletarya önderliğinde devrimler, mevcut devleti “dönüştürmez”, “ele geçirmez”, tümden parçalar, yeni tip bir devlet örgütler ve bu devlet aracılığı ile sosyalizmi inşa eder.
Devrimler keyfi, öznel isteklere bağlı değildir ve bir nesnellik üzerinde yaşam bulur. Bu nesnellik, en temel olarak üretimin sosyal niteliği ile üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi arasındaki antagonist çelişkidir. Devrim, bu temel çelişki ve bu çelişkiden doğan çelişkilerin çözüm platformudur. Devrim için bu nesnel koşullar oluşmadan, yeni toplumun öncü unsurları ortaya çıkmadan, hatta bu öncü unsurun en başında gelen proletarya ortaya çıksa bile, belki ciddi toplumsal eylemler yada devrim olur; ama sosyalizmi inşa etmek mümkün olmaz. Nitekim, Paris komünü,ilk proleter devrim olarak ortaya çıkmış ama başka faktörlerin yanı sıra asıl olarak tam da bu nedenle ayakta kalmayı, iktidarı korumayı başaramamıştır. Çünkü, bu süreç kapitalizm için hala gelişme ve sınırlarını tüketmediği bir tarihsel dönemdir. Kapitalizmin krizinin (ki bu kriz, serbest rekabetçi dönemde devrevidir ve henüz genel ve sürekli bir karakter kazanmamıştır) Avrupa ve Fransa’yı sarstığı koşulda, iktidarı alan Paris proletaryası, tarihsel kahramanlığına rağmen, bu iktidarı 72 gün ancak elinde tutmayı başarmış, çok önemli bir tarihsel ve siyasal deney bırakmıştır. Ancak, bu tarihsel süreçte uç veren tekeller, kapitalizme egemen oldukça, kapitalizm, tekelci kapitalizme dönüşmüştür. Artık kapitalist üretim ilişkisi üretim güçlerini geliştiren değil, engelleyendir. Bu temel nesnel gelişme, kapitalizmi, sadece artı değer değil, bunun üzerinden birde tekel karının eklenmesi ve bu temelde genel ve sürekli bunalım sürecine itmiştir. Böylece devrimin nesnel koşuları, genel olarak ortaya çıkmıştır. Artık çağ; emperyalizm, proleter devrimler ve ulusal kurtuluş çağıdır. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin” bu çağın temel şiarıdır.
Nitekim, emperyalist çağda, tüm çelişkilerin kör düğüm olduğu ve bu çelişkilerin savaşla çözülmek istendiği süreçte, 1.paylaşım savaşının yıkıntıları içinde, Avrupa’dan doğuya kayan devrim merkezi, çarlık Rusya’sında somutlaşmış, Rusya proletaryası tarihsel ve siyasal öncü rolünü oynayarak, Ekim Sosyalist devrimini gerçekleştirmiştir. Ekim devrimi, emperyalizm çağının ilk devrimidir, bu çağın ürünüdür, tüm devrimlere ve ulusal kurtuluş savaşlarına yol açmış, onları etkilemiştir.
Ekim sosyalist devrimini izleyen tüm devrimler; Çin, Vietnam, Kore, Doğu Avrupa devrimleri, Küba, Nikaragua vb. tüm devrimler, sömürge, yarı-sömürge ve yeni-sömürge ülke devrimleridir. Bu devrimlerin tümünde anti-emperyalizm içsel karakterdedir. Emperyalizmle dünya hakları arasıdaki çelişki, bu devrimlerde baş çelişki konumundadır ve bu çelişki devrime yön vermiştir. Emperyalist işgal ve sömürü biçimi değişse de, ülke içinde emperyalizmin dayanağı işbirlikçi sınıflar farklı olsa da, bu farklılık devrimin programı ve biçimine yön verse de, öz olarak emperyalizme karşı mücadele devrime asıl karakterini vermiştir.
Ülkemizde anti-emperyalist anti-oligarşik DHD, tüm sınıfsal,ulusal çelişkilerin çözüm platformudur. Bu devrim, proletaryanın öncülüğünde, demokratik ve sosyalist görevleri içeren, kesintisiz sosyalist devrime dönüşen bir devrimdir. Emperyalizm bu ülkeden kovulmadan, proletarya diktatörlüğünün özgün bir biçimi olan Halk iktidarı kurulup, halk için demokrasi yaşamda somutlanmadan sosyalizm inşa edilemez.
Anti-emperyalizm, bu açıdan tüm devrim sürecimizde içkindir. Yani, sadece günlük mücadelede değil, stratejik bir mücadele alanıdır. Programımızın ve günlük mücadelemizin en temel unsurudur.
Öncelikle bu temel saptamayı yapmak zorunludur.

2-Anti-emperyalist Mücadele Yeniden Tanımlanmak Zorundadır
Bir çok kavramda olduğu gibi, anti-emperyalizmin de yaşadığımız tarihsel süreçte yeniden tanımlamak, içeriğini yeniden netleştirmek zorunludur. Çünkü, anti-emperyalizm her süreçte ciddi tartışmaların konusu olmakla birlikte, bu ana başlık ve bu ana başlığın bir çok unsuru, bütün sınıfların ilgi alanı içindedir ve her sınıf bu sorunu kendi rengini vererek ele almaktadır. Böyle olunca, doğal olarak, istismar edilmeye ve farklı ölçülerle ele alınmaya açıktır. Dahası bu kavramın, bir çok diğer kavram gibi, reel sosyalizmin çözüldüğü, sosyalist hareketin geriye düştüğü, işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin ciddi moral değerlerden yoksun ve çok yönlü kuşatma altında yürüdüğü, ulusal/halk kurtuluş savaşlarının gerileyip yeni biçimler aldığı bir tarihsel süreçte, tüm bunların izini taşıyıp yeniden biçimleneceği açıktır. Tüm bunları, “küreselleşme”, “AB”, “ulus devlet”, “demokratik emperyalizm”, “UKKTH” vd. sol ve devrimci güçleri de içine alan tartışma ve ölçülerle düşünürsek sorunun önemi ve ne kadar karmaşık olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. Artık, sosyalizm dünyada büyük bir maddi güç değildir ve tek tek, küçük ülkelerle sınırlıdır, savunma zeminindedir. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı sosyalist sistem/yada blok yoktur. Reel sosyalizmin gürültülü çözülüşü sonucu, emperyalizm dünyada egemenliğini ilan etmiş, bir dönemin “bağımsızlar hareketi” dağılmış, hatta bu ülkelerin bazılarının bölgesel güç olmasının önünü kesmek için, Irak örneğinde olduğu gibi, “şer ekseni”nin parçası ilan edilip, emperyalizm tarafından işgal edilmiştir. “Küreselleşme”nin erdemleri bu dönemde keşfedilmiş, “ilerleme” adına, AB’ni desteklemek doğal karşılanmaya başlanmış, emperyalist işgal, “statüleri bozma” adına, “demokratik emperyalizm” söylemleriyle savunulmuş, emperyalizmin bir süse dönüştürdüğü “demokrasi” zehirli bir kavram haline gelmiş, uzun süredir liberalizmin dillendirdiği “karşılıklı bağımlılık”, her türlü emperyalist bağımlılık ilişkisini örten bir örtü olmuştur. Emperyalizmin kışkırttığı, ama buna uygun zeminlerinde iç dinamiklerde biriktiği, eski “reel sosyalist”, yeni bağımlı ülkelerde baş gösteren ulusal boğazlaşma, bu sürecin adeta tuzu biberi olmuş, her şey bu tablo içinde karmakarışık olmuştur.
Türkiye devriminde anti-emperyalizmin yaklaşık 100 yıllık tarihi var. TKP’nin kuruluşunda bu devrimci damar güçlüdür. Ekim sosyalist devrimi ve işgale karşı ulusal kurtuluş, TKP’nin oluşumunda iki ana faktördür. Kemalizme bakış ve ilişki hep tartışmalıdır, ama bu, anti-emperyalizmin önemini ortadan kaldırmaz. İkinci ve sınıfsal yanı oldukça önemli olan dalga 1965-72 sürecindedir. Coca Cola boykotundan 6. filoya karşı kitle gösterilerine kadar anti-emperyalizm, bu süreçte sınıf mücadelesi ve yükselen devrimci dalgada, en dinamik unsurdur. Keza bu süreçte yapılan tartışmalarda, devrim stratejisine yönelik temel belirlemelerde, emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadele ve anti-emperyalizm ana konudur. O zaman AET (AB’nin önceli emperyalist kurumlaşma) emperyalistir ve “emeğin Avrupası” ve AB’den “demokratik devrim” beklentileri gibi saçmalıklar yoktur. Vietnam devrimi ve anti-emperyalizm dünya ölçeğinde kitleleri etkilemekte, bugünkü gibi, emperyalist işgal sol ve devrimcilik adına savunulamamaktadır. Bunun devamı olarak 1975-80 süreci de benzer niteliktedir. Bu süreçte anti-faşist mücadele anti-emperyalist mücadeleyi kısmen gölgelese de yinede devrimin ve pratik devrimci mücadelenin en önemli unsurlarından biridir. 12 Eylül açık faşizmi, TDH için yeni bir süreçtir ve bu yenilgi uzun yıllara yayılmıştır. Bu yenilginin yaraları sarılmadan daha büyük ve genel bir yenilgi dalgası, sosyalizmin yaşadığı tarihsel kırılma, TDH’ni etkisi altına almış, bu alt üst oluş içinde her şey karmakarışık olmuştur. 1980 başlarında gelişip, sosyalizmin yaşadığı büyük çöküş üzerinden dünya ölçeğinde yaygınlık ve derinlik kazanan neo liberalizmin stratejik saldırısı, sadece ekonomik değil, politik, kültürel ve ideolojik boyutları olan bütünsel bir saldırıdır. Bu kapsamlı saldırı işçi ve emekçi tüm ezilen sınıf ve toplumsal kesimleri kuşatmıştır, son derece etkilidir ve her şeyi bulanık hale getirmektedir. Bu kuşatma altında ve bu çarpılan dinamiklere bağlı olarak, bu süreçte, aslında güçlü bir anti-emperyalist geleneğe sahip olan TDH’de, anti-emperyalizm önemli ölçüde aşınmaya başlamıştır. Yani, dünün kazanımı ve olumlu duruşu, bu süreçte sarsılmış, anti-emperyalist toplumsal dinamikler ile TDH’nin arasında ciddi bir mesafe oluşmuştur. Bu tarihsel süreçte, hem örneğin Orta-Doğuda anti-emperyalizm önemli ölçüde sosyalist niteliğini yitirmiş, dinsel bir görünüm kazanmış; hem de doğrudan emperyalist politikaların birer uzantısı olan, örneğin özelleştirme, tarımın tasfiyesi, sosyal güvenlik gibi toplumsal yaşamı yeniden düzenleyen politikaların/dinamiklerin emperyalizmle bağlantıları yeterince kurulmadığı için salt ülke içindeki sınıf çatışmasının yerel bir olgusu olarak ele alınmışlardır. Böylece eskiden farklı olarak bu süreçte anti-emperyalizm çok daha karmaşık hale gelmiştir, sınırları aşınan anti -emperyalist tutum ve yurtseverlik yeniden tanımlanmakla karşı karşıya kalmıştır.
Bu çalışmamız diğer çalışmalarımızla birlikte, sadece kendi bakış açımızı ifade etmekten öte, bu karmaşık ve çarpıklık içinde bir netleşme ve yeniden, bugünün koşullarında bu önemli devrim dinamiğini tanımlamak çabasıdır.

3- Emperyalist-Kapitalist Sistem Eşitsiz ve Dengesiz Gelişir ve Hiyerarşiktir
Emperyalizm, kapitalizmden ayrı üretim ilişkisi değil, kapitalist üretim ilişkilerinin en gelişmiş, son ve tekelci biçimidir. Tekeller, 1860 sonrası uç vermiş, daha önce ayrı ayrı kanallarda akan banka ve sanayi sermayesi, bu süreçte kaynaşarak mali sermaye dönüşmüş; biriken sermaye değerleneceği yeni sömürü alanları arayışıyla dışa açılmış ve bu temelde meta ihracının yanı sıra sermaye ihracı ön plana çıkmış; bu arada emperyalist devletler tarafından yeryüzü paylaşılmış ve bu paylaşım tamamlanmıştır. Böylece 19. yüzyılın sonunda kapitalizm, en yüksek ve son biçimi olarak emperyalizme dönüşmüştür.
20. yüzyılın başında, aynı zamanda emperyalizmin bir özelliği olan çok uluslu şirketler oldukça zayıftır, ama giderek gelişmiş, özellikle 2. paylaşım savaşı sonrası emperyalist-kapitalist sistemde tepe noktayı işgal etmiştir. Uluslararası tekeller yada çok uluslu tekeller (ÇUŞ), üretim ve ticareti dünya ölçeğinde yapmaktadır; dünya üretimin 1/3’ünü, dünya ticaretinin 2/3’ünü kontrol etmektedir.
Kapitalizmin emperyalist aşamaya evrilmesi esas olarak 19. yüzyılda kapitalizmin anayurtları olmuş ülkelerde (İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Rusya, Japonya ve çeşitli Batı Avrupa ülkeleri) gerçekleşmiştir.
Emperyalist aşamaya geçiş aynı zamanda tüm dünyanın emperyalist devletler tarafından sömürge ve yarı-sömürgeleştirilerek paylaşılması anlamına gelmiştir. 2. Paylaşım savaşının ardından ise sömürge ve yarı-sömürgelerin önemli bir bölümü sömürgeciliğin daha gelişkin bir düzeyini ifade yeni-sömürgelere dönüşmüşlerdir.
Emperyalist-kapitalist sistemin bu tablosu daha ilk anda sistemin kendi içinde aralarında değişik bağımlılık ve egemenlik ilişkileri bulunan hiyerarşik bir sistem olduğunu gösterir. Ancak bu bağımlılık ve egemenlik ilişkileri ve bundan kaynaklanan hiyerarşi sadece emperyalist ülkeler ile sömürge ve yeni-sömürgeler arasında değil, emperyalist ülkeler arasında da vardır.
Bu durumu ortaya çıkaran dinamikler kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişmesi olarak kavramlaştırılmıştır.
Biraz daha açarsak; “Kapitalizm her ülkede, o ülkenin tarihsel birikimine ve toplumsal koşullarına bağlı olarak farklı yollar izleyerek ve farklı düzeylerde, yani eşitsiz gelişir. Eşitsiz gelişme, kapitalist dünya sisteminde farklı güçlere sahip ülkelerin hiyerarşik bir düzen içinde yer almaları sonucunu doğurur. Bu hiyerarşik düzeni uluslararası işbölümü olarak da tanımlıyoruz. Öte yandan, bu hiyerarşi durağan ve kesin değildir. Tersine dinamiktir, eşitsiz gelişmenin, sürekli yenilenme ve değişme yönündeki etkilerin basıncı altındadır.
Sermaye birikiminde, yeni teknolojilerin üretiminde ve kullanımında, yeni pazarlar elde etmede, askeri ve siyasal alanda gücünü büyütmede ilerleme gösteremeyen, rakiplerini yenemeyen ülkeler kaçınılmaz biçimde hiyerarşinin alt basamaklarına itilirler. Hiyerarşi piramidinin alt basamaklarında bulunan emperyalist güçler ve diğer ülkeler ile üst basamaklarında bulunanlar arasında sürekli bir rekabet ve çatışma söz konusudur.
Hiyerarşi piramidinin en tepesinde bulunan ülke ya da ülkeler sisteminin egemen (hegemon) gücüdür. Hegemon ülke(ler) en güçlü ekonomiye, askeri, siyasal güce, kültürel ve sosyal etkinliğe sahip, sistemin bütünü için genel düzenlemeleri yapabilecek konumda olan emperyalist ülke(ler)dir.” (SB, sayı 11)
Eşitsiz ve dengesiz gelişim kapitalizmde içseldir ve kapitalizmin bu gelişme yasası emperyalizm aşamasında tam olarak açığa çıkmıştır.
Günümüzde emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz ve dengesiz gelişmesi sonucu oluşmuş hiyerarşinin tepesinde hegemon ülke olarak ABD emperyalizmi bulunmaktadır. Bunun altında ABD dışındaki G-8 ülkeleri (Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, Rusya, Japonya, Kanada) bulunmakta ve bu ikinci halkayı daha küçük emperyalist ülkeler (Avusturalya, Hollanda, İsveç, vb..) çevrelemektedir. Avrupa Birliği (AB) bu noktada Avrupalı emperyalistlerin hiyerarşi piramidinin tepesini ele geçirmeye dönük birliği olmakla birlikte henüz kararlık ve istikrar kazanmış olmaktan uzaktır. Bunların altında yeni-sömürgeler bulunmaktadır.
Asya, Afrika ve L. Amerika ülkelerinin hemen hemen tümü yeni-sömürge konumundadır. Bunlara Doğu Avrupa’daki çöken reel sosyalist ülkelerde eklenebilir. Emperyalist ülkelerin sömürgeleri 1980’lere gelinceye değin önemli ölçüde tasfiye edilmiş, bu ülkelerin önemli bir bölümü yeni-sömürgeler haline getirilmiştir. Sömürgeler biçimsel olarak bağımsız ulusal devletler altında yeniden yapılandırılmış, “bağımsız ulusal devletler”in çatısı altında emperyalist sömürgecilik yerli işbirlikçiler eliyle daha gelişkin biçimde oluşturulmuştur. Görünüşte bağımsız ama siyaseti, ekonomisi, kültürü, vb. tüm toplumsal ilişkileri tümüyle emperyalizme bağımlı, bu anlamda gizli işgal altında olan bir toplumsal ve siyasal yapı yani yeni-sömürgecilik sistemi oluşturulmuştur. Sistemin en altında ise hala sömürge konumunda olan ülkeler bulunmaktadır. Bunlar daha çok yeni-sömürgeleştirilmiş çok uluslu ülkelerdeki ezilen uluslar-ülkelerdir. Sömürgeciliğin devrimci tarzda tasfiye edilmediği, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçilen çok uluslu coğrafyalarda emperyalistlerle daha güçlü bağlara sahip olan, nüfusun çoğunluğunu oluşturan ulusların işbirlikçi egemen sınıfları yeni devletlerin kuruluşlarını gerçekleştirmiştir. O coğrafyada bulunan diğer uluslar ve ülkeleri ise bu kez kurulan yeni devletin sömürgesi konumuna düşmüşlerdir. Bunun somut örnekleri Türkiye (Kürt ulusu ve coğrafyası), İran (Kürt, Azeri, Arap, Beluci vb. sömürge uluslar ve ülkeler), Irak (Kürt, Türkmen, Asuri vb. ulus ve ulusal topluluklar), Suriye, Endonezya, Pakistan, Hindistan, Srilanka vb. pek çok yeni-sömürge ülkede görülmektedir.
Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde kendi içlerinde farklı gelişkinlik düzeylerine bağlı olarak sistem içinde farklı konumlar işgal etmektedirler.

4-ABD Emperyalizmi Emperyalist-Kapitalist Sistemin Lideridir
Bugün, daha doğrusu, 2.paylaşım savaşından sonra,zaman zaman sarsılsa da, ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist sistemin tartışılmaz lideridir.
Kapitalizm İngiltere’de doğdu, Avrupa’da gelişti, ama tüm yeryüzüne yayıldı. İngiltere, aynı zamanda ilk ve en güçlü sömürgeci ülkedir ve bu egemenliğini 2. paylaşım savaşına kadar sürdürdü. İngiltere’nin yanı sıra, Fransa, Almanya emperyalist- kapitalist sistem içinde oldukça güçlüdür. Zaten,eşitsiz ve dengesiz gelişmenin sonucu, pazardan daha çok pay almak için, emperyalistler önce Avrupa’da kamplaşmışlar,1. ve 2. paylaşım savaşları da bu bölgede çıkmıştır.
ABD, klasik feodal ilişkileri yaşamadan küçük ve özgür çiftçiler ve ticaret burjuvazi ekseninde gelişmiş, 19. Yüzyılın ortalarından itibaren ise esas olarak kendi iç pazarı ekseninde olağanüstü bir hızla sanayileşmiş, bu süreç içinde 20. Yüzyıla gelindiğinde dünyanın en büyük emperyalist-kapitalist ülkelerinden biri haline gelmiştir. ABD emperyalizmi daha 20. yy’ın başlarında dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmiş olmasına karşın, siyasal, askeri ve uluslar arası ilişkiler bağlamında sistemin hegamon gücü olacak konumda değildi. Bu fırsat 2. Paylaşım savaşı ile birlikte ortaya çıkmıştır. 2. Paylaşım savaşına değin sistemin hegemonik gücü olan İngiltere’nin savaş sürecinde iyice güçten düşmesi, ABD emperyalizminin ise bütün alanlarda diğer emperyalistlere nazaran çok büyük güç ve deneyim biriktirmesi sonucu sistemin öncülüğünü, hegemon gücü olma konumunu ele geçirmiştir. Savaşın diğer emperyalist güçlerin topraklarında gerçekleşmesi ve bu durumun yarattığı ağır tahribat, ABD’nin savaşı kendi toprakları dışında yürütmesi, İngiltere’nin öncülük ettiği klasik sömürgecilik sisteminin çöküşü, vb. Olgularda ABD hegemonyasının gelişmesinde belirleyici roller oynamıştır.
2. paylaşım savaşı sonrası, her açıdan yeni bir dönemdir. Başlayan dönem emperyalizmin yeni bir bunalım dönemi yani 3. bunalım dönemidir. Bu dönemde, yani 2. paylaşım savaşı sonrası yeryüzünün 1/3’de sosyalizm zafer kazanmış, sosyalizm büyük prestij sahibi olmuştur. ABD emperyalizmi, önce Avrupa’da kapitalizmin yeniden onarılmasına destek olmuş, açık işgale karşı tepkileri de düşünerek, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yeni-sömürgeciliğin geliştirilmesine öncülük yapmıştır. Böylece sosyalizme karşı, ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist sitemin liderliğini ele geçirmiştir. Ekonomik alanda IMF, D.Bankası, askeri alanda NATO ve diğer askeri oluşumlar, siyasal açıdan en güçlü olan ABD emperyalizmi önderliğinde oluşturulan emperyalist kurum ve örgütlenmelerdir.
Ama bu süreç aynı zamanda, sosyalizmin yanı sıra ulusal ve halk kurtuluş savaşlarının da geliştiği, kapitalizme darbeler vurduğu, işçi ve emekçi sınıfların bu temelde mücadelelerinin yoğunlaştığı süreçtir. Diğer devrimler ve mücadelelerin yanı sıra, özellikle Vietnam devrimi, emperyalizme büyük darbe vurmuştur. Bu darbenin yanı sıra, eşitsiz gelişiminde etkisi ile Avrupa ve Japon emperyalizminin giderek güçlenmesi, 1970’lere gelindiğinde ABD emperyalizmin mutlak üstünlüğünü sarsmıştır. 1944 yılında, yeni uluslararası ticari sistemin temel ilkelerini belirleyen ve değişmez para birimi olarak doları benimseyen Bretton Woods sistemi, bu gelişmelere paralel yaşanan krizle sarsılmış, dolar devüle edilmiş, ABD emperyalizmine karşı her alanda tepkiler büyümüştür. Bu yıllar, kapitalizmin kar oranlarının düştüğü, (bazı değerlendirmelerde 1945-70 süreci “altın çağ” olarak tanımlanır) gelişme ve büyümenin geride kaldığı, uzun süreli bir kriz sürecine girdiği yıllardır. ABD emperyalizmi öncülüğünde emperyalist-kapitalist sistem, yeni arayışlar içindedir. Krize çözüm için neo liberalizm bu süreçte gelişti. ABD emperyalizmi, yükselen mücadeleyi önlemek ve hegamonyasını sürdürmek için Şili, Arjantin, Türkiye vb. bir çok yeni-sömürgede sık sık açık faşizm ve askeri cuntalar örgütledi. Yine de 1970-85 sürecini, ABD emperyalizmin gücünün, emperyalist-kapitalist sitem içinde nispeten zayıfladığını ifade edebiliriz.
“Reel sosyalizmin” çözülmesi, yeni bir tarihsel sürecin başlangıcıdır. 3. bunalım döneminin en temel niteliği, dünyanın 1/3’de sosyalizmin egemen olması ve dünya ölçeğinde bu çelişkinin oldukça önemli bir yer tutmasıdır. Ama yaşanan tarihsel kırılma, bu tabloya son vermiş, sosyalizm küçük ve tek tek ülkelerle sınırlı kalmıştır. Yine, 1945-80 sürecinde ulusal ve halk kurtuluş savaşları devası boyuttadır, ama yine bu süreçte bu genel kırılma ulusal ve halk kurtuluş savaşlarını etkilemiş, bir çok devrim dinamiği, tasfiye girdabında geriye düşmüştür. Ayrıca, 1945-70 sürecinde, kapitalizm, Keynesgil politikalar temelinde ithal ikameci sanayileşme temelinde sömürü modelini geliştirirken, bu süreçten sonra neo-liberalizm uç vermiş, 1980 sonrası ise sisteme egemen olmuştur. Böylece bir tarihsel dönem kapanmış, yeni bir tarihsel süreç başlamıştır. İşte, bu yeni tarihsel süreçte, ABD emperyalizmi,”reel sosyalizmin” çözülmesinden de yaralanarak, Orta-Doğu savaşlarında görüldüğü gibi yeniden sarsılan hegomanyasını yeniden tesis etme yönünde güçlü hamleler geliştirmeye koyulmuştur.
ABD emperyalizmin öncülüğü asıl olarak siyasal ve askeri alandadır. Ekonomik alanda ise, bu üstünlük tartışmalıdır ve bazı sektörlerde ise oldukça geridir. ABD ekonomisi gerilese ve dış ticaret açığı sürekli açık verse de, Almanya, Fransa ve Japonya’nın toplam üretimi kadar üretim yapmaktadır. 2000 yılın değerlendirmesine göre; 100 ÇUŞ’in 59’u, en büyük 10 yatırım bankasının 5’i, iletişimde en büyük 75 markanı 42’si, en büyük 10 ticaret okulunun 9’u ABD’ye aittir. ABD emperyalizmi, İngiltere’nin 2 katı sermaye ihracı yapıyor. 2001 yılında yapılan bir başka araştırmaya göre ise; dünya ekonomisi ABD, AB ve Japonya eksenlidir ve 500 firmanın %48’i ABD’ye, %31’i AB’ne, %11 ise Japonyaya aittir. ABD doların dünya ekonomisindeki rolünü kullanarak, sürekli vermiş olduğu ticaret açığını dolar basarak kapatmaya çalışıyor. Askeri harcamalarda, tüm dünyanın yarısını, ABD emperyalizmi tek başına yapmaktadır ve savaşı uzayda sürdürecek güce sahip tek ülkedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde 725 askeri üssü var, deniz aşırı operasyonlarda tek ve kendinden sonra gelen 20 ülkenin toplam askeri gücüne sahiptir. IMF, D.Bankası, DTÖ ve NATO’nun patronu ABD emperyalizmidir.
ABD emperyalizmi, tek dünya pazarında ve çok parçalı olan emperyalist-kapitalist sistemde, “reel sosyalizmin” çözülmesi ile hızlanan emperyalistler arası çelişkiye rağmen, hala sistemin en güçlü emperyalist devletidir. Dünya halklarına karşı ABD emperyalizmi önderliğinde stratejik bir saldırı vardır ve hiç bir demokratik karekteri yoktur. Bütün göstergeler kapsamlı neo liberal saldırı ve açık işgallere kadar uzanan bu emperyalist saldırganlık, emperyalizmin, taktik planda güçlü olduğunu açık biçimde göstermektedir. Ancak stratejik düzeyde, kapitalizmin tüm tarihsel sınırlarına varmış, nesnel sınırlarına da dayanmıştır. ABD emperyalizmi tüm çabalarına karşın sistemin girdiği krizi sistemin aktörlerinin genel bir rıza göstereceği tarzda çözmekten tümüyle uzaktır. Krizi çözmek değil, yönetmek çabasındadır ve bu ise büyük çöküşlerin kapısının açık olduğunu göstermektedir.

5- AB, Emperyalist ve Çatışmalı Birliktir
AB için özel bir parantez açmak lazım.
Avrupa, insanlığın şahit olduğu tüm üretim ilişkilerini yaşamıştır. Kapitalizm, feodalizmin bünyesinde doğmuş, giderek güçlenmiş, kimi zaman feodalizmle uzlaşarak, kimi zaman ise çatışarak feodalizme karşı egemenliğini kurmuştur. Tabi, bu süreç aynı zamanda, kapitalizm için her alanda kendi sistemini kurduğu, bunun için kanlı kavgalı bir süreçtir. Rönansas, köle sahiplerinin elinde gelişen bilim, sanat, felsefe vb.nin, 1000 yıllık karanlık dönemden sonra, bu kez burjuvazinin önderliğinde gelişmesini ve insanlık için bir kazanımı ifade eder. Kapitalizm, ilk önce İngiltere’de gelişti, tüm Batı Avrupaya yayıldı. 1641 İngiliz devrimi, 1789 Fransız devrimi, aynı zamanda kapitalizmin üretim tarzının egemenliğinin burjuva iktidarlarla netleşmesidir. Tarihsel olarak bir ilerlemeyi ve demokratik kazanımları ifade eder. Bu süreç, aynı zamanda sömürgecilik tarihidir. İngiltere, Hollanda, Portekiz, İspanya ilk sömürgeci ülkeler olarak, Asya,Afrika ve L.Amerika’ya yayıldılar, bu ülkelerin yeraltı ve yer üstü tüm zenginliklerini yağmaladılar. Bu talan ve yağma üzerinden sanayi devrimini kapitalizm yaşadı. Tekeller, bu topraklarda, yani Avrupa’da ilk önce doğdu ve kapitalizm, tekelci kapitalizme dönüştü. 19.yüz yıl aynı zamanda, Avrupa da, emperyalist devletlerin, İngiltere, Fransa, Hollanda, İtalya, daha geç kapitalizmi yaşayan Almanya, İspanya, Portekiz’in kendi aralarında sömürgecilik kavgasına şahit oldu. Bu temelde sömürge savaşları yaşandı. İspanya ve Portekiz, eşitsiz ve dengesiz gelişim ve giderek daralan pazarları sonucu,sonra birer yarı-sömürgeye dönüştü. İngiltere üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu bu süreçte ilan etti.
Kapitalizm,çıkar çatışmalarını içerir, ama aynı zamanda bir tekelleşme,ortak çıkarlar etrafında birleşme eğilimi taşır. Ve Avrupa’da emperyalistler ilk birleşme eğilimlerini, aynı zamanda en çatışmalı dönemde dillendirdiler. 1. paylaşım savaşı içinde bu eğilimler ortaya çıktı. 2. Paylaşım Savaşı sonrası ise sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı emperyalizm birleşme eğilimini güçlendirdi. Marshall yardımı çerçevesinde, ABD emperyalizmin desteğiyle ilk önce Avrupa ekonomik İşbirliği Organizasyonu kuruldu ve bu 1949’da kurulan NATO’nun temeli oldu. Bu oluşum,1951’de önce “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu” adını aldı,sonra, 1965’de “Avrupa Ekonomik Topluluğu” na, 1991’de ise AB’ne dönüştü. Bir Alman parlamenter bunu “ekonomik değil politik oluşum” olarak değerlendirdi, gerçektende bu politik bir oluşumdur.
AB tekellerin birliğidir ve bir emperyalist birliktir. İngitere, Fransa, Almanya bu birliğin asıl patronudur ve çatışmalı bir birlik içindedirler. Özellikle “reel sosyalizmin” çözülmesi sonrası, bu emperyalist birlik genişleme içindedir, nüfuz alanların çoğaltmıştır. Polonya, Romanya, Bulgaristan vb. ülkeler, bu genişleme ve nüfuz alanını büyütme temelinde, bu emperyalist birliğe katılmış, dahası, özünde asıl büyük güçlerin birer yeni-sömürgesine dönüşmüştür. Yani, AB yekpare değil, çok parçalı ve aynı zamanda emperyalistler arası çelişkileri çok güçlü biçimde içinde barındıran bir emperyalist birliktir.
Batı Avrupa, ilk burjuva demokratik devrimlerin yaşandığı ve bunun kazanımları vardır. Ama bu kazanımlar, tekellerin elinde giderek budanmış, emperyalist çağda, burjuva demokrasisi sınıf mücadelelerine ve dengelerine bağlı olarak inişli çıkışlı süreçler içinde önemli ölçüde sınırlanmıştır. Kimi tarihsel süreçlerde ve örneklerde ise tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Örneğin faşizm bu noktada ortaya çıkmıştır. Kapitalizm için bir ara parantez olan “sosyal devlet” burjuva demokrasisi için bir yanılsama oluştursa da, bu yanılsama, neo liberalizmin egemenliğinde kapsamlı saldırılarla ortadan kalkmıştır. 11 Eylül ve sonrası kapsamlı demokratik hakları budama operasyonlarıyla, AB anayasası, AB için ordu vb. uygulamalar ve kurumlaşmalar yoluyla burjuva demokrasisinin kazanımları oldukça kısmi, sınırlı bir alana sıkıştırılmıştır. Burjuva parlamentosu, siyasal temsil ve siyasal partiler alanı önemli ölçüde bir simgesel bir gösteri alanına alanına dönüştürülmüştür. Yani, AB, demokrasi ve özgürlüğün değil, siyasal gericilik ve egemenliğin kurumlaştığı, emperyalist oluşumdur. İlerici kazanımların büyütüldüğü bir burjuva demokrasisi değil, siyasal gericilik bu ülkelerde egemendir.
Yukarıda ifade ettiğimiz “özel parantez”de bu noktadadır. Çünkü sol ve devrimci harekette, ABD emperyalizmi için, bu emperyalist güce karşı aşağı yukarı ortak bir yaklaşım olsa da, AB emperyalizmi söz konusu olunca, bu yaklaşım ortadan kalkıyor. “Emeğin Avrupası” söylemleri, AB’ye katılım için “burjuva demokratik devrim” tamamlanması tespitleri, Kürt sorununun “çözüleceği” saçmalıkları ve beklentileri, bu noktada ortaya çıkıyor, kafaları karıştırıyor, AB emperyalist değil, daha “insani” ve “sosyal” gösteriliyor.
Bu konuya ilerde tekrar döneceğiz.

6- Emperyalizm ve Başlıca Çelişkiler
Emperyalist-kapitalizm gelinen noktada iç ve dış sömürüye dayanarak oluşan sermaye birikimi üzerinden tüm dünyayı dönüştürerek, sadece kapitalist ana yurtları değil, sömürge ve yeni-sömürgeleri de kapitalistleştirerek dünya ölçeğinde çok yönlü ve derinlikli bir sisteme dönüşmüştür.
Yani yüz yılı aşkın süredir tekellerin egemenliği sürmekte ve her şey buna göre biçimlenmektedir. Vahşi sömürü, açlık, yoksulluk, hastalık, adaletsizlik, eşitsizlik, ırkçılık, militarizm, faşizm, siyasal gericilik, savaş, insanın kendine yabancılaşması ve kültürel bozulma gibi tüm sonuçlar, bu egemenlik sistemi tarafından üretilmektedir.
Yeryüzüne egemen olan emperyalistler, kar ve sömürü için, nüfuz alanları için, kendi aralarında rekabet ve çatışma içindedirler. Kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişim seyri emperyalist aşamada çok daha belirgindir. Sisteme egemen olan ve dünya çapında yaratılan artı-değerden aslan payını alanı hegemon güç diğer rakip emperyalist güçlerin gelişmesini önlemek, mevcut paylaşım statükosunu korumak ve kendi lehine derinleştirmek, rakip emperyalist güçler ise bu statükoyu hızlı yada yavaş bozmak ve ya daha büyük pay almak ya da hegemon güç olmak için kıyasıya mücadele içindedirler. Bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası ise pazarların yeniden bölüşülmesi için emperyalistler arası savaştır. Bu temelde, insanlık suçu olan 1. ve 2. Paylaşım Savaşlarında on milyonlarca insan yaşamını kaybetmiştir. bir bu kadar insanda, bazı değerlendirmelerde “üçüncü dünya savaşı” olarak tanımlanan, 2. Paylaşım Savaşı sonrası süreçte emperyalistlerin doğrudan ya da dolaylı katılımlarıyla her bölgede görülen ve sayılamayacak kadar çok olan bölgesel savaşlarda yaşamını kaybetmiştir. 11 Eylül sonrası CIA başkanının “uzun yılları kapsayacak 4.dünya savaşı” olarak tanımladığı ve çok sayıda savaşı içereceği varsayılan bir süreç yaşanıyor. Halklar kışkırtılıyor, silahlanma yarışı devam ediyor. Emperyalistler arası rekabet, çelişki ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak değişik büyüklük ve içerikteki paylaşım savaşları emperyalist-kapitalist sistemde içseldir. Bu çelişki 2. Paylaşım savaşı sonrasında oluşan dev dünya sosyalist blokunun etkisiyle bir emperyalistler arası çatışmaya dönüşmemesine karşın, paylaşım mücadeleleri değişik düzeylerde emperyalistlerin bağlı yerel/bölgesel güçlerin çatışmaları yoluyla sürmüş, ezilen emekçi halklar ağır bedellerle karşı karşıya bırakılmıştır. Günümüzde ise bir sosyalist sistem/blok’un yokluğu koşullarında emperyalistler arası paylaşım mücadeleleri ve çatışmaları değişik biçimlerde yeniden ivme kazanmaktadır.
Bu bağlamda, emperyalist-kapitalist sistemin başlıca çelişkilerinden biri emperyalistler arası çelişkilerdir.
Ayrıca, yukarıda ifade edildiği emperyalizm yeryüzünü paylaşırken, eşitsiz bir sistem oluşturmuş, bir yanda en gelişmiş emperyalist ülkeler, diğer yanda ise bağımlı sömürge, yarı-sömürge ve 2.paylaşım savaşı sonrası ise yeni-sömürge ülkeler ortaya çıkmıştır. Eşitsiz ve dengesiz gelişim, kapitalizmde içseldir ve bu yasa, oluşan dünya pazarı etrafında, emperyalizmle tam olarak açığa çıkmıştır. Bu tablo sistemin gelişim seyrine damgasına vuran bir diğer ana çelişki alanı, emperyalizmle sömürge ve yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkeler ve halkları arasındaki çelişkileri ortaya çıkarmıştır. Emperyalizm çağında büyük devrimci girişimler önemli ölçüde bu çelişkiye dönük devrimci mücadeleler ekseninde ortaya çıkmıştır.
Bunun yanı sıra, Ekim devrimi ile ortaya çıkan, 2. Paylaşım Savaşı sonrası yeryüzünün 1/3’de zafer kazanan sosyalizm, her zaman emperyalizmin hedefi olmuştur.
Emperyalizm-kapitalist sistem ile emperyalist ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıflar arasındaki çelişki ve mücadelelerde sistemin ana çelişki alanlarından birini oluşturmaktadır. Ekim devriminden sonra bu çelişki ve bundan kaynaklanan mücadeleler henüz bir zafer kazanmış olmasa da, sistemin gelişim seyrini ciddi ölçülerde etkilemiştir.
Emperyalist-kapitalist sistem ile sosyalist sistem/ülkeler arasındaki çelişkiler ve mücadele sistemin gelişim seyrinin bir diğer ana çelişki alanı olmuştur. “Reel sosyalizmin” çözülmesi, sosyalizmi geri bir mevziye itmiş, savunma zemininde tek tek ve küçük ülke ile sınırlı kalmıştır. Ama bu tarihsel kırılma, bu çelişkiyi ortadan kaldırmamıştır. Bu çelişki günümüzde büyük çatışmalara zemin oluşturmasa da varlığını sürdürmektedir.
Sosyalizmin, kapitalizme karşı zaferlerine bağlı olarak bu çelişki ve buna bağlı olarak gelişecek mücadeleler emperyalizmin gelişim seyrinin belirleyici öğelerinden biri olacaktır.
Özetle; kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisine ve bu çelişkiden kaynaklanan ana çelişki alanları; emperyalistler arası çelişki, emperyalist sistem ile emperyalist ana yurtlardaki işçi ve emekçi sınıflar arasındaki çelişki, emperyalizmle sosyalizm arasındaki çelişki ve emperyalizmle sömürge ve yeni-sömürge bağımlı ülke halkları arasındaki çelişkiler çağımıza damgasını vurmuştur/vurmaktadır. Tüm gelişmelere, tarihin akışına bu çelişkiler yön vermiştir.
Çelişki gelişmenin motor gücüdür; sınıfsal ve ulusal mücadeleler bu çelişkilere göre biçim almakta, yeryüzü ve insanların geleceği bu çelişkiler tarafından belirlenmektedir. Elbet, bu süreç kendiliğinden değil, sayısız irade ve gücün mücadelesi ve çatışması ile....

7-Devrim Emperyalist-Kapitalist Zincirin En Zayıf Halkasında Gerçekleşir
Yukarıda da ifade etiğimiz gibi, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişin yasası kapitalizmin temel gelişme yasalarından biridir ve bu yasa, dünya pazarının oluşumuna paralel,daha da belirginleşmiş, kapitalist sisteme yön vermiştir. Eşitsiz gelişim, her alanda ve her ülkede, dahası tüm sistemde içseldir.
Bundan çıkan sonuç; devrimin, eşitsiz gelişmiş, farklı tarihsel ve toplumsal özelliklere sahip olan bütün ya da çoğu kapitalist ülkelerde aynı anda değil, emperyalist-kapitalist sistemin en zayıf halkasından parçalanarak zafere ulaşacaktır.
En zayıf halka ne demektir? Belirli bir tarihsel konjonktürde sınıfsal, ulusal çelişkilerin en yoğun olduğu yer, nesnel açıdan en zayıf halkadır; devrim bu ülkelerden en uygun nesnel zeminlere sahiptir ve devrimci müdahale yoluyla başarılıp dünya devrimine sürecine bağlanır. Tüm emperyalist çağın açık gösterdiği ise, bu zayıf halkaların, mutlaklaştırmamak üzere, sömürge ve yeni-sömürge ülkeler olduğudur. Emperyalist-kapitalist sistemin en zayıf halkaları bu ülkelerdir ve devrim, tek tek bu ülkelerden, emperyalist zincirin parçalanması ile zafer kazanacaktır.
Kapitalizm bir dünya sistemidir ve kapitalizmin gelişimi, eşitsiz ama süreklidir. Kapitalist yeniden üretimin sonucu olarak, kapitalizm olduğu yerde durmaz, kendi kendine de yok olmaz, krizler içinde olsa da kendini yeniden üretir. Kapitalizm, ulusal sınırları parçalar, yayılma eğilimini her alana taşır. Bunun yanı sıra proletarya da evrensel sınıftır, gözünü dünya devrimine çevirir. Ama bu gerçek, proletaryanın ulusal devlet sınırları içinde mücadele etmesini engellemez, tam tersini bu halkada mücadele ederek evrenselleşir. Yani devrim, birden, eş zamanlı bir dünya devrimi ile değil, tek ülkede başarılır, ama bu devrim, dünya devriminin bir parçası olmak zorundadır.
Emperyalizm üzerine bu özet değerlendirmeleri yaptıktan sonra,daha yakına,anti-emperyalizm ve dinamiklerine, bu dinamiklerin devrimimiz üzerindeki etkilerine gelebiliriz.

8-Anti-Emperyalist Hareketlere Ya da Devrimlere Hangi Sınıf Önderlik Ederse Niteliğini O Sınıf Belirler
Anti-emperyalizm, tarihsel bir temelde, tarihsellikle sıkı bağlar kurarak ele alınmak zorundadır. Ve, bu hareketlere hangi sınıfların önderlik ettiği, bu tarihsellik içinde, asıl sorundur ve hareketin niteliğini de belirleyen budur.
Bilindiği gibi, eski köleci ve feodal sömürgeciliği bir yana bırakırsak, kapitalist sömürgecilik, kapitalizmin tarihinde en önemli unsurlarından biridir. Kapitalizm, feodalizmin bağrında üretim ilişkileri olarak çıkıp, ulusal sınırlarını zorladığında, yeni “kıtaların keşfi” ile yeni alanlara el uzatmış, talana dayalı bir sömürgecilik başlamıştır. Kapitalizm içinde, merkantilizm olarak tanımlanan bu dönemde, ilkel sermaye birikimi, sadece iç sömürü ve köylü yığınların mülksüzleşmesine değil, aynı zamanda talana dayalı dış sömürgeciliğe dayanmış, bu iki kaynaktan beslenerek bu süreci yaşamıştır. İlk Kapitalist ülkeler, aynı zamanda ilk sömürgeci ülkelerdir, İngiltere, Portekiz, İspanya, Hollanda, İtalya, Fransa bunların başında gelir.
Kapitalizmin gelişmesi, hem bu talana dayalı sömürgelik, hemde içte mülksüzleşmeyle hızlandı, ticari kapitalizm gelişti. Bunun üzerinde gelişen sanayi devrimi, kapitalizm için en önemli aşamasıdır. Sanayi devrimi meta üretimini yoğunlaştırdı ve talana dayalı sömürgecilik, bu süreçte meta ihracı

9-Günümüzde Anti Emperyalizmin Üç Düzeyi Vardır
Anlaşılacağı üzere, tarihsellikten ve somut koşullardan kopuk bir anti-emperyalizmden bahsedilemez. Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir ve sosyalizmin arifesidir. Bu temel tesbit, yaklaşık yüz yıl önce Lenin tarafından,”Emperyalizm” isimli, bugünde değerinden hiç bir şey azalmamış olan eserinde yapılmıştır. Bu temel tesbit, kapitalizmin tarihsel sınırlarına vardığı, devrim için nesnel koşulları hazır olduğu ve sosyalizmin maddi koşullarının ortaya çıktığını ifade eder. Dikkat edilirse, Lenin, bu eseri, bazı değerlendirmelerde “1. küreselleşme süreci” olarak tanımlanan 1870-1915 döneminin sonunda yazmıştır. Bu süreç, bir çok yazı ve değerlendirmelerimizde ele aldığımız üzere, 1929 kapitalizmin büyük krizi sonrası uç veren, sosyalizminde etkisi ile, özellikle 2. paylaşım savaşı sonrası, kapitalizm için bir ara parantez olan “sosyal devlet” dönemi sonrası, yani özellikle “reel sosyalizmin” çözülmesiyle derinleşerek devam etmektedir. Kapitalizmin tarihsel ve maddi ve sınırlarına vardığı tükendiği yüz yıllık bir gerçektir, ama bu temel tesbit, “2.küreselleşme” olarak tanımlanan 1990 sonrası yeni tarihsel süreçte, her alanda, kalın çizgilerle, kör gözlere bile batacak kadar nettir. İşte bu koşullarda, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde burjuvazi, ne anti-emperyalist mücadelede, ne de daha geniş olarak kendi burjuva devrimine öncülük edemez. Kapitalizmin kendi gelişme sınırlarına varmıştır ve bir burjuva demokratik devriminden sonra,aşamalı bir devrimle sosyalizme ulaşılacağı tezleri de geride kalmıştır. Burjuva demokratik devrimin, tarihsel olarak çözeceği sorunları, proletarya öncülüğünde demokratik devrimler çözer; bu devrimler, hem proletaryanın önderliğinde, hemde emperyalizmle sosyalizm arasında bir ara aşama olmadığından, kapitalizmi geliştiren, sınıf mücadelesinin özgür gelişmesinin önünü açan, eski aşamalı devrim değil, kesintisiz sosyalizme dönüşen demokraik halk devrimi (DHD) Yani, anti-emperyalist mücadelede proletarya, kesin sosyalizmi hedefler; bu DHD’nin temel unsuru olarak devrimde stratejik bir yer tutar.
Elbette, anti-emperyalizm ile sosyalizm aynı değildir. Yaşadığımız bu tarihsel süreçte, anti-emperyalizm, anti- kapitalist mücadele ile sıkı bağlar içindedir ve sosyalizme bağlanmayan bir anti-emperyalizm, gerçek, bütünsel ve modern karekterden uzaktır.
Yeni tarihsel süreçte sahte anti-emperyalist akımlarda vardır. Özellikle “reel sosyalizmin” çözülmesi ile tamda, en çok sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde gelişen ulusal boğazlaşmalar ve emperyalizm tarafından kışkırtılan ve özünde emperyalistler arası “nüfüs alanı” mücadelesinin bir parçası olan sahte “anti- emperyalizm” ile proleteryanın önderliğinde emek eksenli, modern anti-emperyalizm arasında ortak yan yoktur. Bu tip hareketleri dışta tutarsak, anti-emperyalizmde, sosyalist hareketler dışında farklı düzeyler karşımıza çıkmaktadır.
En çok karşımıza çıkan, yine bu süreçte daha yoğun olarak ortaya çıkan, eski sömürgecilik biçiminin en vahşi biçimlerine geri dönmeyi ifade eden açık işgallere karşı, örneğin Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, demokratik bir programdan yoksun ve islami karakter taşıyan “anti-emperyalizm”dir. Bunlar açık işgale karşı din ekseninde bir tavır alıştır. Bu tip hareketler, başta Kemalizm ve islami direniş örneklerinde olduğu gibi, elbette çeşitli özgünlükler taşısa da, kapitalizmden kopamaz ve doğal olarak emperyalist kapitalist sistemin bir parçası olmaktan kurtulamaz. Bu nitelikleri yanı zamanda anti-komünist niteliklerinde de açıkça görülür. Bu hareketleri, yani günümüzdeki islamcı direniş hareketlerini daha çok anti-ABD’ci ve demokratik bir programdan yoksun, anti-komünist nitelikte açık işgale karşı mücadele olarak değerlendirmek daha doğru olur.
Bunların dışında bir başka düzey, demokratik karekterde, kendini “barış hareketi” veya “küreselleşme karşıtı” olarak tanımlayan hareketlerdir. Barış hareketinin proğramı oldukca sınırlıdır ve kapitalizmle değil, onun bir unsuru olan savaşla kendini sınırlar, “küreselleşme karşıtı” ise kozmopolittir, barışçı olandan anti-kapitalist olana kadar uzanır.
Demek ki, anti-emperyalizm, günümüzde bir birinden farklı üç biçim veya düzeyde kendini üretiyor.
Birinci ve en tutarlı düzey, anti-emperyalizmi anti-kapitalist mücadele ile birliştiren ve bunu devrime bağlayan devrimci ve komünistlerin öncülüğündeki anti-emperyalist hareketlerdir. Asya, Afrika, özellikle de L.Amerika da gelişen, devrimci sosyalizmi içine alan bu hareketler büyük ve kalıcı hareketlerdir.
İkincisi, İslami karekter gösteren, kapitalizme değil, emperyalizmin bütünsel politikalarına karşıda değil, daha çok açık işgal ve anti-ABD’cilikle kendini sınırlayan direniş hareketleri. Bunlar politik açıdan emperyalizme sınırlı da olsa darbe vurmakta, planlarını bozmaktadırlar. Ortadoğu ve Asya bu hareketlerin en etkin olduğu bölgeler olarak öne çıkıyor.
Üçüncüsü ise, barış ve “küreselleşme karşıtı” olarak tanımlanan, emperyalist ülkelerde ortaya çıkan demokratik hareketlerdir.. Barış hareketi geçici, dönemsel bir karakter taşıyor ve bileşimi daha büyük olmasına karşın, iç tutarlılığı ve politik niteliği oldukça zayıftır. Yaygın olarak küreselleşme karşıtı hareket olarak tanımlanan hareket ise özellikle ilk mayalandığı ve en güçlü dinamiklere sahip olduğu emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin, ezilenlerin sisteme karşı mücadele arayışlarının özgün bir dışavurumudur. Hareket politik olarak çok parçalıdır ve ortak bir programdan yoksundur. Ancak güçlü bir anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele dinamiğini bağrında taşımaktadır. Bugünkü yapısal özelliklerinin gelişen süreç içinde değişmesi ve daha net çizgiler kazanması kaçınılmazdır.
DHD’nin temel unsuru olarak anti-emperyalizm, ancak proletarya önderliğinde ve sosyalizmi hedefleyen bir siyasal hareket olmak zorundadır. Bu modern anti-emperyalizm, halkları sosyalizme taşır. Devrimci sosyalizm bu zeminde durur ve mücedele eder.
Bu tezimizi aşağıda başka faktörlerle destekleyeceğiz.

Emperyalizm ve Anti-emperyalist Mücadele Üzerine Bazı Notlar-II


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19