Türkiye ve dünya
sosyalist hareketi önemli bir tarihsel dönemeçten
geçiyor. Bu dönemeci belirleyen ana halka reel sosyalizmin
yıkılmasıyla emperyalizmin inisiyatifi ele geçirmesi
ve süreci belirler hale gelmesidir.
Her dönemeç, temel öneme sahip yaklaşımların yeniden
tartışılmaya, sorgulanmaya başladığı dönemi ifade
eder. Bu anlamıyla dönemeçler kişi ve siyasal öznelerin
iflası kadar, yeniyi ortaya çıkarabilmenin de zeminini
oluştururlar.
Yaşadığımız son on beş yıllık süreç, bir yanda reel
sosyalist devletlerin, milyonlarca üyesi olan Komünist
Partilerin yok olmasını gündeme getirirken, öte
yanda, oluşan olumlu zemine ragmen, yeninin hala
ortaya çıkarılmamış olması, dünya çapında yaşanan
kargaşanın, çürümenin temel nedenini oluşturmaktadir.
Coğrafyamız solu da bu etkileri en ağır hisseden
coğrafyaların başında gelmektedir. Zira coğrafyamız
solu, onun öncesinde 12 Eylül yenilgisini yaşamış
yeniden toparlanmaya çalışırken de, reel sosyalizmin
yıkıntılarının ağırlığını yaşamıştır. Bunlar yetmezmişçesine
daha yakın bir süreçte Kürt hareketinin devrimcilikten
postmodern reformizme kaymasının yarattığı ağırlıkla,
19 Aralık operasyonun tüm ağırlığını iliklerine
dek hissetmiştir/ hissetmektedir. Şunu söylemek
abartma olmayacaktır: Coğrafyamız sol hareketi,
tarihinin en geri dönemini; tarihinin en ağır sorunlarını
yaşıyor.
Solun önemli bir kesimi ciddi krizlerin, darbelerin,
başarısızlıkların ardından el yordamıyla ve pek
çok yetersizlikle de olsa en azından yaşanan durumun
vahametinin farkına varmaya başlamaktadır ve bu
krizden çıkış yolları aramaktadır.
Bu noktada yenilenme kavramı merkezi bir yere oturmuştur.
Aslında bu kavramın yaygın kullanılışı 1985-90’lara
kadar götürülebilir. Bu dönemlerde çıkan bir çok
sol dergide ön ek olarak ‘yeni’ bulunuyordu:
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra ‘yeni’, ‘yenilenme’
kilit bir kavram haline geldi. Ancak yenilikten,
yenilenmeden yana olmanın gerçeği kavramak anlamına
gelmediği kısa zamanda görüldü. İlk başlarda yenilenmeden
en çok bahsedenlerin, yenilenmelerinin Marksizm-Leninizm’e
ait tüm değerlerlerden arınma, düne ait her şeyi
inkar etme gibi nihilist eksende geliştiği görüldü.
Bu eğilim özellikle reformist kesimlerde ve yakın
dönemde Kürt hareketinin son sürecinde yaşandı.
Dün hakkında atıp tutanların, inkar edenlerin, nihilizmi
egemen kılmaya çalışanların karşısına düne takılarak,
bugünü dünkü referanslarla açıklamaya çalışmanın
da çözüm olmadığı görüldü, görülüyor. Geleneksel
yapıların durumu da ortadadır. İnkarcılık ve bugünü
dünle açıklamaya kalkışan tutuculuk ikiz kardeşler
olarak karşımıza çıkmaktadır. İkisinin vardığı,
varacağı yer çözümsüzlüktür.
Evet, günümüz koşullarında yenilenme merkezi bir
öneme sahiptir. Yenilenmeyenin geride kalacağını,
gerçekliğin nesnel duvarlarına çarpacağını belirtmek
için kahin olmaya gerek yok. Yapılacak en büyük
yanlışlık dünü bugünün gözüyle görmeye çalışmak
ya da dünü tümden inkar etmektir. Sol literatürde
yapılan degerlendirmelerde her iki egilime yaygın
bir şekilde rastlanılmaktadır.
Yenilenme ve Sol
Sol hareketin yenilenme söyleminin 1986-90’lara
kadar götürülebileceğini ve bu dönemde çıkan bir
çok derginin “yeni” ön ekiyle kendini ifade ettiğini
görürüz: Yeni Açılım, Yeni Öncü, Yeni Çözüm, Yeni
Demokrasi, ..., gibi. Burada kastedilen “yeni”nin
dağılan yapının “yeni”den organize olması mı,
yoksa kendinin sürece uygun “yeni”lenmesini mi
ifade ettiği tartışılır olsa da, yeni ve yenilenme
söylemi coğrafyamız solunun terminolojisine girmiş
oluyordu.
Gorbaçov’un iktidara gelmesinden sonra yenilenme
söylemi özellikle SBKP’yi merkez gören hareketlerde
temel söylem durumuna dönüştü. Gorbaçov önderligindeki
SBKP’nin tezleri ortalığı hızla kaplamaya başladı.
Moskova’da yagmur yağdığında coğrafyamızda şemsiye
açanlar hemen bu tezlerin adaptasyonunu yaptılar.
Bu tezleri kısaca şöyle özetlemek mümkün:
“Dünyamız ve çağımız değişti.”
“Proletarya diktatörlüğü artık geçerli değildir”
“Proletarya artık devrimlere öncülük edemez; çünkü,
artık klasik proletarya tarih oldu. Bilgisayar
teknolojisi değişti, sınıfı değiştirdi; proletaryanın
çıkarı artık devrimde değil”
“Devrimler tarihe karıştı”,
“Politikanın bir aracı olan savaş tarihe karıştı.”,
“Bolşevik tarz örgütlenme artık geçerli degildir,
Bolşevik örgütlenme ‘monolitik’ bir yapıdır ve
çağa uygun degildir; bunun yerine legal, hizipleri
kabul eden geniş birleşik bir parti olmalıydı”
“Marksizm-Leninizm bir bilim değildir”
“Demokrasi için mücadele temel alınmalıdır. (...)
vb. vb. (Burada kastedilen demokrasi şüphesiz
sistem içi bir demokrasidir)
Tüm bu söylemlerin arka planını “dünyanın, çağın
değiştiği” yaklaşımı oluşturmaktaydı. Değişen
çağ ve dünyada artık sınıf mücadelesi yerine sınıf
uzlaşmacılığı savunuluyordu. Dönemin popüler söylemiyle
ifade edecek olursak şunlar deniliyordu: “Hepimiz
aynı geminin içindeyiz. Ya hep birlikte batacağız
ya da hep birlikte hareket ederek gemiyi kurtaracağız”
biçimindeydi. Ve tabi ki bu yaklaşımın doğrudan
sonucu; geminin batmasını istemiyorsak (istemek
de bozgunculuk olurdu) sınıflar, mücadele etmeyi
bir yana bırakarak uzlaşmalı ve gemiyi batmaktan
kurtarmalıydı...
Dönemin TBKP’si (TKP ve TİP’in birleşmesinden
oluşan reformist parti) dünyadaki rüzgarı da arkasına
alarak “Yeni Açılım”ıyla, “Dünyaya Bakış”ıyla,
sonraları “Marksizm ve Gelecek”iyle bu tezleri
gündemleştirdi. Çok geçmeden tasfiyecilik anaforuna
12 Eylül öncesinin devrimci yapılarını; Dev-Yol,
Kurtuluş, TKEP, ..., gibi hareketleri de yanına
çekti ve ÖDP’ ye evrilecek bir sürece girildi.
İlk başlarda sol içinde önemli bir anafor da yarattılar
ve çok farklı eğilimlerden gelen kadroları yasal
bir parti içinde birleştirdiler. Aynı dönemde
tasfiyecilik anaforuna TDKP de katılarak EMEP’leşti.
TKP (önce SİP sonraları STP ve ardından TKP adını
aldı) ise zaten hep bu kulvarda yürüyordu. Bu
yapıların her biri reformist-liberal noktaya gelinceye
kadar farklı süreçler yaşamış olsalar da hepsinin
doğrudan ya da dolaylı olarak birleştikleri nokta
100 yılı aşkın bir süre önce Marksizm tarafından
ıskartaya çıkartılan tezlerin sanki yeniymiş gibi
piyasaya tekrardan sürülmesi olarak kendini gösterdi:
Leninizm’in evrensel ilkelerini oluşturan “sistem
karşısında konumlanmanın illegal olması”, “Partinin
yukarıdan aşağıya örgütlenmesi ve işleyişinin
Demokratik merkeziyetçilik ekseninde olması, devrimin
burjuva devletini parçalaması ve bunun yerine
önce yeni tipte bir devletin sonra da, yeni tipte
devletin de sönümlenmesiyle devletsizliğin egemen
kılınacağı ilişkilerin örgütlendirilmesi...” ilkelerini
unuttular ve unutturmaya çalıştılar.
Yenilenme söyleminin reformizmle birlikte ve geçmişi
tümden inkar etme ekseninde güncelleşmesi, solun
bir bölümünde -özellikle devrimci kesimlerinde-
yenilenme söylemi ve pratiğine karşı güvensizlik
egilimini güçlendirdi. Hatta yenilenmeye karşı
bir duruş ve tersten tepkilere de neden oldu...
Yaşanan deneyim net olarak, böylesi bir yenilenme
ile solun temel hiçbir sorunun çözümlenemeyeceğini
gösterdi. Ancak yenilenmeye karşı koymanın ve
derinlemesine yenilenmeyenin de çözüm olamayacağı
ortaya çıktı. Dogmatik devrimci yapıların teori
ve pratikleri arasındaki açının büyümesi; sürecin
gerektirdiği ideolojik, teorik, politik ve pratik
sorunları çözme gücünü bulamaması geleneksel yapıların
da tıkanmasına neden oldu. Bu aşamadan itibaren
geleneksel yapılarda yoğun bir kadro sirkülasyonunun
ya da arayış sürecine giren eğilimlerin doğmasına
neden oldu.
Devrimcilikte ısrar etme anlamında bir süreliğine
olumlu etki yaratan geleneksel (daha doğru ifadeyle
doğmatik) devrimci yapılar, süreci yeterli ölçüde
kavrayamadıkları ve buna uygun olarak kendilerini
konumlandıramadıkları oranda tasfiyecilik anaforundan
kurtulamadılar. Birer ikişer kadro erozyonu ya
da doğrudan örgütsel bölünme yaşayarak politika
alanında büyük oranda etkisizleştiler.
Yenilenme söylemi ve istemi bu aşamadan itibaren
daha güçlü tarzda kendini hissettirmeye başladı.
Ancak yenilenme söylemi ve isteminin güçlü tarzda
kendini hissettirmesi, yenilenmenin geleneksel
sol tarafından doğru kavranıldığı anlamına gelmiyor.
Çoğu zaman geleneksel devrimci yapılarda ortaya
çıkan yenilenme söylemi ve istemi dünün adaptasyonunu
tarzında başlamaktadır. Örnegin Arnavutluk penceresinden
yaklaşan kimi hareketler Stalin ve Enver Hoca
pratiklerine hâlâ tabu gibi yaklaşmaktadırlar.
Sovyetler Birliği merkezli reel sosyalizme ilişkin
onlarca, yüzlerce sayfa yazarlarken, düne kadar
“dünya komünist hareketinin merkezi”, “dünya komünist
hareketinin kalesi”, “onsuz sosyalizm savunulamaz”
dedikleri Arnavutluk’un yıkılışı bir iki paragrafla
geçiştirilmektedir. “Merkez”siz yada başka yerleri
merkez görenler de Sovyetler Birliği ve Dogu Avrupa
ülkelerinde reel sosyalizmin kuruluşu ve ortaya
çıkan sorunlar Rusya, Çin, Küba, Vietnam vb. ülkelerdeki
sosyalizmin kuruluşunda ortaya çıkan farklılıklar,
Enternasyonalin degerlendirilmesi, 1960’lı yıllarda
ortaya çıkan bölünme ve bunun yarattığısonuçlar,
nasıl bir sosyalizm, reel sosyalizmin yıkılışının
dünya ve Türkiye devrimci hareketi üzerindeki
etkileri ve olumsuz etkilerin nasıl aşılacağına
ilişkin degerlendirmelerde ciddi sorunlar görülmektedir.
Oysa ne geçmişi inkar, ne de eskinin yeniden revizyonu
sorunu çözebildi
Yenilenme, öncelikle bugünü anlamak, ikinci olarak
da dünü (Komünist Manifestodan bu yana geçen 150
yıllık tarih ve coğrafyamız komünist hareketinin
85 yıllık tarihi) doğru ve eleştirel bir süzgeçten
geçirerek yerli yerine oturtulması olarak anlaşılmalıdır.
Tarihsel bir yol ayırımında bulunan dünya ve coğrafyamız
solunun önünde iki seçenek bulunuyor: ya bugünü
dünün kıstasları üzerinden açıklayarak veya nihilist
bir yaklaşımla marksizmi inkar ederek tarihsel
sürecin gerisinde kalacak, adım adım tasfiye olacak;
(Liberal tasfiyecilik ve dogmatik devrimcilik
budur); yada bu yıkıntıların üzerinden -pratik
yaşamın kendini dayatması ile- kendine yeniden
şekil vererek sürecin ihtiyaçlarına yanıt verir
hale gelecek.
1.Yenilenme Öncelikle Dönemi Kavramaktır
Yenilenme öncelikle dönemi kavramaktır. Dönem
dünyanın, bölgenin, coğrafyamızın içinde bulunduğu
ilişkiler, bu ilişkilerin sınıf, devrimci hareket
vb. üzerindeki etkilerinin saptanmasıdır. Geleneğimizin
yaygın olarak kullandığı kavramla ifade edecek
olursak doğru emperyalizm ve dönem tahlilidir.
Dönemi kavramak ve bununla aynı anlama gelmek
üzere emperyalizm tahlili konusunda solun bütününü
ifade eden ortak bir yaklaşımın, bileşkenin olmadığı
biliniyor.
Kimileri emperyalist kapitalist ilişkilerin degiştigini,
bilgisayar teknolojisinin üretim sürecinde yaygın
olarak kullanılmasıyla -özellikle Japonya’da kimi
sektörlerde robotların etkin kullanımı gibi- birlikte,
sınıfa yüklenilen “eski” yaklaşımların (öncü,
devrimci sınıf gibi) geçerli olmadığı iddiasıyla
sınıfın devrimciliğini ve bununla aynı anlama
gelen devrimciliğin bir kenara bırakılması gerektiği
anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Kimileri yaşanılan sürecin emperyalizm-kapitalizmden
farklı olduğunu, bunun yeni bir üretim tarzı olduğunu
ifade etmektedir. Bu yaklaşımla küreselleşmenin
tarihsel ilericiliğinden, AB’ye katılmanın olumluluğundan
vb. bahsedilebilmektedir.
Kimileri de toptancı ve genel bir emperyalizm
tahlili yaparak emperyalist kapitalist ilişkilerde
yaşanan değişmeleri (1900’lerin başından günümüze
kadarki süreci) yeterli ölçüde dikkate almayan
yaklaşımlar sergilemektedir.
Biz bu yaklaşımların sorunlu yaklaşımlar oldugunu
düşünmekteyiz. Elbette bize göre emperyalizm özü
itibarıyla degişmemiştir ve Lenin’in geçen yüzyılın
başında emperyalizmle ilgili yaptığı tespitler
esas itibarıyla geçerliligini bugün de korumaktadır.
Ancak şu da bir gerçektir ki, emperyalizm özde
degişmemesine ragmen, biçimde önemli degişiklikler
yaşamıştır. Emperyalist sistemde yaşanan biçimsel
degişiklikler geçmişte, özellikle gelenegimizde
(parti cephe kökenli tüm hareketlerde) dogru olarak
emperyalizmin “1., 2., 3. bunalım dönemleri” denilerek
açıklanıyordu. Bu yaklaşım, süreçler arasındaki
farklılıkları kavramak anlamında büyük kolaylık
sağlıyordu. “Bunalım dönemleri” ya da emperyalizmin
bunalım dönemleri denilen süreçler şu kriterlerle
açıklanıyordu/açıklanabilir:
“... Emperyalist sistemin bir bütün olarak işleyişini
belirleyen üç ana unsur (1- Emperyalist sömürünün
metropollerde ve sömürgelerde sürdürülüş biçimi,
2-Emperyalistler arası çelişkinin durumu ve. 3-
Emperyalizmle alternatif ve potansiyel güçler
arasındaki durum b.n) iki temele indirgenebilir:
Birincisi, sistemin iç dinamiğinin geçirdiği evrimdir.
Bu evrim emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimine,
metropollerdeki sınıf çatışmasına, emperyalist
ülkeler arasındaki ilişkilere ve emperyalistlerle
sömürge ülkeler arasındaki ilişkilere yansır.
İkincisi, emperyalist sistemin iç dinamiğinden
doğan sosyalist ülkelerin ve ulusal kurtuluş savaşlarının
bu iç dinamiği etkilemeleridir. Bu iki ana unsurun
sentezi emperyalist sistemin bir bütün olarak
işleyiş modelini ortaya koyar.
Zaman içinde iki ana unsurun değişimi ve bu değişimin
yansımaları sonucu yeni bir işleyiş modeli ortaya
çıkar. Bu model eskinin yöntemleri, ilişkileri
vb. ile geniş ölçüde açıklanamıyorsa, emperyalizmin
bunalım dönemlerinde bir dönem bitmiş, yenisi
başlamıştır.” (Türkiye Devriminin Acil Sorunları,
s, 28, 29. 2. baskı, 1976)
Yukarı da belirtilen iki ana unsur bir çok çalışmamızda
ayrıntılı ele aldığımız gibi 1970’lerden itibaren
değişmeye başlamış, reel sosyalizmin -1990’ların
başında- yıkılmasıyla tamamlanmıştır. Bu yeni
süreç ‘eskinin yöntemleri ve ilişkileri’yle açıklanamaz
hale gelmiştir. Bu anlamıyla yeni süreci tanımlamanın
gerekliliği ortadadır.
Belirttiğimiz tarihsel süreçte yaşanan gelişmeleri
kısa ara başlıklar halinde değinecek olursak:
1.1.Emperyalist Güçlerle Sosyalist Güçler Arasındaki
İlişkilerde Yaşanan Değişiklikler:
İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra dünya,
başını ABD’nin çektiği emperyalist kapitalist
sistemle, başını SSCB’nin çektiği reel sosyalist
sistem dengesi üzerine oturmuştu. Dünyadaki ilişkiler
esas olarak bu iki sistem arasındaki ilişkiler
tarafından belirlenmekteydi.
Emperyalistler, reel sosyalist sistemin çökertilmesi
ve halk kurtuluş savaşlarının engellenmesi noktasında
aralarındaki çelişkilere rağmen ortak hareket
edebiliyorlardı. Reel sosyalizmle olan çelişkileri
kendi aralarındaki çelişkilerden ağır basıyordu.
Reel sosyalist sistem de, 1960’ların başına kadar
emperyalizme karşı ortak bir tavır takınabiliyordu.
Ancak SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında yaşanan
sorunlar ortak tavır koyma zeminini ortadan kaldırdı.
Sistemler arasındaki çelişkilerin ön plana çıktığı
bu tarihsel süreçte arada kalan ülkelerle, ulusal
yada sınıfsal mücadele veren güçler kısmen rahat
bir nefes alabiliyorlardı.
Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler
önemli haklar elde ederken ulusal ve sosyal kurtuluş
hareketleri de rahat bir nefes alabiliyorlardı.
Emperyalistler bu kesimlere yapacakları her saldırıyı
karşılarındaki sistemle ilişkilerini hesaba katarak
hareket ediyorlardı.
Emperyalistler, reel sosyalizmin yıkılmasından
sonra, kendi doğrularına inandıkları sosyalizmde
inat eden ülkeleri yıkmak için saldırılarını yoğunlaştırdılar.
Son yıllarda Küba ve Kore Demokratik Cumhuriyetine
dayatılan saldırganlık bunu açıkça göstermektedir
Ancak saldırı sadece bunlarla sınırlı kalmadı:
“YDD”ye uyum sağlamayan, pazarını uluslararası
tekellere yeterince açmayan, devlet kapitalizminin
şu ya da bu düzeyde etkili olduğu (Irak, Suriye,
İran, Libya gibi) ve/veya sadece bir kişinin ya
da ailenin egemen olduğu ve özellikle de stratejik
hammadde konusunda zenginliğe sahip ülkelere de
yoğun bir saldırı başlattılar. Reel sosyalizmin
çözülmesi, hemen ‘sosyalizm öldü’ ideolojik saldırısıyla
‘YDD’ nin ilanı, başlatılan 1. Ortadoğu savaşı
tesadüf olmadığı gibi, bu sürecin başlangıcını
işaret eder. Bu süreç Afganistan ve Irak’ın işgaliyle
yeni boyutlar kazanmıştır; ve yoğunlaşarak devam
etmektedir.
Bunun yanı sıra emperyalist güçler ulusal yada
sınıfsal mücadele yürüten devrimci güçleri tasfiye
etmek noktasında saldırılarını yoğunlaştırdılar.
Kendi çözümlerini güç kullanarak dayatma politikası
egemen politika biçimini aldı. Özellikle 11 Eylül
sonrası gelişmeler dayatmanın boyutlarının nerelere
kadar varacağını göstermektedir.
Emperyalist ülkelerde işçi ve emekçilere yönelik
saldırılar da arttırıldı. Neo-liberal politikalar
egemen kılınarak kazanılmış haklara yönelik saldırılar
boyutlandırıldı. 1945-70’ler arasında gerek verilen
mücadele ve gerekse de reel sosyalizmin basıncıyla
elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya
çalışılıyor: Toplumsal hizmetlere ayrılan paylar
her geçen gün azalırken, özelleştirme saldırılarıyla
yüz binlerce, milyonlarca insan işsizliğe mahkum
edilmektedir. Sağlık, işsizlik sigortası ve benzeri
sosyal haklar gün be gün kırpılmaktadır.
1.2.Sosyalist Güçler Arasındaki İlişkiler
Sosyalist güçler dediğimizde :
a- Sosyalist ve demokratik yapıdaki ülkeler,
b- Sosyalizm yönelimli ulusal ve sosyal kurtuluş
hareketleri,
c- Emperyalist ülkelerdeki sosyalist güçleri anlıyoruz.
II. Emperyalist paylaşımdan sonra bu güçler arasında
sıkı sıkıya bağlantılar vardı. Bu bağlantılar
Kominform ekseninde bir ilişkiydi.
1950 yıllarının ortalarına doğru (1956’lar sonrası)
dünyadaki reel sosyalist güçler arasında bölünme
yaşandı. Bölünmenin bir kanadını Çin, Arnavutluk
ve çeşitli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri,
diğer kanadını da Sovyetler ve Doğu Avrupa ülkeleri
oluşturuyordu. Bu iki kanadın dışında kalan ve
her iki eğilimin yanlışlıklarını eleştiren ve
belirli mesafeler koyan ülkeler ile kimi ulusal
ve sosyal kurtuluş hareketleri vardı.
Başını SB’nin çektiği merkez, diğer sosyalist
ülkeler ve üçüncü egilimdeki ülkelerle çeşitli
ilişkiler geliştirmesine karşın ulusal ve sosyal
kurtuluş hareketlerine mesafeli davranıyordu.
Bunun yanında Çin, Arnavutluk gibi ülkeleri tecrit
etme yönünde politikaları ağır basıyordu.
Çin merkezli eğilim ilk başlarda ulusal ve sosyal
kurtuluş mücadelesi veren güçlere ve üçüncü eğilim
içinde yer alan ülkelere önemli yardımlarda bulunuyordu.
Ancak, 1970’li yıllardan itibaren izlediği politika
karşı-devrimci bir konuma dönüşmeye başladı.
Her iki eğilime eleştiri yönelten kesimler (Küba,
Vietnam, Kore) her kesimdeki ülkelerle ilişkilerini
geliştirmeye, ulusal ve sınıfsal mücadelelere
yardımcı olmaya çalıştılar. Bu ülkeler ve bu ülkelerle
paralel bir teorik ve pratik çizgi izleyen devrimci
güçler 3. bunalım döneminin gerçek devrimci eğilimi
oldular. Ancak, 1970’lerden itibaren Çin merkezli
eğilimin içine düştüğü gerici konumdan sonra bağımsız
tavırlarını sürdürmelerine karşın Sovyet merkezine
yakınlaşmaya başladılar.
1990’lara gelindiğinde SB merkezli tüm reel sosyalist
ülkeler yıkıldı. Varlıklarını sürdürebilen sosyalist
ülkeler de, ekonomik, sosyal, siyasal anlamda
ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Yaşadıkları
yoğun sorunlar nedeniyle savunmacı bir sosyalizm
anlayışı içine girerek, geçmişin aktif ve devrimci
enternasyonalist dış politikası yerine, edilgen,
savunmacı bir anlayışa girdiler. Reel sosyalizmin
yıkılmasından sonra kendilerini koruyarak devrimci
güçlere moral verme gibi bir yaklaşım geliştirdiler.
Sosyalizm eğilimli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri;
tarihlerin en yalnız dönemlerini yaşıyorlar. Ne
1945’ler sonrasında olduğu gibi dünya dengelerinin
yarattığı olumlu zeminde hareket edebiliyorlar
ne de dünyanın farklı bölgelerinde yükselen mücadelelerden.
Tüm emperyalist güçler, doğrudan doğruya şiddet
ekseninde boğmak ya da reformizme kaymalarını
sağlamak doğrultusunda sistemli ve bütünlüklü
bir politika izlemektedirler. Bu basınç altında
ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri ağır sorunlarla
karşı karşıya kalmaktadırlar. Yeni süreçle birlikte
bir çok yerde uzlaşmaya gitmeye başladılar ve
eski konumlarını yitirerek reformist bir çizgiye
kaydılar. El Salvador’daki mücadele, coğrafyamızdaki
Kürt Hareketi vb. Yine de şunu söylemek yanlış
olmayacaktır: 1945-80 arasında gelişen ulusal
kurtuluş mücadeleleri büyük oranda sosyalizm eksenli
bir mücadele yürütüyorlardı.
Oysa, son yıllardaki gelişmelerin ardından emperyalizmin
ve özellikle de ABD emperyalizminin doğrudan saldırganlığının
artması, klasik sömürge tarzı işgallerin dayatılması,
geçmişin ulusal mücadelelerinden farklı bir mücadelenin
boyut kazanmasını gündeme getirmektedir. Yeni
süreçte işgal edilen ülkelerdeki kapitalizmin
ulaştığı düzey ve bunun sınıflarla olan bağlantıları
“ulusal mücadele” boyutunun ve bu “ulusal mücadeleyi”
yürüten sınıfların “ulusal”lıklarını masaya yatırmamızı
kaçınılmaz kılmaktadır. Örneğin, Afganistan ve
Irak işgali sonrasında yaşanan gelişmeler mücadele
yürütenlerin bir bölümünün “anti emperyalist”liklerini
ve “ulusallıklarını” tartışmamızı zorunlu kılmaktadır.
Afganistan’daki mücadelenin başını çeken Talibanlar
ne kadar anti-emperyalisttirler ve ne kadar ulusalcıdırlar?
Aynı soruyu kısmen Irak’taki direniş için de sorabiliriz:
Kısmen diyoruz çünkü Irak’taki direniş, kozmopolit
bir özelliğe sahiptir; farklı eğilim ve grupları
içinde barındırmaktadır. Örneğin basının sık sık
öne çıkardığı Zerkavi önderliğindeki direniş grubu,
ne kadar anti-emperyalisttir ve ne kadar “ulusal”cıdır?
Aynı şekilde Saddamcılar ve Şii muhalefeti (Sistani
ve Sadr önderliğindeki gruplar -ki kısa bir süre
önce seçimlere katılarak direniş çizgisinden uzaklaştılar)
için de aynı sorular sorulabilir?
Ancak şu da bir gerçektir ki, sınıfsal yapılarından
bağımsız olarak Umm-Kasr’da, Felluce’deki,...
direnişler işgalcilere kök söktürmektedir ve yaşanan
direnişler sosyalizm eksenli direnişler olmamakla
birlikte, ABD emperyalizminin bölgesel planlarını
darbelemektedir. Önümüzdeki süreçte bölgemiz yeni
işgallere gebedir. Bu durum mücadeleyi bölgesel
boyuta ve önderligini de işçi-emekçi kesimlere
taşımanın zeminini yaratmaktadır.
1.3. Emperyalistler Arası İlişkiler
Reel sosyalist ülkeler dünyanın 1/3’ünü oluştururken
emperyalistler arası ilişkilerle günümüzdeki ilişkilerde
önemli farklılık gözlenmektedir. İkinci emperyalist
paylaşım savaşından sonra Amerikan emperyalizmi
neredeyse emperyalist sistemin ekonomik, politik
ve askeri mutlak hakimiydi. Ancak, süreç içinde
gerek eşitsiz gelişim ve gerekse ABD emperyalizmin
ulusal, sosyal kurtuluş hareketlerinden yediği
darbeler sonucu giderek gerilemeye; Almanya-Fransa
merkezli Avrupa ve Japonya önemli güç olmaya başladılar.
Sürecin tümünde emperyalistler arasında yoğun
çelişkiler yaşanmasına karşın, bu yoğunluk reel
sosyalizmin ayakta olduğu süreçle şimdiki süreç
arasında önemli bir farklılık görülmektedir. Aralarındaki
çelişkiler reel sosyalizmle olan çelişkilerin
gerisinde kalıyordu. Reel sosyalizmin yıkılmasından
sonra emperyalistler arasındaki çelişkiler ön
plana çıktı. Günümüzün dengesi çok merkezli emperyalist
kapitalist gruplaşmalardan oluşmuştur. Ancak şu
anda asıl hakim güç ABD’dir.
Yıkılan reel sosyalist ülkelerin pazarlarını -ya
da bir dönem etkili olduğu alanlardaki pazarları-
kapma mücadelesiyle, kendi ülkelerindeki iç pazarlarda
etkin olma mücadelesi bunun pratikteki görünümüdür.
Pazar paylaşımı sadece bununla sınırlı değil elbette.
Dünyanın her yanında, Afrika’da, L. Amerika’da,
Asya’da, emperyalistler arasında oldukça kanlı
ve yoğun bir paylaşım mücadelesi sürüyor. Sadece
Afrika’da 1990’dan bu yana emperyalistler arası
paylaşım mücadelesi nedeniyle yerel kukla güçler
(bu güçlerin bir bölümü ABD, diğer bölümü ise
başta Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalistler
tarafından desteklenmektedir) arasında çıkarılan
savaşlarda 5 milyona yakın insan katledildi.
Emperyalistler arası paylaşımın başlıca aktörleri-merkezleri
ABD, Almanya-Fransa merkezli Avrupa, Japonya,
Rusya ve Çin’dir. ABD emperyalizmi sistem içerisinde
üstünlüğü (özellikle askeri, politik üstünlüğünü)
sürdürmesine karşın ekonomik anlamda uzun dönemli
perspektiften bakıldığında gerileyen bir güç konumundadır.
ABD emperyalizmi Avrupa’daki konumunu artık eskisi
gibi sürdürememektedir. Hiç kuşkusuz bu ABD’nin
bayrakları indirdiği anlamına gelmiyor. Irak’ın
ve Afganistan’ın işgalinde, Afrika’daki hamlelerinde,
eski reel sosyalist ülkelerde kazandığı yeni mevzilerde
görüldüğü gibi özellikle askeri ve siyasi üstünlüğünü
kullanarak yeni mevziler kazanmıştır. Ancak dünya
ekonomisindeki gerileyen rolü, diğer güçlerin
yaptığı ataklar göstermektedir ki, uzun vadede
askeri ve siyasal gücü onun dünya hegemonu konumunu
sürdürmesini olanaklı kılmayacaktır. Avrupa, diğer
emperyalistlerle aralarındaki çelişkilere karşın
hızla birliğe gitmektedir. Avrupa Birliği’nin
gerçekleşmesinde en fazla Almanya çabalamaktadır.
Böylesi bir birlik Almanya’nın ABD ve Japonya
karşısında güçlenmesini sağlayacaktır. Avrupa
emperyalizmi giderek kendi militarizmini de geliştirmeye
başladı. Ortak bir kolordunun oluşturulması buna
örnektir. Aynı şekilde ABD, Kanada ile birlikte
tüm Amerika kıtasını kapsayacak bir ilişki geliştirmektedir.
Japonya ise Asya’nın “beş kaplanı” (Güney Kore,
Filipin, Hong-Kong, Tayland, Singapur) ile Pasifik
birliği oluşturma çabasındadır. ABD’nin 11 Eylül
sonrası süreçte izlediği politikalar bu durumu
tersine çevirmenin politikaları da denilebilir.
Emperyalist blok ve ülkelerden her biri, dağılan
reel sosyalist ülkelerin pazarlarına girmeye,
bağımlı hale getirmeye ve diğer emperyalist güçler
karşısında avantajlı çıkmaya çalışmaktadır. Dünün
‘Doğu Bloku’ ülkelerinin önemli bir kısmı yeni-sömürgeleştirilmiştir.
Ancak Rusya da, bazı etki alanlarından kolay vazgeçmemektedir.
Şüphesiz -mevcut tabloda- Rusya’nın bu gidişata
direnebilme gücü sınırlıdır. Azerbaycan, Gürcistan
ve son olarak Ukrayna’da yaşananlar bunun açık
göstergeleridir.
Emperyalistler arası çelişkiler sadece yeni pazarlar
elde etme mücadelesinde değil, birbirlerinin iç
pazarını ele geçirme mücadelesi verirlerken görülmektedir.
Yapılan çeşitli anlaşmalara karşın ticaret duvarlarını
yükseltmesi ve yüksek faiz politikalarının uygulanması
mücadelenin bir biçimidir. Geçmişe göre emperyalistler
arası çelişkilerin artması, devrimci hareket açısından
ciddi bir olanak sağlamamaktadır. Belki kimi yerlerin
işgal edilmesinin gecikmesinde, ya da bir emperyalist
ülkenin (ya da merkezin) diğerlerine rağmen bir
yeri işgal etmesi durumunda, daha dolaylı sonuçlar
elde edilebilir. Net olarak vurgulamak gerekir
ki, devrimci sosyalist hareket, emperyalistler
arası çelişkileri abartmamalı ve buralardan bir
medet ummamalıdır. Emperyalistler arası çelişkilerin
her abartılışı devrimci dinamizmin zayıflatılması
ve bu merkezlerden birinin yedeğine düşmek tehlikesini
barındırmaktadır. Abdullah Öcalan’ın yaşadığı
trajedi bunun açık göstergesidir. Avrupa’da kalıp
Kürt sorununu bu zeminden çözmeye kalkışan Abdullah
Öcalan’ı hiçbir ülke kabul etmemiş, sonuçta Afrika’nın
bir ülkesine gitmesi zorlanmış, orada da ABD emperyalizmi
tarafından paketlenerek Türkiye’ye teslim edilmiştir.
Burada bir noktanın üzerinde daha durmak istiyoruz:
Küreselleşme söylemiyle birlikte uluslararası
bir ekonomiden, ulus ötesi bir ekonomiye geçildiğini
belirtenler de olmaktadır. 1980’lerin sonları
ve 1990’ların başında gerek uluslararası arenada
ve gerekse de coğrafyamızdaki kimi “sol” hareketlerce
-örneğin TBKP- dillendirildi. Yukarıda belirttiğimiz
gibi bu gerçeği yansıtmamaktadır. Eğer gerçekten
bu yaklaşım doğru olsaydı hegemonya mücadelesi
emperyalistler arasında değil, ulus ötesi şirketlerle
ulusal tabana bağlı olan şirketler arasında olmalıydı.
1.4. Emperyalist Ülkelerdeki Egemenlerle İşçi-Emekçi
Sınıflar Arasındaki İlişki
Emperyalist kapitalist sistem reel sosyalizmin
yıkılışının yarattığı pazar olanaklarına karşın
giderek refah ülkeleri olmaktan çıkmaktadırlar.
Bu ülkelerin GSMH’leri düşmekte, bütçe açıkları
artmakta, işsizlik giderek trajik bir hal almaktadır.
1960’lı, 70’li yılların kronik işsizlik boyutları,
neoliberal politikalarla birlikte mutlak işsizlik
olarak tanımlanan yeni boyutlara sıçramıştır.
Artık iş bulma umudu ve koşulları bulunmayan on
milyonlarca insan bulunmaktadır.
Emperyalistler, ağırlaşan bunalımın faturasını
başta bağımlı kıldıkları ülkelerin halklarına
olmak üzere, kendi ülkelerindeki işçi ve emekçilere
yıkmaktadırlar.
Bağımlı ülkelerde açlık, sefalet, eğitimsizlik,
çocuk ölümleri... gibi rahatsızlıklar bu ülkelerin
toplumsal ve ekonomik dengelerini alt üst etmektedir.
Son otuz yıldaki verilere baktığımızda oluşan
dengesizliğin nasıl emperyalist ülkeler lehine
katlanarak arttığını göstermektedir.
Aynı dengesizlik emperyalist metropollerdeki egemen
güçlerle emekçi sınıflar arasında da kendini göstermektedir.
Son 30 yılda ama özellikle de son 15 yılda işsizlik,
örgütsüzlük, sınıflar arası uçurumun artması,
sosyal hakların gaspı... dayatılmaktadır. Bu saldırılar
karşısında emperyalist metropollerde sınıf mücadelesi
geçmişe göre keskinleşmektedir. Emperyalist metropollerin
“zayıf halka” durumuna geldiklerini söylemek erken
olsa da, bu ülkelerde de yoğun kaynamaların yaşandığı
görülmektedir. Emperyalist ülkelerde de giderek
büyüyen mutlak yoksulluğun egemen olduğu bölgeler
oluşuyor. Yoksullar ile zenginler arasındaki ayrım
noktalarını yumuşatan faktörler (sosyal destekler
vb.) neoliberal politikalar nedeniyle azaldıkça,
uçurum belirginleşiyor. 1945-90 arası dönemde
fazlaca görülmeyen, derin yoksulluğun hüküm sürdüğü,
tecrit edilmiş yoksul semtleri, şımarık bir sefahatin
hüküm sürdüğü zengin semtlerinin yanında boy veriyor.
Azınlıkların, göçmenlerin, mutlak işsizlik yaşayanların
vb., toplumsal yaşamın dışına atılmış olan kesimlerin
yaşadığı bu bölgelerde, bir yandan derin bir çürüme
yaşarken, diğer yandan sisteme karşı derin bir
öfke birikmekte ve zaman zaman patlamalar yaşanmaktadır.
Son 30 yılda emperyalist ülkelerde yaşananlar
bunun açık göstergesidir. 1992’lerde ABD’deki
zenci ayaklanmasının haftalarca sürmesi; aynı
dönemde Almanya’da yaşanan grevler, Fransa’da
Arapların ve diğer göçmenlerin yaşadığı yoksul
semtlerinde yıllardır yaşananlar ve son birkaç
yılda tüm emperyalist kapitalist ülkelerde yoğunlaşan
küreselleşme karşıtı tepkiler açık göstergelerdir.
Küreselleşme karşıtı hareket kozmopolit bir yapıya
sahiptir ve doğrudan devrim hedefli bir mücadele
değildir. Ancak, şu da açık görülmektedir ki işçi-emekçilerin
katılımı, geçmişle kıyaslanmayacak boyutlardadır.
Ortaya çıkan hareketlilik ve bu hareketlilikteki
işçi emekçi dinamizminin giderek ağırlık kazanması,
Enternasyonal kurmak için yeterli olmasa da, enternasyonal
ilişkiler kurmanın ve mücadeleyi daha geniş coğrafyaya
yaymanın maddi zeminini oluşturmaktadır. Devrimci
sosyalist hareket yaşanan bu gelişmeleri dikkate
alarak uluslararası boyutta gelişen mücadeleyi
mercek altına almalı, organik ilişkiler kurmaya
çalışmalı; ortaklaşılabilecek noktalarda da mücadelenin
uluslar arası boyuta ki görevleri omuzlamalıdır.
1.5. Emperyalist Ülkelerle Bağımlı Ülkeler
Arasındaki İlişkiler
Genel olarak emperyalistlerin, özel olarak ABD
emperyalizminin 1945-70 yılları arasındaki gerçekleştirdiği
açık işgaller -özellikle de Vietnam işgali- emperyalistler
açısından pahalıya mal oldu/oluyordu ve hatta
işgal, işgalci emperyalist gücün diğerleri karşısında
ekonomik olarak nispeten zayıflamasını gündeme
getiriyordu. Bu nedenle 1970’ler sonrasında bir
dönem açık işgaller giderek zayıflamaya başladı.
Gerçekleşen işgaller de, daha çok nüfus açısından
küçük olan ülkelerde gerçekleştirildi. (Granada,
Panama gibi)
1945-70 yılları arasında ABD emperyalizmi, dünya
emperyalist sistemin jandarmalığının getirdiği
ekonomik faturaları diğerlerine yıkmak noktasında
karşılıksız dolar bastı. Bilindiği üzere 1945’te
Bretton Woods’ta altın-dolar ilişkisinde 1 ons
altın 33 dolar olarak kabul edildi. ABD’nin karşılıksız
dolar basması ABD’ye büyük bir kazanç getirdi.
Çünkü dolar resmi olarak altınla eş değerdeydi.
Oysa gerçekte değeri düşmüş olan dolara sanki
altınla dengesi bozulmamış gibi ödeme yapılıyordu.
Bu durum 1971’lere kadar sürdü. 1971’de diğer
emperyalistlerin karşı çıkmaları sonucu altın-dolar
arasındaki ilişki yeni duruma göre belirlendi...
Oysa özellikle son 15 yılda gerçekleşen açık işgaller,
işgali yapanlara büyük olanaklar sağlamaktadır.
Son süreçlerde yaşanan Afganistan ve Irak işgali
örneğinde görüldüğü gibi baş işgalci ABD emperyalizmi
diğer emperyalistler karşısında büyük avantajlar
sağlıyor. ABD emperyalizmi, daha önce diğer emperyalistler
karşısında gerileyen ekonomik durumunu açık işgaller
gerçekleştirerek; işgal edilen ülkelerdeki hammadde
ve enerji rezervleri vb. el koyarak tersine çevirmeye
çalışmaktadır. Dünya çapında siyasal egemenliğini
de artırmaktadır. Reel sosyalizmin yıkılışından
-ve özellikle de 11 Eylül’den- sonra açık işgaller
yaygınlaşarak devam etmektedir. Emperyalistler
açısından ve özellikle de ABD emperyalizmi açısından
açık işgal yeni dönem politikasının merkezi unsurlarından
biri haline gelmiştir.
Bunun yanı sıra emperyalistlerle yeni-sömürgeler
ve genel olarak bağımlı ülkeler arasında geliştirilen
ilişkiler, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin aleyhinde
bir seyir izlemektedir. Bağımlı ve yeni sömürge
ülkelerin ekonomilerinin tarıma dayalı olması,
ve/veya sanayilerinin emperyalizme bağımlı olması;
aradaki ilişkilerde (yeni-sömürge bağımlı ülkeler
aleyhinde) büyük bir dengesizliğe yol açmaktadır.
Zira emperyalistler ürettikleri metaları pahalıya
satarken bağımlı ülkelerden aldıkları malları
yok pahasına almaktadırlar. Bunun sonucunda bağımlı
ülkelerin egemenleri halkın sırtına yüklenecek
bir borçlanma içine girerken emperyalist kurumların
dayatmaları karşısında diz çökmektedirler. Ekonomik
ve sosyal adaletsizliğin yarattığı toplumsal tepkileri
yok etmek için de askeri yöntemler daha sık kullanılmaktadır.
Ortaya çıkan bu ilişki sistemi 2. paylaşım savaşından
sonraki tablodan faklıdır. 2. paylaşın savaşı
sonrası eski sömürgecilik yerini ABD emperyalizmi
öncülüğünde geliştirilen yeni-sömürgeciliğe bırakmıştı.
Yeni-sömürgecilik, 1980’lerde, neo-liberal politikalarla
derinleşmiş, bu ülkelere sanayisizleşme dayatılmış
ve açık pazara dönüşmüştür. ‘Ulusal kalkınma’
söylem düzeyinde bile kullanılmaz olmuş, emperyalizme
bağımlılık içselleşmiştir. Bunun yanı sıra, açık
işgal ve ‘yeni mandacılık’, Ortadoğu örneğinde
olduğu gibi sık baş vurulan yöntem olmuştur. Yeni-sömürge
ülkelerde faşizm, içsel olgu olan emperyalizme
ve tekelci sermayeye dayanır; ve genellikle ipin
ucu kaçınca açık faşist yöntemlere baş vurulurdu.
Emperyalist saldırı politikaları ve ‘yeniden yapılanma’
için ‘düşük yoğunluklu demokrasi- düşük yoğunluklu
şiddet’ konsepti geliştirilmiş; faşizm, bu temelde,
açık ve gizli yöntemlerin iç içe olduğu kurumlaşmayı
örgütlemiştir. Derinleşen yeni sömürgecilik, bu
temelde gelişen kapitalizm faşizmin bu ‘yeniden
yapılanma’sında maddi zemindir. Neo-liberal politikalar,
sınıfsal ayrışmayı hızlandırmış, kapitalizme özgü
toplumsal sorunları güncelleştirmiş, tüm bunların
üzerini post- modern kültürel örtü ile örtmeye
çalışmıştır, çalışmaktadır.
1.6 Üretim Süreçlerindeki Değişmelerin Sınıf
Ve Sendikalar Üzerindeki Etkisi
Üretim süreçlerinde yaşanan degişmeler, tüm dünyada
sınıf ve sendikal hareketin zayıflamasında önemli
bir rol oynamıştır. Bu degişmelerin temelinde,
1945-1970 yılları arasında, emperyalist kapitalist
ülkelerde egemen olan Keynesçi ekonomik politikanın
ve bunun temelini oluşturan Fordist sistemin tıkanması
ve bunun yerine monetarist Feridmanci politikaların
yaşama geçirilmeye başlanması yer almaktadır.
Fordist sistem esas olarak 2. Paylaşım Savaşı’ndan
sonra uygulanmaya başladı. Geniş-istikrarlı ulusal
ve uluslararası pazarın oluşması, Fordist üretim
sürecinin zeminini yarattı. 2. Paylaşım Savaşı’ndan
sonra emperyalist-kapitalist ülkelerin çoğunun
savaştan yıkılmış olarak çıkmaları, yeniden inşa
sorununu güncelleştirmişti. Bu ise, büyük ve düzenli
bir pazar demekti. Yine aynı dönemde yeni-sömürge
ülke pazarlarının açılması pazarın daha da genişlemesini
gündeme getiriyordu. Oluşan ulusal ve uluslararası
pazarın doyurulması büyük, kitlesel üretimi zorunlu
kılıyordu. Zaten Fordist sistem, geniş-istikrarlı
bir pazar ve standart tüketim kalıplarına ihtiyaç
duyar. Buna göre pazarlar hem büyük miktarlarda
üretilmiş standart malların emilmesine elverişli
büyüklükte olmalıydı ve hem de büyük yatırımın
amorti olmasına yetecek süre için istikrarlı olmalıydı.
Fordist sistem, ayrıntılı iş bölümüne göre örgütlenmiş
her işçinin, rutin bir işi sürekli olarak yapması
ve bu çerçevede verimlilik sağlaması esasına dayanır.
Bu üretimde makineler, tek amaçlı yapılmıştır.
Makinalaşma ile birlikte, emek niteliksizleşmiş
ve üretimdeki yeri basit hareketlerin tekrarına
indirgenmiştir. Burada işçi ile makine arasında
sabit ilişkinin kurulduğu bir hat, farklı ritim
ve işlevleri koordine ederek çıktının standartlaşmasına
yol açmakta ve kitle üretiminin teknik koşullarını
sağlamaktadır. Buradaki rekabetin temeli aynı
maldan çok sayıda ucuza üretmek üzerine kurulmuştur.
1970’lere gelindiğinde emperyalist-kapitalist
sistemde, sistemin karakteristik özelliklerinden
biri olan genel bunalımın etkisini bütün boyutlarıyla
ortaya koymasıyla, 1945 sonrası ekonomi politikaları
yapısal olarak derin bir krize girdi ve Fordist
sistemi tıkamaya başladı.
Bu gelişmelerin başında kar oranının egilimsel
düşüşü yer almaktadır. 1945-1970’ler arasindaki
süreçte sabit sermayenin artan oranı (degişmeyen
sermayenin degişen sermayeye oranındaki artış),
kar oranında egilimsel bir düşüşü gündeme getirmişti.
Kar oranındaki egilimsel düşüş, tekelleri azami
kârı saglayacak arayışlara sürükledi.
1970’lere gelindiğinde, emperyalist kapitalist
pazarın doyum noktasına ulaşması, dayanıklı tüketim
mallarına olan talebi düşürmeye başladı. Özellikle
beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi dayanıklı tüketim
mallarında bu düşüş yoğun bir tarzda hissedildi.
Pazarın yeniden canlandırılması arayışını yoğunlaştırdı.
Üzerinde durulabilecek bir diğer nokta da, emperyalist
kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerdir: 2.
Paylaşım Savaşı’ndan sonra, ABD, sistem içerisinde
tek hakim görünümündeydi. ABD dışındaki ülkeler
-özellikle Almanya ve Japonya- savaştan yıkılmış
olarak çıkmalarına karşın, ABD’nin de yardımıyla
(sosyalizm tehlikesinden dolayı) hızlı bir gelişme
kaydettiler. 1960’ların sonlarına gelindiğinde
ABD’nin sistem içindeki ekonomik hegemonyası büyük
oranda zayıflamıştı. ABD’nin nispi zayıflaması
emperyalistler arası rekabeti kızıştırdı. Böylece
güvenli ulusal ve uluslararası pazar olgusu ortadan
kalkmaya başladı.
Aynı dönemde ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerin
kaydettiği gelişme, yeni pazarları olanaksız kılıyordu.
Bu durumda emperyalist kapitalist ülkeler var
olan pazarın farklı boyutlarda derinlemesine açılmasını
zorlamaya başladılar. Aslında bu arayış 1958 bunalımından
itibaren kendini göstermişti.
Tüm bu gelişmeler, kitlesel üretimi krize sokarken,
yeni gelişen mikro elektronik teknolojilerin de
katkısıyla üretim süreçlerinin değişmesi egilimi
başladı. Bir yanda, küçük ve orta ölçekli firmaların
yogunlaştığı sınai bölgeler gelişirken, diger
yanda büyük firmaların küçük, görece özerk birimlere
bölünmesi şeklinde bir ademi merkeziyetçi egilim
yaygınlaştı.
Kitlesel üretimin kriz yaşaması, bütününün rafa
kaldırılması anlamına gelmiyor. Bugün sanayi üretimi,
kitlesel üretim ile esnek üretimin aynı yerde
aynı zamanda yapılmasıyla gerçekleşiyor. Kitlesel
üretim, standart ürünlerin niteliksiz iş gücü
ve özel amaçlı makineler kullanılarak yapılmaktayken,
esnek üretim kalifiye işçiler ve esnek, genel
amaçlı makineler kullanarak değişen, çeşitli ürünlerin
küçük ölçekli imalati şeklinde yapılmaktadır.
Emperyalist kapitalist şirketler azami karı saglayabilmek
noktasında kitlesel üretimi taşeronlaştırmakta;
çogu zaman bunu ya orta nitelikteki işletmelere
fason üretim yaptırarak ya da kendi fabrikasında
taşerona iş vererek yapmaktadırlar. Emperyalist
kapitalistler için taşeronlaştırma, işçilerin
ücretlerinin düşürülmesi ve sendikasızlaştırılmaları
anlamina gelmektedir.
Emperyalist kapitalist sistemin krizinin aşılmasındaki
yeni üretim sürecine Japonlar esnek üretim adını
verdiler. Japonların esnek üretim dedikleri yeni
üretim modelinde vasıflı işçi ve işçinin üretim
sürecinde daha çok yeteneklerini kullanma özelligi
ile sıfır hata hedeflenmiştir. Azami kar yasası
kendini bir daha gösterdi.
Emperyalist tekeller arasındaki rekabet; maliyetleri
azaltmaya ve ucuz işgücü aramaya da itmiştir.
Örnegin Japonya açısından ‘Asya Kaplanları’ bu
işlevi yerine getirmişlerdir. Bu ülkeler kadın
ve çocuk işgücünü yogun şekilde kullanmışlar ve
kullanmaya devam etmektedirler.
2. paylaşım savaşından sonra -ve özellikle 1950’lerin
ikinci yarıından sonra- emperyalist pazarın daralması
ve emperyalistler arası rekabetin artması, üretim
sürecinin çokuluslaşmasına sürüklenmiştir: Bu
uygulama ile, emperyalist kapitalist tekelleri
ucuz işgücünden yararlanabiliyor, nakliye, gümrük,
... vb masraflardan da kurtuluyorlardı.
Gelişen süreç, tekelci sermayenin önündeki ulusal
çitlerin kaldırılmasını zorlamaya başladi. Öncelikle,
yaptikları çeşitli anlaşmalarla korumacı yaklaşımların
terk edilmesi istenmeye başlandı. Ticaretin önündeki
engellerin ulusal çitlerle kapatılması zaman zaman
emperyalistler arası hırlaşmalara neden olmaktadir.
Özellikle Japonya’nın kimi mallara kota koyması
sert eleştirilere neden olmaktadır. Ulusal çitlerin
kaldırılması ve emperyalist tekellerin önündeki
engellerin kaldırılması süreci daha da hızlanmaktadır.
Bağımlı ülkelerin de yeni ilişkilere uygun tarzda
düzenlemesi yapılmaktadır. (Örneğin son birkaç
yıldır Türkiye’ye dayatılan kimi yasalar, emperyalist
tekellerin önündeki engellerin resmi olarak kaldırılmasına
yöneliktir.)
Yeni sürecin en önemli özelliği üretimin, ucuz
işgücünün bulunduğu ülkelere kaydırılarak yapılması,
ucuz işgücü ile çalışan firmaları taşeron firma
olarak kullanarak işçi ücretlerinin maksimum düzeyde
düşürülmesi ve sendikasızlaştırılmaları ile yoğun
teknoloji kullanılarak esnek üretime geçiş yaparak
azami kar elde edilmesidir.
Emperyalist kapitalist sistemde yaşanan bu gelişmeler
sınıf ve sendikal hareket üzerinde büyük olumsuzluklar
yaratmıştır.
Üretim sürecinin parçalanması işçi sınıfının ortak
hareket zeminini zayıflatmıştır. Teknolojik gelişme
ile birlikte bilgi akışkanlığının hızlanması ve
bilginin metalaşması yani parasal olarak getirisinin
yüksek olması kalifiye işçide birey olarak hareket
etme eğilimlerini güçlendirmiştir. Bu durum kalifiye
işçiyle sendika arasındaki mesafenin açılmasına
yol açmaktadır. Kısacası, bir yanda kitlesel üretim
taşeronlaştırılarak sendikasızlaşma, düşük ücret,
kötü çalışma koşulları dayatılırken, öte yanda
esnek üretim içerisindeki işçilere daha iyi bir
ücret, çalışma koşulu ve kimi zaman kârdan küçük
paylar vererek kalifiye işçilerle, kitle üretim
yapan ve kalifiye olmasına gerek olmayan işçileri
karşı karşıya getirmektedir.
İş gücünün yapısındaki yaşanan bu yeni değişiklikler
genel olarak sendikaların -ve özellikle işçi sendikalarının-
güç kaybetmesine neden olmuştur.
Üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan
biri de, 1970’lerin ortalarından itibaren uygulanmaya
başlanan Friedmancı monatarist politikadır. Fridmancı
monatarist politika, Keynesçi politikanın tersine,
devletin ekonomideki ağırlığını azaltmaya yönelmiştir.
Devletin ellerindeki firmaların özeleştirilmeleri
tek taşla bir kaç kuş vurmaya benzemektedir. Özelleştirme
hem ideolojik bir saldırı aracıdır ve hem de emeğin
örgütlü gücünün dağıtılmasının aracıdır.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra saldırının
ideolojik boyutu büyük önem taşımıştır. Sonuç
olarak özelleştirme ile birlikte sendikalı işçi
sayısındaki duraksama, sendikasızlaştırma büyük
bir hız kazanmıştır. Özelleştirmenin yapıldığı
tüm ülkelerde, özelleştirilen devlet işletmeleri,
işçileri işten çıkarmayla başlamaktadırlar. Özelleştirme,
sağlık, eğitim ve kültüre kadar birçok şeyin paralı
hale gelmesidir. İnsana dair herşeyin metalaşması
demektir. Özelleştirme uygulaması sendikaların
güçlü olduğu ülkelerde (İngiltere, Fransa gibi)
muhalefetle karşılaşmış olsa da sendikaların zayıflatılıp
çökertilmesinde önemli işlev görmüştür.
I.I. Emperyalist Sistemdeki Değişiklilerin
Coğrafyamız Egemen Güçlerinin
İzleyecekleri Politika Üzerindeki Etkileri:
1970’li yılların sonlarına doğru bölgemizde önemli
değişiklikler yaşandı. İlki, 1978’lerin başında
ABD emperyalizminin bölgedeki en güvendiği müttefiklerinden
İran şahı Muhammet Rıza Pehlevi, Ayetullah Humeyni
önderliğinde bir devrimle iktidardan düşürülmesiydi.
İkincisi, 1979’un sonlarına doğru Sovyetler Birliği,
Afganistan’a girdi ve yeni bir yönetimin iktidara
getirilmesiydi.
Bölgemizde bu değişiklikler yaşanırken aynı dönemde
Türkiye burjuvazisi ekonomik, sosyal ve siyasal
bir bunalım yaşıyordu. Neo-liberal politikaların
dünya kapitalist sistemine egemen olmasıyla birlikte,
emperyalist-kapitalist sistemdeki uluslararası
işbölümü değişti. Buna bağlı olarak, TC’nin ithal
ikameci sanayileşmesi durma noktasına geldi. Ülke
içinde üretim yapmak için gerekli olan ara malları
ithali için gerekli olan döviz artık bulunamıyordu.
Bunun için gerekli olan dövizi sağlayan geleneksel
ihraç ürünlerinin (tarım ve madencilik ürünleri),
sürekli biçimde düşen fiyatları ve işçi dövizleri
artık yetersiz kalmıştı. İthalat ve daha önceki
borçların ödenmesi için büyük çapta borçlanmalara
gidilmeye başlandı. Borçlanma da had safhadaydı
ve yükselen devrimci muhalefet nedeniyle de, yeni
borçlar da verilmiyordu... Dönemin başbakanlarından
Demirel’in deyimiyle Türkiye 70 sente muhtaç hale
gelmişti. Bu dönemde Türkiye’deki devrimci toplumsal
muhalefet de tarihinin en kitlesel zemini yakalamıştı.
Emperyalizm de, yerli tekelci burjuvazi de bu
gelişmeleri aşmak doğrultusunda çıkış arıyorlardı.
Kısacası 1960’lar sonrası uygulanmaya başlanan
ithal ikameci model tıkanmıştı.
1980’lerin başlarinda yeni bir ekonomik model
gündeme getirilmişti. Bu yeni ekonomik model Latin
Amerika’nin çeşitli ülkelerinde ve Güney Kore’de
uygulanan sıkı para politikasına dayanan Feridmancı
ekonomik politikadır. Bu modelin temel özelliği,
işçi ve emekçi sınıfların aldığı ücretleri düşürmek,
örgütlülüklerini dağıtmak veya zayıflatmak, iç
pazarı/talebi kısmak, döviz kurlarını serbest
bırakmak... biçiminde özetlenebilir. Türkiye’de
24 Ocak kararlarıyla her şeyin ihracata göre belirlendigi
bir süreç başladı. Yeni uluslararası işbölümü,
emperyalist-kapitalist ülkelerin mikro elektronik,
biyoteknoloji, iletişim vb. gibi yeni ve büyük
karlar saglayan sanayilerde yogunlaşırken, yeni-sömürgeler
emperyalist ülkelerde eskimiş ve kar oranı düşük
olan sanayilere ve borçlarını ödemesini saglayacak
ihracata uygun sektörlerde yogunlaşmalarını esas
alıyordu.Emek, yoğun, hantal makinalar bu yoldan
tüm emperyalist-kapitalist sistemin sanayi altyapısının
özellikle emperyalist tekellerin kar oranlarını
yükseltecek tarzda yeniden düzenlenmesi hedefleniyordu.
Bu aynı zamanda yeni-sömürgelerin zayıf sanayi
altyapısının paramparça edilmesi anlamına geliyordu.
Türkiye’nin bütün ekonomisi de bu bakış açısı
ile yeniden düzenlendi.
Yeni ekonomik politika uygulanmaya başlandığında
devrimci durum giderek olgunlaşıyordu. Yönetenler
artık eskisi gibi yönetemiyordu. 1980 yılında
Cumhurbaşkanın seçiminde yaşanan tıkanıklığın
aylarca sürmesi bunun en bariz göstergesiydi.
Aynı şekilde ışçi sınıfı ve emekçi kitlelerde
eskisi gibi yaşamak istemediklerini yogun eylemlilikleriyle
göstermeye başladilar. İzlenen ekonomik politika
sınıf mücadelesini harlıyordu...
Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi sürece
müdahale ederek 12 Eylül Askeri Faşist cuntasini
gündeme getirdiler. Toplumsal muhalefet zor kullanılarak
ezildi. 1 milyona yakın insan göz altına alıindı.
Sınıfın örgütlülükleri -parti, sendika, dernek,
kooperatif vb.- kapatildi, grevler yasaklandi...
Böylece tekelci sermayenin önündeki engeller kaldırıldı.
Ve artık tekelci sermaye yeni politikaya uygun
olarak hedeflediği birikimi dışa açılarak yapabilirdi.
Dış pazarlardan daha fazla pay kapma istemi, TC’nin
sadece bir ekonomik güç olarak değil, askeri ve
siyasi olarak da yenilenmesini zorluyordu.
Reel sosyalizmin yıkılışı bu zemini daha da güçlendirdi.
Zira, emperyalizmin bölgesel açılımlarıyla işbirlikçi
tekelci sermeyenin dışa açılma istemleri çakıştı.
Döneme kısaca göz attığımızda şu olgular karşımıza
Bu nedenle TC geleneksel dış politikayı terk ederek
Ortadoğu’da bölgesel bir güç olarak etkin bir
rol almaya soyundu. Özal döneminin politikası
ve “Adriyatikten Çin seddine” söylemi bunu ifade
ediyordu.
- Reel sosyalizmin yıkılışına kadar ilişkilerini
ağırlıklı olarak SB ile yapan ülkelerin -Irak,
Suriye, Güney Yemen, Filistin... gibi- Ortadoğu’daki
rolleri zayıfladı,
- Karadeniz ve Kafkaslarda (Bulgaristan, Azerbaycan,
Gürcistan., ...) ülkelerinin bağımsız ya da görece
daha bağımsız politika izleme eğilimlerinin artması.
-TC, emperyalizmin istem ve yardımını arkasına
alarak, Balkanlarda ve Türki Cumhuriyetlerde kışkırtıcı
ve yıkıcı faaliyetlerin organize edilmesinde önemli
bir işlev üstlenmeye başladı.
Yaşanan bu gelişmeler iç savaşa göre oluşturulmuş
ordunun ciddi bir revizyondan geçirilerek profesyonelleştirilmesini
zorunlu kılıyordu... PKK’nin payını gözardı etmemeliyiz.
1991 sonrasında yaşanan gelişmeler yeni programın
nasil işledigini göstermektedir: ABD-İsrail-Türkiye
üçgeni oluşturuldu. Egitim, teçhizat vb. konularda
Türkiye ile İsrail arasında ilişkiler yeni boyut
kazandı...Kürt sorununda geliştirilen ve kullanılan
profesyonel-kontra ordu önemli bir noktaya geldi.
Kürt sorununun bilinen aşamaya gelmesinden sonra
da profesyonel-kontra orduyu dışarıda kullanmasının
zemini de güçlendi. Afganistan savaşı sürecinde
TC’nin cüretkar tavırları bölgesel bir rol üstlenebilecegini
göstermek istemesiyle baglantılıdır.
Öte yanda TC’ye biçilen rollerden biri de, TC’nin
bölgede “demokrasi”, “serbest piyasa” ve “laiklik”
tarzında model oluşturmasıydı. Eksen ülke 1991’de
ABD dışişleri bakanı Backer’in yaptığı şu açıklama
buna açıklık getiriyordu: “... ABD, Türkiye’nin
bölgede ‘demokrasiyle, serbest piyasa ekonomisiyle
ve laik devlet yönetimiyle’ model oluşturmasını
arzuladığını...” belirtiyordu.
Ancak, 1991 yılı koşullarında bunun yaşama geçmesi
pek mümkün görünmüyordu. Bu yıllarda Kürt hareketinin
yükselttiği, mücadele karşısında TC’nin tavrı
kendi “demokrasi”sini zedeliyordu. Milyonlarca
insanı barındıran bir ulusun inkar edilmesi hiç
bir “demokrasi anlayışına” sığmıyordu. Bu sorunun
çözülmesi konusunda Kürt hareketinin önderi yakalanarak
TC’ye teslim edildi. Bunun karşılığında TC’den
bazı adımlar atılması istendi. Adım adım hazırlanan
projede devlet revizyonu isteniyordu. Özellikle
son süreçte atılan adımlar bunu daha açık gösteriyor.
Bunun vardığı son aşama, Avrupa’yla uyum çerçevesinde
gündeme getirilen bazı yasal değişikliklerdir.
Görünüşte demokratik özünde ise baskıyı artıran
bu “reform”larla devletin baskıcı niteliği bütün
emperyalist kapitalist ülkelerde olduğu gibi artırıldı.
Nüfusun tümü fişlenmeye başlandı. Böylece muhalif
olan kesimlerin denetim altına alınması ve gerektiğinde
toplanan bilgiler üzerinden etkisizleştirilmesi
had safhaya vardı. F tipleri ile sisteme muhalif
güçleri izole ederek kafaların içini boşaltmayı
hedefledi. Bu politika emperyalist-kapitalist
ülkelerin yeni dönem politikaları olarak açığa
çıkmış durumda.
Devrimci hareketlerin reformist çözümlere çekilmesi
yada önderliklerinin tecrit edilerek zayıf düşürülmesi
ve etkisizleştirilmesi, bu yollardan sonuç alınamadığı
durumlarda tüm dünya çapında saldırganlık, önleyici
saldırı, asimetrik saldırı vb. stratejiler yeni
sürecin politikalarıdır. Dünyadaki değişikliklere
paralel olarak oligarşi kendini buna uygun olarak
yeniden yapılandırdı.
Görüldüğü gibi Türkiye oligarşisi 1991 sonrasında
gerek emperyalizmin istemleri ve gerekse de tekelci
burjuvazisinin istemlerine uygun olarak daha aktif,
saldırgan bir politika izlemeye ve buna uygun
olarak örgütlenmeye yönelmiştir. Bu değişmeler
karşısında devrimci hareketin sorumluluğu daha
da artmıştır. Coğrafyamızın konumu bölgedeki tüm
güçler üzerinde doğrudan etki yaratabilecek bir
özelliğe sahiptir. Coğrafyamızda gerçekleştirilecek
bir devrim en başta, Kürt, Arap, Fars, Türki Cumhuriyetler
ve Balkanları doğrudan etkileyebilecek durumdadır.
Bu nedenle devrimci sosyalist hareketin bir dönem
yoğun şekilde dile getirdiği Ortadoğu Devrimci
Çemberi (ODÇ) yeniden ve yoğunluklu olarak gündemleştirilmelidir.
TC’nin ve emperyalizmin saldırganlığına karşı
bölgedeki ilerici, devrimci ve komünist güçlerle
ilişkiler kurup güçlendirmek ve giderek ortak
bir politik hat geliştirmek her zamankinden daha
büyük bir önem taşıyor.
I.II. Türkiye Kapitalizmi, Ekonomik, İdeolojik,
Politik Bir İflas Yaşamaktadır
Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye kapitalizmi,
son 15 yılda önüne çıkan fırsatlara karşın, ekonomik,
ideolojik ve politik bir iflas yaşamaktadır.
-Ekonomik iflas: Türkiye burjuvazisi 1960 yılından
24 Ocak 1980’lere kadar ithal ikameci bir kalkınma
modeli izlemiştir. İthal ikameci model ilk olarak
1968’de -kar oranlarında düşme eğilimi ortaya
çıkarak- yara almış, 1970’li yılların ortalarında
tıkanmıştır. İthal ikameci model tüketim, montaj
ve yarı mamul üretimin iç pazar için yapıldığı
bir modeldir. Teknoloji ve hammadde açısından
ise emperyalizme bağımlıdır. Bu ekonomi politika,
ithalat ihtiyacını (özellikle teknoloji ve petrol)
karşılamak için sürekli dövize gereksinim duyar.
Bu gereksinimlerini turizm gelirleri, tarım ürünleri
hammaddeler ve işçi dövizleri ile karşılamaya
çalışır. Ama bu gelirler hemen hemen hiçbir zaman
yetmez. Bunun sonucu ödemeler dengesinde sürekli
bir açık yaşanır ve bu açık dış borçla kapanmaya
çalışılır.
1968’lerde başlayan 1971, 12 Mart darbesiyle işçi
sınıfı ve emekçilerin ücretlerini kısarak geçici
olarak atlatılan kriz daha boyutlu bir tarzda
1970’li yılların ortalarında toplumsal ve siyasal
krize yol açarak açıga çıkar. Türkiye kapitalizminin
krizini iki olgu besliyordu: Birincisi, kapitalizmin
gelişimi içinde ortaya çıkan kâr oranının düşme
yasası; üretimde sabit sermayenin oranı arttıkça
kar oranı eğilimsel olarak düşer. İkincisi sınıf
mücadelesinin etkileri.
1980’li yıllar emperyalistlerin yeni ekonomik
politikalar arayışının olduğu yıllar olmuştur.
Daha önce uyguladıkları Keynesçi ekonomik politikalarının
iflası onları yeni arayışlara sürüklemişti. Ortaya
çıkan yeni politikanın adı Neo-liberal politikaydı.
Keynesçi ekonomik politika reel sosyalizmin de
etkisinden korkarak ‘sosyal devlet’, ‘refah devleti’
anlayışı çerçevesinde sosyal harcamalarını artırmak
zorunda kalmıştı. 1945-1970 yılları arasında işçi
sınıfının ve emekçilerin yükselttikleri mücadeleleri
de dikkate aldığımızda emekten yana olan kesimlerin
kazanımları (ekonomik ve çalışma koşullardaki
düzelmeler) azımsanmayacak bir noktaya gelmişti.
Tüm bu gelişmeler sonucu sermayenin kar oranı
gerilemiş ve kaynak sorunu açığa çıkmıştı. Sermaye
açığa çıkan bu krizi aşmak noktasında -1980’lerde-
monaterist (sıkı para politikası) politika uygulamaya
karar verdi. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher
bu politikanın vazgeçilmez aktörleriydi.
Monaterist politikanın esası “sosyal devlet”in
tasfiyesi ve emekçilerin ücretlerine saldırıyı
ifade ediyordu. Buna göre sağlık, eğitim, sosyal
güvenceler, kültür vb. harcamaları kısıtlamayı,
giderek ortadan kaldırmayı hedeflerken özelleştirme,
sendikasızlaştırma gibi saldırıları gündeme getiriyordu.
Dünyada böylesi bir sürece girilmişken Türkiye
de 1960’lardan beri uygulana gelen ithal ikameci
politika tıkanmış ve yeni arayışlara girilmişti.
Dışa dönük büyüme politikası emperyalistlerin
çıkarlarına uygun düşmekteydi. Kriz koşullarında
kaynak transferini derinleştirecek bir modeldi.
Emperyalistler bu yolla, hem ücret ve maliyetini
düşük tutabilecek, hem de ithal kısıtlamalarının
ve yasakların kaldırılmasını saglayacak emperyalist
ülkelerin ihracatına konan engelleri aşabileceklerdi.
Böylece hem uluslararası sermayenin hareket alanı
genişleyecek hem de uluslararası bankalar etkinliklerini
artıracaklardı.
12 Eylül askeri faşist darbesiyle uygulanan bu
ekonomik politika işçi ve emekçi sınıfların yoksullaşmasını,
sendikal ve siyasal örgütlülüklerinin dağıtılmasını,
taşeronlaştırmanın, işsizliğin ve köşe dönmeci
mantığın geliştirilmesini orta sınıfların erimesini
... gündeme getirmiştir.
Türkiye kapitalizminin son 25 yılına baktığımızda
şurası açıkça görülmektedir ki, a- 1980’den günümüze
değin olan süreç, 1960-1980’lerin tersine güçlü
bir toplumsal muhalefetin (1989 sonrası Kürt ulusal
hareketinin dinamizmi dışında) olmadığı ve devrimci
güçlerinde (devrimci sosyalist hareket de dahil
olmak üzere) varolan muhalefete ve direnme dinamiklerine
öncülük edecek bir konumu yakalayamadığı bir süreçtir.
b-Reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı pazar
olanaklarına karşın Türkiye kapitalizmi krizini
aşamamıştır.
İdeolojik iflas: Türkiye kapitalizminin iflası
sadece ekonomide değil, ideolojik alanda da kendini
göstermiştir/göstermektedir. Kemalist Cumhuriyetin
üzerinde şekillendiği “sınıfsız, kaynaşmış tek
ulus”, “laik devlet” anlayışı son yıllardaki gelişmelerle
paramparça olmuştur.
En başta Kürt halkının 1984 sonrası yükselttigi
mücadele “kaynaşmış tek ulus” anlayışını tuzla
buz etmiştir. Kürt gerçekliğinin inatçı tarzda
kendini dayatması sonucu en kör gözler, en sağır
kulaklar dahi onu görmek ve duymak zorunda kalmıştır.
Öyle ki, bir dönemin en şoven, faşist siyasal
aktörlerinden Türkeş, “Türk, Kürt kardeşliğinden”,
Demirel “Kürt realitesini tanımaktan”, Baykal,
“Kürt sorununu çözmek için özel politikalardan”
bahsetmişlerdir. Kürt hareketinin ‘Demokratik
Cumhuriyet’ ekseninden sonra sorunun burjuva çözümü
noktasında sesler eskiye göre yükselmiştir. Tüm
bu gelişmeler 85 yıllık inkar ve bu inkar üzerinde
şekillenen ideolojik argümanların çöküşünün açık
kanıtlarıdır.
Kemalist Cumhuriyetin ideolojik dayanaklarından
biri olan laiklik gerçek anlamı boşaltılarak uygulandı,
yani aslında hiç uygulanmadı. TC’nin her zaman
bir dini ve mezhebi olagelmiştir. Bunun dışındaki
din ve mezhepler hep baskı altında tutulmuştur.
1930’lu yıllarda din temelli okullar kapanırken,
1950’lerden sonra yeniden açılmıştır. Özellikle
12 Eylül askeri faşist cuntasının iktidara gelmesinden
ve devrimci hareketin ağır darbeler yemesinin
ardından (emperyalizmin yeşil kuşak projesine
de uygun olarak) tarikatların önü bizzat devlet
tarafından açılmış, işçi, emekçi ve yoksul semtlere
doğru yönlendirilerek devrimci hareketin yenilgisiyle
oluşan boşluğu doldurmuşlardır.
Devletin sözde laiklik, esasta ise sunni islamı
(hatta sunnilik içinde de hanefi mezhebini) devlet
dini olarak kabul eden yaklaşımı ve bu temelde
tüm kesimleri asimile etme ve zorla birleştirme
çabası özellikle Alevilerin 1980 sonrası uyanışıyla
paramparça olmuştur. Özellikle Kürt ulusunun ulusal
demokratik taleplerini güçlü biçimde dile getirmesi,
Alevi kitlelerinde de yüzyıllardır süren dinsel
ezilmişliğe tepkilerin açık biçimde ortaya konması
için güç ve moral yaratmıştır. Alevi dinsel kimliği
kendini açıkça ifade etmeye başlamış, kurumsal
yapılar oluşmuştur. Kentlerdeki nüfusları artan,
bir orta sınıfı oluşan Alevi kitleler, değişik
cephelerde kendi inanç özgürlüklerini dile getirmeye
başlamışlardır. 1960-70’li yıllarda yani kentlileşmenin
henüz ilk basamaklarında iken Alevilerin çok az
bir kısmı kendisini doğrudan Alevi kimliği ile
ifade etmiş, küçük Alevi orta sınıfı TBP gibi
sınırlı bir politik örgütsel varlık geliştirebilmişlerdir.
Aleviler bu süreçte daha çok devrimci hareketler
tarafından örgütlü kılınmışlardır. 1980 sonrası
kentlerde büyüyen Alevi nüfus, büyükçe bir orta
sınıfta yaratmıştır. Bu orta sınıf kendini daha
cesur biçimde ifade etmiştir. Pir Sultan dernekleri,
Alevi Bektaşi dernekleri ve Cemevleri bunun örgütsel
ifadesi olmuştur. Devrimci hareketin zayıflaması,
bu dinsel örgütlülüklerin yoksul Alevileri de
belirli ölçüde toparlamalarını sağlamıştır. Böylece
sistemin 70 yıllık sunni islam kimliğini dayatma
yaklaşımı dökülmüştür.
Bunların yanı sıra, eğitimde derslerin içeriğinin
dinsel doğmalarla doldurulması, imam hatiplerin
yaygınlaştırılması, vb. unsurlar, dinci hareketlerin
egemenlerin istediği sınırların çok ötesine geçmesine
zemin hazırlamıştır.
Böylece, TC’nin kurucu ideolojik çizgisi Kürtler
ve Aleviler açısından ciddi biçimde geçersizleşmiştir.
Kemalist Cumhuriyetin ideolojik dayanaklarından
birisi olan “sınıfsız” toplum anlayışı yıllardır
kimse tarafından savunulamaz duruma gelmiştir.
Türkiye kapitalizminin ulaştığı seviyenin sonuçları
nedeniyle en katı Kemalistler bile bugünkü Türkiye’nin
toplumsal yapısının sınıflardan oluştuğunu kabul
etmek durumunda kalmaktadır. Gerek yukarıdaki
gelişmelere, gerekse YDD’nin ortaya atılmasıyla
yapılan düzenlemeler sonucu, burjuva kesiminin
bir kanadı artık, devleti eski yöntemlerle yönetmenin
mümkün olmadığını bu nedenle Kemalist Cumhuriyet
anlayışının tükendiğini, devletin yeniden dünyadaki
gelişmelere daha uygun, dinamik hale getirilmesinin
zorunlu olduğuna dikkat çekmektedir.
Türkiye kapitalizmi politik olarak da iflası yaşamaktadır.
Eski burjuva partilerine olan güven çoktan yitirildi.
Dün iktidarda olanlar DSP, ANAP gibi partiler
tarihe karışıyor. DYP, MHP belli bir oy potansiyelini
korusa da eski güçlerini yitirmiş durumdadırlar.
Sözüm ona sosyal demokrat olan CHP içten içe kaynıyor.
% 10’luk barajı aşsa da eski gücünü büyük oranda
yitirmiş durumda. İktidara getirilen AKP, denenmemişliğin
fırsatını kullanarak iktidara geldi. Ancak icraatları
ortada: İşçilerden, emekçilerden yana bir şey
yapmamıştır. Kürt sorunu konusunda aldatma eksenli
“radyo ve TV’de yarım saat Kürtçe konuşulması”
dışında bir şey yapmamıştır. Sonuç olarak burjuva
partileri ve kurumları hızlı bir şekilde aşınmakta
ve tüm inanırlıklarını yitirmektedirler.
Emekçiler açısından iktidara gelen tüm partilerin,
icraatları değil sadece isimleri değişmiştir.
Neo-liberal politikaların uygulanması, işsizlik,
özelleştirme, zam, zaten sınırlı olan sosyal hakların
gaspı, reel ücretlerin düşürülmesi, ...vs. Son
on yılda işçi ve emekçi sınıfların ulusal gelirlerden
yararlanabilme olanakları giderek azalmıştır.
Aynı dönemde sermayenin karları iyice artmış kazanç
pastasının % 75’ine sahip hale gelmiştir. Bu kârlar
da ağırlıklı olarak üretim dışı alanlardan elde
edilmektedir. Bu süreçte yatırımlar düşmüş, küçük
ve orta ölçekli sanayi çökmeye yüz tutmuştur.
Sermeyenin özelleştirme saldırısı, küçük ve orta
ölçekli sermayenin çöküş süreciyle bütünleşince
işsizlikte büyük artış göstermiştir.
Özetle; emperyalizme bağımlı kapitalizm dış destekle,
sürekli kriz içinde yaşamaktadır. Kriz yapısaldır;
ve devrimci durumu üretmektedir. Krizi derinleştirecek,
yeni sömürgeci kapitalizmin ürettiği sorunları
çözecek tek seçenek devrimdir. Devrimci hareketin
ve devrimci sosyalizmin kitlelere mesafeli konumu,
KUKM’nin İmralı süreci ile yaşadığı tasfiyecilik
ve burjuva liberal çözüm arayışı, egemen sınıfların
kriz içinde varlığını sürdürmesinde elini güçlendiriyor.
Toplumsal çürümenin, kriz ve devrimci hareketin
geriliği ile doğrudan ilişkisi biliniyor. Krizin
çözümü devrimdir; kapitalizmin alternatifi sosyalimzdir.
I. III. Sınıf Hareketindeki Gelişmeler
1980 sonrası sınıf hareketini belirleyen bir kaç
nokta üzerinde durulabilir: Birincisi, emperyalizmin
ve işbirlikçilerinin 24 Ocak 1980’lerde dayattıkları
politikanın en önemli amaçlarından biri sınıf
hareketinin etkisizleştirilmesiydi. 24 Ocak kararlarının
bir ayağı sınıfın mücadele ile kazandığı ekonomik
ve çalışmayla ilgili hakların gasp edilmesini
hedefliyordu. İşçi sınıfı 12 Eylül 1980’lere kadar
bu politikalar karşısında önemli direnişler sergilemiştir.
Tariş, Adana Tekel, Mersin Soda,.... grevleri
bu dönemin önemli direnişleriydi.
Ancak 12 Eylül askeri faşist cuntasının iktidara
el koymasından sonra ülke çapında başta grevler
olmak üzere her türlü direniş ve hak isteme yasaklandı.
İşçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının belirlenmesi
noktasında 9 kişiden oluşan Yüksek Hakem Kurulu
oluşturuldu. Bunlarin üç tanesi sermaye örgütleri,
3 tanesi hükümet ve kalan üç tanesi de cunta işbirlikçisi
Türk-İş tarafindan belirlenmiştir. Böylece işçi
sınıfı önemli hak gasplarına maruz kaldı.
İkincisi, işçi sınıfının öncü kadroları cunta
tarafından biçildi. Türk-İş dışındaki sendikalar
kapatıldı, yöneticileri gözaltına alındı, ilerici
devrimci öncüler ya işten atıldı ya da göz altına
alınarak cezaevlerine konuldu. Genel baskı ve
yasaklamaların öncü işçilerin biçilmesiyle tamamlanması
sınıf hareketini olumsuz etkiledi. Bu gelişmeler
sonucu 12 Eylül 1980 ile 1984 arasında herhangi
bir grev yaşanmadı. 24 Ocak’ı siyaseten tamamlayan
12 Eylül döneminde dayatılan özelleştirmeler ve
son olarak da reel sosyalizmin yıkılmasının ardından
boyutlanan özelleştirme saldırısı da öncü işçilerin
biçilmesinde etkili oldu....
Üçüncüsü, çeşitli etkenlerin sonucu olarak 1984’ler
sonrasında sınıf hareketinde bir canlanma yaşanmaya
başlar. 1989 Bahar eylemlilikleri ve doruk noktası
Zonguldak ve hemen ertesinde yaşanan “genel grev”dir.
Ancak yükselmeye başlayan sınıf hareketinin kendiliğindenciliği
aşamaması ve aynı dönemlerde reel sosyalist ülkelerde
yaşanan gelişmeler sınıf hareketini büyük oranda
olumsuz etkiledi. Siyasi öznelerin mevcut tabloyu
etkilemekten uzak oluşları ve gelişmeye başlayan
tasfiyeciliğin sınıfı da etkilemesi, sınıf hareketının
zayıflamasına neden oldu.
Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan
biri de, 1980 sonrası işçi sınıfının yapısıyla
ilgilidir. 1980’lerde oluşan işçi kuşağı büyük
oranda 12 Eylül’ün etkilerini yaşamış, bunun sonucu
örgütlülüğe mesafeli yaklaşan kesimlerden oluşmuştur.
Bu etken esnek üretim ve özelleştirme saldırılarıyla
bütünleşince sınıfın hareket alanı iyice daraltılmıştır.
12 Eylül sonrası yaşanan göç iki farklı etkenden
kaynaklandı. Birincisi izlenen ekonomik politikanın
ihracata dayalı olması, küçük ve orta kesimlerin
yaşamlarını çekilmez hale getirmiş, bunun sonucu
yeni bir göç dalgası yaşanmıştır. İkincisi, Kürt
hareketinin geliştirdiği atağı önlemek noktasında
binlerce köyün boşaltılması sonucu yaşanan göçtür.
Birincilerinin 12 Eylül’ü yaşamaları ve onun etkilenmesi
sonucu siyasete ve örgütlülüğe uzak durmaları,
İkincilerinin bir kısmı ulusal hareketin yaptığı
atılımdan etkilenmelerine karşın, etki ulusal
boyutla sınırlı kalmıştır.
Yeni girilen 2000’li yıllara sınıf, önceki süreçlerin
tüm olumsuzluklarının toplamını biriktirerek girdi:
En başta sınıf örgütlülükleri büyük oranda dağılmış,
ideolojik zeminde ufuk çizgisi kırılmış, öncü
işçi diyebileceğimiz kadrolar ya sistem tarafından
biçilmiş ya da emekli olmuş, ekonomik sosyal kazanımlarının
önemli bir bölümünü kaybetmiştir.
Tüm bu gelişmeler sınıf hareketinin yaşadığı sorunların
aşılmasının zorunluluğunu da dayatmaktadır.
Yazımızın bir bölümünde değindik, yinelemekte
yarar var: 1970’ler sonrası başlayan ve 1990’larda
egemen olan yeni ilişkiler sınıf içinde ayırımı,
çelişkileri artırmıştır. Sınıf içinde kalifiye
olan ve daha çok büyük fabrikalarda (ya da işletmelerin
merkezinde) çalışan işçiler diğer işçilere göre
adeta ayrıcalıklı konumdadır. Sendikal örgütlülükleri
ve aldıkları ücretler, taşeron işçilerle, fason
üretim yapanlarla karşılaştırılmayacak düzeyde
yüksek olmaktadır. İşsizliğin had safhada olduğu,
ücretlerin minimum düzeye düşürüldüğü bir koşulda
bu kesimler yaşanan krizlerden daha az etkilenmektedirler.
Sınıf hareketine karşı daha mesafelidirler. Ortaya
çıkan sorunları “uzlaşma yoluyla” çözmeye daha
yatkındırlar,...vb.
Oysa, sınıfın büyük bir çoğunluğu ya işsiz ya
da böylesi haklardan yoksun durumdadır. Sınıfın
ezici bir çoğunluğu, sendikal örgütlenmeden uzak
asgari ücret üzerinden çalışmaktadır. Çalışma
koşulları ağırdır. Çoğu zaman ödenmeyen (ya da
çok düşük tarzda ödenen) zorunlu mesailer dayatılmaktadır.
Bir çok yerde sigortasız tarzda çalışmaktadır.
İşsizliğin bu düzeyde yaygın olduğu bir süreçte
işten atılmak tehdidi demoklasin kılıcı gibi başlarının
üzerinde sallandırılmaktadır.
Bu tablo içinde sınıf hareketini yeniden geliştirmek
önemli bir sorun olarak sol hareketin karşısında
durmaktadır. Bu doğrultuda farklı yönelimlerin,
çabaların olduğu biliniyor.
Bugün sisteme karşı tepkinin en yoğun oldugu yerler,
sistemin en küçük krizlerinden bile etkilenip,
ücretleri daha da düşürülen, çalışma koşulları
ağırlaştırılan, işsizligin en yoğun olduğu ya
da işten atılma riskini en çok yaşayan kesimlerin
yaşadığı alanlardır. Bu kesimin dağınık olması,
bilinç öğesinin geriligi, nispeten örgütlülüge
kapalı oluşu gibi zayıflıkları olduğu da biliniyor.
Örgütlenme açısından saydığımız olumsuzluklara
karşın, sınıf hareketini geliştirmenin ilk basamağını
sanayi havzalarıyla işçi-emekçi mahallelerinin
iç içe geçtiği alanlarda yaratmak büyük önem taşıyor.
Esnek örgütlenmeler üzerinden dinamik kesimlerle
bağları geliştirmek, örgütlemek ve ileri noktalara
taşımak devrimci bir işçi hareketi yaratmanın
ilk ayağını oluşturmalıdır. Gerek coğrafyamız
solunun ve gerekse Güney Kore ve Latin Amerika
solunun biriktirdiği deneyimler sentezlenmelidir.
I. IV. Sendikal Hareketteki Gelişmeler
Günümüzde sendikal hareket 1945-1970 yıllarının
tersine tüm dünyada eğilimsel bir düşüş yaşamaktadır.
Oysa, 1945-1970 yılları arasında sendikal hareket
güçleniyordu. Bu gelişmenin iki ayağı vardı. Birincisi,
emperyalist kapitalist sistemin karşısında güçlü
bir sistemin ortaya çıkışı emperyalistlerin “sosyal
devlet” anlayışını geliştirmelerine neden olmuştur.
Emperyalist kapitalist sistem, “sosyal devlet”
anlayışı çerçevesinde çeşitli sosyal haklar vermenin
yanında devletin sendikalara yardım etmesini gündeme
getirmişti. Dolayısıyla sendikalar bizzat devlet
tarafindan desteklenen kurumlar konumundaydı.
İkincisi, emperyalist kapitalist sistem daha çok
içe yönelik bir üretim yapıyordu. Keynesçi ekonomik
model içe yönelik üretimi esas alan bir özelliğe
sahipti. İçe dönük üretilen malların alınabilmesi,
bunu alabilecek geniş kitlelerin olmasını zorunlu
kılıyordu. Özellikle dayanıklı tüketim maddelerinin
tüketilebilmesi için sınıfın aldığı ücretlerin
yükseltilmesi zorunluydu. Sınıfın/ sendikaların
yoğun mücadelesi ile devletin ‘sosyal devlet’
anlayışı kesişince sınıfın alım gücü ve kazandığı
hakları doruk noktasına gelmiştir. Bu etkenler
1945-1970 yılları arasında sendikal hareketin
daha da güçlenmesine neden olmuştur.
1970’ler sonrası sendikal hareket eğilimsel düşüş
yaşamaya başladı. Bu olumsuzluk dört zeminden
beslenmektedir.
Birincisi, emperyalistlerin üretim süreçlerinde
yaptıkları değişikliklerdir. Özellikle 1970’lerden
sonra esnek üretimin yaygınlaştırılmasıyla sendikasızlaştırma
süreci arasında doğru bir orantı vardır. Esnek
üretimle birlikte parça başı üretim, yarı süreli
çalışma, geçici çalışma, düzensiz çalışma, sözleşmeli
çalışma, evde çalışma ve taşeronlaştırma yaygınlık
kazanmıştır. Taşeronlaştırma büyük oranda sendikasızlaştırmayı
dayatırken; üretim sürecinin parçalanması ve parça
başı üretim de işçi sınıfının dağınık yerlerde
küçük parçalar halinde tutulmasını gündeme getirmiştir.
Sınıfın bu şekilde parçalanması sosyal devletin
olmazsa olmaz kazanımları sayılan emeklilik, sağlık,
işsizlik yardımı, iş güvencesi birer birer ortadan
kaldırılmaya başlanmıştır. Bugün için esneklik
güvence kaybı anlamına gelmektedir. Bu durum hem
maliyet düşürücü ve hem de örgütsüzlüğü besliyor.
İkincisi, Keynesçi ekonomik politikanın tıkanmasıyla
izlenmeye başlanan Friedmancı ekonomik politikalardır.
Monaterist politika veya başka deyişle neo-liberal
olarak da ifade edilen bu politikalar işçi sınıfının
kazanımlarını birer birer ortadan kaldırmayı hedef
alan politikadır. Esasen yukarıda sözünü ettiğimiz
esnek üretim modeli de neoliberal ekonomik politikaların
bir bileşenidir. Sosyal hakların ortadan kaldırılması,
özelleştirme, sendikalara saldırı, sendikalara
verilen devlet yardımlarının kesilmesi ya da azaltılması
gibi saldırıları ifade ediyordu.
Türkiye’de de 24 Ocak 1980’lerle birlikte Friedmancı
ekonomik politika izlenmeye başlanmıştır. Bu politikanın
bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde uygulanabilmesi
ancak askeri faşist cuntalarla olabilirdi. Latin
Amerika ve Uzak Asya ülkelerinde olduğu gibi...
Bu politikanın sınıf açısından ilk icraatları
sendikaları kapatması oldu. İşçi sınıfının önemli
sendikal örgütü DİSK ve ilerici bağımsız sendikalar
kapatılmış, grevler de yasaklanmıştır. İşçi sınıfının
en örgütlü oldukları alanlar özelleştirme ve buna
bağlı olarak işten atılmalarla birlikte sendikal
harekete ağır darbeler indirilmiştir.
Üçüncüsü, 1990’larda reel sosyalizmin yıkılışının
yarattığı sağ dalga, dünya genelinde olduğu gibi
ülkemizde de sınıf hareketini büyük oranda olumsuz
etkiledi. Türkiye’deki devrimci hareketin ideolojik
gıdasını büyük oranda reel sosyalizmden alması,
kendini onlara göre belirlemesi yıkılış sürecinde
ideallerinde, ufuk çizgisinde bir kırılma yarattı.
O güne kadar referans olarak gösterilen ülkelerin
yıkılışı, sınıf hareketi üzerinde daha büyük bir
olumsuzluk yarattı. 12 Eylül askeri faşist cuntasının
yarattığı fiziki tahribat ideallerdeki tahribatla
bütünleşince sınıf hareketinde ciddi bir gerileme
yaşandı.
Geçen yirmi beş yıldaki nüfus artışına rağmen
sendikal hareket, nicelik ve nitelik olarak zayıflamıştır.
Örnegin günümüz Avrupa’sında sendikalaşma oranı
% 8-11 oranlarda seyrediyor. Türkiye’de bu durum
daha geri noktalardadır. DISK-AR’in yaptığı araştırmalar
bunları ayrıntılı olarak somutlamaktadır.
Sendikal hareketin gerilemesinde sayabileceğimiz
bir etken de, (dördüncü olarak) sosyalist güçlerin
sendikal saldırı karşısında yeterli bir politika
geliştirememeleridir. Yukarıda saydığımız olumsuzlukların
da etkisiyle uluslararası boyutta gelen saldırı
karşısında yine uluslararası boyutta bir karşı
çıkış gerçekleştirmeleri bir yana, böyle bir perspektife
bile sahip değillerdir.
Sorun esas olarak da, işçi sınıfının nesnel yapısındaki
değişimleri, ortaya çıkan sınıf yapısının sorun
ve istemlerini, buradan birleşik devrimci bir
sınıf hareketi çıkarmanın yollarını vb. bütünlüklü
olarak çözümleyen bir devrimci yaklaşımın geliştirilememesidir.
Kısacası, devrimci güçlerin emperyalist sistemdeki
degişiklikleri saptamada ve onlara karşı tavır
almada yetersiz kalmaları sendikal hareketin gerilemesinin
bir diğer nedenidir.
Sendikal harekete bakış anlamında Türkiye devrimci
hareketi DİSK’i aşabilecek bir örgütlenme perspektifine
sahip olamadı. Türkiye’deki devrimci yapıların
büyük bir kısmı tarafından DİSK, işçi sınıfının
sınıf sendikacılığını yürüten sendikası olarak
görülmüş dolayısıyla sendikal perspektifi yeni
DİSK’ler yaratmanın ötesine taşamamıştır. Bu ise,
sınıf sendikacılığının karşısına reformizmi geçirmek
anlamına gelmektedir.
Tüm bu olumsuzlukların sonucunda bugün işçi sınıfı
sendikal ve politik açıdan önemli ölçüde örgütsüzdür.
Bugün için dikkat çekmek istediğimiz bir nokta
da, sendikalıların büyük bir kısmının büyük fabrikalardaki
kadrolu işçiler olduğu ve sendikalı olmanın adeta
ayrıcalıklı hale getirildiğidir. Büyük fabrikalardaki
sendikalı işçilerin aldığı ücret, aynı fabrikalarda
ve hemen hemen aynı işi yapan taşeron işçilerinin
aldığı ücretin birkaç katına ulaşabilmektedir.
Bu gelişmeler egemen güçlerin sınıf ve sendikalar
üzerinde daha rahat oynamalarına neden olmaktadır.
Ne yazık ki, günümüzde sendikalar büyük oranda
sınıfın tepkisini boşaltmasının araçlarına dönüşmüştür.
Bundan dolayı, yeni bir sendikal hareketin örgütlenmesi,
hem sınıfın nesnel konumundan, hem de sendikal
hareketin yaşadığı krizden çıkış için zorunludur.
Kendini sadece büyük işletmelerle sınırlamayan,
yeni işçi kitlelerine güçlü biçimde yönelen, işçi,
yarı-işçi, işsiz tüm proletaryayı işyerlerinde
ve yaşam alanlarında kucaklayan bir tür emek cephesi
olarak gelişecek, kendini ücret politikalarıyla
sınırlamayan, hayatın bütününe ilişkin işçi sınıfının
devrimci bir güç olması doğrultusunda politika
geliştirerek yönelen bir sendikal hareketin yaratılması,
sendikal mücadeledeki temel hedef durumundadır.
Taban örgütlülüğü işte sınıf bu perspektifle kendiliğindencilikten
kurtulur, devrimci rolünü oynayabilir. Bugün sınıf
hareketi ile sosyalist hareket aynı kanalda buluşamamıştır,
aralarındaki mesafe bir hayli açılmıştır. Kitle
hareketinin geliştiği kimi süreçlerde, örneğin
1968-70 veya 1975-80’ler de, bu mesafe kısalsa
da, sosyalist harekette yaşanan gerileme ve kırılmalara
paralel bu mesafenin büyüdüğü gerçektir. Yukarıda
ifade ettiğimiz gibi bu mesafenin nesnel nedenleri
vardır; ama öznel, yani sosyalist harekete ilişkin
hata ve zaaflar vardır ve asıl sorunda buradadır.
Bu sorunun gündemleşmesi gereken ilk ve ana maddesi,
proletarya partisinin yeniden inşasıdır.
YENİLENME VE PARTİ
Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Rusya koşullarında
öncü konuma gelmesi esas olarak dört temel halkayı
doğru yakalamalarıyla bağlantılıdır. Birincisi,
dönemlerine kadar geçen 50 yıllık sosyalizm mücadelesinin
eleştirisi, ikincisi, Rusya özgülündeki Narodniklerin
ve Legal Marksistlerin mücadelesinin eleştirisi,
üçüncüsü, dünyanın içinde bulunduğu koşulların
doğru bir tahlilidir. Dördüncüsü ise, sayılan
üç nokta temelinde örgütlenmesinin güncel bir
sorun olarak ele alınması ve buna bağlı olarak
stratejik mücadele hattının belirlenerek harekete
geçilmesidir. Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler,
temel halkalar üzerinde yoğunlaşırlarken dünyayı
yorumlamak amacıyla değil, değiştirmek için ele
alıyorlardı. Dünyanın değiştirilmesi mücadelesi,
en başta hedefe kilitlenen devrimci komünist bir
partiyi gerekli kılıyordu... Örgüt silahından
vazgeçmek, niyetten bağımsız olarak aydın, yarı
aydın durumuna dönüşmek, dünyayı sadece yorumlamakla
eş anlamlı hale gelecektir. Oysa Marks’tan bu
yana asıl olanın dünyayı değiştirmek olduğu biliniyor.
Biz Lenin’in yenilenme mantığını temel alıyoruz.
Örgütlü bir zeminde yapılmayan bir yenilenmenin
sonuçlarına varması olanaksızdır. Sol hareket
uzun zamandır yenilenmeden bahsetmesine karşın
-ve hatta kimi noktalarda yenilenme sağlamasına
karşın- bunun gerektiği sonuçlara varamamıştır.
Zira yenilenme yukarıda belirttiğimiz noktalardan
birinin ya da bir kaçının ihmali üzerinden yapılmaya
çalışılmıştır.
Sol yapıların yenilenme söylemi, örgütsel olarak
büyük oranda tasfiye oldukları, ya da örgütsel
bölünme yaşadıkları süreçlerde gündeme geldiği
için sorunlu bir yenilenme olarak ortaya çıkmıştır.
Sorunlu bir yenilenme olarak nitelendiriyoruz;
çünkü, yenilenmenin ufku hareketin yaşadığı bunalımın/tasfiyenin
sonuçlarının bertaraf edilerek örgütün yeniden
organize olması ile ya da içinde çıkılan hareketin
eleştirisi ekseninde yürümektedir. Yani soruna
bütünsel bakışla değil, tamamıyla pratik olarak
önüne çıkan sorunun çözümü temelinde bakış söz
konusudur. Pratik olarak kendini dayatan sorunun
çözümüne ilişkin fikir ve pratik de genelden değil,
bulunduğu konum üzerinden üretilmeye çalışılmaktadır.
Oysa bulunduğu konum sorunu üreten bir konum olduğu
için sorunu çözememekte ve yeni sorunların kaynağına
neden olunmaktadır. Belki sorunun kimi noktalarına
vursa da bütünsel olmaktan uzak kalmaktadır. Çoğu
örnekte, yenilenme istem ve söylemi bir sürü tasfiye
süreçlerinden geçilerek varılması gereken noktaya
ulaşabilmektedir. Ancak bu kesimler örgütsel mekanizmaları
büyük oranda tasfiye olduğu için niyetten bağımsız
olarak, yenilenme sorunu aydın, yarı-aydın kesimlerin
etkisiz girişimleri olarak gündeme gelmektedir.
Tüm bunları dikkate aldığımızda yenilenmenin çerçevesini
belirlemek zorunlu hale gelmektedir. Bizim buna
ilişkin referans kaynağımız Lenin ve Bolşevikler
olacaktır.
Parti Konusunda Yenilenmeyi Lenin’den Öğrenmek
Bolşevik parti anlayışı, yaşamdan süzülen dersler
ışığında ortaya çıkmıştır. Lenin’in yaşamdan çıkardığı
iki temel ders, onu Bolşevik tarzı bir örgütlülüge
götürmüştür. Bu derslerden birincisi, Narodnik
gelenegin, ikincisi; legal Marksizm’in eleştirisinden
çıkarılan derslerdir.
Lenin’in Bolşevik partiye ulaşması açısından Narodnizmin
incelenmesi/eleştirilmesi özel bir yer tutar.
Lenin, Narodniklerin örgüt anlayışından esas olarak
iki noktada yararlanmıştır: ilki, komünist bir
örgütlenmenin dar, sıkı örgütlenmiş, gizli ve
profesyonel devrimcilerden olması gerektiği; ikincisi,
Narodniklerin gösterdikleri kararlılık ve iradenin
komünist bir örgütlenme için gerekliligi. Lenin,
Narodniklerin irade ve kararlılığını her zaman
övgü ve saygıyla anarken, Çarlık polisinin baskılarını
boşa çıkaracak bir örgütlenmenin nasıl olması
gerektiği dersini almıştır.
Bilindiği gibi, 1860, 1870’lerde bile Narodnikler
halka giderek kitleleri aydınlatmamak, örgütlemek
yerine onlar adına otokrasiye karşı cüretkar eylemlikler
(bir çok vali, emniyet görevlisi cezalandırmalarının
yanında Çar’ı öldürerek cezalandırmışlardır) ortaya
koymuşlardır. Bunlardan en önemlisi Lenin’in abisini
de idama götüren Çar’a suikast eylemidir.
Lenin, Narodnikleri eleştirirken de, tek tek suikastlarla
sonuca gidilemeyecegini, toplumsal devrimin devindirici
gücünün sınıf ve sınıf mücadelesi olduğu, dolayısıyla
sınıfi örgütlemek ve sınıf hareketini yönetmek
gerektiği üzerinde durmuştur. Lenin, somut durumun
somut tahlilinden hareket ederken (çarlğk polisini
dikkate alarak) şunları belirtir: “... otokratik
bir ülkede böyle bir örgütün üye sayisini devrimci
faaliyette profesyonel olarak katılan ve siyasi
polisle savaşma sanatında profesyonel olarak egitilmiş
kişilerle ne kadar sınırlarsak örgütün açıga çıkarılması
o kadar güç olacaktır...”, “ancak islah olmaz
bir ütopyacı... otokrasi koşullarında GENIŞ bir
işçiler örgütü düşünebilir” der.
Lenin’i Bolşevik parti anlayışına götüren bir
nokta da legal Marksistlere yönelik eleştirisidir.
Legal Marksistler otokrasiye karşı savaşımın politik
degil, ekonomik olması gerektiğini ve proletaryanın
liberal muhalefet faaliyetlerine katılması gerektiğini
belirtiyorlardı. Lenin, otokrasiye karşı mücadelenin
ekonomik alanla sınırlanması ve liberal burjuvazinin
kuyruğuna takma girişiminin işçi sınıfı davasına
ihanet etmek oldugunu belirtir. Ekonomistlerin
bu yaklaşımı, yaklaşan devrimin (demokratik devrimin)
başını liberal burjuvazinin çekmesi gerektiği
üzerinde şekilleniyordu. Oysa Lenin bu anlayışa
karşı çıkıyor ve devrimin başını proletaryanın
çekmediği hiç bir devrimin sonuçlarına varamayacağını
açıklıyordu.
Ekonomistler “politikanın her zaman uysalca ekonomiyi
izleyeceği” anlayışından hareketle görevlerini
işçi sınıfına ekonomik mücadelede yardım etmek
olarak belirliyorlardı. Bu anlamıyla işçi sınıfının
kendiliğindenci hareketini ön plana çıkarıyorlardı.
Lenin ise önemli olanın kendiliğindenciliği aşmak
olduğunu belirtir. Kendiliğindenci bilinç son
tahlilde sistem içi bir bilinçtir. Oysa Lenin,
kendiliğindencilikten kopmayı devrimci parti teorisinin
başlangıcı sayıyordu. Coğrafyamız açısından sorunu
tartışırken üzerinde en başta üzerinde durmamız
gereken nokta Lenin’in yöntemidir. Lenin’i Bolşevik
örgütlenmeye götüren temel etken yaşamdan çıkardığı
derslerdir. Lenin’in Rusya gerçekliği üzerinden
çıkarttığı bu ders yenilenmeyi temel hedef olarak
koyan bizler açısından altı kalın çizgilerle çizilmesi
gereken noktaların başında gelmektedir.
Devrimin
İhtiyaçları Yenilenerek Karşılanabilir-II
Devrimin
İhtiyaçları Yenilenerek Karşılanabilir-III
|