Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

G. Onur

Türkiye ve dünya sosyalist hareketi önemli bir tarihsel dönemeçten geçiyor. Bu dönemeci belirleyen ana halka reel sosyalizmin yıkılmasıyla emperyalizmin inisiyatifi ele geçirmesi ve süreci belirler hale gelmesidir.
Her dönemeç, temel öneme sahip yaklaşımların yeniden tartışılmaya, sorgulanmaya başladığı dönemi ifade eder. Bu anlamıyla dönemeçler kişi ve siyasal öznelerin iflası kadar, yeniyi ortaya çıkarabilmenin de zeminini oluştururlar.
Yaşadığımız son on beş yıllık süreç, bir yanda reel sosyalist devletlerin, milyonlarca üyesi olan Komünist Partilerin yok olmasını gündeme getirirken, öte yanda, oluşan olumlu zemine ragmen, yeninin hala ortaya çıkarılmamış olması, dünya çapında yaşanan kargaşanın, çürümenin temel nedenini oluşturmaktadir.
Coğrafyamız solu da bu etkileri en ağır hisseden coğrafyaların başında gelmektedir. Zira coğrafyamız solu, onun öncesinde 12 Eylül yenilgisini yaşamış yeniden toparlanmaya çalışırken de, reel sosyalizmin yıkıntılarının ağırlığını yaşamıştır. Bunlar yetmezmişçesine daha yakın bir süreçte Kürt hareketinin devrimcilikten postmodern reformizme kaymasının yarattığı ağırlıkla, 19 Aralık operasyonun tüm ağırlığını iliklerine dek hissetmiştir/ hissetmektedir. Şunu söylemek abartma olmayacaktır: Coğrafyamız sol hareketi, tarihinin en geri dönemini; tarihinin en ağır sorunlarını yaşıyor.
Solun önemli bir kesimi ciddi krizlerin, darbelerin, başarısızlıkların ardından el yordamıyla ve pek çok yetersizlikle de olsa en azından yaşanan durumun vahametinin farkına varmaya başlamaktadır ve bu krizden çıkış yolları aramaktadır.
Bu noktada yenilenme kavramı merkezi bir yere oturmuştur. Aslında bu kavramın yaygın kullanılışı 1985-90’lara kadar götürülebilir. Bu dönemlerde çıkan bir çok sol dergide ön ek olarak ‘yeni’ bulunuyordu:
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra ‘yeni’, ‘yenilenme’ kilit bir kavram haline geldi. Ancak yenilikten, yenilenmeden yana olmanın gerçeği kavramak anlamına gelmediği kısa zamanda görüldü. İlk başlarda yenilenmeden en çok bahsedenlerin, yenilenmelerinin Marksizm-Leninizm’e ait tüm değerlerlerden arınma, düne ait her şeyi inkar etme gibi nihilist eksende geliştiği görüldü. Bu eğilim özellikle reformist kesimlerde ve yakın dönemde Kürt hareketinin son sürecinde yaşandı.
Dün hakkında atıp tutanların, inkar edenlerin, nihilizmi egemen kılmaya çalışanların karşısına düne takılarak, bugünü dünkü referanslarla açıklamaya çalışmanın da çözüm olmadığı görüldü, görülüyor. Geleneksel yapıların durumu da ortadadır. İnkarcılık ve bugünü dünle açıklamaya kalkışan tutuculuk ikiz kardeşler olarak karşımıza çıkmaktadır. İkisinin vardığı, varacağı yer çözümsüzlüktür.
Evet, günümüz koşullarında yenilenme merkezi bir öneme sahiptir. Yenilenmeyenin geride kalacağını, gerçekliğin nesnel duvarlarına çarpacağını belirtmek için kahin olmaya gerek yok. Yapılacak en büyük yanlışlık dünü bugünün gözüyle görmeye çalışmak ya da dünü tümden inkar etmektir. Sol literatürde yapılan degerlendirmelerde her iki egilime yaygın bir şekilde rastlanılmaktadır.

Yenilenme ve Sol
Sol hareketin yenilenme söyleminin 1986-90’lara kadar götürülebileceğini ve bu dönemde çıkan bir çok derginin “yeni” ön ekiyle kendini ifade ettiğini görürüz: Yeni Açılım, Yeni Öncü, Yeni Çözüm, Yeni Demokrasi, ..., gibi. Burada kastedilen “yeni”nin dağılan yapının “yeni”den organize olması mı, yoksa kendinin sürece uygun “yeni”lenmesini mi ifade ettiği tartışılır olsa da, yeni ve yenilenme söylemi coğrafyamız solunun terminolojisine girmiş oluyordu.
Gorbaçov’un iktidara gelmesinden sonra yenilenme söylemi özellikle SBKP’yi merkez gören hareketlerde temel söylem durumuna dönüştü. Gorbaçov önderligindeki SBKP’nin tezleri ortalığı hızla kaplamaya başladı. Moskova’da yagmur yağdığında coğrafyamızda şemsiye açanlar hemen bu tezlerin adaptasyonunu yaptılar. Bu tezleri kısaca şöyle özetlemek mümkün:
“Dünyamız ve çağımız değişti.”
“Proletarya diktatörlüğü artık geçerli değildir”
“Proletarya artık devrimlere öncülük edemez; çünkü, artık klasik proletarya tarih oldu. Bilgisayar teknolojisi değişti, sınıfı değiştirdi; proletaryanın çıkarı artık devrimde değil”
“Devrimler tarihe karıştı”,
“Politikanın bir aracı olan savaş tarihe karıştı.”,
“Bolşevik tarz örgütlenme artık geçerli degildir, Bolşevik örgütlenme ‘monolitik’ bir yapıdır ve çağa uygun degildir; bunun yerine legal, hizipleri kabul eden geniş birleşik bir parti olmalıydı”
“Marksizm-Leninizm bir bilim değildir”
“Demokrasi için mücadele temel alınmalıdır. (...) vb. vb. (Burada kastedilen demokrasi şüphesiz sistem içi bir demokrasidir)
Tüm bu söylemlerin arka planını “dünyanın, çağın değiştiği” yaklaşımı oluşturmaktaydı. Değişen çağ ve dünyada artık sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmacılığı savunuluyordu. Dönemin popüler söylemiyle ifade edecek olursak şunlar deniliyordu: “Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Ya hep birlikte batacağız ya da hep birlikte hareket ederek gemiyi kurtaracağız” biçimindeydi. Ve tabi ki bu yaklaşımın doğrudan sonucu; geminin batmasını istemiyorsak (istemek de bozgunculuk olurdu) sınıflar, mücadele etmeyi bir yana bırakarak uzlaşmalı ve gemiyi batmaktan kurtarmalıydı...
Dönemin TBKP’si (TKP ve TİP’in birleşmesinden oluşan reformist parti) dünyadaki rüzgarı da arkasına alarak “Yeni Açılım”ıyla, “Dünyaya Bakış”ıyla, sonraları “Marksizm ve Gelecek”iyle bu tezleri gündemleştirdi. Çok geçmeden tasfiyecilik anaforuna 12 Eylül öncesinin devrimci yapılarını; Dev-Yol, Kurtuluş, TKEP, ..., gibi hareketleri de yanına çekti ve ÖDP’ ye evrilecek bir sürece girildi. İlk başlarda sol içinde önemli bir anafor da yarattılar ve çok farklı eğilimlerden gelen kadroları yasal bir parti içinde birleştirdiler. Aynı dönemde tasfiyecilik anaforuna TDKP de katılarak EMEP’leşti. TKP (önce SİP sonraları STP ve ardından TKP adını aldı) ise zaten hep bu kulvarda yürüyordu. Bu yapıların her biri reformist-liberal noktaya gelinceye kadar farklı süreçler yaşamış olsalar da hepsinin doğrudan ya da dolaylı olarak birleştikleri nokta 100 yılı aşkın bir süre önce Marksizm tarafından ıskartaya çıkartılan tezlerin sanki yeniymiş gibi piyasaya tekrardan sürülmesi olarak kendini gösterdi: Leninizm’in evrensel ilkelerini oluşturan “sistem karşısında konumlanmanın illegal olması”, “Partinin yukarıdan aşağıya örgütlenmesi ve işleyişinin Demokratik merkeziyetçilik ekseninde olması, devrimin burjuva devletini parçalaması ve bunun yerine önce yeni tipte bir devletin sonra da, yeni tipte devletin de sönümlenmesiyle devletsizliğin egemen kılınacağı ilişkilerin örgütlendirilmesi...” ilkelerini unuttular ve unutturmaya çalıştılar.
Yenilenme söyleminin reformizmle birlikte ve geçmişi tümden inkar etme ekseninde güncelleşmesi, solun bir bölümünde -özellikle devrimci kesimlerinde- yenilenme söylemi ve pratiğine karşı güvensizlik egilimini güçlendirdi. Hatta yenilenmeye karşı bir duruş ve tersten tepkilere de neden oldu...
Yaşanan deneyim net olarak, böylesi bir yenilenme ile solun temel hiçbir sorunun çözümlenemeyeceğini gösterdi. Ancak yenilenmeye karşı koymanın ve derinlemesine yenilenmeyenin de çözüm olamayacağı ortaya çıktı. Dogmatik devrimci yapıların teori ve pratikleri arasındaki açının büyümesi; sürecin gerektirdiği ideolojik, teorik, politik ve pratik sorunları çözme gücünü bulamaması geleneksel yapıların da tıkanmasına neden oldu. Bu aşamadan itibaren geleneksel yapılarda yoğun bir kadro sirkülasyonunun ya da arayış sürecine giren eğilimlerin doğmasına neden oldu.
Devrimcilikte ısrar etme anlamında bir süreliğine olumlu etki yaratan geleneksel (daha doğru ifadeyle doğmatik) devrimci yapılar, süreci yeterli ölçüde kavrayamadıkları ve buna uygun olarak kendilerini konumlandıramadıkları oranda tasfiyecilik anaforundan kurtulamadılar. Birer ikişer kadro erozyonu ya da doğrudan örgütsel bölünme yaşayarak politika alanında büyük oranda etkisizleştiler.
Yenilenme söylemi ve istemi bu aşamadan itibaren daha güçlü tarzda kendini hissettirmeye başladı. Ancak yenilenme söylemi ve isteminin güçlü tarzda kendini hissettirmesi, yenilenmenin geleneksel sol tarafından doğru kavranıldığı anlamına gelmiyor. Çoğu zaman geleneksel devrimci yapılarda ortaya çıkan yenilenme söylemi ve istemi dünün adaptasyonunu tarzında başlamaktadır. Örnegin Arnavutluk penceresinden yaklaşan kimi hareketler Stalin ve Enver Hoca pratiklerine hâlâ tabu gibi yaklaşmaktadırlar. Sovyetler Birliği merkezli reel sosyalizme ilişkin onlarca, yüzlerce sayfa yazarlarken, düne kadar “dünya komünist hareketinin merkezi”, “dünya komünist hareketinin kalesi”, “onsuz sosyalizm savunulamaz” dedikleri Arnavutluk’un yıkılışı bir iki paragrafla geçiştirilmektedir. “Merkez”siz yada başka yerleri merkez görenler de Sovyetler Birliği ve Dogu Avrupa ülkelerinde reel sosyalizmin kuruluşu ve ortaya çıkan sorunlar Rusya, Çin, Küba, Vietnam vb. ülkelerdeki sosyalizmin kuruluşunda ortaya çıkan farklılıklar, Enternasyonalin degerlendirilmesi, 1960’lı yıllarda ortaya çıkan bölünme ve bunun yarattığısonuçlar, nasıl bir sosyalizm, reel sosyalizmin yıkılışının dünya ve Türkiye devrimci hareketi üzerindeki etkileri ve olumsuz etkilerin nasıl aşılacağına ilişkin degerlendirmelerde ciddi sorunlar görülmektedir. Oysa ne geçmişi inkar, ne de eskinin yeniden revizyonu sorunu çözebildi
Yenilenme, öncelikle bugünü anlamak, ikinci olarak da dünü (Komünist Manifestodan bu yana geçen 150 yıllık tarih ve coğrafyamız komünist hareketinin 85 yıllık tarihi) doğru ve eleştirel bir süzgeçten geçirerek yerli yerine oturtulması olarak anlaşılmalıdır.
Tarihsel bir yol ayırımında bulunan dünya ve coğrafyamız solunun önünde iki seçenek bulunuyor: ya bugünü dünün kıstasları üzerinden açıklayarak veya nihilist bir yaklaşımla marksizmi inkar ederek tarihsel sürecin gerisinde kalacak, adım adım tasfiye olacak; (Liberal tasfiyecilik ve dogmatik devrimcilik budur); yada bu yıkıntıların üzerinden -pratik yaşamın kendini dayatması ile- kendine yeniden şekil vererek sürecin ihtiyaçlarına yanıt verir hale gelecek.

1.Yenilenme Öncelikle Dönemi Kavramaktır
Yenilenme öncelikle dönemi kavramaktır. Dönem dünyanın, bölgenin, coğrafyamızın içinde bulunduğu ilişkiler, bu ilişkilerin sınıf, devrimci hareket vb. üzerindeki etkilerinin saptanmasıdır. Geleneğimizin yaygın olarak kullandığı kavramla ifade edecek olursak doğru emperyalizm ve dönem tahlilidir.
Dönemi kavramak ve bununla aynı anlama gelmek üzere emperyalizm tahlili konusunda solun bütününü ifade eden ortak bir yaklaşımın, bileşkenin olmadığı biliniyor.
Kimileri emperyalist kapitalist ilişkilerin degiştigini, bilgisayar teknolojisinin üretim sürecinde yaygın olarak kullanılmasıyla -özellikle Japonya’da kimi sektörlerde robotların etkin kullanımı gibi- birlikte, sınıfa yüklenilen “eski” yaklaşımların (öncü, devrimci sınıf gibi) geçerli olmadığı iddiasıyla sınıfın devrimciliğini ve bununla aynı anlama gelen devrimciliğin bir kenara bırakılması gerektiği anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Kimileri yaşanılan sürecin emperyalizm-kapitalizmden farklı olduğunu, bunun yeni bir üretim tarzı olduğunu ifade etmektedir. Bu yaklaşımla küreselleşmenin tarihsel ilericiliğinden, AB’ye katılmanın olumluluğundan vb. bahsedilebilmektedir.
Kimileri de toptancı ve genel bir emperyalizm tahlili yaparak emperyalist kapitalist ilişkilerde yaşanan değişmeleri (1900’lerin başından günümüze kadarki süreci) yeterli ölçüde dikkate almayan yaklaşımlar sergilemektedir.
Biz bu yaklaşımların sorunlu yaklaşımlar oldugunu düşünmekteyiz. Elbette bize göre emperyalizm özü itibarıyla degişmemiştir ve Lenin’in geçen yüzyılın başında emperyalizmle ilgili yaptığı tespitler esas itibarıyla geçerliligini bugün de korumaktadır. Ancak şu da bir gerçektir ki, emperyalizm özde degişmemesine ragmen, biçimde önemli degişiklikler yaşamıştır. Emperyalist sistemde yaşanan biçimsel degişiklikler geçmişte, özellikle gelenegimizde (parti cephe kökenli tüm hareketlerde) dogru olarak emperyalizmin “1., 2., 3. bunalım dönemleri” denilerek açıklanıyordu. Bu yaklaşım, süreçler arasındaki farklılıkları kavramak anlamında büyük kolaylık sağlıyordu. “Bunalım dönemleri” ya da emperyalizmin bunalım dönemleri denilen süreçler şu kriterlerle açıklanıyordu/açıklanabilir:
“... Emperyalist sistemin bir bütün olarak işleyişini belirleyen üç ana unsur (1- Emperyalist sömürünün metropollerde ve sömürgelerde sürdürülüş biçimi, 2-Emperyalistler arası çelişkinin durumu ve. 3- Emperyalizmle alternatif ve potansiyel güçler arasındaki durum b.n) iki temele indirgenebilir: Birincisi, sistemin iç dinamiğinin geçirdiği evrimdir. Bu evrim emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimine, metropollerdeki sınıf çatışmasına, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilere ve emperyalistlerle sömürge ülkeler arasındaki ilişkilere yansır. İkincisi, emperyalist sistemin iç dinamiğinden doğan sosyalist ülkelerin ve ulusal kurtuluş savaşlarının bu iç dinamiği etkilemeleridir. Bu iki ana unsurun sentezi emperyalist sistemin bir bütün olarak işleyiş modelini ortaya koyar.
Zaman içinde iki ana unsurun değişimi ve bu değişimin yansımaları sonucu yeni bir işleyiş modeli ortaya çıkar. Bu model eskinin yöntemleri, ilişkileri vb. ile geniş ölçüde açıklanamıyorsa, emperyalizmin bunalım dönemlerinde bir dönem bitmiş, yenisi başlamıştır.” (Türkiye Devriminin Acil Sorunları, s, 28, 29. 2. baskı, 1976)
Yukarı da belirtilen iki ana unsur bir çok çalışmamızda ayrıntılı ele aldığımız gibi 1970’lerden itibaren değişmeye başlamış, reel sosyalizmin -1990’ların başında- yıkılmasıyla tamamlanmıştır. Bu yeni süreç ‘eskinin yöntemleri ve ilişkileri’yle açıklanamaz hale gelmiştir. Bu anlamıyla yeni süreci tanımlamanın gerekliliği ortadadır.
Belirttiğimiz tarihsel süreçte yaşanan gelişmeleri kısa ara başlıklar halinde değinecek olursak:


1.1.Emperyalist Güçlerle Sosyalist Güçler Arasındaki İlişkilerde Yaşanan Değişiklikler:
İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra dünya, başını ABD’nin çektiği emperyalist kapitalist sistemle, başını SSCB’nin çektiği reel sosyalist sistem dengesi üzerine oturmuştu. Dünyadaki ilişkiler esas olarak bu iki sistem arasındaki ilişkiler tarafından belirlenmekteydi.
Emperyalistler, reel sosyalist sistemin çökertilmesi ve halk kurtuluş savaşlarının engellenmesi noktasında aralarındaki çelişkilere rağmen ortak hareket edebiliyorlardı. Reel sosyalizmle olan çelişkileri kendi aralarındaki çelişkilerden ağır basıyordu.
Reel sosyalist sistem de, 1960’ların başına kadar emperyalizme karşı ortak bir tavır takınabiliyordu. Ancak SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında yaşanan sorunlar ortak tavır koyma zeminini ortadan kaldırdı.
Sistemler arasındaki çelişkilerin ön plana çıktığı bu tarihsel süreçte arada kalan ülkelerle, ulusal yada sınıfsal mücadele veren güçler kısmen rahat bir nefes alabiliyorlardı.
Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler önemli haklar elde ederken ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri de rahat bir nefes alabiliyorlardı. Emperyalistler bu kesimlere yapacakları her saldırıyı karşılarındaki sistemle ilişkilerini hesaba katarak hareket ediyorlardı.
Emperyalistler, reel sosyalizmin yıkılmasından sonra, kendi doğrularına inandıkları sosyalizmde inat eden ülkeleri yıkmak için saldırılarını yoğunlaştırdılar. Son yıllarda Küba ve Kore Demokratik Cumhuriyetine dayatılan saldırganlık bunu açıkça göstermektedir
Ancak saldırı sadece bunlarla sınırlı kalmadı: “YDD”ye uyum sağlamayan, pazarını uluslararası tekellere yeterince açmayan, devlet kapitalizminin şu ya da bu düzeyde etkili olduğu (Irak, Suriye, İran, Libya gibi) ve/veya sadece bir kişinin ya da ailenin egemen olduğu ve özellikle de stratejik hammadde konusunda zenginliğe sahip ülkelere de yoğun bir saldırı başlattılar. Reel sosyalizmin çözülmesi, hemen ‘sosyalizm öldü’ ideolojik saldırısıyla ‘YDD’ nin ilanı, başlatılan 1. Ortadoğu savaşı tesadüf olmadığı gibi, bu sürecin başlangıcını işaret eder. Bu süreç Afganistan ve Irak’ın işgaliyle yeni boyutlar kazanmıştır; ve yoğunlaşarak devam etmektedir.
Bunun yanı sıra emperyalist güçler ulusal yada sınıfsal mücadele yürüten devrimci güçleri tasfiye etmek noktasında saldırılarını yoğunlaştırdılar. Kendi çözümlerini güç kullanarak dayatma politikası egemen politika biçimini aldı. Özellikle 11 Eylül sonrası gelişmeler dayatmanın boyutlarının nerelere kadar varacağını göstermektedir.
Emperyalist ülkelerde işçi ve emekçilere yönelik saldırılar da arttırıldı. Neo-liberal politikalar egemen kılınarak kazanılmış haklara yönelik saldırılar boyutlandırıldı. 1945-70’ler arasında gerek verilen mücadele ve gerekse de reel sosyalizmin basıncıyla elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya çalışılıyor: Toplumsal hizmetlere ayrılan paylar her geçen gün azalırken, özelleştirme saldırılarıyla yüz binlerce, milyonlarca insan işsizliğe mahkum edilmektedir. Sağlık, işsizlik sigortası ve benzeri sosyal haklar gün be gün kırpılmaktadır.

1.2.Sosyalist Güçler Arasındaki İlişkiler
Sosyalist güçler dediğimizde :
a- Sosyalist ve demokratik yapıdaki ülkeler,
b- Sosyalizm yönelimli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri,
c- Emperyalist ülkelerdeki sosyalist güçleri anlıyoruz.
II. Emperyalist paylaşımdan sonra bu güçler arasında sıkı sıkıya bağlantılar vardı. Bu bağlantılar Kominform ekseninde bir ilişkiydi.
1950 yıllarının ortalarına doğru (1956’lar sonrası) dünyadaki reel sosyalist güçler arasında bölünme yaşandı. Bölünmenin bir kanadını Çin, Arnavutluk ve çeşitli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri, diğer kanadını da Sovyetler ve Doğu Avrupa ülkeleri oluşturuyordu. Bu iki kanadın dışında kalan ve her iki eğilimin yanlışlıklarını eleştiren ve belirli mesafeler koyan ülkeler ile kimi ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri vardı.
Başını SB’nin çektiği merkez, diğer sosyalist ülkeler ve üçüncü egilimdeki ülkelerle çeşitli ilişkiler geliştirmesine karşın ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerine mesafeli davranıyordu. Bunun yanında Çin, Arnavutluk gibi ülkeleri tecrit etme yönünde politikaları ağır basıyordu.
Çin merkezli eğilim ilk başlarda ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren güçlere ve üçüncü eğilim içinde yer alan ülkelere önemli yardımlarda bulunuyordu. Ancak, 1970’li yıllardan itibaren izlediği politika karşı-devrimci bir konuma dönüşmeye başladı.
Her iki eğilime eleştiri yönelten kesimler (Küba, Vietnam, Kore) her kesimdeki ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye, ulusal ve sınıfsal mücadelelere yardımcı olmaya çalıştılar. Bu ülkeler ve bu ülkelerle paralel bir teorik ve pratik çizgi izleyen devrimci güçler 3. bunalım döneminin gerçek devrimci eğilimi oldular. Ancak, 1970’lerden itibaren Çin merkezli eğilimin içine düştüğü gerici konumdan sonra bağımsız tavırlarını sürdürmelerine karşın Sovyet merkezine yakınlaşmaya başladılar.
1990’lara gelindiğinde SB merkezli tüm reel sosyalist ülkeler yıkıldı. Varlıklarını sürdürebilen sosyalist ülkeler de, ekonomik, sosyal, siyasal anlamda ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Yaşadıkları yoğun sorunlar nedeniyle savunmacı bir sosyalizm anlayışı içine girerek, geçmişin aktif ve devrimci enternasyonalist dış politikası yerine, edilgen, savunmacı bir anlayışa girdiler. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra kendilerini koruyarak devrimci güçlere moral verme gibi bir yaklaşım geliştirdiler.
Sosyalizm eğilimli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri; tarihlerin en yalnız dönemlerini yaşıyorlar. Ne 1945’ler sonrasında olduğu gibi dünya dengelerinin yarattığı olumlu zeminde hareket edebiliyorlar ne de dünyanın farklı bölgelerinde yükselen mücadelelerden. Tüm emperyalist güçler, doğrudan doğruya şiddet ekseninde boğmak ya da reformizme kaymalarını sağlamak doğrultusunda sistemli ve bütünlüklü bir politika izlemektedirler. Bu basınç altında ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri ağır sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Yeni süreçle birlikte bir çok yerde uzlaşmaya gitmeye başladılar ve eski konumlarını yitirerek reformist bir çizgiye kaydılar. El Salvador’daki mücadele, coğrafyamızdaki Kürt Hareketi vb. Yine de şunu söylemek yanlış olmayacaktır: 1945-80 arasında gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri büyük oranda sosyalizm eksenli bir mücadele yürütüyorlardı.
Oysa, son yıllardaki gelişmelerin ardından emperyalizmin ve özellikle de ABD emperyalizminin doğrudan saldırganlığının artması, klasik sömürge tarzı işgallerin dayatılması, geçmişin ulusal mücadelelerinden farklı bir mücadelenin boyut kazanmasını gündeme getirmektedir. Yeni süreçte işgal edilen ülkelerdeki kapitalizmin ulaştığı düzey ve bunun sınıflarla olan bağlantıları “ulusal mücadele” boyutunun ve bu “ulusal mücadeleyi” yürüten sınıfların “ulusal”lıklarını masaya yatırmamızı kaçınılmaz kılmaktadır. Örneğin, Afganistan ve Irak işgali sonrasında yaşanan gelişmeler mücadele yürütenlerin bir bölümünün “anti emperyalist”liklerini ve “ulusallıklarını” tartışmamızı zorunlu kılmaktadır. Afganistan’daki mücadelenin başını çeken Talibanlar ne kadar anti-emperyalisttirler ve ne kadar ulusalcıdırlar? Aynı soruyu kısmen Irak’taki direniş için de sorabiliriz: Kısmen diyoruz çünkü Irak’taki direniş, kozmopolit bir özelliğe sahiptir; farklı eğilim ve grupları içinde barındırmaktadır. Örneğin basının sık sık öne çıkardığı Zerkavi önderliğindeki direniş grubu, ne kadar anti-emperyalisttir ve ne kadar “ulusal”cıdır? Aynı şekilde Saddamcılar ve Şii muhalefeti (Sistani ve Sadr önderliğindeki gruplar -ki kısa bir süre önce seçimlere katılarak direniş çizgisinden uzaklaştılar) için de aynı sorular sorulabilir?
Ancak şu da bir gerçektir ki, sınıfsal yapılarından bağımsız olarak Umm-Kasr’da, Felluce’deki,... direnişler işgalcilere kök söktürmektedir ve yaşanan direnişler sosyalizm eksenli direnişler olmamakla birlikte, ABD emperyalizminin bölgesel planlarını darbelemektedir. Önümüzdeki süreçte bölgemiz yeni işgallere gebedir. Bu durum mücadeleyi bölgesel boyuta ve önderligini de işçi-emekçi kesimlere taşımanın zeminini yaratmaktadır.

1.3. Emperyalistler Arası İlişkiler
Reel sosyalist ülkeler dünyanın 1/3’ünü oluştururken emperyalistler arası ilişkilerle günümüzdeki ilişkilerde önemli farklılık gözlenmektedir. İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra Amerikan emperyalizmi neredeyse emperyalist sistemin ekonomik, politik ve askeri mutlak hakimiydi. Ancak, süreç içinde gerek eşitsiz gelişim ve gerekse ABD emperyalizmin ulusal, sosyal kurtuluş hareketlerinden yediği darbeler sonucu giderek gerilemeye; Almanya-Fransa merkezli Avrupa ve Japonya önemli güç olmaya başladılar. Sürecin tümünde emperyalistler arasında yoğun çelişkiler yaşanmasına karşın, bu yoğunluk reel sosyalizmin ayakta olduğu süreçle şimdiki süreç arasında önemli bir farklılık görülmektedir. Aralarındaki çelişkiler reel sosyalizmle olan çelişkilerin gerisinde kalıyordu. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra emperyalistler arasındaki çelişkiler ön plana çıktı. Günümüzün dengesi çok merkezli emperyalist kapitalist gruplaşmalardan oluşmuştur. Ancak şu anda asıl hakim güç ABD’dir.
Yıkılan reel sosyalist ülkelerin pazarlarını -ya da bir dönem etkili olduğu alanlardaki pazarları- kapma mücadelesiyle, kendi ülkelerindeki iç pazarlarda etkin olma mücadelesi bunun pratikteki görünümüdür. Pazar paylaşımı sadece bununla sınırlı değil elbette. Dünyanın her yanında, Afrika’da, L. Amerika’da, Asya’da, emperyalistler arasında oldukça kanlı ve yoğun bir paylaşım mücadelesi sürüyor. Sadece Afrika’da 1990’dan bu yana emperyalistler arası paylaşım mücadelesi nedeniyle yerel kukla güçler (bu güçlerin bir bölümü ABD, diğer bölümü ise başta Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalistler tarafından desteklenmektedir) arasında çıkarılan savaşlarda 5 milyona yakın insan katledildi.
Emperyalistler arası paylaşımın başlıca aktörleri-merkezleri ABD, Almanya-Fransa merkezli Avrupa, Japonya, Rusya ve Çin’dir. ABD emperyalizmi sistem içerisinde üstünlüğü (özellikle askeri, politik üstünlüğünü) sürdürmesine karşın ekonomik anlamda uzun dönemli perspektiften bakıldığında gerileyen bir güç konumundadır. ABD emperyalizmi Avrupa’daki konumunu artık eskisi gibi sürdürememektedir. Hiç kuşkusuz bu ABD’nin bayrakları indirdiği anlamına gelmiyor. Irak’ın ve Afganistan’ın işgalinde, Afrika’daki hamlelerinde, eski reel sosyalist ülkelerde kazandığı yeni mevzilerde görüldüğü gibi özellikle askeri ve siyasi üstünlüğünü kullanarak yeni mevziler kazanmıştır. Ancak dünya ekonomisindeki gerileyen rolü, diğer güçlerin yaptığı ataklar göstermektedir ki, uzun vadede askeri ve siyasal gücü onun dünya hegemonu konumunu sürdürmesini olanaklı kılmayacaktır. Avrupa, diğer emperyalistlerle aralarındaki çelişkilere karşın hızla birliğe gitmektedir. Avrupa Birliği’nin gerçekleşmesinde en fazla Almanya çabalamaktadır. Böylesi bir birlik Almanya’nın ABD ve Japonya karşısında güçlenmesini sağlayacaktır. Avrupa emperyalizmi giderek kendi militarizmini de geliştirmeye başladı. Ortak bir kolordunun oluşturulması buna örnektir. Aynı şekilde ABD, Kanada ile birlikte tüm Amerika kıtasını kapsayacak bir ilişki geliştirmektedir. Japonya ise Asya’nın “beş kaplanı” (Güney Kore, Filipin, Hong-Kong, Tayland, Singapur) ile Pasifik birliği oluşturma çabasındadır. ABD’nin 11 Eylül sonrası süreçte izlediği politikalar bu durumu tersine çevirmenin politikaları da denilebilir.
Emperyalist blok ve ülkelerden her biri, dağılan reel sosyalist ülkelerin pazarlarına girmeye, bağımlı hale getirmeye ve diğer emperyalist güçler karşısında avantajlı çıkmaya çalışmaktadır. Dünün ‘Doğu Bloku’ ülkelerinin önemli bir kısmı yeni-sömürgeleştirilmiştir. Ancak Rusya da, bazı etki alanlarından kolay vazgeçmemektedir. Şüphesiz -mevcut tabloda- Rusya’nın bu gidişata direnebilme gücü sınırlıdır. Azerbaycan, Gürcistan ve son olarak Ukrayna’da yaşananlar bunun açık göstergeleridir.
Emperyalistler arası çelişkiler sadece yeni pazarlar elde etme mücadelesinde değil, birbirlerinin iç pazarını ele geçirme mücadelesi verirlerken görülmektedir. Yapılan çeşitli anlaşmalara karşın ticaret duvarlarını yükseltmesi ve yüksek faiz politikalarının uygulanması mücadelenin bir biçimidir. Geçmişe göre emperyalistler arası çelişkilerin artması, devrimci hareket açısından ciddi bir olanak sağlamamaktadır. Belki kimi yerlerin işgal edilmesinin gecikmesinde, ya da bir emperyalist ülkenin (ya da merkezin) diğerlerine rağmen bir yeri işgal etmesi durumunda, daha dolaylı sonuçlar elde edilebilir. Net olarak vurgulamak gerekir ki, devrimci sosyalist hareket, emperyalistler arası çelişkileri abartmamalı ve buralardan bir medet ummamalıdır. Emperyalistler arası çelişkilerin her abartılışı devrimci dinamizmin zayıflatılması ve bu merkezlerden birinin yedeğine düşmek tehlikesini barındırmaktadır. Abdullah Öcalan’ın yaşadığı trajedi bunun açık göstergesidir. Avrupa’da kalıp Kürt sorununu bu zeminden çözmeye kalkışan Abdullah Öcalan’ı hiçbir ülke kabul etmemiş, sonuçta Afrika’nın bir ülkesine gitmesi zorlanmış, orada da ABD emperyalizmi tarafından paketlenerek Türkiye’ye teslim edilmiştir.
Burada bir noktanın üzerinde daha durmak istiyoruz: Küreselleşme söylemiyle birlikte uluslararası bir ekonomiden, ulus ötesi bir ekonomiye geçildiğini belirtenler de olmaktadır. 1980’lerin sonları ve 1990’ların başında gerek uluslararası arenada ve gerekse de coğrafyamızdaki kimi “sol” hareketlerce -örneğin TBKP- dillendirildi. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu gerçeği yansıtmamaktadır. Eğer gerçekten bu yaklaşım doğru olsaydı hegemonya mücadelesi emperyalistler arasında değil, ulus ötesi şirketlerle ulusal tabana bağlı olan şirketler arasında olmalıydı.


1.4. Emperyalist Ülkelerdeki Egemenlerle İşçi-Emekçi Sınıflar Arasındaki İlişki
Emperyalist kapitalist sistem reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı pazar olanaklarına karşın giderek refah ülkeleri olmaktan çıkmaktadırlar. Bu ülkelerin GSMH’leri düşmekte, bütçe açıkları artmakta, işsizlik giderek trajik bir hal almaktadır. 1960’lı, 70’li yılların kronik işsizlik boyutları, neoliberal politikalarla birlikte mutlak işsizlik olarak tanımlanan yeni boyutlara sıçramıştır. Artık iş bulma umudu ve koşulları bulunmayan on milyonlarca insan bulunmaktadır.
Emperyalistler, ağırlaşan bunalımın faturasını başta bağımlı kıldıkları ülkelerin halklarına olmak üzere, kendi ülkelerindeki işçi ve emekçilere yıkmaktadırlar.
Bağımlı ülkelerde açlık, sefalet, eğitimsizlik, çocuk ölümleri... gibi rahatsızlıklar bu ülkelerin toplumsal ve ekonomik dengelerini alt üst etmektedir. Son otuz yıldaki verilere baktığımızda oluşan dengesizliğin nasıl emperyalist ülkeler lehine katlanarak arttığını göstermektedir.
Aynı dengesizlik emperyalist metropollerdeki egemen güçlerle emekçi sınıflar arasında da kendini göstermektedir. Son 30 yılda ama özellikle de son 15 yılda işsizlik, örgütsüzlük, sınıflar arası uçurumun artması, sosyal hakların gaspı... dayatılmaktadır. Bu saldırılar karşısında emperyalist metropollerde sınıf mücadelesi geçmişe göre keskinleşmektedir. Emperyalist metropollerin “zayıf halka” durumuna geldiklerini söylemek erken olsa da, bu ülkelerde de yoğun kaynamaların yaşandığı görülmektedir. Emperyalist ülkelerde de giderek büyüyen mutlak yoksulluğun egemen olduğu bölgeler oluşuyor. Yoksullar ile zenginler arasındaki ayrım noktalarını yumuşatan faktörler (sosyal destekler vb.) neoliberal politikalar nedeniyle azaldıkça, uçurum belirginleşiyor. 1945-90 arası dönemde fazlaca görülmeyen, derin yoksulluğun hüküm sürdüğü, tecrit edilmiş yoksul semtleri, şımarık bir sefahatin hüküm sürdüğü zengin semtlerinin yanında boy veriyor. Azınlıkların, göçmenlerin, mutlak işsizlik yaşayanların vb., toplumsal yaşamın dışına atılmış olan kesimlerin yaşadığı bu bölgelerde, bir yandan derin bir çürüme yaşarken, diğer yandan sisteme karşı derin bir öfke birikmekte ve zaman zaman patlamalar yaşanmaktadır. Son 30 yılda emperyalist ülkelerde yaşananlar bunun açık göstergesidir. 1992’lerde ABD’deki zenci ayaklanmasının haftalarca sürmesi; aynı dönemde Almanya’da yaşanan grevler, Fransa’da Arapların ve diğer göçmenlerin yaşadığı yoksul semtlerinde yıllardır yaşananlar ve son birkaç yılda tüm emperyalist kapitalist ülkelerde yoğunlaşan küreselleşme karşıtı tepkiler açık göstergelerdir. Küreselleşme karşıtı hareket kozmopolit bir yapıya sahiptir ve doğrudan devrim hedefli bir mücadele değildir. Ancak, şu da açık görülmektedir ki işçi-emekçilerin katılımı, geçmişle kıyaslanmayacak boyutlardadır. Ortaya çıkan hareketlilik ve bu hareketlilikteki işçi emekçi dinamizminin giderek ağırlık kazanması, Enternasyonal kurmak için yeterli olmasa da, enternasyonal ilişkiler kurmanın ve mücadeleyi daha geniş coğrafyaya yaymanın maddi zeminini oluşturmaktadır. Devrimci sosyalist hareket yaşanan bu gelişmeleri dikkate alarak uluslararası boyutta gelişen mücadeleyi mercek altına almalı, organik ilişkiler kurmaya çalışmalı; ortaklaşılabilecek noktalarda da mücadelenin uluslar arası boyuta ki görevleri omuzlamalıdır.

1.5. Emperyalist Ülkelerle Bağımlı Ülkeler Arasındaki İlişkiler
Genel olarak emperyalistlerin, özel olarak ABD emperyalizminin 1945-70 yılları arasındaki gerçekleştirdiği açık işgaller -özellikle de Vietnam işgali- emperyalistler açısından pahalıya mal oldu/oluyordu ve hatta işgal, işgalci emperyalist gücün diğerleri karşısında ekonomik olarak nispeten zayıflamasını gündeme getiriyordu. Bu nedenle 1970’ler sonrasında bir dönem açık işgaller giderek zayıflamaya başladı. Gerçekleşen işgaller de, daha çok nüfus açısından küçük olan ülkelerde gerçekleştirildi. (Granada, Panama gibi)
1945-70 yılları arasında ABD emperyalizmi, dünya emperyalist sistemin jandarmalığının getirdiği ekonomik faturaları diğerlerine yıkmak noktasında karşılıksız dolar bastı. Bilindiği üzere 1945’te Bretton Woods’ta altın-dolar ilişkisinde 1 ons altın 33 dolar olarak kabul edildi. ABD’nin karşılıksız dolar basması ABD’ye büyük bir kazanç getirdi. Çünkü dolar resmi olarak altınla eş değerdeydi. Oysa gerçekte değeri düşmüş olan dolara sanki altınla dengesi bozulmamış gibi ödeme yapılıyordu. Bu durum 1971’lere kadar sürdü. 1971’de diğer emperyalistlerin karşı çıkmaları sonucu altın-dolar arasındaki ilişki yeni duruma göre belirlendi...
Oysa özellikle son 15 yılda gerçekleşen açık işgaller, işgali yapanlara büyük olanaklar sağlamaktadır. Son süreçlerde yaşanan Afganistan ve Irak işgali örneğinde görüldüğü gibi baş işgalci ABD emperyalizmi diğer emperyalistler karşısında büyük avantajlar sağlıyor. ABD emperyalizmi, daha önce diğer emperyalistler karşısında gerileyen ekonomik durumunu açık işgaller gerçekleştirerek; işgal edilen ülkelerdeki hammadde ve enerji rezervleri vb. el koyarak tersine çevirmeye çalışmaktadır. Dünya çapında siyasal egemenliğini de artırmaktadır. Reel sosyalizmin yıkılışından -ve özellikle de 11 Eylül’den- sonra açık işgaller yaygınlaşarak devam etmektedir. Emperyalistler açısından ve özellikle de ABD emperyalizmi açısından açık işgal yeni dönem politikasının merkezi unsurlarından biri haline gelmiştir.
Bunun yanı sıra emperyalistlerle yeni-sömürgeler ve genel olarak bağımlı ülkeler arasında geliştirilen ilişkiler, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin aleyhinde bir seyir izlemektedir. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin ekonomilerinin tarıma dayalı olması, ve/veya sanayilerinin emperyalizme bağımlı olması; aradaki ilişkilerde (yeni-sömürge bağımlı ülkeler aleyhinde) büyük bir dengesizliğe yol açmaktadır. Zira emperyalistler ürettikleri metaları pahalıya satarken bağımlı ülkelerden aldıkları malları yok pahasına almaktadırlar. Bunun sonucunda bağımlı ülkelerin egemenleri halkın sırtına yüklenecek bir borçlanma içine girerken emperyalist kurumların dayatmaları karşısında diz çökmektedirler. Ekonomik ve sosyal adaletsizliğin yarattığı toplumsal tepkileri yok etmek için de askeri yöntemler daha sık kullanılmaktadır.
Ortaya çıkan bu ilişki sistemi 2. paylaşım savaşından sonraki tablodan faklıdır. 2. paylaşın savaşı sonrası eski sömürgecilik yerini ABD emperyalizmi öncülüğünde geliştirilen yeni-sömürgeciliğe bırakmıştı. Yeni-sömürgecilik, 1980’lerde, neo-liberal politikalarla derinleşmiş, bu ülkelere sanayisizleşme dayatılmış ve açık pazara dönüşmüştür. ‘Ulusal kalkınma’ söylem düzeyinde bile kullanılmaz olmuş, emperyalizme bağımlılık içselleşmiştir. Bunun yanı sıra, açık işgal ve ‘yeni mandacılık’, Ortadoğu örneğinde olduğu gibi sık baş vurulan yöntem olmuştur. Yeni-sömürge ülkelerde faşizm, içsel olgu olan emperyalizme ve tekelci sermayeye dayanır; ve genellikle ipin ucu kaçınca açık faşist yöntemlere baş vurulurdu. Emperyalist saldırı politikaları ve ‘yeniden yapılanma’ için ‘düşük yoğunluklu demokrasi- düşük yoğunluklu şiddet’ konsepti geliştirilmiş; faşizm, bu temelde, açık ve gizli yöntemlerin iç içe olduğu kurumlaşmayı örgütlemiştir. Derinleşen yeni sömürgecilik, bu temelde gelişen kapitalizm faşizmin bu ‘yeniden yapılanma’sında maddi zemindir. Neo-liberal politikalar, sınıfsal ayrışmayı hızlandırmış, kapitalizme özgü toplumsal sorunları güncelleştirmiş, tüm bunların üzerini post- modern kültürel örtü ile örtmeye çalışmıştır, çalışmaktadır.

1.6 Üretim Süreçlerindeki Değişmelerin Sınıf Ve Sendikalar Üzerindeki Etkisi
Üretim süreçlerinde yaşanan degişmeler, tüm dünyada sınıf ve sendikal hareketin zayıflamasında önemli bir rol oynamıştır. Bu degişmelerin temelinde, 1945-1970 yılları arasında, emperyalist kapitalist ülkelerde egemen olan Keynesçi ekonomik politikanın ve bunun temelini oluşturan Fordist sistemin tıkanması ve bunun yerine monetarist Feridmanci politikaların yaşama geçirilmeye başlanması yer almaktadır.
Fordist sistem esas olarak 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra uygulanmaya başladı. Geniş-istikrarlı ulusal ve uluslararası pazarın oluşması, Fordist üretim sürecinin zeminini yarattı. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist ülkelerin çoğunun savaştan yıkılmış olarak çıkmaları, yeniden inşa sorununu güncelleştirmişti. Bu ise, büyük ve düzenli bir pazar demekti. Yine aynı dönemde yeni-sömürge ülke pazarlarının açılması pazarın daha da genişlemesini gündeme getiriyordu. Oluşan ulusal ve uluslararası pazarın doyurulması büyük, kitlesel üretimi zorunlu kılıyordu. Zaten Fordist sistem, geniş-istikrarlı bir pazar ve standart tüketim kalıplarına ihtiyaç duyar. Buna göre pazarlar hem büyük miktarlarda üretilmiş standart malların emilmesine elverişli büyüklükte olmalıydı ve hem de büyük yatırımın amorti olmasına yetecek süre için istikrarlı olmalıydı.
Fordist sistem, ayrıntılı iş bölümüne göre örgütlenmiş her işçinin, rutin bir işi sürekli olarak yapması ve bu çerçevede verimlilik sağlaması esasına dayanır. Bu üretimde makineler, tek amaçlı yapılmıştır. Makinalaşma ile birlikte, emek niteliksizleşmiş ve üretimdeki yeri basit hareketlerin tekrarına indirgenmiştir. Burada işçi ile makine arasında sabit ilişkinin kurulduğu bir hat, farklı ritim ve işlevleri koordine ederek çıktının standartlaşmasına yol açmakta ve kitle üretiminin teknik koşullarını sağlamaktadır. Buradaki rekabetin temeli aynı maldan çok sayıda ucuza üretmek üzerine kurulmuştur.
1970’lere gelindiğinde emperyalist-kapitalist sistemde, sistemin karakteristik özelliklerinden biri olan genel bunalımın etkisini bütün boyutlarıyla ortaya koymasıyla, 1945 sonrası ekonomi politikaları yapısal olarak derin bir krize girdi ve Fordist sistemi tıkamaya başladı.
Bu gelişmelerin başında kar oranının egilimsel düşüşü yer almaktadır. 1945-1970’ler arasindaki süreçte sabit sermayenin artan oranı (degişmeyen sermayenin degişen sermayeye oranındaki artış), kar oranında egilimsel bir düşüşü gündeme getirmişti. Kar oranındaki egilimsel düşüş, tekelleri azami kârı saglayacak arayışlara sürükledi.
1970’lere gelindiğinde, emperyalist kapitalist pazarın doyum noktasına ulaşması, dayanıklı tüketim mallarına olan talebi düşürmeye başladı. Özellikle beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi dayanıklı tüketim mallarında bu düşüş yoğun bir tarzda hissedildi. Pazarın yeniden canlandırılması arayışını yoğunlaştırdı.
Üzerinde durulabilecek bir diğer nokta da, emperyalist kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerdir: 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra, ABD, sistem içerisinde tek hakim görünümündeydi. ABD dışındaki ülkeler -özellikle Almanya ve Japonya- savaştan yıkılmış olarak çıkmalarına karşın, ABD’nin de yardımıyla (sosyalizm tehlikesinden dolayı) hızlı bir gelişme kaydettiler. 1960’ların sonlarına gelindiğinde ABD’nin sistem içindeki ekonomik hegemonyası büyük oranda zayıflamıştı. ABD’nin nispi zayıflaması emperyalistler arası rekabeti kızıştırdı. Böylece güvenli ulusal ve uluslararası pazar olgusu ortadan kalkmaya başladı.
Aynı dönemde ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerin kaydettiği gelişme, yeni pazarları olanaksız kılıyordu. Bu durumda emperyalist kapitalist ülkeler var olan pazarın farklı boyutlarda derinlemesine açılmasını zorlamaya başladılar. Aslında bu arayış 1958 bunalımından itibaren kendini göstermişti.
Tüm bu gelişmeler, kitlesel üretimi krize sokarken, yeni gelişen mikro elektronik teknolojilerin de katkısıyla üretim süreçlerinin değişmesi egilimi başladı. Bir yanda, küçük ve orta ölçekli firmaların yogunlaştığı sınai bölgeler gelişirken, diger yanda büyük firmaların küçük, görece özerk birimlere bölünmesi şeklinde bir ademi merkeziyetçi egilim yaygınlaştı.
Kitlesel üretimin kriz yaşaması, bütününün rafa kaldırılması anlamına gelmiyor. Bugün sanayi üretimi, kitlesel üretim ile esnek üretimin aynı yerde aynı zamanda yapılmasıyla gerçekleşiyor. Kitlesel üretim, standart ürünlerin niteliksiz iş gücü ve özel amaçlı makineler kullanılarak yapılmaktayken, esnek üretim kalifiye işçiler ve esnek, genel amaçlı makineler kullanarak değişen, çeşitli ürünlerin küçük ölçekli imalati şeklinde yapılmaktadır.
Emperyalist kapitalist şirketler azami karı saglayabilmek noktasında kitlesel üretimi taşeronlaştırmakta; çogu zaman bunu ya orta nitelikteki işletmelere fason üretim yaptırarak ya da kendi fabrikasında taşerona iş vererek yapmaktadırlar. Emperyalist kapitalistler için taşeronlaştırma, işçilerin ücretlerinin düşürülmesi ve sendikasızlaştırılmaları anlamina gelmektedir.
Emperyalist kapitalist sistemin krizinin aşılmasındaki yeni üretim sürecine Japonlar esnek üretim adını verdiler. Japonların esnek üretim dedikleri yeni üretim modelinde vasıflı işçi ve işçinin üretim sürecinde daha çok yeteneklerini kullanma özelligi ile sıfır hata hedeflenmiştir. Azami kar yasası kendini bir daha gösterdi.
Emperyalist tekeller arasındaki rekabet; maliyetleri azaltmaya ve ucuz işgücü aramaya da itmiştir. Örnegin Japonya açısından ‘Asya Kaplanları’ bu işlevi yerine getirmişlerdir. Bu ülkeler kadın ve çocuk işgücünü yogun şekilde kullanmışlar ve kullanmaya devam etmektedirler.
2. paylaşım savaşından sonra -ve özellikle 1950’lerin ikinci yarıından sonra- emperyalist pazarın daralması ve emperyalistler arası rekabetin artması, üretim sürecinin çokuluslaşmasına sürüklenmiştir: Bu uygulama ile, emperyalist kapitalist tekelleri ucuz işgücünden yararlanabiliyor, nakliye, gümrük, ... vb masraflardan da kurtuluyorlardı.
Gelişen süreç, tekelci sermayenin önündeki ulusal çitlerin kaldırılmasını zorlamaya başladi. Öncelikle, yaptikları çeşitli anlaşmalarla korumacı yaklaşımların terk edilmesi istenmeye başlandı. Ticaretin önündeki engellerin ulusal çitlerle kapatılması zaman zaman emperyalistler arası hırlaşmalara neden olmaktadir. Özellikle Japonya’nın kimi mallara kota koyması sert eleştirilere neden olmaktadır. Ulusal çitlerin kaldırılması ve emperyalist tekellerin önündeki engellerin kaldırılması süreci daha da hızlanmaktadır. Bağımlı ülkelerin de yeni ilişkilere uygun tarzda düzenlemesi yapılmaktadır. (Örneğin son birkaç yıldır Türkiye’ye dayatılan kimi yasalar, emperyalist tekellerin önündeki engellerin resmi olarak kaldırılmasına yöneliktir.)
Yeni sürecin en önemli özelliği üretimin, ucuz işgücünün bulunduğu ülkelere kaydırılarak yapılması, ucuz işgücü ile çalışan firmaları taşeron firma olarak kullanarak işçi ücretlerinin maksimum düzeyde düşürülmesi ve sendikasızlaştırılmaları ile yoğun teknoloji kullanılarak esnek üretime geçiş yaparak azami kar elde edilmesidir.
Emperyalist kapitalist sistemde yaşanan bu gelişmeler sınıf ve sendikal hareket üzerinde büyük olumsuzluklar yaratmıştır.
Üretim sürecinin parçalanması işçi sınıfının ortak hareket zeminini zayıflatmıştır. Teknolojik gelişme ile birlikte bilgi akışkanlığının hızlanması ve bilginin metalaşması yani parasal olarak getirisinin yüksek olması kalifiye işçide birey olarak hareket etme eğilimlerini güçlendirmiştir. Bu durum kalifiye işçiyle sendika arasındaki mesafenin açılmasına yol açmaktadır. Kısacası, bir yanda kitlesel üretim taşeronlaştırılarak sendikasızlaşma, düşük ücret, kötü çalışma koşulları dayatılırken, öte yanda esnek üretim içerisindeki işçilere daha iyi bir ücret, çalışma koşulu ve kimi zaman kârdan küçük paylar vererek kalifiye işçilerle, kitle üretim yapan ve kalifiye olmasına gerek olmayan işçileri karşı karşıya getirmektedir.
İş gücünün yapısındaki yaşanan bu yeni değişiklikler genel olarak sendikaların -ve özellikle işçi sendikalarının- güç kaybetmesine neden olmuştur.
Üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biri de, 1970’lerin ortalarından itibaren uygulanmaya başlanan Friedmancı monatarist politikadır. Fridmancı monatarist politika, Keynesçi politikanın tersine, devletin ekonomideki ağırlığını azaltmaya yönelmiştir. Devletin ellerindeki firmaların özeleştirilmeleri tek taşla bir kaç kuş vurmaya benzemektedir. Özelleştirme hem ideolojik bir saldırı aracıdır ve hem de emeğin örgütlü gücünün dağıtılmasının aracıdır.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra saldırının ideolojik boyutu büyük önem taşımıştır. Sonuç olarak özelleştirme ile birlikte sendikalı işçi sayısındaki duraksama, sendikasızlaştırma büyük bir hız kazanmıştır. Özelleştirmenin yapıldığı tüm ülkelerde, özelleştirilen devlet işletmeleri, işçileri işten çıkarmayla başlamaktadırlar. Özelleştirme, sağlık, eğitim ve kültüre kadar birçok şeyin paralı hale gelmesidir. İnsana dair herşeyin metalaşması demektir. Özelleştirme uygulaması sendikaların güçlü olduğu ülkelerde (İngiltere, Fransa gibi) muhalefetle karşılaşmış olsa da sendikaların zayıflatılıp çökertilmesinde önemli işlev görmüştür.

I.I. Emperyalist Sistemdeki Değişiklilerin Coğrafyamız Egemen Güçlerinin
İzleyecekleri Politika Üzerindeki Etkileri:

1970’li yılların sonlarına doğru bölgemizde önemli değişiklikler yaşandı. İlki, 1978’lerin başında ABD emperyalizminin bölgedeki en güvendiği müttefiklerinden İran şahı Muhammet Rıza Pehlevi, Ayetullah Humeyni önderliğinde bir devrimle iktidardan düşürülmesiydi. İkincisi, 1979’un sonlarına doğru Sovyetler Birliği, Afganistan’a girdi ve yeni bir yönetimin iktidara getirilmesiydi.
Bölgemizde bu değişiklikler yaşanırken aynı dönemde Türkiye burjuvazisi ekonomik, sosyal ve siyasal bir bunalım yaşıyordu. Neo-liberal politikaların dünya kapitalist sistemine egemen olmasıyla birlikte, emperyalist-kapitalist sistemdeki uluslararası işbölümü değişti. Buna bağlı olarak, TC’nin ithal ikameci sanayileşmesi durma noktasına geldi. Ülke içinde üretim yapmak için gerekli olan ara malları ithali için gerekli olan döviz artık bulunamıyordu. Bunun için gerekli olan dövizi sağlayan geleneksel ihraç ürünlerinin (tarım ve madencilik ürünleri), sürekli biçimde düşen fiyatları ve işçi dövizleri artık yetersiz kalmıştı. İthalat ve daha önceki borçların ödenmesi için büyük çapta borçlanmalara gidilmeye başlandı. Borçlanma da had safhadaydı ve yükselen devrimci muhalefet nedeniyle de, yeni borçlar da verilmiyordu... Dönemin başbakanlarından Demirel’in deyimiyle Türkiye 70 sente muhtaç hale gelmişti. Bu dönemde Türkiye’deki devrimci toplumsal muhalefet de tarihinin en kitlesel zemini yakalamıştı. Emperyalizm de, yerli tekelci burjuvazi de bu gelişmeleri aşmak doğrultusunda çıkış arıyorlardı. Kısacası 1960’lar sonrası uygulanmaya başlanan ithal ikameci model tıkanmıştı.
1980’lerin başlarinda yeni bir ekonomik model gündeme getirilmişti. Bu yeni ekonomik model Latin Amerika’nin çeşitli ülkelerinde ve Güney Kore’de uygulanan sıkı para politikasına dayanan Feridmancı ekonomik politikadır. Bu modelin temel özelliği, işçi ve emekçi sınıfların aldığı ücretleri düşürmek, örgütlülüklerini dağıtmak veya zayıflatmak, iç pazarı/talebi kısmak, döviz kurlarını serbest bırakmak... biçiminde özetlenebilir. Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla her şeyin ihracata göre belirlendigi bir süreç başladı. Yeni uluslararası işbölümü, emperyalist-kapitalist ülkelerin mikro elektronik, biyoteknoloji, iletişim vb. gibi yeni ve büyük karlar saglayan sanayilerde yogunlaşırken, yeni-sömürgeler emperyalist ülkelerde eskimiş ve kar oranı düşük olan sanayilere ve borçlarını ödemesini saglayacak ihracata uygun sektörlerde yogunlaşmalarını esas alıyordu.Emek, yoğun, hantal makinalar bu yoldan tüm emperyalist-kapitalist sistemin sanayi altyapısının özellikle emperyalist tekellerin kar oranlarını yükseltecek tarzda yeniden düzenlenmesi hedefleniyordu. Bu aynı zamanda yeni-sömürgelerin zayıf sanayi altyapısının paramparça edilmesi anlamına geliyordu. Türkiye’nin bütün ekonomisi de bu bakış açısı ile yeniden düzenlendi.
Yeni ekonomik politika uygulanmaya başlandığında devrimci durum giderek olgunlaşıyordu. Yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyordu. 1980 yılında Cumhurbaşkanın seçiminde yaşanan tıkanıklığın aylarca sürmesi bunun en bariz göstergesiydi. Aynı şekilde ışçi sınıfı ve emekçi kitlelerde eskisi gibi yaşamak istemediklerini yogun eylemlilikleriyle göstermeye başladilar. İzlenen ekonomik politika sınıf mücadelesini harlıyordu...
Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi sürece müdahale ederek 12 Eylül Askeri Faşist cuntasini gündeme getirdiler. Toplumsal muhalefet zor kullanılarak ezildi. 1 milyona yakın insan göz altına alıindı. Sınıfın örgütlülükleri -parti, sendika, dernek, kooperatif vb.- kapatildi, grevler yasaklandi...
Böylece tekelci sermayenin önündeki engeller kaldırıldı. Ve artık tekelci sermaye yeni politikaya uygun olarak hedeflediği birikimi dışa açılarak yapabilirdi.
Dış pazarlardan daha fazla pay kapma istemi, TC’nin sadece bir ekonomik güç olarak değil, askeri ve siyasi olarak da yenilenmesini zorluyordu.
Reel sosyalizmin yıkılışı bu zemini daha da güçlendirdi. Zira, emperyalizmin bölgesel açılımlarıyla işbirlikçi tekelci sermeyenin dışa açılma istemleri çakıştı. Döneme kısaca göz attığımızda şu olgular karşımıza Bu nedenle TC geleneksel dış politikayı terk ederek Ortadoğu’da bölgesel bir güç olarak etkin bir rol almaya soyundu. Özal döneminin politikası ve “Adriyatikten Çin seddine” söylemi bunu ifade ediyordu.
- Reel sosyalizmin yıkılışına kadar ilişkilerini ağırlıklı olarak SB ile yapan ülkelerin -Irak, Suriye, Güney Yemen, Filistin... gibi- Ortadoğu’daki rolleri zayıfladı,
- Karadeniz ve Kafkaslarda (Bulgaristan, Azerbaycan, Gürcistan., ...) ülkelerinin bağımsız ya da görece daha bağımsız politika izleme eğilimlerinin artması.
-TC, emperyalizmin istem ve yardımını arkasına alarak, Balkanlarda ve Türki Cumhuriyetlerde kışkırtıcı ve yıkıcı faaliyetlerin organize edilmesinde önemli bir işlev üstlenmeye başladı.
Yaşanan bu gelişmeler iç savaşa göre oluşturulmuş ordunun ciddi bir revizyondan geçirilerek profesyonelleştirilmesini zorunlu kılıyordu... PKK’nin payını gözardı etmemeliyiz. 1991 sonrasında yaşanan gelişmeler yeni programın nasil işledigini göstermektedir: ABD-İsrail-Türkiye üçgeni oluşturuldu. Egitim, teçhizat vb. konularda Türkiye ile İsrail arasında ilişkiler yeni boyut kazandı...Kürt sorununda geliştirilen ve kullanılan profesyonel-kontra ordu önemli bir noktaya geldi. Kürt sorununun bilinen aşamaya gelmesinden sonra da profesyonel-kontra orduyu dışarıda kullanmasının zemini de güçlendi. Afganistan savaşı sürecinde TC’nin cüretkar tavırları bölgesel bir rol üstlenebilecegini göstermek istemesiyle baglantılıdır.
Öte yanda TC’ye biçilen rollerden biri de, TC’nin bölgede “demokrasi”, “serbest piyasa” ve “laiklik” tarzında model oluşturmasıydı. Eksen ülke 1991’de ABD dışişleri bakanı Backer’in yaptığı şu açıklama buna açıklık getiriyordu: “... ABD, Türkiye’nin bölgede ‘demokrasiyle, serbest piyasa ekonomisiyle ve laik devlet yönetimiyle’ model oluşturmasını arzuladığını...” belirtiyordu.
Ancak, 1991 yılı koşullarında bunun yaşama geçmesi pek mümkün görünmüyordu. Bu yıllarda Kürt hareketinin yükselttiği, mücadele karşısında TC’nin tavrı kendi “demokrasi”sini zedeliyordu. Milyonlarca insanı barındıran bir ulusun inkar edilmesi hiç bir “demokrasi anlayışına” sığmıyordu. Bu sorunun çözülmesi konusunda Kürt hareketinin önderi yakalanarak TC’ye teslim edildi. Bunun karşılığında TC’den bazı adımlar atılması istendi. Adım adım hazırlanan projede devlet revizyonu isteniyordu. Özellikle son süreçte atılan adımlar bunu daha açık gösteriyor. Bunun vardığı son aşama, Avrupa’yla uyum çerçevesinde gündeme getirilen bazı yasal değişikliklerdir. Görünüşte demokratik özünde ise baskıyı artıran bu “reform”larla devletin baskıcı niteliği bütün emperyalist kapitalist ülkelerde olduğu gibi artırıldı. Nüfusun tümü fişlenmeye başlandı. Böylece muhalif olan kesimlerin denetim altına alınması ve gerektiğinde toplanan bilgiler üzerinden etkisizleştirilmesi had safhaya vardı. F tipleri ile sisteme muhalif güçleri izole ederek kafaların içini boşaltmayı hedefledi. Bu politika emperyalist-kapitalist ülkelerin yeni dönem politikaları olarak açığa çıkmış durumda.
Devrimci hareketlerin reformist çözümlere çekilmesi yada önderliklerinin tecrit edilerek zayıf düşürülmesi ve etkisizleştirilmesi, bu yollardan sonuç alınamadığı durumlarda tüm dünya çapında saldırganlık, önleyici saldırı, asimetrik saldırı vb. stratejiler yeni sürecin politikalarıdır. Dünyadaki değişikliklere paralel olarak oligarşi kendini buna uygun olarak yeniden yapılandırdı.
Görüldüğü gibi Türkiye oligarşisi 1991 sonrasında gerek emperyalizmin istemleri ve gerekse de tekelci burjuvazisinin istemlerine uygun olarak daha aktif, saldırgan bir politika izlemeye ve buna uygun olarak örgütlenmeye yönelmiştir. Bu değişmeler karşısında devrimci hareketin sorumluluğu daha da artmıştır. Coğrafyamızın konumu bölgedeki tüm güçler üzerinde doğrudan etki yaratabilecek bir özelliğe sahiptir. Coğrafyamızda gerçekleştirilecek bir devrim en başta, Kürt, Arap, Fars, Türki Cumhuriyetler ve Balkanları doğrudan etkileyebilecek durumdadır. Bu nedenle devrimci sosyalist hareketin bir dönem yoğun şekilde dile getirdiği Ortadoğu Devrimci Çemberi (ODÇ) yeniden ve yoğunluklu olarak gündemleştirilmelidir. TC’nin ve emperyalizmin saldırganlığına karşı bölgedeki ilerici, devrimci ve komünist güçlerle ilişkiler kurup güçlendirmek ve giderek ortak bir politik hat geliştirmek her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.

I.II. Türkiye Kapitalizmi, Ekonomik, İdeolojik, Politik Bir İflas Yaşamaktadır
Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye kapitalizmi, son 15 yılda önüne çıkan fırsatlara karşın, ekonomik, ideolojik ve politik bir iflas yaşamaktadır.
-Ekonomik iflas: Türkiye burjuvazisi 1960 yılından 24 Ocak 1980’lere kadar ithal ikameci bir kalkınma modeli izlemiştir. İthal ikameci model ilk olarak 1968’de -kar oranlarında düşme eğilimi ortaya çıkarak- yara almış, 1970’li yılların ortalarında tıkanmıştır. İthal ikameci model tüketim, montaj ve yarı mamul üretimin iç pazar için yapıldığı bir modeldir. Teknoloji ve hammadde açısından ise emperyalizme bağımlıdır. Bu ekonomi politika, ithalat ihtiyacını (özellikle teknoloji ve petrol) karşılamak için sürekli dövize gereksinim duyar. Bu gereksinimlerini turizm gelirleri, tarım ürünleri hammaddeler ve işçi dövizleri ile karşılamaya çalışır. Ama bu gelirler hemen hemen hiçbir zaman yetmez. Bunun sonucu ödemeler dengesinde sürekli bir açık yaşanır ve bu açık dış borçla kapanmaya çalışılır.
1968’lerde başlayan 1971, 12 Mart darbesiyle işçi sınıfı ve emekçilerin ücretlerini kısarak geçici olarak atlatılan kriz daha boyutlu bir tarzda 1970’li yılların ortalarında toplumsal ve siyasal krize yol açarak açıga çıkar. Türkiye kapitalizminin krizini iki olgu besliyordu: Birincisi, kapitalizmin gelişimi içinde ortaya çıkan kâr oranının düşme yasası; üretimde sabit sermayenin oranı arttıkça kar oranı eğilimsel olarak düşer. İkincisi sınıf mücadelesinin etkileri.
1980’li yıllar emperyalistlerin yeni ekonomik politikalar arayışının olduğu yıllar olmuştur. Daha önce uyguladıkları Keynesçi ekonomik politikalarının iflası onları yeni arayışlara sürüklemişti. Ortaya çıkan yeni politikanın adı Neo-liberal politikaydı.
Keynesçi ekonomik politika reel sosyalizmin de etkisinden korkarak ‘sosyal devlet’, ‘refah devleti’ anlayışı çerçevesinde sosyal harcamalarını artırmak zorunda kalmıştı. 1945-1970 yılları arasında işçi sınıfının ve emekçilerin yükselttikleri mücadeleleri de dikkate aldığımızda emekten yana olan kesimlerin kazanımları (ekonomik ve çalışma koşullardaki düzelmeler) azımsanmayacak bir noktaya gelmişti. Tüm bu gelişmeler sonucu sermayenin kar oranı gerilemiş ve kaynak sorunu açığa çıkmıştı. Sermaye açığa çıkan bu krizi aşmak noktasında -1980’lerde- monaterist (sıkı para politikası) politika uygulamaya karar verdi. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher bu politikanın vazgeçilmez aktörleriydi.
Monaterist politikanın esası “sosyal devlet”in tasfiyesi ve emekçilerin ücretlerine saldırıyı ifade ediyordu. Buna göre sağlık, eğitim, sosyal güvenceler, kültür vb. harcamaları kısıtlamayı, giderek ortadan kaldırmayı hedeflerken özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi saldırıları gündeme getiriyordu.
Dünyada böylesi bir sürece girilmişken Türkiye de 1960’lardan beri uygulana gelen ithal ikameci politika tıkanmış ve yeni arayışlara girilmişti. Dışa dönük büyüme politikası emperyalistlerin çıkarlarına uygun düşmekteydi. Kriz koşullarında kaynak transferini derinleştirecek bir modeldi. Emperyalistler bu yolla, hem ücret ve maliyetini düşük tutabilecek, hem de ithal kısıtlamalarının ve yasakların kaldırılmasını saglayacak emperyalist ülkelerin ihracatına konan engelleri aşabileceklerdi. Böylece hem uluslararası sermayenin hareket alanı genişleyecek hem de uluslararası bankalar etkinliklerini artıracaklardı.
12 Eylül askeri faşist darbesiyle uygulanan bu ekonomik politika işçi ve emekçi sınıfların yoksullaşmasını, sendikal ve siyasal örgütlülüklerinin dağıtılmasını, taşeronlaştırmanın, işsizliğin ve köşe dönmeci mantığın geliştirilmesini orta sınıfların erimesini ... gündeme getirmiştir.
Türkiye kapitalizminin son 25 yılına baktığımızda şurası açıkça görülmektedir ki, a- 1980’den günümüze değin olan süreç, 1960-1980’lerin tersine güçlü bir toplumsal muhalefetin (1989 sonrası Kürt ulusal hareketinin dinamizmi dışında) olmadığı ve devrimci güçlerinde (devrimci sosyalist hareket de dahil olmak üzere) varolan muhalefete ve direnme dinamiklerine öncülük edecek bir konumu yakalayamadığı bir süreçtir. b-Reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı pazar olanaklarına karşın Türkiye kapitalizmi krizini aşamamıştır.
İdeolojik iflas: Türkiye kapitalizminin iflası sadece ekonomide değil, ideolojik alanda da kendini göstermiştir/göstermektedir. Kemalist Cumhuriyetin üzerinde şekillendiği “sınıfsız, kaynaşmış tek ulus”, “laik devlet” anlayışı son yıllardaki gelişmelerle paramparça olmuştur.
En başta Kürt halkının 1984 sonrası yükselttigi mücadele “kaynaşmış tek ulus” anlayışını tuzla buz etmiştir. Kürt gerçekliğinin inatçı tarzda kendini dayatması sonucu en kör gözler, en sağır kulaklar dahi onu görmek ve duymak zorunda kalmıştır. Öyle ki, bir dönemin en şoven, faşist siyasal aktörlerinden Türkeş, “Türk, Kürt kardeşliğinden”, Demirel “Kürt realitesini tanımaktan”, Baykal, “Kürt sorununu çözmek için özel politikalardan” bahsetmişlerdir. Kürt hareketinin ‘Demokratik Cumhuriyet’ ekseninden sonra sorunun burjuva çözümü noktasında sesler eskiye göre yükselmiştir. Tüm bu gelişmeler 85 yıllık inkar ve bu inkar üzerinde şekillenen ideolojik argümanların çöküşünün açık kanıtlarıdır.
Kemalist Cumhuriyetin ideolojik dayanaklarından biri olan laiklik gerçek anlamı boşaltılarak uygulandı, yani aslında hiç uygulanmadı. TC’nin her zaman bir dini ve mezhebi olagelmiştir. Bunun dışındaki din ve mezhepler hep baskı altında tutulmuştur. 1930’lu yıllarda din temelli okullar kapanırken, 1950’lerden sonra yeniden açılmıştır. Özellikle 12 Eylül askeri faşist cuntasının iktidara gelmesinden ve devrimci hareketin ağır darbeler yemesinin ardından (emperyalizmin yeşil kuşak projesine de uygun olarak) tarikatların önü bizzat devlet tarafından açılmış, işçi, emekçi ve yoksul semtlere doğru yönlendirilerek devrimci hareketin yenilgisiyle oluşan boşluğu doldurmuşlardır.
Devletin sözde laiklik, esasta ise sunni islamı (hatta sunnilik içinde de hanefi mezhebini) devlet dini olarak kabul eden yaklaşımı ve bu temelde tüm kesimleri asimile etme ve zorla birleştirme çabası özellikle Alevilerin 1980 sonrası uyanışıyla paramparça olmuştur. Özellikle Kürt ulusunun ulusal demokratik taleplerini güçlü biçimde dile getirmesi, Alevi kitlelerinde de yüzyıllardır süren dinsel ezilmişliğe tepkilerin açık biçimde ortaya konması için güç ve moral yaratmıştır. Alevi dinsel kimliği kendini açıkça ifade etmeye başlamış, kurumsal yapılar oluşmuştur. Kentlerdeki nüfusları artan, bir orta sınıfı oluşan Alevi kitleler, değişik cephelerde kendi inanç özgürlüklerini dile getirmeye başlamışlardır. 1960-70’li yıllarda yani kentlileşmenin henüz ilk basamaklarında iken Alevilerin çok az bir kısmı kendisini doğrudan Alevi kimliği ile ifade etmiş, küçük Alevi orta sınıfı TBP gibi sınırlı bir politik örgütsel varlık geliştirebilmişlerdir. Aleviler bu süreçte daha çok devrimci hareketler tarafından örgütlü kılınmışlardır. 1980 sonrası kentlerde büyüyen Alevi nüfus, büyükçe bir orta sınıfta yaratmıştır. Bu orta sınıf kendini daha cesur biçimde ifade etmiştir. Pir Sultan dernekleri, Alevi Bektaşi dernekleri ve Cemevleri bunun örgütsel ifadesi olmuştur. Devrimci hareketin zayıflaması, bu dinsel örgütlülüklerin yoksul Alevileri de belirli ölçüde toparlamalarını sağlamıştır. Böylece sistemin 70 yıllık sunni islam kimliğini dayatma yaklaşımı dökülmüştür.
Bunların yanı sıra, eğitimde derslerin içeriğinin dinsel doğmalarla doldurulması, imam hatiplerin yaygınlaştırılması, vb. unsurlar, dinci hareketlerin egemenlerin istediği sınırların çok ötesine geçmesine zemin hazırlamıştır.
Böylece, TC’nin kurucu ideolojik çizgisi Kürtler ve Aleviler açısından ciddi biçimde geçersizleşmiştir.
Kemalist Cumhuriyetin ideolojik dayanaklarından birisi olan “sınıfsız” toplum anlayışı yıllardır kimse tarafından savunulamaz duruma gelmiştir. Türkiye kapitalizminin ulaştığı seviyenin sonuçları nedeniyle en katı Kemalistler bile bugünkü Türkiye’nin toplumsal yapısının sınıflardan oluştuğunu kabul etmek durumunda kalmaktadır. Gerek yukarıdaki gelişmelere, gerekse YDD’nin ortaya atılmasıyla yapılan düzenlemeler sonucu, burjuva kesiminin bir kanadı artık, devleti eski yöntemlerle yönetmenin mümkün olmadığını bu nedenle Kemalist Cumhuriyet anlayışının tükendiğini, devletin yeniden dünyadaki gelişmelere daha uygun, dinamik hale getirilmesinin zorunlu olduğuna dikkat çekmektedir.
Türkiye kapitalizmi politik olarak da iflası yaşamaktadır. Eski burjuva partilerine olan güven çoktan yitirildi. Dün iktidarda olanlar DSP, ANAP gibi partiler tarihe karışıyor. DYP, MHP belli bir oy potansiyelini korusa da eski güçlerini yitirmiş durumdadırlar. Sözüm ona sosyal demokrat olan CHP içten içe kaynıyor. % 10’luk barajı aşsa da eski gücünü büyük oranda yitirmiş durumda. İktidara getirilen AKP, denenmemişliğin fırsatını kullanarak iktidara geldi. Ancak icraatları ortada: İşçilerden, emekçilerden yana bir şey yapmamıştır. Kürt sorunu konusunda aldatma eksenli “radyo ve TV’de yarım saat Kürtçe konuşulması” dışında bir şey yapmamıştır. Sonuç olarak burjuva partileri ve kurumları hızlı bir şekilde aşınmakta ve tüm inanırlıklarını yitirmektedirler.
Emekçiler açısından iktidara gelen tüm partilerin, icraatları değil sadece isimleri değişmiştir. Neo-liberal politikaların uygulanması, işsizlik, özelleştirme, zam, zaten sınırlı olan sosyal hakların gaspı, reel ücretlerin düşürülmesi, ...vs. Son on yılda işçi ve emekçi sınıfların ulusal gelirlerden yararlanabilme olanakları giderek azalmıştır. Aynı dönemde sermayenin karları iyice artmış kazanç pastasının % 75’ine sahip hale gelmiştir. Bu kârlar da ağırlıklı olarak üretim dışı alanlardan elde edilmektedir. Bu süreçte yatırımlar düşmüş, küçük ve orta ölçekli sanayi çökmeye yüz tutmuştur. Sermeyenin özelleştirme saldırısı, küçük ve orta ölçekli sermayenin çöküş süreciyle bütünleşince işsizlikte büyük artış göstermiştir.
Özetle; emperyalizme bağımlı kapitalizm dış destekle, sürekli kriz içinde yaşamaktadır. Kriz yapısaldır; ve devrimci durumu üretmektedir. Krizi derinleştirecek, yeni sömürgeci kapitalizmin ürettiği sorunları çözecek tek seçenek devrimdir. Devrimci hareketin ve devrimci sosyalizmin kitlelere mesafeli konumu, KUKM’nin İmralı süreci ile yaşadığı tasfiyecilik ve burjuva liberal çözüm arayışı, egemen sınıfların kriz içinde varlığını sürdürmesinde elini güçlendiriyor. Toplumsal çürümenin, kriz ve devrimci hareketin geriliği ile doğrudan ilişkisi biliniyor. Krizin çözümü devrimdir; kapitalizmin alternatifi sosyalimzdir.

I. III. Sınıf Hareketindeki Gelişmeler
1980 sonrası sınıf hareketini belirleyen bir kaç nokta üzerinde durulabilir: Birincisi, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin 24 Ocak 1980’lerde dayattıkları politikanın en önemli amaçlarından biri sınıf hareketinin etkisizleştirilmesiydi. 24 Ocak kararlarının bir ayağı sınıfın mücadele ile kazandığı ekonomik ve çalışmayla ilgili hakların gasp edilmesini hedefliyordu. İşçi sınıfı 12 Eylül 1980’lere kadar bu politikalar karşısında önemli direnişler sergilemiştir. Tariş, Adana Tekel, Mersin Soda,.... grevleri bu dönemin önemli direnişleriydi.
Ancak 12 Eylül askeri faşist cuntasının iktidara el koymasından sonra ülke çapında başta grevler olmak üzere her türlü direniş ve hak isteme yasaklandı. İşçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının belirlenmesi noktasında 9 kişiden oluşan Yüksek Hakem Kurulu oluşturuldu. Bunlarin üç tanesi sermaye örgütleri, 3 tanesi hükümet ve kalan üç tanesi de cunta işbirlikçisi Türk-İş tarafindan belirlenmiştir. Böylece işçi sınıfı önemli hak gasplarına maruz kaldı.
İkincisi, işçi sınıfının öncü kadroları cunta tarafından biçildi. Türk-İş dışındaki sendikalar kapatıldı, yöneticileri gözaltına alındı, ilerici devrimci öncüler ya işten atıldı ya da göz altına alınarak cezaevlerine konuldu. Genel baskı ve yasaklamaların öncü işçilerin biçilmesiyle tamamlanması sınıf hareketini olumsuz etkiledi. Bu gelişmeler sonucu 12 Eylül 1980 ile 1984 arasında herhangi bir grev yaşanmadı. 24 Ocak’ı siyaseten tamamlayan 12 Eylül döneminde dayatılan özelleştirmeler ve son olarak da reel sosyalizmin yıkılmasının ardından boyutlanan özelleştirme saldırısı da öncü işçilerin biçilmesinde etkili oldu....
Üçüncüsü, çeşitli etkenlerin sonucu olarak 1984’ler sonrasında sınıf hareketinde bir canlanma yaşanmaya başlar. 1989 Bahar eylemlilikleri ve doruk noktası Zonguldak ve hemen ertesinde yaşanan “genel grev”dir. Ancak yükselmeye başlayan sınıf hareketinin kendiliğindenciliği aşamaması ve aynı dönemlerde reel sosyalist ülkelerde yaşanan gelişmeler sınıf hareketini büyük oranda olumsuz etkiledi. Siyasi öznelerin mevcut tabloyu etkilemekten uzak oluşları ve gelişmeye başlayan tasfiyeciliğin sınıfı da etkilemesi, sınıf hareketının zayıflamasına neden oldu.
Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de, 1980 sonrası işçi sınıfının yapısıyla ilgilidir. 1980’lerde oluşan işçi kuşağı büyük oranda 12 Eylül’ün etkilerini yaşamış, bunun sonucu örgütlülüğe mesafeli yaklaşan kesimlerden oluşmuştur. Bu etken esnek üretim ve özelleştirme saldırılarıyla bütünleşince sınıfın hareket alanı iyice daraltılmıştır.
12 Eylül sonrası yaşanan göç iki farklı etkenden kaynaklandı. Birincisi izlenen ekonomik politikanın ihracata dayalı olması, küçük ve orta kesimlerin yaşamlarını çekilmez hale getirmiş, bunun sonucu yeni bir göç dalgası yaşanmıştır. İkincisi, Kürt hareketinin geliştirdiği atağı önlemek noktasında binlerce köyün boşaltılması sonucu yaşanan göçtür. Birincilerinin 12 Eylül’ü yaşamaları ve onun etkilenmesi sonucu siyasete ve örgütlülüğe uzak durmaları, İkincilerinin bir kısmı ulusal hareketin yaptığı atılımdan etkilenmelerine karşın, etki ulusal boyutla sınırlı kalmıştır.
Yeni girilen 2000’li yıllara sınıf, önceki süreçlerin tüm olumsuzluklarının toplamını biriktirerek girdi: En başta sınıf örgütlülükleri büyük oranda dağılmış, ideolojik zeminde ufuk çizgisi kırılmış, öncü işçi diyebileceğimiz kadrolar ya sistem tarafından biçilmiş ya da emekli olmuş, ekonomik sosyal kazanımlarının önemli bir bölümünü kaybetmiştir.
Tüm bu gelişmeler sınıf hareketinin yaşadığı sorunların aşılmasının zorunluluğunu da dayatmaktadır.
Yazımızın bir bölümünde değindik, yinelemekte yarar var: 1970’ler sonrası başlayan ve 1990’larda egemen olan yeni ilişkiler sınıf içinde ayırımı, çelişkileri artırmıştır. Sınıf içinde kalifiye olan ve daha çok büyük fabrikalarda (ya da işletmelerin merkezinde) çalışan işçiler diğer işçilere göre adeta ayrıcalıklı konumdadır. Sendikal örgütlülükleri ve aldıkları ücretler, taşeron işçilerle, fason üretim yapanlarla karşılaştırılmayacak düzeyde yüksek olmaktadır. İşsizliğin had safhada olduğu, ücretlerin minimum düzeye düşürüldüğü bir koşulda bu kesimler yaşanan krizlerden daha az etkilenmektedirler. Sınıf hareketine karşı daha mesafelidirler. Ortaya çıkan sorunları “uzlaşma yoluyla” çözmeye daha yatkındırlar,...vb.
Oysa, sınıfın büyük bir çoğunluğu ya işsiz ya da böylesi haklardan yoksun durumdadır. Sınıfın ezici bir çoğunluğu, sendikal örgütlenmeden uzak asgari ücret üzerinden çalışmaktadır. Çalışma koşulları ağırdır. Çoğu zaman ödenmeyen (ya da çok düşük tarzda ödenen) zorunlu mesailer dayatılmaktadır. Bir çok yerde sigortasız tarzda çalışmaktadır. İşsizliğin bu düzeyde yaygın olduğu bir süreçte işten atılmak tehdidi demoklasin kılıcı gibi başlarının üzerinde sallandırılmaktadır.
Bu tablo içinde sınıf hareketini yeniden geliştirmek önemli bir sorun olarak sol hareketin karşısında durmaktadır. Bu doğrultuda farklı yönelimlerin, çabaların olduğu biliniyor.
Bugün sisteme karşı tepkinin en yoğun oldugu yerler, sistemin en küçük krizlerinden bile etkilenip, ücretleri daha da düşürülen, çalışma koşulları ağırlaştırılan, işsizligin en yoğun olduğu ya da işten atılma riskini en çok yaşayan kesimlerin yaşadığı alanlardır. Bu kesimin dağınık olması, bilinç öğesinin geriligi, nispeten örgütlülüge kapalı oluşu gibi zayıflıkları olduğu da biliniyor. Örgütlenme açısından saydığımız olumsuzluklara karşın, sınıf hareketini geliştirmenin ilk basamağını sanayi havzalarıyla işçi-emekçi mahallelerinin iç içe geçtiği alanlarda yaratmak büyük önem taşıyor. Esnek örgütlenmeler üzerinden dinamik kesimlerle bağları geliştirmek, örgütlemek ve ileri noktalara taşımak devrimci bir işçi hareketi yaratmanın ilk ayağını oluşturmalıdır. Gerek coğrafyamız solunun ve gerekse Güney Kore ve Latin Amerika solunun biriktirdiği deneyimler sentezlenmelidir.

I. IV. Sendikal Hareketteki Gelişmeler
Günümüzde sendikal hareket 1945-1970 yıllarının tersine tüm dünyada eğilimsel bir düşüş yaşamaktadır. Oysa, 1945-1970 yılları arasında sendikal hareket güçleniyordu. Bu gelişmenin iki ayağı vardı. Birincisi, emperyalist kapitalist sistemin karşısında güçlü bir sistemin ortaya çıkışı emperyalistlerin “sosyal devlet” anlayışını geliştirmelerine neden olmuştur. Emperyalist kapitalist sistem, “sosyal devlet” anlayışı çerçevesinde çeşitli sosyal haklar vermenin yanında devletin sendikalara yardım etmesini gündeme getirmişti. Dolayısıyla sendikalar bizzat devlet tarafindan desteklenen kurumlar konumundaydı. İkincisi, emperyalist kapitalist sistem daha çok içe yönelik bir üretim yapıyordu. Keynesçi ekonomik model içe yönelik üretimi esas alan bir özelliğe sahipti. İçe dönük üretilen malların alınabilmesi, bunu alabilecek geniş kitlelerin olmasını zorunlu kılıyordu. Özellikle dayanıklı tüketim maddelerinin tüketilebilmesi için sınıfın aldığı ücretlerin yükseltilmesi zorunluydu. Sınıfın/ sendikaların yoğun mücadelesi ile devletin ‘sosyal devlet’ anlayışı kesişince sınıfın alım gücü ve kazandığı hakları doruk noktasına gelmiştir. Bu etkenler 1945-1970 yılları arasında sendikal hareketin daha da güçlenmesine neden olmuştur.
1970’ler sonrası sendikal hareket eğilimsel düşüş yaşamaya başladı. Bu olumsuzluk dört zeminden beslenmektedir.
Birincisi, emperyalistlerin üretim süreçlerinde yaptıkları değişikliklerdir. Özellikle 1970’lerden sonra esnek üretimin yaygınlaştırılmasıyla sendikasızlaştırma süreci arasında doğru bir orantı vardır. Esnek üretimle birlikte parça başı üretim, yarı süreli çalışma, geçici çalışma, düzensiz çalışma, sözleşmeli çalışma, evde çalışma ve taşeronlaştırma yaygınlık kazanmıştır. Taşeronlaştırma büyük oranda sendikasızlaştırmayı dayatırken; üretim sürecinin parçalanması ve parça başı üretim de işçi sınıfının dağınık yerlerde küçük parçalar halinde tutulmasını gündeme getirmiştir. Sınıfın bu şekilde parçalanması sosyal devletin olmazsa olmaz kazanımları sayılan emeklilik, sağlık, işsizlik yardımı, iş güvencesi birer birer ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Bugün için esneklik güvence kaybı anlamına gelmektedir. Bu durum hem maliyet düşürücü ve hem de örgütsüzlüğü besliyor.
İkincisi, Keynesçi ekonomik politikanın tıkanmasıyla izlenmeye başlanan Friedmancı ekonomik politikalardır. Monaterist politika veya başka deyişle neo-liberal olarak da ifade edilen bu politikalar işçi sınıfının kazanımlarını birer birer ortadan kaldırmayı hedef alan politikadır. Esasen yukarıda sözünü ettiğimiz esnek üretim modeli de neoliberal ekonomik politikaların bir bileşenidir. Sosyal hakların ortadan kaldırılması, özelleştirme, sendikalara saldırı, sendikalara verilen devlet yardımlarının kesilmesi ya da azaltılması gibi saldırıları ifade ediyordu.
Türkiye’de de 24 Ocak 1980’lerle birlikte Friedmancı ekonomik politika izlenmeye başlanmıştır. Bu politikanın bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde uygulanabilmesi ancak askeri faşist cuntalarla olabilirdi. Latin Amerika ve Uzak Asya ülkelerinde olduğu gibi... Bu politikanın sınıf açısından ilk icraatları sendikaları kapatması oldu. İşçi sınıfının önemli sendikal örgütü DİSK ve ilerici bağımsız sendikalar kapatılmış, grevler de yasaklanmıştır. İşçi sınıfının en örgütlü oldukları alanlar özelleştirme ve buna bağlı olarak işten atılmalarla birlikte sendikal harekete ağır darbeler indirilmiştir.
Üçüncüsü, 1990’larda reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı sağ dalga, dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de sınıf hareketini büyük oranda olumsuz etkiledi. Türkiye’deki devrimci hareketin ideolojik gıdasını büyük oranda reel sosyalizmden alması, kendini onlara göre belirlemesi yıkılış sürecinde ideallerinde, ufuk çizgisinde bir kırılma yarattı. O güne kadar referans olarak gösterilen ülkelerin yıkılışı, sınıf hareketi üzerinde daha büyük bir olumsuzluk yarattı. 12 Eylül askeri faşist cuntasının yarattığı fiziki tahribat ideallerdeki tahribatla bütünleşince sınıf hareketinde ciddi bir gerileme yaşandı.
Geçen yirmi beş yıldaki nüfus artışına rağmen sendikal hareket, nicelik ve nitelik olarak zayıflamıştır. Örnegin günümüz Avrupa’sında sendikalaşma oranı % 8-11 oranlarda seyrediyor. Türkiye’de bu durum daha geri noktalardadır. DISK-AR’in yaptığı araştırmalar bunları ayrıntılı olarak somutlamaktadır.
Sendikal hareketin gerilemesinde sayabileceğimiz bir etken de, (dördüncü olarak) sosyalist güçlerin sendikal saldırı karşısında yeterli bir politika geliştirememeleridir. Yukarıda saydığımız olumsuzlukların da etkisiyle uluslararası boyutta gelen saldırı karşısında yine uluslararası boyutta bir karşı çıkış gerçekleştirmeleri bir yana, böyle bir perspektife bile sahip değillerdir.
Sorun esas olarak da, işçi sınıfının nesnel yapısındaki değişimleri, ortaya çıkan sınıf yapısının sorun ve istemlerini, buradan birleşik devrimci bir sınıf hareketi çıkarmanın yollarını vb. bütünlüklü olarak çözümleyen bir devrimci yaklaşımın geliştirilememesidir. Kısacası, devrimci güçlerin emperyalist sistemdeki degişiklikleri saptamada ve onlara karşı tavır almada yetersiz kalmaları sendikal hareketin gerilemesinin bir diğer nedenidir.
Sendikal harekete bakış anlamında Türkiye devrimci hareketi DİSK’i aşabilecek bir örgütlenme perspektifine sahip olamadı. Türkiye’deki devrimci yapıların büyük bir kısmı tarafından DİSK, işçi sınıfının sınıf sendikacılığını yürüten sendikası olarak görülmüş dolayısıyla sendikal perspektifi yeni DİSK’ler yaratmanın ötesine taşamamıştır. Bu ise, sınıf sendikacılığının karşısına reformizmi geçirmek anlamına gelmektedir.
Tüm bu olumsuzlukların sonucunda bugün işçi sınıfı sendikal ve politik açıdan önemli ölçüde örgütsüzdür. Bugün için dikkat çekmek istediğimiz bir nokta da, sendikalıların büyük bir kısmının büyük fabrikalardaki kadrolu işçiler olduğu ve sendikalı olmanın adeta ayrıcalıklı hale getirildiğidir. Büyük fabrikalardaki sendikalı işçilerin aldığı ücret, aynı fabrikalarda ve hemen hemen aynı işi yapan taşeron işçilerinin aldığı ücretin birkaç katına ulaşabilmektedir. Bu gelişmeler egemen güçlerin sınıf ve sendikalar üzerinde daha rahat oynamalarına neden olmaktadır. Ne yazık ki, günümüzde sendikalar büyük oranda sınıfın tepkisini boşaltmasının araçlarına dönüşmüştür.
Bundan dolayı, yeni bir sendikal hareketin örgütlenmesi, hem sınıfın nesnel konumundan, hem de sendikal hareketin yaşadığı krizden çıkış için zorunludur. Kendini sadece büyük işletmelerle sınırlamayan, yeni işçi kitlelerine güçlü biçimde yönelen, işçi, yarı-işçi, işsiz tüm proletaryayı işyerlerinde ve yaşam alanlarında kucaklayan bir tür emek cephesi olarak gelişecek, kendini ücret politikalarıyla sınırlamayan, hayatın bütününe ilişkin işçi sınıfının devrimci bir güç olması doğrultusunda politika geliştirerek yönelen bir sendikal hareketin yaratılması, sendikal mücadeledeki temel hedef durumundadır. Taban örgütlülüğü işte sınıf bu perspektifle kendiliğindencilikten kurtulur, devrimci rolünü oynayabilir. Bugün sınıf hareketi ile sosyalist hareket aynı kanalda buluşamamıştır, aralarındaki mesafe bir hayli açılmıştır. Kitle hareketinin geliştiği kimi süreçlerde, örneğin 1968-70 veya 1975-80’ler de, bu mesafe kısalsa da, sosyalist harekette yaşanan gerileme ve kırılmalara paralel bu mesafenin büyüdüğü gerçektir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu mesafenin nesnel nedenleri vardır; ama öznel, yani sosyalist harekete ilişkin hata ve zaaflar vardır ve asıl sorunda buradadır. Bu sorunun gündemleşmesi gereken ilk ve ana maddesi, proletarya partisinin yeniden inşasıdır.

YENİLENME VE PARTİ
Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Rusya koşullarında öncü konuma gelmesi esas olarak dört temel halkayı doğru yakalamalarıyla bağlantılıdır. Birincisi, dönemlerine kadar geçen 50 yıllık sosyalizm mücadelesinin eleştirisi, ikincisi, Rusya özgülündeki Narodniklerin ve Legal Marksistlerin mücadelesinin eleştirisi, üçüncüsü, dünyanın içinde bulunduğu koşulların doğru bir tahlilidir. Dördüncüsü ise, sayılan üç nokta temelinde örgütlenmesinin güncel bir sorun olarak ele alınması ve buna bağlı olarak stratejik mücadele hattının belirlenerek harekete geçilmesidir. Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, temel halkalar üzerinde yoğunlaşırlarken dünyayı yorumlamak amacıyla değil, değiştirmek için ele alıyorlardı. Dünyanın değiştirilmesi mücadelesi, en başta hedefe kilitlenen devrimci komünist bir partiyi gerekli kılıyordu... Örgüt silahından vazgeçmek, niyetten bağımsız olarak aydın, yarı aydın durumuna dönüşmek, dünyayı sadece yorumlamakla eş anlamlı hale gelecektir. Oysa Marks’tan bu yana asıl olanın dünyayı değiştirmek olduğu biliniyor.
Biz Lenin’in yenilenme mantığını temel alıyoruz. Örgütlü bir zeminde yapılmayan bir yenilenmenin sonuçlarına varması olanaksızdır. Sol hareket uzun zamandır yenilenmeden bahsetmesine karşın -ve hatta kimi noktalarda yenilenme sağlamasına karşın- bunun gerektiği sonuçlara varamamıştır. Zira yenilenme yukarıda belirttiğimiz noktalardan birinin ya da bir kaçının ihmali üzerinden yapılmaya çalışılmıştır.
Sol yapıların yenilenme söylemi, örgütsel olarak büyük oranda tasfiye oldukları, ya da örgütsel bölünme yaşadıkları süreçlerde gündeme geldiği için sorunlu bir yenilenme olarak ortaya çıkmıştır. Sorunlu bir yenilenme olarak nitelendiriyoruz; çünkü, yenilenmenin ufku hareketin yaşadığı bunalımın/tasfiyenin sonuçlarının bertaraf edilerek örgütün yeniden organize olması ile ya da içinde çıkılan hareketin eleştirisi ekseninde yürümektedir. Yani soruna bütünsel bakışla değil, tamamıyla pratik olarak önüne çıkan sorunun çözümü temelinde bakış söz konusudur. Pratik olarak kendini dayatan sorunun çözümüne ilişkin fikir ve pratik de genelden değil, bulunduğu konum üzerinden üretilmeye çalışılmaktadır. Oysa bulunduğu konum sorunu üreten bir konum olduğu için sorunu çözememekte ve yeni sorunların kaynağına neden olunmaktadır. Belki sorunun kimi noktalarına vursa da bütünsel olmaktan uzak kalmaktadır. Çoğu örnekte, yenilenme istem ve söylemi bir sürü tasfiye süreçlerinden geçilerek varılması gereken noktaya ulaşabilmektedir. Ancak bu kesimler örgütsel mekanizmaları büyük oranda tasfiye olduğu için niyetten bağımsız olarak, yenilenme sorunu aydın, yarı-aydın kesimlerin etkisiz girişimleri olarak gündeme gelmektedir.
Tüm bunları dikkate aldığımızda yenilenmenin çerçevesini belirlemek zorunlu hale gelmektedir. Bizim buna ilişkin referans kaynağımız Lenin ve Bolşevikler olacaktır.

Parti Konusunda Yenilenmeyi Lenin’den Öğrenmek
Bolşevik parti anlayışı, yaşamdan süzülen dersler ışığında ortaya çıkmıştır. Lenin’in yaşamdan çıkardığı iki temel ders, onu Bolşevik tarzı bir örgütlülüge götürmüştür. Bu derslerden birincisi, Narodnik gelenegin, ikincisi; legal Marksizm’in eleştirisinden çıkarılan derslerdir.
Lenin’in Bolşevik partiye ulaşması açısından Narodnizmin incelenmesi/eleştirilmesi özel bir yer tutar. Lenin, Narodniklerin örgüt anlayışından esas olarak iki noktada yararlanmıştır: ilki, komünist bir örgütlenmenin dar, sıkı örgütlenmiş, gizli ve profesyonel devrimcilerden olması gerektiği; ikincisi, Narodniklerin gösterdikleri kararlılık ve iradenin komünist bir örgütlenme için gerekliligi. Lenin, Narodniklerin irade ve kararlılığını her zaman övgü ve saygıyla anarken, Çarlık polisinin baskılarını boşa çıkaracak bir örgütlenmenin nasıl olması gerektiği dersini almıştır.
Bilindiği gibi, 1860, 1870’lerde bile Narodnikler halka giderek kitleleri aydınlatmamak, örgütlemek yerine onlar adına otokrasiye karşı cüretkar eylemlikler (bir çok vali, emniyet görevlisi cezalandırmalarının yanında Çar’ı öldürerek cezalandırmışlardır) ortaya koymuşlardır. Bunlardan en önemlisi Lenin’in abisini de idama götüren Çar’a suikast eylemidir.
Lenin, Narodnikleri eleştirirken de, tek tek suikastlarla sonuca gidilemeyecegini, toplumsal devrimin devindirici gücünün sınıf ve sınıf mücadelesi olduğu, dolayısıyla sınıfi örgütlemek ve sınıf hareketini yönetmek gerektiği üzerinde durmuştur. Lenin, somut durumun somut tahlilinden hareket ederken (çarlğk polisini dikkate alarak) şunları belirtir: “... otokratik bir ülkede böyle bir örgütün üye sayisini devrimci faaliyette profesyonel olarak katılan ve siyasi polisle savaşma sanatında profesyonel olarak egitilmiş kişilerle ne kadar sınırlarsak örgütün açıga çıkarılması o kadar güç olacaktır...”, “ancak islah olmaz bir ütopyacı... otokrasi koşullarında GENIŞ bir işçiler örgütü düşünebilir” der.
Lenin’i Bolşevik parti anlayışına götüren bir nokta da legal Marksistlere yönelik eleştirisidir. Legal Marksistler otokrasiye karşı savaşımın politik degil, ekonomik olması gerektiğini ve proletaryanın liberal muhalefet faaliyetlerine katılması gerektiğini belirtiyorlardı. Lenin, otokrasiye karşı mücadelenin ekonomik alanla sınırlanması ve liberal burjuvazinin kuyruğuna takma girişiminin işçi sınıfı davasına ihanet etmek oldugunu belirtir. Ekonomistlerin bu yaklaşımı, yaklaşan devrimin (demokratik devrimin) başını liberal burjuvazinin çekmesi gerektiği üzerinde şekilleniyordu. Oysa Lenin bu anlayışa karşı çıkıyor ve devrimin başını proletaryanın çekmediği hiç bir devrimin sonuçlarına varamayacağını açıklıyordu.
Ekonomistler “politikanın her zaman uysalca ekonomiyi izleyeceği” anlayışından hareketle görevlerini işçi sınıfına ekonomik mücadelede yardım etmek olarak belirliyorlardı. Bu anlamıyla işçi sınıfının kendiliğindenci hareketini ön plana çıkarıyorlardı. Lenin ise önemli olanın kendiliğindenciliği aşmak olduğunu belirtir. Kendiliğindenci bilinç son tahlilde sistem içi bir bilinçtir. Oysa Lenin, kendiliğindencilikten kopmayı devrimci parti teorisinin başlangıcı sayıyordu. Coğrafyamız açısından sorunu tartışırken üzerinde en başta üzerinde durmamız gereken nokta Lenin’in yöntemidir. Lenin’i Bolşevik örgütlenmeye götüren temel etken yaşamdan çıkardığı derslerdir. Lenin’in Rusya gerçekliği üzerinden çıkarttığı bu ders yenilenmeyi temel hedef olarak koyan bizler açısından altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken noktaların başında gelmektedir.

Devrimin İhtiyaçları Yenilenerek Karşılanabilir-II

Devrimin İhtiyaçları Yenilenerek Karşılanabilir-III

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul