Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

30. Sayı - Mayıs/Haziran 2005

G. Onur

Lenin'in Rusya için kullandığı yöntem (ülkesindeki devrimci mücadelenin incelenmesi ve bundan gerekli dersleri çıkarması), ülkemiz açısından da kullanılması gerekli olan bir yöntemdir. Zira coğrafyamız açısından devrimci sosyalist tarih bizimle başlamamıştır ve özellikle son 40 yılın tarihi bizlere çözümlenmesi gereken önemli bir miras bırakmıştır.
Belirtilen tarihsel süreçte sol iki mecrada aktı.
Birincisi, sarı sendikacılığa karşı çıkıp TÜRK-İŞ'ten ayrılan ve DİSK'in oluşturulmasında önemli fonksiyonlar üstlenen kimi sendikacıların oluşturdukları TİP'te somutlaşan "Sosyalist Devrim"ciler.
Sosyalist Devrimi savunanlar esas olarak işçi sınıfı aristokrasisine yaslanıyordu ve bu kesime dayanarak sendikal yapılar içinde örgütlüydüler. Ancak bu çizgidekiler uluslar arası reformizmin Türkiye'deki versiyonu durumundaydılar. TİP kendini Türkiye işçi sınıfının partisi olarak ilan etmesine karşın, ML'nin en temel ilkelerini reddediyordu. Mevcut devlet cihazının şiddet kullanılarak parçalanmasını, siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve politik iktidar aracılığıyla sosyalizmi inşa etme anlayışı yerine, burjuva parlamentarizmini savunuyordu. TİP gerçekte, iktidar sorununu "mecliste barışçıl yollarla çoğunluğun sağlanması" olarak algılıyordu. Buna uygun olarak da mümkün olduğunca geniş, legal-açık bir tarzda örgütlenmişti. Sınıf hareketini iktidarın ele geçirilmesi doğrultusunda değil, güncel talepler üzerinden ve onunla sınırlayarak ele alıyordu. TİP, Kürt Ulusal Sorununu "Doğu Sorunu"na indirgemişti. Kürt ulusunun bağımsız devlet kurma hakkı da dahil kendi kaderini özgürce tayin etme yaklaşımı yerine böyle bir ulusun olup olmadığını tartışıyordu. Bunun doğal sonucu olarak, kendi kaderini tayin hakkı bir kenara bırakılmıştı. TİP, 1960'lı yıllarda küçük üreticilerin ve gençliğin -özellikle de öğrenci gençliğin- gösterdiği tepkileri sağlıklı kanala akıtma yerine "provokasyona gelme" olarak değerlendirdi ve onlara şiddetle saldırdı.
İkincisi, Milli Demokratik Devrimcilerdi. TİP'in iktidar perspektifinden yoksun oluşu ve gelişen mücadeleyi geriye çekme yaklaşımı karşısında tepki duyan kesimler MDD çerçevesinde bir araya geliyorlardı. MDD'ciler, gelişen kendiliğindenci mücadele içerisinde militanca yer alıyorlardı. MDD'ciler Sovyet çizgisinin sağcı yaklaşımları karşısında Çin ve Vietnam devrimlerinin etkisi altındaydılar. MDD'ciler sosyalizm düşüncesine yaklaşan, onunla buluşmaya çalışan gençliğin devrimci kesimini oluşturmaktaydı. 1965-70 arasındaki oluşum sürecinde arayış içindeydiler ve bu ilk aşamada dönemin yeni fikirleri, yeni devrimci deneyimleri olan Çin ve Vietnam devrimi süreçlerine angaje olmuşlardı. Ancak öğreniyorlardı ve öğrendikçe, düşünceleri derinlik kazandıkça onlarda kendi içlerinde ayrışmaya kendi özgün düşüncelerini oluşturmaya yöneldiler.
1970'li yılların başlarında MDD'ciler de, kendi aralarında ayrışma yaşadılar.
1970'lerin başlarında yeni siyasal örgütlenmeler oluştu. Bu örgütlenmeler a) Dünya genelinde 1945'ler sonrası gelişen kapitalizmin yoksullaştırdığı ve sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı b) Halk Savaşı stratejisiyle devrimlerin başarıya ulaştığı Çin, Vietnam, devrimlerinin ve Latin Amerika'daki gerilla savaşlarının 'devrimci prestijinin' had safhada olduğu, c) Sosyalizmin etkisinin yüksek olduğu ve 'Dünya Komünist Hareketi'nin ayrışmasının tüm şiddetiyle yaşandığı ve bunun ülkemize yansımaya başladığı, d) Türkiye'de gelişen toplumsal muhalefetin öncülüğünü ne "Türkiye işçi sınıfının sosyalist partisi" TİP'in ne de gevşek yapıya sahip, geniş kitle örgütlerinin yapamadığı bir tarihsel kesitte ortaya çıktılar. Doğal olarak da çıktıkları koşulların izlerini taşıdılar.
Yükselen sınıf mücadelesi -ve özellikle 15-16 Haziran kalkışması- var olan örgütlerin yetersizliklerini net olarak ortaya çıkardı. Bu dönemde ortaya çıkan THKO, THKP-C, TKP-ML yükselen sınıf mücadelesine müdahale etmek için, var olan siyasal boşluğun doldurulması doğrultusunda ortaya çıktılar. Oldukça dar, militan ve savaşçı birer örgüt olarak gerçekten de cüretkâr devrimci eylemlerle kendilerini ortaya koydular. Devrimci özveri, dayanışmanın en güzel örneklerini verdiler.
THKO, THKP-C ve TKP-ML'nin, devrimci şiddet temelinde mevcut devlet cihazını parçalama yönündeki yaklaşımları ve bu yaklaşımlarını hayatları pahasına da olsa yiğitçe ortaya koymaları 50 yıllık reformist geleneğin kırılmasında temel bir etken olmuştur. Türkiye sosyalist hareketinde -Mustafa Suphi'ler dönemi bir yana bırakılırsa- kelimenin gerçek anlamıyla ilk kez devrimci örgüt/örgütler çalışmalarının merkezine/odağına devrimi koyarak mücadele yürütmüşlerdir.

***
Dün Çarlık polisinin devrimci örgütleri çökertmek noktasında uyguladığı yöntemlerden çok daha fazlasını sinsice ve profesyonelce uygulayan bir düşmanla karşı karşıyayız. Bu nedenle gizlilik, profesyonellik, cüretkarlık... her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Ama tüm bunlar sınıf çalışması üzerine oturduğu zaman gerçek anlamını kazanır. 1971 ve 1974 sonrası oluşan örgütlerin en zayıf noktası, anlayışlardan ve niyetlerde bağımsız olarak bunların bileşkesini yakalayamamak olmuştur. Günümüz gerçekliğinde var olan devrimci yapıların çoğu da belirtilen ilkeleri bütünsel olarak alamadıkları gibi son 15-20 yılda büyük önem kazanan ideolojik teorik sorunlara da yanıt verememektedirler.
Basit bir gözlemle bile şunlar söylenebilir: Devrimci ataklığı cüretkarlığı gösteren yapılar, genç devrimci adayları etkilemekte ve onları kısa süreli de olsa bünyesinde toplayabilmektedir. -ki halihazırda bu yapılar diğer devrimci yapılara göre daha kitlesel bir özellik taşımaktadırlar- Ancak bu hareketler sınıf merkezli bir çalışmaya dayanmadıkları ve son 30 yıldaki -özellikle de son 15 yıl- dünya çapında yaşanan ideolojik sorunlar karşısında geçmişin basit bir tekrarını yaşadıkları için, kendi gelenekleri dışındaki kadroları etkileyememekte ve böylece bir kısır döngü yaşamaktadırlar.
Aynı şekilde yenilik adına ortaya çıkan örgütlenmelerin bir bölümü ise son 15 yılda daha da büyük önem kazanan ideolojik teorik sorunlara ilgileri ve bu yöndeki üretimleri -ürettiklerinin doğruluğundan yanlışından ve yeterli olup olmamasından bağımsız olarak- farklı eğilimdeki kadroları etkilemekte ve bir dönem için bu kadroların ilgi merkezi olmaktadırlar. Bu yapılanmalar geçici bir süre de olsa çok farklı geleneklerden kadroları toplayabilmektedirler. Ancak devrimci cüretkârlığı, müdahaleciliği, ataklığı yerine getirebilecek bir yapı ve anlayış sergilemedikleri için yeni devrimci adaylardan yeterli ilgiyi görememekte; geçici bir süre toparladıkları orta kadroları da yitirmektedirler. Bunun sonucunda yenilik adına ortaya çıkan hareketler de, ya yeniden bir merkezkaç kuvvet oluşturarak bölünmekte ve zaten zayıf olan politik etkileri daha da zayıflamakta ya da örgütsel bölünme yaşanmaksızın belli düzeydeki kadroları birer ikişer koparak örgütsel ve politik alanda zayıflamaktadırlar.
Örgütsel tablodaki bu gerçeklik devrimci yenilenmeyi esas alan bir yapının nasıl şekillenmesi gerektiğini (bütünüyle olmasa da) açığa çıkartıyor.
Şu noktayı tekrar belirtmekte yarar var: Lenin'in 1900'lerin başlarında emperyalizmle, parti anlayışı ile ilgili ortaya koyduğu önermeler özü itibarıyla bugün için de doğrudur, geçerlidir. Ancak, bunları düz bir mantıkla ele alarak 1900'lerin başından bu yana yaşanan gelişmeleri dikkate almamak, emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimindeki değişmelerin yarattığı taktik değişiklikleri görmemek ve bunlara uygun olarak yeniden yapılanmamak dogmatizme düşülmesi anlamına gelecektir.
Dahası şudur: çeşitli yazılarımızda ele aldığımız gibi, Lenin'in 'Ne Yapmalı'da geliştirdiği devrimci yenilenme yöntemi ve iradesi bizler için yol göstericidir. Lenin, 100 yılı aşkın bir süre önce, Marksizmin ‘kriz' yaşadığı süreçte, sadece çağı ve süreci anlamaya çalışmamış, bütünsel yenilenme eylemine öncülük etmiştir. Leninizm'in ruhu da budur. Bu yenilenme eyleminde, birinci olarak "Biz tümüyle Marksist teorik taban üzerindeyiz: yalnızca bu teori, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkararak bilim haline getirmiş, bu bilimi sağlam temeller üzerine oturtmuş ve bu bilimi daha da geliştirmek ve tüm ayrıntıları ile işlemek için tutulması gereken yolu göstermiştir."; ikinci olarak "Biz Marx'ın teorisini, bitirilmiş ve dokunulmaz bir şey olarak asla görmüyoruz" tezleri ana eksendir. Teorik-siyasal arka planı olmayan yenilenme eylemi kurudur. Mücadele ve örgütlenmeye hizmet etmeyen yenilenme gerçek rolünü oynayamaz, anlamlı değildir. Teorik, siyasal, örgütsel, kültürel boyutları olan yenilenme eylemi ancak örgütlü ele alınırsa amacına ulaşır. Yenilenme eylemi bütünsel ele alınırken kendini yerel/ulusal bir çerçeve ile sınırlayamaz. Çünkü, sosyalist hareketin sorunları evrenseldir ve Marksizm'in kendini yeniden üretmesi devrimci yenilenmenin ana eksenidir. Bu devasa görev, proletaryanın evrensel sınıf olmasına paralel, enternasyonaldir ve devrimci sosyalist güçlerin omuzlarındadır. Devrimci sosyalizm bu temelde yürüyor; attığı her adımı bütünsel ele alırken, bu adımları enternasyonal mücadelenin bir parçası olarak değerlendiriyor.

***
1945'ler sonrası emperyalistlerle yerli işbirlikçileri tarafından geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileri sonucu kapitalizmin, kırsal bölgelerin toplumsal yapısında meydana getirdiği değişiklikler ve şehir küçük burjuvazisinin yoksullaşma sürecine girmesi, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak işçi sınıfının nicel/nitel anlamda gelişimi sonucu, özellikle 1960'lı yıllar boyunca yoğun tepkiler gelişti. 1970'li yılların başlarında ve ortalarında oluşan devrimci örgütler önemli ölçüde bu taban üzerinde yükseldi. Aynı tarihsel süreçte dünyada yaşanan benzeri gelişmeler ve bu gelişmeler üzerinde şekillenen devrimci örgütlenmelerin popülaritesi, Çin, Vietnam, Küba devrimlerinin yarattığı prestij ideolojik olarak da yoğun etkileşmeyi beraberinde getirdi.
Gelişen kapitalizme ve işçi sınıfının ulaştığı seviyeye karşın, küçük burjuvazinin dışına güçlü biçimde taşılamaması, temel güçler içinde, yani işçi sınıfı ve köylülük içinde kökleşilememesi devrimci hareketlerin en zayıf noktalarından birini oluşturuyordu. Bunun kaçınılmaz sonuçları da devrimci harekette kendini güçlü biçimde hissettirdi. Sonuçta dağınıklık, bölünmüşlük, rekabetçi mantık, adeta küçük tarikatlar oluşturmak, kendini ve kendinden olanı yüceltip diğerlerini küçümsemek... biçiminde ortaya çıkan hastalıklar gövdeyi içten içe kemiriyordu.
Devrimci hareketlerin bu yapısı sonucu işçi sınıfı içindeki çalışma önemli ölçüde reformistlere terk edilmiştir. Daha sonra bunun farkına varan eğilimler de sınıf içinde reformist çalışmayı aşan -politik ve örgütsel anlamda- bir çalışma ortaya koyamadılar.
Türkiye devrimci hareketi yukarıda belirttiğimiz ve bunlara eklenebilecek daha bir dizi nedenden ötürü son yirmi beş yılda üç önemli tasfiye süreci yaşadı/yaşamaya devam ediyor.
Birincisi; 12 Eylül'le gelen tasfiyeci sürecidir. 12 Eylül'ün gelişiyle anti-faşist (sivil faşist) mücadele bilinciyle biçimlenmiş olan halk güçleri-sınıfları geri çekilmeye başladı. Geri çekiliş devrimci örgütlerin yediği ağır darbelerle bütünleşince fiziksel anlamda önemli bir tasfiye süreci yaşamıştır.
İkincisi; Devrimci hareket gerek 1984'ler sonrası yükselen ulusal hareketin verdiği itki, gerekse sınıf mücadelesinde ortaya çıkan yükselme eğilimine bağlı olarak yeniden toparlanmaya çalıştığı bir süreçte reel sosyalizmin yıkılışı şokuyla karşılaştı. Bu kez sosyalizme ilişkin öngörüleri ciddi darbeler alan hareketler ideolojik-teorik bir karmaşa yaşamaya başladılar. Yeni ideolojik-teorik açılımlar getirilmeyince serseri mayın misali bir sağa bir sola savrulmaya başladılar.
Üçüncüsü; ideolojik-teorik karmaşa aşılmadan, sınıf mücadelesine müdahale etmedeki yetersizliklerin ortaya çıkması, Kürt hareketinin yaşadığı kırılma ve 19 Aralık'ın yarattığı atmosfer yeni bir reformizm-legalizm ve bununla artık ikiz kardeş haline gelmiş olan dogmatizmle karakterize olan bir içe çökme dalgası gelişmiştir.
Bu üç sürecin ortak paydası; legalizm, reformizm, liberalizm, dogmatizm daralma ve tıkanmadır. Siyasal açıdan sosyalizmden uzaklaşma, demokratizm ufku ile sınırlanma, liberalizmin yoğun etkisi ile reformlarla yetinme; örgütsel açıdan, legalizm ve daralma bu tasfiyeci sürecin sonuçlarıdır.
Devrimci harekette yaşanan bu sorunlar sonucu, devrimci hareketler sürekli olarak kaynamakta ve kadro erozyonuna uğramaktadır. Kaynamaların sonucu yeni ayrışmalar yaşamakta, politik müdahale güçleri zayıflamaktadır. Önüne konulan sınırlı hedefler bile çoğu zaman tutturulamamaktadır... Orta düzey kadrolar olarak ifadelendirebileceğimiz yerel kadroların önemli bir kısmı varolan devrimci yapılanmaların dışında kalmaktadır. Bu halleriyle devrimci yapılanmalar "eski"lerden kalan sınırlı kadro ve yeni gençlerden oluşmaktadır. Her devrimci yapı belirli birikimlere sahip olmakla birlikte, genel birikimleri kapsayabilmekten uzaktır. Reformizm ve dogmatizmde ısrar -ki bunun nedeni küçük burjuva yapıdır- devrimci bir sıçrayışın yapılmasını engellemektedir. İdeolojik karmaşa, örgütsel sorunlar ve politik yetersizlikler sonucu devrimci hareketler adeta kısır bir döngü içinde dönmektedirler.
Bugün için devrimci hareketlerin durumuna baktığımızda var olan sorunları çözme noktasında üç eğilimin ortaya çıktığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Ancak, bu eğilimler kalın çizgilerle birbirinden ayrılmamıştır. Zaman zaman bu eğilimlerden biri diğerine geçiş yapabilmektedir.
Birinci eğilim: Dünya çapında yaşanan gelişmeleri ve bu gelişmelerin devrimci hareket ve Türkiye üzerindeki etkilerini yeterli ölçüde sorgulamayan/değerlendirmeyen eğilim. Bu eğilimlerin değişen dünya koşullarına, yaşanan ideolojik, politik örgütsel yapıya ilişkin projeleri dünü gerçek anlamıyla aşamamaktadır. Örneğin sosyalizme ilişkin, yüzlerce sayfa yazarlar ama düne kadar merkez aldıkları ülkelerin ve KP'lerin yıkılışını bir kaç paragrafla geçiştirirler; ya da sosyalizm adına anti-demokratik, bürokratik bir yapı öngörürler. Terimsel anlamda yenilikten bahsetmelerine karşın bu yenilikten kasıt çoğu zaman dün söylediklerinin neden doğru olduğunu açıklamaktan öteye geçmemektedir. Bu eğilimler içlerinde nüveler barındırmasına karşın geçmişi aşan projeye sahip olmayışları nedeniyle geleceğin toplumunu yaratmaktan uzak durumdadır. Hatta ilkel devrimcilikte ısrar, en ilerisinden 1970'lerde ifade edilenlerin kaba bir tekrarı söz konusudur. Zaten bu kesimlerin yaşananları anlama sorunları, çabaları bile yoktur.
İkinci eğilim, dünyada ve ülkede değişimlerin var olduğunu kabul eder. Ancak, bu değişimlerden çıkardığı sonuç Marksizm'in ruhuna fatiha okumaktır. Marksizm'in temel tezlerinin değiştiğini, Marksizm-Leninizm'in dünyayı algılamada yetersiz kaldığını belirtir. Buradan hareket ederek 100 yıl önce Marksizm tarafından ıskartaya çıkarılmış anlayışlara dört elle sarılırlar. Bu eğilimin temel özelliği liberalizm, reformizm ve legalizmdir.
Üçüncü eğilim, dünyada ve ülkede değişimleri kabul eder. Yaşanan deneyimleri sorgulayarak daha ileri noktaları yakalamayı hedef alanlardan oluşur. Ancak, bu eğilim şu anki koşullarda oldukça dağınık durumdadır ve eğilim içinde katabileceğimiz yapı, çevre ve birey olarak sosyalistlerin önemli bir kısmı yaşanan bu süreçlerin sorgulamasını tamamlayamamıştır. Kimilerinin yaptıkları, sorgulamalar dar boyutlarda kalmakta, içlerinden çıktıkları yapı çerçevesinde kalmaktadır. İdeolojik ve örgütsel açıdan koydukları üretim kendi geçmişlerini -içlerinden çıktığı yapıları- aşsa da, genel birikimi hala kapsayabilecek durumda değildir.
Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu ideolojik, örgütsel ve politik sorunlar kendi sorgulamalarını tamamlayan bu eğilim içinden çıkacaklarla ya da bu yönde evrileceklerle aşılabilecektir. Devrimci hareket ideolojik karmaşayı aşmak için; reel sosyalizmin çöküşüyle değişen güç ilişkilerini, yani emperyalist güçlerle sosyalist güçler arasındaki ilişkileri; sosyalist güçlerin kendi arasındaki ilişkileri, emperyalistlerin kendi arasındaki ilişkilerini, emperyalist ülkelerdeki egemenlerle emekçi sınıflar arasındaki ilişkileri, emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişkileri; dünyadaki değişikliklerin Türkiye üzerindeki etkileri ve yaşanan tarihsel deneyimlerin irdelenmesini (reel sosyalizmin neden çöktüğü ve alternatif sosyalizm projesi, Türkiye'deki tarihsel deneyimlerin irdelenmesi...) sağlıklı olarak ortaya koymak zorundadır. Bu anlamıyla ideolojik üretim yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Devrimci hareket örgütsel bunalımını aşabilme noktasında deneyimli kadrolarla, genç kadroların bileşkesini yakalamak durumundadır. Dağınık kadroların toparlanması, koyulacak ideolojik-teorik üretimle sağlanabilir. Genç kadroların yetiştirilmesi pratiğe müdahale etmeye çalışmakla sağlanabilir. Toparlanan genç ve deneyimli kadrolar demokrasinin işlediği, her bireyin kendi düşüncesini yansıtabileceği mekanizmaların oluşturulması, en küçük bir deneyimin merkezileşmesi, tasfiyeci örgüt anlayışının aşılması, kendi dışındaki solla dar rekabetçilikten vazgeçme ve en önemlisi proletarya ve emekçi sınıflar içinde çalışmayı temel alarak aşabilir.
Devrimci hareketin önemli bir bölümü politik bir tıkanıklık yaşıyor. İşçi sınıfına, gençliğe, memura, öğrenciye... İlişkin sağlıklı bir politikaya sahip değildir. Çoğu zaman üretildiği iddia edilen politikalar, bunları yaşama geçirecek olanların sorunlarını ortaya koymaktan uzaktır. İşçi, öğrenci, memur... içindeki çalışmaların kısa zamanda tıkanmasının en önemli nedenini burada aramak gerekir. İşçilerden kopuk bir işçi politikası, öğrenciden, memurdan kopuk öğrenci , memur politikası sağlıklı sonuçlar vermez. Devrimci hareket bu yönde kendini yeniden değerlendirmek ve kitle hareketindeki reformizme kayma eğiliminin önünü kesmek durumundadır.
Devrimci sosyalist hareket politik çalışmasını henüz çok sınırlı ve asıl mücadele araçlarını henüz kullanmadan yürütmesine karşın, bu perspektifi gözetiyor. Emekçilerin sistemle çelişkilerinden yola çıkarak devrimci yapıyı ve mücadeleyi bu çelişki noktalarına müdahale ederek inşa etme yaklaşımını esas alıyor.

YENİLENME VE SOSYALİZM ANLAYIŞI

I. Lenin'de Sosyalizmin Kuruluş Süreci
Sosyalizm, önceki toplumsal sistemlerin tersine, öznenin belirleyici etkisiyle kurulan bir sistemdir. Sosyalizmin inşası, nesnel ortam içinde öznenin tarihsel girişimiyle mümkün olabilir. Demek ki, sosyalizmin kurulabilmesi için yeterli bir nesnel zeminin (ekonomik gelişme düzeyinin) olması ve bu zemin üzerinde öznenin devrimci rolünü oynaması gereklidir.
Sovyetler Birliği'nde (SB) iktidarın ele geçirilmesi açısından baktığımızda devrim sosyalist bir devrimdi. Şubat devriminden sonra küçük burjuvazinin öncü güçlerinin kendi istekleriyle büyük burjuvaziye yamanmaları proletaryanın küçük burjuvaziyle ittifak önermelerini boşa çıkarmıştır. Lenin'in deyimiyle "bu anlamda demokratik devrim başka bir biçimde" gerçekleşmiştir; artık, gelinen noktada Demokratik Devrim'i savunmak tarihin gerisinde kalmaktı. Eski Bolşeviklerin düştüğü hata da tam bu noktada belirir. Başta proletarya olmak üzere diğer emekçi yığınlar, yıllarla ölçülebilecek bilinçlenme süreçlerini, günler, haftalar içinde tamamlamışlardır.
1922-1923'lerin çalkantılı döneminden sonra SR'ler (Sosyalist Devrimciler) ikiye bölünür; sol SR'ler Bolşevik Parti’ye katılırken, sağ kanat SR'lerin örgütü yasaklanır. Ve SB'de 1924'ler sonrasında sadece KP kalır.
Ancak, hukuksal açıdan küçük burjuvazinin siyaset yapmasının yasaklanması ve 1936'larda tamamen ortadan kaldırıldığının belirtilmesi sorunu çözmeye yetmemiştir. Sanki Lenin yıllar önce durumu dikkat çekmek ister gibidir. Lenin, "hukuki ya da siyasal bir işlem mülksüzleştirme sorunu çözmez. Çünkü, büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri (yönetimden) gerçekten almak ve bunların (yönetiminin) yerine fabrikaların ve malların işçiler tarafından uygulanan bir yönetimi gerçekten geçirmek zorundadır" der. Yani, iktidarı ele geçiren proletaryanın tarihsel rolünü oynayabilmesi için tam demokrasiyi uygulaması gerekmektedir. Lenin'in deyişiyle "Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü; (...)utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez". (Vurgular bizim)(1) Utkun sosyalizmin tam demokrasiyi uygulaması ne anlama geliyor? Lenin bunu şöyle açıklar: "...Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, "en ideal" demokratik dönüşümlerle bile devrilmez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. (vurgular bizim) Bankalara el koymaksızın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, emekçi halkın tüm kütlesini, proleterleri, yarı proleterleri ve küçük köylüleri saflarını, güçlerini devlet işlerine katılmaları, demokratik bir biçimde örgütlenmeleri için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz.”(2) Lenin'in demokrasi tanımı bu noktada gerçek anlamını veriyor: "demokrasi, vatandaşlar arası eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına gelir." Demek ki, sosyalizmin kuruluşu, milyonlarca emekçinin siyasal yönetime katılmasıyla gerçekleşebilir.
SB'de bu Leninist yaklaşımlar çoğu zaman yerine getirilmedi. Tarihsel ve konjonktürel koşullar bunu güçlü şekilde etkiledi. Örneğin Sovyetlerin rolünün Lenin döneminde gerilemeye başlaması önemli bir göstergedir. Ancak, yaşananları sadece nesnellikle (tarihsel ve konjonktürel durumla) açıklama -ve hatta bunu temel olarak alma- gerçekçi bir yaklaşım değildir. Lenin, ölmeden önce demokratik ortamın en başta parti içinde ortadan kaldırılmaya başlandığını görerek gerekli tedbirleri almak için girişimlerde bulunur. Vasiyetnamesinde ortaya koyduğu iki noktadan biri olan Stalin'in Genel Sekreterlikten alınması (kabalığı nedeniyle demokrasinin uygulanıp uygulanamayacağından endişelenmesi)(3) bununla ilgilidir.
İktidarın alınmasından sonra Lenin'in dikkat çektiği ikinci nokta da devrimin ekonomik ve sosyal politikasıdır. Siyasal iktidarı alarak sosyalizmi kurmanın siyasal öncüllerine sahip olmakla birlikte ülkenin ekonomik ve sosyal açıdan geriliği nedeniyle doğrudan sosyalizme geçilemeyeceğini belirtir: "...Biz de siyasal öncüllere sahip olmamıza karşın, doğrudan sosyalizme geçecek kadar uygar değiliz" (vurgular bizim) (4)
Demek ki, iktidarın ele geçirilmesi ve büyük mülkiyetin tasfiyesi sosyalizme geçişin ilk ve en önemli ayağıdır. Ama sadece bir ayağıdır. Sosyalizme geçişin ikinci ayağı, devrimin sosyal-kültürel politikası ile büyük mülkiyet dışında kalan kesimlere karşı uygulanacak ekonomik politikadır. Esas olarak zor olan ve uzun sürecek olan da budur. 1920'lerde Lenin, konuyla ilgili şunları belirtiyordu: "...Rusya'da (burjuvazinin yıkılmasından sonraki üçüncü yılda) kapitalizmden sosyalizme ya da komünizm aşamasının alt basamağına geçişin ilk adımlarını yaşıyoruz. Sınıflar varlığını sürdürmektedir ve iktidarın proletaryanın eline geçmesinden sonra her yerde daha yıllarca sürdürecektir. Bilemediğiniz en çok, köylünün bulunmadığı (ne de olsa küçük mülk sahibi olduğu) İngiltere'de bu süreç daha kısa olacaktır. Sınıfları ortadan kaldırmak, yalnızca çiftlik sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir. -biz bunu oldukça kolaylıkla yaptık- sınıfları ortadan kaldırmak, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmak demektir; ama bunları kovmak olanağı yoktur, bunları baskı altına almak olanağı yoktur, bunlarla anlaşmak gereklidir, bunları ancak çok uzun süren, yavaş, dikkatle düzenlenmiş bir çalışma yoluyla değiştirmek ve yeniden eğitmek olanağı (ve zorunluluğu) vardır..." (5) NEP (Yeni Ekonomik Politika) böyle bir uygulamadır. Yani, büyük mülkiyet dışındaki kesimlerle anlaşmadır. Var olan gerçekliğin resmen kabul edilmesidir.
1928'lerde NEP bitirilmiş ve doğrudan sosyalizme geçiş süreci başlatılmıştır. Ve Lenin'in belirttiği "...eğer köylülerin hepsini kooperatiflerde toplayabilseydik iki ayağımız birden sosyalist toprağa basmış olacaktı. (vurgular bizim) Ama bu koşul -halkın tümünü kooperatiflerde örgütleme- köylülükten (evet köylülük dedim, çünkü büyük yığınları onlar meydana getiriyor) öyle yüksek bir kültür düzeyi istiyor ki kooperatifler içindeki bu genel örgütlenme gerçek bir kültür devrimi yapmaksızın (vurgular bizim) olanaksızdır..."(6) yaklaşımın bir bölümü -kooperatifçilikle ilgili bölümü- yerine getirilmeye başlandı.
NEP'in bitirilmesi, sosyalistler tarafından uzun dönem tartışıldı ve aslında tartışma halen sonuçlanmış değil... NEP'in bitirilip kolektifleşmeye geçilmesi doğru bir politikaydı; Konjonktürel durumun zorlamasıydı. Ancak, politikanın uygulanışındaki yöntemler doğru değildi.
Lenin'in dikkat çektiği bir nokta da kültür devrimiydi ve hatta Lenin,"...bugün, tam anlamıyla sosyalist bir ülke olmak için bu kültür devrimini tamamlamamız yetecektir."(vurgular bizim) (7) demektedir.
Bu süreç tamamlanıncaya kadar gerçekte sosyalizme geçişten tam olarak bahsedilemezdi. Oysa, kooperatifçilik tamamlanınca sosyalizmin kesin zaferinden bahsedilmeye başlandı.


II. Sovyetler Birliği'nde Sosyalizmin Kuruluş Süreci

SB gerçekliğinde yukarıda belirttiğimiz Leninist yaklaşımların gerek konjonktürel ve gerekse anlayıştaki sapmalar nedeniyle uygulanmadığını tespit etmek gerekir.
Gerçekten de, SB'de sosyalizmin kuruluş süreci, olağanüstü koşullarda gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Emperyalist tehlikenin -Lenin'in değişiyle- kıl kadar uzakta olması, çıkması kaçınılmaz görülen 2. paylaşım savaşının SB'ni hedefleyeceğinin tespit edilmesi olağanüstü bir baskı oluşturmuştu. Doğal olarak kuruluş süreci, bunun özelliklerini taşıyacaktı: NEP'in erken bitirilip kolektifleşmenin hızlandırılması, sanayileşmeye (ve özellikle ağır sanayiye) verilen önemin boyutu, bir noktaya kadar siyasal yaşamın daraltılması: demokratik ortamın kısıtlanması, parti devlet ilişkilerinin iç içe girmesi ve bürokratikleşmesi gibi sorunlar süreçten de beslenerek sonuçta egemen duruma gelmiştir.
SB'nin emperyalist abluka altında olması ve çıkması kaçınılmaz olan savaşın kendisini hedefleyeceğini görmesi, çubuğu ekonomik alan yönünde güçlü biçimde bükmesine neden oldu. Ekonomiye yapılan bu aşırı vurgu, neredeyse her kıstasın ekonomik gelişmeyle bağlantılandırılmasını beraberinde getirdi. Sonuçta, sosyalizmi kurmak ekonomik başarılarla ölçülmeye başlandı. Hukuksal boyutta mülkiyet sorunu çözümlendiği oranda sosyalizme geçişten bahsedildi.
Ekonomiye yapılan aşırı vurgu süreç tarafından güçlü tarzda desteklense de, anlayıştaki eksiklik ve politikanın yaşama geçmesi noktasında yaşanan sorunlar sonucunda yanlış bir sosyalizm anlayışı gelişmiştir: Bu sosyalizm anlayışında: parti devlet ilişkileri iç içe geçmiş, bürokratik bir yapı ortaya çıkmıştır. Bürokratik yapı da, kendini yığınlar yerine ikame ederek sosyalizmi kurmaya yönelmiştir ve şüphesiz ki kurduğu sosyalizm, kendisi gibi bürokratik, kararname sosyalizminin zemini olmuştur.
1945'ler sonrasında bu yanlış politika daha da geliştirilerek emperyalizmle ekonomik yarış, barış içinde bir arada yaşama adı altında her boyutuyla ön plana çıkarılmıştır. Kruşçev, daha da ileri giderek, 1960-1980 yıllarını komünizme geçiş yılları ilan etmiştir.

III. Reel Sosyalist Ülkelerdeki Uygulamalar ve Çıkarılması Gereken Bazı Dersler
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra devrimini gerçekleştirmiş olan bazı ülkeler (Doğu Bloğu ülkeleri), SB'ni kopya ederek sosyalizmi inşa etmeye başladılar.
Hemen bu noktada, Sovyetler Birliği özgülü üzerinden reel sosyalizm deneyiminin tartışılması gerekiyor. Sovyetler Birliği ve diğer reel sosyalist ülkeleri yıkıma götüren temel olgunun açığa çıkarılması gerekir. Reel sosyalizm deneyimi, özellikle Stalin ve sonrası itibarıyla çok tartışıldı. Dünyadaki ve Türkiye'deki bir çok devrimci parti, örgüt, çevre ve aydınlar yıkılışı, Stalin'e ve Kruşçev revizyonizmine bağladılar. Stalin'in 'ekonomik bir sosyalizm' kurmadaki ve bunun diğer ülkelerde uygulanmasındaki rolü açıktır. Kruşçev'in aldığı bir çok kararın revizyonist olduğu da açıktır. Ancak bu, sorunu çözmeye yetmiyor. Katı "Stalinist" Enver Hoca'nın Arnavutluk'u ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin vardıkları yer farklı değildir. "Revizyonizme amansız mücadele verdi" denilen partilerin durumu da aynı şekilde utanç vericidir.
İlginç bir tablo ortaya çıkıyor: "revizyonistleşen, ihanetçileşen SBKP'nin vardığı yer ile "onsuz sosyalizmin savunulamayacağı 'Sosyalist Kale'lerin ve onların öncü partilerinin vardıkları yer aynıdır. Yıkıldıkları süreçlerde 'KP' iktidardaydı. Yıkılıştan sonra dün kurduklarına, yaptıklarına ihanet edenler gene bu partilerin içinden çıktılar. Yeltsin gibi bir gerici SBKP polit-bürosundan (PB), Oprea gibi bir karşı devrimci Romanya 'K'P Politbürosu’ndan, Ramiz Alia da AEP içinden çıktıysa her sosyalistin oturup biraz düşünmesi gerekiyor. Yıkılış gerekçelerini bahsedilen hainlerle açıklamaya kalkışırsak tarihi nesnelliğin olmadığı koşullarda kahramanların ya da alçakların yaptığına inanmamız gerekecek.
Kanımızca bu olgu, "Lenin’de sosyalizmin kuruluş süreci" içinde açıkladığımız ve Leninist anlayışı (kültür devrimi = insanı) ihmal eden yanlış sosyalizm anlayışıdır. Ve bu ihmal ekonomik bir sosyalizm anlayışını gündeme getirmiştir. Bu ülkelerin çoğunda kooperatifleşme kısa sayılabilecek dönemde gerçekleştirilmiştir. Örneğin, Bulgaristan ve Demokratik Almanya'da 1960, Arnavutluk da 1963'te tamamlandığı belirtilmiştir. Gerçekten de bu ülkelerde hukuksal olarak bu yıllarda özel mülkiyet yasaklanmıştır. (8)
Yine, bu ülkelerin tümünde, ekonomik gelişim ve sosyal haklar konusunda -Sağlık, eğitim, ulaşım, iş-yaşam güvencesi, konut, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması- noktasında azımsanmayacak başarılar kazandılar.(9) Reel sosyalist ülkelerin tümünde görülen ortak sorun: ekonomik kıstaslarla sosyalizmin kuruluşu arasında doğru bir orantı görmeleridir. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin hukuksal olarak kaldırılması ve sosyal haklar konusunda atılan adımların sosyalizmin kuruluşu olarak lanse edilmesidir.
Oysa, ekonomik ve toplumsal hedefler, öznenin dönüşümü için birer araç konumundadırlar. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması, bireyler arasındaki eşitsizliği ve bu eşitsizlikten kaynaklanan sorunlarının kökünü kazıma hedefiyle bağlantılıdır. Ekonomik- toplumsal hedefler de aynı işleve sahiptir. Sağlık, eğitim, konut, iş vb. sorunların çözümü bireyin gerçek özgürleşmesinin nesnel koşullarını oluşturan hedeflerdir. Daha sağlıklı bir insanı hedef alır ve bu koşullardan kaynaklı eşitsizliğe uğrayanları siyasal yaşama çekerek özne haline getirmesini hedefler.
Reel sosyalist ülkelerin yıkılması, kimilerinin zannettikleri gibi bu ülkelerdeki devrimin demokratik devrim olmasıyla ilgili de değildir. Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya küçük ve orta mülk sahiplerine uygulanan politikalarla SB'nin kuruluş sürecinde uygulanan politikalar arasında önemli farklılıklar bulunsa da, bu fark Bulgaristan ve Arnavutluk için geçerli değildi. SB'de sosyalist devrim, diğer ülkelerde de demokratik devrim olmasına karşın, her iki kesim de yıkılmaktan kurtulamadı. Kanımızca, yıkılışlarını belirleyen temel özellik, sosyalizme geçiş sürecindeki anlayıştır. Bu anlayış, SB'de ekonomik sosyalizm diyebileceğimiz sosyalizmin kuruluş sürecinin evrenselleştirilmesidir. Oysa, SB'deki kuruluşun ortamı ile diğer ülkelerdeki kuruluşun ortamı tarih, yer ve zaman açısından farklı özelliklere sahipti.

***
Çeşitli çalışmalarımızda dile getirdiğimiz gibi, yaşanmış devrim deneyimleri, Marks ve Engels'in beklentilerinin tersine dünyanın ekonomik, politik ve kültürel alanda en gelişmiş ülkelerinde ve kıtasal bir tarzda değil, emperyalist zincirin en zayıf halkasında/halkalarında gerçekleşmiştir.
Bu gerçeklik sosyalizme geçiş süreci sorununun (özellikle 1950'li yılların ikinci yarısında ve 1960'lı yıllarda) yoğun şekilde tartışılmasına neden olmuştur.
Tartışma SBKP ve Doğu Avrupa ülkelerindeki uygulamaların eleştirisi ve Marks'ın çalışmalarına yeniden dönülmesiyle ortaya çıktı.
Tartışma ile ilgili olarak öncelikle Mao'dan, sonra da Küba devrimcilerinden bahsetmek gerekir.
Hemen belirtelim, Mao, devrimin ilk dönemlerinde (1949-1956) arasında Sovyet modelini benimsemiştir. Ancak 1956'lar sonrasında SBKP'de yaşanan olaylardan sonra sosyalizmin geleceği konusunda farklı düşünceler üretmeye başlatmıştır..
Mao bu düşüncelerinde iki noktaya dikkat çeker: Birincisi, Devrimin/ devrimlerin KP önderliğinde gerçekleşmesinin ve üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasının tek başına sosyalizmin geleceğini garanti altına alamayacağını, bu ülkelerde "sosyalizmin mi, kapitalizmin mi" galip geleceğinin, dikkat çekeceğimiz ikinci nokta olan "halkın içindeki çelişkilerin doğru kavranması ve barışçı yollarla çözümü" ile "ideolojik deformasyon"un engellenmesi etkenleriyle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
Küba devrimi ise farklı bir geçiş süreci ortaya koyarak o güne kadar tartışmasız ve otorite olarak kabul edilen yaklaşımlara karşı eleştiri üzerinden gündeme getirmiştir.

IV. Ekonomik Sosyalizm Anlayışının Gelişmesi
Başta şunu belirtmemiz gerekiyor: Ekonomik bir sosyalizm anlayışının ortaya çıkmasında konjoktürel ve tarihsel etmenlerin yanında sosyalizme geçiş sürecinin yanlış kavranması gibi etkenler belirleyici rol oynamıştır.

Konjönktürel etkenler
SB'de devrimin gerçekleşmesinden hemen sonra iç savaş dayatılmıştır. İç savaş tehlikesi bertaraf edilirken başta Lenin ve Sovyet komünistleri yakın bir gelecekte emperyalist bir savaşın kaçınılmaz olduğunu ve bunun SB'ni hedefleyeceğini görüyorlardı. Bunun bertaraf edilmesi noktasında başta Avrupa'daki devrimci dalgaya güvenmişlerdi. Ancak 1919'da Macar ve Alman devrimlerinin yenilgiye uğraması ve devrimci dalganın gerilemesine bağlı olarak devrimin kurtarılması için geri adımlar atmışlardır.
Bu dönemde Lenin ve Sovyet komünistleri yaklaşan savaşın da etkisiyle emperyalistlerle aralarındaki 50-75 yıllık geriliği ya kısa dönemde kapatmak zorunda olduklarını ya da ortadan kalkacaklarını görmüşlerdi. Lenin, 'dört nala uçmak ya da yok olmak, tarihin sunduğu alternatif bu" diyordu. Parti kongresi ve Stalin de, emperyalistlerle aralarında var olan 50-75 yıllık mesafenin 10-15 yıl gibi kısa bir sürede kapatılmaması halinde devrimin yok edileceğini belirtiyorlardı. Savaş yaklaştıkça ekonomi ile ilgili kararlar daha da ağırlık kazandı. Devrimin ilk dönemlerinde yaygın şekilde kullanılan manevi özendiriciler, gittikçe zayıflamaya ve yerini maddi özendiricilere bırakmaya başladı. Tarım, ağır sanayi ve hafif sanayi üçgeninde tarım ve özellikle hafif sanayi adeta bir kenara bırakılarak ağır sanayi geliştirilmiştir.
Bunun dışında yine konjontürel nedenlerle parti-devlet ilişkisi iç içe geçmiş, parti yoğun tarzda şişirilmiş, Sovyetler'in rolü giderek gerilemiş, kültürel gelişme zemininde çeşitli baskılar yaşanmıştır.
Sürecin gereklerine başka türlü karşılık verebilir miydi? bu durum sonraki süreçlerde hep tartışıldı ve sanırız bundan sonra da tartışılmaya devam edecek.

Tarihsel etmenler
Yazının bu bölümüne başlarken devrimin Marks ve Engels'in beklentilerinin tersine ekonomik, politik, kültürel olarak en gelişmiş ülkelerinde ve birden değil, bunlara göre geri bir emperyalist ülkede gerçekleşmiş olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.
Bu durum, kendini karşısındakine göre konumlandırmada önemli sorunlar ve zaaflar üretmiştir.
İktidarın alınmasıyla gerçekleştirilecek ekonomik, siyasal, kültürel politikaların baştan kırılmaya uğramasına neden oldu. Örneğin NEP sosyalizmin zorunlu bir ürünü olmamasına karşın yaşanmak durumunda kalmıştır. Bunun yanı sıra devletin adım adım sönmesi, ordunun zayıflatılması yaklaşımı karşıdaki güç nedeniyle tersi yaşanmak durumunda kalmıştır. Güç dengesi devrimi gerçekleştirenin lehinde olsaydı bu uygulamalara gerek kalmadan karşıdaki güce karşı mücadele edebilirdi.

Sosyalizm anlayışının yanlış kavranması:
Lenin'de sosyalizme geçiş sorunu bütünlüklüdür: Politik, ekonomik, ve kültürel tüm öğeleri içerir.
Reel sosyalizm deneyimleri ise bu bütünlük içinden ekonomik boyutu ön plana çıkararak diğer öğeleri bir kenara bırakır. Sürecin başında konjonktürel etkilerin bunda büyük payı olsa da giderek ilke haline getirilmiş ve diğer ülkelerde de (Doğu Avrupa ülkeleri) aynı uygulama egemen olmuştur. 1945'ler sonrasında gerçekleşen devrimlerin hemen hemen tümünde ekonomik öğelerin aşırı abartıldığı, sosyalizme geçişin mülkiyetin hukuksal boyutuna indirgendiğini görürüz. Bu yaklaşım sosyalizm anlayışının yanlış kavranmasıdır; Sosyalizm anlayışının kabalaştırılması, sosyalizmin bir kalkınma modeline indirgenmesi anlayışıdır.
Saydığımız bu etmenler ekonomik bir sosyalizm anlayışının gelişmesine neden olmuştur.

Lenin'de Sosyalizm Anlayışı ve Ekonomik Sosyalizm Anlayışı
Lenin sonrasında yaşanan gelişmeler ve özellikle 1945'ler sonrasında gerek SB'de ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerinde ekonomik bir sosyalizm anlayışı gelişmiştir. Bu anlayış tarihsel ve konjonktürel etmenlerin yanı sıra bilimsel sosyalizmin kabalaştırılması ve yanlış kavranmasının bir ürünüdür.
Gerek SB'de ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerinin tümünde üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması ile sosyalizmin kuruluşu arasında doğru orantı kurulmuş, hukuksal boyutta mülkiyet tasfiye edildikçe “sosyalizm", "olgun sosyalizm", ve "komünizme geçiş süreçleri" konulmuştur.
Sovyetler Birliği'nde (SB), 1936'larda sosyalizme geçildiği belirtilmiş, 1960-80'li yıllar “komünizme geçiş" yılları ilan edilmiştir. Aynı şekilde 2. Paylaşım Savaşı sürecinde devrimini gerçekleştiren Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkeler 1960, 1963 yıllarında olgun sosyalizm dönemine girdiklerini ilan etmişlerdir.
Mülkiyetin tasfiye edilmesi, toplumun yaratmış olduğu değerlerin sosyalizme geçiş için/ öznenin dönüşümü için kullanılmasında önemli bir öğedir. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması, bireyler arasındaki eşitsizliği ve bu eşitsizlikten kaynaklanan sorunlarının kökünü kazıma hedefiyle bağlantılıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, toplumsal hedefler de aynı işleve sahiptir. Sağlık, eğitim, konut, iş vb. sorunların çözümü bireyin gerçek özgürleşmesinin nesnel koşullarını oluşturan hedeflerdir. Daha sağlıklı bir insanı hedef alır ve bu koşullardan kaynaklı eşitsizliğe uğrayanları siyasal yaşama çekerek özne haline getirmesini hedefler.
Bu nedenle sosyalizme yönelen her devrim, büyük mülkiyetin yanında, küçük mülkiyeti de tasfiyeye yönelmek ve kapitalizmin kökünü kazımak durumundadır. Ancak mülkiyetin hukuksal tasfiyesi, Lenin'in deyişiyle, yeterli değildir. Lenin "hukuki ya da siyasal bir işlem olarak mülksüzleştirme sorunu çözmez. Çünkü, büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri (yönetimden) gerçekten almak ve bunların (yönetiminin) yerine fabrikaların ve malların işçiler tarafından uygulanan bir yönetimi gerçekten geçirmek zorundadır" diyor.
Lenin'in çözümü şöyledir: "Tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, emekçi halkın tüm kütlesini, proleterleri, yarı proleterleri ve küçük köylüleri saflarını, güçlerini devlet işlerine katılmalarını, demokratik bir biçimde örgütlenmeleri için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz."
Lenin bu uygulamaların demokrasi ve kültür devrimi ile tamamlanmasını önerir. Lenin sosyalizme demokrasi dışında bir yolla varılamayacağını belirtir: "Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü; (...) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez" derken sosyalizme geçiş "bir kültür devrimi yapmaksızın olanaksızdır..." der.

V. Ekonomik Sosyalizm Anlayışı
Ekonomik sosyalizm anlayışını bir kaç nokta üzerinden tanımlayabiliriz:
İlki, Bu sosyalizm anlayışında Marks ve Lenin'in belirttiği ilkelerden biri olan ekonomik yeniden üretim olağanüstü önem kazanmıştır. Şüphesiz, Marks, Engels ve Lenin, üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılması ve toplumun ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için ağır sanayiye uzun bir süre ağırlık verilmesi gerektiğini bir çok yerde belirtmişlerdir. Ancak, bu vurgu hiç bir zaman sosyalizmi ekonomik bir kalkınma modeli...vb., boyutuna getirmedi. Oysa belirtilen deneyimlerde ekonomiye yapılan aşırı vurgu, neredeyse her kıstasın ekonomik gelişmeyle bağlantılandırılmasını beraberinde getirdi. Sonuçta, sosyalizmi kurmak ekonomik başarılarla ölçülmeye başlandı. Lenin'in söyleminin tersine maddi özendiricilerin bu düzeyde önem kazanması bununla ilgilidir. Lenin, Marks ve Engels geçiş döneminde maddi özendiricileri ilkesel olarak reddetmemelerine rağmen (gerektiğinde kullanılabileceğini belirtmelerine karşın) ön planda olmasını hep reddetmişlerdir. Çünkü maddi özendiriciler sosyalizm dışı ilişkilerin güçlenmesine neden olur. Hukuksal boyutta mülkiyet sorunu çözümlendiği oranda sosyalizme geçişten bahsedildi.
İkincisi, Lenin'in sosyalizm anlayışının temelini oluşturan sosyalist demokrasi ve bunun ifadesi olan siyasal katılımcılık, ekonomik sosyalizm anlayışında ihmal edilebilir bir ilke olarak ele alınmıştır. Yığınların siyasal yönetime katılması Sovyetler aracılığıyla gerçekleşir. Lenin'in Paris Komünü'nden çıkarttığı en önemli derslerden biri Sovyetlerdir. Sovyetlerin en önemli rolü Lenin'in deyişiyle toplumun onda dokuzunu siyasal yönetime taşımasıdır.
Sovyetlerin rolü özellikle Lenin sonrasında zayıflamaya başladı. Sovyetlerin siyasal yaşamdaki ağırlığının zayıflaması/zayıflatılması toplumun siyasal yaşama katılımının zayıflatılması ve kitlelerin iktidara yabancılaşmasını beraberinde getirdi. Ancak bununla da kalınmadı: KP içinde de demokrasi ve katılım zayıflatıldı.
Sovyetlerin'in rolünün zayıflatılması, boşluğun KP ile doldurulmasını gündeme getirdi. Bu durum partinin hızla şişirilmesine neden oldu. KP'ye yığınsal katılımlar gündeme gelmeye başladı. Parti kadroları için geçerli olması gereken Leninist normlar sulandırılmaya başlandı. Sonuçta ekonomik sosyalizm anlayışında: parti devlet ilişkileri iç içe geçmiş, bürokratik bir yapı ortaya çıkmıştır.
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra devrimini gerçekleştirmiş olan bazı ülkeler (Doğu Avrupa ülkeleri) SB'ni kopya ederek sosyalizmi inşa etmeye kalkıştılar ve SB benzeri bir ekonomik sosyalizm kurdular..
1950'ler sonrasında bu yanlış politika daha da geliştirilerek "emperyalizmle ekonomik yarış", "barış içinde bir arada yaşama" adı altında her boyutuyla ön plana çıkarılmıştır.
Sonuç itibarıyla Küba -ve kısmen de olsa Mao dönemindeki Çin- devrimlerini bir yana bırakırsak sosyalizmin kuruluşu konusunda yaşanmış deneyimler neredeyse birbirinin aynısı uygulamaları gündeme getirmişlerdir. Bu anlayış sosyalizmin kalkınmacı bir modele, ekonomik refaha, daha fazla tüketime... indirgenmesi anlayışını üretmiştir. Sosyalizmin ekonomik kurtuluş olarak gündeme getirilmesi ve üretici güçler üzerindeki mülkiyetin tasfiyesi olarak görülmesi, geçiş sürecinin yaşandığı ülkelerde alt yapı, üst yapı arasındaki ilişki, üst yapı aleyhine geliştirilmiştir. Üst yapı adeta alt yapıyı etkilemeyen ve her koşulda onun peşinden hareket etmek zorundaymış gibi algılanan bir konuma getirildi. Bunun sonucunda alt yapı-üst yapı arasındaki ilişkiler doğru çözümlenememiş ve sonuçta yıkılmalarında önemli etken olmuştur.
Üçüncüsü, ekonomik sosyalizm anlayışı, ulusal sosyalizm anlayışını da gündeme getirdi. SB'de enternasyonalizmin Sovyet devleti çıkarlarına tabi kılınması, gelişen ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerine bu çıkar çerçevesinde bakılmasını ve çoğu zaman Leninist enternasyonalist ilkenin ihlal edilmesini gündeme getirdi.

VI. Küba'da Sosyalizm Anlayışı

Küba devrimi, ekonomist sosyalizmin eleştirisi ve Marksizme yeniden dönerek reel sosyalist ülkelerden farklı bir sosyalizm anlayışı geliştirilmesini esas almıştır. Küba'lı komünistler:
- Sosyalizmin ekonomik bir model, kalkınmacı, tüketim modeli anlayışına karşı çıkmışlardır.
-Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasıyla sosyalizmin kurulduğu yönündeki yaklaşıma karşı çıktılar.
-Ulusal sosyalizm anlayışına karşı çıkmışlardır. Enternasyonalizm olmadan sosyalizmin kurulamayacağını ortaya koymuşlardır.
-Geçiş süreçlerinde maddi dürtülerin ön plana çıkarılmasına karşı çıkmışlardır.
Küba devriminin önderi Fidel Castro, Komünizme yönelen bir devrimin üretici güçlerin tam gelişmesiyle ve aynı zamanda bilinçli insanın tam gelişmesiyle sağlanabileceğini belirtir. Çekoslovakya sorununu irdelerken şöyle der: "Ülke yönetiminde bürokratik yöntemler, yığınlarla ilişkilerin zayıflığı -her devrimci harekette gerekli olan ilişkiler- sosyalist ideallerin ihmali. Sosyalist ideallerin ihmalinden ne kastediyoruz? Şunu kastediyoruz: İnsanın sınıflı toplumda olduğunu, sınıflı toplumda sömürüldüğünü, köleleştiğini ve idealler için mücadele ettiğini unutmasını kastediyoruz. Sosyalizmden bahsedilince yalnız sömürünün yok olacağını, sömürüden doğan fakirliğin yok olacağını ve bu sömürünün sonucu olan geri kalmışlığı değil; aynı zamanda sınıfsız toplum yaratmak konusundaki bütün o güzel emellerin; bencillikten arınmış bir toplum, insanın artık paranın kölesi olmadığı, kişisel kazanç için çalışmadığı ve bütün toplumun ihtiyaçlarının tümünü tatmin etmek için insanlar arasındaki adaleti, eşitliği, kardeşliği ve halkların her zaman elde etmeyi arzuladıkları amaçları insan toplumunun bütün ideallerini gerçekleştirmek ve kurmak için çalışmayı da kastediyoruz. (...) Gelecekteki aşamalarda, devrimci halkımızın sınıfsız toplumdan ne anladıklarını gösterecek kavramları merak etmeleri gerekir.(...) Sosyalist ideal, bir an için bile, enternasyonalist olmadan var olamaz. Hangi ülkede olursa olsun, sosyalizm için mücadele edenler dünyanın geri kalan kısmını unutamazlar. Dünyanın bir kısmında var olan yoksulluğu, fakirliği, cehaleti acıyı ve sömürüyü asla unutamazlar. Bir an için bile dünyanın bir kısmının ihtiyaçlarını asla unutamazlar. Biz inanıyoruz ki, dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa, yığınlara gerçek enternasyonalist görüşü, gerçek devrimci görüşü aşılamak olanaksızlaşır. Dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa, bu emperyalizmle yüz yüze gelmek tehlikesini artırır. Yığınlar yalnız maddi dürtülerle ve daha fazla tüketim vaatleriyle harekete sokulurlar."(10)
Aynı yapıtında Fidel, reel sosyalist ülkelerle olan farklarını şu sözlerle ifade etmektedir: "...İdeallerin ve enternasyonalist duyguların dünyanın sorunlarına karşı ilginin ve uyanıklığın Avrupa'nın belirli sosyalist ülkelerinde yok olduğunu ya da çok zayıf olduğunu ileri sürebiliriz.(...) Küba bursuyla giden öğrencilerimiz de dahil olmak üzere bu ülkelere gidenler, çok kere tamamen küskün ve gördüklerine canı sıkılmış olarak dönmekte ve bize 'orada gençlik devrimci ideallerle ve enternasyonalizm ilkeleriyle yetiştirilmiyor ve Batı Avrupa ülkelerinde hüküm süren idealler ve eğilimlerin büyük etkisi altında' diyorlar. Çok yerde başlıca sohbet konularının para ve buna benzer güdüler, maddi dürtülerin her çeşidi, maddi kazançlar ve maaşlar olduğunu söylüyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki bu gibi yerlerde sosyalist bilinç ve enternasyonalist bilinç yerleştirilmemiş. Bazıları sapkınlık içinde bize oralarda gönüllü işin olmadığını, gönüllü işin karşılığının ödendiğini ve bunun olağan bir davranış olduğunu ve oralarda gerçek gönüllü işin anti-Marksist bir akım kabul edildiğini söylediler. (...) Vatandaşlarımızın duyguları, maddi dürtülerin böylesine kabaca ticaretinden dolayı incinmiş"(11)
Küba devriminin önderlerinden Ernesto Che Guevara da, sosyalizme ve komünizme geçiş konusunda Marks, Engels ve Lenin'in yaklaşımlarını sentezleyerek ortaya koymuştur. Che, yukarıda Fidel'in altını çizdiği yaklaşımları kapsamlı olarak ortaya koymuştur. Buna göre sosyalizme -komünizme geçiş sorunu iki etkene bağlıdır. Birincisi, ekonomik üretim, ikincisi bağrında ekonomik üretimin gerçekleştiği toplumsal ilişkilerin, yani insanların üretim sürecinde olduğu gibi onun dışında da kurdukları ekonomik ilişkilerin ve diğer sosyal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimidir.
Che araştırmalarında, Marks'ın ekonomik olgularla olduğu kadar, ekonomik olguların insan zihnine aktarılmasıyla da ilgilendiğini görmüş ve komünizmin bilinç olgularını dikkate almaması halinde devrimci bir ahlak anlayışından çıkacağını ve ancak bir bölüşüm yöntemine, sistemine dönüşeceğini görmüştür.
Che'nin şu yaklaşımının yaşamsal önem taşıdığını düşünüyoruz: "Komünist bir ahlak anlayışı olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor. Evet yoksulluğa karşı savaşıyoruz ama aynı zamanda yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. Marksizm'in başlıca amaçlarından biri de çıkarın, 'bireysel çıkar' faktörünün ortadan kaldırılması ve insanların psikolojik motivasyonlarından yararlanmaktır.”
Che bu süreçleri şöyle özetler: "insan türü tipinin doğması için en uygun koşulları sunmaya yetenekli toplumsal bir yapı yaratmak. Yeni insan devrimci bir çabadan ve devrim tarafından yaratılan yapılara bağlı koşullardan ortaya çıkacaktır. Daha önceden kaderini kendisine empoze eden güçlere hükmederek ve onları yöneterek kendi öz varlığını eline alacaktır.
Toplumsal süreçler bilinçli şekilde ve fiili öncünün seviyesine ulaşması, hatta onu aşması istenen kitlelerin aktif katılımıyla yönetilecektir. Bu iktidar sadece halkçı olmayacak, aynı zamanda halkın iktidarı da olacaktır.”
Che, Marks ve Engels'in Alman İdeolojisinde: “Bir komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca vardırılması için insanların yığınsal dönüşüme uğramasının zorunlu olduğu görülmektedir.. Böylesi bir dönüşüm ise ancak pratikte bir hareketle, bir devrimle gerçekleştirilebilir. Bu devrim demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır., aynı zamanda ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendine bulaştırdığı pislikleri süpürüp atmak ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale getirmek olanağını ancak bir devrim vereceği için zorunlu olmuştur..” (12) yaklaşımından hareket etmiştir.
Marks ve Engels tarafından bütünlüklü olarak alınan bu iki öğe, 2. Enternasyonal tarafından birbirinden ayrılmıştır. Lenin’in bu öğeleri tekrar bir araya getirmesine karşın, Lenin sonrası dönemde -ve özellikle 1945 sonrasında- tekrar birbirinden ayrılmış ve sosyalizmin kuruluşunun teorik ilkesi haline getirilmiştir. Böylece ekonomik bir sosyalizm anlayışı ortaya çıkmıştır.
Gerek Fidel ve gerekse Che'den aktardığımız pasajlarda görüldüğü gibi Küba devrimcileri sosyalizme geçiş konusunda yaşanan örneklerden farklı bir anlayış geliştirmişlerdir.
Küba devrimcileri, komünist toplumu inşa etmek için yeni insan ilişkilerinin yaratılması ve geliştirilmesini ve bu ilişkilerin ilerlemesine engel olabilecek hataları gidermek için kapsamlı bir eleştirel bakış açısını geliştirmişlerdir.

YENİLENME VE ULUSAL SORUN
Yenilenme ve ulusal sorun alt başlığıyla üzerinde duracağımız bu bölüm Marksist solun ya üzerinde pek durmadığı ya da yanlış bir zeminde ele aldığı sorunların başında geliyor.
Oysa TC'nin egemen olduğu coğrafyanın halklar hapishanesi durumunda olması ve bu halkların ulusal baskıya maruz kalmaları soruna daha hassas yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır.
Reel sosyalizmin ulusal sorunu çözmede başarısız kaldığı çoğu Marksist hareket tarafından tespit edilmektedir. Başarısızlık, SB' de olduğu kadar, ulusal sorunların var olduğu Yugoslavya ve Bulgaristan'da da kendini göstermiştir. Özellikle dünün SB ve Yugoslavya'da yaşanan çatışmalar uzun yıllar hatıralardan silinmeyecek boyutlarda kendini göstermiştir.
Ulusal sorun konusunda yaşanan başarısızlığın ardından Marksist solda iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Birincisi geçmişi olduğu gibi kabul eden ve günümüze olduğu gibi uyarlamaya çalışan yaklaşım. İkincisi, geçmişin aşılması gerektiğini söyleyen/vurgulayan kesimdir. İkinci eğilimdekiler kendi aralarında üç farklı yaklaşıma sahipler.
** Reel sosyalist ülkelerde ulusal sorunun on yıllarca önce çözüldüğü, ezilen ulusların özgürlüklerine kavuştukları sanılıyordu/savunuluyordu. Ancak, yıkılış sonrasında söz konusu ulusların hemen hemen hepsinin daha önce kurulan birliklerden ayrılma yolunu seçmeleri tesadüfî olmadığı gibi sadece emperyalistlerin etkileriyle de açıklanamaz. Ayrılma istemlerinin boyutu bu ulusların eşit, özgür ve gönüllü birliğinin olup olmadığını tartışma konusu yapmaktadır...
Devrim sonrasında ulusal soruna -SSCB, Yugoslavya- çözüm getirirken esas sorunun çözümünün baştan ezen ulus devrimcilerin damgasını taşıması yaşanan sorunların esas nedeni görülmektedir. Ezilen uluslar o aşamada kendi öz güçleriyle, kendi kimlikleri etrafında örgütlü olmayınca, ezen ulusun damgasını taşıyan bir örgütlenme eliyle verilen özgürlük en iyi niyetler söz konusu olsa da gerçek eşitliği ve halklar arasındaki kardeşliği doğurmamakta. Dolayısıyla, ezen ulus hegemonyası başka biçimlerde ortaya çıkmaktadır.
SSCB, Yugoslavya ve Bulgaristan'da ortaya çıkan ulusal sorunları sadece emperyalist güçlerin kışkırtma ve provokasyonlarına bağlanamayacağı açık. Sonraki alt başlıklarda ortaya koyduğumuz gibi gerçekleştirilen birliklerde gerçekte eşitliğin, özgürlüğün sağlanamadığı bu noktada ciddi hataların işlendiğini görürüz. Ancak bunun temel nedeninin bu kesimlerin daha baştan kendi öz güçlerine dayanan kendi ulusal örgütlenmelerini oluşturmamış olmaları yönündeki yaklaşımına katılmak mümkün değil. Zira dönemin nesnelliği önemli ölçüde göz ardı edilmektedir. SB'de sıkı merkeziyetçilik yaşamın bir dayatmasıydı. Rus komünistleri sadece bu dayatmayı kabullenmişlerdir. Ayrıca Sovyet iktidarının korunmaya çalışılması ve bu temelde izlenen politikalar -yöntemlerde yanlışlıkların yapılmış olması bu gerçeği değiştirmez- da yaşamın dayatmalarıydı. Nesnellik bir yana bırakılarak sorunu "kendi öz güçlerine dayanarak ulusal örgütlülüklerin olmamasına " bağlamak doğru bir yaklaşım değil.
İkinci olarak, ulusal temelde örgütlenmeye tek doğru bir ilke olarak görmek kabul edilemez bir yaklaşımdır. Bu iki nedenden dolayı kabul edilemez a) sınıfsal yanı inkar ettiği için, b) devlet devrim ilişkisini doğru bir tarzda ele almadığı için.
Ulus ve ulusal azınlıkların ulusal temelde örgütlenmesini mutlaklaştırmak sınıfsal perspektifi yitirmek anlamına gelir. Bunun pratikteki yansısı coğrafyamızdaki ulusal azınlıkların da bağımsız temelde örgütlenmelerini savunmaktır. Böylesine bir yaklaşımın adı ne olursa olsun milliyetçiliktir. Tüm ulus ve azınlıkların bağımsız örgütlenmesini mutlaklaştırmak mücadeleyi bölmenin ötesinde bir anlam taşımaz.
** Ulusal mücadelelerin komünizmi doğrudan hedeflemediği gerekçesiyle onu küçümseyen, giderek inkar eden yaklaşım. Bu yaklaşımın üç boyutu bulunuyor: I-SB'de ulus ve azınlıklara verilen hakların süreç içerisinde milliyetçiliği ortaya çıkarttığı ve burjuvaziyi güçlendirdiğini öne sürmektedir. Ulusal temeldeki taleplerin komünistleri pek ilgilendirmediği, hatta komünizm mücadelesi engel teşkil ettiği ifade edilmektedir. II- Önderlikleri ne olursa olsun tüm ulusal hareketleri burjuva çerçevede görmeleridir. Şüphesiz ki ulusal sorun, burjuvazinin çözmesi gereken bir sorundur. Ancak emperyalizm dönemiyle birlikte artık burjuvazi devrimci barutunu tüketti. Kendi ulusal devrimini sonuna kadar götüremez hale geldi. Bu noktada ulusal sorunun çözümü proletaryanın omuzlarına yüklendi.
Proletarya ulusal sorunu, burjuvazinin çözmesi gereken bir sorun diyerek görmezlikten gelemezdi. Tersine sosyalizme bir an önce varmak istiyorsa kendi öncülüğünde sorunu çözmek göreviyle karşı karşıyadır.
Yaşanan tarihsel deneyimler yukarıda belirtilen anlayışı mahkum etmektedir. Örneğin Vietnam'da gerçekleştirilen devrim ulusal demokratik bir devrimdir ama bu devrime burjuvazi önderlik etmediği gibi sadece Vietnam ulusunun kendi kaderini tayin etmesi, yani bağımsız devlet kurma hakkıyla kalmadı. Aynı zamanda sosyalizme en kısa biçimde geçebilmek doğrultusunda gerekli tedbirleri almıştı. Bu anlamıyla ulusal ve sınıfsal yan birlikte yürümüştür.
** Bugün dünyada ve coğrafyamızda emek sermaye çelişkisinin egemen oluşundan hareketle ulusal sorunun gerici hale geldiği ifade edilmektedir. Bu yaklaşım kaynağını kapitalizm altında ulusal hareket olmayacağı ve ulusal sorunun proletaryanın çıkarlarına göre ikincil bir sorun olduğu yolundaki yaklaşım, Leninist anlayışın doğru kavranmamasıdır.
Bu yanlış ve eksik kavrayış, ulusal sorunu milliyetçi bakış açısıyla çözmek isteyen, toplumsal gelişmenin evrimini kavramayarak proletaryanın bu mücadeledeki belirleyiciliğini görmeyen tespitlere karşı oluşmuş durumdadır. Eleştiri bu yönüyle doğru olmakla birlikte proletaryanın çıkarlarıyla bağımsızlık talebinin karşı karşıya getirdiğini unutmaktadır. Oysa bu iki talep birbirini dışlamaz.
Ulusal hareket denilince sadece feodalizme karşı ve kapitalizmin yükseliş dönemindeki hareketlerin anlaşılmasının veya sadece klasik sömürgecilik ilişkilerine karşı mücadele olarak görülmesinin yanılgıları büyüktür.
Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü’nde "gerçekten ulusal olan savaşların temelini uzun bir kitle hareketlerinin mutlakiyete ve feodalizme karşı bir savaşımın, ulusal baskının ortadan yok edilmesinin oluşturduğu"nu söylemektedir, (13) Ama bu doğru belirlemeden yanlış sonuçlar çıkarmamak gerekir. Her ulusal hareketin mutlaka feodalizme, mutlakiyete ve ulusal baskıya karşı, her üçüne birden bir savaş olarak anlaşılmaması gerekir. Bir çok durumda bunlardan sadece bir veya ikisine karşı savaşım, mücadelenin ulusal karakter kazanmasına neden olabilir ve olmaktadır. Bugün için ulusal savaşımın verildiği İrlanda ve Bask bölgesinin feodal ve yarı feodal olduğunu kimse iddia edemez; aynı şekilde kapitalizmin düzeyinin daha geri olduğu ülkelerde bile -Kürdistan, Filistin..., vb- yerlerde bile böylesi bir iddia temelsizdir. Kapitalizmin egemenliğine karşın bu ülkelerde ulusal mücadele sürdürülmektedir.
Dünya genelinde kapitalizmin egemenliğinin artmasına bağlı olarak ulusal hareketler feodalizme ve mutlakiyete karşı bir mücadele olmaktan çıkmışlardır. Kapitalizmin egemenliğinin artması, ulusal hareketlerin ulusal baskıya karşı mücadele biçimine dönüşmesine neden olmaktadır. Gelişmenin doğal sonucu olarak proletarya mücadelede belirleyici güç durumuna gelmiştir. Bu durum ulusal hareketlerin toplumsal içeriklerinin güçlenmesi ve sosyalizme yönelmesi için nesnel zemini oluşturmaktadır.
Lenin, UKTH'da şöyle der: "...Ulusal hareket dahil, tüm şekillerde devrimci hareketler, Avrupa'da sömürgedekilerden daha olanaklı, daha gerçekleştirilebilir, daha inatçı, daha bilinçli, yenilmesi daha zordur." (14) Lenin gelişkin kapitalist ülkelerde dahil devrimci hareketlerin olanaklı olduğunu belirtiyor. Yani UKTH ilkesi proletaryanın çıkarlarına göre ikincildir belirlemesi, kapitalizm altında da olsa bağımsızlık talebinin devrimin ana talebi olmasıyla çelişmez. UKTH'nın ikincil olması, bu soruna sadece tarihsel değil, sınıfsal bakış açısından da bakmak gerektiği ve proletaryanın çıkarlarıyla birleştirmek zorunluluğundan dolayıdır.
Ulusal soruna ilişkin temel yaklaşımımız öncelikle verili ülkede ve bununla uyumlu olarak dünya çapında proletaryanın çıkarları temelindedir. UKTH'nın proletaryanın çıkarlarına göre ikincil olmasından anlaşılması gereken budur. Bunun dışında başka sonuçlar üretmek "kapitalizm altında ulusal (sorun) savaş olmaz mantığı ilhakların, işgallerin, sömürgeciliğin göz ardı edilmesidir.
Reel sosyalizmin yıkılış sürecinde ortaya çıkan ulusal hareketlerin -ki daha önceki süreçlerde başladı- kaynağına baktığımızda iki temel nokta karşımıza çıkıyor.
Birincisi, sıkı federatif birlikte ortaya çıkan sorunlar; ikincisi, öznel hataların çokluğudur.
Ve belki de üçüncü bir sebep olarak da emperyalizmin kışkırtmalarından bahsedilebilir


1- Sıkı Federatif Birlik:
Sıkı Federatif Birlik, devrimci Sovyet Hükümetinin kurulmasından hemen sonra meydana gelmemiştir. Emperyalist müdahalenin henüz kendini gerçek bir tehlike olarak göstermediği dönemlerde halkların sıkı federatif birlik temelinde bir örgütlülüğü yoktu. İç savaş ve müdahale dönemi, ulusal devletlerin askeri öz savunma çıkarlarını ön plana çıkarır. Böylece halklar arasında işbirliği askeri bir ittifak biçimini alır. Savaşın bitiminden sonra, savaş nedeniyle üretici güçlerin yıkıma uğramış olması ve bunları yeniden kurma sorunu çıktığı zaman askeri ittifakın yanında ekonomik ittifak ortaya çıkar.
Ulusal devletlerde proletaryanın zafere ulaşması, proletarya enternasyonalizmini gündeme getirir; böylece ileri halkların geri halklara yardım ederek geriliklerinden kurtulmaları ve bu temelde tek ekonomi oluşturma çabaları sıkı federatif birliğin oluşumunun üçüncü nedenidir.
Lenin de yukarda saydığımız bu üç gerekçeden dolayı sıkı federatif birliği savunmuştur.
Burada hemen bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz: Lenin'in kabul ettiği bu üç gerekçeden iki tanesi güncel koşulların ürünüdür, yani konjonktüreldir.
Sıkı federatif birlik, emperyalizmin ablukası ve saldırganlığı karşısında Sovyet halklarını birleştiren, askeri ve ekonomik güçlerini devasa bir güç haline getiren, dönemin nesnelliğine uygun düşen bir birlikti. Reel politika açısından düşünüldüğünde böyle bir birliğin Sovyet halkları açısından doğru olduğunu belirtmek gerekir. Sovyet halklarının sıkı federatif birliği gerçekleşmeseydi emperyalist saldırganlık karşısında ne kadar dayanabilecekleri tartışma konusudur.
Konjonktürel ortamda ortaya çıkan sıkı federatif birlik, ancak halklar arasında var olan ekonomik, kültürel, siyasi fiili eşitsizliği giderebildiği, geçmişten kalan ulusal önyargıları yıkabildiği ölçüde dünya halklarının tam federatif birliğine dönüşebilirdi. Oysa, ekonomik, kültürel, siyasi eşitsizlikler ve ulusal ön yargılar Sovyet halkları açısından çok ciddi sorunlardı.
Sovyet komünistleri -ve özellikle Lenin- sorunların çok ağır olduğunun farkında(dır)lar. Bu nedenle SBKP 10. Kongre raporu: "ezilen halkların ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel geriliğini ortadan kaldırmak, merkezi Rusya'ya yetişmeleri için bu halklara yardım etmek..."(15) istemlerini dile getirmiştir.
Lenin de : "...bir ulusun güvensizlik duymasından daha kötü bir şey yoktur..." (16) demekte ve partinin ulusal sorunla ilgilenen kadrolarını uyarmaktadır. Lenin, 2 Nisan 1920'de Orjonikidze'ye gönderdiği bir telgrafta (17) aynı nedenlerle Müslüman halklara ihtiyatlı davranmasını istemiştir.
Partinin 10. Kongre raporundaki istemler ve Lenin'in ısrarlı uyarılarına karşın bugünden geriye dönüp baktığımızda bunların yerine getirilemediği hatta kimi yerlerde arttığına işaret etmek gerekir. Bunun yanında çeşitli dönemlerde ulusal baskı politikasının uygulandığını belirtelim.

II- Sıkı Federasyonun Aşil Topuğu: Konjonktürel Etkenler
Sıkı federatif birliğin oluşumunun temel gerekçelerinden birini oluşturan "emperyalist kuşatma ve saldırganlık karşısında güçlü olmak" gerekçesi, aynı zamanda birliğin Aşil Topuğu’nu oluşturuyordu.
Merkezi yerler sanayi bölgeleriydi, çevre bölgeler ise gelişmemiş bir kapitalizm ya da kapitalizm öncesi ilişkiler odağıydı. 'Sosyalist kale'nin ayakta kalabilmesi ve 'sosyalizmi inşa edebilmesi' hızlı gelişmesine bağlıydı. Hızlı gelişme ise, ister istemez çevre ülkelerin ekonomilerinin merkeze göre şekillenmesine neden oluyordu. Merkeze göre şekillenme ise, partinin 10. Kongresi’nde alınan kararın -en azından ekonomik yönünü büyük ölçüde- pratik olarak geçersiz kılıyordu. Bu, konjonktürel durumun dayatmasıydı. Konjonktürel dayatmaya karşın farklı bir politika uygulanmış olsaydı hızlı gelişim sağlanamazdı. Ve bu durum SB'nin emperyalist saldırılar karşısında zayıf bırakırdı.

***
Sıkı federatif birlik oluşurken yayımlanan bildirgede "birliğin eşit haklara sahip halkların birliği" (18) olduğu belirtilmektedir. Gerçekten de federatif birlik girişimi ilk olarak Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan gibi çevre halklardan gelmiştir. Ve bu halkları böyle bir birliğe iradi olarak kimse zorlamamıştı. Bu çerçevede düşünüldüğünde birlik, halkların gönüllü katılımıyla gerçekleşmiştir. Ancak, burada gözden kaçırılmaması gereken nokta: birliği oluşturan halkların özgür koşulların gönüllü birlikteliği temelinde değil, nesnelliğin getirdiği dayatmanın zorunlu gönüllülüğü temelinde bir araya geldikleridir. Buradaki zorunluluk, iradi bir zorlamadır; savaş koşullarının ve geri kalmışlığın dayattığı bir zorunluluktur. Süreç içinde savaş koşullarının zayıflamasıyla, zorunluluğu oluşturan koşulların zayıflaması, tek ülkede sosyalizmin kurulması girişiminin merkez lehine gelişmesi, bu uluslarda merkeze karşı direnç noktalarının oluşmasını sağlamıştır. Direnç noktaları merkezin yaptığı hatalarla bütünleşince merkeze karşı bir tepki ve ulusal güvensizlik oluşmuştur. Özellikle 1980'li yıllar biriken ulusal problemlerin gelişen gerici burjuva akımlar ekseninde politik ifadeye kavuşmaya başladığı yıllar olmuştur. Artık çözülmesinin son aşamalarına gelmiş olan reel sosyalizm pratiği, aynı zamanda uluslar arasındaki birlik duygularının da çözüldüğü yıllar olmuştur. Ulusal güvensizlik merkeze karşı kin, öfke, ulusal önyargı ve milliyetçiliği beraberinde getirmiştir. "Yaşanmış sosyalizm denemelerinin" yıkılış sürecinde açıkça görüldüğü gibi, çevre ülkelerin bir bölümü merkeze karşı bağımsızlık talebiyle hareket ederken, çevre uluslardaki ulusal topluluklar da çevre uluslara karşı bağımsızlık talebini gündeme getirmiştir. Örneğin Gürcistan merkeze karşı bağımsızlığını dayatırken, Abhazlar ve Osetler Gürcistan'a bağımsızlıklarını dayatmışlardır. Azerbaycan merkeze karşı bağımsızlığını gündeme getirirken, Dağlık Karabağ Ermenistan'la bütünleşmek temelinde Azerbaycan'la savaşıyordu.
Sonuç itibarıyla, reel sosyalizm pratiği ulusal sorunu burjuva demokratik yanı itibariyle, yani kendi kaderini tayin ve temel ulusal demokratik hakların özgürce kullanılması bağlamında çözerken, bunu daha ileriye taşıma, komünizme doğru ilerleyen sosyalist ulusların ilişkileri ve birliği noktasında ciddi ölçüde yetersiz kalmıştır. Bunun yolu olarak geliştirilen sıkı federasyon, ulusal sorunu bu bağlamda çözme noktasında yetersiz kalmıştır. Aslında komünistler, federasyonu, çeşitli uluslara mensup emekçi halkın tam birliğinde bir ara aşama olarak görmüşlerdir. Federasyonları geliştirmek, incelemek, deneyimi sınavdan geçirerek geliştirmeyi hedeflemişlerdir. Ancak federatif birlik yeni açılımlarla geliştirilemediği gibi, sorunların çözümünde -nesnelliğin dayatmasıyla da olsa- güdük kalmıştır.
Bu gelişmeler ulusal sorunun çözümüyle ilgili bahsedilen üç dönemin geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bilindiği gibi Stalin, bu üç dönemi:
a) İnsanların uluslar biçiminde örgütlendiği, ulusal sorunun tek tek devletlerin sorunu olduğu dönem,
b) Emperyalizmin belirlediği, ulusal sorunun, ulusal devletler çerçevesinden çıkıp devletlerarası bir sorun durumuna geldiği dönem,
Bu iki dönem, burjuvazinin ulusal sorunu çözmeye muktedir olmadığını gösterdi.
c) Ekim devrimi sonrası dönem. Ulusal sorunun proletarya diktatörlüğü altında çözüldüğü dönem olarak ifade eder. Stalin'in belirttiği üçüncü dönemin ulusal sorunun çözümünde tarihsel bir dönemeç özelliği taşıdığı açıktır. Yukarda belirttiğimiz sorunlara karşın Ekim Devrimi Çarlık Rusya'sı tarafından baskı altına alınan, ezilen halklara muazzam olanaklar sağlamıştır.(19) Öncelikle ulusların KKTH'nı kabul etmiş, uluslara ve ulusal azınlıkların kendi anadillerinde eğitim, öğretim yapma hakkı ve kültürel faaliyetlerini sürdürmelerine olanak tanımıştır... Tüm bu olumluluklara karşın kanımızca üçüncü dönem bitmiştir.
Günümüz dünyasında yeni bir dönemden bahsetmek ve bu dönemi tanımlamak görevi ile karşı karşıyayız. Bu dönem 'yaşanmış sosyalizm denemelerinin' ulusal soruna ilişkin deneyimleriyle, Ekim devriminden günümüze değin gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin deneyimlerini bütünleştirmelidir. Bu dönemin henüz başındayız...

III- Öznel Yanlışlıklar
Ulusal sorun konusunda yukarıda ortaya konulan bağlamdaki başarısızlığı sadece nesnel koşullara (ve bu anlamıyla sıkı federatif birliğin yetersizliğine) bağlayamayız. Başta SB olmak üzere Yugoslavya ve Bulgaristan da pratikte ortaya çıkan yanlış uygulamalar dikkate alınmalıdır. Pratikte ortaya çıkan bu hatalar ulusal önyargıların, kin, öfke ve şovenizmin gelişmesinde temel etken olmuştur diyebiliriz.
Pratikte yapılan bu hatalar (SB açısından) daha Lenin döneminde -ama Lenin'e rağmen başlamıştır. 1921'de yaşanan Gürcistan olayı bir başlangıç teşkil etmekteydi. Bilindiği gibi Kafkas halkları 1917 Şubat devriminden sonra bağımsızlıklarını elde ettiler. İktidarı ele geçiren burjuvazi kısa zamanda gericiliğin kalesi durumuna gelir. Kendi ülkelerindeki emekçileri baskı altına alarak sınıfsal bir baskı kurar.
1921'de Orjonikidze'nin komuta ettiği kuvvetler Gürcistan'a girip orada denetimi sağlar. Bunun üzerine Lenin olayı çok sert bir dille eleştirir. Olayın siyasal sorumluluğunun Stalin ve Cerzinski'ye yüklenilmesi ve Orkonidze'nin örnek bir ceza ile cezalandırılmasını ister. (20) Lenin bu eleştirisinde Stalin'e "despot", "büyük Rus şovenist"i diyerek olabilecek en sert eleştirisini yöneltir.(21) Lenin'in bu düzeyde sert eleştirmesinin nedeni şöyle açıklanabilir:
Bilindiği gibi Ekim devrimiyle birlikte ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı pratik olarak kabul edilmiştir. Kapitalist cumhuriyet biçiminde tercih koyan Finlandiya'nın bağımsızlığının kabul edilmesi, küçük cumhuriyetlerin ancak Sovyet devletiyle güvenli tarzda barış içinde bir arada yaşayabileceğini göstermiştir. Oysa, Lenin, Gürcistan'vari bir hareketin, var olan bu güvenin ortadan kalkmasına ve Merkez Rusya'ya karşı ulusal bir önyargının oluşmasına neden olacağını görüyordu. Ve bu tür ön yargılar kolay kolay bertaraf edilemez. Halkların hafızasından kolay kolay silinemez. Bu anlamıyla yaratılan güvenin hançerlenmesi anlamına gelir.

***
SB'de bir dönem de Abhazlara karşı asimilasyoncu bir politika güdülmüştür. Anayasayla güvence altına alınan kendi anadilinde eğitim hakkı, kendi anadilinde basın yayın hakkı, kendi alfabesini kullanması hakkı ortadan kaldırılmış, ulusal dilde yayın yapan radyo istasyonları kapatılmış, kendilerine başka bir alfabe dayatılmıştır. Ekonomik olarak da adeta mahrumiyet bölgeleri durumuna getirilmiştir.

***
İkinci Dünya Savaşı sürecinde Almanlarla işbirliği yaptıkları için Çeçen, İnguş ve Balkır'lar sürgün edilmişlerdir. Bu halklar, 1960'lara doğru tekrar kendi topraklarına dönme hakkı verildiği zaman da çeşitli sorunlar çıkmıştır.

***
Yugoslavya altı cumhuriyetten oluşan federatif bir devletti. Federasyon içinde en büyük nüfusu oluşturan Sırpların politik üstünlüğü, 1945'deki kurtuluştan sonra da devam etmiştir.
Yugoslavya içinde yer alan ulusların ulusal demokratik hakları esas olarak tanınmasına ve bunlar federal cumhuriyetler olarak örgütlenmesine karşın, Arnavutlar bu haktan yoksun bırakılmıştır. Eski Yugoslavya'nın sınırları olduğu gibi korunmuş, Arnavutların Arnavutlukla birleşme talepleri bastırıldığı gibi, bir federe cumhuriyet olarak örgütlenmeleri de engellenmiştir. Daha da ötesi, Arnavutların yaşadığı topraklar farklı Yugoslav cumhuriyetleri arasında dağıtılarak sorun daha da karmaşık hale getirilmiştir.
Ekonomik alanda ise cumhuriyetler arası eşitsizliklerin giderilmesi, nimetlerin eşit paylaşımı için ise hiç birşey yapılmamış, hatta uygulanan politikalar sonucu eşitsizlikler derinleşmiştir.
Yugoslavya'daki en zengin ve en yoksul bölgeler arasındaki gelir dağılımındaki farklılık 1947'de 3 kattan az iken, 1976'da 6 kat olmuştur.
1947-1963 yılları arasında Slovenya'ya yapılan -kişi başına düşen miktar hesabıyla- yatırım, Kosova'ya yapılan yatırımın üç katı olmuştur.

***

Kişi Başına Ulusal Gelir
Yugoslavya Genel Ortalaması 100
  1947 1952 1957 1965 1964 1976
Slovenya 179.3 186.7 181.5 198.5 198.3 201.7
Hırvatistan 107.2 116.4 120.3 121.3 118.3 124.3
Voyvadina 108.8 89.3 109.2 103.4 110.8 116.6
Sırbistan 95.6 92.3 94.5 96.0 96.2 98.3
Karadağ 70.8 63.6 64.3 66.3 75.5 70.3
Bosna-Hersek 82.9 87.6 74.2 72.7 70.7 64.2
Makedonya 62.0 59.3 60.0 57.1 74.2 68.1
Kosova 52.6 49.3 42.5 34.0 36.2 32.2

Bulgaristan'da devrim öncesi 800 Türk okulu varken, devrim sonrası 1200 okula yükseldi. Bunun yanında bir radyo istasyonu, üç yüksek okul, sekiz merkezi gazete ve dergi ile 11 yerel gazete yayınlanmaya başlanır.
Aralık 1958'de Türk okulları kapatılmasına karşın, yine ilkokuldan liseye kadar Türkçe kitaplar hazırlanmış ve oradaki Türk yazarlarla, Türkiyeli ilerici demokrat yazarların eserlerinin Türkçe basımı devam etmiştir. Ancak, 1976'larda bunlar yasaklanmıştır.
Bulgaristan'da ayrıca Pomaklara ve Makedonyalılara karşı aynı politika izlenmiştir.
Dimitrov döneminde 200 bin dolayında Makedonyalı yaşıyordu ve Dimitrov bunların ulusal kimliklerinin tanınmasından yanaydı. Ama sonradan Bulgaristan KP, Makedonya ulusal azınlığını tanımaktan vazgeçer. Bunlar üzerinde asimilasyon politikası uygulamaya başlar. 1971' den sonra Slav adları almaya zorlandılar.
Kısaca özetlediğimiz gibi, uygulanan yanlış politikaların Marksizm Leninizm'le hiçbir ilgisi yok. Yanlış politikalarda toprak gaspı, asimilasyon, halklar arasındaki eşitsizliğin derinleştirilmesi var. Bu sorunların yaşandığı bir yerde kin, öfke, merkeze güvensizlik, ulusal önyargı vb.nin olmaması olası mı? Sosyalizm denemelerinin yaşandığı ülkelerde ortaya çıkan etnik çatışmaların önemli bir nedenini bu yanlış uygulamalarda görmek gerekir.


DİPNOTLAR:

(1) Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm, s,73
(2) Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm, s, 20
(3) Muhtemel bir bölünmeye karşı MK' nın sayısal olarak artırılması ve yeni üyelerin çoğunun işçilerden olmasını istemesi) bununla ilgilidir.
(4) Lenin, Az olsun Temiz olsun makalesi, 2 Mart 1923, İşçi Sınıfı ve Köylülük, s, 372
(5) Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s, 371
(6) Lenin, Kooperatifçilik Üzerine, age, s, 353
(7) Lenin, Kooperatifçilik Üzerine, Age, s, 353
(8) Küçük ve orta mülkiyete karşı takınılan tavır konusunda bu ülkelerle Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya gibi ülkelerdeki iktidarların izledikleri politikalar farklı olmuştur. İkinci kategorideki ülkelerdeki iktidarlar ekonomik boyutta da liberal bir politika uygulamışlardır. Bu politika sonucu, siyasal ve ekonomik güçleri tedricen ortadan kaldırılacağına tersi bir politika ile güçlendirilmiştir.
(9) Bu kazanımlar nedeniyle emperyalist sistem bu tarihsel koşullarda "sosyal devlet", "refah devleti" anlayışını uygulamak zorunda kalmıştır.
(10) Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 21-22, Aşama Yayınları Temmuz,1975
(11) Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 23, Aşama Yayınları Temmuz,1975
(12) Marks, Engels, Alman İdeolojisi s, 37-38
(13) Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, , s. 32
(14) Lenin, UKTH, s. 188-189
(15) Marksizm ve ulusal sorun ve sömürgeler sorunu,s.129.
(16) Lenin,ulusal sorun ve ulusal kurtuluş savaşları,s.354.
(17) (*) Telgraf aynen şöyle: "bir kez daha ,Müslümanlara karşı ,özellikle Dağıstan'a doğru ilerlerken ihtiyatlı davranmanızda ve azami iyi niyeti göstermenizde ısrar ediyorum. Müslümanlara, özerkliklerine, bağımsızlıklarına vb. gösterdiğimiz sempatiyi, en kuvvetli biçimde göstermek için gereken her şeyi yapın.bana işlerin nasıl gittiğine ilişkin daha kesin ve daha sık bilgi verin..."Lenin, Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş savaşları s. 382
(18) Marksizm ve ulusal sorun ve sömürgeler sorunu s.164
(19) Örnek teşkil etmesi açısından şunu söyleyebiliriz: Devrim gerçekleştiğinden merkezi Rusya'da okuma yazma oranı % 20-25 arasındaydı.Orta Asya halklarında % 3 -5 arasındaydı.Oysa, sonraki süreçlerde:

Yüksek Öğrenim Uzmanlaşmış Orta Öğrenim ya da Eksik Yüksek Öğretim

  Çalışan 1000 Kişiye Göre Sovyet Ortalamasına Göre
SSCB 100 1.00 167
1.00
ÖZBEK 96 0.96 133
0.80
KIRGIZ 93 0.93 144
0.86
TACİK 83 0.83 117
0.70
TÜRKMEN 87 0.87 130
0.79

 

KAYNAK: J. M. Chaver, SB'deki Ekonomik ve Siyasi Gelişmeler (1917-1998)

Devrimin İhtiyaçları Yenilenerek Karşılanabilir-III


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul