Lenin'in Rusya için kullandığı yöntem (ülkesindeki
devrimci mücadelenin incelenmesi ve bundan gerekli
dersleri çıkarması), ülkemiz açısından da kullanılması
gerekli olan bir yöntemdir. Zira coğrafyamız açısından
devrimci sosyalist tarih bizimle başlamamıştır
ve özellikle son 40 yılın tarihi bizlere çözümlenmesi
gereken önemli bir miras bırakmıştır.
Belirtilen tarihsel süreçte sol iki mecrada aktı.
Birincisi, sarı sendikacılığa karşı çıkıp TÜRK-İŞ'ten
ayrılan ve DİSK'in oluşturulmasında önemli fonksiyonlar
üstlenen kimi sendikacıların oluşturdukları TİP'te
somutlaşan "Sosyalist Devrim"ciler.
Sosyalist Devrimi savunanlar esas olarak işçi
sınıfı aristokrasisine yaslanıyordu ve bu kesime
dayanarak sendikal yapılar içinde örgütlüydüler.
Ancak bu çizgidekiler uluslar arası reformizmin
Türkiye'deki versiyonu durumundaydılar. TİP kendini
Türkiye işçi sınıfının partisi olarak ilan etmesine
karşın, ML'nin en temel ilkelerini reddediyordu.
Mevcut devlet cihazının şiddet kullanılarak parçalanmasını,
siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve politik iktidar
aracılığıyla sosyalizmi inşa etme anlayışı yerine,
burjuva parlamentarizmini savunuyordu. TİP gerçekte,
iktidar sorununu "mecliste barışçıl yollarla
çoğunluğun sağlanması" olarak algılıyordu.
Buna uygun olarak da mümkün olduğunca geniş, legal-açık
bir tarzda örgütlenmişti. Sınıf hareketini iktidarın
ele geçirilmesi doğrultusunda değil, güncel talepler
üzerinden ve onunla sınırlayarak ele alıyordu.
TİP, Kürt Ulusal Sorununu "Doğu Sorunu"na
indirgemişti. Kürt ulusunun bağımsız devlet kurma
hakkı da dahil kendi kaderini özgürce tayin etme
yaklaşımı yerine böyle bir ulusun olup olmadığını
tartışıyordu. Bunun doğal sonucu olarak, kendi
kaderini tayin hakkı bir kenara bırakılmıştı.
TİP, 1960'lı yıllarda küçük üreticilerin ve gençliğin
-özellikle de öğrenci gençliğin- gösterdiği tepkileri
sağlıklı kanala akıtma yerine "provokasyona
gelme" olarak değerlendirdi ve onlara şiddetle
saldırdı.
İkincisi, Milli Demokratik Devrimcilerdi. TİP'in
iktidar perspektifinden yoksun oluşu ve gelişen
mücadeleyi geriye çekme yaklaşımı karşısında tepki
duyan kesimler MDD çerçevesinde bir araya geliyorlardı.
MDD'ciler, gelişen kendiliğindenci mücadele içerisinde
militanca yer alıyorlardı. MDD'ciler Sovyet çizgisinin
sağcı yaklaşımları karşısında Çin ve Vietnam devrimlerinin
etkisi altındaydılar. MDD'ciler sosyalizm düşüncesine
yaklaşan, onunla buluşmaya çalışan gençliğin devrimci
kesimini oluşturmaktaydı. 1965-70 arasındaki oluşum
sürecinde arayış içindeydiler ve bu ilk aşamada
dönemin yeni fikirleri, yeni devrimci deneyimleri
olan Çin ve Vietnam devrimi süreçlerine angaje
olmuşlardı. Ancak öğreniyorlardı ve öğrendikçe,
düşünceleri derinlik kazandıkça onlarda kendi
içlerinde ayrışmaya kendi özgün düşüncelerini
oluşturmaya yöneldiler.
1970'li yılların başlarında MDD'ciler de, kendi
aralarında ayrışma yaşadılar.
1970'lerin başlarında yeni siyasal örgütlenmeler
oluştu. Bu örgütlenmeler a) Dünya genelinde 1945'ler
sonrası gelişen kapitalizmin yoksullaştırdığı
ve sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı b) Halk Savaşı
stratejisiyle devrimlerin başarıya ulaştığı Çin,
Vietnam, devrimlerinin ve Latin Amerika'daki gerilla
savaşlarının 'devrimci prestijinin' had safhada
olduğu, c) Sosyalizmin etkisinin yüksek olduğu
ve 'Dünya Komünist Hareketi'nin ayrışmasının tüm
şiddetiyle yaşandığı ve bunun ülkemize yansımaya
başladığı, d) Türkiye'de gelişen toplumsal muhalefetin
öncülüğünü ne "Türkiye işçi sınıfının sosyalist
partisi" TİP'in ne de gevşek yapıya sahip,
geniş kitle örgütlerinin yapamadığı bir tarihsel
kesitte ortaya çıktılar. Doğal olarak da çıktıkları
koşulların izlerini taşıdılar.
Yükselen sınıf mücadelesi -ve özellikle 15-16
Haziran kalkışması- var olan örgütlerin yetersizliklerini
net olarak ortaya çıkardı. Bu dönemde ortaya çıkan
THKO, THKP-C, TKP-ML yükselen sınıf mücadelesine
müdahale etmek için, var olan siyasal boşluğun
doldurulması doğrultusunda ortaya çıktılar. Oldukça
dar, militan ve savaşçı birer örgüt olarak gerçekten
de cüretkâr devrimci eylemlerle kendilerini ortaya
koydular. Devrimci özveri, dayanışmanın en güzel
örneklerini verdiler.
THKO, THKP-C ve TKP-ML'nin, devrimci şiddet temelinde
mevcut devlet cihazını parçalama yönündeki yaklaşımları
ve bu yaklaşımlarını hayatları pahasına da olsa
yiğitçe ortaya koymaları 50 yıllık reformist geleneğin
kırılmasında temel bir etken olmuştur. Türkiye
sosyalist hareketinde -Mustafa Suphi'ler dönemi
bir yana bırakılırsa- kelimenin gerçek anlamıyla
ilk kez devrimci örgüt/örgütler çalışmalarının
merkezine/odağına devrimi koyarak mücadele yürütmüşlerdir.
***
Dün Çarlık polisinin devrimci örgütleri çökertmek
noktasında uyguladığı yöntemlerden çok daha fazlasını
sinsice ve profesyonelce uygulayan bir düşmanla
karşı karşıyayız. Bu nedenle gizlilik, profesyonellik,
cüretkarlık... her zamankinden daha fazla önem
kazanıyor. Ama tüm bunlar sınıf çalışması üzerine
oturduğu zaman gerçek anlamını kazanır. 1971 ve
1974 sonrası oluşan örgütlerin en zayıf noktası,
anlayışlardan ve niyetlerde bağımsız olarak bunların
bileşkesini yakalayamamak olmuştur. Günümüz gerçekliğinde
var olan devrimci yapıların çoğu da belirtilen
ilkeleri bütünsel olarak alamadıkları gibi son
15-20 yılda büyük önem kazanan ideolojik teorik
sorunlara da yanıt verememektedirler.
Basit bir gözlemle bile şunlar söylenebilir: Devrimci
ataklığı cüretkarlığı gösteren yapılar, genç devrimci
adayları etkilemekte ve onları kısa süreli de
olsa bünyesinde toplayabilmektedir. -ki halihazırda
bu yapılar diğer devrimci yapılara göre daha kitlesel
bir özellik taşımaktadırlar- Ancak bu hareketler
sınıf merkezli bir çalışmaya dayanmadıkları ve
son 30 yıldaki -özellikle de son 15 yıl- dünya
çapında yaşanan ideolojik sorunlar karşısında
geçmişin basit bir tekrarını yaşadıkları için,
kendi gelenekleri dışındaki kadroları etkileyememekte
ve böylece bir kısır döngü yaşamaktadırlar.
Aynı şekilde yenilik adına ortaya çıkan örgütlenmelerin
bir bölümü ise son 15 yılda daha da büyük önem
kazanan ideolojik teorik sorunlara ilgileri ve
bu yöndeki üretimleri -ürettiklerinin doğruluğundan
yanlışından ve yeterli olup olmamasından bağımsız
olarak- farklı eğilimdeki kadroları etkilemekte
ve bir dönem için bu kadroların ilgi merkezi olmaktadırlar.
Bu yapılanmalar geçici bir süre de olsa çok farklı
geleneklerden kadroları toplayabilmektedirler.
Ancak devrimci cüretkârlığı, müdahaleciliği, ataklığı
yerine getirebilecek bir yapı ve anlayış sergilemedikleri
için yeni devrimci adaylardan yeterli ilgiyi görememekte;
geçici bir süre toparladıkları orta kadroları
da yitirmektedirler. Bunun sonucunda yenilik adına
ortaya çıkan hareketler de, ya yeniden bir merkezkaç
kuvvet oluşturarak bölünmekte ve zaten zayıf olan
politik etkileri daha da zayıflamakta ya da örgütsel
bölünme yaşanmaksızın belli düzeydeki kadroları
birer ikişer koparak örgütsel ve politik alanda
zayıflamaktadırlar.
Örgütsel tablodaki bu gerçeklik devrimci yenilenmeyi
esas alan bir yapının nasıl şekillenmesi gerektiğini
(bütünüyle olmasa da) açığa çıkartıyor.
Şu noktayı tekrar belirtmekte yarar var: Lenin'in
1900'lerin başlarında emperyalizmle, parti anlayışı
ile ilgili ortaya koyduğu önermeler özü itibarıyla
bugün için de doğrudur, geçerlidir. Ancak, bunları
düz bir mantıkla ele alarak 1900'lerin başından
bu yana yaşanan gelişmeleri dikkate almamak, emperyalist
sömürünün sürdürülüş biçimindeki değişmelerin
yarattığı taktik değişiklikleri görmemek ve bunlara
uygun olarak yeniden yapılanmamak dogmatizme düşülmesi
anlamına gelecektir.
Dahası şudur: çeşitli yazılarımızda ele aldığımız
gibi, Lenin'in 'Ne Yapmalı'da geliştirdiği devrimci
yenilenme yöntemi ve iradesi bizler için yol göstericidir.
Lenin, 100 yılı aşkın bir süre önce, Marksizmin
‘kriz' yaşadığı süreçte, sadece çağı ve süreci
anlamaya çalışmamış, bütünsel yenilenme eylemine
öncülük etmiştir. Leninizm'in ruhu da budur. Bu
yenilenme eyleminde, birinci olarak "Biz
tümüyle Marksist teorik taban üzerindeyiz: yalnızca
bu teori, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkararak
bilim haline getirmiş, bu bilimi sağlam temeller
üzerine oturtmuş ve bu bilimi daha da geliştirmek
ve tüm ayrıntıları ile işlemek için tutulması
gereken yolu göstermiştir."; ikinci olarak
"Biz Marx'ın teorisini, bitirilmiş ve dokunulmaz
bir şey olarak asla görmüyoruz" tezleri ana
eksendir. Teorik-siyasal arka planı olmayan yenilenme
eylemi kurudur. Mücadele ve örgütlenmeye hizmet
etmeyen yenilenme gerçek rolünü oynayamaz, anlamlı
değildir. Teorik, siyasal, örgütsel, kültürel
boyutları olan yenilenme eylemi ancak örgütlü
ele alınırsa amacına ulaşır. Yenilenme eylemi
bütünsel ele alınırken kendini yerel/ulusal bir
çerçeve ile sınırlayamaz. Çünkü, sosyalist hareketin
sorunları evrenseldir ve Marksizm'in kendini yeniden
üretmesi devrimci yenilenmenin ana eksenidir.
Bu devasa görev, proletaryanın evrensel sınıf
olmasına paralel, enternasyonaldir ve devrimci
sosyalist güçlerin omuzlarındadır. Devrimci sosyalizm
bu temelde yürüyor; attığı her adımı bütünsel
ele alırken, bu adımları enternasyonal mücadelenin
bir parçası olarak değerlendiriyor.
***
1945'ler sonrası emperyalistlerle yerli işbirlikçileri
tarafından geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileri
sonucu kapitalizmin, kırsal bölgelerin toplumsal
yapısında meydana getirdiği değişiklikler ve şehir
küçük burjuvazisinin yoksullaşma sürecine girmesi,
kapitalizmin gelişimine bağlı olarak işçi sınıfının
nicel/nitel anlamda gelişimi sonucu, özellikle
1960'lı yıllar boyunca yoğun tepkiler gelişti.
1970'li yılların başlarında ve ortalarında oluşan
devrimci örgütler önemli ölçüde bu taban üzerinde
yükseldi. Aynı tarihsel süreçte dünyada yaşanan
benzeri gelişmeler ve bu gelişmeler üzerinde şekillenen
devrimci örgütlenmelerin popülaritesi, Çin, Vietnam,
Küba devrimlerinin yarattığı prestij ideolojik
olarak da yoğun etkileşmeyi beraberinde getirdi.
Gelişen kapitalizme ve işçi sınıfının ulaştığı
seviyeye karşın, küçük burjuvazinin dışına güçlü
biçimde taşılamaması, temel güçler içinde, yani
işçi sınıfı ve köylülük içinde kökleşilememesi
devrimci hareketlerin en zayıf noktalarından birini
oluşturuyordu. Bunun kaçınılmaz sonuçları da devrimci
harekette kendini güçlü biçimde hissettirdi. Sonuçta
dağınıklık, bölünmüşlük, rekabetçi mantık, adeta
küçük tarikatlar oluşturmak, kendini ve kendinden
olanı yüceltip diğerlerini küçümsemek... biçiminde
ortaya çıkan hastalıklar gövdeyi içten içe kemiriyordu.
Devrimci hareketlerin bu yapısı sonucu işçi sınıfı
içindeki çalışma önemli ölçüde reformistlere terk
edilmiştir. Daha sonra bunun farkına varan eğilimler
de sınıf içinde reformist çalışmayı aşan -politik
ve örgütsel anlamda- bir çalışma ortaya koyamadılar.
Türkiye devrimci hareketi yukarıda belirttiğimiz
ve bunlara eklenebilecek daha bir dizi nedenden
ötürü son yirmi beş yılda üç önemli tasfiye süreci
yaşadı/yaşamaya devam ediyor.
Birincisi; 12 Eylül'le gelen tasfiyeci sürecidir.
12 Eylül'ün gelişiyle anti-faşist (sivil faşist)
mücadele bilinciyle biçimlenmiş olan halk güçleri-sınıfları
geri çekilmeye başladı. Geri çekiliş devrimci
örgütlerin yediği ağır darbelerle bütünleşince
fiziksel anlamda önemli bir tasfiye süreci yaşamıştır.
İkincisi; Devrimci hareket gerek 1984'ler sonrası
yükselen ulusal hareketin verdiği itki, gerekse
sınıf mücadelesinde ortaya çıkan yükselme eğilimine
bağlı olarak yeniden toparlanmaya çalıştığı bir
süreçte reel sosyalizmin yıkılışı şokuyla karşılaştı.
Bu kez sosyalizme ilişkin öngörüleri ciddi darbeler
alan hareketler ideolojik-teorik bir karmaşa yaşamaya
başladılar. Yeni ideolojik-teorik açılımlar getirilmeyince
serseri mayın misali bir sağa bir sola savrulmaya
başladılar.
Üçüncüsü; ideolojik-teorik karmaşa aşılmadan,
sınıf mücadelesine müdahale etmedeki yetersizliklerin
ortaya çıkması, Kürt hareketinin yaşadığı kırılma
ve 19 Aralık'ın yarattığı atmosfer yeni bir reformizm-legalizm
ve bununla artık ikiz kardeş haline gelmiş olan
dogmatizmle karakterize olan bir içe çökme dalgası
gelişmiştir.
Bu üç sürecin ortak paydası; legalizm, reformizm,
liberalizm, dogmatizm daralma ve tıkanmadır. Siyasal
açıdan sosyalizmden uzaklaşma, demokratizm ufku
ile sınırlanma, liberalizmin yoğun etkisi ile
reformlarla yetinme; örgütsel açıdan, legalizm
ve daralma bu tasfiyeci sürecin sonuçlarıdır.
Devrimci harekette yaşanan bu sorunlar sonucu,
devrimci hareketler sürekli olarak kaynamakta
ve kadro erozyonuna uğramaktadır. Kaynamaların
sonucu yeni ayrışmalar yaşamakta, politik müdahale
güçleri zayıflamaktadır. Önüne konulan sınırlı
hedefler bile çoğu zaman tutturulamamaktadır...
Orta düzey kadrolar olarak ifadelendirebileceğimiz
yerel kadroların önemli bir kısmı varolan devrimci
yapılanmaların dışında kalmaktadır. Bu halleriyle
devrimci yapılanmalar "eski"lerden kalan
sınırlı kadro ve yeni gençlerden oluşmaktadır.
Her devrimci yapı belirli birikimlere sahip olmakla
birlikte, genel birikimleri kapsayabilmekten uzaktır.
Reformizm ve dogmatizmde ısrar -ki bunun nedeni
küçük burjuva yapıdır- devrimci bir sıçrayışın
yapılmasını engellemektedir. İdeolojik karmaşa,
örgütsel sorunlar ve politik yetersizlikler sonucu
devrimci hareketler adeta kısır bir döngü içinde
dönmektedirler.
Bugün için devrimci hareketlerin durumuna baktığımızda
var olan sorunları çözme noktasında üç eğilimin
ortaya çıktığından bahsetmek yanlış olmayacaktır.
Ancak, bu eğilimler kalın çizgilerle birbirinden
ayrılmamıştır. Zaman zaman bu eğilimlerden biri
diğerine geçiş yapabilmektedir.
Birinci eğilim: Dünya çapında yaşanan gelişmeleri
ve bu gelişmelerin devrimci hareket ve Türkiye
üzerindeki etkilerini yeterli ölçüde sorgulamayan/değerlendirmeyen
eğilim. Bu eğilimlerin değişen dünya koşullarına,
yaşanan ideolojik, politik örgütsel yapıya ilişkin
projeleri dünü gerçek anlamıyla aşamamaktadır.
Örneğin sosyalizme ilişkin, yüzlerce sayfa yazarlar
ama düne kadar merkez aldıkları ülkelerin ve KP'lerin
yıkılışını bir kaç paragrafla geçiştirirler; ya
da sosyalizm adına anti-demokratik, bürokratik
bir yapı öngörürler. Terimsel anlamda yenilikten
bahsetmelerine karşın bu yenilikten kasıt çoğu
zaman dün söylediklerinin neden doğru olduğunu
açıklamaktan öteye geçmemektedir. Bu eğilimler
içlerinde nüveler barındırmasına karşın geçmişi
aşan projeye sahip olmayışları nedeniyle geleceğin
toplumunu yaratmaktan uzak durumdadır. Hatta ilkel
devrimcilikte ısrar, en ilerisinden 1970'lerde
ifade edilenlerin kaba bir tekrarı söz konusudur.
Zaten bu kesimlerin yaşananları anlama sorunları,
çabaları bile yoktur.
İkinci eğilim, dünyada ve ülkede değişimlerin
var olduğunu kabul eder. Ancak, bu değişimlerden
çıkardığı sonuç Marksizm'in ruhuna fatiha okumaktır.
Marksizm'in temel tezlerinin değiştiğini, Marksizm-Leninizm'in
dünyayı algılamada yetersiz kaldığını belirtir.
Buradan hareket ederek 100 yıl önce Marksizm tarafından
ıskartaya çıkarılmış anlayışlara dört elle sarılırlar.
Bu eğilimin temel özelliği liberalizm, reformizm
ve legalizmdir.
Üçüncü eğilim, dünyada ve ülkede değişimleri kabul
eder. Yaşanan deneyimleri sorgulayarak daha ileri
noktaları yakalamayı hedef alanlardan oluşur.
Ancak, bu eğilim şu anki koşullarda oldukça dağınık
durumdadır ve eğilim içinde katabileceğimiz yapı,
çevre ve birey olarak sosyalistlerin önemli bir
kısmı yaşanan bu süreçlerin sorgulamasını tamamlayamamıştır.
Kimilerinin yaptıkları, sorgulamalar dar boyutlarda
kalmakta, içlerinden çıktıkları yapı çerçevesinde
kalmaktadır. İdeolojik ve örgütsel açıdan koydukları
üretim kendi geçmişlerini -içlerinden çıktığı
yapıları- aşsa da, genel birikimi hala kapsayabilecek
durumda değildir.
Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu
ideolojik, örgütsel ve politik sorunlar kendi
sorgulamalarını tamamlayan bu eğilim içinden çıkacaklarla
ya da bu yönde evrileceklerle aşılabilecektir.
Devrimci hareket ideolojik karmaşayı aşmak için;
reel sosyalizmin çöküşüyle değişen güç ilişkilerini,
yani emperyalist güçlerle sosyalist güçler arasındaki
ilişkileri; sosyalist güçlerin kendi arasındaki
ilişkileri, emperyalistlerin kendi arasındaki
ilişkilerini, emperyalist ülkelerdeki egemenlerle
emekçi sınıflar arasındaki ilişkileri, emperyalist
ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişkileri;
dünyadaki değişikliklerin Türkiye üzerindeki etkileri
ve yaşanan tarihsel deneyimlerin irdelenmesini
(reel sosyalizmin neden çöktüğü ve alternatif
sosyalizm projesi, Türkiye'deki tarihsel deneyimlerin
irdelenmesi...) sağlıklı olarak ortaya koymak
zorundadır. Bu anlamıyla ideolojik üretim yaşamsal
bir önem taşımaktadır.
Devrimci hareket örgütsel bunalımını aşabilme
noktasında deneyimli kadrolarla, genç kadroların
bileşkesini yakalamak durumundadır. Dağınık kadroların
toparlanması, koyulacak ideolojik-teorik üretimle
sağlanabilir. Genç kadroların yetiştirilmesi pratiğe
müdahale etmeye çalışmakla sağlanabilir. Toparlanan
genç ve deneyimli kadrolar demokrasinin işlediği,
her bireyin kendi düşüncesini yansıtabileceği
mekanizmaların oluşturulması, en küçük bir deneyimin
merkezileşmesi, tasfiyeci örgüt anlayışının aşılması,
kendi dışındaki solla dar rekabetçilikten vazgeçme
ve en önemlisi proletarya ve emekçi sınıflar içinde
çalışmayı temel alarak aşabilir.
Devrimci hareketin önemli bir bölümü politik bir
tıkanıklık yaşıyor. İşçi sınıfına, gençliğe, memura,
öğrenciye... İlişkin sağlıklı bir politikaya sahip
değildir. Çoğu zaman üretildiği iddia edilen politikalar,
bunları yaşama geçirecek olanların sorunlarını
ortaya koymaktan uzaktır. İşçi, öğrenci, memur...
içindeki çalışmaların kısa zamanda tıkanmasının
en önemli nedenini burada aramak gerekir. İşçilerden
kopuk bir işçi politikası, öğrenciden, memurdan
kopuk öğrenci , memur politikası sağlıklı sonuçlar
vermez. Devrimci hareket bu yönde kendini yeniden
değerlendirmek ve kitle hareketindeki reformizme
kayma eğiliminin önünü kesmek durumundadır.
Devrimci sosyalist hareket politik çalışmasını
henüz çok sınırlı ve asıl mücadele araçlarını
henüz kullanmadan yürütmesine karşın, bu perspektifi
gözetiyor. Emekçilerin sistemle çelişkilerinden
yola çıkarak devrimci yapıyı ve mücadeleyi bu
çelişki noktalarına müdahale ederek inşa etme
yaklaşımını esas alıyor.
YENİLENME VE SOSYALİZM ANLAYIŞI
I. Lenin'de Sosyalizmin Kuruluş Süreci
Sosyalizm, önceki toplumsal sistemlerin tersine,
öznenin belirleyici etkisiyle kurulan bir sistemdir.
Sosyalizmin inşası, nesnel ortam içinde öznenin
tarihsel girişimiyle mümkün olabilir. Demek ki,
sosyalizmin kurulabilmesi için yeterli bir nesnel
zeminin (ekonomik gelişme düzeyinin) olması ve
bu zemin üzerinde öznenin devrimci rolünü oynaması
gereklidir.
Sovyetler Birliği'nde (SB) iktidarın ele geçirilmesi
açısından baktığımızda devrim sosyalist bir devrimdi.
Şubat devriminden sonra küçük burjuvazinin öncü
güçlerinin kendi istekleriyle büyük burjuvaziye
yamanmaları proletaryanın küçük burjuvaziyle ittifak
önermelerini boşa çıkarmıştır. Lenin'in deyimiyle
"bu anlamda demokratik devrim başka bir biçimde"
gerçekleşmiştir; artık, gelinen noktada Demokratik
Devrim'i savunmak tarihin gerisinde kalmaktı.
Eski Bolşeviklerin düştüğü hata da tam bu noktada
belirir. Başta proletarya olmak üzere diğer emekçi
yığınlar, yıllarla ölçülebilecek bilinçlenme süreçlerini,
günler, haftalar içinde tamamlamışlardır.
1922-1923'lerin çalkantılı döneminden sonra SR'ler
(Sosyalist Devrimciler) ikiye bölünür; sol SR'ler
Bolşevik Parti’ye katılırken, sağ kanat SR'lerin
örgütü yasaklanır. Ve SB'de 1924'ler sonrasında
sadece KP kalır.
Ancak, hukuksal açıdan küçük burjuvazinin siyaset
yapmasının yasaklanması ve 1936'larda tamamen
ortadan kaldırıldığının belirtilmesi sorunu çözmeye
yetmemiştir. Sanki Lenin yıllar önce durumu dikkat
çekmek ister gibidir. Lenin, "hukuki ya da
siyasal bir işlem mülksüzleştirme sorunu çözmez.
Çünkü, büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri
(yönetimden) gerçekten almak ve bunların (yönetiminin)
yerine fabrikaların ve malların işçiler tarafından
uygulanan bir yönetimi gerçekten geçirmek zorundadır"
der. Yani, iktidarı ele geçiren proletaryanın
tarihsel rolünü oynayabilmesi için tam demokrasiyi
uygulaması gerekmektedir. Lenin'in deyişiyle "Demokrasi
olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü; (...)utkun
sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini
pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını
getiremez". (Vurgular bizim)(1) Utkun sosyalizmin
tam demokrasiyi uygulaması ne anlama geliyor?
Lenin bunu şöyle açıklar: "...Kapitalizm
ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir;
demokratik dönüşümlerle, "en ideal"
demokratik dönüşümlerle bile devrilmez. Ne var
ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya,
iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir.
(vurgular bizim) Bankalara el koymaksızın, üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın
kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı,
burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının
demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, emekçi
halkın tüm kütlesini, proleterleri, yarı proleterleri
ve küçük köylüleri saflarını, güçlerini devlet
işlerine katılmaları, demokratik bir biçimde örgütlenmeleri
için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler
uygulanamaz.”(2) Lenin'in demokrasi tanımı bu
noktada gerçek anlamını veriyor: "demokrasi,
vatandaşlar arası eşitliğin, herkese eşit olarak
devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek
hakkının resmen tanınması anlamına gelir."
Demek ki, sosyalizmin kuruluşu, milyonlarca emekçinin
siyasal yönetime katılmasıyla gerçekleşebilir.
SB'de bu Leninist yaklaşımlar çoğu zaman yerine
getirilmedi. Tarihsel ve konjonktürel koşullar
bunu güçlü şekilde etkiledi. Örneğin Sovyetlerin
rolünün Lenin döneminde gerilemeye başlaması önemli
bir göstergedir. Ancak, yaşananları sadece nesnellikle
(tarihsel ve konjonktürel durumla) açıklama -ve
hatta bunu temel olarak alma- gerçekçi bir yaklaşım
değildir. Lenin, ölmeden önce demokratik ortamın
en başta parti içinde ortadan kaldırılmaya başlandığını
görerek gerekli tedbirleri almak için girişimlerde
bulunur. Vasiyetnamesinde ortaya koyduğu iki noktadan
biri olan Stalin'in Genel Sekreterlikten alınması
(kabalığı nedeniyle demokrasinin uygulanıp uygulanamayacağından
endişelenmesi)(3) bununla ilgilidir.
İktidarın alınmasından sonra Lenin'in dikkat çektiği
ikinci nokta da devrimin ekonomik ve sosyal politikasıdır.
Siyasal iktidarı alarak sosyalizmi kurmanın siyasal
öncüllerine sahip olmakla birlikte ülkenin ekonomik
ve sosyal açıdan geriliği nedeniyle doğrudan sosyalizme
geçilemeyeceğini belirtir: "...Biz de siyasal
öncüllere sahip olmamıza karşın, doğrudan sosyalizme
geçecek kadar uygar değiliz" (vurgular bizim)
(4)
Demek ki, iktidarın ele geçirilmesi ve büyük mülkiyetin
tasfiyesi sosyalizme geçişin ilk ve en önemli
ayağıdır. Ama sadece bir ayağıdır. Sosyalizme
geçişin ikinci ayağı, devrimin sosyal-kültürel
politikası ile büyük mülkiyet dışında kalan kesimlere
karşı uygulanacak ekonomik politikadır. Esas olarak
zor olan ve uzun sürecek olan da budur. 1920'lerde
Lenin, konuyla ilgili şunları belirtiyordu: "...Rusya'da
(burjuvazinin yıkılmasından sonraki üçüncü yılda)
kapitalizmden sosyalizme ya da komünizm aşamasının
alt basamağına geçişin ilk adımlarını yaşıyoruz.
Sınıflar varlığını sürdürmektedir ve iktidarın
proletaryanın eline geçmesinden sonra her yerde
daha yıllarca sürdürecektir. Bilemediğiniz en
çok, köylünün bulunmadığı (ne de olsa küçük mülk
sahibi olduğu) İngiltere'de bu süreç daha kısa
olacaktır. Sınıfları ortadan kaldırmak, yalnızca
çiftlik sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir.
-biz bunu oldukça kolaylıkla yaptık- sınıfları
ortadan kaldırmak, küçük meta üreticilerini de
ortadan kaldırmak demektir; ama bunları kovmak
olanağı yoktur, bunları baskı altına almak olanağı
yoktur, bunlarla anlaşmak gereklidir, bunları
ancak çok uzun süren, yavaş, dikkatle düzenlenmiş
bir çalışma yoluyla değiştirmek ve yeniden eğitmek
olanağı (ve zorunluluğu) vardır..." (5) NEP
(Yeni Ekonomik Politika) böyle bir uygulamadır.
Yani, büyük mülkiyet dışındaki kesimlerle anlaşmadır.
Var olan gerçekliğin resmen kabul edilmesidir.
1928'lerde NEP bitirilmiş ve doğrudan sosyalizme
geçiş süreci başlatılmıştır. Ve Lenin'in belirttiği
"...eğer köylülerin hepsini kooperatiflerde
toplayabilseydik iki ayağımız birden sosyalist
toprağa basmış olacaktı. (vurgular bizim) Ama
bu koşul -halkın tümünü kooperatiflerde örgütleme-
köylülükten (evet köylülük dedim, çünkü büyük
yığınları onlar meydana getiriyor) öyle yüksek
bir kültür düzeyi istiyor ki kooperatifler içindeki
bu genel örgütlenme gerçek bir kültür devrimi
yapmaksızın (vurgular bizim) olanaksızdır..."(6)
yaklaşımın bir bölümü -kooperatifçilikle ilgili
bölümü- yerine getirilmeye başlandı.
NEP'in bitirilmesi, sosyalistler tarafından uzun
dönem tartışıldı ve aslında tartışma halen sonuçlanmış
değil... NEP'in bitirilip kolektifleşmeye geçilmesi
doğru bir politikaydı; Konjonktürel durumun zorlamasıydı.
Ancak, politikanın uygulanışındaki yöntemler doğru
değildi.
Lenin'in dikkat çektiği bir nokta da kültür devrimiydi
ve hatta Lenin,"...bugün, tam anlamıyla sosyalist
bir ülke olmak için bu kültür devrimini tamamlamamız
yetecektir."(vurgular bizim) (7) demektedir.
Bu süreç tamamlanıncaya kadar gerçekte sosyalizme
geçişten tam olarak bahsedilemezdi. Oysa, kooperatifçilik
tamamlanınca sosyalizmin kesin zaferinden bahsedilmeye
başlandı.
II. Sovyetler Birliği'nde Sosyalizmin Kuruluş
Süreci
SB gerçekliğinde yukarıda belirttiğimiz Leninist
yaklaşımların gerek konjonktürel ve gerekse anlayıştaki
sapmalar nedeniyle uygulanmadığını tespit etmek
gerekir.
Gerçekten de, SB'de sosyalizmin kuruluş süreci,
olağanüstü koşullarda gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Emperyalist tehlikenin -Lenin'in değişiyle- kıl
kadar uzakta olması, çıkması kaçınılmaz görülen
2. paylaşım savaşının SB'ni hedefleyeceğinin tespit
edilmesi olağanüstü bir baskı oluşturmuştu. Doğal
olarak kuruluş süreci, bunun özelliklerini taşıyacaktı:
NEP'in erken bitirilip kolektifleşmenin hızlandırılması,
sanayileşmeye (ve özellikle ağır sanayiye) verilen
önemin boyutu, bir noktaya kadar siyasal yaşamın
daraltılması: demokratik ortamın kısıtlanması,
parti devlet ilişkilerinin iç içe girmesi ve bürokratikleşmesi
gibi sorunlar süreçten de beslenerek sonuçta egemen
duruma gelmiştir.
SB'nin emperyalist abluka altında olması ve çıkması
kaçınılmaz olan savaşın kendisini hedefleyeceğini
görmesi, çubuğu ekonomik alan yönünde güçlü biçimde
bükmesine neden oldu. Ekonomiye yapılan bu aşırı
vurgu, neredeyse her kıstasın ekonomik gelişmeyle
bağlantılandırılmasını beraberinde getirdi. Sonuçta,
sosyalizmi kurmak ekonomik başarılarla ölçülmeye
başlandı. Hukuksal boyutta mülkiyet sorunu çözümlendiği
oranda sosyalizme geçişten bahsedildi.
Ekonomiye yapılan aşırı vurgu süreç tarafından
güçlü tarzda desteklense de, anlayıştaki eksiklik
ve politikanın yaşama geçmesi noktasında yaşanan
sorunlar sonucunda yanlış bir sosyalizm anlayışı
gelişmiştir: Bu sosyalizm anlayışında: parti devlet
ilişkileri iç içe geçmiş, bürokratik bir yapı
ortaya çıkmıştır. Bürokratik yapı da, kendini
yığınlar yerine ikame ederek sosyalizmi kurmaya
yönelmiştir ve şüphesiz ki kurduğu sosyalizm,
kendisi gibi bürokratik, kararname sosyalizminin
zemini olmuştur.
1945'ler sonrasında bu yanlış politika daha da
geliştirilerek emperyalizmle ekonomik yarış, barış
içinde bir arada yaşama adı altında her boyutuyla
ön plana çıkarılmıştır. Kruşçev, daha da ileri
giderek, 1960-1980 yıllarını komünizme geçiş yılları
ilan etmiştir.
III. Reel Sosyalist Ülkelerdeki Uygulamalar
ve Çıkarılması Gereken Bazı Dersler
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra devrimini gerçekleştirmiş
olan bazı ülkeler (Doğu Bloğu ülkeleri), SB'ni
kopya ederek sosyalizmi inşa etmeye başladılar.
Hemen bu noktada, Sovyetler Birliği özgülü üzerinden
reel sosyalizm deneyiminin tartışılması gerekiyor.
Sovyetler Birliği ve diğer reel sosyalist ülkeleri
yıkıma götüren temel olgunun açığa çıkarılması
gerekir. Reel sosyalizm deneyimi, özellikle Stalin
ve sonrası itibarıyla çok tartışıldı. Dünyadaki
ve Türkiye'deki bir çok devrimci parti, örgüt,
çevre ve aydınlar yıkılışı, Stalin'e ve Kruşçev
revizyonizmine bağladılar. Stalin'in 'ekonomik
bir sosyalizm' kurmadaki ve bunun diğer ülkelerde
uygulanmasındaki rolü açıktır. Kruşçev'in aldığı
bir çok kararın revizyonist olduğu da açıktır.
Ancak bu, sorunu çözmeye yetmiyor. Katı "Stalinist"
Enver Hoca'nın Arnavutluk'u ve diğer Doğu Avrupa
ülkelerinin vardıkları yer farklı değildir. "Revizyonizme
amansız mücadele verdi" denilen partilerin
durumu da aynı şekilde utanç vericidir.
İlginç bir tablo ortaya çıkıyor: "revizyonistleşen,
ihanetçileşen SBKP'nin vardığı yer ile "onsuz
sosyalizmin savunulamayacağı 'Sosyalist Kale'lerin
ve onların öncü partilerinin vardıkları yer aynıdır.
Yıkıldıkları süreçlerde 'KP' iktidardaydı. Yıkılıştan
sonra dün kurduklarına, yaptıklarına ihanet edenler
gene bu partilerin içinden çıktılar. Yeltsin gibi
bir gerici SBKP polit-bürosundan (PB), Oprea gibi
bir karşı devrimci Romanya 'K'P Politbürosu’ndan,
Ramiz Alia da AEP içinden çıktıysa her sosyalistin
oturup biraz düşünmesi gerekiyor. Yıkılış gerekçelerini
bahsedilen hainlerle açıklamaya kalkışırsak tarihi
nesnelliğin olmadığı koşullarda kahramanların
ya da alçakların yaptığına inanmamız gerekecek.
Kanımızca bu olgu, "Lenin’de sosyalizmin
kuruluş süreci" içinde açıkladığımız ve Leninist
anlayışı (kültür devrimi = insanı) ihmal eden
yanlış sosyalizm anlayışıdır. Ve bu ihmal ekonomik
bir sosyalizm anlayışını gündeme getirmiştir.
Bu ülkelerin çoğunda kooperatifleşme kısa sayılabilecek
dönemde gerçekleştirilmiştir. Örneğin, Bulgaristan
ve Demokratik Almanya'da 1960, Arnavutluk da 1963'te
tamamlandığı belirtilmiştir. Gerçekten de bu ülkelerde
hukuksal olarak bu yıllarda özel mülkiyet yasaklanmıştır.
(8)
Yine, bu ülkelerin tümünde, ekonomik gelişim ve
sosyal haklar konusunda -Sağlık, eğitim, ulaşım,
iş-yaşam güvencesi, konut, üretim araçları üzerindeki
mülkiyetin kaldırılması- noktasında azımsanmayacak
başarılar kazandılar.(9) Reel sosyalist ülkelerin
tümünde görülen ortak sorun: ekonomik kıstaslarla
sosyalizmin kuruluşu arasında doğru bir orantı
görmeleridir. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin
hukuksal olarak kaldırılması ve sosyal haklar
konusunda atılan adımların sosyalizmin kuruluşu
olarak lanse edilmesidir.
Oysa, ekonomik ve toplumsal hedefler, öznenin
dönüşümü için birer araç konumundadırlar. Üretim
araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması, bireyler
arasındaki eşitsizliği ve bu eşitsizlikten kaynaklanan
sorunlarının kökünü kazıma hedefiyle bağlantılıdır.
Ekonomik- toplumsal hedefler de aynı işleve sahiptir.
Sağlık, eğitim, konut, iş vb. sorunların çözümü
bireyin gerçek özgürleşmesinin nesnel koşullarını
oluşturan hedeflerdir. Daha sağlıklı bir insanı
hedef alır ve bu koşullardan kaynaklı eşitsizliğe
uğrayanları siyasal yaşama çekerek özne haline
getirmesini hedefler.
Reel sosyalist ülkelerin yıkılması, kimilerinin
zannettikleri gibi bu ülkelerdeki devrimin demokratik
devrim olmasıyla ilgili de değildir. Macaristan,
Polonya ve Çekoslovakya küçük ve orta mülk sahiplerine
uygulanan politikalarla SB'nin kuruluş sürecinde
uygulanan politikalar arasında önemli farklılıklar
bulunsa da, bu fark Bulgaristan ve Arnavutluk
için geçerli değildi. SB'de sosyalist devrim,
diğer ülkelerde de demokratik devrim olmasına
karşın, her iki kesim de yıkılmaktan kurtulamadı.
Kanımızca, yıkılışlarını belirleyen temel özellik,
sosyalizme geçiş sürecindeki anlayıştır. Bu anlayış,
SB'de ekonomik sosyalizm diyebileceğimiz sosyalizmin
kuruluş sürecinin evrenselleştirilmesidir. Oysa,
SB'deki kuruluşun ortamı ile diğer ülkelerdeki
kuruluşun ortamı tarih, yer ve zaman açısından
farklı özelliklere sahipti.
***
Çeşitli çalışmalarımızda dile getirdiğimiz gibi,
yaşanmış devrim deneyimleri, Marks ve Engels'in
beklentilerinin tersine dünyanın ekonomik, politik
ve kültürel alanda en gelişmiş ülkelerinde ve
kıtasal bir tarzda değil, emperyalist zincirin
en zayıf halkasında/halkalarında gerçekleşmiştir.
Bu gerçeklik sosyalizme geçiş süreci sorununun
(özellikle 1950'li yılların ikinci yarısında ve
1960'lı yıllarda) yoğun şekilde tartışılmasına
neden olmuştur.
Tartışma SBKP ve Doğu Avrupa ülkelerindeki uygulamaların
eleştirisi ve Marks'ın çalışmalarına yeniden dönülmesiyle
ortaya çıktı.
Tartışma ile ilgili olarak öncelikle Mao'dan,
sonra da Küba devrimcilerinden bahsetmek gerekir.
Hemen belirtelim, Mao, devrimin ilk dönemlerinde
(1949-1956) arasında Sovyet modelini benimsemiştir.
Ancak 1956'lar sonrasında SBKP'de yaşanan olaylardan
sonra sosyalizmin geleceği konusunda farklı düşünceler
üretmeye başlatmıştır..
Mao bu düşüncelerinde iki noktaya dikkat çeker:
Birincisi, Devrimin/ devrimlerin KP önderliğinde
gerçekleşmesinin ve üretici güçler üzerindeki
mülkiyetin kaldırılmasının tek başına sosyalizmin
geleceğini garanti altına alamayacağını, bu ülkelerde
"sosyalizmin mi, kapitalizmin mi" galip
geleceğinin, dikkat çekeceğimiz ikinci nokta olan
"halkın içindeki çelişkilerin doğru kavranması
ve barışçı yollarla çözümü" ile "ideolojik
deformasyon"un engellenmesi etkenleriyle
birlikte değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
Küba devrimi ise farklı bir geçiş süreci ortaya
koyarak o güne kadar tartışmasız ve otorite olarak
kabul edilen yaklaşımlara karşı eleştiri üzerinden
gündeme getirmiştir.
IV. Ekonomik Sosyalizm Anlayışının Gelişmesi
Başta şunu belirtmemiz gerekiyor: Ekonomik bir
sosyalizm anlayışının ortaya çıkmasında konjoktürel
ve tarihsel etmenlerin yanında sosyalizme geçiş
sürecinin yanlış kavranması gibi etkenler belirleyici
rol oynamıştır.
Konjönktürel etkenler
SB'de devrimin gerçekleşmesinden hemen sonra iç
savaş dayatılmıştır. İç savaş tehlikesi bertaraf
edilirken başta Lenin ve Sovyet komünistleri yakın
bir gelecekte emperyalist bir savaşın kaçınılmaz
olduğunu ve bunun SB'ni hedefleyeceğini görüyorlardı.
Bunun bertaraf edilmesi noktasında başta Avrupa'daki
devrimci dalgaya güvenmişlerdi. Ancak 1919'da
Macar ve Alman devrimlerinin yenilgiye uğraması
ve devrimci dalganın gerilemesine bağlı olarak
devrimin kurtarılması için geri adımlar atmışlardır.
Bu dönemde Lenin ve Sovyet komünistleri yaklaşan
savaşın da etkisiyle emperyalistlerle aralarındaki
50-75 yıllık geriliği ya kısa dönemde kapatmak
zorunda olduklarını ya da ortadan kalkacaklarını
görmüşlerdi. Lenin, 'dört nala uçmak ya da yok
olmak, tarihin sunduğu alternatif bu" diyordu.
Parti kongresi ve Stalin de, emperyalistlerle
aralarında var olan 50-75 yıllık mesafenin 10-15
yıl gibi kısa bir sürede kapatılmaması halinde
devrimin yok edileceğini belirtiyorlardı. Savaş
yaklaştıkça ekonomi ile ilgili kararlar daha da
ağırlık kazandı. Devrimin ilk dönemlerinde yaygın
şekilde kullanılan manevi özendiriciler, gittikçe
zayıflamaya ve yerini maddi özendiricilere bırakmaya
başladı. Tarım, ağır sanayi ve hafif sanayi üçgeninde
tarım ve özellikle hafif sanayi adeta bir kenara
bırakılarak ağır sanayi geliştirilmiştir.
Bunun dışında yine konjontürel nedenlerle parti-devlet
ilişkisi iç içe geçmiş, parti yoğun tarzda şişirilmiş,
Sovyetler'in rolü giderek gerilemiş, kültürel
gelişme zemininde çeşitli baskılar yaşanmıştır.
Sürecin gereklerine başka türlü karşılık verebilir
miydi? bu durum sonraki süreçlerde hep tartışıldı
ve sanırız bundan sonra da tartışılmaya devam
edecek.
Tarihsel etmenler
Yazının bu bölümüne başlarken devrimin Marks ve
Engels'in beklentilerinin tersine ekonomik, politik,
kültürel olarak en gelişmiş ülkelerinde ve birden
değil, bunlara göre geri bir emperyalist ülkede
gerçekleşmiş olduğunu bir kez daha hatırlatmak
gerekiyor.
Bu durum, kendini karşısındakine göre konumlandırmada
önemli sorunlar ve zaaflar üretmiştir.
İktidarın alınmasıyla gerçekleştirilecek ekonomik,
siyasal, kültürel politikaların baştan kırılmaya
uğramasına neden oldu. Örneğin NEP sosyalizmin
zorunlu bir ürünü olmamasına karşın yaşanmak durumunda
kalmıştır. Bunun yanı sıra devletin adım adım
sönmesi, ordunun zayıflatılması yaklaşımı karşıdaki
güç nedeniyle tersi yaşanmak durumunda kalmıştır.
Güç dengesi devrimi gerçekleştirenin lehinde olsaydı
bu uygulamalara gerek kalmadan karşıdaki güce
karşı mücadele edebilirdi.
Sosyalizm anlayışının yanlış kavranması:
Lenin'de sosyalizme geçiş sorunu bütünlüklüdür:
Politik, ekonomik, ve kültürel tüm öğeleri içerir.
Reel sosyalizm deneyimleri ise bu bütünlük içinden
ekonomik boyutu ön plana çıkararak diğer öğeleri
bir kenara bırakır. Sürecin başında konjonktürel
etkilerin bunda büyük payı olsa da giderek ilke
haline getirilmiş ve diğer ülkelerde de (Doğu
Avrupa ülkeleri) aynı uygulama egemen olmuştur.
1945'ler sonrasında gerçekleşen devrimlerin hemen
hemen tümünde ekonomik öğelerin aşırı abartıldığı,
sosyalizme geçişin mülkiyetin hukuksal boyutuna
indirgendiğini görürüz. Bu yaklaşım sosyalizm
anlayışının yanlış kavranmasıdır; Sosyalizm anlayışının
kabalaştırılması, sosyalizmin bir kalkınma modeline
indirgenmesi anlayışıdır.
Saydığımız bu etmenler ekonomik bir sosyalizm
anlayışının gelişmesine neden olmuştur.
Lenin'de Sosyalizm Anlayışı ve Ekonomik Sosyalizm
Anlayışı
Lenin sonrasında yaşanan gelişmeler ve özellikle
1945'ler sonrasında gerek SB'de ve gerekse Doğu
Avrupa ülkelerinde ekonomik bir sosyalizm anlayışı
gelişmiştir. Bu anlayış tarihsel ve konjonktürel
etmenlerin yanı sıra bilimsel sosyalizmin kabalaştırılması
ve yanlış kavranmasının bir ürünüdür.
Gerek SB'de ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerinin
tümünde üretim araçları üzerindeki mülkiyetin
kaldırılması ile sosyalizmin kuruluşu arasında
doğru orantı kurulmuş, hukuksal boyutta mülkiyet
tasfiye edildikçe “sosyalizm", "olgun
sosyalizm", ve "komünizme geçiş süreçleri"
konulmuştur.
Sovyetler Birliği'nde (SB), 1936'larda sosyalizme
geçildiği belirtilmiş, 1960-80'li yıllar “komünizme
geçiş" yılları ilan edilmiştir. Aynı şekilde
2. Paylaşım Savaşı sürecinde devrimini gerçekleştiren
Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkeler 1960, 1963
yıllarında olgun sosyalizm dönemine girdiklerini
ilan etmişlerdir.
Mülkiyetin tasfiye edilmesi, toplumun yaratmış
olduğu değerlerin sosyalizme geçiş için/ öznenin
dönüşümü için kullanılmasında önemli bir öğedir.
Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kaldırılması,
bireyler arasındaki eşitsizliği ve bu eşitsizlikten
kaynaklanan sorunlarının kökünü kazıma hedefiyle
bağlantılıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi,
toplumsal hedefler de aynı işleve sahiptir. Sağlık,
eğitim, konut, iş vb. sorunların çözümü bireyin
gerçek özgürleşmesinin nesnel koşullarını oluşturan
hedeflerdir. Daha sağlıklı bir insanı hedef alır
ve bu koşullardan kaynaklı eşitsizliğe uğrayanları
siyasal yaşama çekerek özne haline getirmesini
hedefler.
Bu nedenle sosyalizme yönelen her devrim, büyük
mülkiyetin yanında, küçük mülkiyeti de tasfiyeye
yönelmek ve kapitalizmin kökünü kazımak durumundadır.
Ancak mülkiyetin hukuksal tasfiyesi, Lenin'in
deyişiyle, yeterli değildir. Lenin "hukuki
ya da siyasal bir işlem olarak mülksüzleştirme
sorunu çözmez. Çünkü, büyük toprak sahipleri ve
kapitalistleri (yönetimden) gerçekten almak ve
bunların (yönetiminin) yerine fabrikaların ve
malların işçiler tarafından uygulanan bir yönetimi
gerçekten geçirmek zorundadır" diyor.
Lenin'in çözümü şöyledir: "Tüm halkı, burjuvazinin
elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi
için örgütlemedikçe, emekçi halkın tüm kütlesini,
proleterleri, yarı proleterleri ve küçük köylüleri
saflarını, güçlerini devlet işlerine katılmalarını,
demokratik bir biçimde örgütlenmeleri için seferber
etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz."
Lenin bu uygulamaların demokrasi ve kültür devrimi
ile tamamlanmasını önerir. Lenin sosyalizme demokrasi
dışında bir yolla varılamayacağını belirtir: "Demokrasi
olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü; (...)
utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın,
zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp
dağılmasını getiremez" derken sosyalizme
geçiş "bir kültür devrimi yapmaksızın olanaksızdır..."
der.
V. Ekonomik Sosyalizm Anlayışı
Ekonomik sosyalizm anlayışını bir kaç nokta üzerinden
tanımlayabiliriz:
İlki, Bu sosyalizm anlayışında Marks ve Lenin'in
belirttiği ilkelerden biri olan ekonomik yeniden
üretim olağanüstü önem kazanmıştır. Şüphesiz,
Marks, Engels ve Lenin, üretici güçler üzerindeki
mülkiyetin kaldırılması ve toplumun ihtiyaçlarının
karşılanabilmesi için ağır sanayiye uzun bir süre
ağırlık verilmesi gerektiğini bir çok yerde belirtmişlerdir.
Ancak, bu vurgu hiç bir zaman sosyalizmi ekonomik
bir kalkınma modeli...vb., boyutuna getirmedi.
Oysa belirtilen deneyimlerde ekonomiye yapılan
aşırı vurgu, neredeyse her kıstasın ekonomik gelişmeyle
bağlantılandırılmasını beraberinde getirdi. Sonuçta,
sosyalizmi kurmak ekonomik başarılarla ölçülmeye
başlandı. Lenin'in söyleminin tersine maddi özendiricilerin
bu düzeyde önem kazanması bununla ilgilidir. Lenin,
Marks ve Engels geçiş döneminde maddi özendiricileri
ilkesel olarak reddetmemelerine rağmen (gerektiğinde
kullanılabileceğini belirtmelerine karşın) ön
planda olmasını hep reddetmişlerdir. Çünkü maddi
özendiriciler sosyalizm dışı ilişkilerin güçlenmesine
neden olur. Hukuksal boyutta mülkiyet sorunu çözümlendiği
oranda sosyalizme geçişten bahsedildi.
İkincisi, Lenin'in sosyalizm anlayışının temelini
oluşturan sosyalist demokrasi ve bunun ifadesi
olan siyasal katılımcılık, ekonomik sosyalizm
anlayışında ihmal edilebilir bir ilke olarak ele
alınmıştır. Yığınların siyasal yönetime katılması
Sovyetler aracılığıyla gerçekleşir. Lenin'in Paris
Komünü'nden çıkarttığı en önemli derslerden biri
Sovyetlerdir. Sovyetlerin en önemli rolü Lenin'in
deyişiyle toplumun onda dokuzunu siyasal yönetime
taşımasıdır.
Sovyetlerin rolü özellikle Lenin sonrasında zayıflamaya
başladı. Sovyetlerin siyasal yaşamdaki ağırlığının
zayıflaması/zayıflatılması toplumun siyasal yaşama
katılımının zayıflatılması ve kitlelerin iktidara
yabancılaşmasını beraberinde getirdi. Ancak bununla
da kalınmadı: KP içinde de demokrasi ve katılım
zayıflatıldı.
Sovyetlerin'in rolünün zayıflatılması, boşluğun
KP ile doldurulmasını gündeme getirdi. Bu durum
partinin hızla şişirilmesine neden oldu. KP'ye
yığınsal katılımlar gündeme gelmeye başladı. Parti
kadroları için geçerli olması gereken Leninist
normlar sulandırılmaya başlandı. Sonuçta ekonomik
sosyalizm anlayışında: parti devlet ilişkileri
iç içe geçmiş, bürokratik bir yapı ortaya çıkmıştır.
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra devrimini gerçekleştirmiş
olan bazı ülkeler (Doğu Avrupa ülkeleri) SB'ni
kopya ederek sosyalizmi inşa etmeye kalkıştılar
ve SB benzeri bir ekonomik sosyalizm kurdular..
1950'ler sonrasında bu yanlış politika daha da
geliştirilerek "emperyalizmle ekonomik yarış",
"barış içinde bir arada yaşama" adı
altında her boyutuyla ön plana çıkarılmıştır.
Sonuç itibarıyla Küba -ve kısmen de olsa Mao dönemindeki
Çin- devrimlerini bir yana bırakırsak sosyalizmin
kuruluşu konusunda yaşanmış deneyimler neredeyse
birbirinin aynısı uygulamaları gündeme getirmişlerdir.
Bu anlayış sosyalizmin kalkınmacı bir modele,
ekonomik refaha, daha fazla tüketime... indirgenmesi
anlayışını üretmiştir. Sosyalizmin ekonomik kurtuluş
olarak gündeme getirilmesi ve üretici güçler üzerindeki
mülkiyetin tasfiyesi olarak görülmesi, geçiş sürecinin
yaşandığı ülkelerde alt yapı, üst yapı arasındaki
ilişki, üst yapı aleyhine geliştirilmiştir. Üst
yapı adeta alt yapıyı etkilemeyen ve her koşulda
onun peşinden hareket etmek zorundaymış gibi algılanan
bir konuma getirildi. Bunun sonucunda alt yapı-üst
yapı arasındaki ilişkiler doğru çözümlenememiş
ve sonuçta yıkılmalarında önemli etken olmuştur.
Üçüncüsü, ekonomik sosyalizm anlayışı, ulusal
sosyalizm anlayışını da gündeme getirdi. SB'de
enternasyonalizmin Sovyet devleti çıkarlarına
tabi kılınması, gelişen ulusal ve sosyal kurtuluş
hareketlerine bu çıkar çerçevesinde bakılmasını
ve çoğu zaman Leninist enternasyonalist ilkenin
ihlal edilmesini gündeme getirdi.
VI. Küba'da Sosyalizm Anlayışı
Küba devrimi, ekonomist sosyalizmin eleştirisi
ve Marksizme yeniden dönerek reel sosyalist ülkelerden
farklı bir sosyalizm anlayışı geliştirilmesini
esas almıştır. Küba'lı komünistler:
- Sosyalizmin ekonomik bir model, kalkınmacı,
tüketim modeli anlayışına karşı çıkmışlardır.
-Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasıyla
sosyalizmin kurulduğu yönündeki yaklaşıma karşı
çıktılar.
-Ulusal sosyalizm anlayışına karşı çıkmışlardır.
Enternasyonalizm olmadan sosyalizmin kurulamayacağını
ortaya koymuşlardır.
-Geçiş süreçlerinde maddi dürtülerin ön plana
çıkarılmasına karşı çıkmışlardır.
Küba devriminin önderi Fidel Castro, Komünizme
yönelen bir devrimin üretici güçlerin tam gelişmesiyle
ve aynı zamanda bilinçli insanın tam gelişmesiyle
sağlanabileceğini belirtir. Çekoslovakya sorununu
irdelerken şöyle der: "Ülke yönetiminde bürokratik
yöntemler, yığınlarla ilişkilerin zayıflığı -her
devrimci harekette gerekli olan ilişkiler- sosyalist
ideallerin ihmali. Sosyalist ideallerin ihmalinden
ne kastediyoruz? Şunu kastediyoruz: İnsanın sınıflı
toplumda olduğunu, sınıflı toplumda sömürüldüğünü,
köleleştiğini ve idealler için mücadele ettiğini
unutmasını kastediyoruz. Sosyalizmden bahsedilince
yalnız sömürünün yok olacağını, sömürüden doğan
fakirliğin yok olacağını ve bu sömürünün sonucu
olan geri kalmışlığı değil; aynı zamanda sınıfsız
toplum yaratmak konusundaki bütün o güzel emellerin;
bencillikten arınmış bir toplum, insanın artık
paranın kölesi olmadığı, kişisel kazanç için çalışmadığı
ve bütün toplumun ihtiyaçlarının tümünü tatmin
etmek için insanlar arasındaki adaleti, eşitliği,
kardeşliği ve halkların her zaman elde etmeyi
arzuladıkları amaçları insan toplumunun bütün
ideallerini gerçekleştirmek ve kurmak için çalışmayı
da kastediyoruz. (...) Gelecekteki aşamalarda,
devrimci halkımızın sınıfsız toplumdan ne anladıklarını
gösterecek kavramları merak etmeleri gerekir.(...)
Sosyalist ideal, bir an için bile, enternasyonalist
olmadan var olamaz. Hangi ülkede olursa olsun,
sosyalizm için mücadele edenler dünyanın geri
kalan kısmını unutamazlar. Dünyanın bir kısmında
var olan yoksulluğu, fakirliği, cehaleti acıyı
ve sömürüyü asla unutamazlar. Bir an için bile
dünyanın bir kısmının ihtiyaçlarını asla unutamazlar.
Biz inanıyoruz ki, dünya gerçeklerinin unutulmasına
göz yumulursa, yığınlara gerçek enternasyonalist
görüşü, gerçek devrimci görüşü aşılamak olanaksızlaşır.
Dünya gerçeklerinin unutulmasına göz yumulursa,
bu emperyalizmle yüz yüze gelmek tehlikesini artırır.
Yığınlar yalnız maddi dürtülerle ve daha fazla
tüketim vaatleriyle harekete sokulurlar."(10)
Aynı yapıtında Fidel, reel sosyalist ülkelerle
olan farklarını şu sözlerle ifade etmektedir:
"...İdeallerin ve enternasyonalist duyguların
dünyanın sorunlarına karşı ilginin ve uyanıklığın
Avrupa'nın belirli sosyalist ülkelerinde yok olduğunu
ya da çok zayıf olduğunu ileri sürebiliriz.(...)
Küba bursuyla giden öğrencilerimiz de dahil olmak
üzere bu ülkelere gidenler, çok kere tamamen küskün
ve gördüklerine canı sıkılmış olarak dönmekte
ve bize 'orada gençlik devrimci ideallerle ve
enternasyonalizm ilkeleriyle yetiştirilmiyor ve
Batı Avrupa ülkelerinde hüküm süren idealler ve
eğilimlerin büyük etkisi altında' diyorlar. Çok
yerde başlıca sohbet konularının para ve buna
benzer güdüler, maddi dürtülerin her çeşidi, maddi
kazançlar ve maaşlar olduğunu söylüyorlar. Bütün
bunlar gösteriyor ki bu gibi yerlerde sosyalist
bilinç ve enternasyonalist bilinç yerleştirilmemiş.
Bazıları sapkınlık içinde bize oralarda gönüllü
işin olmadığını, gönüllü işin karşılığının ödendiğini
ve bunun olağan bir davranış olduğunu ve oralarda
gerçek gönüllü işin anti-Marksist bir akım kabul
edildiğini söylediler. (...) Vatandaşlarımızın
duyguları, maddi dürtülerin böylesine kabaca ticaretinden
dolayı incinmiş"(11)
Küba devriminin önderlerinden Ernesto Che Guevara
da, sosyalizme ve komünizme geçiş konusunda Marks,
Engels ve Lenin'in yaklaşımlarını sentezleyerek
ortaya koymuştur. Che, yukarıda Fidel'in altını
çizdiği yaklaşımları kapsamlı olarak ortaya koymuştur.
Buna göre sosyalizme -komünizme geçiş sorunu iki
etkene bağlıdır. Birincisi, ekonomik üretim, ikincisi
bağrında ekonomik üretimin gerçekleştiği toplumsal
ilişkilerin, yani insanların üretim sürecinde
olduğu gibi onun dışında da kurdukları ekonomik
ilişkilerin ve diğer sosyal ilişkilerin üretimi
ve yeniden üretimidir.
Che araştırmalarında, Marks'ın ekonomik olgularla
olduğu kadar, ekonomik olguların insan zihnine
aktarılmasıyla da ilgilendiğini görmüş ve komünizmin
bilinç olgularını dikkate almaması halinde devrimci
bir ahlak anlayışından çıkacağını ve ancak bir
bölüşüm yöntemine, sistemine dönüşeceğini görmüştür.
Che'nin şu yaklaşımının yaşamsal önem taşıdığını
düşünüyoruz: "Komünist bir ahlak anlayışı
olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor.
Evet yoksulluğa karşı savaşıyoruz ama aynı zamanda
yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. Marksizm'in
başlıca amaçlarından biri de çıkarın, 'bireysel
çıkar' faktörünün ortadan kaldırılması ve insanların
psikolojik motivasyonlarından yararlanmaktır.”
Che bu süreçleri şöyle özetler: "insan türü
tipinin doğması için en uygun koşulları sunmaya
yetenekli toplumsal bir yapı yaratmak. Yeni insan
devrimci bir çabadan ve devrim tarafından yaratılan
yapılara bağlı koşullardan ortaya çıkacaktır.
Daha önceden kaderini kendisine empoze eden güçlere
hükmederek ve onları yöneterek kendi öz varlığını
eline alacaktır.
Toplumsal süreçler bilinçli şekilde ve fiili öncünün
seviyesine ulaşması, hatta onu aşması istenen
kitlelerin aktif katılımıyla yönetilecektir. Bu
iktidar sadece halkçı olmayacak, aynı zamanda
halkın iktidarı da olacaktır.”
Che, Marks ve Engels'in Alman İdeolojisinde: “Bir
komünist bilincin yaratılması için ve gene bu
işin kendisinin de iyi bir sonuca vardırılması
için insanların yığınsal dönüşüme uğramasının
zorunlu olduğu görülmektedir.. Böylesi bir dönüşüm
ise ancak pratikte bir hareketle, bir devrimle
gerçekleştirilebilir. Bu devrim demek ki, yalnızca
egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için
zorunlu kılınmamıştır., aynı zamanda ötekini deviren
sınıfa, eski sistemin kendine bulaştırdığı pislikleri
süpürüp atmak ve toplumu yeni temeller üzerine
kurmaya elverişli bir hale getirmek olanağını
ancak bir devrim vereceği için zorunlu olmuştur..”
(12) yaklaşımından hareket etmiştir.
Marks ve Engels tarafından bütünlüklü olarak alınan
bu iki öğe, 2. Enternasyonal tarafından birbirinden
ayrılmıştır. Lenin’in bu öğeleri tekrar bir araya
getirmesine karşın, Lenin sonrası dönemde -ve
özellikle 1945 sonrasında- tekrar birbirinden
ayrılmış ve sosyalizmin kuruluşunun teorik ilkesi
haline getirilmiştir. Böylece ekonomik bir sosyalizm
anlayışı ortaya çıkmıştır.
Gerek Fidel ve gerekse Che'den aktardığımız pasajlarda
görüldüğü gibi Küba devrimcileri sosyalizme geçiş
konusunda yaşanan örneklerden farklı bir anlayış
geliştirmişlerdir.
Küba devrimcileri, komünist toplumu inşa etmek
için yeni insan ilişkilerinin yaratılması ve geliştirilmesini
ve bu ilişkilerin ilerlemesine engel olabilecek
hataları gidermek için kapsamlı bir eleştirel
bakış açısını geliştirmişlerdir.
YENİLENME VE ULUSAL SORUN
Yenilenme ve ulusal sorun alt başlığıyla üzerinde
duracağımız bu bölüm Marksist solun ya üzerinde
pek durmadığı ya da yanlış bir zeminde ele aldığı
sorunların başında geliyor.
Oysa TC'nin egemen olduğu coğrafyanın halklar
hapishanesi durumunda olması ve bu halkların ulusal
baskıya maruz kalmaları soruna daha hassas yaklaşılmasını
zorunlu kılmaktadır.
Reel sosyalizmin ulusal sorunu çözmede başarısız
kaldığı çoğu Marksist hareket tarafından tespit
edilmektedir. Başarısızlık, SB' de olduğu kadar,
ulusal sorunların var olduğu Yugoslavya ve Bulgaristan'da
da kendini göstermiştir. Özellikle dünün SB ve
Yugoslavya'da yaşanan çatışmalar uzun yıllar hatıralardan
silinmeyecek boyutlarda kendini göstermiştir.
Ulusal sorun konusunda yaşanan başarısızlığın
ardından Marksist solda iki farklı yaklaşım ortaya
çıkmıştır. Birincisi geçmişi olduğu gibi kabul
eden ve günümüze olduğu gibi uyarlamaya çalışan
yaklaşım. İkincisi, geçmişin aşılması gerektiğini
söyleyen/vurgulayan kesimdir. İkinci eğilimdekiler
kendi aralarında üç farklı yaklaşıma sahipler.
** Reel sosyalist ülkelerde ulusal sorunun on
yıllarca önce çözüldüğü, ezilen ulusların özgürlüklerine
kavuştukları sanılıyordu/savunuluyordu. Ancak,
yıkılış sonrasında söz konusu ulusların hemen
hemen hepsinin daha önce kurulan birliklerden
ayrılma yolunu seçmeleri tesadüfî olmadığı gibi
sadece emperyalistlerin etkileriyle de açıklanamaz.
Ayrılma istemlerinin boyutu bu ulusların eşit,
özgür ve gönüllü birliğinin olup olmadığını tartışma
konusu yapmaktadır...
Devrim sonrasında ulusal soruna -SSCB, Yugoslavya-
çözüm getirirken esas sorunun çözümünün baştan
ezen ulus devrimcilerin damgasını taşıması yaşanan
sorunların esas nedeni görülmektedir. Ezilen uluslar
o aşamada kendi öz güçleriyle, kendi kimlikleri
etrafında örgütlü olmayınca, ezen ulusun damgasını
taşıyan bir örgütlenme eliyle verilen özgürlük
en iyi niyetler söz konusu olsa da gerçek eşitliği
ve halklar arasındaki kardeşliği doğurmamakta.
Dolayısıyla, ezen ulus hegemonyası başka biçimlerde
ortaya çıkmaktadır.
SSCB, Yugoslavya ve Bulgaristan'da ortaya çıkan
ulusal sorunları sadece emperyalist güçlerin kışkırtma
ve provokasyonlarına bağlanamayacağı açık. Sonraki
alt başlıklarda ortaya koyduğumuz gibi gerçekleştirilen
birliklerde gerçekte eşitliğin, özgürlüğün sağlanamadığı
bu noktada ciddi hataların işlendiğini görürüz.
Ancak bunun temel nedeninin bu kesimlerin daha
baştan kendi öz güçlerine dayanan kendi ulusal
örgütlenmelerini oluşturmamış olmaları yönündeki
yaklaşımına katılmak mümkün değil. Zira dönemin
nesnelliği önemli ölçüde göz ardı edilmektedir.
SB'de sıkı merkeziyetçilik yaşamın bir dayatmasıydı.
Rus komünistleri sadece bu dayatmayı kabullenmişlerdir.
Ayrıca Sovyet iktidarının korunmaya çalışılması
ve bu temelde izlenen politikalar -yöntemlerde
yanlışlıkların yapılmış olması bu gerçeği değiştirmez-
da yaşamın dayatmalarıydı. Nesnellik bir yana
bırakılarak sorunu "kendi öz güçlerine dayanarak
ulusal örgütlülüklerin olmamasına " bağlamak
doğru bir yaklaşım değil.
İkinci olarak, ulusal temelde örgütlenmeye tek
doğru bir ilke olarak görmek kabul edilemez bir
yaklaşımdır. Bu iki nedenden dolayı kabul edilemez
a) sınıfsal yanı inkar ettiği için, b) devlet
devrim ilişkisini doğru bir tarzda ele almadığı
için.
Ulus ve ulusal azınlıkların ulusal temelde örgütlenmesini
mutlaklaştırmak sınıfsal perspektifi yitirmek
anlamına gelir. Bunun pratikteki yansısı coğrafyamızdaki
ulusal azınlıkların da bağımsız temelde örgütlenmelerini
savunmaktır. Böylesine bir yaklaşımın adı ne olursa
olsun milliyetçiliktir. Tüm ulus ve azınlıkların
bağımsız örgütlenmesini mutlaklaştırmak mücadeleyi
bölmenin ötesinde bir anlam taşımaz.
** Ulusal mücadelelerin komünizmi doğrudan hedeflemediği
gerekçesiyle onu küçümseyen, giderek inkar eden
yaklaşım. Bu yaklaşımın üç boyutu bulunuyor: I-SB'de
ulus ve azınlıklara verilen hakların süreç içerisinde
milliyetçiliği ortaya çıkarttığı ve burjuvaziyi
güçlendirdiğini öne sürmektedir. Ulusal temeldeki
taleplerin komünistleri pek ilgilendirmediği,
hatta komünizm mücadelesi engel teşkil ettiği
ifade edilmektedir. II- Önderlikleri ne olursa
olsun tüm ulusal hareketleri burjuva çerçevede
görmeleridir. Şüphesiz ki ulusal sorun, burjuvazinin
çözmesi gereken bir sorundur. Ancak emperyalizm
dönemiyle birlikte artık burjuvazi devrimci barutunu
tüketti. Kendi ulusal devrimini sonuna kadar götüremez
hale geldi. Bu noktada ulusal sorunun çözümü proletaryanın
omuzlarına yüklendi.
Proletarya ulusal sorunu, burjuvazinin çözmesi
gereken bir sorun diyerek görmezlikten gelemezdi.
Tersine sosyalizme bir an önce varmak istiyorsa
kendi öncülüğünde sorunu çözmek göreviyle karşı
karşıyadır.
Yaşanan tarihsel deneyimler yukarıda belirtilen
anlayışı mahkum etmektedir. Örneğin Vietnam'da
gerçekleştirilen devrim ulusal demokratik bir
devrimdir ama bu devrime burjuvazi önderlik etmediği
gibi sadece Vietnam ulusunun kendi kaderini tayin
etmesi, yani bağımsız devlet kurma hakkıyla kalmadı.
Aynı zamanda sosyalizme en kısa biçimde geçebilmek
doğrultusunda gerekli tedbirleri almıştı. Bu anlamıyla
ulusal ve sınıfsal yan birlikte yürümüştür.
** Bugün dünyada ve coğrafyamızda emek sermaye
çelişkisinin egemen oluşundan hareketle ulusal
sorunun gerici hale geldiği ifade edilmektedir.
Bu yaklaşım kaynağını kapitalizm altında ulusal
hareket olmayacağı ve ulusal sorunun proletaryanın
çıkarlarına göre ikincil bir sorun olduğu yolundaki
yaklaşım, Leninist anlayışın doğru kavranmamasıdır.
Bu yanlış ve eksik kavrayış, ulusal sorunu milliyetçi
bakış açısıyla çözmek isteyen, toplumsal gelişmenin
evrimini kavramayarak proletaryanın bu mücadeledeki
belirleyiciliğini görmeyen tespitlere karşı oluşmuş
durumdadır. Eleştiri bu yönüyle doğru olmakla
birlikte proletaryanın çıkarlarıyla bağımsızlık
talebinin karşı karşıya getirdiğini unutmaktadır.
Oysa bu iki talep birbirini dışlamaz.
Ulusal hareket denilince sadece feodalizme karşı
ve kapitalizmin yükseliş dönemindeki hareketlerin
anlaşılmasının veya sadece klasik sömürgecilik
ilişkilerine karşı mücadele olarak görülmesinin
yanılgıları büyüktür.
Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü’nde "gerçekten
ulusal olan savaşların temelini uzun bir kitle
hareketlerinin mutlakiyete ve feodalizme karşı
bir savaşımın, ulusal baskının ortadan yok edilmesinin
oluşturduğu"nu söylemektedir, (13) Ama bu
doğru belirlemeden yanlış sonuçlar çıkarmamak
gerekir. Her ulusal hareketin mutlaka feodalizme,
mutlakiyete ve ulusal baskıya karşı, her üçüne
birden bir savaş olarak anlaşılmaması gerekir.
Bir çok durumda bunlardan sadece bir veya ikisine
karşı savaşım, mücadelenin ulusal karakter kazanmasına
neden olabilir ve olmaktadır. Bugün için ulusal
savaşımın verildiği İrlanda ve Bask bölgesinin
feodal ve yarı feodal olduğunu kimse iddia edemez;
aynı şekilde kapitalizmin düzeyinin daha geri
olduğu ülkelerde bile -Kürdistan, Filistin...,
vb- yerlerde bile böylesi bir iddia temelsizdir.
Kapitalizmin egemenliğine karşın bu ülkelerde
ulusal mücadele sürdürülmektedir.
Dünya genelinde kapitalizmin egemenliğinin artmasına
bağlı olarak ulusal hareketler feodalizme ve mutlakiyete
karşı bir mücadele olmaktan çıkmışlardır. Kapitalizmin
egemenliğinin artması, ulusal hareketlerin ulusal
baskıya karşı mücadele biçimine dönüşmesine neden
olmaktadır. Gelişmenin doğal sonucu olarak proletarya
mücadelede belirleyici güç durumuna gelmiştir.
Bu durum ulusal hareketlerin toplumsal içeriklerinin
güçlenmesi ve sosyalizme yönelmesi için nesnel
zemini oluşturmaktadır.
Lenin, UKTH'da şöyle der: "...Ulusal hareket
dahil, tüm şekillerde devrimci hareketler, Avrupa'da
sömürgedekilerden daha olanaklı, daha gerçekleştirilebilir,
daha inatçı, daha bilinçli, yenilmesi daha zordur."
(14) Lenin gelişkin kapitalist ülkelerde dahil
devrimci hareketlerin olanaklı olduğunu belirtiyor.
Yani UKTH ilkesi proletaryanın çıkarlarına göre
ikincildir belirlemesi, kapitalizm altında da
olsa bağımsızlık talebinin devrimin ana talebi
olmasıyla çelişmez. UKTH'nın ikincil olması, bu
soruna sadece tarihsel değil, sınıfsal bakış açısından
da bakmak gerektiği ve proletaryanın çıkarlarıyla
birleştirmek zorunluluğundan dolayıdır.
Ulusal soruna ilişkin temel yaklaşımımız öncelikle
verili ülkede ve bununla uyumlu olarak dünya çapında
proletaryanın çıkarları temelindedir. UKTH'nın
proletaryanın çıkarlarına göre ikincil olmasından
anlaşılması gereken budur. Bunun dışında başka
sonuçlar üretmek "kapitalizm altında ulusal
(sorun) savaş olmaz mantığı ilhakların, işgallerin,
sömürgeciliğin göz ardı edilmesidir.
Reel sosyalizmin yıkılış sürecinde ortaya çıkan
ulusal hareketlerin -ki daha önceki süreçlerde
başladı- kaynağına baktığımızda iki temel nokta
karşımıza çıkıyor.
Birincisi, sıkı federatif birlikte ortaya çıkan
sorunlar; ikincisi, öznel hataların çokluğudur.
Ve belki de üçüncü bir sebep olarak da emperyalizmin
kışkırtmalarından bahsedilebilir
1- Sıkı Federatif Birlik:
Sıkı Federatif Birlik, devrimci Sovyet Hükümetinin
kurulmasından hemen sonra meydana gelmemiştir.
Emperyalist müdahalenin henüz kendini gerçek bir
tehlike olarak göstermediği dönemlerde halkların
sıkı federatif birlik temelinde bir örgütlülüğü
yoktu. İç savaş ve müdahale dönemi, ulusal devletlerin
askeri öz savunma çıkarlarını ön plana çıkarır.
Böylece halklar arasında işbirliği askeri bir
ittifak biçimini alır. Savaşın bitiminden sonra,
savaş nedeniyle üretici güçlerin yıkıma uğramış
olması ve bunları yeniden kurma sorunu çıktığı
zaman askeri ittifakın yanında ekonomik ittifak
ortaya çıkar.
Ulusal devletlerde proletaryanın zafere ulaşması,
proletarya enternasyonalizmini gündeme getirir;
böylece ileri halkların geri halklara yardım ederek
geriliklerinden kurtulmaları ve bu temelde tek
ekonomi oluşturma çabaları sıkı federatif birliğin
oluşumunun üçüncü nedenidir.
Lenin de yukarda saydığımız bu üç gerekçeden dolayı
sıkı federatif birliği savunmuştur.
Burada hemen bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz:
Lenin'in kabul ettiği bu üç gerekçeden iki tanesi
güncel koşulların ürünüdür, yani konjonktüreldir.
Sıkı federatif birlik, emperyalizmin ablukası
ve saldırganlığı karşısında Sovyet halklarını
birleştiren, askeri ve ekonomik güçlerini devasa
bir güç haline getiren, dönemin nesnelliğine uygun
düşen bir birlikti. Reel politika açısından düşünüldüğünde
böyle bir birliğin Sovyet halkları açısından doğru
olduğunu belirtmek gerekir. Sovyet halklarının
sıkı federatif birliği gerçekleşmeseydi emperyalist
saldırganlık karşısında ne kadar dayanabilecekleri
tartışma konusudur.
Konjonktürel ortamda ortaya çıkan sıkı federatif
birlik, ancak halklar arasında var olan ekonomik,
kültürel, siyasi fiili eşitsizliği giderebildiği,
geçmişten kalan ulusal önyargıları yıkabildiği
ölçüde dünya halklarının tam federatif birliğine
dönüşebilirdi. Oysa, ekonomik, kültürel, siyasi
eşitsizlikler ve ulusal ön yargılar Sovyet halkları
açısından çok ciddi sorunlardı.
Sovyet komünistleri -ve özellikle Lenin- sorunların
çok ağır olduğunun farkında(dır)lar. Bu nedenle
SBKP 10. Kongre raporu: "ezilen halkların
ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel geriliğini
ortadan kaldırmak, merkezi Rusya'ya yetişmeleri
için bu halklara yardım etmek..."(15) istemlerini
dile getirmiştir.
Lenin de : "...bir ulusun güvensizlik duymasından
daha kötü bir şey yoktur..." (16) demekte
ve partinin ulusal sorunla ilgilenen kadrolarını
uyarmaktadır. Lenin, 2 Nisan 1920'de Orjonikidze'ye
gönderdiği bir telgrafta (17) aynı nedenlerle
Müslüman halklara ihtiyatlı davranmasını istemiştir.
Partinin 10. Kongre raporundaki istemler ve Lenin'in
ısrarlı uyarılarına karşın bugünden geriye dönüp
baktığımızda bunların yerine getirilemediği hatta
kimi yerlerde arttığına işaret etmek gerekir.
Bunun yanında çeşitli dönemlerde ulusal baskı
politikasının uygulandığını belirtelim.
II- Sıkı Federasyonun Aşil Topuğu: Konjonktürel
Etkenler
Sıkı federatif birliğin oluşumunun temel gerekçelerinden
birini oluşturan "emperyalist kuşatma ve
saldırganlık karşısında güçlü olmak" gerekçesi,
aynı zamanda birliğin Aşil Topuğu’nu oluşturuyordu.
Merkezi yerler sanayi bölgeleriydi, çevre bölgeler
ise gelişmemiş bir kapitalizm ya da kapitalizm
öncesi ilişkiler odağıydı. 'Sosyalist kale'nin
ayakta kalabilmesi ve 'sosyalizmi inşa edebilmesi'
hızlı gelişmesine bağlıydı. Hızlı gelişme ise,
ister istemez çevre ülkelerin ekonomilerinin merkeze
göre şekillenmesine neden oluyordu. Merkeze göre
şekillenme ise, partinin 10. Kongresi’nde alınan
kararın -en azından ekonomik yönünü büyük ölçüde-
pratik olarak geçersiz kılıyordu. Bu, konjonktürel
durumun dayatmasıydı. Konjonktürel dayatmaya karşın
farklı bir politika uygulanmış olsaydı hızlı gelişim
sağlanamazdı. Ve bu durum SB'nin emperyalist saldırılar
karşısında zayıf bırakırdı.
***
Sıkı federatif birlik oluşurken yayımlanan bildirgede
"birliğin eşit haklara sahip halkların birliği"
(18) olduğu belirtilmektedir. Gerçekten de federatif
birlik girişimi ilk olarak Azerbaycan, Ermenistan
ve Gürcistan gibi çevre halklardan gelmiştir.
Ve bu halkları böyle bir birliğe iradi olarak
kimse zorlamamıştı. Bu çerçevede düşünüldüğünde
birlik, halkların gönüllü katılımıyla gerçekleşmiştir.
Ancak, burada gözden kaçırılmaması gereken nokta:
birliği oluşturan halkların özgür koşulların gönüllü
birlikteliği temelinde değil, nesnelliğin getirdiği
dayatmanın zorunlu gönüllülüğü temelinde bir araya
geldikleridir. Buradaki zorunluluk, iradi bir
zorlamadır; savaş koşullarının ve geri kalmışlığın
dayattığı bir zorunluluktur. Süreç içinde savaş
koşullarının zayıflamasıyla, zorunluluğu oluşturan
koşulların zayıflaması, tek ülkede sosyalizmin
kurulması girişiminin merkez lehine gelişmesi,
bu uluslarda merkeze karşı direnç noktalarının
oluşmasını sağlamıştır. Direnç noktaları merkezin
yaptığı hatalarla bütünleşince merkeze karşı bir
tepki ve ulusal güvensizlik oluşmuştur. Özellikle
1980'li yıllar biriken ulusal problemlerin gelişen
gerici burjuva akımlar ekseninde politik ifadeye
kavuşmaya başladığı yıllar olmuştur. Artık çözülmesinin
son aşamalarına gelmiş olan reel sosyalizm pratiği,
aynı zamanda uluslar arasındaki birlik duygularının
da çözüldüğü yıllar olmuştur. Ulusal güvensizlik
merkeze karşı kin, öfke, ulusal önyargı ve milliyetçiliği
beraberinde getirmiştir. "Yaşanmış sosyalizm
denemelerinin" yıkılış sürecinde açıkça görüldüğü
gibi, çevre ülkelerin bir bölümü merkeze karşı
bağımsızlık talebiyle hareket ederken, çevre uluslardaki
ulusal topluluklar da çevre uluslara karşı bağımsızlık
talebini gündeme getirmiştir. Örneğin Gürcistan
merkeze karşı bağımsızlığını dayatırken, Abhazlar
ve Osetler Gürcistan'a bağımsızlıklarını dayatmışlardır.
Azerbaycan merkeze karşı bağımsızlığını gündeme
getirirken, Dağlık Karabağ Ermenistan'la bütünleşmek
temelinde Azerbaycan'la savaşıyordu.
Sonuç itibarıyla, reel sosyalizm pratiği ulusal
sorunu burjuva demokratik yanı itibariyle, yani
kendi kaderini tayin ve temel ulusal demokratik
hakların özgürce kullanılması bağlamında çözerken,
bunu daha ileriye taşıma, komünizme doğru ilerleyen
sosyalist ulusların ilişkileri ve birliği noktasında
ciddi ölçüde yetersiz kalmıştır. Bunun yolu olarak
geliştirilen sıkı federasyon, ulusal sorunu bu
bağlamda çözme noktasında yetersiz kalmıştır.
Aslında komünistler, federasyonu, çeşitli uluslara
mensup emekçi halkın tam birliğinde bir ara aşama
olarak görmüşlerdir. Federasyonları geliştirmek,
incelemek, deneyimi sınavdan geçirerek geliştirmeyi
hedeflemişlerdir. Ancak federatif birlik yeni
açılımlarla geliştirilemediği gibi, sorunların
çözümünde -nesnelliğin dayatmasıyla da olsa- güdük
kalmıştır.
Bu gelişmeler ulusal sorunun çözümüyle ilgili
bahsedilen üç dönemin geliştirilmesini zorunlu
kılmaktadır. Bilindiği gibi Stalin, bu üç dönemi:
a) İnsanların uluslar biçiminde örgütlendiği,
ulusal sorunun tek tek devletlerin sorunu olduğu
dönem,
b) Emperyalizmin belirlediği, ulusal sorunun,
ulusal devletler çerçevesinden çıkıp devletlerarası
bir sorun durumuna geldiği dönem,
Bu iki dönem, burjuvazinin ulusal sorunu çözmeye
muktedir olmadığını gösterdi.
c) Ekim devrimi sonrası dönem. Ulusal sorunun
proletarya diktatörlüğü altında çözüldüğü dönem
olarak ifade eder. Stalin'in belirttiği üçüncü
dönemin ulusal sorunun çözümünde tarihsel bir
dönemeç özelliği taşıdığı açıktır. Yukarda belirttiğimiz
sorunlara karşın Ekim Devrimi Çarlık Rusya'sı
tarafından baskı altına alınan, ezilen halklara
muazzam olanaklar sağlamıştır.(19) Öncelikle ulusların
KKTH'nı kabul etmiş, uluslara ve ulusal azınlıkların
kendi anadillerinde eğitim, öğretim yapma hakkı
ve kültürel faaliyetlerini sürdürmelerine olanak
tanımıştır... Tüm bu olumluluklara karşın kanımızca
üçüncü dönem bitmiştir.
Günümüz dünyasında yeni bir dönemden bahsetmek
ve bu dönemi tanımlamak görevi ile karşı karşıyayız.
Bu dönem 'yaşanmış sosyalizm denemelerinin' ulusal
soruna ilişkin deneyimleriyle, Ekim devriminden
günümüze değin gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin
deneyimlerini bütünleştirmelidir. Bu dönemin henüz
başındayız...
III- Öznel Yanlışlıklar
Ulusal sorun konusunda yukarıda ortaya konulan
bağlamdaki başarısızlığı sadece nesnel koşullara
(ve bu anlamıyla sıkı federatif birliğin yetersizliğine)
bağlayamayız. Başta SB olmak üzere Yugoslavya
ve Bulgaristan da pratikte ortaya çıkan yanlış
uygulamalar dikkate alınmalıdır. Pratikte ortaya
çıkan bu hatalar ulusal önyargıların, kin, öfke
ve şovenizmin gelişmesinde temel etken olmuştur
diyebiliriz.
Pratikte yapılan bu hatalar (SB açısından) daha
Lenin döneminde -ama Lenin'e rağmen başlamıştır.
1921'de yaşanan Gürcistan olayı bir başlangıç
teşkil etmekteydi. Bilindiği gibi Kafkas halkları
1917 Şubat devriminden sonra bağımsızlıklarını
elde ettiler. İktidarı ele geçiren burjuvazi kısa
zamanda gericiliğin kalesi durumuna gelir. Kendi
ülkelerindeki emekçileri baskı altına alarak sınıfsal
bir baskı kurar.
1921'de Orjonikidze'nin komuta ettiği kuvvetler
Gürcistan'a girip orada denetimi sağlar. Bunun
üzerine Lenin olayı çok sert bir dille eleştirir.
Olayın siyasal sorumluluğunun Stalin ve Cerzinski'ye
yüklenilmesi ve Orkonidze'nin örnek bir ceza ile
cezalandırılmasını ister. (20) Lenin bu eleştirisinde
Stalin'e "despot", "büyük Rus şovenist"i
diyerek olabilecek en sert eleştirisini yöneltir.(21)
Lenin'in bu düzeyde sert eleştirmesinin nedeni
şöyle açıklanabilir:
Bilindiği gibi Ekim devrimiyle birlikte ulusların
kendi kaderlerini belirleme hakkı pratik olarak
kabul edilmiştir. Kapitalist cumhuriyet biçiminde
tercih koyan Finlandiya'nın bağımsızlığının kabul
edilmesi, küçük cumhuriyetlerin ancak Sovyet devletiyle
güvenli tarzda barış içinde bir arada yaşayabileceğini
göstermiştir. Oysa, Lenin, Gürcistan'vari bir
hareketin, var olan bu güvenin ortadan kalkmasına
ve Merkez Rusya'ya karşı ulusal bir önyargının
oluşmasına neden olacağını görüyordu. Ve bu tür
ön yargılar kolay kolay bertaraf edilemez. Halkların
hafızasından kolay kolay silinemez. Bu anlamıyla
yaratılan güvenin hançerlenmesi anlamına gelir.
***
SB'de bir dönem de Abhazlara karşı asimilasyoncu
bir politika güdülmüştür. Anayasayla güvence altına
alınan kendi anadilinde eğitim hakkı, kendi anadilinde
basın yayın hakkı, kendi alfabesini kullanması
hakkı ortadan kaldırılmış, ulusal dilde yayın
yapan radyo istasyonları kapatılmış, kendilerine
başka bir alfabe dayatılmıştır. Ekonomik olarak
da adeta mahrumiyet bölgeleri durumuna getirilmiştir.
***
İkinci Dünya Savaşı sürecinde Almanlarla işbirliği
yaptıkları için Çeçen, İnguş ve Balkır'lar sürgün
edilmişlerdir. Bu halklar, 1960'lara doğru tekrar
kendi topraklarına dönme hakkı verildiği zaman
da çeşitli sorunlar çıkmıştır.
***
Yugoslavya altı cumhuriyetten oluşan federatif
bir devletti. Federasyon içinde en büyük nüfusu
oluşturan Sırpların politik üstünlüğü, 1945'deki
kurtuluştan sonra da devam etmiştir.
Yugoslavya içinde yer alan ulusların ulusal demokratik
hakları esas olarak tanınmasına ve bunlar federal
cumhuriyetler olarak örgütlenmesine karşın, Arnavutlar
bu haktan yoksun bırakılmıştır. Eski Yugoslavya'nın
sınırları olduğu gibi korunmuş, Arnavutların Arnavutlukla
birleşme talepleri bastırıldığı gibi, bir federe
cumhuriyet olarak örgütlenmeleri de engellenmiştir.
Daha da ötesi, Arnavutların yaşadığı topraklar
farklı Yugoslav cumhuriyetleri arasında dağıtılarak
sorun daha da karmaşık hale getirilmiştir.
Ekonomik alanda ise cumhuriyetler arası eşitsizliklerin
giderilmesi, nimetlerin eşit paylaşımı için ise
hiç birşey yapılmamış, hatta uygulanan politikalar
sonucu eşitsizlikler derinleşmiştir.
Yugoslavya'daki en zengin ve en yoksul bölgeler
arasındaki gelir dağılımındaki farklılık 1947'de
3 kattan az iken, 1976'da 6 kat olmuştur.
1947-1963 yılları arasında Slovenya'ya yapılan
-kişi başına düşen miktar hesabıyla- yatırım,
Kosova'ya yapılan yatırımın üç katı olmuştur.
***
Kişi Başına Ulusal Gelir |
Yugoslavya Genel Ortalaması
100 |
|
1947 |
1952 |
1957 |
1965 |
1964 |
1976 |
Slovenya |
179.3 |
186.7 |
181.5 |
198.5 |
198.3 |
201.7 |
Hırvatistan |
107.2 |
116.4 |
120.3 |
121.3 |
118.3 |
124.3 |
Voyvadina |
108.8 |
89.3 |
109.2 |
103.4 |
110.8 |
116.6 |
Sırbistan |
95.6 |
92.3 |
94.5 |
96.0 |
96.2 |
98.3 |
Karadağ |
70.8 |
63.6 |
64.3 |
66.3 |
75.5 |
70.3 |
Bosna-Hersek |
82.9 |
87.6 |
74.2 |
72.7 |
70.7 |
64.2 |
Makedonya |
62.0 |
59.3 |
60.0 |
57.1 |
74.2 |
68.1 |
Kosova |
52.6 |
49.3 |
42.5 |
34.0 |
36.2 |
32.2 |
Bulgaristan'da devrim öncesi 800 Türk okulu varken,
devrim sonrası 1200 okula yükseldi. Bunun yanında
bir radyo istasyonu, üç yüksek okul, sekiz merkezi
gazete ve dergi ile 11 yerel gazete yayınlanmaya
başlanır.
Aralık 1958'de Türk okulları kapatılmasına karşın,
yine ilkokuldan liseye kadar Türkçe kitaplar hazırlanmış
ve oradaki Türk yazarlarla, Türkiyeli ilerici
demokrat yazarların eserlerinin Türkçe basımı
devam etmiştir. Ancak, 1976'larda bunlar yasaklanmıştır.
Bulgaristan'da ayrıca Pomaklara ve Makedonyalılara
karşı aynı politika izlenmiştir.
Dimitrov döneminde 200 bin dolayında Makedonyalı
yaşıyordu ve Dimitrov bunların ulusal kimliklerinin
tanınmasından yanaydı. Ama sonradan Bulgaristan
KP, Makedonya ulusal azınlığını tanımaktan vazgeçer.
Bunlar üzerinde asimilasyon politikası uygulamaya
başlar. 1971' den sonra Slav adları almaya zorlandılar.
Kısaca özetlediğimiz gibi, uygulanan yanlış politikaların
Marksizm Leninizm'le hiçbir ilgisi yok. Yanlış
politikalarda toprak gaspı, asimilasyon, halklar
arasındaki eşitsizliğin derinleştirilmesi var.
Bu sorunların yaşandığı bir yerde kin, öfke, merkeze
güvensizlik, ulusal önyargı vb.nin olmaması olası
mı? Sosyalizm denemelerinin yaşandığı ülkelerde
ortaya çıkan etnik çatışmaların önemli bir nedenini
bu yanlış uygulamalarda görmek gerekir.
DİPNOTLAR:
(1) Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü Ve Emperyalist
Ekonomizm, s,73
(2) Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü Ve Emperyalist
Ekonomizm, s, 20
(3) Muhtemel bir bölünmeye karşı MK' nın sayısal
olarak artırılması ve yeni üyelerin çoğunun işçilerden
olmasını istemesi) bununla ilgilidir.
(4) Lenin, Az olsun Temiz olsun makalesi, 2 Mart
1923, İşçi Sınıfı ve Köylülük, s, 372
(5) Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s, 371
(6) Lenin, Kooperatifçilik Üzerine, age, s, 353
(7) Lenin, Kooperatifçilik Üzerine, Age, s, 353
(8) Küçük ve orta mülkiyete karşı takınılan tavır
konusunda bu ülkelerle Polonya, Macaristan ve
Çekoslovakya gibi ülkelerdeki iktidarların izledikleri
politikalar farklı olmuştur. İkinci kategorideki
ülkelerdeki iktidarlar ekonomik boyutta da liberal
bir politika uygulamışlardır. Bu politika sonucu,
siyasal ve ekonomik güçleri tedricen ortadan kaldırılacağına
tersi bir politika ile güçlendirilmiştir.
(9) Bu kazanımlar nedeniyle emperyalist sistem
bu tarihsel koşullarda "sosyal devlet",
"refah devleti" anlayışını uygulamak
zorunda kalmıştır.
(10) Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 21-22,
Aşama Yayınları Temmuz,1975
(11) Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu s, 23,
Aşama Yayınları Temmuz,1975
(12) Marks, Engels, Alman İdeolojisi s, 37-38
(13) Lenin, Marksizm'in Bir Karikatürü ve Emperyalist
Ekonomizm, , s. 32
(14) Lenin, UKTH, s. 188-189
(15) Marksizm ve ulusal sorun ve sömürgeler sorunu,s.129.
(16) Lenin,ulusal sorun ve ulusal kurtuluş savaşları,s.354.
(17) (*) Telgraf aynen şöyle: "bir kez daha
,Müslümanlara karşı ,özellikle Dağıstan'a doğru
ilerlerken ihtiyatlı davranmanızda ve azami iyi
niyeti göstermenizde ısrar ediyorum. Müslümanlara,
özerkliklerine, bağımsızlıklarına vb. gösterdiğimiz
sempatiyi, en kuvvetli biçimde göstermek için
gereken her şeyi yapın.bana işlerin nasıl gittiğine
ilişkin daha kesin ve daha sık bilgi verin..."Lenin,
Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş savaşları s. 382
(18) Marksizm ve ulusal sorun ve sömürgeler sorunu
s.164
(19) Örnek teşkil etmesi açısından şunu söyleyebiliriz:
Devrim gerçekleştiğinden merkezi Rusya'da okuma
yazma oranı % 20-25 arasındaydı.Orta Asya halklarında
% 3 -5 arasındaydı.Oysa, sonraki süreçlerde:
Yüksek Öğrenim Uzmanlaşmış Orta Öğrenim ya da
Eksik Yüksek Öğretim
|
Çalışan 1000 Kişiye
Göre |
Sovyet Ortalamasına
Göre |
SSCB |
100 |
1.00 |
167 |
1.00
|
ÖZBEK |
96 |
0.96 |
133 |
0.80
|
KIRGIZ |
93 |
0.93 |
144 |
0.86
|
TACİK |
83 |
0.83 |
117 |
0.70
|
TÜRKMEN |
87 |
0.87 |
130 |
0.79
|
KAYNAK: J. M. Chaver, SB'deki Ekonomik ve Siyasi
Gelişmeler (1917-1998)
Devrimin
İhtiyaçları Yenilenerek Karşılanabilir-III
|