Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

Brezilya Dizisi Sona Erdi mi?
Yaklaşık 40 yıldan bu yana adeta bir Brezilya dizisi gibi bıktırıcı bir döngü içinde devam eden AB-Türkiye macerası bugünlerde yeni bir aşamaya girmiş gibi görünüyor. 17 Aralık’ta açıklanan zirve kararlarıyla Türkiye’ye “Müzakere Tarihi” verilmesi, egemen sınıflar cephesinde öyle bir sevinç yarattı ki, bugünün bayram ilan edilmesi bile mümkün. Bütün medya tekellerinin Tayyip Erdoğan’a yağdırdığı övgüler, Brüksel dönüşü yapılan görgüsüz “fetih”(!) kutlamaları bunun işaretlerini veriyor. Her yanda estirilen genel bir sevinç ve memnuniyet yaygarası ile aykırı seslerin boğulması aynı sürecin parçası oluyor. Tekelci Burjuvazinin en üst kesiminde zaten çok fazla mızıldanma yok. Onlar herhangi bir seçmen kitlesine şirin görünme kaygısı içinde değiller; olaylara patron gibi, patron gözlükleriyle bakıyorlar ve aslında halka söylenenlerin çoğunun yalan olduğunu herkesten iyi biliyorlar. Ağar ile Baykal gibi politik aktörlerin özellikle Kıbrıs konusundaki yakınmaları da aslında milliyetçi duygulardan, bize ne çıkar faydacılığından başka bir anlam ifade etmiyor. 2000’lerin ilk yarısında Türkiye’de yapılan iki büyük operasyondan (İsmail Cem’in YTP’si ve AKP) birincisinin rezaletle ikincisinin de başarıyla sonuçlanmış olduğu artık kesin çünkü. İçten ve dıştan biraz basınç altına alındığında AKP hükümeti, oligarşi açısından elverişli bir araç gibi görünüyor ve büyük efendilerin kulakları şimdilik Ağar ve Baykal gibi seslere kapalı.
Aslında 17 Aralık’ta pek fazla sürpriz yaşandığı söylenemez. Türkiye’ye şöyle ya da böyle bir kapı aralanacağı, ancak bu kapının ardına kadar açılmayacağı, bir dizi koşula bağlanacağı belliydi ve öyle de oldu. İlk gün Erdoğan’ın taktik ustalığını öve öve bitiremeyen köşe yazarları bile daha aradan bir gün geçmeden bu kararların gerçek anlamını yazmaktan kendilerine alamadılar.
Her şeyden önce 3 Ekim 2005 tarihinde başlayacak görüşmelerin “açık uçlu” olduğu, yani mutlaka üyelik garantisi anlamına gelmediği, “sonucun garanti olmadığı” ve sürecin her an askıya alınabileceği kararların en önemli maddesiydi. Kararda çok açık biçimde üyeliğin 2014 yılından önce mümkün olamayacağı ve bunun da her an kesintiye uğrayabileceği ifade ediliyordu. Buna göre, AB Komisyonu’nun tek başına veya üye ülkelerden üçte birinin girişimiyle müzakereleri askıya alması mümkündür. Ayrıca, “tam üyeliğin gerçekleşmediği koşullarda da” Türkiye’nin bir sığıntı olarak AB içinde kalması gerektiği kararların önemli vurgularından biriydi. “Açık uçlu” müzakere sürecinin somut anlamı, aslında yalnızca şu ve şu koşulların yerine getirilmesinin üyelik için yeterli olmadığı; daha doğrusu sorunun “koşullar”la değil, karşı tarafın çıkarları ve ihtiyaçlarıyla ilgili olduğuydu. Yani bütün sayılan koşulların yerine getirilmesi halinde bile bu, mutlaka üyelik anlamına gelmiyor.
Daha da önemlisi, kararda, bu süreçte Türkiye’ye yönelik özel uygulamaların söz konusu olacağı da yeterince açık bir dille ortaya konuluyordu. İçeriği şimdiden belirtilmemiş “istisnai uygulamalar”dan genel olarak söz edilirken, özellikle serbest dolaşımın kalıcı biçimde kısıtlanması, yapısal politikalar ve tarımla ilgili önlemler uygulanması en önemli özel koşullar olarak ortaya konuluyor. Serbest dolaşım ile ilgili kalıcı kısıtlamanın nedenleri aslında bütün emekçiler tarafından biliniyor; kapıların ardına kadar açılması halinde Türkiye’den Avrupa’ya doğru nasıl bir hareketlenmenin gerçekleşeceğini kestirmek zor değil. Karar bu konuda sadece kalıcı kısıtlama getirmekle kalmıyor, ayrıca üye ülkeleri de gelecekte kendi tedbirlerini almakta özgür bırakıyor. Öte yandan, özellikle tarımla ilgili önlemler sokaktaki insan tarafından daha az biliniyor. Türkiye’nin zaten neoliberal uygulamalarla çökertilmiş olan tarımının AB sürecinde tamamen yıkıma açık hale geleceğini gayet iyi bilen Avrupalı kapitalist devletler, bunun mali faturasını yüklenmemek için daha şimdiden bu konuda herhangi bir “yardım” zorunluluklarının olmadığını ilan etmeyi faydalı buluyorlar. Yani aslında şimdiye dek bize AB üyesi olmanın “en büyük avantajları” olarak sunulan konularda “yarım üyelik” statüsü şimdiden netleşmiş durumda. Bu karmaşa arasında emekçileri en çok ilgilendiren şey, yani iş ve ekmek rüyası şimdiden çökmüş bulunuyor.
Bütün bu koşullar arasında en çok öne çıkarılanı ise aslında en saçma ve aptalca olanı. Resmen AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması-tanınmaması tartışmasının tamamen gereksiz olduğunu anlamak için diplomat olmaya gerek yok. Neredeyse elli yıldır adada binbir türlü komplo örgütleyen ve sonunda işgal ettiği bölgede kimselerin tanımadığı tuhaf bir “Cumhuriyet” kuran Türkiye oligarşisi, aslında bu yeni durumda üyesi olmak istediği birliğin bir parçası olan resmi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak zorunda olduğunu gayet iyi biliyor. Ancak bir yandan adadaki çıkarlar, diğer yandan bugüne dek “yavru vatan” adı altında sürdürülen ırkçı politikalar, hızlı bir geri dönüşe izin vermiyor. Bunun yerine şimdilik bir zaman kazanma ve arada bu gerçeği sindirme taktiği izleniyor.
Yani sonuç olarak 17 Aralık’ta “zafer” olarak sunulan şey, bir ucu 2014’e dek uzanan ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bütünüyle bu süreçteki politik-ekonomik-sosyal gelişmelere bağlı olan uzun ve sıkıntılı bir yoldur. Basın toplantısı sırasında Dışişleri Bakanı Gül’ün de sarf ettiği “2014’e kadar Türkiye başka bir ülke olacaktır” sözü, bu anlamda çeşitli biçimlerde yorumlanabilir; bu, tamamen gelecekteki 10 yıla kimin nasıl baktığı ile ilgili bir sorun. Teknisyen-iktisatçı gözlüğüyle baktığınızda bu on yıl rakamlardan ibaret görünür, toplumsal sürecin içinden baktığınızda somut insan hayatlarının ve onların mücadelelerinin içinde devindiği bir süreç olarak görünür. Dolayısıyla, Avrupa Birliği’nin borazanlığına soyunmuş olan Mehmet Altan’ın Gündem’deki röportajında vurguladığı “toplum olarak terleyip fazla kilolarımızı atacağız” meselesi de, bu terlemeye kimin nasıl bakacağına ve en çok terletilecek olanların, yani emekçilerin mücadelesinin önümüzdeki 10 yılda hangi noktaya ulaşacağıyla ilgilidir. Ve nihayet bunların tümü, Abdullah Gül ve bütün şu “uzman iktisatçı” tayfasının tamamen hesapdışı tuttuğu devrimci sosyalist hareketin performansı ile de ilgilidir.
Her ne olursa olsun, bu on yıla nasıl bakıldığı, önümüzdeki günlerde Türkiye’deki herkesin gündemi olarak şekillenecek, bu kesin. Kesin olan bir başka şey ise aylardır medya ve AB militanları tarafından ortalıkta estirilen “yarın hayatımızda büyük değişiklikler olacak” havasının şimdilik söndüğüdür. 18 Aralık günü milyonlarca yoksul emekçi yine servislerine binip atölyelerde, fabrikalarda ve bürolarda ömür tüketmek için yola çıktılar ve kendilerini hiç de dünden daha fazla Avrupalı, dünden daha fazla zengin ve mutlu hissetmediler.

Niçin Tartışıyoruz?
Belki yıllar sonra, sosyalist bir Türkiye’nin penceresinden bugüne dönüp baktığımızda, bir yeni-sömürge ülkenin oligarşisi bir emperyalist blok içine girmek isterken, o ülkenin solunun bu politikaya “yandaş” olmayı ya da “karşıt” olmayı tartışması hepimize garip görünecektir. Hatta öyle bir yerden baktığımızda, bir devrimcinin “AB’ye Hayır” kampanyası yürütmesi bile tamamen gereksiz bir enerji israfı gibi algılanabilecektir. Hatta bugün de bir çok devrimcinin kafasında benzer bir düşünce dolanıp durmaktadır: “Bu tartışmalara dahil olmak yerine işimize gücümüze baksak daha iyi olmaz mı?”
Peki niye tartışıyoruz o zaman?
Daha doğrusu şöyle sorulabilir: Bugün, bu “anormal” tartışmayı özgün bir süreç olarak “normal” kılan olgu nedir? Niye ABD emperyalizmi ile ilgili kimsenin kafasında bir tereddüt dahi bulunmuyor da AB söz konusu olduğunda bu bir tartışma konusu olabiliyor? Bir ülkede milyonlarca insan ABD emperyalizmine karşı yoğun bir nefret duyarken Avrupa konusunda kafa karışıklığı yaşıyorsa, bu yalnızca medyatik yönlendirme ile açıklanabilir mi?
Sorunun düğüm noktası işte tam da bu sonuncu soruyla ilgilidir.
Emekçiler ve ezilenler, bu ülkenin sıradan insanları, hayatla ilgili çok temel taleplere sahipler.
Onlar aylardır çarşıda pazarda, fatura kuyruklarında ve belediye otobüslerinde büyük ölçüde medya kanallarının da etkisi altında kalarak bu sorunu tartışmaya ve konuyu anlamaya çalışıyorlar. TV’leri izliyorlar, karşıtları ve yandaşları dinleyip olup bitenlere bir anlam vermeye çabalıyorlar, vb... Doğal olarak bu karmaşada belirgin düşüncelere de ulaşamıyorlar. Daha doğrusu, aslında bu aylar boyunca ortaya çıkan durum şudur: Konuya kendi yakıcı sorunları (işsizlik, geçim sıkıntısı, vb.) üzerinden bakan emekçiler, aslında bütün bu laf kalabalıklarının arasında hep bu sorunlarla ilgili “çözüm”ler arıyorlar. Bu, son derece basit ve anlaşılır bir durum... Medya tarafından sorunun üzerine ne kadar çok “politik” demagoji yüklenirse yüklensin emekçi insanlar, yine de aslında kendi dertleriyle ilgililer ve onlar çizilen bu tablonun, en özlü biçimiyle “insan gibi yaşamak” deyiminde karşılığını bulan kendi asgari taleplerine ne kadar denk düştüğünü anlamak istiyorlar. Onlar açısından asıl soru şu: “Yarın ne olacak ve ben nasıl yaşayacağım?” Solun bir bölümü onlara “AB’ye karşı olmak gerektiğini” söylüyor; onlarsa içlerinden “tamam ama” diyorlar, “iş bulabileceksem eğer ve insan gibi yaşayacaksam bunun ne zararı var!” Diğer yandan ise birileri onlara AB ile ilgili olarak bir “cennet” tablosu çizdiğinde yine mırıldanıyorlar: “tamam ama, elin adamı bize niye bir cennet bahçesi versin?”
Çok basit olarak birkaç çizgiyle onların dünyasındaki tablo böyle oluşuyor. Kendi yaşamsal sorunlarıyla boğuşan ve en asgari taleplerine çözüm arayan sıradan emekçi, politik yaşamdaki bütün diğer irili ufaklı değişikliklere, yeni hükümetlere, vb. nasıl bakıyorsa bu soruna da öyle bakıyor: Daha fazla demokrasi, özgürlük, iş… Ve elbette, kapısında adam dövülmeyen doğru dürüst bir üniversiteden mezun olup doğru dürüst bir iş bulmak isteyen öğrenci ya da belki küçük dükkanını kapatıp şansını yaban ellerde denemek isteyen küçük esnaf da benzeri duygular içindedir. Bir ülkede bu kadar çok genç nüfus varsa ve bu insanların okul görmüşleri bile kahve köşelerinde ömür tüketiyorsa ve daha da önemlisi o ülkenin solu ciddi bir alternatif güç ortaya koyarak söz konusu taleplerin emekçilerin kendi öz güçleriyle elde edilebileceği bilincini yaratamamışsa, beklenebilecek olan herhalde bundan fazlası değildir.
Dolayısıyla politik arenadaki karışıklık da (Kıbrıs, vb.) aslında onların duygularına tam olarak denk düşen bir şey değil. Şüphesiz onlar da medyatik yoldan yönlendirilerek bu spekülasyon deryasına dalıp gidiyorlar; ama son tahlilde derinlerdeki sorun aynı kalıyor. Bu süreçte kitlelerin “ulusal” duygularına oynamak isteyen MHP-FP ya da “Kemalistler”inde gözle görünür bir başarı sağlayamaması bu sorunla ilgilidir. İşsiz, yoksul ve mutsuz insan kitleleri, açıkçası “ulusal onur” gibi lafları, hele ki bu laflar elli yıldır emperyalistlerle kolkola olanlardan geliyorsa, çok da fazla umursamıyorlar. Bir yanından bakılınca belki anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı duyguların zayıflamış olması pek hoş bir şey gibi görünmüyor; ama gerçeklik böyle. İnsanlar, insan gibi yaşamak istiyorlar ve bunun bir devrim ya da toplumsal hareket yoluyla sağlanabileceği bilincinden ne kadar uzaksalar, önlerine çıkan yanılsamalı olgulara o kadar yakınlaşıyorlar. Her emekçi, önüne çıkan olgulara pratik bir kıyaslama ile yaklaşır ve bu çok anlaşılabilir bir durumdur. Bir ülkedeki yoksulluk ve işsizlik ne kadar derinse, o ülkenin emekçilerinin -devrimci gelişmelerin yaşanmadığı ya da belirgin sosyalist ülke örneklerinin var olmadığı koşullarda- arzu ettiği ya da razı olabileceği hayat standartları o ölçüde düşük seviyelerde oluşur. Yeni-sömürge kapitalizminin ilk “kalkınma” yıllarında kentlere yığılan milyonlarca insan hayatla ilgili beklentilerini nasıl kendi köydeki hayatıyla kıyaslayarak oluşturuyorduysa, bugün de herhangi bir emekçinin örneğin “serbest dolaşım”la ilgili beklentisi herhangi bir Fransız işçinin standartlarından daha aşağıdadır. Ama sorun şu ki, o kadarı bile işsizlik ve yoksulluk içinde kıvranan insanların hayatında bir anlam ifade etmektedir.
Bütün bunlardan ötürü, devrimci sosyalizm emekçilerin bu somut duygularının ve isteklerinin üzerinden atlayamaz. Bütün bunlardan ötürü, bir başka pencereden bakıldığında saçma ve anlamsız görünebilecek olan bir tartışma, mantıklı ve anlamlı hale gelir.
Bizi sorunu irdelemeye ve bir tutum ortaya koymaya iten şey işte tam da budur.

Giriş: Emperyalistler Arası
İlişkinin Mantığı ve Kısa Tarihi

Böyle bir kısa açıklamadan sonra konunun irdelenmesine geçtiğimizde, liberal sol tarafından önümüze açılmış bulunan kavramsal vadilerden yürümeyeceğimizi, soruna devrimci sosyalizmin kendi çözümleme yöntemiyle yaklaşacağımızı en baştan söylemeliyiz.
Bu çözümleme yönteminin özü ise bilindiği gibi dönem kavrayışına dayanır.
Esasen emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler, her zaman çatışmalı bir karakter göstermiştir; bu biliniyor. Geçtiğimiz yüzyılı kana bulayan iki büyük savaş bunun açık kanıtıdır. Tıpkı tek tek kapitalistler gibi kapitalist ülkeler de tarih boyunca hiçbir zaman kendi aralarında yekpare birlikler yaratamamışlardır; bu, ne kadar düzene konulmaya çalışılırsa çalışılsın kapitalist üretimin doğasından sökülüp atılamayan bir olgudur. Tek tek her kapitalistin çıkarları nasıl diğerleriyle çelişki içindeyse, eşitsiz ve sıçramalı bir biçimde gelişen kapitalist ülkelerin çıkarlarının da birbirleriyle uzlaşması mümkün değildir. Ya da şöyle söylenebilir: Eşitsiz gelişim yasası, her uzlaşma ve birlik girişimini sürekli ve kalıcı olmaktan alıkoyar; çünkü şu ya da bu süreçte bazı kapitalist ülkelerin öne çıkması ya da geriye düşmesi hegemonya ilişkilerini değiştirir ve mevcut birliktelikleri çatırdatarak yenilerine yol açar.
Bu ilişkilerdeki köklü değişiklikler ise başka bir dizi faktörle birlikte emperyalizmin tarihsel dönemlerini karakterize eder.
Sosyalist Barikat okuru daha önceki yazılarımızdan biliyor; devrimci sosyalizmin bunalım dönemleri çözümlemesi, başlıca üç temel üzerinde şekillenir: Dünya kapitalist ekonomisinin sömürü modeli, bunlardan birincisidir. “Sermayenin, mal ve hizmetlerin hem ulusal, hem de uluslararası alanda dolaşım tarzı, mali sermaye ile üretim süreci arasındaki ilişki, uluslararası kapitalist işbölümü, hegemonik sektörler, kapitalist iş örgütlenmesi (fordist ve postfordist yöntemler vb.), emperyalistler ile bağımlı (sömürge ve yarı-sömürge/yeni-sömürge ülkeler arasındaki ilişki tarzı ve bağımlı ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumlanışları, emekçilerin kazanımlarının ve örgütlenmelerinin düzeyi ile ücret ve ücret politikaları vb. öğelerin bütünsel tablosu, bize kapitalist ekonominin belirli bir süreçteki sömürü modelini verir.” (Emperyalizmin Bunalım Dönemleri, S. Barikat, 11. sayı) Ve çoğu zaman belli bir burjuva iktisat teorisine de yaslanan bu modelin değişimi, kapitalist dünyanın çehresinde köklü bir değişiklik anlamına gelir.
Kapitalist dünyanın siyasal, toplumsal, örgütleniş tarzındaki değişiklikler bir diğer temel faktördür. Emperyalistler arası ilişki ve çelişkilerin (hegemonya mücadelesi) durumu, devlet biçimleri, kültürel sosyal ve ideolojik biçimleniş vb.. bu kategori içinde değerlendirilir.
Üçüncü temel unsur ise ise sosyalist hareketin ve dünya halklarının mücadelelerinin aynı süreçteki durumudur.
Her tarihsel süreç, bu üç temel unsur etrafında biçimlenir ve her tarihsel süreçte ya da bunalım döneminde “sistemin genel bunalımı derinleşir, yeni öğeler ortaya çıkar, çatışkılar, değişimler birikir, birbirine eklenir ve sürecin belirli bir aşamasında mevcut işleyiş modeli bütünsel bir kırılmaya, değişmeye uğrar. Yeni bir ilişki, çelişki ve çatışma düzeyi, yeni bir işleyiş modeli, yani yeni bir bunalım dönemi ortaya çıkar.” (agy)
Bu bağlamda, emperyalistler arası ilişkiler, onların kendi aralarında (birbirlerine karşı ya da ortak olarak) kurdukları ittifaklar, birlikler, bir sürecin anlaşılmasında -diğer unsurlarla birlikte-hayati öneme sahiptir. Genel olarak “hegemonya mücadelesi” dediğimiz bu süreç, emperyalist ülkelerin yöneticilerinin (örneğin Bush ya da Chirac, vb.) keyfi tercihlerinin sonucu değildir, bu süreç eşzamanlı olarak rol oynayan birçok faktörün etkisi altında biçimlenir.
Eşitsiz gelişme, kapitalist dünya sisteminin hiyerarşik bir düzen içersinde yürümesine ve her dönem bileşenleri değişen güç piramitleri yaratmasına yol açar. Sistemin doğası gereği bu piramit hiçbir zaman durağan ve kesin değildir; “sermaye birikiminde, yeni teknolojilerin üretiminde ve kullanımında, yeni pazarlar elde etmede, askeri ve siyasal alanda gücünü büyütmede ilerleme gösteremeyen, rakiplerini yenemeyen ülkeler kaçınılmaz biçimde hiyerarşinin alt basamaklarına itilirler.
Hiyerarşi piramidinin alt basamaklarında bulunan emperyalist güçler ve diğer ülkeler ile üst basamaklarında bulunanlar arasında sürekli bir rekabet ve çatışma sözkonusudur.” (agy)
Çoğu kez piramidin en üstü bir ya da birkaç emperyalist ülke tarafından işgal edilmiştir. En güçlü ekonomiye, askeri, siyasal güce, kültürel ve sosyal etkinliğe sahip, sistemin bütünü için genel düzenlemeleri yapabilecek konumda olan bu ülke ya da ülkeler, dünya çapında üretilen artı-değerin aslan payını alır, sistemin olanaklarından en fazla yararlanırlar. Bu, aynı zamanda sistemin sürdürülmesi için gerekli külfetlerin de bu ülkeler tarafından yüklenilmesi anlamına gelir. Kolayca anlaşılacağı gibi böyle bir sistem, sürekli güç savaşlarını zorunlu kılar.
Hegemonik güç olma savaşımında bir çok faktör rol oynar. Bunlardan en önemlisi kapitalizmin o süreçteki sömürü modelini kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretimine büyük hız kazandıracak ve kar oranlarında düşüşü engelleyecek, ciddi bir yükseliş sağlayacak tarzda değiştirmek ve bu temelde oluşturulacak yeni sömürü modelini sistemin bütününe egemen kılma çabasıdır. Çeşitli sektörlerin geliştirilmesi ve hakim kılınması ve bütün bu alanlardaki öncülük söz konusu çabanın temelini oluşturur
Siyasal ve askeri alanlardaki ataklar da aynı mücadelenin başka bir cephesidir. Ve kuşkusuz geçen yüzyılın tarihinde sık sık tanık olduğumuz gibi savaşlar bu mücadelenin en önemli aracıdır. Tamamen paylaşılmış bulunan pazar alanlarının yeniden paylaşılması çoğu kez büyük ve kanlı savaşlarla mümkün olur.
Ayrıca sisteme egemen olan güç, savaş dışındaki zamanlarda da dünya politikasına ağırlığını koyar, bütün emperyalist kurumlarda ve ortaklıklarda, vb. kendi politikalarını dayatır, dünyanın çeşitli bölgelerindeki olaylarda kendisinin ve sistemin lehine sonuçlar elde etmeye çalışır, tehditten şantaja ve bölgesel müdahalelere kadar her yolla sistemin “bir numara”sı olduğunu, “büyük ağabey” olduğunu ortaya koyar. Emekçi halkların ve sosyalist güçlerin dünyanın her köşesinde bastırılması görevi de esas olarak bu mücadelenin bir parçasıdır. Dönemler değişir, bu güç ilişkileri de değişir ve bu kez yeni güçler sürece ağırlıklarını koyar. 1950’lerden sonra Vietnam ve bazı Afrika ülkelerinde ABD’nin Fransızların, Belçikalıların yerini almaları bunun tipik örnekleridir.
1870’lerden başlayarak Ekim Devrimi’ne dek devam eden emperyalizmin I. Bunalım dönemi, kapitalist dünyanın klasik sömürgeci kastının ve özellikle İngiltere’nin hegemon olarak başı çektiği bir süreçtir. Ancak öte yandan daha 1900’lerin başında bile ABD uzaktaki bir kapitalist güç olarak hızlı gelişmesini sürdürmekte ve sürece ağırlığını koymaktadır; dolayısıyla İngiltere’nin hegemonyası varlığını korumakla birlikte aşınmaya başlamıştır. Bilindiği gibi bu süreç, söz konusu hegemonya ile ona karşı mücadele eden emperyalist güçlerin karşılıklı ittifaklar kurmasıyla karakterize olmuş, İngiltere’nin başını çektiği İttifak Devletleri ile Almanya’nın başını çektiği İtilaf Devletleri arasındaki kanlı hesaplaşma dört yıl boyunca dünyayı kasıp kavurmuştur.
Ekim Devrim’nden sonra başlayan ve 1945’e dek süren II. Bunalım Dönemi ise dünya tarihinin en karışık ve dinamik dönemidir. I. Paylaşım savaşının ortaya çıkardığı yeni tabloda artık ABD belirgin bir güç olarak kendini daha fazla ortaya koymakta ve mevcut hegemon ilişkiyi dünya planında delmektedir. Savaş boyunca zenginliklerinin %10’unu bile harcamadığı halde sonuçta ortaya çıkan politik tabloda etkin olan bu güç (ve gitgide varlığını duyuran Japonya) olağanüstü bir önem kazanmıştır. 1929’a dek uzanan süreçte görülen tablo, gerileyen Avrupa ve gelişen ABD tablosudur. Daha sonra gelen 1929 krizi tam bir çöküntüdür; ancak daha ağırlıklı olarak ABD’yi vurduğu halde bu korkunç krizin Avrupa’daki sonuçları daha vahim olmuştur.
ABD yeni ekonomik politikalarla yıkıntının altından kalkabilirken Avrupa’nın büyük kapitalist ülkeleri boydanboya kaos içine gömülmüş ve sonuçta yeniden paylaşım ihtiyacı ortaya çıktığında artık bunun ideolojik altyapısı olarak faşizm de bu bataklık içinden filizlenmiştir. Bu kez emperyalistler arası kamplaşma, yeni bir ittifaklar sistemi içinde oluşmaktadır. Bir yanda sadece kaybedilmiş pazarların değil “dünya hakimiyeti”nin de peşine düşen Almanya ve onun yardakçısı İtalya (ve tabii ki Japon militarizmi), diğer tarafta ise zinde güç olarak ABD’nin çevresinde oluşan diğer güçler...
Ve tabii, bu kez tablonun bir başka unsuru daha vardır: Birbirleriyle savaşa tutuşan bu güçlerin tümünün düşman olduğu Sovyetler Birliği! ABD ve İngiltere’nin başını çektiği kampın Alman militarizminin varlığına uzun süre katlanmasının nedeni kuşkusuz budur. Sürecin bir noktasında ABD bütün ağırlığıyla savaşa girdiğinde ise artık Avrupa’nın diğer emperyalist güçlerinin soluğu tıkanmıştır.
Savaş bittiğinde ortaya çıkan sonuçlardan birincisi sosyalizmin kazandığı olağanüstü etkinlikse, ikincisi artık İngiltere’nin klasik hegemonyasının tarihe karışması ve ABD’nin tartışılmaz hakimiyetidir.

III. Bunalım Döneminin Hegemonya İlişkileri
ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Oluşumu

Böylece savaşın ardından başlayan III. Bunalım Dönemi, savaştan dolayı harap olmuş Avrupa karşısında aynı savaşta en az yıpranan ülke olan ABD’nin kesin ve açık üstünlüğüyle karakterize olur. Emperyalist pazarların daralması karşısında ABD bir yandan Marshall Planı gibi yollarla Avrupa’nın yeniden inşasını organize etmekte ve böylece üstünlüğünü perçinlemekte, diğer yandan ise sosyalizme karşı yeni bir haçlı seferi başlatarak kapitalist ekonomiyi olağanüstü düzeyde askerileştirmektedir. Bu arada Avrupa metropollerinin eski sömügeci yöntemlerini parçalayan ABD artık dünyanın dört bir köşesinde yeni-sömürgecilik yoluyla pazarlara hakim olmaktadır.
Aynı dönem ABD’nin dünya kapitalist ekonomisine de büyük ölçüde hakim olduğu ve yeni bir düzen getirdiği yılları kapsar. Bretton Woods anlaşmasıyla doların egemenliğinin ilan edilmesi ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların (ABD’nin hegemonyasında) yaratılması ve hem kapitalist üretimin yeni sektörlerinde hem de sömürü modelinde tartışmasız kuralların ABD tarafından konulması dönemin tipik özellikleridir. Aynı biçimde sistemin ortak saldırı gücü olarak NATO’nun inşası, “papaz” rolü için de BM’nin aktifleştirilmesi aynı sürecin politik-askeri ataklarıdır.
Dikkat edilirse bu dönemin en çarpıcı özelliği, emperyalistler arası ilişkilerde 1914 ya da 1940’ların klasik kamplaşma biçimlerine artık rastlanılmaması, bunun yerine emperyalist ülkelerin tümünü kapsayan ortak örgütlerin geçmesidir. NATO ya da IMF-Dünya Bankası gibi örgütler, sonuçta bütün sistemi ifade eden örgütlerdir ve bu kez emperyalistler arası çıkar kavgası bu örgütlerin içine taşınmıştır. Şüphesiz bu örgütlerin tümünde dönem boyunca ABD’nın tartışmasız bir egemenliği vardır ama yine de hiçbir emperyalist ülke bu genel örgütlerden çıkarak, onları reddederek düşman bir kamp yaratmamakta, bütün hesaplaşmalar bu ortak örgütlerin içinde yaşanmaktadır. Şüphesiz bunda hem ABD’nin ezici üstünlüğü, hem de sosyalist kampın aynı süreçte ulaşmış olduğu olağanüstü gücün yarattığı derin korku rol oynamaktadır.
1970’lerde Mahir Çayan’ın yeni bir emperyalistler arası paylaşım savaşını olası görmemesi bununla ilgilidir. Bu, o zamanlar çok basitleştirilerek tartışıldığı gibi bir “savaş çıkar-çıkmaz” meselesi değildir. Bu tezden hareketle Çayan’a “emperyalizmin doğasını anlamamak” suçlaması yapanların bir türlü kavrayamadıkları şey şuydu: Mahir Çayan, aslında böylece devrim umudunu büyük paylaşım savaşlarının yaratacağı krizlere bağlamış olan klasik ayaklanmacı akımı uyarmakta ve sonuçta özet olarak bugünün dünyası budur, hazırlop kriz beklemek yerine mevcut “sürekli kriz” durumunun devrimci müdahaleyle derinleştirilmesi daha doğrudur, demektedir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) oluşumu da bu gerçeği değiştiren bir durum olmamıştır. Esasen bu Avrupa için eski bir düştür; ama II. Paylaşım savaşı 1945’te Avrupa baştanbaşa bir harabe haline getirerek bittiğinde artık kendini dayatmıştır. Kapitalist Avrupa bir yıkımıniçinden geçmiştir. Bir yandan faşist orduların darmadağın edilmesinden sonra etki alanını genişleten sosyalizm Berlin kapılarına dek gelip dayanmıştır, diğer yanda ise Avrupa’nın göbeğinde Fransa, İtalya gibi bütün büyük kapitalist ülkelerde sosyalist-komünist partiler güç kazanmaktadır. Bu koşullarda ABD, Marshall Planı yoluyla yıkıntıya uğramış Avrupa kapitalizmini onarmaya çalışmakta ve aynı zamanda da Avrupa’daki ekonomik-politik-askeri varlığını kalıcılaştırmaktadır.
Belli başlı Avrupalı emperyalist ülkeler arasında bir “ortaklık” fikrinin canlanması da tam bu dönemde, savaştan hemen sonra gerçekleşmiştir. Daha 1946 yılında bir konuşmasında Winston Churchill “‘Sovyetler Birliği tehlikesi nedeniyle yükselen tansiyon karşısında, Avrupa Birliği daha fazla gereklidir’’ demektedir. Uzun ömürlü olmayan birkaç ortaklık denemesinden sonra, bir yandan sosyalizme karşı bir duvar örebilmek, diğer yandan ise ekonomik çıkarlarını koruyabilmek amacıyla güçlerini bir araya getirmek isteyen Avrupalı emperyalistlerden altısı, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg, 5 Mayıs 1949’da Avrupa Konseyi’ni, 18 Nisan 1951’de de Paris’te imzaladıkları bir anlaşma ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurmuşlardır. Daha sonra bu altı emperyalist ülke, işbirliğini ilerletmişler ve 1 Ocak 1958’de Roma Anlaşması’yla Avrupa Ekonomik Topluluğu biçimine dönüştürmüşlerdir. 1960’lara gelindiğinde artık Avrupa Topluluğu adı kullanılmaktadır ve 1973’te İngiltere olmak üzere İrlanda ve Danimarka gibi başkalarının da katılmasıyla, topluluk emperyalist Avrupa’nın aşağı yukarı bütününü kapsar hale gelmiştir.
Ancak, 1950-1990 sürecin bütününe baktığımızda, Avrupalı emperyalistlerin bu örgütlenişinin yine de eski dönemlerin emperyalist savaşa dek giden klasik örgütlenişlerinden farklı olduğu kesindir. Şüphesiz bu ülkelerin bir araya gelişlerinin arka planında ABD’nin sınırsız ve küstah hegemonyasının törpülenmesi-geriletilmesi amacı vardır; ama bu doğrudan çatışmayı göze alan bir eğilim değildir. Yani karşı karşıya olduğumuz şey, bu kez artık “İttifak-İtilaf” ya da “Mihver-Müttefik” kampları gibi bir güçler yığılması değildir. Birincisi somut bir gerçeklik olarak ABD hegemonyası dünyada duruma hakimdir ve Avrupa artık kabullenilmiş olan bu duruma karşı radikal bir çıkış yapabilecek ekonomik-askeri güce sahip değildir. İkincisi, çok değil birkaç metre ötede bulunan sosyalist kampın ürkütücü varlığı kapitalist dünyadaki çatışmalı entegrasyonun devamını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla dönem boyunca Avrupalı emperyalistlerin bu örgütlenişi, kuşkusuz geleceğe dönük olarak güç biriktirmiş, zaman zaman kendi çıkarlarını koruyacak ataklar denemiş ama hiçbir zaman ABD hegemonyasıyla cepheden çatışan bir noktaya ulaşmamıştır. IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi kurumlardaki ABD ağırlığı, oy oranlarıyla da sabittir. Avrupa’daki ABD askeri personelinin miktarına da bakarsanız göreceğiniz şey aynı gerçekliğin bir başka yüzüdür. Sonuç olarak Avrupalı emperyalistlerin 1950’lerden itibaren başlayan bu örgütlenişi, ABD hegemonyasını sıkıntıyla da olsa veri kabul eden, bu güce karşı bir tepkiyi yansıtmakla birlikte onunla sert bir hesaplaşmayı göze alamayan bir tabloya sahiptir.
Her şeye karşın burada not edilmesi gereken olgu, özellikle 1970’ten sonra ABD ekonomisinde ortaya çıkan ağır krizin hegemonya savaşını da etkileyen yanıdır. Bretton Woods’ta kurulan para düzenini bozan ve doların egemenliğine ciddi bir darbe indiren bu kriz, özellikle Vietnam yenilgisi nedeniyle ortaya çıkan büyük prestij kaybı ile birleşerek ABD hegemonyasını zayıflatan bir tabloyu ortaya çıkarmış ve özellikle bu noktadan sonra Avrupalı emperyalistler ve Japonya gibi unsurlar daha fazla aktifleşmeye başlamışlardır. ABD’nin egemenliği sona ermemiş ama ciddi yaralar almıştır. Daha doğrusu sistemin bütünü açısından artık mevcut sömürü model ve ilişkileri yetersizleşmekte, genel bir istikrarsızlık ortamı kapitalist dünyayı zora sokmaktadır. Yaklaşmakta olan, 1980’lerin restorasyon yıllarıdır.

90’lar, Yeni Tarihsel Süreç
ve Emperyalistler Arası İlişkilerin Durumu

1990’lara gelindiğinde ise önümüze yeni bir dünya manzarası çıkmıştır.
Kuşkusuz, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte başlayan bu yeni süreç, birçok başka alanda olduğu gibi Avrupa cephesinde de köklü değişikliklere neden olmuştur.
1990 tarihsel bir dönemeç noktasıdır, emperyalist-kapitalist sistemin ve sosyalist hareketin gelişim seyrinde yeni bir tarihsel dönemin kapısının aralanmasıdır. 1990’dan itibaren, 1945’ten (kimi öğeleri itibariyle 1917’den) bu yana hakim olan dünya tablosu net bir biçimde değişmiş, dünya büyük alt-üst oluşlarla yeniden biçimlenmeye başlamıştır.
Her şeyden önce, 1990’lara kadar sosyalist sistem ile kapitalist sistem arasındaki çelişki ve çatışmanın ekseninde belirlenen dünya çapındaki ilişki, yapı ve dengeler, sosyalist sistemin çöküşü, sosyalist hareketin genel bir kriz içine girişi ve gerileyişi ile birlikte kapsamlı bir değişime uğramış, mevcut toplumsal modellerin, ilişkilerin, çelişkilerin, yapı ve dengelerin bir bölümünün ortadan kalktığı, bir bölümünün ise hızla yapısal bir değişim içine girdiği ve böylece yeni ilişki, çelişki, yapı ve dengelerin oluştuğu yeni bir sürece girilmiştir.
1980’lerden itibaren başlatılan restorasyon programının bir sonucu olarak, eski sömürü modeli kapsamlı bir değişikliğe uğratılırken, finans sermayesinin, mal ve hizmet üretiminin, dolaşımının ve pazarların tümüyle serbestleştirilmesine dayanan yeni bir modelin temelleri atılmış, neoliberalizm olarak tanımlanan bu model uyarınca, tüm insan etkinliklerinin ve o güne değin belli ölçülerde meta üretiminin dışında kalan kamusal hizmetlerin vb. de meta üretimine dahil edilmesi ve kapitalist sömürü alanları haline getirilmesi sağlanmıştır.
Ayrıca standart kitle üretimi ve düzenli istihdam temeline dayanan eski üretim modeli de aynı yıllarda yerini emek sürecini parçalayan yeni ve “esnek” politikalara bırakmış, işçi sınıfının hem zihinsel, hem de fiziki olarak yoğun biçimde sömürülmesini esas alan bu politikalar öne çıkmıştır.
Politik alanda ise bu sürece yeni-sağ politikaların emperyalist kampta tartışmasız bir etkinlik kazanması denk düşmüş, yalnızca ABD’de değil, boydanboya bütün Avrupa’da da en saldırgan, en militarist kesimlerin egemenliği ortaya çıkmıştır. Üstelik bu politikalar giderek özellikle Avrupa’da yönetici partilerin yüzeydeki ideolojik eğilimlerinden ya da isimlerinden bağımsız olarak genel bir yayılma göstermiş, yani en azgın Reagan-Bush ekolü ile İşçi Partisi adını taşıyan Blair tarzı arasındaki farklar erimiştir. Artık en vahşi neoliberal politikaların uygulanmasında sosyal demokratlar, “sosyalist” partiler ve muhafazakar hıristiyan demokratlar aynı çizgilerin devamcıları haline gelmişlerdir. Reel Sosyalizmin sahneden çekilmesinden sonra bu saldırgan eğilim ortaya çıkan muazzam pazarların tam denetimi için gerekli buldukları bütün haydutluk biçimlerini (zaman zaman iç çatışmalar yaşansa da) genel bir ittifak biçiminde uygulamışlardır.
Ve şüphesiz, bu restorasyon, kültürel, sosyal, ideolojik vd. alandaki kapsamlı bir saldırıyla birlikte yürütülmüş, postmodernizmin felsefi zemininde insan ilişkilerini ve bütün insani değerleri çürüten politikalar öne çıkarılmıştır.

Çatışmalı Hegemonya, Sistemin Güç Odakları ve
AB’nin Genişlemesi Süreci

Kısaca özetlediğimiz bu tarihsel süreçte emperyalistler arası ilişkilerin vardığı yeni nokta, konumuz açısından son derece önemlidir. Çünkü bu olgu, Türkiye gibi ülkelerin bağımlılık ilişkilerinin derinleştirilmiş biçimleriyle birlikte Avrupalı emperyalistlerin etki alanlarını genişletme çabasını da anlamamıza yardımcı olacaktır.
1980’lerden itibaren sürece müdahale eden ABD emperyalizmi, 1990’lar sonrasında dünya çapındaki hegemonyasını perçinlemiş ve kendi ekonomik-politik-askeri politikalarını kapitalist dünyaya dayatmakta bir adım daha öne çıkmıştır.
ABD, “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” söylemleriyle yürütülen bu operasyonla, yeni sömürü ve hegemonya ilişkilerinin sürece uyarlanmasına öncülük etmiş ve dünya çapındaki sömürüden aslan payını almayı garantilemeye çalışmıştır. Operasyonun politik-ideolojik arkaplanının örülmesinde de öncülük eden ABD, bu politikalar zemininde dünyanın dört bir köşesinde operasyonlar yürütmüş, eski sosyalist ülkelerin ve yeni-sömürgelerin mali spekülasyon, kara para akışı ve özelleştirmeler yoluyla yağmalanması ve enkaza dönüştürülmesi, aykırı yoldan giden ülkelerin siyasal ve ekonomik abluka yoluyla tam teslimiyete zorlanması, çok ileri gidenlerin ise askeri açıdan ezilmesi dönemin karakteristik olguları haline gelmiştir.
Yeni-sömürgelerin yönetilmesinde doğrudan askeri müdahalelerin yoğun olarak kullanılması, eski reel-sosyalist ülkelerin bir bölümünün bağımlılaştırılması, diğer emperyalist ülkelerle daha güçlü bağımlılık ilişkileri olan yeni-sömürgelerin (Afrika’da olduğu gibi) iç savaşlar, darbeler, bölgesel savaşlar yoluyla kendisine bağlanması, stratejik hammadde kaynaklarının bulunduğu alanların istikrarsızlaştırılması ve her türlü araç kullanılarak denetim altına alınmaya çalışılması, hem halk direnişlerini törpülemek hem de rakip emperyalist blokların gelişmesini göğüslemek için dünyanın belirli bölgelerinde NAFTA gibi birlikler ya da BOP gibi projelerin organize edilmesi de artık yaygın uygulamalardır.
Şüphesiz bütün bu hegemonya pekiştirme yöntemlerinin temelinde duran ve onu ayakta tutan asıl olgu ise, ABD’nin dünya çapında uyguladığı azgın şiddet politikası ve jandarmalık konumudur. Son yirmi yılda kendi ekonomisini adeta bir askeri tesisler kompleksi haline getiren ve devasa miktarlarda kaynağı bu alana aktaran ABD emperyalizmi, süreklileştirilmiş ve adeta artık durdurulamaz bir çark haline gelmiş olan olan saldırganlığıyla dünyayı biçimlendirmekte ve diğer emperyalist ortaklarını da bu politikalara ya katmakta ya da razı etmektedir. Bütün bu politikaların ABD ekonomisi açısından ağır bir yük oluşturduğu ve çok ciddi kriz unsurlarını biriktirdiği doğrudur; ama öte yandan bu militarist çarkın artık sürekli dönmek zorunda olduğu da aynı ölçüde doğrudur; çünkü hegemonya sisteminin ritmi buna bağlanmıştır.
Avrupalı emperyalistlerdeki gözle görülür kıpırdanmanın tam da bu döneme rastgelmesi kuşkusuz rastlantı değildir. 1945-90 sürecinde sosyalist hareketin sistemin varlığını tehdit eden gücünden duyulan korkuyla birlikte hareket eden ve uzlaşmaz çelişkilerini açık mücadeleler yoluyla dışa vurmayarak ABD’nin jandarmalığı etrafında birleşen emperyalist güçler, bu tehdidin ortadan kalkmasından sonra, kendi ittifak ilişkilerini yeniden biçimlendirmekte, ABD hegemonyasına karşı -yine de ölçülü sayılabilecek- karşı çıkışlarını organize etmeye başlamışlardır.
Almanya ve Fransa’nın sürüklediği Avrupa Birliği, süreçte belli bir ağırlığı olan Rusya, Uzakdoğu’da herbiri kendi ölçülerince gelişme kaydeden Japonya ve Çin, bu hegemonik ilişkiye karşı doğrudan olmasa da karşı çıkan, dünya sömürü pastasının yeniden paylaşılmasını isteyen güçler olarak varlıklarını ortaya koymaktadırlar. Bu hegemonyaya doğrudan müdahale edebilecek güçleri olmasa da en azından bölgelerde kendi çıkarlarını dayatabilen bu güçler arasında en örgütlü olanı ise kuşkusuz Avrupa Birliği temelinde bir araya gelen Avrupalı kapitalistlerdir.
1950’li 1960’lı yılların AET’sini bugünün genişletilmiş AB’sine dönüştüren gerçeklik işte böyle bir hegemonya savaşıdır. Bu, artık “Kömür Birliği” aşamasını çoktan aşmış bir durumdur. Başını Fransa ve Almanya’nın çektiği Avrupalı emperyalistler, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan muazzam pazarlar ve hammadde-enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olabilmek, en azından kendi asgari çıkarlarını muhafaza edebilmek amacıyla kendi aralarındaki birliğin konseptini değiştirmişler, yeni kurallar bütünlüğünü inşa ederek geçmişte adeta bir aristokrat kulüp gibi yalnızca Batı Avrupa’nın zengin ülkelerini kapsayan AB’yi özellikle eski reel sosyalist ülkeleri de içine alabilecek bir esnekliğe kavuşturmuşlardır.

“Genişleme”nin Aşamaları ve Niteliği
Burada biraz durup “genişleme” aşamalarını bir kez daha baştan ele alıp özetlersek, 1950’lerde Federal Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’dan oluşan 6 üyeli Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun bugünkü 25 üyeli AB’ye dönüşüm süreci daha iyi anlaşılır. Çünkü bütün bu genişleme aşamaları, aynı zamanda bir hegemonya savaşının da birbiri ardına gelen bölümleri gibidir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (daha sonra Avrupa Topluluğu) ilk genişlemesi, 1973’te İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın katılımıyla gerçekleşmiştir ve bu genişleme oldukça sancılıdır. Kapitalist dünyadaki ABD hegemonyasının belli bir kırılmaya uğradığı bu süreçte özellikle sadık ABD müttefiki olarak bilinen İngiltere’nin katılımı Fransa gibi ülkelerde sıkıntı yaratmış, böylelikle Avrupa’nın birliğinin zedelendiği tartışmaları uzun süre devam etmiştir. Gerçekten de İngiltere bugün dahi Avrupa cephesinin asli unsuru gibi durmamakta, çoğu kez müttefiki ABD’nin Truva Atı gibi dengeleyici-törpüleyici bir rol oynamaktadır. Ama sonuçta böylece bir bütünlüğe doğru ciddi bir adım atılmıştır.
Daha sonraki katılımlar ise biraz “takımın tamamlanması” gibidir. Bazılarında belirgin bir dirençle karşılaşsa da Avrupa Topluluğu, kapitalist Avrupa’nın kalburüstü bütün ülkelerini tek tek kapsamış ve böylece belli bir bütünlüğe ulaşmıştır. 1981’de de Yunanistan’ın katılımıyla üye sayısı 10’a çıkarken, 1986’da İspanya ve Portekiz’in katılımıyla bu sayı 12’yi bulmuştur. Daha sonraki aşamada ise (1995) Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri gerçekleşecek ve böylece 15 üyeli Avrupa Birliği yolu açılacaktır. Ama bu noktaya gelene kadar artık belli bir hiyerarşi ve güç piramidi de oluşmuştur. Almanya, Fransa ve Belçika-Hollanda’nın başını çektiği ve İngiltere’nin ABD ile bağını koparmadan katıldığı bu piramide sonradan eklenen bu yeni ülkeler, (özellikle Yunanistan ve Portekiz gibileri) hiçbir zaman birliğin çekirdek grubu kadar etkili olamayacaklardır.
1980’lerden başlayarak bütün kapitalist dünyayı saran neoliberal restorasyon süreci reel sosyalizmin çöküşüyle birleştiğinde ise asıl genişleme süreci başlamıştır. Ancak bu kez, Doğuya doğru! Bu sürecin ayrıntılı bir incelenmesi aslında bize 1990’daki çöküntünün bazı anahtarlarını da verir. Örneğin daha 1990’a gelmeden, 1989’da AT, Polonya ve Macaristan’ın “demokrasiye geçiş sürecine yardımcı olmak” üzere PHARE adıyla bir program oluşturmuş ve para akıtmaya başlamıştır. 1995-1999 yılları için 6.9 milyar Euro olarak saptanan bu miktar, 1999’da iki katına çıkarılmış, ayrıca 2004 yılından itibaren katılacak yeni üyeler için kullanılacak fonlar bu miktardan ayrı tutulmuştur. Yapılan şey, açıkça eski sosyalist ülkelerin -ama örneğin Arnavutluk gibilerinin değil de gelişkin altyapıya sahip olanlarının- sistem içine dahil edilmesidir.
1991’deki Maastricht Anlaşması’yla Avrupa Birliği’nin resmen oluşturulması ve tek para birimi-ortak bir merkez bankası sistemine dayalı bir “ekonomik ve parasal birlik” ile ortak dış politika ve savunma politikası perspektiflerine dayalı “siyasi birlik”’in inşası da tam bu döneme denk düşmüştür. Hemen ardından, 1993’te Kopenhag’da düzenlenen Avrupa Birliği Zirvesi’nde, aday ülkelerin Birliğe üyelikleri için gerekli kriterler belirlenmiştir. “Kopenhag Kriterleri” diye anılan bu belgenin en önemli yanı, “işleyen bir pazar ekonomisinin sürekliliğini” garanti altına alması ve bütün üye ülkelerin dış rekabete karşı önlemler alamayacağını özellikle vurgulamasıydı. Böylece neoliberalizmin yayılması ve eski sosyalist ülke topraklarının tümüyle sömürüye açılması tamamlanmıştır. Bütün kamusal hizmet alanlarının özelleştirilerek ticarileştirilmesi, bu ülkelerin sınırlarının delik deşik edilmesi ve iç hukuklarının da buna göre yeniden düzenlenmesi aynı kriterlerin sonucudur. İşin bu aşamasında kuşkusuz ABD ile Avrupalı emperyalistler herhangi bir çelişki içersinde değillerdir ve zaten operasyonun her aşamasında IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi ortak emperyalist kurumlar devrededir.
Ancak öte yandan bu genişleme atağı, bir hegemonya ve pazar paylaşımı savaşının da yolunu açmıştır. Özellikle eski sosyalist ülke toprakları üzerinde gerçekleşen büyük çıkar savaşı, aslında salt Avrupa’ya ilişkin bir sorun olmakla da kalmamakta, böylelikle gücünü ve kaynaklarını genişleten Avrupalı emperyalistler, bu güç vasıtasıyla dünyanın başka köşelerinde de kendi çıkarlarını korumaya, daha doğrusu dünya politikasının bütününe belli bir ağırlık koymaya çalışmaktadırlar. Ortak hukuki düzenlemeler, sınırların kaldırılması, Gümrük Birliği’nin sağlanması ve ortak para birimi Euro’ya geçiş, AGSP adı altında kendi ordusunu kurması gibi kararlarla Avrupa’nın büyük kapitalistleri kendi çevrelerinde bir ikinci çember yaratmayı ve bu güç ilişkisini uluslararası arenaya da yansıtmayı amaçlamaktadırlar.
Şüphesiz bu, kısa vadede keskin çatışmaları gündeme getirecek sıçramalı bir değişim noktası değildir. Emperyalistler arasındaki her ağız dalaşında yakın bir dünya savaşının belirtilerini gören ve böyle bir savaşın 1917’de olduğu gibi büyük bir krizin ve devrimlerin önünü açacağını varsayan politik akımlar, yanlış bir değerlendirme içindedirler. Bugün yaşanmakta olan şey, güçlerin biriktirilmesi ve çatışma unsurlarının mayalanması aşamasıdır ve emperyalist savaşların kaçınılmazlığı ile belli bir anda somut olarak gerçekleşmesi arasında oldukça geniş bir açı vardır.

Açıklayıcı Bir Kavram: Çekirdek Avrupa
Elbette bu kritik noktada “genişleme” atılımı, bir eşitler ilişkisi anlamına gelmemektedir. Her şeyden önce AB’nin 90’lardan sonra başlayan genişleme süreci, daha önceki yıllarda gerçekleşen katılımlardan nitelik olarak farklıdır. Daha önceki katılımlar, zayıflıkları güçlülükleri bir yana son tahlilde yine de kapitalist Avrupa’nın parçaları sayılan ülkeleri içerirken, Maastricht ve Kopenhag sonrası süreç, “üçüncü sınıf” üyeler sürecidir. Böylece AB bünyesinde bir “hizmetçiler odası” açılmış ve “Çekirdek Avrupa” diye anılan Almanya ve Fransa gibi metropollerin çevresinde bir “ucuz emek” ve “pazar” çemberi yaratılmıştır. Bir yandan büyük bir emek potansiyeline, diğer yandan ise gelişkin bir altyapıya sahip olan bu yeni üyeler, her bakımdan neoliberalizme uyumlulaştırılmış, böylece bütün ekonomik alanlarını dışa açarken, buna karşın ciddi bir politik etkinlik de sağlayamamışlardır. Süreç içersinde imzalanan bütün anlaşmalara ve yeni üyelerin statüsüne bakıldığında açıkça görülen şey budur.
Esasında AB’nin “genişleme”si de, büyük ölçüde dünya kapitalist ülkelerinin en üst kurumlaşması olan G-8 toplantılarının daha sonradan G-22 gibi yapay rakamlarla yapılmaya başlanmasına benzemektedir. Herkesin gayet iyi bildiği gibi, toplantılara sonradan dahil edilen ülkelerin ciddi bir fonksiyonu olmamakta ve G-22 organizasyonu esas olarak emperyalist politikaların yaygınlaştırılmasının, “kahyalara” iş verilmesinin bir aracı olmaktadır.
Üye sayısının 25’e çıkmasından sonra AB’nin yönetsel sistemimin giderek daha fazla merkezileştirilmesi ve sembolik anlam ifade eden kurumlarda katılım kanalları açılırken asıl işlerin yürütüldüğü merkezi kurumların “sağlam” tutulması da bunun ifadesidir. Özellikle yeni imzalanan Avrupa Anayasası, devlet ve hükümet başkanları tarafından seçilen ve eskisine oranla çok daha geniş yetkilere sahip bir Avrupa Komisyonu Başkanlığı öngörmektedir. Komisyon üyeleri, her bir ülkenin önereceği üçer aday arasından başkan tarafından seçilecek ve bu üyeler, başkan “talep ettiğinde”, istifa edeceklerdir.
Üyeleri doğrudan seçimlerle belirlenen tek Avrupa kurumu olan Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri ise sembolik olmanın ötesine geçmemektedir, hatta parlamento, tek başına yasa çıkarma yetkisine bile sahip değildir: Avrupa yasaları ve çerçeve yasaları, parlamentonun yanı sıra Bakanlar Konseyi tarafından da kabul edilmezse, benimsenmeyecektir. 1996’da Rusya ve nihayet Azerbaycan ve Ermenistan’ın bile dahil olmasıyla toplam 44 üyeye dek çıkan ve Türkiye’nin de uzun süredir içinde yer aldığı bu kurum, bir siyasal forumdan öte anlam taşımamaktadır. Bir başka temel kurum olan AİHM de anlaşmayı imzalayan ülkelerin iç hukuklarına müdahale edebilmekte ama yine de AB’nin asli kurumu olarak görülmemektedir.
Üstelik Anayasa, üye ülkelerde nasıl bir ekonomik sistemin uygulanacağını bile garanti altına almakta ve kimseye şans bırakmamaktadır. “Serbest piyasa düzeni”ni temel ilkelerden biri olarak tanımlayan Anayasanın amaçlar maddesinde, “rekabetin serbest olduğu” ve “çarpıtılmadığı” bir pazar açıkça vurgulanmaktadır. Aynı biçimde Anayasa, tipik bir neoliberal uygulama olarak Avrupa Merkez Bankası’nı “bağımsız”laştırmakta ve “fiyat istikrarını korumak”la görevlendirmektedir.
Kısacası, AB gerçeğinde söz konusu olan şey, “özgür Avrupalıların eşit birliği” değil, yeni gelenlerin ev sahiplerinin koyduğu kurallara uymak zorunda olduğu bir düzendir. Zaten Avrupa ekonomisinin değişik viteslerle çalıştığı ve çalışacağı, yani durumun eşitsiz olduğu ve olacağı hiç gizlenmeksizin ortaya konulmaktadır. Yani, daha buyur edilirlerken buyur edildikleri yerde bir hiyerarşi piramidi olduğu ve bunun devam edeceği ifade edilmektedir.
Bu, kuşkusuz herhangi bir Afrika ülkesininin sömürgeleştirilmesine benzer bir şey de değildir. Burada daha karmaşık bir ilişki vardır. Yani bu ülkeler sıfır noktasındaki muz cumhuriyetleri değil, belli bir sanayi altyapıları, birikimleri olan ülkelerdir ve “üçüncü sınıf üye” olsalar da Çekirdek Avrupa için hegemonya yarışında bir yeni-sömürgeden daha fazla anlam ifade etmektedirler. Bu ülkelerde ekonomik-politik-kültürel olarak duruma hakim olmak, onları ABD’nin etki alanından uzaklaştırarak yönlendirebilmek, ABD karşısında daha güçlü bir odak yaratmak bakımından Avrupalı emperyalistler için önemlidir.

Dizginsiz Bir Militarizm...
Öte yandan bu hegemonya mücadelesi, ülkemizdeki AB militanlarının uydurdukları “barışçıl” atmosferin tam tersine gitgide yoğunlaşmakta olan bir militarizmle birlikte yürümektedir. Libaral solda pek sık dile getirilen “saldırgan ABD-barışçı AB” karşıtlığı, içi boş bir yalandır.
Avrupalı emperyalistlerin önceki sayılarımızda zaman zaman değindiğimiz artan orandaki silahlanma ve ordulaşma düzeyi ortadadir. Giderek tam anlamıyla bir Avrupa Ordusu’na ulaşmak isteyen AB, 2002’de kurduğu 60 bin kişilik “acil müdahale birliği”nin ardından, bugünlerde 18 bin kişilik bir “acil muharebe birliği” ile yeni bir hamleye hazırlanmaktadır. Tasarıya göre, her biri 1500 askerden oluşan 12 tane “acil muharebe birliği” oluşturulacak ve bu birlikler beş gün içerisinde “kriz bölgeleri”ne ulaşabilecek kapasiteye kavuşturulacaktır. Bu, geçtiğimiz haftalarda “dış dünya, üstlenmemiz gereken yükümlülüklerimizi neden üstlenmediğimize de şaşırıyor” diyen Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Verheugen’in vurguladığı AB ordusu ihtiyacına denk düşmektedir.
Zaten son imzalanan AB Anayasası da bütün üye ülkeleri silahlanmaya yöneltmekte ve “Avrupa Silahlanma, Araştırma ve Askeri Güçler Dairesi”nin kurulmasını karara bağlamaktadır. Bu karar uyarınca bir anlamda NATO’ya alternatif olarak kurulacak olan Avrupa Savunma Ajansı (EDA) ise esasen özel bir şirket gibi iş görecektir. Ayrıca Anayasa, bir yandan “üçüncü ülkelere kendi topraklarında terörizmle savaşma konusunda destek vermek de dahil olmak üzere” savaşlar başlatılabileceğini ifade ederken, diğer yandan da “herhangi bir üye ülkenin terörist saldırıdan ya da doğal veya insani nedenlerden kaynaklanan bir felaketin kurbanı olması halinde” ya da “terörist saldırı durumunda, bir üye ülkenin siyasi makamlarının talebi üzerine” AB’nin “askeri kaynaklar da dahil olmak üzere, tüm araçları bu üye devletin kullanımı için seferber edeceğini” garantilemektedir. Şu anda da Fransa’nın Fildişi Sahili’nde, Kongo’da ve başka birçok yerde askeri güç bulundurduğu ve gerektiğinde etrafa bomba yağdırabildiği düşünülürse yeni sürecin ipuçları anlaşılabilir. Ya da aynı biçimde Almanya’nın Yugoslavya’nın paramparça edilmesindeki rolü bir başka ipucudur.
Bütün bunlar, kuşkusuz bir emperyalist yayılma politikasının göstergeleri olarak anlamlıdır.
Daha geçenlerde, Kasım 2004’te Lahey’de yapılan AB- Akdeniz ülkeleri(EUROMED) 10. Dışişleri Bakanları toplantısı Güney’e açılmanın belirtilerinden biridir. Mısır, Cezayir, İsrail, Lübnan, Fas, Filistin, Suriye, Tunus, Ürdün ve Türkiye ile ilişki yürüten EUROMED, AB-Akdeniz projesi kapsamında Akdeniz ve Ortadoğu ülkeleri ile AB sermayesinin önünü açan ilişkilerin kurumsallaşması sağlanıyor. Akdeniz ülkelerine 2004 yılında 709 milyon Euro aktaran AB, diğer yandan ise vakıflar yoluyla Ortadoğu’ya yönelmektedir. Örneğin Suriye’ye bazı siyasi ve ekonomik “reformlar” yapması ve dış ticaret rejimini gevşetmesi karşılığında vaad edilen 80 milyon Euro da aynı sürecin bir parçasıdır.
Kafkasya’ya yönelik adımlar da yayılmacılığın bir başka unsurudur. Geçtiğimiz Kasım ayında Bakü’de, AB üyeleri, Avrupa Komisyonu’ndan temsilciler, Azerbaycan, Ermenistan, Bulgaristan, Gürcistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya, Romanya, Tacikistan, Türkiye, Ukrayna ve Özbekistan hükümetlerinin katıldığı konferansta alınan işbirliği kararı, özellikle enerji alanını kapsamakta ve AB’nin Kafkasya’da güç kazanma amacını ortaya koymaktadır.
Kısacası, AB, bir yandan ekonomik-politik projeler ve ilişkilerle bir yayılma sergilerken, diğer yandan da bu yayılmayı güvenceye almak için askeri güçlerini organize etmektedir.
Bu tam da “AB’nin güvenliği Hindikuş dağlarından başlar” diyen Alman Başbakanı Schröder’in kastettiği şeydir.

AB Genişlerken Emekçiler Kaybediyor
Bu “genişleme” atılımının Avrupa işçi sınıfına yansıması ise başlı başına ele alınması gereken bir konudur. AB’ye adım atılmasıyla birlikte Türkiye’nin refah yoluna gireceği yalanları uyduruladursun, Avrupa cephesinde işler milyonlarca işçiyi, tarım üreticisini sokağa dökecek kadar vahimdir.
Her şeyden önce Avrupa kapitalizminin kendi işçi sınıfına yönelik tutumunda III. Bunalım Dönemi’ne oranla nitel bir değişiklik söz konusudur. Bilindiği gibi 1945 sonrası süreçte, yeni-sömürgecilik yoluyla bağımlı ülkelerden transfer edilen büyük kaynaklar, emperyalist ülkelerde belli bir nisbi refah ortamının zeminini oluşturmaktaydı. Böylelikle metropol işçi sınıfının genel yaşam standartlarının dibe vurması söz konusu olmamakta ve belli dengeler korunmaktaydı. Bu, şüphesiz bazen kabaca ifade edildiği gibi Batı işçi sınıfının “satın alınması” anlamına gelmiyordu. Elbette bir işçi aristokrasisinden söz edilebilirdi, yeni-sömürgelerden sağlanan artık değerin metropol kapitalizmine can verdiği ve bu genel canlılık ortamında işçi sınıfının sosyal haklarının pek göze batmadığı da söylenebilirdi ama sorun dönemin sömürü modeliyle de yakından ilgiliydi. Büyük kitlesel üretime dayanan III. Bunalım döneminin iş örgütlenmesi, işçi sınıfının da büyük kitleler halinde sendikalaşmasına yol açıyor ve bu düzeyde bir örgütlülük yoluyla hem ücretler hem de sosyal haklar belli ölçülerde korunabiliyordu. Ve nihayet, dışsal bir unsur olarak iki adım ötede duran sosyalist ülkelerin varlığı da bir başka etkendi. Gelişkin sosyal haklar, sağlık, eğitim, vb. sistemiyle kapitalist dünya karşısında bir tür “kötü örnek” olarak duran bu ülkeler özellikle Avrupa kapitalizminin vahşi uygulamalara yönelmesini bir ölçüde engelleyen bir faktör oluyordu. Almanya İşadamları Birliği Başkanı’nın “1990 öncesinde toplu iş sözleşmeleri görüşmelerinde karşımızda iki güç vardı. Biri sendikalar, biri de Demokratik Almanya Cumhuriyeti, şimdi ise sadece sendikalar var.” sözleri bu konuda yeterince aydınlatıcıdır. (bkz. Murat Çakır röportajı, sendika.org)
1980’lerden itibaren başlayan restorasyon sürecinde ise durum önce yavaş yavaş, daha sonra ise, 1990’lar ve 2000’lerde keskin dönüşlerle değişikliğe uğradı. 1980’lerde İngiltere’de büyük çatışmalara yol açan “kelle vergisi” uygulamaları, maden işçilerini sokaklara döken kapatmalar ve dip yoksullarına, göçmenlere yönelik kısıtlamalar daha sonraki büyük fırtınanın habercileriydi.
1990’lara gelindiğinde ise yeni bir sömürü modeli olarak neoliberalizm artık bütün Avrupa kapitalizmini kapsamış ve Avrupa’nın kapitalizmde ayrı bir ekol olduğu yolundaki şu eski efsane yerle bir olmuştu. Asıl çarpıcı olan, bu efsanenin kaynağını oluşturan sosyal demokrat partiler ve İskandinav ülkelerinin de boylu boyunca yeni modele sürüklenmsi ve böylece bütün farkların erimesiydi. En vahşi yasaların Avrupa’nın “sol” hükümetleri tarafından çıkarılması, yeni tarihsel sürecin gericilik konseptinin partilerin adlarıyla ilgili olmadığını kanıtladı.
Avrupa’da sendikalaşma oranlarındaki düşüş bunun en açık göstergesidir. Almanya’daki sendika üyesi işçilerin oranı 1991 yılında yüzde 41’e yaklaşırken bugün yüzde 25’e kadar gerilemiş durumdadır. Fransa’da 1985 yılında yüzde 15’e yaklaşan sendikalaşma oranı 1995 yılından bu yana yüzde 10’un altında kalmış, İngiltere’de, 1995 yılında yüzde 35’in üzerinde olan sendikalaşma oranı 2003’te yüzde 27’nin altına İtalya’daki işçilerin sendikalaşma oranı ise 1985 yılında yüzde 48’e yaklaşırken bugün yüzde 35’in altına düşmüş durumdadır.
Buna karşın Avrupa ülkelerinde “işsizlikle mücadele” bahanesiyle haftalık çalışma saatleri artırılmakta, kısmi zamanlı ve geçici çalışma yaygınlaşmaktadır. AB ülkelerindeki ortalama işsizlik oranı yüzde 10’a yaklaşırken, iş bulanların giderek daha büyük bir bölümü kısmi zamanlı (part-time) ya da geçici işlerde çalışıyor. Kısmi zamanlı işlerde çalışanların oranı, 1992 yılında yüzde 14 iken, bugün yüzde 18’i aşmış durumda. Tam zamanlı olarak istihdam edilenler haftada ortalama 40 saat civarında çalışırken, kısmi zamanlı çalışanlar haftada ortalama 20 saat civarında çalışıyor. Aldıkları ücret de benzer oranlarda düşük oluyor. Geçici işlerde çalışanların oranı ise yüzde 15’e yaklaşmaktadır.
Alman hükümetinin ekonomi, sağlık, vergi, eğitim, emeklilik ve aile politikası gibi alanları kapsayan ve Ajanda 2010 (Gündem 2010) olarak adlandırılan “reform” paketi, ücretlerin işverene maliyetinin düşürülmesi, işsizlerin iş bulma yönteminin özelleştirilmesi ve işgücü piyasasının esnekleştirilmesini amaçlamaktadır. Bu yazı kapsamında ele alınamayacak kadar kapsamlı olan bu paket, sonuç olarak işçi çıkarılmasını kolaylaştıran, işsizlik parası gibi sosyal uygulamaları neredeyse ortadan kaldıran ve işsizleri vahşi özel şirketlerin eline bırakarak “gösterilen işi yapmaya” mecbur kılan, emekilik yaşını yükselterek sağlık, vb. harcamalarını kısan bir nitelik taşıyor. Volkswagen müdürlerinden Peter Hartz’ın adını taşıyan Hartz 4 planı nihai olarak sosyal güvencelerin tümünü ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Öte yandan, Avrupa’daki işsizlik oranları sistematik olarak yükselmektedir. Almanya’daki işsizlik oranı 2004’ün Ağustos ayında, yüzde 10,5’ ulaşmıştır. İspanya’da aynı oran yüzde 11’dir. Müreffeh Hollanda da ise son üç yılda işsizlik oranı yüzde 3,3’ten yüzde 6,6’ya çıkmıştır.
Buna karşın, geçmişte refah devleti yanılsamasını üreten en yaygın uygulamalardan biri olan yoksullara yardım programları da gitgide kısıtlanmakta ve Avrupa metropolleri sayıları milyonlara varan evsizler ve sokak insanları gerçeğiyle yüzleşmektedir. Örneğin, İngiltere, bu yıl yoksullara yardım programına aktardığı para miktarını son otuz yılın en alt düzeyinde artırmış ve 835 bin işsiz ve 3 milyon evsizin yaşamlarına ağır bir darbe indirmiştir. Federal Almanya ile “birleştirilerek” on yıl gibi kısa bir sürede adeta yağmalanan eski Demokratik Almanya ise Avrupa’nın en gelişkin ekonomisinden derin bir yoksulluğun çukuruna doğru itilmiştir. İtalya’daki Berlusconi hükümeti de son zamanlarda kamu harcamalarında büyük kısıtlamalara kalkışmakta ve bu yüzden büyük bir işçi hareketiyle karşılaşmaktadır.
Ve şüphesiz en derin yoksulluk ve baskı ise, çeşitli ülkelerden kaçak olarak Avrupa’ya giren göçmenler üzerindedir. Son yıllarda 3 milyondan fazla insan mafya örgütleri tarafından Avrupa’ya yasadışı yollarla sokulmuş durumdadır ve bu insanlar hiçbir güvence olmayan koşullarda çalıştırılmakta, hiçbir haktan yararlanamamakta ve köle olarak kullanılmaktadır. Daha da önemlisi bu göç dalgalarıyla gelen kadınların küçümsenemeyecek bir bölümü Avrupa fuhuş pazarının bir parçasıdır; özellikle de çocuk bedeni satışı bunun en yaygın türüdür.
Sonuçta, AB’nin neoliberalizmle üst üste düşen “genişleme” süreci, hem Çekirdek Avrupa’nın hem de yeni katılan üyelerin emekçileri açısından tam bir felaket anlamına gelmiştir ve bu durum önümüzdeki yıllarda büyük çatışmalara yol açacaktır. Daha şimdiden İtalya, Almanya ve Fransa’da başgösteren büyük işçi hareketleri bunun işaretleridir.

Avrupa: Demokrasinin Beşiği ve Mezarı...
Ve nihayet, Avrupalı kapitalist ülkelerin Bush’un ABD’si gibi yeni-sağcı faşist bir ekip tarafından yönetilmediği, bu ülkelerde -bize de ithal edilecek!- gelişkin bir demokrasinin bulunduğu iddiası ise, kocaman bir yalandır.
AB de ABD gibi emperyalisttir ve emperyalizm burjuva demokrasisinin sonudur, siyasal gericilikten başka bir şeyi geliştirmez. Emperyalist çağın başlangıcından bu yana tekelci kapitalist sistem sürekli bir biçimde gericiliği üretmiştir. Faşist iktidarların insanlık tarihinde eşi görülmemiş vahşetleri, en iyi durumda ucuz bir gösteriden başka anlam ifade etmeyen burjuva parlamentarizminin ve polis devletinin egemenliği, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının barbarca reddi, demokratik hakların sistematik biçimde budanması, vb. yüz yıldır süren emperyalizm çağının karakteristik öğeleridir. Emperyalist kapitalist sistemde burjuva demokratik ögelerin canlandığı süreçler kısmi ve geçicidir. Ve bu durum tümüyle Sovyet Devrimi ve daha sonra sosyalist sistemin oluşumuyla ilgilidir. Son yüzyılın gelişmeleri bunun açık kanıtıdır.
Avrupa kıtasının genel olarak tarih boyunca demokratik-barışçı bir geleneğe sahip olduğu iddiası da yalandır ve bunu anlamak için Avrupa’lı sömürgecilerin kana bulayarak varını yoğunu sömürdüğü Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya bakmak yeterlidir. Geçen yüzyıl boyunca yalnızca iki paylaşım savaşında onmilyonlarca insanı toprağın altına göndermiş olan Avrupa kapitalizmi, bu iddiaların tam tersine en kanlı geleneklerin sürdürücüsüdür.
Ve bu yalnızca geçmişte kalmış bir şey de değildir.
Günümüzde de yeni tarihsel sürecin temel politik yönelimi olan gerici-sağcı siyasi konsept, 1990’lardan bu yana geçen on yıl boyunca Avrupa dahil bütün emperyalist kampı tamamen teslim almıştır. Belki genel manzarayı belirleme noktasında bulunmayan birkaç ülke dışında Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin tümü, ekonomik altyapısı neoliberalizm tarafından oluşturulan politik gericiliğe boylu boyunca batmıştır.
Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD tarafından yerleşik demokratik haklara yönelik olarak başlatılan saldırı, kısa sürede yalnızca sadık müttefik İngiltere’de değil, kıta Avrupasında da karşılığını bulmuş, “terörizmle mücadele” adı altında çıkarılan yasalar birbirini izlerken pratikte de en baskıcı tutumlar gözlenmiştir. Yalnızca yasalarla değil, merkezi sistemlerle de bütün göçmenleri izleyen, ırkçı uygulamalarla onlar üzerinde baskı oluşturan Avrupa devletleri, işi yalnızca yabancılarla sınırlı bırakmamakta, durmadan geliştirdikleri iç şiddet aygıtlarını sık sık kendi emekçilerine karşı da kullanmaktadır. Üyelikle ilgili olarak çizilen “titizlik” ve “demokrasiye zorlama” manzarası ise tümüyle sahtekarlıktan ibarettir. Örneğin eski sosyalist ülkelerin birçoğunda 1990’lardan sonra yarı-mafyatik diktatoryal yönetimlerin hakim olması, hatta Letonya gibi bazılarında Komünist Parti kurmanın resmen yasak olması, üyelik açısından hiçbir “sakınca” yaratmamaktadır.
Öte yandan ABD’nin Irak işgaline uluslar arası hukukun ihlali, masum sivillerin katledilmesi söylemiyle karşı çıkan AB’nin baş aktörlerinden Fransa “demokrasi aşkıyla” hiç çekinmeden Fildişi Sahili Cumhuriyeti halkını bombalayabilmekte, Ruanda’da milyonlarca insanın birkaç hafta içinde katledildiği bir iç savaşı gönül rahatlığıyla tezgahlayabilmektedir.
Ayrıca, ırkçı gruplar ve partilerin güç kazanması da yalnızca “sivil” alanda olup biten bir şey değildir. Bu gruplar, kendiliğinden oluşmuş olsalar da, aslında yüklendikleri fonksiyon yasalarla yapılamayanların bir biçimde yapılmasıdır. Emekçiler ve yabancılar üzerine yasalar yoluyla belli bir baskı ve şiddet uygulanırken, diğer yandan ise bu gruplar genel bir dehşet yaratarak toplum yaşamını onlar için güvensiz hale getirmekte, böylece devletlerin resmen yapamadığı “kovma” işlemini dolaylı olarak gerçekleştirmektedir.
Bütün bunların dışında, devletler arası politik-askeri ilişkiler, istihbarat alanında da karşılığını bulmakta, devrimci grupların ve tehlikeli hareketlerin ortak şekilde izlenerek bastırılması artık kanıksanan bir olgu olmaktadır.
Bu olgular, açık biçimde göstermektedir ki, Avrupa’da ve genel olarak emperyalist devletlerdeki demokratik kazanımlar hızla yok edilmektedir. Bu devletlerin hukuk, insan hakları, demokrasi söylemleri ise vahşete dönüşen tutumlarını örtme araçlarından başka bir şey değildir.

Emperyalistler Arası Çatışmanın Arenası Olarak AB ve Türkiye
AB-Türkiye macerasına geçmeden önce, son bir nokta olarak AB’nin Türkiye ile ilişkişi açısından da belirleyici bir faktör olan AB’nin kendi iç yapısındaki karmaşık, heterojen niteliği de ortaya koymak gerekiyor. AB, Avrupa’daki emperyalist-kapitalist ülkelerin dünyanın paylaşılması mücadelesinde ortak müdahale gücü olmak amacıyla oluşturulmuş bir blok olmasına karşın, aynı zamanda kendi içinde de yoğun bir çatışma arenası durumundadır. AB, kendi içersinde homojen, her konuda ortak tavır geliştiren bir blok olmaktan henüz oldukça uzaktır. Bu durum, onun yumuşak karnıdır. Biraz köşeli biçimde ortaya koyacak olursak, AB’yi oluşturan ülkeler iki farklı AB vizyonu zemininde bölünmüş durumdadırlar. Bunlardan birincisi, AB’nin en sıkı birliğini savunan, süreci giderek bir Avrupa Birleşik Devletleri noktasına dek götürmeyi hedefleyen, bu yoldan ABD ve diğer emperyalist güçlerin karşısına büyük Avrupa gücü ile çıkarak dünyanın başat gücü olmayı, en azından ABD’nin yanında ikinci lider güç olarak yer almayı hedefleyen Almanya ve Fransa’nın başını çektiği ülkeler bulunmaktadır. Bunlar aynı zamanda esas olarak Avrupa’nın çekirdeğini oluşturmaktadır. İkinci olarak ise, Fransa ve Almanya’nın güçlenmesini engellemenin yolunun güçlü bir AB’nin önünü kesmekten geçtiğini düşünen ve bu nedenle gevşek bir AB perspektifini savunan başta İngiltere olmak üzere çeşitli AB üyeleri bulunmaktadır. Bu ülkelerin ve bu düşüncenin arkasındaki asıl aktör ise ABD’dir. ABD, iç birliği, ortak karar ve eylem mekanizmaları güçlü bir AB’nin kendi dünya hegemonyası için büyük bir tehlike olabileceğini görmektedir. Bu nedenle her yoldan AB’nin zayıflatılması için çalışmaktadır. İngiltere adeta ABD’nin AB içindeki uzantısı konumundadır. Elbette yalnızca İngiltere değil, çeşitli dönemlerde değişik devletlerin farklı nedenlerle de olsa ABD ile birlikte hareket ettiği bilinmektedir. İspanya ve İtalya bunlar içinde en önemlileridir. Daha doğrusu, İspanya ve İtalya. zaman zaman Almanya-Fransa ikilisine, zaman zaman da ABD-İngiltere kanadına yakın durmaktadır. Bu durum, söz konusu ülkelerin tekelci burjuvazisinin AB konusundaki iradesinin ciddi bir parçalanma içersinde olduğunu gösteriyor.
Öte yandan AB’ye yeni katılan eski reel sosyalist ülkelerde güçlü bir Amerikan etkisi bulunuyor. Bu ülkeler, ekonomik olarak AB’nin çekirdek devletleriyle sıkı bir ilişki içinde olmalarına karşın, politik-kültürel-askeri açıdan adeta ABD’ye tam bağımlı hale gelmiş durumdadırlar. Çöküşün ardından bu ülkelerin yozlaşmış yönetim mekanizmalarının neredeyse tümü ABD tarafından satın alınmış, ajanlaştırılmıştır ve bu ülkeler AB’deki karar süreçlerinde ABD’nin yaklaşımlarına uygun olarak hareket etmektedirler. Bu parçalı durum, Irak’ın işgali sürecinde çok açık biçimde ortaya çıkmıştır. Fransa-Almanya hoşnutsuz tavırlarla pazarlık yapmaya çalışırken, 25 AB üyesinin 13’ü (İtalya, Hollanda, Danimarka, Portekiz, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya, Estonya, Slovakya ve sonradan çekilen İspanya) fiilen işgal kuvvetleri içinde, ABD’nin yanında yer almıştır. AB içindeki cepheleşmede taraflar hesaplarını çok açık biçimde ortaya koymaktadırlar. Fransa-Almanya, büyük ekonomik güçleri ve geliştirecekleri siyasal ve askeri ilişkiler yoluyla AB’ye yeni katılan eski reel sosyalist ülkelerdeki ABD etkisini zaman içersinde zayıflatacaklarını, bu alanlarda da üstünlük kuracaklarını düşünüyorlar. Zaten “çok vitesli Avrupa” yaklaşımı temelinde bu nispeten zayıf ülkelerin karar alma süreçlerindeki zayıflatılacağı açıktır. Ekonomik ve politik basınç yoluyla Polonya dışındaki diğer daha zayıf ülkelerin angaje edilebileceği hesabı çok da yanlış değildir. İtalya ve İspanya gibi orta büyüklükteki ülkelerde ise çatışmalı durum karşılıklı hamlelerle sürecektir. Bu ülkelerde Almanya-Fransa ikilisinin duruşuna yönelik destek, en az ABD’ye yönelik destek kadardır. Örneğin İspanya’da bombalama eylemlerinin ardından yapılan seçimlerde iktidari kazanan sosyal-demokratlar hemen Almanya-Fransa ikilisinin yanında saf tutmuşlardır. Bu nedenle, günümüzde bu ülkelerin ABD yanlısı tutumları bir yandan sineye çekilirken diğer yandan da törpülenmeye çalışılmaktadır.
Kısacası AB, oldukça ince dengeler ve iç çatışmalar üzerinde biçimlenmektedir. Türkiye’nin AB’ye katılımında siyasi ve ekonomik kriterlerin, “ev ödevlerinin” ötesinde en önemli faktör, AB’deki bu iç mücadelenin Türkiye’nin katılımından nasıl etkileneceğidir. Çatışan taraflar Türkiye’nin katılımıyla ne kazanacak, ne kaybedecektir? Hayati soru budur ve bu sorunun yanıtı, Türkiye’nin üyelik sürecininin seyrini büyük ölçüde belirleyecektir.

AB-Türkiye Macerası: Kısa Bir Özet
Türkiye’nin, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ilk üyelik başvurusu 1959 yılında, yani AET’nin kuruluşundan hemen sonradır. Bu talep, AET tarafından o zaman geri çevrilmiş ve “tam üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar” bir ortaklık anlaşması önerilmiştir. 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan “Ankara Anlaşması” bu önerinin sonucudur. “Ankara Anlaşması”, teorik olarak malların, işgücü, hizmetler ve sermayenin serbest dolaşımını öngörmektedir. Anlaşmada, “hazırlık dönemi”, “geçiş dönemi” ve “son dönem” olmak üzere üç devre ortaya konulmuştur. Geçiş döneminin sonunda ise Gümrük Birliği’nin tamamlanması planlanmıştır.
“Hazırlık dönemi”nin sona ermesiyle birlikte, 13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan “Katma Protokol” ile Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesi için program belirlenmiş, Türkiye gümrük indirimlerini 22 yıllık bir süre boyunca, 1973 yılından başlayarak aşamalı olarak gerçekleştirmeyi taahhüt etmiştir. Ancak 1980’e kadar geçen sürede, ABD ile ilişkilerin baskınlığı ve dönemin ithal ikameci politikalarından ötürü bu açılımlar gerçekleştirilmemiştir.
1980’li yıllardan itibaren yeni-sömürgeci politikaların ihracata dayalı “sanayisizleşme” sürecine evrilmesiyle AB ilişkileri yeniden canlanmıştır. Türkiye 1987’de AT’ye yeniden tam üyelik başvurusu yapmış ve 1988’den sonra gümrük vergileri indirim ve uyum takvimini işletmeye başlamıştır. Ancak bu dönemde Avrupalı emperyalistlerin asıl ilgisi Doğu Avrupa’daki reel sosyalist ülkelerin çökertilmesine yöneliktir ve Türkiye’nin talebini reddederek öncelikle “Gümrük Birliği”nin bir an önce kurulmasını dayatmıştır. 1993’teki Kopenhag zirvesinin ardından AB’nin “genişleme” programı yürürlüğe konulduğunda da asıl ilgi yine eski sosyalist ülkelere dönüktür ve bu ülkelerin başvurularının tümüne olumlu bakılırken 1995’te Gümrük Birliği anlaşması resmen imzalandığı halde Türkiye’nin 1997’deki başvurusu yine reddedilecektir.
2000’li yıllara gelindiğinde ise artık AB’nin “genişleme” politikasının somut sonuçları ortaya çıkmış ve üye sayısını 25’e çıkaran bu program kesinleşmiştir. Programdaki tek pürüz, yine Türkiye’dir. Esas olarak eski sosyalist ülke topraklarını pazarlaştırma ve böylece hegemonya savaşında mevziler kazanma amacını güden bu “genişleme”nin Türkiye’yi neden ve hangi koşullarda kapsayacağı tartışması yıllarca sürmüş ve nihayet geçtiğimiz aylardaki bilinen noktaya gelinmiştir.

Yeni-Sömürge Türkiye Sıçrama mı Yapıyor?
İşin böyle bir yılan hikayesine dönmesi ve sonuçta yine bir yarım yamalak müzakere tarihiyle sonuçlanması, çoğu kez halkı aldatmak için öne sürülen “kültürel”, “dinsel”, vb. faktörlerle açıklanamaz. Burada daha derinlikli bir bakış açısı gereklidir.
Önceki sayılarımızda zaman zaman değindiğimiz gibi yeni tarihsel sürecin en karakteristik çizgilerinden biri, yeni-sömürgeci yöntemlerin derinleştirilmesi ve yeni-sömürge ülkelerin kendi aralarında katmanlaştırılmasıdır. Emperyalist ülkelerde ikinci sınıf sanayi sektörleri konumuna düşmüş sektörlerin yeni sömürgelere aktarılması, daha çok borçlandırılmış bu ekonomilerin, mal ve hizmetlerin serbestçe akışının sağlanması zemininde yeniden yapılandırılması ve bütün koruyucu mekanizmalar alt üst edilerek dizginsiz bir sömürünün önünün açılması, yeni sömürü modelinin temel unsurlarından biridir. Bu sömürü modeli ile, kendine yeni ve yüksek kârlarla değerlenme alanları arayan birikmiş devasa tekelci sermayeye ekonominin her alanında çok büyük alanlar açılmış, yapısal krizin yıkıcı etkileri hafifletilmeye, ekonomik açıdan yönetilebilir hale getirilmeye çalışılmıştır.
Bu süreçte, yeni-sömürgeler, “küçük bir pazara ve stratejik önemi olmayan bir coğrafyaya sahip ülkeler, hammadde kaynakları açısından önem taşıyan ve orta büyüklükte bir pazara ve sınırlı da olsa bir sanayiye sahip ülkeler ve büyük pazarlara, orta gelişkinlikte bir sanayiye sahip olan ve bölgelerinde stratejik önemi bulunan ülkeler olarak katmanlaşmış, bütün hücrelerine değin teslim alınmış ve yağmalanmışlardır.” (S. Barikat, sayı: 1) Bu, “emperyalizmin içselleşmesi” olgusunun en olgun biçimlerine kavuşması anlamına gelmiştir. Aynı biçimde “sömürge tipi faşizm”, “düşük yoğunluklu çatışma ve demokrasi” çizgisi temelinde geliştirilen yeni yöntemlerle bu ülkelerin devlet yapılanmalarına daha derinlikli biçimde egemen kılınmıştır.
1980 sonrasındaki restorasyon sürecinde bunu her yönüyle yaşayan Türkiye, aradan geçen 20 yılda ekonomide neoliberal dışa açılmanın bütün unsurlarını gerçekleştirmiş, politik alanda ise yoğun bir baskı atmosferinin kalıcılaştırılması operasyonundan geçmiştir. Ve nihayet aynı süreçte Türkiye, Kürt ulusal hareketine karşı yürüttüğü savaşın deneyiminden de geçerek bölgede emperyalist çıkarlara gereğince hizmet edebilecek seviyede bir militarist güç haline gelmiştir. Böylece zaten öteden beri dip ülkeler kategorisinden bir adım ilerde duran Türkiye, bulunduğu bölge açısından tipik bir “eksen ülke” haline gelmiştir. Daha derinleşmiş ve içselleşmiş, ekonomiden politikaya bütün alanlarda oligarşinin politik kadroları arasındaki farkları silen bir bağımlılık tablosu, uluslararası sermaye kurumlarının tam hakimiyeti, neoliberal programın adım adım uygulanışı ve bunun yanında bütün kıpırdanışları ezen bir baskı, zaman zaman Türkiye’yi dünyanın en büyük silah alıcısı haline getiren yoğun bir militarizm... Sonuç, Türkiye’nin özellikle bölgedeki diğer ülkeler arasında özgün bir yer kazanması ve stratejik öneminin artması olmuştur.
Bu noktada, Türkiye’nin AB’ye katılmaktaki ısrarı ne anlam ifade ediyor? Türkiye oligarşisi, AB’ye katılımdan ne bekliyor? AB’de Türkiye’nin katılımından yana ve karşı olanların gerçek gerekçeleri ve beklentileri nelerdir? ABD’nin bu hesaplar içindeki rolü nedir? Bu soruların yanıtları verilmeden Türkiye-AB ilişkilerinin bugünü ve geleceği anlaşılamaz.
Türkiye oligarşisi, (emperyalist güçler de doğrudan oligarşi içinde yer almakla birlikte biz burada esas olarak yerli işbirlikçileri kastediyoruz) reel sosyalizmin çöküşünün ardından yaşanan büyük değişimin anaforlarıı sürerken yeniden biçimlenen güç ilişkileri içinde bir süre “Adriyatik’ten Çin’e kadar” söylemiyle çeşitli maceralara giriştikten sonra büyük emperyalist aktörlerin belirlediği oyunun sınırları içine geri döndü. ABD ile tam bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesi ve AB ile ilişkilerin güçlendirilmesi, uluslararası alandaki başlıca hedefler haline geldi.
Hiç kuşkusuz öncelikli ilişki ABD ile olandır. ABD yörüngesinden ciddi bir sapma düşünülemez. Öte yandan Türkiye oligarşisi, AB’ye dahil olarak onun olanaklarından yararlanmayı, kapitalist birikim sürecini daha da büyütmeyi, büyük nüfusu ve askeri gücü yoluyla hem AB içinde hem de onun üzerinden dünya politikasında daha etkin roller üstlenmeyi hedefliyor. Tabii bu arada, ABD politikalarının AB içindeki sözcülerinden biri olarak ABD’nin daha güçlü desteğini almayı umuyor ve bu hesapları ABD ile birlikte yapıyor; daha doğrusu bu hesaplar bir yanıyla ABD imalatıdır, onun tam desteğini almaktadır. ABD emperyalizmi Türkiye’nin AB’ye katılımının AB’nin iç entegrasyon sürecinin derinleşmesini geciktireceğini ve Fransa-Almanya eksenli homojen bir Avrupa yaratma sürecini sorunlu hale getireceğini düşünüyor. Ayrıca, İngiltere’nin yanı sıra AB içinde yeni bir sağlam müttefiki olacağı ve bu yoldan AB içi karar süreçlerini doğrudan etkileyebileceği hesabını yapıyor. AB’nin Türkiye’nin katılımına ilişkin yaklaşımı da onun parçalanmışlığını yansıtmaktadır. AB içindeki ABD yanlısı ülkeler Türkiye’nin katılımına destek veriyor. Yunanistan Türkiye’nin AB’ye katılımının olmasa bile katılım sürecinin Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözümü için uygun bir zemin yaratacağı ve Türkiye tehdidinin hafifleyeceği beklentisiyle sürece destek veriyor. Almanya-Fransa ikilisinde ise kafalar karışık. Her şeyden önce Türkiye’nin katılımı durumunda kendi emperyalist çıkarlarının tatmin olacağına tam olarak inanan hiçbir kesim yok. Bu nedenle tereddütsüz destek veren kimse yok. Ancak mevcut iktidarlar, Türkiye’yi kapıdan çevirerek kriz yaratmak yerine süreci uzun vadeye yayarak gelismelere bakmayı ve sonra bir karar oluşturmayı düşünüyorlar. Bu kesimler, Türkiye, ABD emperyalizminin ekseninden çıkarılarak kendi emperyalist planlarına tam olarak bağlanabilirse AB’ye pek çok kısıtlamayla üçüncü sınıf bir üye olarak alınmasını yararlı görüyorlar. Onları cezbeden Türkiye’nin orta büyüklükteki pazarı değil, bu pazar Gümrük Birliği anlaşmasıyla zaten fethedilmiş durumda. Daha çok Türkiye’nin jeopolitik konumundan ve askeri olanaklarından hareket ediyorlar. Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya çok daha güçlü bir biçimde açılabileceklerini, kendi politik seçeneklerini somut olarak bölgeye dayatabileceklerini, Kafkasya’ya doğrudan müdahale yolunun açılacağını hesap ediyorlar. Türkiye’nin genç nüfusu da önemli bir faktör; fakat AB amigolarının iddia ettiği gibi bu genç nüfusa Avrupa, işgücü olarak ihtiyaç duyacağından değil, böyle bir ihtiyaç olduğunda her koşulda bu işgücünü talep etmesi yeterli. Genç nüfus AB emperyalistleri için asker olarak önem taşıyor. Gerici-militarist kültürün egemenliğinde yetişen Türkiye’nin genç nüfusu Türkiye ABD yörüngesinden kurtulup AB’ye tam olarak angaje olursa AB’nin yürüteceği savasların baş aktörü olacaktır. Sorunlu bölgelere, ki bu bölgeler hem coğrafi olarak sınırdaşı olan hem de yoğun tarihsel bağlarla bağlandığı Balkanlar, Kafkaslar ve tabii ki Ortadoğu’dur, kimin askeri gidecek? Tabii ki bu bölgelerin komşusu olan Türkiye’nin… TC’nin büyük ordusu ölecek, öldürecek, asker sorununu önemli ölçüde çözecektir. Almanya ve Fransa’da Türkiye’nin katılım sürecinin başlamasını isteyenlerin hesabı budur.
Sorun çıktığında ise Türkiye’ye içeri giremeyeceği söylenecek. Bunun için gerekçe bulmakta zorlanmayacaklardır. Türkiye ile üyelik görüşmelerinin başlatılmasına karşı çıkanlar ise kültürel-tarihsel farklılıklara vurgu yapsalar da bunların tümüyle kamuoyunu etkilemeye dönük ırkçı palavralar olduğu açıktır. Gerçekte ise, genel olarak Türkiye’nin ABD yörüngesinden çıkarılamayacağını, Türkiye’nin katılımının homojen bir Avrupa yolunu kapayacağını, ABD yörüngesindeki Türkiye’nin büyük nüfusu ile AB kurumlarının oluşumunda ABD lehine sonuçlar yaratabileceğini, ayrıca üyelik sürecinin AB üzerinde yük bindireceğini düsünüyorlar. Bu nedenle koşulsuz bir görüşme sürecini tehlikeli buluyorlar. Herhangi bir oldu bittiyle karşılaşmamak için de daha baştan Türkiye ile sınır çizgilerinin net olarak konulmasını istiyorlar. Türkiye’den tümden vazgeçmeden “imtiyazlı ortaklık”, vb. gibi yollardan Türkiye’nin ise yarayacak potansiyelinin el altında tutulmasını daha uygun buluyorlar.
Sürecin aktörleri ve talepleri, beklentileri ana hatlarıyla böyledir. Yani ortadaki şey, kriterler, demokrasi, vb. değil, son derece açık çıkar hesaplarıdır. Emekçilerin kanı, canı, ekmeği üzerine yapılan alacak-verecek hesaplarıdır. Bu, sanıldığı gibi ortaya X, Y, Z koşulları koyup bu koşulları yerine getiren herkesi içine alan bir süreç değildir. Genişleme sürecindeki yeni üyelerden bir çoğunun sözde Avrupa ölçütlerine hiçbir biçimde uymadığı bilinen bir gerçekliktir. Yani mesele Türkiye şu “ödevini” yapmış-yapmamış meselesi de değildir. Süreç, “katılmak isteyen”in iradesiyle değil “genişlemek isteyenler”in iradesi ve kendi iç çatışmaları, çıkar hesaplarıyla belirlenmektedir.
Ekonomik açıdan bakıldığında ise, Türkiye’nin dünya ve Avrupa pazarına açılması gibi özel bir sorun bulunmamaktadır. Son yirmi yılda zaten neoliberal ekonomi politikalarıyla tamamen “açılmış” bulunan Türkiye, (AB ILE) Gümrük Birliği operasyonuyla bu açıdan da sermaye ve mal akışına elverişli hale getirilmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi Gümrük Birliği aynı zamanda Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) uluslararası ticarete ilişkin kurallarını temel alan bir yapılanmadır ve bu yönüyle Gümrük Birliği’ne taraf olan Türkiye’nin aldığı önlemler de DTÖ üyesi olarak altına girdiği yükümlülüklerle de uyum halindedir. Üstelik Türkiye bu ilişkiyi tarım ve ticaret alanındaki 70 milyar doları bulan akıl almaz kayıplara rağmen sürdürmek zorundadır. 1987-1995 yılları arasında ortalama dış ticaret açığı yıllık 7.6 milyar dolar iken, 1996-2004 yılları arasında ortalama yıllık 19.7 milyar dolara ulaşmış olması da durumu değiştirmemektedir.
Yani, Türkiye Avrupalı emperyalistlerle sanki yarın bir ilişkiye başlayacakmış gibi bir hava yaratılması tamamen demagojiktir. Uzun yıllardır hem doğrudan Avrupalı tekellerle hem de Avrupa’nın da içinde yer aldığı uluslararası finans kurumlarıyla iç içe olan Türkiye, AB’ye alınsın alınmasın Gümrük Birliği ile perçinlenmiş olan bu ilişkileri devam ettirmek durumundadır. Dolayısıyla, asıl amaç sağlanmış iken ve dünya pazarına uyum bakımından bir sorun yaşanmıyorken büyük bir nüfusa sahip, AB’nin sorunlarına sorunlar ekleyebilecek bir yeni-sömürge irisini eşit şartlarla bünyesine almak çok gerekli görünmemektedir.
Bu nedenlerledir ki, AB, ortaya “üçüncü sınıf üyelik”ten de ağır koşullar koyarak sorunu şimdilik bertaraf etmiş, sürece yaymıştır. Yoksa koşulları yerine getirme bakımından ne Romanya ne de Bulgaristan Türkiye’den bir adım ileride değildir. Buna karşın Türkiye’ye, üyeliğin temel fonksiyonlarını içermeyen bir üyeliğin uzun vadede öngörülmesi “ev ödevleri” ile ilgili değildir; sorun, karşı tarafın bu kadarlık bir ilişkiyi kendisi açısından yeterli ve güvenli bulmasıdır.
Yani bu noktada yeni-sömürge Türkiye’nin bir sınıf atlaması gerçekleştirdiği ve artık emperyalist ülkeler kulübüne dahil olduğu düşüncesi kesinlikle bir yanılsamadır. Türkiye bütün bu tartışmalardan önce de sonra da hiçbir zaman en dip yoksulluğun yaşandığı, kaderine terk edilmiş bir Afrika ülkesi olmamıştır ve her zaman yeni-sömürgeler dünyasında ortanın biraz üstünde bir yer tutmuştur; bu kesin. Ama başka bir yerde değil, yeni-sömürgeler dünyasında! Bu yüzden AB’nin çeperindeki eski sosyalist ülkeler için açtığı “hizmetçi odası” bile Türkiye’ye bol gelmiş, orada bile kendisine yer bulamamıştır. Akıl almaz bir Ortadoğu nefretiyle artık Avrupalılaştığımızı çorak çöllerden kurtulduğumuzu yineleyip duran sol liberallerin tezlerinin tersine, Türkiye tam da aynı yerde, Ortadoğu’da ihtiyaç duyulan bir eksen ülkeden başka bir şey değildir.

Burjuva Demokrasisi: Bize de mi Geliyor?
Her şeye karşın, yine de bu yarı açık kapıdan Türkiye’ye gecikmiş bir burjuva demokrasisinin gelmesi mümkün müdür? Bütün şu kafamızı şişiren yalan dolan bir yana, gerçekten safdil biçimde bu soru sorulabilir mi? Daha doğrusu, yazımızın başında söylediklerimizle ilişkilendirerek aynı soruyu şu hale getirebiliriz: Milyonlarca emekçinin AB tartışmalarını izlerken satır aralarında arayıp durduğu şey, yani “insan gibi yaşamak” talebinin doğal uzantısı olan “insan gibi muamele görmek ve daha özgür olmak” talebi AB yoluyla karşılanabilir mi? “Karakolda dayak yememek”, “devlet kapısında böcek muamelesi görmemek”, “en küçük bir muhalif tutum yüzünden okuldan atılmamak”, “bir tiyatro oyununu sergilerken herhangi bir kaymakamın ağız kokusunu çekmemek”, vb. vb. biçiminde çok uzatılabilecek olan basit talepler listesi böylece ortadan kalkabilecek midir?
Bütün bunlar kuşkusuz önemlidir; çünkü emekçi kesimin bu soruları liberal gevezeliklerin ötesinde bir yerden, samimi bir özgürleşme isteğinden gelmektedir.
Yanıt için biraz geriye dönüp daha önceleri Özgür Barikat dergisinin 4. sayisinda yayınladığımız “Şiddetin Konsantrasyonu ve Yeni Süreçte Kitle Hareketi” başlıkla yazımıza bakmakta yarar vardır. Orada söylediklerimizden anlaşılacağı gibi Türkiye’de emekçilere uygulanan şiddetin konsantre edilmesi ve gaddar saldırılarla genel psikolojik baskının iç içe geçirilmesi yeni başlamış bir şey değildir. AB sürecinin çok öncesinde, 1980’lerden beri sürdürülen “devletin şiddet aygıtının yeniden organize edilmesi” ve “düşük yoğunluklu demokrasi-düşük yoğunluklu çatışma” sürecine uyumlulaştırılmaması, 2000’li yıllara doğru az çok tamamlanmış ve taşlar yerine oturtulmuştur. Bu reorganizasyonun temeli ise, kabasaba, sistemsiz bir kör saldırı yönteminin yavaş yavaş terk edilmesi, şiddet aygıtındaki bu tür eski moda kadroların ve yönetsel işleyişlerin yavaş yavaş tasfiyesiyle birlikte ortaya çok daha kanlı ve gaddar ama düzenli ve özenli çalışan bir mekanizmanın çıkarılmasıdır. Geçmişte anti-komünist histeriyle en sıradan Kemalistlere bile saldıran bu aygıt, artık düzen-dışı/tehlikeli sol ile katlanılabilir bir muhalefet çizgisini aşmayan kesimleri (yasal ya da yasadışı olsunlar, fark etmez) birbirinden daha fazla ayırmakta ve birincilere karşı en vahşice saldırı ve baskı yöntemlerini gerekli görürken ikincileri asla hoşgörüyle değil, ama genel bir psikolojik şiddet atmosferiyle kuşatmaktadır. En kaba saldırganlıkla kibar bir yasallığı birlikte yürüten, kibarlığın arkasına gizlenirken de gerideki üniformalı kalabalıkla kitleleri tehdit eden bu tarz, giderek baskıyı dışsal bir olgu olmaktan çıkararak insanların zihnine yerleştirmekte ve belli bir oto-kontrol unsuru yaratmaktadır. Eski kontra yapılanmaları kısmen tasfiye ederek yenilerini inşa eden ve polis yapısını farklı işlevlere göre sınıflandıran bu tarz, dışta bakıldığında kuralları zorlamayanlara yönelik bir “demokrasi”, “çizmeyi aşmak isteyenlere” karşı ise -zaman zaman uluslararası emperyalist şiddet ve istihbarat aygıtlarıyla da iç içe geçerek- yöneltilen “zorunlu” bir terör gibi görünmektedir. Şu ya da bu yasa maddesinde şöyle ya da böyle bir yumuşatma göze alınabilirken diğer yandan devrimci hareketi kırmak için zorunlu görülen hücre tipi cezaevlerinden asla geri adam atılmaması gibi örnekler tam da bu tarzla ilgilidir.
Bütün bunlar, ne yenidir ne de sadece AB süreciyle ilgilidir. Herhangi bir “demokratikleşme” sürecinin ötesinde yeni emperyalist politikaların ülkemize yansıyan biçimleridir. Bu açıdan, Habitat toplantılarının olduğu gün binbeşyüz kamu çalışanının bir defada gözaltına alınması ya da tam Gümrük Birliği anlaşmasının en kritik noktasında Özgür Ülke gazetesinin yerle bir edilmesi, ne şaşırtıcıdır ne de komplo teorileriyle açıklanabilir. Bütün bunlar, yeni tarzın “normal işleyişi” içinde anlamlıdır. Türkiye oligarşisi her nereye girmek istiyorsa işte bu tarzla girmek istemektedir ve zaten “terörizme” karşı savaş ilan etmiş olan karşı tarafın da bundan daha fazla bir isteği yoktur. Üstelik, bu tarzın eğitim ve teknik donanımını sağlayan, bizzat organize eden, Çekirdek Avrupa’nın kodaman ülkelerinden başkası değildir. Aynı tarzı kendi kontra örgütleriyle yıllardır uygulayan da onlardır.
Demokrasiyle ilgili bütün sorunu Türkiye’nin “baskıcı devlet geleneği”nde gören ve AB’nin asıl bu yapıyı çözeceğini düşünenlerin unuttuğu ise bunun salt tarihsel bir musibet değil, bizzat bugüne, neoliberalizme ait bir olgu olduğudur.
Durum böyleyken en çürümüş ve gecikmişinden de olsa bir burjuva demokrasisinin bu kapıdan geleceğini düşünmek gerçekten safdilliktir. Türkiye’nin yaşayacağı şey, halen yaşamakta olduğudur; yani kimi yönleriyle restore edilmiş bir sömürge tipi faşizm...
Ancak asıl sorun, bu gerçeğin bizim tarafımızdan saptanmış olması değildir; asıl sorun bu konudaki yanılsama perdesinin şiddetli bir ideolojik mücadeleyle olduğu kadar pratikte de yırtılması, kendisini bir yığın laf kalabalığının arkasına saklayan faşizmin -deyim yerindeyse- erken doğuma zorlanmasıdır. Ancak bu yoldan gidildiğinde, emekçi kitlelere yönelik gözbağcılığını etkisiz hale getirmek mümkün olacaktır. Yoksa, solcu gazetelerde artık sık sık görmeye alıştığımız “işte AB’ye girmek isteyen Türkiye’nin hali!” başlıklı işkence ve baskı haberleri, gitgide karşıtına dönüşmekte ve AB’den demokrasi için yardım isteği anlamını taşımaktadır.

AB Tartışmasında Kim Nerede Duruyor?

A) Vatan-Millet Cephesi
Doğrusu bu süreçte sık sık yaygara koparan ırkçı-gerici-ulusalcı “AB Karşıtlığı” cephesini ciddiye almak gerekmiyor. Vargücüyle “bağımsızlık” edebiyatı yapan bu cenahın emperyalizmle ilişkiler bakımından kirli geçmişleri biliniyor.
Ama en safdil kesimler açısından bakıldığında bile “bağımsızlık elden gidiyor” nakaratı can sıkıcıdır. Son zamanlarda Türkiye solunda yaygın olan “halkın yerleşik duygularına hitap etme” taktiği de oportünist karakteri bir yana aynı zamanda başarısızdır.
TKP-EMEP ajitasyonunda sık görülen “ulusal egemenliğin devri”, “Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi” gibi söylemler, son derece bayatlamış unsurlardır ve böylece emperyalizm-bağımsızlık sorunu üzerine başka yanılsamalar beslenmektedir. Aslında sahiplerinin de hiç inanmadığı bu ajitasyon, sanki 17 Aralık öncesinde bir “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal onur” varmış gibi tablolar çizmekte ve sözde “akıllıca” bir hamleyle halkın duyarlı noktasına vurmaktadır!
Ancak bu arada atlanan gerçeklik, bütün bu söylemlerin yanlışlığı bir yana, emekçi insanların yakıcı taleplerine oynayan AB propagandasının nasıl etkisiz hale getirileceği sorunudur. Karnını doyurmak uğruna bir önce Kapıkule’yi atlamaya hazır milyonlarca insana kuru bir ulusalcı edebiyat yapmak doğrusu bu bakımdan “akıllıca” bile değildir.

B) AB Taşeronları
Öteden beri devrimcileri bu “muhteşem olanağın” önemini anlayamamakla suçlayan bu kesimin en temel özelliği, artık tamamen bizim mahallemizden başka bir mahalleye taşınmış olmalarıdır. Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir köşesinde bir devrimin güncel, mümkün ve sürdürülebilir olmadığını düşünen bu kesim, doğal olarak “hiç olmazsa bir demokrasimiz olsun” noktasına gelmekte ve aslında daha sonra söylediği bütün diğer cümleleri bu temel üzerine inşa etmektedir. “Emeğin Avrupası”, vb. gibi bütün söylemler, esasen içi boş ve anlamsızdır; bu yönde ciddiye alınabilir bir gayreti de içermemektedir. Hem tek tek insanların sınıfsal kökenleri, hem de politik örgütlerin kent coğrafyasındaki konumlanışı itibarıyla emekçi kitlelerden gitgide uzaklaşan bu kesim, bu yoldan elde edilecek bir “demokrasi” aracılığıyla politik bir atılım(!) yapmak durumunda ve arzusu içinde değildir.
Dolayısıyla, bu kesimdeki “demokrasi” arzusu da asla ihtiyaç duyulmayacak bir eşyaya duyulan arzu gibidir. “Kımıldamazsan zincirlerini hissetmezsin” özdeyişine uygun bir biçimde düzeni yıkmak için bir “kımıldama” belirtisi göstermeyen ve göstermeyecek olanlar, esasen vaat edilen “demokratik haklara” da ihtiyaç duymayacaklardır; çünkü sistemin temellerini zorlamayan bir politik çizgi zaten bugün de yeterince “özgürlüğe” sahiptir. Düzenin temellerine yönelmeyen düşünceler ve örgütlenmeler bugün büyük ölçüde devlet teröründen muaftır ve eğer dikkat edilirse bu kesimlerin AB ajitasyonu için malzeme olarak kullandığı işkencede ölüm, yargısız infaz gibi olayların hemen tümünde söz konusu olan insanlar, düzen-dışı devrimci örgütlere mensup insanlardır. Yani AB yanlısı ajitasyon yürüten demagogların hiçbiri böyle bir vaka ile bizzat karşılaşmamaktadır.
Ve nihayet, mutlaka vurgulanması gereken bir başka olgu, bu kesimlerde neredeyse üstü örtülü bir şovenizme varan iflah olmaz Ortadoğu düşmanlığı ve Batı hayranlığıdır. Zaman zaman Filistin ve Irak konularında bir şeyler söyleseler de artık onlar “üçüncü dünya solculuğu”ndan kopmuşlar ve manevi anlamda kapağı Avrupa’ya atmışlardır. Ortadoğu’nun devrimlere gebe coğrafyası onları ürkütmektedir. Kürtlere karşı duydukları konjonktürel sevgi ise onların bugünkü pozisyonunu korudukları süre ile sınırlıdır.

C) Bulanık Sular...
Konu açısından asıl problemli kategori ise AB’ye karşı olma noktasında durdukları halde, bir dil ve ruh hali olarak karmaşa yaşayan kesimlerdir, ki bu kesimde çok devrimci yapılanmalar ve tek tek insanlar da yer alabilmektedir. Sosyalist Barikat’ın ilk sayısındaki “Yeni Bir Dil İnşa Etmek” başlıklı yazımızda ayrıntılı olarak ele aldığımız “mağdur dili” sorunu, burada yeniden karşımıza çıkmakta ve solun söyleminde kendisine geniş bir yer açmaktadır. Dünyayı ve ülkeyi değiştirmeyi önüne koymuş olanların meydan okuyucu dili, zaman zaman peltekleşen bir ton kazanmakta ve AB’ye karşı olduğunu her fırsatta söyleyenlerin bile adeta hükümeti “AB’ye şikayet ettikleri” bir tablo ortaya çıkmaktadır. Geçtiğimiz TİS sürecinde kamu sendikalarının hükümeti grevle değil de AİHM’e başvurmakla “tehdit” etmesi gibi örneklerin yanında bizzat devrimcilerin de cezaevleri, vb. gibi konularda benzer konumlara düştüğü gözden kaçırılamaz. Bir anlamda aslında emekçi kitlelerde yaşanan karmaşık ruh hali, onlarla temas halinde olan devrimci yapılanmalara da yansımakta ve yer yer dışa vurmaktadır. Ve aslında bu biraz eski bir sorundur da; son otuz yıl boyunca devrimciler tek tek emekçilerle giriştikleri her sohbet sırasında onların özellikle “Avrupa görmüş” olanlarıyla konuşurken zorlanmışlardır. Bu insanların “insan gibi yaşamak” arzularını ifade ederken örnek olarak kullandıkları Avrupa yaşam standartlarına (ya da en azından bir zamanlar öyle görünen standartlara) karşı sosyalist projelerini etraflıca ortaya koymayı beceremedikleri her durumda sıkıntıya girerek zayıf itirazlarla yetinmişlerdir. Ya da daha kötüsü, emekçi insanların genel eğilimine ters düşmemek, onların “hislerine tercüman olmak” uğruna genel bir demokrat söyleme doğru gerilemişlerdir.
Bu durum, şüphesiz tamemen iyi niyetli bir yerden ele alındığında, ciddi bir sorun olarak ortadadır ve devrimci güçler “insan gibi yaşamak” talebine ilişkin kendi projelerini pratikte ortaya koymadıkça da devam edecektir.

D) Kürt Ulusal Hareketi Cephesinde Durum
Sorunun en yakıcı hale ulaştığı kategori ise kuşkusuz Kürt ulusal hareketidir. Son yıllarda İmralı çizgisinin belirleyiciliğinde ulusal kurtuluş savaşı noktasından koparak adım adım mümkün olan en geri noktaya dek savrulan, ama buna karşın, devrimci sosyalist bir seçenek henüz gelismediği için hâlâ Kürt halkının desteğini kısmen zayıflamış olsa da almaya devam eden Kürt ulusal hareketi, bu olguya da aynı çizginin penceresinden bakmaktadır. Bir yandan açıkça AB yanlısı kampanyalar örgütlerken diğer yandan kendisini “kabul edilebilir” talepler üzerinden Avrupa kamuoyuna sunmakta ve sürecin belirleyici unsuru olma çabası göstermektedir. Daha doğrusu Kürt ulusal hareketi, kendilerinin ellerinde tuta tuta eskittikleri “çatışmaların başlaması ihtimali” kozu nedeniyle zaten sürecin belirleyicisi olduklarını düşünmektedir.
Oysa gerçeklik, hiç de böyle değildir ve böyle de olmayacaktır. Yaygın bir gerilla harekatının Türkiye’deki dengeleri ve dış ilişkiler dahil bütün ilişkileri etkileyeceği kesin olmakla birlikte, burada kesin olmayan şey, bizzat Kürt ulusal hareketinin ne yapmak istediğidir. Her şeyden önce gerillayı diplomasi için bir tehdit unsuru olarak kullanan anlayış, sonunda bu “tehdit”in etkisinin yitirilmesi tehlikesiyle de karşı karşıya kalır. Bundan daha önemlisi, AB sorunu ve Türkiye’nin üyeliği Kürt sorununa değil, bizzat AB çekirdeğinin genel amaçlarına ve bu amaçlar için Türkiye’ye biçilen role ve çıkarlara bağlıdır. Kürt ulusal hareketi hâlâ Türkiye’deki, Ortadoğu’daki, hatta zaman zaman abartarak tüm Avrasya cografyasındaki gelişmelere kendisi üzerinden bakmaya devam ettigi için bu gerçekleri görmekten oldukça uzaktır. Tüm gelişmeler gibi AB sürecini de kendisi üzerinden anlamaya çalışmakta, gelişmeleri çok yönlü çözümleme noktasının uzağında bulunmaktadır.
Asıl problem şuradadır: Taleplerini en alt seviyeye dek indirmiş olan bir önderlik, sonuçta Avrupalı emperyalistlerin basıncıyla sağlanacak bazı haklarla yetinebilir; bu kadarı bile 80 yıldır tümden varlıkları inkâr edilen Kürtler açısından şimdilik mucize gibi görünebilir. ama geriye kalan metropol varoşlarını ve büyük Kürt illerinin çeperini doldurmuş bulunan milyonlarca insanın derin yoksulluğu ve ezilmişliğidir. Bu derin yoksulluk ve sömürgeci ilişkiler AB’ye bağlı sınırlı gelişmeler olsa bile içinde her zaman ciddi patlama potansiyellerini taşıyacaktır ve bu potansiyeller Türkiye cephesindeki devrimci gelişmelere de bağlı olarak daha üst bir aşamaya ulaşabilecektir. Bu olanağın önünü sonsuza kadar kesmek ise mümkün değildir.
Kaldı ki bugün böyle “olumlu” gelişmelerin bile olmayacağı, 17 Aralık görüşmelerinde ve belgelerinde Kürt Ulusal Sorununa ilişkin tek bir ciddi ifadenin bulunmamasıyla anlaşılmıştır. AB gibi emperyalist bir ittifakın Kürt sorununu tümden boşlayacağı asla düşünülemez ama bu, soruna demokratik bir çözüm arayacağı anlamına gelmemektedir. Onların Kürt sorununa yaklaşımı, bölgedeki ve Türkiye’deki gelişmelerde bu sorunu bir koz olarak kullanmaktan öteye gitmeyecektir. Özellikle Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek istediği noktada AB’nin kodomanları Kürt sorununa ilişkin sivri açıklamalarla ortamı germe ve hatta ilişkileri dinamitleme olanağını ellerinde tutmaktadırlar.

Devrimci Sosyalizm ve Sorunun Kavranışı
Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, devrimci sosyalizm, yukarıdaki kategoriler arasında saymadığımız, saymaya gerek duymadığımız “bana ne” tutumuna sahip değildir ve olmamalıdır. Tam da emekçilerin ruh haline ilişkin olarak yazımızın başında söylediklerimizden ötürü devrimci sosyalizm bu yanılsamalı süreci “ben devrim işiyle uğraşıyorum, şu ya da bu emperyalist bloktan bana ne” söylemiyle karşılayamaz.
Devrimci sosyalizm, evet, Türkiye’de ve dünyanın diğer köşelerinde devrimin güncel, mümkün ve sürdürülebilir olduğuna inanmakta ve AB dahil önüne çıkan bütün politik gelişmelere bu noktadan bakmaktadır. Ancak öte yandan, emekçilerin dünyasıyla bire bir temas halinde olan her devrimci yapı gibi devrimci sosyalist hareket de, onların taleplerini, bu taleplerin içinde aktığı yanılsama kanallarını iyice belirlemek ve sürece müdahale etmek zorundadır. Bugün büyük bir umutsuzluk ve çıkışsızlık içinde debelenen emekçi kitlelerin kendi özgüçlerine olan güvenleri zayıflamış, buna paralel olarak yaşamsal taleplerine mücadele alanı dışındaki odaklarda da çözüm arama eğilimi yaygınlaşmıştır. Bu koşullar altında devrimci sosyalizm, kendisini mevcut tartışmanın dışında tutarak yürüyemez.
Öte yandan devrimci sosyalizm, bütün bu konulardaki kendi tutumunu ve pratik yaklaşımını da ortaya koymak durumundadır. AB projesinin kendisi ve Türkiye’nin katılımı, coğrafyamızın hiçbir temel sorununun emekçileri lehine, Kürt Ulusu lehine, tüm ezilenler lehine çözümünü sağlamayacakır. AB, emekçilerin değil, emperyalistlerin projesidir… On milyonlarca işsiziyle, sürekli budanan sosyal haklarıyla, umutsuzluk ve yoksullaşma ruh halinin giderek egemen oluşuyla, demokratik hakların içeriğinin boşaltılmasıyla, siyesetin sıradan bir gösteriye dönüşmesiyle karakterize olmaya başlayan AB, halklarımızın demokrasi, özgürlük, insanca yaşam taleplerinin gerçek karşılığı hiçbir zaman olmadı, olamaz. her seye rağmen, yine de biraz daha iyi oluruz, diyenler ya bilgisizliği, çaresizliği, ya da açıkça sistemle mücadele etme gücünü yitirmiş yılgınlığı dile getiriyorlar.
Politika yapan, hem de emekten yana ya da devrimci politika yaptığını iddia edenler, sorunlara gerçek çözümler getireceğini iddia edenler bu çaresizlik ve yılgınlık söylemine asla teslim olmazlar.
Devrimci sosyalizm, kendisini, halen Irak’ı, Fildişi Sahili’ni Afganistan’ı bombalayan, Ruanda’da katliam planlayıp uygulayan emperyalistlerin AB Planlarında insanca yaşam ve demokrasi arayanlardan kesin biçimde ayırıyor. Devrimci sosyalizm, biraz daha iyi olabilir diyerek karanlık sularda kulaç atmanın, çaresizliğin, yılgınlığın değil, gerçek çözümün, devrimin, halk demokrasisinin, sosyalizmin mücadelesini yürütüyor.
Devrimci sosyalizm, emperyalistlerden demokrasi talep edilemeyeceğini, gerçek bir halk demokrasisinin ancak anti-emperyalist anti-oligarşik bir halk devrimi ile kurulabileceğini ve ancak sosyalizm yoluyla garanti altına alınabileceğini söylüyor. Diğer yandan o hem bütünlüklü-merkezi bir politik-askeri müdahale yoluyla hem de hergünkü mücadele süreci sırasında bunun somut karşılıklarını ortaya koymak, yalan perdesini yırtmayı hedefliyor. Bu, tek boyutlu ve tek yönlü değil, birçok aracın bir arada kullanıldığı uzun ve zorlu bir mücadele sürecidir. Politik Kültürel Odakların emekçilerin dünyasında kök salarak her somut durumda ortaya koyacağı eylem ve örgütlenme performansından, en kapsamlı merkezi müdahale ve kampanyalara kadar her biçimi kapsayacaktır. Bugün emekçi kitlelerin beklentileri ile devrimci sosyalizmin hedefleri arasında hâlâ kat edilmesi gereken çok uzun bir mesafe vardır. Devrimci sosyalizm bu mesafenin aşılması için önüne bitmez tükenmez bir zaman dilimini koymuyor; “günün birinde patlayıp her şeyi taşıyacak” büyük bir krizin sırtına bineceği günü de beklemiyor.
Devrimci sosyalizm, bu mesafeyi, günlük çalışmanın, küçük küçük adımların içinde mayalanan büyük sıçrayışlarla aşmayı perspektif olarak belirlemiştir. Emekçi kitlelerin en temel, en yakıcı taleplerini, sık tekrarladığımız bir deyişi kullanırsak “gerçek gündem”lerini temel alan zahmetli ve zorlu bir örgütleme çalışması, bu perspektife sıkı sıkıya bağlı olarak yürütüldüğünde, işte gerçekten o zaman, önümüzdeki on yılda Türkiye’nin “varacağı yer” işbirlikçi politikacıların ve AB ajitatörlerinin hayal bile edemeyecekleri bir nokta olacaktır.
Ve herhalde söylemeye bile gerek yok; Avrupalı emperyalistler, özgür, bağımsız ve sosyalizm yolunda adımlar atan bir Türkiye’yi aralarına almak için hiç de hevesli olmayacaklardır!

Konuyla ilgili olarak Almanya'daki Çalışma ve Toplumsal Adalet Seçim Alternatifi Kurucu Üyesi ve Basın Danışmanı Murat Çakır ile yaptığımız röportajı okumak için burayı tıklatın.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul