Brezilya Dizisi Sona Erdi mi?
Yaklaşık 40 yıldan bu yana adeta bir Brezilya
dizisi gibi bıktırıcı bir döngü içinde devam eden
AB-Türkiye macerası bugünlerde yeni bir aşamaya
girmiş gibi görünüyor. 17 Aralık’ta açıklanan
zirve kararlarıyla Türkiye’ye “Müzakere Tarihi”
verilmesi, egemen sınıflar cephesinde öyle bir
sevinç yarattı ki, bugünün bayram ilan edilmesi
bile mümkün. Bütün medya tekellerinin Tayyip Erdoğan’a
yağdırdığı övgüler, Brüksel dönüşü yapılan görgüsüz
“fetih”(!) kutlamaları bunun işaretlerini veriyor.
Her yanda estirilen genel bir sevinç ve memnuniyet
yaygarası ile aykırı seslerin boğulması aynı sürecin
parçası oluyor. Tekelci Burjuvazinin en üst kesiminde
zaten çok fazla mızıldanma yok. Onlar herhangi
bir seçmen kitlesine şirin görünme kaygısı içinde
değiller; olaylara patron gibi, patron gözlükleriyle
bakıyorlar ve aslında halka söylenenlerin çoğunun
yalan olduğunu herkesten iyi biliyorlar. Ağar
ile Baykal gibi politik aktörlerin özellikle Kıbrıs
konusundaki yakınmaları da aslında milliyetçi
duygulardan, bize ne çıkar faydacılığından başka
bir anlam ifade etmiyor. 2000’lerin ilk yarısında
Türkiye’de yapılan iki büyük operasyondan (İsmail
Cem’in YTP’si ve AKP) birincisinin rezaletle ikincisinin
de başarıyla sonuçlanmış olduğu artık kesin çünkü.
İçten ve dıştan biraz basınç altına alındığında
AKP hükümeti, oligarşi açısından elverişli bir
araç gibi görünüyor ve büyük efendilerin kulakları
şimdilik Ağar ve Baykal gibi seslere kapalı.
Aslında 17 Aralık’ta pek fazla sürpriz yaşandığı
söylenemez. Türkiye’ye şöyle ya da böyle bir kapı
aralanacağı, ancak bu kapının ardına kadar açılmayacağı,
bir dizi koşula bağlanacağı belliydi ve öyle de
oldu. İlk gün Erdoğan’ın taktik ustalığını öve
öve bitiremeyen köşe yazarları bile daha aradan
bir gün geçmeden bu kararların gerçek anlamını
yazmaktan kendilerine alamadılar.
Her şeyden önce 3 Ekim 2005 tarihinde başlayacak
görüşmelerin “açık uçlu” olduğu, yani mutlaka
üyelik garantisi anlamına gelmediği, “sonucun
garanti olmadığı” ve sürecin her an askıya alınabileceği
kararların en önemli maddesiydi. Kararda çok açık
biçimde üyeliğin 2014 yılından önce mümkün olamayacağı
ve bunun da her an kesintiye uğrayabileceği ifade
ediliyordu. Buna göre, AB Komisyonu’nun tek başına
veya üye ülkelerden üçte birinin girişimiyle müzakereleri
askıya alması mümkündür. Ayrıca, “tam üyeliğin
gerçekleşmediği koşullarda da” Türkiye’nin bir
sığıntı olarak AB içinde kalması gerektiği kararların
önemli vurgularından biriydi. “Açık uçlu” müzakere
sürecinin somut anlamı, aslında yalnızca şu ve
şu koşulların yerine getirilmesinin üyelik için
yeterli olmadığı; daha doğrusu sorunun “koşullar”la
değil, karşı tarafın çıkarları ve ihtiyaçlarıyla
ilgili olduğuydu. Yani bütün sayılan koşulların
yerine getirilmesi halinde bile bu, mutlaka üyelik
anlamına gelmiyor.
Daha da önemlisi, kararda, bu süreçte Türkiye’ye
yönelik özel uygulamaların söz konusu olacağı
da yeterince açık bir dille ortaya konuluyordu.
İçeriği şimdiden belirtilmemiş “istisnai uygulamalar”dan
genel olarak söz edilirken, özellikle serbest
dolaşımın kalıcı biçimde kısıtlanması, yapısal
politikalar ve tarımla ilgili önlemler uygulanması
en önemli özel koşullar olarak ortaya konuluyor.
Serbest dolaşım ile ilgili kalıcı kısıtlamanın
nedenleri aslında bütün emekçiler tarafından biliniyor;
kapıların ardına kadar açılması halinde Türkiye’den
Avrupa’ya doğru nasıl bir hareketlenmenin gerçekleşeceğini
kestirmek zor değil. Karar bu konuda sadece kalıcı
kısıtlama getirmekle kalmıyor, ayrıca üye ülkeleri
de gelecekte kendi tedbirlerini almakta özgür
bırakıyor. Öte yandan, özellikle tarımla ilgili
önlemler sokaktaki insan tarafından daha az biliniyor.
Türkiye’nin zaten neoliberal uygulamalarla çökertilmiş
olan tarımının AB sürecinde tamamen yıkıma açık
hale geleceğini gayet iyi bilen Avrupalı kapitalist
devletler, bunun mali faturasını yüklenmemek için
daha şimdiden bu konuda herhangi bir “yardım”
zorunluluklarının olmadığını ilan etmeyi faydalı
buluyorlar. Yani aslında şimdiye dek bize AB üyesi
olmanın “en büyük avantajları” olarak sunulan
konularda “yarım üyelik” statüsü şimdiden netleşmiş
durumda. Bu karmaşa arasında emekçileri en çok
ilgilendiren şey, yani iş ve ekmek rüyası şimdiden
çökmüş bulunuyor.
Bütün bu koşullar arasında en çok öne çıkarılanı
ise aslında en saçma ve aptalca olanı. Resmen
AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması-tanınmaması
tartışmasının tamamen gereksiz olduğunu anlamak
için diplomat olmaya gerek yok. Neredeyse elli
yıldır adada binbir türlü komplo örgütleyen ve
sonunda işgal ettiği bölgede kimselerin tanımadığı
tuhaf bir “Cumhuriyet” kuran Türkiye oligarşisi,
aslında bu yeni durumda üyesi olmak istediği birliğin
bir parçası olan resmi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak
zorunda olduğunu gayet iyi biliyor. Ancak bir
yandan adadaki çıkarlar, diğer yandan bugüne dek
“yavru vatan” adı altında sürdürülen ırkçı politikalar,
hızlı bir geri dönüşe izin vermiyor. Bunun yerine
şimdilik bir zaman kazanma ve arada bu gerçeği
sindirme taktiği izleniyor.
Yani sonuç olarak 17 Aralık’ta “zafer” olarak
sunulan şey, bir ucu 2014’e dek uzanan ve gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği bütünüyle bu süreçteki politik-ekonomik-sosyal
gelişmelere bağlı olan uzun ve sıkıntılı bir yoldur.
Basın toplantısı sırasında Dışişleri Bakanı Gül’ün
de sarf ettiği “2014’e kadar Türkiye başka bir
ülke olacaktır” sözü, bu anlamda çeşitli biçimlerde
yorumlanabilir; bu, tamamen gelecekteki 10 yıla
kimin nasıl baktığı ile ilgili bir sorun. Teknisyen-iktisatçı
gözlüğüyle baktığınızda bu on yıl rakamlardan
ibaret görünür, toplumsal sürecin içinden baktığınızda
somut insan hayatlarının ve onların mücadelelerinin
içinde devindiği bir süreç olarak görünür. Dolayısıyla,
Avrupa Birliği’nin borazanlığına soyunmuş olan
Mehmet Altan’ın Gündem’deki röportajında vurguladığı
“toplum olarak terleyip fazla kilolarımızı atacağız”
meselesi de, bu terlemeye kimin nasıl bakacağına
ve en çok terletilecek olanların, yani emekçilerin
mücadelesinin önümüzdeki 10 yılda hangi noktaya
ulaşacağıyla ilgilidir. Ve nihayet bunların tümü,
Abdullah Gül ve bütün şu “uzman iktisatçı” tayfasının
tamamen hesapdışı tuttuğu devrimci sosyalist hareketin
performansı ile de ilgilidir.
Her ne olursa olsun, bu on yıla nasıl bakıldığı,
önümüzdeki günlerde Türkiye’deki herkesin gündemi
olarak şekillenecek, bu kesin. Kesin olan bir
başka şey ise aylardır medya ve AB militanları
tarafından ortalıkta estirilen “yarın hayatımızda
büyük değişiklikler olacak” havasının şimdilik
söndüğüdür. 18 Aralık günü milyonlarca yoksul
emekçi yine servislerine binip atölyelerde, fabrikalarda
ve bürolarda ömür tüketmek için yola çıktılar
ve kendilerini hiç de dünden daha fazla Avrupalı,
dünden daha fazla zengin ve mutlu hissetmediler.
Niçin Tartışıyoruz?
Belki yıllar sonra, sosyalist bir Türkiye’nin
penceresinden bugüne dönüp baktığımızda, bir yeni-sömürge
ülkenin oligarşisi bir emperyalist blok içine
girmek isterken, o ülkenin solunun bu politikaya
“yandaş” olmayı ya da “karşıt” olmayı tartışması
hepimize garip görünecektir. Hatta öyle bir yerden
baktığımızda, bir devrimcinin “AB’ye Hayır” kampanyası
yürütmesi bile tamamen gereksiz bir enerji israfı
gibi algılanabilecektir. Hatta bugün de bir çok
devrimcinin kafasında benzer bir düşünce dolanıp
durmaktadır: “Bu tartışmalara dahil olmak yerine
işimize gücümüze baksak daha iyi olmaz mı?”
Peki niye tartışıyoruz o zaman?
Daha doğrusu şöyle sorulabilir: Bugün, bu “anormal”
tartışmayı özgün bir süreç olarak “normal” kılan
olgu nedir? Niye ABD emperyalizmi ile ilgili kimsenin
kafasında bir tereddüt dahi bulunmuyor da AB söz
konusu olduğunda bu bir tartışma konusu olabiliyor?
Bir ülkede milyonlarca insan ABD emperyalizmine
karşı yoğun bir nefret duyarken Avrupa konusunda
kafa karışıklığı yaşıyorsa, bu yalnızca medyatik
yönlendirme ile açıklanabilir mi?
Sorunun düğüm noktası işte tam da bu sonuncu soruyla
ilgilidir.
Emekçiler ve ezilenler, bu ülkenin sıradan insanları,
hayatla ilgili çok temel taleplere sahipler.
Onlar aylardır çarşıda pazarda, fatura kuyruklarında
ve belediye otobüslerinde büyük ölçüde medya kanallarının
da etkisi altında kalarak bu sorunu tartışmaya
ve konuyu anlamaya çalışıyorlar. TV’leri izliyorlar,
karşıtları ve yandaşları dinleyip olup bitenlere
bir anlam vermeye çabalıyorlar, vb... Doğal olarak
bu karmaşada belirgin düşüncelere de ulaşamıyorlar.
Daha doğrusu, aslında bu aylar boyunca ortaya
çıkan durum şudur: Konuya kendi yakıcı sorunları
(işsizlik, geçim sıkıntısı, vb.) üzerinden bakan
emekçiler, aslında bütün bu laf kalabalıklarının
arasında hep bu sorunlarla ilgili “çözüm”ler arıyorlar.
Bu, son derece basit ve anlaşılır bir durum...
Medya tarafından sorunun üzerine ne kadar çok
“politik” demagoji yüklenirse yüklensin emekçi
insanlar, yine de aslında kendi dertleriyle ilgililer
ve onlar çizilen bu tablonun, en özlü biçimiyle
“insan gibi yaşamak” deyiminde karşılığını bulan
kendi asgari taleplerine ne kadar denk düştüğünü
anlamak istiyorlar. Onlar açısından asıl soru
şu: “Yarın ne olacak ve ben nasıl yaşayacağım?”
Solun bir bölümü onlara “AB’ye karşı olmak gerektiğini”
söylüyor; onlarsa içlerinden “tamam ama” diyorlar,
“iş bulabileceksem eğer ve insan gibi yaşayacaksam
bunun ne zararı var!” Diğer yandan ise birileri
onlara AB ile ilgili olarak bir “cennet” tablosu
çizdiğinde yine mırıldanıyorlar: “tamam ama, elin
adamı bize niye bir cennet bahçesi versin?”
Çok basit olarak birkaç çizgiyle onların dünyasındaki
tablo böyle oluşuyor. Kendi yaşamsal sorunlarıyla
boğuşan ve en asgari taleplerine çözüm arayan
sıradan emekçi, politik yaşamdaki bütün diğer
irili ufaklı değişikliklere, yeni hükümetlere,
vb. nasıl bakıyorsa bu soruna da öyle bakıyor:
Daha fazla demokrasi, özgürlük, iş… Ve elbette,
kapısında adam dövülmeyen doğru dürüst bir üniversiteden
mezun olup doğru dürüst bir iş bulmak isteyen
öğrenci ya da belki küçük dükkanını kapatıp şansını
yaban ellerde denemek isteyen küçük esnaf da benzeri
duygular içindedir. Bir ülkede bu kadar çok genç
nüfus varsa ve bu insanların okul görmüşleri bile
kahve köşelerinde ömür tüketiyorsa ve daha da
önemlisi o ülkenin solu ciddi bir alternatif güç
ortaya koyarak söz konusu taleplerin emekçilerin
kendi öz güçleriyle elde edilebileceği bilincini
yaratamamışsa, beklenebilecek olan herhalde bundan
fazlası değildir.
Dolayısıyla politik arenadaki karışıklık da (Kıbrıs,
vb.) aslında onların duygularına tam olarak denk
düşen bir şey değil. Şüphesiz onlar da medyatik
yoldan yönlendirilerek bu spekülasyon deryasına
dalıp gidiyorlar; ama son tahlilde derinlerdeki
sorun aynı kalıyor. Bu süreçte kitlelerin “ulusal”
duygularına oynamak isteyen MHP-FP ya da “Kemalistler”inde
gözle görünür bir başarı sağlayamaması bu sorunla
ilgilidir. İşsiz, yoksul ve mutsuz insan kitleleri,
açıkçası “ulusal onur” gibi lafları, hele ki bu
laflar elli yıldır emperyalistlerle kolkola olanlardan
geliyorsa, çok da fazla umursamıyorlar. Bir yanından
bakılınca belki anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı
duyguların zayıflamış olması pek hoş bir şey gibi
görünmüyor; ama gerçeklik böyle. İnsanlar, insan
gibi yaşamak istiyorlar ve bunun bir devrim ya
da toplumsal hareket yoluyla sağlanabileceği bilincinden
ne kadar uzaksalar, önlerine çıkan yanılsamalı
olgulara o kadar yakınlaşıyorlar. Her emekçi,
önüne çıkan olgulara pratik bir kıyaslama ile
yaklaşır ve bu çok anlaşılabilir bir durumdur.
Bir ülkedeki yoksulluk ve işsizlik ne kadar derinse,
o ülkenin emekçilerinin -devrimci gelişmelerin
yaşanmadığı ya da belirgin sosyalist ülke örneklerinin
var olmadığı koşullarda- arzu ettiği ya da razı
olabileceği hayat standartları o ölçüde düşük
seviyelerde oluşur. Yeni-sömürge kapitalizminin
ilk “kalkınma” yıllarında kentlere yığılan milyonlarca
insan hayatla ilgili beklentilerini nasıl kendi
köydeki hayatıyla kıyaslayarak oluşturuyorduysa,
bugün de herhangi bir emekçinin örneğin “serbest
dolaşım”la ilgili beklentisi herhangi bir Fransız
işçinin standartlarından daha aşağıdadır. Ama
sorun şu ki, o kadarı bile işsizlik ve yoksulluk
içinde kıvranan insanların hayatında bir anlam
ifade etmektedir.
Bütün bunlardan ötürü, devrimci sosyalizm emekçilerin
bu somut duygularının ve isteklerinin üzerinden
atlayamaz. Bütün bunlardan ötürü, bir başka pencereden
bakıldığında saçma ve anlamsız görünebilecek olan
bir tartışma, mantıklı ve anlamlı hale gelir.
Bizi sorunu irdelemeye ve bir tutum ortaya koymaya
iten şey işte tam da budur.
Giriş: Emperyalistler Arası
İlişkinin Mantığı ve Kısa Tarihi
Böyle bir kısa açıklamadan sonra konunun irdelenmesine
geçtiğimizde, liberal sol tarafından önümüze açılmış
bulunan kavramsal vadilerden yürümeyeceğimizi,
soruna devrimci sosyalizmin kendi çözümleme yöntemiyle
yaklaşacağımızı en baştan söylemeliyiz.
Bu çözümleme yönteminin özü ise bilindiği gibi
dönem kavrayışına dayanır.
Esasen emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler,
her zaman çatışmalı bir karakter göstermiştir;
bu biliniyor. Geçtiğimiz yüzyılı kana bulayan
iki büyük savaş bunun açık kanıtıdır. Tıpkı tek
tek kapitalistler gibi kapitalist ülkeler de tarih
boyunca hiçbir zaman kendi aralarında yekpare
birlikler yaratamamışlardır; bu, ne kadar düzene
konulmaya çalışılırsa çalışılsın kapitalist üretimin
doğasından sökülüp atılamayan bir olgudur. Tek
tek her kapitalistin çıkarları nasıl diğerleriyle
çelişki içindeyse, eşitsiz ve sıçramalı bir biçimde
gelişen kapitalist ülkelerin çıkarlarının da birbirleriyle
uzlaşması mümkün değildir. Ya da şöyle söylenebilir:
Eşitsiz gelişim yasası, her uzlaşma ve birlik
girişimini sürekli ve kalıcı olmaktan alıkoyar;
çünkü şu ya da bu süreçte bazı kapitalist ülkelerin
öne çıkması ya da geriye düşmesi hegemonya ilişkilerini
değiştirir ve mevcut birliktelikleri çatırdatarak
yenilerine yol açar.
Bu ilişkilerdeki köklü değişiklikler ise başka
bir dizi faktörle birlikte emperyalizmin tarihsel
dönemlerini karakterize eder.
Sosyalist Barikat okuru daha önceki yazılarımızdan
biliyor; devrimci sosyalizmin bunalım dönemleri
çözümlemesi, başlıca üç temel üzerinde şekillenir:
Dünya kapitalist ekonomisinin sömürü modeli, bunlardan
birincisidir. “Sermayenin, mal ve hizmetlerin
hem ulusal, hem de uluslararası alanda dolaşım
tarzı, mali sermaye ile üretim süreci arasındaki
ilişki, uluslararası kapitalist işbölümü, hegemonik
sektörler, kapitalist iş örgütlenmesi (fordist
ve postfordist yöntemler vb.), emperyalistler
ile bağımlı (sömürge ve yarı-sömürge/yeni-sömürge
ülkeler arasındaki ilişki tarzı ve bağımlı ülkelerin
dünya ekonomisi içindeki konumlanışları, emekçilerin
kazanımlarının ve örgütlenmelerinin düzeyi ile
ücret ve ücret politikaları vb. öğelerin bütünsel
tablosu, bize kapitalist ekonominin belirli bir
süreçteki sömürü modelini verir.” (Emperyalizmin
Bunalım Dönemleri, S. Barikat, 11. sayı) Ve çoğu
zaman belli bir burjuva iktisat teorisine de yaslanan
bu modelin değişimi, kapitalist dünyanın çehresinde
köklü bir değişiklik anlamına gelir.
Kapitalist dünyanın siyasal, toplumsal, örgütleniş
tarzındaki değişiklikler bir diğer temel faktördür.
Emperyalistler arası ilişki ve çelişkilerin (hegemonya
mücadelesi) durumu, devlet biçimleri, kültürel
sosyal ve ideolojik biçimleniş vb.. bu kategori
içinde değerlendirilir.
Üçüncü temel unsur ise ise sosyalist hareketin
ve dünya halklarının mücadelelerinin aynı süreçteki
durumudur.
Her tarihsel süreç, bu üç temel unsur etrafında
biçimlenir ve her tarihsel süreçte ya da bunalım
döneminde “sistemin genel bunalımı derinleşir,
yeni öğeler ortaya çıkar, çatışkılar, değişimler
birikir, birbirine eklenir ve sürecin belirli
bir aşamasında mevcut işleyiş modeli bütünsel
bir kırılmaya, değişmeye uğrar. Yeni bir ilişki,
çelişki ve çatışma düzeyi, yeni bir işleyiş modeli,
yani yeni bir bunalım dönemi ortaya çıkar.” (agy)
Bu bağlamda, emperyalistler arası ilişkiler, onların
kendi aralarında (birbirlerine karşı ya da ortak
olarak) kurdukları ittifaklar, birlikler, bir
sürecin anlaşılmasında -diğer unsurlarla birlikte-hayati
öneme sahiptir. Genel olarak “hegemonya mücadelesi”
dediğimiz bu süreç, emperyalist ülkelerin yöneticilerinin
(örneğin Bush ya da Chirac, vb.) keyfi tercihlerinin
sonucu değildir, bu süreç eşzamanlı olarak rol
oynayan birçok faktörün etkisi altında biçimlenir.
Eşitsiz gelişme, kapitalist dünya sisteminin hiyerarşik
bir düzen içersinde yürümesine ve her dönem bileşenleri
değişen güç piramitleri yaratmasına yol açar.
Sistemin doğası gereği bu piramit hiçbir zaman
durağan ve kesin değildir; “sermaye birikiminde,
yeni teknolojilerin üretiminde ve kullanımında,
yeni pazarlar elde etmede, askeri ve siyasal alanda
gücünü büyütmede ilerleme gösteremeyen, rakiplerini
yenemeyen ülkeler kaçınılmaz biçimde hiyerarşinin
alt basamaklarına itilirler.
Hiyerarşi piramidinin alt basamaklarında bulunan
emperyalist güçler ve diğer ülkeler ile üst basamaklarında
bulunanlar arasında sürekli bir rekabet ve çatışma
sözkonusudur.” (agy)
Çoğu kez piramidin en üstü bir ya da birkaç emperyalist
ülke tarafından işgal edilmiştir. En güçlü ekonomiye,
askeri, siyasal güce, kültürel ve sosyal etkinliğe
sahip, sistemin bütünü için genel düzenlemeleri
yapabilecek konumda olan bu ülke ya da ülkeler,
dünya çapında üretilen artı-değerin aslan payını
alır, sistemin olanaklarından en fazla yararlanırlar.
Bu, aynı zamanda sistemin sürdürülmesi için gerekli
külfetlerin de bu ülkeler tarafından yüklenilmesi
anlamına gelir. Kolayca anlaşılacağı gibi böyle
bir sistem, sürekli güç savaşlarını zorunlu kılar.
Hegemonik güç olma savaşımında bir çok faktör
rol oynar. Bunlardan en önemlisi kapitalizmin
o süreçteki sömürü modelini kapitalizmin genişletilmiş
yeniden üretimine büyük hız kazandıracak ve kar
oranlarında düşüşü engelleyecek, ciddi bir yükseliş
sağlayacak tarzda değiştirmek ve bu temelde oluşturulacak
yeni sömürü modelini sistemin bütününe egemen
kılma çabasıdır. Çeşitli sektörlerin geliştirilmesi
ve hakim kılınması ve bütün bu alanlardaki öncülük
söz konusu çabanın temelini oluşturur
Siyasal ve askeri alanlardaki ataklar da aynı
mücadelenin başka bir cephesidir. Ve kuşkusuz
geçen yüzyılın tarihinde sık sık tanık olduğumuz
gibi savaşlar bu mücadelenin en önemli aracıdır.
Tamamen paylaşılmış bulunan pazar alanlarının
yeniden paylaşılması çoğu kez büyük ve kanlı savaşlarla
mümkün olur.
Ayrıca sisteme egemen olan güç, savaş dışındaki
zamanlarda da dünya politikasına ağırlığını koyar,
bütün emperyalist kurumlarda ve ortaklıklarda,
vb. kendi politikalarını dayatır, dünyanın çeşitli
bölgelerindeki olaylarda kendisinin ve sistemin
lehine sonuçlar elde etmeye çalışır, tehditten
şantaja ve bölgesel müdahalelere kadar her yolla
sistemin “bir numara”sı olduğunu, “büyük ağabey”
olduğunu ortaya koyar. Emekçi halkların ve sosyalist
güçlerin dünyanın her köşesinde bastırılması görevi
de esas olarak bu mücadelenin bir parçasıdır.
Dönemler değişir, bu güç ilişkileri de değişir
ve bu kez yeni güçler sürece ağırlıklarını koyar.
1950’lerden sonra Vietnam ve bazı Afrika ülkelerinde
ABD’nin Fransızların, Belçikalıların yerini almaları
bunun tipik örnekleridir.
1870’lerden başlayarak Ekim Devrimi’ne dek devam
eden emperyalizmin I. Bunalım dönemi, kapitalist
dünyanın klasik sömürgeci kastının ve özellikle
İngiltere’nin hegemon olarak başı çektiği bir
süreçtir. Ancak öte yandan daha 1900’lerin başında
bile ABD uzaktaki bir kapitalist güç olarak hızlı
gelişmesini sürdürmekte ve sürece ağırlığını koymaktadır;
dolayısıyla İngiltere’nin hegemonyası varlığını
korumakla birlikte aşınmaya başlamıştır. Bilindiği
gibi bu süreç, söz konusu hegemonya ile ona karşı
mücadele eden emperyalist güçlerin karşılıklı
ittifaklar kurmasıyla karakterize olmuş, İngiltere’nin
başını çektiği İttifak Devletleri ile Almanya’nın
başını çektiği İtilaf Devletleri arasındaki kanlı
hesaplaşma dört yıl boyunca dünyayı kasıp kavurmuştur.
Ekim Devrim’nden sonra başlayan ve 1945’e dek
süren II. Bunalım Dönemi ise dünya tarihinin en
karışık ve dinamik dönemidir. I. Paylaşım savaşının
ortaya çıkardığı yeni tabloda artık ABD belirgin
bir güç olarak kendini daha fazla ortaya koymakta
ve mevcut hegemon ilişkiyi dünya planında delmektedir.
Savaş boyunca zenginliklerinin %10’unu bile harcamadığı
halde sonuçta ortaya çıkan politik tabloda etkin
olan bu güç (ve gitgide varlığını duyuran Japonya)
olağanüstü bir önem kazanmıştır. 1929’a dek uzanan
süreçte görülen tablo, gerileyen Avrupa ve gelişen
ABD tablosudur. Daha sonra gelen 1929 krizi tam
bir çöküntüdür; ancak daha ağırlıklı olarak ABD’yi
vurduğu halde bu korkunç krizin Avrupa’daki sonuçları
daha vahim olmuştur.
ABD yeni ekonomik politikalarla yıkıntının altından
kalkabilirken Avrupa’nın büyük kapitalist ülkeleri
boydanboya kaos içine gömülmüş ve sonuçta yeniden
paylaşım ihtiyacı ortaya çıktığında artık bunun
ideolojik altyapısı olarak faşizm de bu bataklık
içinden filizlenmiştir. Bu kez emperyalistler
arası kamplaşma, yeni bir ittifaklar sistemi içinde
oluşmaktadır. Bir yanda sadece kaybedilmiş pazarların
değil “dünya hakimiyeti”nin de peşine düşen Almanya
ve onun yardakçısı İtalya (ve tabii ki Japon militarizmi),
diğer tarafta ise zinde güç olarak ABD’nin çevresinde
oluşan diğer güçler...
Ve tabii, bu kez tablonun bir başka unsuru daha
vardır: Birbirleriyle savaşa tutuşan bu güçlerin
tümünün düşman olduğu Sovyetler Birliği! ABD ve
İngiltere’nin başını çektiği kampın Alman militarizminin
varlığına uzun süre katlanmasının nedeni kuşkusuz
budur. Sürecin bir noktasında ABD bütün ağırlığıyla
savaşa girdiğinde ise artık Avrupa’nın diğer emperyalist
güçlerinin soluğu tıkanmıştır.
Savaş bittiğinde ortaya çıkan sonuçlardan birincisi
sosyalizmin kazandığı olağanüstü etkinlikse, ikincisi
artık İngiltere’nin klasik hegemonyasının tarihe
karışması ve ABD’nin tartışılmaz hakimiyetidir.
III. Bunalım Döneminin Hegemonya İlişkileri
ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Oluşumu
Böylece savaşın ardından başlayan III. Bunalım
Dönemi, savaştan dolayı harap olmuş Avrupa karşısında
aynı savaşta en az yıpranan ülke olan ABD’nin
kesin ve açık üstünlüğüyle karakterize olur. Emperyalist
pazarların daralması karşısında ABD bir yandan
Marshall Planı gibi yollarla Avrupa’nın yeniden
inşasını organize etmekte ve böylece üstünlüğünü
perçinlemekte, diğer yandan ise sosyalizme karşı
yeni bir haçlı seferi başlatarak kapitalist ekonomiyi
olağanüstü düzeyde askerileştirmektedir. Bu arada
Avrupa metropollerinin eski sömügeci yöntemlerini
parçalayan ABD artık dünyanın dört bir köşesinde
yeni-sömürgecilik yoluyla pazarlara hakim olmaktadır.
Aynı dönem ABD’nin dünya kapitalist ekonomisine
de büyük ölçüde hakim olduğu ve yeni bir düzen
getirdiği yılları kapsar. Bretton Woods anlaşmasıyla
doların egemenliğinin ilan edilmesi ve IMF, Dünya
Bankası gibi uluslararası kurumların (ABD’nin
hegemonyasında) yaratılması ve hem kapitalist
üretimin yeni sektörlerinde hem de sömürü modelinde
tartışmasız kuralların ABD tarafından konulması
dönemin tipik özellikleridir. Aynı biçimde sistemin
ortak saldırı gücü olarak NATO’nun inşası, “papaz”
rolü için de BM’nin aktifleştirilmesi aynı sürecin
politik-askeri ataklarıdır.
Dikkat edilirse bu dönemin en çarpıcı özelliği,
emperyalistler arası ilişkilerde 1914 ya da 1940’ların
klasik kamplaşma biçimlerine artık rastlanılmaması,
bunun yerine emperyalist ülkelerin tümünü kapsayan
ortak örgütlerin geçmesidir. NATO ya da IMF-Dünya
Bankası gibi örgütler, sonuçta bütün sistemi ifade
eden örgütlerdir ve bu kez emperyalistler arası
çıkar kavgası bu örgütlerin içine taşınmıştır.
Şüphesiz bu örgütlerin tümünde dönem boyunca ABD’nın
tartışmasız bir egemenliği vardır ama yine de
hiçbir emperyalist ülke bu genel örgütlerden çıkarak,
onları reddederek düşman bir kamp yaratmamakta,
bütün hesaplaşmalar bu ortak örgütlerin içinde
yaşanmaktadır. Şüphesiz bunda hem ABD’nin ezici
üstünlüğü, hem de sosyalist kampın aynı süreçte
ulaşmış olduğu olağanüstü gücün yarattığı derin
korku rol oynamaktadır.
1970’lerde Mahir Çayan’ın yeni bir emperyalistler
arası paylaşım savaşını olası görmemesi bununla
ilgilidir. Bu, o zamanlar çok basitleştirilerek
tartışıldığı gibi bir “savaş çıkar-çıkmaz” meselesi
değildir. Bu tezden hareketle Çayan’a “emperyalizmin
doğasını anlamamak” suçlaması yapanların bir türlü
kavrayamadıkları şey şuydu: Mahir Çayan, aslında
böylece devrim umudunu büyük paylaşım savaşlarının
yaratacağı krizlere bağlamış olan klasik ayaklanmacı
akımı uyarmakta ve sonuçta özet olarak bugünün
dünyası budur, hazırlop kriz beklemek yerine mevcut
“sürekli kriz” durumunun devrimci müdahaleyle
derinleştirilmesi daha doğrudur, demektedir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) oluşumu da
bu gerçeği değiştiren bir durum olmamıştır. Esasen
bu Avrupa için eski bir düştür; ama II. Paylaşım
savaşı 1945’te Avrupa baştanbaşa bir harabe haline
getirerek bittiğinde artık kendini dayatmıştır.
Kapitalist Avrupa bir yıkımıniçinden geçmiştir.
Bir yandan faşist orduların darmadağın edilmesinden
sonra etki alanını genişleten sosyalizm Berlin
kapılarına dek gelip dayanmıştır, diğer yanda
ise Avrupa’nın göbeğinde Fransa, İtalya gibi bütün
büyük kapitalist ülkelerde sosyalist-komünist
partiler güç kazanmaktadır. Bu koşullarda ABD,
Marshall Planı yoluyla yıkıntıya uğramış Avrupa
kapitalizmini onarmaya çalışmakta ve aynı zamanda
da Avrupa’daki ekonomik-politik-askeri varlığını
kalıcılaştırmaktadır.
Belli başlı Avrupalı emperyalist ülkeler arasında
bir “ortaklık” fikrinin canlanması da tam bu dönemde,
savaştan hemen sonra gerçekleşmiştir. Daha 1946
yılında bir konuşmasında Winston Churchill “‘Sovyetler
Birliği tehlikesi nedeniyle yükselen tansiyon
karşısında, Avrupa Birliği daha fazla gereklidir’’
demektedir. Uzun ömürlü olmayan birkaç ortaklık
denemesinden sonra, bir yandan sosyalizme karşı
bir duvar örebilmek, diğer yandan ise ekonomik
çıkarlarını koruyabilmek amacıyla güçlerini bir
araya getirmek isteyen Avrupalı emperyalistlerden
altısı, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda,
Belçika ve Lüksemburg, 5 Mayıs 1949’da Avrupa
Konseyi’ni, 18 Nisan 1951’de de Paris’te imzaladıkları
bir anlaşma ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu
kurmuşlardır. Daha sonra bu altı emperyalist ülke,
işbirliğini ilerletmişler ve 1 Ocak 1958’de Roma
Anlaşması’yla Avrupa Ekonomik Topluluğu biçimine
dönüştürmüşlerdir. 1960’lara gelindiğinde artık
Avrupa Topluluğu adı kullanılmaktadır ve 1973’te
İngiltere olmak üzere İrlanda ve Danimarka gibi
başkalarının da katılmasıyla, topluluk emperyalist
Avrupa’nın aşağı yukarı bütününü kapsar hale gelmiştir.
Ancak, 1950-1990 sürecin bütününe baktığımızda,
Avrupalı emperyalistlerin bu örgütlenişinin yine
de eski dönemlerin emperyalist savaşa dek giden
klasik örgütlenişlerinden farklı olduğu kesindir.
Şüphesiz bu ülkelerin bir araya gelişlerinin arka
planında ABD’nin sınırsız ve küstah hegemonyasının
törpülenmesi-geriletilmesi amacı vardır; ama bu
doğrudan çatışmayı göze alan bir eğilim değildir.
Yani karşı karşıya olduğumuz şey, bu kez artık
“İttifak-İtilaf” ya da “Mihver-Müttefik” kampları
gibi bir güçler yığılması değildir. Birincisi
somut bir gerçeklik olarak ABD hegemonyası dünyada
duruma hakimdir ve Avrupa artık kabullenilmiş
olan bu duruma karşı radikal bir çıkış yapabilecek
ekonomik-askeri güce sahip değildir. İkincisi,
çok değil birkaç metre ötede bulunan sosyalist
kampın ürkütücü varlığı kapitalist dünyadaki çatışmalı
entegrasyonun devamını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla
dönem boyunca Avrupalı emperyalistlerin bu örgütlenişi,
kuşkusuz geleceğe dönük olarak güç biriktirmiş,
zaman zaman kendi çıkarlarını koruyacak ataklar
denemiş ama hiçbir zaman ABD hegemonyasıyla cepheden
çatışan bir noktaya ulaşmamıştır. IMF, Dünya Bankası
ve NATO gibi kurumlardaki ABD ağırlığı, oy oranlarıyla
da sabittir. Avrupa’daki ABD askeri personelinin
miktarına da bakarsanız göreceğiniz şey aynı gerçekliğin
bir başka yüzüdür. Sonuç olarak Avrupalı emperyalistlerin
1950’lerden itibaren başlayan bu örgütlenişi,
ABD hegemonyasını sıkıntıyla da olsa veri kabul
eden, bu güce karşı bir tepkiyi yansıtmakla birlikte
onunla sert bir hesaplaşmayı göze alamayan bir
tabloya sahiptir.
Her şeye karşın burada not edilmesi gereken olgu,
özellikle 1970’ten sonra ABD ekonomisinde ortaya
çıkan ağır krizin hegemonya savaşını da etkileyen
yanıdır. Bretton Woods’ta kurulan para düzenini
bozan ve doların egemenliğine ciddi bir darbe
indiren bu kriz, özellikle Vietnam yenilgisi nedeniyle
ortaya çıkan büyük prestij kaybı ile birleşerek
ABD hegemonyasını zayıflatan bir tabloyu ortaya
çıkarmış ve özellikle bu noktadan sonra Avrupalı
emperyalistler ve Japonya gibi unsurlar daha fazla
aktifleşmeye başlamışlardır. ABD’nin egemenliği
sona ermemiş ama ciddi yaralar almıştır. Daha
doğrusu sistemin bütünü açısından artık mevcut
sömürü model ve ilişkileri yetersizleşmekte, genel
bir istikrarsızlık ortamı kapitalist dünyayı zora
sokmaktadır. Yaklaşmakta olan, 1980’lerin restorasyon
yıllarıdır.
90’lar, Yeni Tarihsel Süreç
ve Emperyalistler Arası İlişkilerin Durumu
1990’lara gelindiğinde ise önümüze yeni bir dünya
manzarası çıkmıştır.
Kuşkusuz, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte
başlayan bu yeni süreç, birçok başka alanda olduğu
gibi Avrupa cephesinde de köklü değişikliklere
neden olmuştur.
1990 tarihsel bir dönemeç noktasıdır, emperyalist-kapitalist
sistemin ve sosyalist hareketin gelişim seyrinde
yeni bir tarihsel dönemin kapısının aralanmasıdır.
1990’dan itibaren, 1945’ten (kimi öğeleri itibariyle
1917’den) bu yana hakim olan dünya tablosu net
bir biçimde değişmiş, dünya büyük alt-üst oluşlarla
yeniden biçimlenmeye başlamıştır.
Her şeyden önce, 1990’lara kadar sosyalist sistem
ile kapitalist sistem arasındaki çelişki ve çatışmanın
ekseninde belirlenen dünya çapındaki ilişki, yapı
ve dengeler, sosyalist sistemin çöküşü, sosyalist
hareketin genel bir kriz içine girişi ve gerileyişi
ile birlikte kapsamlı bir değişime uğramış, mevcut
toplumsal modellerin, ilişkilerin, çelişkilerin,
yapı ve dengelerin bir bölümünün ortadan kalktığı,
bir bölümünün ise hızla yapısal bir değişim içine
girdiği ve böylece yeni ilişki, çelişki, yapı
ve dengelerin oluştuğu yeni bir sürece girilmiştir.
1980’lerden itibaren başlatılan restorasyon programının
bir sonucu olarak, eski sömürü modeli kapsamlı
bir değişikliğe uğratılırken, finans sermayesinin,
mal ve hizmet üretiminin, dolaşımının ve pazarların
tümüyle serbestleştirilmesine dayanan yeni bir
modelin temelleri atılmış, neoliberalizm olarak
tanımlanan bu model uyarınca, tüm insan etkinliklerinin
ve o güne değin belli ölçülerde meta üretiminin
dışında kalan kamusal hizmetlerin vb. de meta
üretimine dahil edilmesi ve kapitalist sömürü
alanları haline getirilmesi sağlanmıştır.
Ayrıca standart kitle üretimi ve düzenli istihdam
temeline dayanan eski üretim modeli de aynı yıllarda
yerini emek sürecini parçalayan yeni ve “esnek”
politikalara bırakmış, işçi sınıfının hem zihinsel,
hem de fiziki olarak yoğun biçimde sömürülmesini
esas alan bu politikalar öne çıkmıştır.
Politik alanda ise bu sürece yeni-sağ politikaların
emperyalist kampta tartışmasız bir etkinlik kazanması
denk düşmüş, yalnızca ABD’de değil, boydanboya
bütün Avrupa’da da en saldırgan, en militarist
kesimlerin egemenliği ortaya çıkmıştır. Üstelik
bu politikalar giderek özellikle Avrupa’da yönetici
partilerin yüzeydeki ideolojik eğilimlerinden
ya da isimlerinden bağımsız olarak genel bir yayılma
göstermiş, yani en azgın Reagan-Bush ekolü ile
İşçi Partisi adını taşıyan Blair tarzı arasındaki
farklar erimiştir. Artık en vahşi neoliberal politikaların
uygulanmasında sosyal demokratlar, “sosyalist”
partiler ve muhafazakar hıristiyan demokratlar
aynı çizgilerin devamcıları haline gelmişlerdir.
Reel Sosyalizmin sahneden çekilmesinden sonra
bu saldırgan eğilim ortaya çıkan muazzam pazarların
tam denetimi için gerekli buldukları bütün haydutluk
biçimlerini (zaman zaman iç çatışmalar yaşansa
da) genel bir ittifak biçiminde uygulamışlardır.
Ve şüphesiz, bu restorasyon, kültürel, sosyal,
ideolojik vd. alandaki kapsamlı bir saldırıyla
birlikte yürütülmüş, postmodernizmin felsefi zemininde
insan ilişkilerini ve bütün insani değerleri çürüten
politikalar öne çıkarılmıştır.
Çatışmalı Hegemonya, Sistemin Güç Odakları
ve
AB’nin Genişlemesi Süreci
Kısaca özetlediğimiz bu tarihsel süreçte emperyalistler
arası ilişkilerin vardığı yeni nokta, konumuz
açısından son derece önemlidir. Çünkü bu olgu,
Türkiye gibi ülkelerin bağımlılık ilişkilerinin
derinleştirilmiş biçimleriyle birlikte Avrupalı
emperyalistlerin etki alanlarını genişletme çabasını
da anlamamıza yardımcı olacaktır.
1980’lerden itibaren sürece müdahale eden ABD
emperyalizmi, 1990’lar sonrasında dünya çapındaki
hegemonyasını perçinlemiş ve kendi ekonomik-politik-askeri
politikalarını kapitalist dünyaya dayatmakta bir
adım daha öne çıkmıştır.
ABD, “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” söylemleriyle
yürütülen bu operasyonla, yeni sömürü ve hegemonya
ilişkilerinin sürece uyarlanmasına öncülük etmiş
ve dünya çapındaki sömürüden aslan payını almayı
garantilemeye çalışmıştır. Operasyonun politik-ideolojik
arkaplanının örülmesinde de öncülük eden ABD,
bu politikalar zemininde dünyanın dört bir köşesinde
operasyonlar yürütmüş, eski sosyalist ülkelerin
ve yeni-sömürgelerin mali spekülasyon, kara para
akışı ve özelleştirmeler yoluyla yağmalanması
ve enkaza dönüştürülmesi, aykırı yoldan giden
ülkelerin siyasal ve ekonomik abluka yoluyla tam
teslimiyete zorlanması, çok ileri gidenlerin ise
askeri açıdan ezilmesi dönemin karakteristik olguları
haline gelmiştir.
Yeni-sömürgelerin yönetilmesinde doğrudan askeri
müdahalelerin yoğun olarak kullanılması, eski
reel-sosyalist ülkelerin bir bölümünün bağımlılaştırılması,
diğer emperyalist ülkelerle daha güçlü bağımlılık
ilişkileri olan yeni-sömürgelerin (Afrika’da olduğu
gibi) iç savaşlar, darbeler, bölgesel savaşlar
yoluyla kendisine bağlanması, stratejik hammadde
kaynaklarının bulunduğu alanların istikrarsızlaştırılması
ve her türlü araç kullanılarak denetim altına
alınmaya çalışılması, hem halk direnişlerini törpülemek
hem de rakip emperyalist blokların gelişmesini
göğüslemek için dünyanın belirli bölgelerinde
NAFTA gibi birlikler ya da BOP gibi projelerin
organize edilmesi de artık yaygın uygulamalardır.
Şüphesiz bütün bu hegemonya pekiştirme yöntemlerinin
temelinde duran ve onu ayakta tutan asıl olgu
ise, ABD’nin dünya çapında uyguladığı azgın şiddet
politikası ve jandarmalık konumudur. Son yirmi
yılda kendi ekonomisini adeta bir askeri tesisler
kompleksi haline getiren ve devasa miktarlarda
kaynağı bu alana aktaran ABD emperyalizmi, süreklileştirilmiş
ve adeta artık durdurulamaz bir çark haline gelmiş
olan olan saldırganlığıyla dünyayı biçimlendirmekte
ve diğer emperyalist ortaklarını da bu politikalara
ya katmakta ya da razı etmektedir. Bütün bu politikaların
ABD ekonomisi açısından ağır bir yük oluşturduğu
ve çok ciddi kriz unsurlarını biriktirdiği doğrudur;
ama öte yandan bu militarist çarkın artık sürekli
dönmek zorunda olduğu da aynı ölçüde doğrudur;
çünkü hegemonya sisteminin ritmi buna bağlanmıştır.
Avrupalı emperyalistlerdeki gözle görülür kıpırdanmanın
tam da bu döneme rastgelmesi kuşkusuz rastlantı
değildir. 1945-90 sürecinde sosyalist hareketin
sistemin varlığını tehdit eden gücünden duyulan
korkuyla birlikte hareket eden ve uzlaşmaz çelişkilerini
açık mücadeleler yoluyla dışa vurmayarak ABD’nin
jandarmalığı etrafında birleşen emperyalist güçler,
bu tehdidin ortadan kalkmasından sonra, kendi
ittifak ilişkilerini yeniden biçimlendirmekte,
ABD hegemonyasına karşı -yine de ölçülü sayılabilecek-
karşı çıkışlarını organize etmeye başlamışlardır.
Almanya ve Fransa’nın sürüklediği Avrupa Birliği,
süreçte belli bir ağırlığı olan Rusya, Uzakdoğu’da
herbiri kendi ölçülerince gelişme kaydeden Japonya
ve Çin, bu hegemonik ilişkiye karşı doğrudan olmasa
da karşı çıkan, dünya sömürü pastasının yeniden
paylaşılmasını isteyen güçler olarak varlıklarını
ortaya koymaktadırlar. Bu hegemonyaya doğrudan
müdahale edebilecek güçleri olmasa da en azından
bölgelerde kendi çıkarlarını dayatabilen bu güçler
arasında en örgütlü olanı ise kuşkusuz Avrupa
Birliği temelinde bir araya gelen Avrupalı kapitalistlerdir.
1950’li 1960’lı yılların AET’sini bugünün genişletilmiş
AB’sine dönüştüren gerçeklik işte böyle bir hegemonya
savaşıdır. Bu, artık “Kömür Birliği” aşamasını
çoktan aşmış bir durumdur. Başını Fransa ve Almanya’nın
çektiği Avrupalı emperyalistler, reel sosyalizmin
çöküşüyle birlikte ortaya çıkan muazzam pazarlar
ve hammadde-enerji kaynakları üzerinde söz sahibi
olabilmek, en azından kendi asgari çıkarlarını
muhafaza edebilmek amacıyla kendi aralarındaki
birliğin konseptini değiştirmişler, yeni kurallar
bütünlüğünü inşa ederek geçmişte adeta bir aristokrat
kulüp gibi yalnızca Batı Avrupa’nın zengin ülkelerini
kapsayan AB’yi özellikle eski reel sosyalist ülkeleri
de içine alabilecek bir esnekliğe kavuşturmuşlardır.
“Genişleme”nin Aşamaları ve Niteliği
Burada biraz durup “genişleme” aşamalarını bir
kez daha baştan ele alıp özetlersek, 1950’lerde
Federal Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika
ve Lüksemburg’dan oluşan 6 üyeli Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun bugünkü 25 üyeli AB’ye dönüşüm süreci
daha iyi anlaşılır. Çünkü bütün bu genişleme aşamaları,
aynı zamanda bir hegemonya savaşının da birbiri
ardına gelen bölümleri gibidir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (daha sonra Avrupa
Topluluğu) ilk genişlemesi, 1973’te İngiltere,
İrlanda ve Danimarka’nın katılımıyla gerçekleşmiştir
ve bu genişleme oldukça sancılıdır. Kapitalist
dünyadaki ABD hegemonyasının belli bir kırılmaya
uğradığı bu süreçte özellikle sadık ABD müttefiki
olarak bilinen İngiltere’nin katılımı Fransa gibi
ülkelerde sıkıntı yaratmış, böylelikle Avrupa’nın
birliğinin zedelendiği tartışmaları uzun süre
devam etmiştir. Gerçekten de İngiltere bugün dahi
Avrupa cephesinin asli unsuru gibi durmamakta,
çoğu kez müttefiki ABD’nin Truva Atı gibi dengeleyici-törpüleyici
bir rol oynamaktadır. Ama sonuçta böylece bir
bütünlüğe doğru ciddi bir adım atılmıştır.
Daha sonraki katılımlar ise biraz “takımın tamamlanması”
gibidir. Bazılarında belirgin bir dirençle karşılaşsa
da Avrupa Topluluğu, kapitalist Avrupa’nın kalburüstü
bütün ülkelerini tek tek kapsamış ve böylece belli
bir bütünlüğe ulaşmıştır. 1981’de de Yunanistan’ın
katılımıyla üye sayısı 10’a çıkarken, 1986’da
İspanya ve Portekiz’in katılımıyla bu sayı 12’yi
bulmuştur. Daha sonraki aşamada ise (1995) Avusturya,
Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri gerçekleşecek
ve böylece 15 üyeli Avrupa Birliği yolu açılacaktır.
Ama bu noktaya gelene kadar artık belli bir hiyerarşi
ve güç piramidi de oluşmuştur. Almanya, Fransa
ve Belçika-Hollanda’nın başını çektiği ve İngiltere’nin
ABD ile bağını koparmadan katıldığı bu piramide
sonradan eklenen bu yeni ülkeler, (özellikle Yunanistan
ve Portekiz gibileri) hiçbir zaman birliğin çekirdek
grubu kadar etkili olamayacaklardır.
1980’lerden başlayarak bütün kapitalist dünyayı
saran neoliberal restorasyon süreci reel sosyalizmin
çöküşüyle birleştiğinde ise asıl genişleme süreci
başlamıştır. Ancak bu kez, Doğuya doğru! Bu sürecin
ayrıntılı bir incelenmesi aslında bize 1990’daki
çöküntünün bazı anahtarlarını da verir. Örneğin
daha 1990’a gelmeden, 1989’da AT, Polonya ve Macaristan’ın
“demokrasiye geçiş sürecine yardımcı olmak” üzere
PHARE adıyla bir program oluşturmuş ve para akıtmaya
başlamıştır. 1995-1999 yılları için 6.9 milyar
Euro olarak saptanan bu miktar, 1999’da iki katına
çıkarılmış, ayrıca 2004 yılından itibaren katılacak
yeni üyeler için kullanılacak fonlar bu miktardan
ayrı tutulmuştur. Yapılan şey, açıkça eski sosyalist
ülkelerin -ama örneğin Arnavutluk gibilerinin
değil de gelişkin altyapıya sahip olanlarının-
sistem içine dahil edilmesidir.
1991’deki Maastricht Anlaşması’yla Avrupa Birliği’nin
resmen oluşturulması ve tek para birimi-ortak
bir merkez bankası sistemine dayalı bir “ekonomik
ve parasal birlik” ile ortak dış politika ve savunma
politikası perspektiflerine dayalı “siyasi birlik”’in
inşası da tam bu döneme denk düşmüştür. Hemen
ardından, 1993’te Kopenhag’da düzenlenen Avrupa
Birliği Zirvesi’nde, aday ülkelerin Birliğe üyelikleri
için gerekli kriterler belirlenmiştir. “Kopenhag
Kriterleri” diye anılan bu belgenin en önemli
yanı, “işleyen bir pazar ekonomisinin sürekliliğini”
garanti altına alması ve bütün üye ülkelerin dış
rekabete karşı önlemler alamayacağını özellikle
vurgulamasıydı. Böylece neoliberalizmin yayılması
ve eski sosyalist ülke topraklarının tümüyle sömürüye
açılması tamamlanmıştır. Bütün kamusal hizmet
alanlarının özelleştirilerek ticarileştirilmesi,
bu ülkelerin sınırlarının delik deşik edilmesi
ve iç hukuklarının da buna göre yeniden düzenlenmesi
aynı kriterlerin sonucudur. İşin bu aşamasında
kuşkusuz ABD ile Avrupalı emperyalistler herhangi
bir çelişki içersinde değillerdir ve zaten operasyonun
her aşamasında IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret
Örgütü gibi ortak emperyalist kurumlar devrededir.
Ancak öte yandan bu genişleme atağı, bir hegemonya
ve pazar paylaşımı savaşının da yolunu açmıştır.
Özellikle eski sosyalist ülke toprakları üzerinde
gerçekleşen büyük çıkar savaşı, aslında salt Avrupa’ya
ilişkin bir sorun olmakla da kalmamakta, böylelikle
gücünü ve kaynaklarını genişleten Avrupalı emperyalistler,
bu güç vasıtasıyla dünyanın başka köşelerinde
de kendi çıkarlarını korumaya, daha doğrusu dünya
politikasının bütününe belli bir ağırlık koymaya
çalışmaktadırlar. Ortak hukuki düzenlemeler, sınırların
kaldırılması, Gümrük Birliği’nin sağlanması ve
ortak para birimi Euro’ya geçiş, AGSP adı altında
kendi ordusunu kurması gibi kararlarla Avrupa’nın
büyük kapitalistleri kendi çevrelerinde bir ikinci
çember yaratmayı ve bu güç ilişkisini uluslararası
arenaya da yansıtmayı amaçlamaktadırlar.
Şüphesiz bu, kısa vadede keskin çatışmaları gündeme
getirecek sıçramalı bir değişim noktası değildir.
Emperyalistler arasındaki her ağız dalaşında yakın
bir dünya savaşının belirtilerini gören ve böyle
bir savaşın 1917’de olduğu gibi büyük bir krizin
ve devrimlerin önünü açacağını varsayan politik
akımlar, yanlış bir değerlendirme içindedirler.
Bugün yaşanmakta olan şey, güçlerin biriktirilmesi
ve çatışma unsurlarının mayalanması aşamasıdır
ve emperyalist savaşların kaçınılmazlığı ile belli
bir anda somut olarak gerçekleşmesi arasında oldukça
geniş bir açı vardır.
Açıklayıcı Bir Kavram: Çekirdek Avrupa
Elbette bu kritik noktada “genişleme” atılımı,
bir eşitler ilişkisi anlamına gelmemektedir. Her
şeyden önce AB’nin 90’lardan sonra başlayan genişleme
süreci, daha önceki yıllarda gerçekleşen katılımlardan
nitelik olarak farklıdır. Daha önceki katılımlar,
zayıflıkları güçlülükleri bir yana son tahlilde
yine de kapitalist Avrupa’nın parçaları sayılan
ülkeleri içerirken, Maastricht ve Kopenhag sonrası
süreç, “üçüncü sınıf” üyeler sürecidir. Böylece
AB bünyesinde bir “hizmetçiler odası” açılmış
ve “Çekirdek Avrupa” diye anılan Almanya ve Fransa
gibi metropollerin çevresinde bir “ucuz emek”
ve “pazar” çemberi yaratılmıştır. Bir yandan büyük
bir emek potansiyeline, diğer yandan ise gelişkin
bir altyapıya sahip olan bu yeni üyeler, her bakımdan
neoliberalizme uyumlulaştırılmış, böylece bütün
ekonomik alanlarını dışa açarken, buna karşın
ciddi bir politik etkinlik de sağlayamamışlardır.
Süreç içersinde imzalanan bütün anlaşmalara ve
yeni üyelerin statüsüne bakıldığında açıkça görülen
şey budur.
Esasında AB’nin “genişleme”si de, büyük ölçüde
dünya kapitalist ülkelerinin en üst kurumlaşması
olan G-8 toplantılarının daha sonradan G-22 gibi
yapay rakamlarla yapılmaya başlanmasına benzemektedir.
Herkesin gayet iyi bildiği gibi, toplantılara
sonradan dahil edilen ülkelerin ciddi bir fonksiyonu
olmamakta ve G-22 organizasyonu esas olarak emperyalist
politikaların yaygınlaştırılmasının, “kahyalara”
iş verilmesinin bir aracı olmaktadır.
Üye sayısının 25’e çıkmasından sonra AB’nin yönetsel
sistemimin giderek daha fazla merkezileştirilmesi
ve sembolik anlam ifade eden kurumlarda katılım
kanalları açılırken asıl işlerin yürütüldüğü merkezi
kurumların “sağlam” tutulması da bunun ifadesidir.
Özellikle yeni imzalanan Avrupa Anayasası, devlet
ve hükümet başkanları tarafından seçilen ve eskisine
oranla çok daha geniş yetkilere sahip bir Avrupa
Komisyonu Başkanlığı öngörmektedir. Komisyon üyeleri,
her bir ülkenin önereceği üçer aday arasından
başkan tarafından seçilecek ve bu üyeler, başkan
“talep ettiğinde”, istifa edeceklerdir.
Üyeleri doğrudan seçimlerle belirlenen tek Avrupa
kurumu olan Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri
ise sembolik olmanın ötesine geçmemektedir, hatta
parlamento, tek başına yasa çıkarma yetkisine
bile sahip değildir: Avrupa yasaları ve çerçeve
yasaları, parlamentonun yanı sıra Bakanlar Konseyi
tarafından da kabul edilmezse, benimsenmeyecektir.
1996’da Rusya ve nihayet Azerbaycan ve Ermenistan’ın
bile dahil olmasıyla toplam 44 üyeye dek çıkan
ve Türkiye’nin de uzun süredir içinde yer aldığı
bu kurum, bir siyasal forumdan öte anlam taşımamaktadır.
Bir başka temel kurum olan AİHM de anlaşmayı imzalayan
ülkelerin iç hukuklarına müdahale edebilmekte
ama yine de AB’nin asli kurumu olarak görülmemektedir.
Üstelik Anayasa, üye ülkelerde nasıl bir ekonomik
sistemin uygulanacağını bile garanti altına almakta
ve kimseye şans bırakmamaktadır. “Serbest piyasa
düzeni”ni temel ilkelerden biri olarak tanımlayan
Anayasanın amaçlar maddesinde, “rekabetin serbest
olduğu” ve “çarpıtılmadığı” bir pazar açıkça vurgulanmaktadır.
Aynı biçimde Anayasa, tipik bir neoliberal uygulama
olarak Avrupa Merkez Bankası’nı “bağımsız”laştırmakta
ve “fiyat istikrarını korumak”la görevlendirmektedir.
Kısacası, AB gerçeğinde söz konusu olan şey, “özgür
Avrupalıların eşit birliği” değil, yeni gelenlerin
ev sahiplerinin koyduğu kurallara uymak zorunda
olduğu bir düzendir. Zaten Avrupa ekonomisinin
değişik viteslerle çalıştığı ve çalışacağı, yani
durumun eşitsiz olduğu ve olacağı hiç gizlenmeksizin
ortaya konulmaktadır. Yani, daha buyur edilirlerken
buyur edildikleri yerde bir hiyerarşi piramidi
olduğu ve bunun devam edeceği ifade edilmektedir.
Bu, kuşkusuz herhangi bir Afrika ülkesininin sömürgeleştirilmesine
benzer bir şey de değildir. Burada daha karmaşık
bir ilişki vardır. Yani bu ülkeler sıfır noktasındaki
muz cumhuriyetleri değil, belli bir sanayi altyapıları,
birikimleri olan ülkelerdir ve “üçüncü sınıf üye”
olsalar da Çekirdek Avrupa için hegemonya yarışında
bir yeni-sömürgeden daha fazla anlam ifade etmektedirler.
Bu ülkelerde ekonomik-politik-kültürel olarak
duruma hakim olmak, onları ABD’nin etki alanından
uzaklaştırarak yönlendirebilmek, ABD karşısında
daha güçlü bir odak yaratmak bakımından Avrupalı
emperyalistler için önemlidir.
Dizginsiz Bir Militarizm...
Öte yandan bu hegemonya mücadelesi, ülkemizdeki
AB militanlarının uydurdukları “barışçıl” atmosferin
tam tersine gitgide yoğunlaşmakta olan bir militarizmle
birlikte yürümektedir. Libaral solda pek sık dile
getirilen “saldırgan ABD-barışçı AB” karşıtlığı,
içi boş bir yalandır.
Avrupalı emperyalistlerin önceki sayılarımızda
zaman zaman değindiğimiz artan orandaki silahlanma
ve ordulaşma düzeyi ortadadir. Giderek tam anlamıyla
bir Avrupa Ordusu’na ulaşmak isteyen AB, 2002’de
kurduğu 60 bin kişilik “acil müdahale birliği”nin
ardından, bugünlerde 18 bin kişilik bir “acil
muharebe birliği” ile yeni bir hamleye hazırlanmaktadır.
Tasarıya göre, her biri 1500 askerden oluşan 12
tane “acil muharebe birliği” oluşturulacak ve
bu birlikler beş gün içerisinde “kriz bölgeleri”ne
ulaşabilecek kapasiteye kavuşturulacaktır. Bu,
geçtiğimiz haftalarda “dış dünya, üstlenmemiz
gereken yükümlülüklerimizi neden üstlenmediğimize
de şaşırıyor” diyen Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı
Verheugen’in vurguladığı AB ordusu ihtiyacına
denk düşmektedir.
Zaten son imzalanan AB Anayasası da bütün üye
ülkeleri silahlanmaya yöneltmekte ve “Avrupa Silahlanma,
Araştırma ve Askeri Güçler Dairesi”nin kurulmasını
karara bağlamaktadır. Bu karar uyarınca bir anlamda
NATO’ya alternatif olarak kurulacak olan Avrupa
Savunma Ajansı (EDA) ise esasen özel bir şirket
gibi iş görecektir. Ayrıca Anayasa, bir yandan
“üçüncü ülkelere kendi topraklarında terörizmle
savaşma konusunda destek vermek de dahil olmak
üzere” savaşlar başlatılabileceğini ifade ederken,
diğer yandan da “herhangi bir üye ülkenin terörist
saldırıdan ya da doğal veya insani nedenlerden
kaynaklanan bir felaketin kurbanı olması halinde”
ya da “terörist saldırı durumunda, bir üye ülkenin
siyasi makamlarının talebi üzerine” AB’nin “askeri
kaynaklar da dahil olmak üzere, tüm araçları bu
üye devletin kullanımı için seferber edeceğini”
garantilemektedir. Şu anda da Fransa’nın Fildişi
Sahili’nde, Kongo’da ve başka birçok yerde askeri
güç bulundurduğu ve gerektiğinde etrafa bomba
yağdırabildiği düşünülürse yeni sürecin ipuçları
anlaşılabilir. Ya da aynı biçimde Almanya’nın
Yugoslavya’nın paramparça edilmesindeki rolü bir
başka ipucudur.
Bütün bunlar, kuşkusuz bir emperyalist yayılma
politikasının göstergeleri olarak anlamlıdır.
Daha geçenlerde, Kasım 2004’te Lahey’de yapılan
AB- Akdeniz ülkeleri(EUROMED) 10. Dışişleri Bakanları
toplantısı Güney’e açılmanın belirtilerinden biridir.
Mısır, Cezayir, İsrail, Lübnan, Fas, Filistin,
Suriye, Tunus, Ürdün ve Türkiye ile ilişki yürüten
EUROMED, AB-Akdeniz projesi kapsamında Akdeniz
ve Ortadoğu ülkeleri ile AB sermayesinin önünü
açan ilişkilerin kurumsallaşması sağlanıyor. Akdeniz
ülkelerine 2004 yılında 709 milyon Euro aktaran
AB, diğer yandan ise vakıflar yoluyla Ortadoğu’ya
yönelmektedir. Örneğin Suriye’ye bazı siyasi ve
ekonomik “reformlar” yapması ve dış ticaret rejimini
gevşetmesi karşılığında vaad edilen 80 milyon
Euro da aynı sürecin bir parçasıdır.
Kafkasya’ya yönelik adımlar da yayılmacılığın
bir başka unsurudur. Geçtiğimiz Kasım ayında Bakü’de,
AB üyeleri, Avrupa Komisyonu’ndan temsilciler,
Azerbaycan, Ermenistan, Bulgaristan, Gürcistan,
İran, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya,
Romanya, Tacikistan, Türkiye, Ukrayna ve Özbekistan
hükümetlerinin katıldığı konferansta alınan işbirliği
kararı, özellikle enerji alanını kapsamakta ve
AB’nin Kafkasya’da güç kazanma amacını ortaya
koymaktadır.
Kısacası, AB, bir yandan ekonomik-politik projeler
ve ilişkilerle bir yayılma sergilerken, diğer
yandan da bu yayılmayı güvenceye almak için askeri
güçlerini organize etmektedir.
Bu tam da “AB’nin güvenliği Hindikuş dağlarından
başlar” diyen Alman Başbakanı Schröder’in kastettiği
şeydir.
AB Genişlerken Emekçiler Kaybediyor
Bu “genişleme” atılımının Avrupa işçi sınıfına
yansıması ise başlı başına ele alınması gereken
bir konudur. AB’ye adım atılmasıyla birlikte Türkiye’nin
refah yoluna gireceği yalanları uyduruladursun,
Avrupa cephesinde işler milyonlarca işçiyi, tarım
üreticisini sokağa dökecek kadar vahimdir.
Her şeyden önce Avrupa kapitalizminin kendi işçi
sınıfına yönelik tutumunda III. Bunalım Dönemi’ne
oranla nitel bir değişiklik söz konusudur. Bilindiği
gibi 1945 sonrası süreçte, yeni-sömürgecilik yoluyla
bağımlı ülkelerden transfer edilen büyük kaynaklar,
emperyalist ülkelerde belli bir nisbi refah ortamının
zeminini oluşturmaktaydı. Böylelikle metropol
işçi sınıfının genel yaşam standartlarının dibe
vurması söz konusu olmamakta ve belli dengeler
korunmaktaydı. Bu, şüphesiz bazen kabaca ifade
edildiği gibi Batı işçi sınıfının “satın alınması”
anlamına gelmiyordu. Elbette bir işçi aristokrasisinden
söz edilebilirdi, yeni-sömürgelerden sağlanan
artık değerin metropol kapitalizmine can verdiği
ve bu genel canlılık ortamında işçi sınıfının
sosyal haklarının pek göze batmadığı da söylenebilirdi
ama sorun dönemin sömürü modeliyle de yakından
ilgiliydi. Büyük kitlesel üretime dayanan III.
Bunalım döneminin iş örgütlenmesi, işçi sınıfının
da büyük kitleler halinde sendikalaşmasına yol
açıyor ve bu düzeyde bir örgütlülük yoluyla hem
ücretler hem de sosyal haklar belli ölçülerde
korunabiliyordu. Ve nihayet, dışsal bir unsur
olarak iki adım ötede duran sosyalist ülkelerin
varlığı da bir başka etkendi. Gelişkin sosyal
haklar, sağlık, eğitim, vb. sistemiyle kapitalist
dünya karşısında bir tür “kötü örnek” olarak duran
bu ülkeler özellikle Avrupa kapitalizminin vahşi
uygulamalara yönelmesini bir ölçüde engelleyen
bir faktör oluyordu. Almanya İşadamları Birliği
Başkanı’nın “1990 öncesinde toplu iş sözleşmeleri
görüşmelerinde karşımızda iki güç vardı. Biri
sendikalar, biri de Demokratik Almanya Cumhuriyeti,
şimdi ise sadece sendikalar var.” sözleri bu konuda
yeterince aydınlatıcıdır. (bkz. Murat Çakır röportajı,
sendika.org)
1980’lerden itibaren başlayan restorasyon sürecinde
ise durum önce yavaş yavaş, daha sonra ise, 1990’lar
ve 2000’lerde keskin dönüşlerle değişikliğe uğradı.
1980’lerde İngiltere’de büyük çatışmalara yol
açan “kelle vergisi” uygulamaları, maden işçilerini
sokaklara döken kapatmalar ve dip yoksullarına,
göçmenlere yönelik kısıtlamalar daha sonraki büyük
fırtınanın habercileriydi.
1990’lara gelindiğinde ise yeni bir sömürü modeli
olarak neoliberalizm artık bütün Avrupa kapitalizmini
kapsamış ve Avrupa’nın kapitalizmde ayrı bir ekol
olduğu yolundaki şu eski efsane yerle bir olmuştu.
Asıl çarpıcı olan, bu efsanenin kaynağını oluşturan
sosyal demokrat partiler ve İskandinav ülkelerinin
de boylu boyunca yeni modele sürüklenmsi ve böylece
bütün farkların erimesiydi. En vahşi yasaların
Avrupa’nın “sol” hükümetleri tarafından çıkarılması,
yeni tarihsel sürecin gericilik konseptinin partilerin
adlarıyla ilgili olmadığını kanıtladı.
Avrupa’da sendikalaşma oranlarındaki düşüş bunun
en açık göstergesidir. Almanya’daki sendika üyesi
işçilerin oranı 1991 yılında yüzde 41’e yaklaşırken
bugün yüzde 25’e kadar gerilemiş durumdadır. Fransa’da
1985 yılında yüzde 15’e yaklaşan sendikalaşma
oranı 1995 yılından bu yana yüzde 10’un altında
kalmış, İngiltere’de, 1995 yılında yüzde 35’in
üzerinde olan sendikalaşma oranı 2003’te yüzde
27’nin altına İtalya’daki işçilerin sendikalaşma
oranı ise 1985 yılında yüzde 48’e yaklaşırken
bugün yüzde 35’in altına düşmüş durumdadır.
Buna karşın Avrupa ülkelerinde “işsizlikle mücadele”
bahanesiyle haftalık çalışma saatleri artırılmakta,
kısmi zamanlı ve geçici çalışma yaygınlaşmaktadır.
AB ülkelerindeki ortalama işsizlik oranı yüzde
10’a yaklaşırken, iş bulanların giderek daha büyük
bir bölümü kısmi zamanlı (part-time) ya da geçici
işlerde çalışıyor. Kısmi zamanlı işlerde çalışanların
oranı, 1992 yılında yüzde 14 iken, bugün yüzde
18’i aşmış durumda. Tam zamanlı olarak istihdam
edilenler haftada ortalama 40 saat civarında çalışırken,
kısmi zamanlı çalışanlar haftada ortalama 20 saat
civarında çalışıyor. Aldıkları ücret de benzer
oranlarda düşük oluyor. Geçici işlerde çalışanların
oranı ise yüzde 15’e yaklaşmaktadır.
Alman hükümetinin ekonomi, sağlık, vergi, eğitim,
emeklilik ve aile politikası gibi alanları kapsayan
ve Ajanda 2010 (Gündem 2010) olarak adlandırılan
“reform” paketi, ücretlerin işverene maliyetinin
düşürülmesi, işsizlerin iş bulma yönteminin özelleştirilmesi
ve işgücü piyasasının esnekleştirilmesini amaçlamaktadır.
Bu yazı kapsamında ele alınamayacak kadar kapsamlı
olan bu paket, sonuç olarak işçi çıkarılmasını
kolaylaştıran, işsizlik parası gibi sosyal uygulamaları
neredeyse ortadan kaldıran ve işsizleri vahşi
özel şirketlerin eline bırakarak “gösterilen işi
yapmaya” mecbur kılan, emekilik yaşını yükselterek
sağlık, vb. harcamalarını kısan bir nitelik taşıyor.
Volkswagen müdürlerinden Peter Hartz’ın adını
taşıyan Hartz 4 planı nihai olarak sosyal güvencelerin
tümünü ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Öte yandan, Avrupa’daki işsizlik oranları sistematik
olarak yükselmektedir. Almanya’daki işsizlik oranı
2004’ün Ağustos ayında, yüzde 10,5’ ulaşmıştır.
İspanya’da aynı oran yüzde 11’dir. Müreffeh Hollanda
da ise son üç yılda işsizlik oranı yüzde 3,3’ten
yüzde 6,6’ya çıkmıştır.
Buna karşın, geçmişte refah devleti yanılsamasını
üreten en yaygın uygulamalardan biri olan yoksullara
yardım programları da gitgide kısıtlanmakta ve
Avrupa metropolleri sayıları milyonlara varan
evsizler ve sokak insanları gerçeğiyle yüzleşmektedir.
Örneğin, İngiltere, bu yıl yoksullara yardım programına
aktardığı para miktarını son otuz yılın en alt
düzeyinde artırmış ve 835 bin işsiz ve 3 milyon
evsizin yaşamlarına ağır bir darbe indirmiştir.
Federal Almanya ile “birleştirilerek” on yıl gibi
kısa bir sürede adeta yağmalanan eski Demokratik
Almanya ise Avrupa’nın en gelişkin ekonomisinden
derin bir yoksulluğun çukuruna doğru itilmiştir.
İtalya’daki Berlusconi hükümeti de son zamanlarda
kamu harcamalarında büyük kısıtlamalara kalkışmakta
ve bu yüzden büyük bir işçi hareketiyle karşılaşmaktadır.
Ve şüphesiz en derin yoksulluk ve baskı ise, çeşitli
ülkelerden kaçak olarak Avrupa’ya giren göçmenler
üzerindedir. Son yıllarda 3 milyondan fazla insan
mafya örgütleri tarafından Avrupa’ya yasadışı
yollarla sokulmuş durumdadır ve bu insanlar hiçbir
güvence olmayan koşullarda çalıştırılmakta, hiçbir
haktan yararlanamamakta ve köle olarak kullanılmaktadır.
Daha da önemlisi bu göç dalgalarıyla gelen kadınların
küçümsenemeyecek bir bölümü Avrupa fuhuş pazarının
bir parçasıdır; özellikle de çocuk bedeni satışı
bunun en yaygın türüdür.
Sonuçta, AB’nin neoliberalizmle üst üste düşen
“genişleme” süreci, hem Çekirdek Avrupa’nın hem
de yeni katılan üyelerin emekçileri açısından
tam bir felaket anlamına gelmiştir ve bu durum
önümüzdeki yıllarda büyük çatışmalara yol açacaktır.
Daha şimdiden İtalya, Almanya ve Fransa’da başgösteren
büyük işçi hareketleri bunun işaretleridir.
Avrupa: Demokrasinin Beşiği ve Mezarı...
Ve nihayet, Avrupalı kapitalist ülkelerin Bush’un
ABD’si gibi yeni-sağcı faşist bir ekip tarafından
yönetilmediği, bu ülkelerde -bize de ithal edilecek!-
gelişkin bir demokrasinin bulunduğu iddiası ise,
kocaman bir yalandır.
AB de ABD gibi emperyalisttir ve emperyalizm burjuva
demokrasisinin sonudur, siyasal gericilikten başka
bir şeyi geliştirmez. Emperyalist çağın başlangıcından
bu yana tekelci kapitalist sistem sürekli bir
biçimde gericiliği üretmiştir. Faşist iktidarların
insanlık tarihinde eşi görülmemiş vahşetleri,
en iyi durumda ucuz bir gösteriden başka anlam
ifade etmeyen burjuva parlamentarizminin ve polis
devletinin egemenliği, ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkının barbarca reddi, demokratik hakların
sistematik biçimde budanması, vb. yüz yıldır süren
emperyalizm çağının karakteristik öğeleridir.
Emperyalist kapitalist sistemde burjuva demokratik
ögelerin canlandığı süreçler kısmi ve geçicidir.
Ve bu durum tümüyle Sovyet Devrimi ve daha sonra
sosyalist sistemin oluşumuyla ilgilidir. Son yüzyılın
gelişmeleri bunun açık kanıtıdır.
Avrupa kıtasının genel olarak tarih boyunca demokratik-barışçı
bir geleneğe sahip olduğu iddiası da yalandır
ve bunu anlamak için Avrupa’lı sömürgecilerin
kana bulayarak varını yoğunu sömürdüğü Asya, Afrika
ve Latin Amerika’ya bakmak yeterlidir. Geçen yüzyıl
boyunca yalnızca iki paylaşım savaşında onmilyonlarca
insanı toprağın altına göndermiş olan Avrupa kapitalizmi,
bu iddiaların tam tersine en kanlı geleneklerin
sürdürücüsüdür.
Ve bu yalnızca geçmişte kalmış bir şey de değildir.
Günümüzde de yeni tarihsel sürecin temel politik
yönelimi olan gerici-sağcı siyasi konsept, 1990’lardan
bu yana geçen on yıl boyunca Avrupa dahil bütün
emperyalist kampı tamamen teslim almıştır. Belki
genel manzarayı belirleme noktasında bulunmayan
birkaç ülke dışında Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin
tümü, ekonomik altyapısı neoliberalizm tarafından
oluşturulan politik gericiliğe boylu boyunca batmıştır.
Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD tarafından yerleşik
demokratik haklara yönelik olarak başlatılan saldırı,
kısa sürede yalnızca sadık müttefik İngiltere’de
değil, kıta Avrupasında da karşılığını bulmuş,
“terörizmle mücadele” adı altında çıkarılan yasalar
birbirini izlerken pratikte de en baskıcı tutumlar
gözlenmiştir. Yalnızca yasalarla değil, merkezi
sistemlerle de bütün göçmenleri izleyen, ırkçı
uygulamalarla onlar üzerinde baskı oluşturan Avrupa
devletleri, işi yalnızca yabancılarla sınırlı
bırakmamakta, durmadan geliştirdikleri iç şiddet
aygıtlarını sık sık kendi emekçilerine karşı da
kullanmaktadır. Üyelikle ilgili olarak çizilen
“titizlik” ve “demokrasiye zorlama” manzarası
ise tümüyle sahtekarlıktan ibarettir. Örneğin
eski sosyalist ülkelerin birçoğunda 1990’lardan
sonra yarı-mafyatik diktatoryal yönetimlerin hakim
olması, hatta Letonya gibi bazılarında Komünist
Parti kurmanın resmen yasak olması, üyelik açısından
hiçbir “sakınca” yaratmamaktadır.
Öte yandan ABD’nin Irak işgaline uluslar arası
hukukun ihlali, masum sivillerin katledilmesi
söylemiyle karşı çıkan AB’nin baş aktörlerinden
Fransa “demokrasi aşkıyla” hiç çekinmeden Fildişi
Sahili Cumhuriyeti halkını bombalayabilmekte,
Ruanda’da milyonlarca insanın birkaç hafta içinde
katledildiği bir iç savaşı gönül rahatlığıyla
tezgahlayabilmektedir.
Ayrıca, ırkçı gruplar ve partilerin güç kazanması
da yalnızca “sivil” alanda olup biten bir şey
değildir. Bu gruplar, kendiliğinden oluşmuş olsalar
da, aslında yüklendikleri fonksiyon yasalarla
yapılamayanların bir biçimde yapılmasıdır. Emekçiler
ve yabancılar üzerine yasalar yoluyla belli bir
baskı ve şiddet uygulanırken, diğer yandan ise
bu gruplar genel bir dehşet yaratarak toplum yaşamını
onlar için güvensiz hale getirmekte, böylece devletlerin
resmen yapamadığı “kovma” işlemini dolaylı olarak
gerçekleştirmektedir.
Bütün bunların dışında, devletler arası politik-askeri
ilişkiler, istihbarat alanında da karşılığını
bulmakta, devrimci grupların ve tehlikeli hareketlerin
ortak şekilde izlenerek bastırılması artık kanıksanan
bir olgu olmaktadır.
Bu olgular, açık biçimde göstermektedir ki, Avrupa’da
ve genel olarak emperyalist devletlerdeki demokratik
kazanımlar hızla yok edilmektedir. Bu devletlerin
hukuk, insan hakları, demokrasi söylemleri ise
vahşete dönüşen tutumlarını örtme araçlarından
başka bir şey değildir.
Emperyalistler Arası Çatışmanın Arenası Olarak
AB ve Türkiye
AB-Türkiye macerasına geçmeden önce, son bir nokta
olarak AB’nin Türkiye ile ilişkişi açısından da
belirleyici bir faktör olan AB’nin kendi iç yapısındaki
karmaşık, heterojen niteliği de ortaya koymak
gerekiyor. AB, Avrupa’daki emperyalist-kapitalist
ülkelerin dünyanın paylaşılması mücadelesinde
ortak müdahale gücü olmak amacıyla oluşturulmuş
bir blok olmasına karşın, aynı zamanda kendi içinde
de yoğun bir çatışma arenası durumundadır. AB,
kendi içersinde homojen, her konuda ortak tavır
geliştiren bir blok olmaktan henüz oldukça uzaktır.
Bu durum, onun yumuşak karnıdır. Biraz köşeli
biçimde ortaya koyacak olursak, AB’yi oluşturan
ülkeler iki farklı AB vizyonu zemininde bölünmüş
durumdadırlar. Bunlardan birincisi, AB’nin en
sıkı birliğini savunan, süreci giderek bir Avrupa
Birleşik Devletleri noktasına dek götürmeyi hedefleyen,
bu yoldan ABD ve diğer emperyalist güçlerin karşısına
büyük Avrupa gücü ile çıkarak dünyanın başat gücü
olmayı, en azından ABD’nin yanında ikinci lider
güç olarak yer almayı hedefleyen Almanya ve Fransa’nın
başını çektiği ülkeler bulunmaktadır. Bunlar aynı
zamanda esas olarak Avrupa’nın çekirdeğini oluşturmaktadır.
İkinci olarak ise, Fransa ve Almanya’nın güçlenmesini
engellemenin yolunun güçlü bir AB’nin önünü kesmekten
geçtiğini düşünen ve bu nedenle gevşek bir AB
perspektifini savunan başta İngiltere olmak üzere
çeşitli AB üyeleri bulunmaktadır. Bu ülkelerin
ve bu düşüncenin arkasındaki asıl aktör ise ABD’dir.
ABD, iç birliği, ortak karar ve eylem mekanizmaları
güçlü bir AB’nin kendi dünya hegemonyası için
büyük bir tehlike olabileceğini görmektedir. Bu
nedenle her yoldan AB’nin zayıflatılması için
çalışmaktadır. İngiltere adeta ABD’nin AB içindeki
uzantısı konumundadır. Elbette yalnızca İngiltere
değil, çeşitli dönemlerde değişik devletlerin
farklı nedenlerle de olsa ABD ile birlikte hareket
ettiği bilinmektedir. İspanya ve İtalya bunlar
içinde en önemlileridir. Daha doğrusu, İspanya
ve İtalya. zaman zaman Almanya-Fransa ikilisine,
zaman zaman da ABD-İngiltere kanadına yakın durmaktadır.
Bu durum, söz konusu ülkelerin tekelci burjuvazisinin
AB konusundaki iradesinin ciddi bir parçalanma
içersinde olduğunu gösteriyor.
Öte yandan AB’ye yeni katılan eski reel sosyalist
ülkelerde güçlü bir Amerikan etkisi bulunuyor.
Bu ülkeler, ekonomik olarak AB’nin çekirdek devletleriyle
sıkı bir ilişki içinde olmalarına karşın, politik-kültürel-askeri
açıdan adeta ABD’ye tam bağımlı hale gelmiş durumdadırlar.
Çöküşün ardından bu ülkelerin yozlaşmış yönetim
mekanizmalarının neredeyse tümü ABD tarafından
satın alınmış, ajanlaştırılmıştır ve bu ülkeler
AB’deki karar süreçlerinde ABD’nin yaklaşımlarına
uygun olarak hareket etmektedirler. Bu parçalı
durum, Irak’ın işgali sürecinde çok açık biçimde
ortaya çıkmıştır. Fransa-Almanya hoşnutsuz tavırlarla
pazarlık yapmaya çalışırken, 25 AB üyesinin 13’ü
(İtalya, Hollanda, Danimarka, Portekiz, Polonya,
Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya,
Estonya, Slovakya ve sonradan çekilen İspanya)
fiilen işgal kuvvetleri içinde, ABD’nin yanında
yer almıştır. AB içindeki cepheleşmede taraflar
hesaplarını çok açık biçimde ortaya koymaktadırlar.
Fransa-Almanya, büyük ekonomik güçleri ve geliştirecekleri
siyasal ve askeri ilişkiler yoluyla AB’ye yeni
katılan eski reel sosyalist ülkelerdeki ABD etkisini
zaman içersinde zayıflatacaklarını, bu alanlarda
da üstünlük kuracaklarını düşünüyorlar. Zaten
“çok vitesli Avrupa” yaklaşımı temelinde bu nispeten
zayıf ülkelerin karar alma süreçlerindeki zayıflatılacağı
açıktır. Ekonomik ve politik basınç yoluyla Polonya
dışındaki diğer daha zayıf ülkelerin angaje edilebileceği
hesabı çok da yanlış değildir. İtalya ve İspanya
gibi orta büyüklükteki ülkelerde ise çatışmalı
durum karşılıklı hamlelerle sürecektir. Bu ülkelerde
Almanya-Fransa ikilisinin duruşuna yönelik destek,
en az ABD’ye yönelik destek kadardır. Örneğin
İspanya’da bombalama eylemlerinin ardından yapılan
seçimlerde iktidari kazanan sosyal-demokratlar
hemen Almanya-Fransa ikilisinin yanında saf tutmuşlardır.
Bu nedenle, günümüzde bu ülkelerin ABD yanlısı
tutumları bir yandan sineye çekilirken diğer yandan
da törpülenmeye çalışılmaktadır.
Kısacası AB, oldukça ince dengeler ve iç çatışmalar
üzerinde biçimlenmektedir. Türkiye’nin AB’ye katılımında
siyasi ve ekonomik kriterlerin, “ev ödevlerinin”
ötesinde en önemli faktör, AB’deki bu iç mücadelenin
Türkiye’nin katılımından nasıl etkileneceğidir.
Çatışan taraflar Türkiye’nin katılımıyla ne kazanacak,
ne kaybedecektir? Hayati soru budur ve bu sorunun
yanıtı, Türkiye’nin üyelik sürecininin seyrini
büyük ölçüde belirleyecektir.
AB-Türkiye Macerası: Kısa Bir Özet
Türkiye’nin, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ilk
üyelik başvurusu 1959 yılında, yani AET’nin kuruluşundan
hemen sonradır. Bu talep, AET tarafından o zaman
geri çevrilmiş ve “tam üyelik koşulları gerçekleşinceye
kadar” bir ortaklık anlaşması önerilmiştir. 12
Eylül 1963 tarihinde imzalanan “Ankara Anlaşması”
bu önerinin sonucudur. “Ankara Anlaşması”, teorik
olarak malların, işgücü, hizmetler ve sermayenin
serbest dolaşımını öngörmektedir. Anlaşmada, “hazırlık
dönemi”, “geçiş dönemi” ve “son dönem” olmak üzere
üç devre ortaya konulmuştur. Geçiş döneminin sonunda
ise Gümrük Birliği’nin tamamlanması planlanmıştır.
“Hazırlık dönemi”nin sona ermesiyle birlikte,
13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan “Katma Protokol”
ile Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesi için program
belirlenmiş, Türkiye gümrük indirimlerini 22 yıllık
bir süre boyunca, 1973 yılından başlayarak aşamalı
olarak gerçekleştirmeyi taahhüt etmiştir. Ancak
1980’e kadar geçen sürede, ABD ile ilişkilerin
baskınlığı ve dönemin ithal ikameci politikalarından
ötürü bu açılımlar gerçekleştirilmemiştir.
1980’li yıllardan itibaren yeni-sömürgeci politikaların
ihracata dayalı “sanayisizleşme” sürecine evrilmesiyle
AB ilişkileri yeniden canlanmıştır. Türkiye 1987’de
AT’ye yeniden tam üyelik başvurusu yapmış ve 1988’den
sonra gümrük vergileri indirim ve uyum takvimini
işletmeye başlamıştır. Ancak bu dönemde Avrupalı
emperyalistlerin asıl ilgisi Doğu Avrupa’daki
reel sosyalist ülkelerin çökertilmesine yöneliktir
ve Türkiye’nin talebini reddederek öncelikle “Gümrük
Birliği”nin bir an önce kurulmasını dayatmıştır.
1993’teki Kopenhag zirvesinin ardından AB’nin
“genişleme” programı yürürlüğe konulduğunda da
asıl ilgi yine eski sosyalist ülkelere dönüktür
ve bu ülkelerin başvurularının tümüne olumlu bakılırken
1995’te Gümrük Birliği anlaşması resmen imzalandığı
halde Türkiye’nin 1997’deki başvurusu yine reddedilecektir.
2000’li yıllara gelindiğinde ise artık AB’nin
“genişleme” politikasının somut sonuçları ortaya
çıkmış ve üye sayısını 25’e çıkaran bu program
kesinleşmiştir. Programdaki tek pürüz, yine Türkiye’dir.
Esas olarak eski sosyalist ülke topraklarını pazarlaştırma
ve böylece hegemonya savaşında mevziler kazanma
amacını güden bu “genişleme”nin Türkiye’yi neden
ve hangi koşullarda kapsayacağı tartışması yıllarca
sürmüş ve nihayet geçtiğimiz aylardaki bilinen
noktaya gelinmiştir.
Yeni-Sömürge Türkiye Sıçrama mı Yapıyor?
İşin böyle bir yılan hikayesine dönmesi ve sonuçta
yine bir yarım yamalak müzakere tarihiyle sonuçlanması,
çoğu kez halkı aldatmak için öne sürülen “kültürel”,
“dinsel”, vb. faktörlerle açıklanamaz. Burada
daha derinlikli bir bakış açısı gereklidir.
Önceki sayılarımızda zaman zaman değindiğimiz
gibi yeni tarihsel sürecin en karakteristik çizgilerinden
biri, yeni-sömürgeci yöntemlerin derinleştirilmesi
ve yeni-sömürge ülkelerin kendi aralarında katmanlaştırılmasıdır.
Emperyalist ülkelerde ikinci sınıf sanayi sektörleri
konumuna düşmüş sektörlerin yeni sömürgelere aktarılması,
daha çok borçlandırılmış bu ekonomilerin, mal
ve hizmetlerin serbestçe akışının sağlanması zemininde
yeniden yapılandırılması ve bütün koruyucu mekanizmalar
alt üst edilerek dizginsiz bir sömürünün önünün
açılması, yeni sömürü modelinin temel unsurlarından
biridir. Bu sömürü modeli ile, kendine yeni ve
yüksek kârlarla değerlenme alanları arayan birikmiş
devasa tekelci sermayeye ekonominin her alanında
çok büyük alanlar açılmış, yapısal krizin yıkıcı
etkileri hafifletilmeye, ekonomik açıdan yönetilebilir
hale getirilmeye çalışılmıştır.
Bu süreçte, yeni-sömürgeler, “küçük bir pazara
ve stratejik önemi olmayan bir coğrafyaya sahip
ülkeler, hammadde kaynakları açısından önem taşıyan
ve orta büyüklükte bir pazara ve sınırlı da olsa
bir sanayiye sahip ülkeler ve büyük pazarlara,
orta gelişkinlikte bir sanayiye sahip olan ve
bölgelerinde stratejik önemi bulunan ülkeler olarak
katmanlaşmış, bütün hücrelerine değin teslim alınmış
ve yağmalanmışlardır.” (S. Barikat, sayı: 1) Bu,
“emperyalizmin içselleşmesi” olgusunun en olgun
biçimlerine kavuşması anlamına gelmiştir. Aynı
biçimde “sömürge tipi faşizm”, “düşük yoğunluklu
çatışma ve demokrasi” çizgisi temelinde geliştirilen
yeni yöntemlerle bu ülkelerin devlet yapılanmalarına
daha derinlikli biçimde egemen kılınmıştır.
1980 sonrasındaki restorasyon sürecinde bunu her
yönüyle yaşayan Türkiye, aradan geçen 20 yılda
ekonomide neoliberal dışa açılmanın bütün unsurlarını
gerçekleştirmiş, politik alanda ise yoğun bir
baskı atmosferinin kalıcılaştırılması operasyonundan
geçmiştir. Ve nihayet aynı süreçte Türkiye, Kürt
ulusal hareketine karşı yürüttüğü savaşın deneyiminden
de geçerek bölgede emperyalist çıkarlara gereğince
hizmet edebilecek seviyede bir militarist güç
haline gelmiştir. Böylece zaten öteden beri dip
ülkeler kategorisinden bir adım ilerde duran Türkiye,
bulunduğu bölge açısından tipik bir “eksen ülke”
haline gelmiştir. Daha derinleşmiş ve içselleşmiş,
ekonomiden politikaya bütün alanlarda oligarşinin
politik kadroları arasındaki farkları silen bir
bağımlılık tablosu, uluslararası sermaye kurumlarının
tam hakimiyeti, neoliberal programın adım adım
uygulanışı ve bunun yanında bütün kıpırdanışları
ezen bir baskı, zaman zaman Türkiye’yi dünyanın
en büyük silah alıcısı haline getiren yoğun bir
militarizm... Sonuç, Türkiye’nin özellikle bölgedeki
diğer ülkeler arasında özgün bir yer kazanması
ve stratejik öneminin artması olmuştur.
Bu noktada, Türkiye’nin AB’ye katılmaktaki ısrarı
ne anlam ifade ediyor? Türkiye oligarşisi, AB’ye
katılımdan ne bekliyor? AB’de Türkiye’nin katılımından
yana ve karşı olanların gerçek gerekçeleri ve
beklentileri nelerdir? ABD’nin bu hesaplar içindeki
rolü nedir? Bu soruların yanıtları verilmeden
Türkiye-AB ilişkilerinin bugünü ve geleceği anlaşılamaz.
Türkiye oligarşisi, (emperyalist güçler de doğrudan
oligarşi içinde yer almakla birlikte biz burada
esas olarak yerli işbirlikçileri kastediyoruz)
reel sosyalizmin çöküşünün ardından yaşanan büyük
değişimin anaforlarıı sürerken yeniden biçimlenen
güç ilişkileri içinde bir süre “Adriyatik’ten
Çin’e kadar” söylemiyle çeşitli maceralara giriştikten
sonra büyük emperyalist aktörlerin belirlediği
oyunun sınırları içine geri döndü. ABD ile tam
bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesi ve AB ile
ilişkilerin güçlendirilmesi, uluslararası alandaki
başlıca hedefler haline geldi.
Hiç kuşkusuz öncelikli ilişki ABD ile olandır.
ABD yörüngesinden ciddi bir sapma düşünülemez.
Öte yandan Türkiye oligarşisi, AB’ye dahil olarak
onun olanaklarından yararlanmayı, kapitalist birikim
sürecini daha da büyütmeyi, büyük nüfusu ve askeri
gücü yoluyla hem AB içinde hem de onun üzerinden
dünya politikasında daha etkin roller üstlenmeyi
hedefliyor. Tabii bu arada, ABD politikalarının
AB içindeki sözcülerinden biri olarak ABD’nin
daha güçlü desteğini almayı umuyor ve bu hesapları
ABD ile birlikte yapıyor; daha doğrusu bu hesaplar
bir yanıyla ABD imalatıdır, onun tam desteğini
almaktadır. ABD emperyalizmi Türkiye’nin AB’ye
katılımının AB’nin iç entegrasyon sürecinin derinleşmesini
geciktireceğini ve Fransa-Almanya eksenli homojen
bir Avrupa yaratma sürecini sorunlu hale getireceğini
düşünüyor. Ayrıca, İngiltere’nin yanı sıra AB
içinde yeni bir sağlam müttefiki olacağı ve bu
yoldan AB içi karar süreçlerini doğrudan etkileyebileceği
hesabını yapıyor. AB’nin Türkiye’nin katılımına
ilişkin yaklaşımı da onun parçalanmışlığını yansıtmaktadır.
AB içindeki ABD yanlısı ülkeler Türkiye’nin katılımına
destek veriyor. Yunanistan Türkiye’nin AB’ye katılımının
olmasa bile katılım sürecinin Kıbrıs ve Ege sorunlarının
çözümü için uygun bir zemin yaratacağı ve Türkiye
tehdidinin hafifleyeceği beklentisiyle sürece
destek veriyor. Almanya-Fransa ikilisinde ise
kafalar karışık. Her şeyden önce Türkiye’nin katılımı
durumunda kendi emperyalist çıkarlarının tatmin
olacağına tam olarak inanan hiçbir kesim yok.
Bu nedenle tereddütsüz destek veren kimse yok.
Ancak mevcut iktidarlar, Türkiye’yi kapıdan çevirerek
kriz yaratmak yerine süreci uzun vadeye yayarak
gelismelere bakmayı ve sonra bir karar oluşturmayı
düşünüyorlar. Bu kesimler, Türkiye, ABD emperyalizminin
ekseninden çıkarılarak kendi emperyalist planlarına
tam olarak bağlanabilirse AB’ye pek çok kısıtlamayla
üçüncü sınıf bir üye olarak alınmasını yararlı
görüyorlar. Onları cezbeden Türkiye’nin orta büyüklükteki
pazarı değil, bu pazar Gümrük Birliği anlaşmasıyla
zaten fethedilmiş durumda. Daha çok Türkiye’nin
jeopolitik konumundan ve askeri olanaklarından
hareket ediyorlar. Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya
çok daha güçlü bir biçimde açılabileceklerini,
kendi politik seçeneklerini somut olarak bölgeye
dayatabileceklerini, Kafkasya’ya doğrudan müdahale
yolunun açılacağını hesap ediyorlar. Türkiye’nin
genç nüfusu da önemli bir faktör; fakat AB amigolarının
iddia ettiği gibi bu genç nüfusa Avrupa, işgücü
olarak ihtiyaç duyacağından değil, böyle bir ihtiyaç
olduğunda her koşulda bu işgücünü talep etmesi
yeterli. Genç nüfus AB emperyalistleri için asker
olarak önem taşıyor. Gerici-militarist kültürün
egemenliğinde yetişen Türkiye’nin genç nüfusu
Türkiye ABD yörüngesinden kurtulup AB’ye tam olarak
angaje olursa AB’nin yürüteceği savasların baş
aktörü olacaktır. Sorunlu bölgelere, ki bu bölgeler
hem coğrafi olarak sınırdaşı olan hem de yoğun
tarihsel bağlarla bağlandığı Balkanlar, Kafkaslar
ve tabii ki Ortadoğu’dur, kimin askeri gidecek?
Tabii ki bu bölgelerin komşusu olan Türkiye’nin…
TC’nin büyük ordusu ölecek, öldürecek, asker sorununu
önemli ölçüde çözecektir. Almanya ve Fransa’da
Türkiye’nin katılım sürecinin başlamasını isteyenlerin
hesabı budur.
Sorun çıktığında ise Türkiye’ye içeri giremeyeceği
söylenecek. Bunun için gerekçe bulmakta zorlanmayacaklardır.
Türkiye ile üyelik görüşmelerinin başlatılmasına
karşı çıkanlar ise kültürel-tarihsel farklılıklara
vurgu yapsalar da bunların tümüyle kamuoyunu etkilemeye
dönük ırkçı palavralar olduğu açıktır. Gerçekte
ise, genel olarak Türkiye’nin ABD yörüngesinden
çıkarılamayacağını, Türkiye’nin katılımının homojen
bir Avrupa yolunu kapayacağını, ABD yörüngesindeki
Türkiye’nin büyük nüfusu ile AB kurumlarının oluşumunda
ABD lehine sonuçlar yaratabileceğini, ayrıca üyelik
sürecinin AB üzerinde yük bindireceğini düsünüyorlar.
Bu nedenle koşulsuz bir görüşme sürecini tehlikeli
buluyorlar. Herhangi bir oldu bittiyle karşılaşmamak
için de daha baştan Türkiye ile sınır çizgilerinin
net olarak konulmasını istiyorlar. Türkiye’den
tümden vazgeçmeden “imtiyazlı ortaklık”, vb. gibi
yollardan Türkiye’nin ise yarayacak potansiyelinin
el altında tutulmasını daha uygun buluyorlar.
Sürecin aktörleri ve talepleri, beklentileri ana
hatlarıyla böyledir. Yani ortadaki şey, kriterler,
demokrasi, vb. değil, son derece açık çıkar hesaplarıdır.
Emekçilerin kanı, canı, ekmeği üzerine yapılan
alacak-verecek hesaplarıdır. Bu, sanıldığı gibi
ortaya X, Y, Z koşulları koyup bu koşulları yerine
getiren herkesi içine alan bir süreç değildir.
Genişleme sürecindeki yeni üyelerden bir çoğunun
sözde Avrupa ölçütlerine hiçbir biçimde uymadığı
bilinen bir gerçekliktir. Yani mesele Türkiye
şu “ödevini” yapmış-yapmamış meselesi de değildir.
Süreç, “katılmak isteyen”in iradesiyle değil “genişlemek
isteyenler”in iradesi ve kendi iç çatışmaları,
çıkar hesaplarıyla belirlenmektedir.
Ekonomik açıdan bakıldığında ise, Türkiye’nin
dünya ve Avrupa pazarına açılması gibi özel bir
sorun bulunmamaktadır. Son yirmi yılda zaten neoliberal
ekonomi politikalarıyla tamamen “açılmış” bulunan
Türkiye, (AB ILE) Gümrük Birliği operasyonuyla
bu açıdan da sermaye ve mal akışına elverişli
hale getirilmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi
Gümrük Birliği aynı zamanda Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ) uluslararası ticarete ilişkin kurallarını
temel alan bir yapılanmadır ve bu yönüyle Gümrük
Birliği’ne taraf olan Türkiye’nin aldığı önlemler
de DTÖ üyesi olarak altına girdiği yükümlülüklerle
de uyum halindedir. Üstelik Türkiye bu ilişkiyi
tarım ve ticaret alanındaki 70 milyar doları bulan
akıl almaz kayıplara rağmen sürdürmek zorundadır.
1987-1995 yılları arasında ortalama dış ticaret
açığı yıllık 7.6 milyar dolar iken, 1996-2004
yılları arasında ortalama yıllık 19.7 milyar dolara
ulaşmış olması da durumu değiştirmemektedir.
Yani, Türkiye Avrupalı emperyalistlerle sanki
yarın bir ilişkiye başlayacakmış gibi bir hava
yaratılması tamamen demagojiktir. Uzun yıllardır
hem doğrudan Avrupalı tekellerle hem de Avrupa’nın
da içinde yer aldığı uluslararası finans kurumlarıyla
iç içe olan Türkiye, AB’ye alınsın alınmasın Gümrük
Birliği ile perçinlenmiş olan bu ilişkileri devam
ettirmek durumundadır. Dolayısıyla, asıl amaç
sağlanmış iken ve dünya pazarına uyum bakımından
bir sorun yaşanmıyorken büyük bir nüfusa sahip,
AB’nin sorunlarına sorunlar ekleyebilecek bir
yeni-sömürge irisini eşit şartlarla bünyesine
almak çok gerekli görünmemektedir.
Bu nedenlerledir ki, AB, ortaya “üçüncü sınıf
üyelik”ten de ağır koşullar koyarak sorunu şimdilik
bertaraf etmiş, sürece yaymıştır. Yoksa koşulları
yerine getirme bakımından ne Romanya ne de Bulgaristan
Türkiye’den bir adım ileride değildir. Buna karşın
Türkiye’ye, üyeliğin temel fonksiyonlarını içermeyen
bir üyeliğin uzun vadede öngörülmesi “ev ödevleri”
ile ilgili değildir; sorun, karşı tarafın bu kadarlık
bir ilişkiyi kendisi açısından yeterli ve güvenli
bulmasıdır.
Yani bu noktada yeni-sömürge Türkiye’nin bir sınıf
atlaması gerçekleştirdiği ve artık emperyalist
ülkeler kulübüne dahil olduğu düşüncesi kesinlikle
bir yanılsamadır. Türkiye bütün bu tartışmalardan
önce de sonra da hiçbir zaman en dip yoksulluğun
yaşandığı, kaderine terk edilmiş bir Afrika ülkesi
olmamıştır ve her zaman yeni-sömürgeler dünyasında
ortanın biraz üstünde bir yer tutmuştur; bu kesin.
Ama başka bir yerde değil, yeni-sömürgeler dünyasında!
Bu yüzden AB’nin çeperindeki eski sosyalist ülkeler
için açtığı “hizmetçi odası” bile Türkiye’ye bol
gelmiş, orada bile kendisine yer bulamamıştır.
Akıl almaz bir Ortadoğu nefretiyle artık Avrupalılaştığımızı
çorak çöllerden kurtulduğumuzu yineleyip duran
sol liberallerin tezlerinin tersine, Türkiye tam
da aynı yerde, Ortadoğu’da ihtiyaç duyulan bir
eksen ülkeden başka bir şey değildir.
Burjuva Demokrasisi: Bize de mi Geliyor?
Her şeye karşın, yine de bu yarı açık kapıdan
Türkiye’ye gecikmiş bir burjuva demokrasisinin
gelmesi mümkün müdür? Bütün şu kafamızı şişiren
yalan dolan bir yana, gerçekten safdil biçimde
bu soru sorulabilir mi? Daha doğrusu, yazımızın
başında söylediklerimizle ilişkilendirerek aynı
soruyu şu hale getirebiliriz: Milyonlarca emekçinin
AB tartışmalarını izlerken satır aralarında arayıp
durduğu şey, yani “insan gibi yaşamak” talebinin
doğal uzantısı olan “insan gibi muamele görmek
ve daha özgür olmak” talebi AB yoluyla karşılanabilir
mi? “Karakolda dayak yememek”, “devlet kapısında
böcek muamelesi görmemek”, “en küçük bir muhalif
tutum yüzünden okuldan atılmamak”, “bir tiyatro
oyununu sergilerken herhangi bir kaymakamın ağız
kokusunu çekmemek”, vb. vb. biçiminde çok uzatılabilecek
olan basit talepler listesi böylece ortadan kalkabilecek
midir?
Bütün bunlar kuşkusuz önemlidir; çünkü emekçi
kesimin bu soruları liberal gevezeliklerin ötesinde
bir yerden, samimi bir özgürleşme isteğinden gelmektedir.
Yanıt için biraz geriye dönüp daha önceleri Özgür
Barikat dergisinin 4. sayisinda yayınladığımız
“Şiddetin Konsantrasyonu ve Yeni Süreçte Kitle
Hareketi” başlıkla yazımıza bakmakta yarar vardır.
Orada söylediklerimizden anlaşılacağı gibi Türkiye’de
emekçilere uygulanan şiddetin konsantre edilmesi
ve gaddar saldırılarla genel psikolojik baskının
iç içe geçirilmesi yeni başlamış bir şey değildir.
AB sürecinin çok öncesinde, 1980’lerden beri sürdürülen
“devletin şiddet aygıtının yeniden organize edilmesi”
ve “düşük yoğunluklu demokrasi-düşük yoğunluklu
çatışma” sürecine uyumlulaştırılmaması, 2000’li
yıllara doğru az çok tamamlanmış ve taşlar yerine
oturtulmuştur. Bu reorganizasyonun temeli ise,
kabasaba, sistemsiz bir kör saldırı yönteminin
yavaş yavaş terk edilmesi, şiddet aygıtındaki
bu tür eski moda kadroların ve yönetsel işleyişlerin
yavaş yavaş tasfiyesiyle birlikte ortaya çok daha
kanlı ve gaddar ama düzenli ve özenli çalışan
bir mekanizmanın çıkarılmasıdır. Geçmişte anti-komünist
histeriyle en sıradan Kemalistlere bile saldıran
bu aygıt, artık düzen-dışı/tehlikeli sol ile katlanılabilir
bir muhalefet çizgisini aşmayan kesimleri (yasal
ya da yasadışı olsunlar, fark etmez) birbirinden
daha fazla ayırmakta ve birincilere karşı en vahşice
saldırı ve baskı yöntemlerini gerekli görürken
ikincileri asla hoşgörüyle değil, ama genel bir
psikolojik şiddet atmosferiyle kuşatmaktadır.
En kaba saldırganlıkla kibar bir yasallığı birlikte
yürüten, kibarlığın arkasına gizlenirken de gerideki
üniformalı kalabalıkla kitleleri tehdit eden bu
tarz, giderek baskıyı dışsal bir olgu olmaktan
çıkararak insanların zihnine yerleştirmekte ve
belli bir oto-kontrol unsuru yaratmaktadır. Eski
kontra yapılanmaları kısmen tasfiye ederek yenilerini
inşa eden ve polis yapısını farklı işlevlere göre
sınıflandıran bu tarz, dışta bakıldığında kuralları
zorlamayanlara yönelik bir “demokrasi”, “çizmeyi
aşmak isteyenlere” karşı ise -zaman zaman uluslararası
emperyalist şiddet ve istihbarat aygıtlarıyla
da iç içe geçerek- yöneltilen “zorunlu” bir terör
gibi görünmektedir. Şu ya da bu yasa maddesinde
şöyle ya da böyle bir yumuşatma göze alınabilirken
diğer yandan devrimci hareketi kırmak için zorunlu
görülen hücre tipi cezaevlerinden asla geri adam
atılmaması gibi örnekler tam da bu tarzla ilgilidir.
Bütün bunlar, ne yenidir ne de sadece AB süreciyle
ilgilidir. Herhangi bir “demokratikleşme” sürecinin
ötesinde yeni emperyalist politikaların ülkemize
yansıyan biçimleridir. Bu açıdan, Habitat toplantılarının
olduğu gün binbeşyüz kamu çalışanının bir defada
gözaltına alınması ya da tam Gümrük Birliği anlaşmasının
en kritik noktasında Özgür Ülke gazetesinin yerle
bir edilmesi, ne şaşırtıcıdır ne de komplo teorileriyle
açıklanabilir. Bütün bunlar, yeni tarzın “normal
işleyişi” içinde anlamlıdır. Türkiye oligarşisi
her nereye girmek istiyorsa işte bu tarzla girmek
istemektedir ve zaten “terörizme” karşı savaş
ilan etmiş olan karşı tarafın da bundan daha fazla
bir isteği yoktur. Üstelik, bu tarzın eğitim ve
teknik donanımını sağlayan, bizzat organize eden,
Çekirdek Avrupa’nın kodaman ülkelerinden başkası
değildir. Aynı tarzı kendi kontra örgütleriyle
yıllardır uygulayan da onlardır.
Demokrasiyle ilgili bütün sorunu Türkiye’nin “baskıcı
devlet geleneği”nde gören ve AB’nin asıl bu yapıyı
çözeceğini düşünenlerin unuttuğu ise bunun salt
tarihsel bir musibet değil, bizzat bugüne, neoliberalizme
ait bir olgu olduğudur.
Durum böyleyken en çürümüş ve gecikmişinden de
olsa bir burjuva demokrasisinin bu kapıdan geleceğini
düşünmek gerçekten safdilliktir. Türkiye’nin yaşayacağı
şey, halen yaşamakta olduğudur; yani kimi yönleriyle
restore edilmiş bir sömürge tipi faşizm...
Ancak asıl sorun, bu gerçeğin bizim tarafımızdan
saptanmış olması değildir; asıl sorun bu konudaki
yanılsama perdesinin şiddetli bir ideolojik mücadeleyle
olduğu kadar pratikte de yırtılması, kendisini
bir yığın laf kalabalığının arkasına saklayan
faşizmin -deyim yerindeyse- erken doğuma zorlanmasıdır.
Ancak bu yoldan gidildiğinde, emekçi kitlelere
yönelik gözbağcılığını etkisiz hale getirmek mümkün
olacaktır. Yoksa, solcu gazetelerde artık sık
sık görmeye alıştığımız “işte AB’ye girmek isteyen
Türkiye’nin hali!” başlıklı işkence ve baskı haberleri,
gitgide karşıtına dönüşmekte ve AB’den demokrasi
için yardım isteği anlamını taşımaktadır.
AB Tartışmasında Kim Nerede Duruyor?
A) Vatan-Millet Cephesi
Doğrusu bu süreçte sık sık yaygara koparan ırkçı-gerici-ulusalcı
“AB Karşıtlığı” cephesini ciddiye almak gerekmiyor.
Vargücüyle “bağımsızlık” edebiyatı yapan bu cenahın
emperyalizmle ilişkiler bakımından kirli geçmişleri
biliniyor.
Ama en safdil kesimler açısından bakıldığında
bile “bağımsızlık elden gidiyor” nakaratı can
sıkıcıdır. Son zamanlarda Türkiye solunda yaygın
olan “halkın yerleşik duygularına hitap etme”
taktiği de oportünist karakteri bir yana aynı
zamanda başarısızdır.
TKP-EMEP ajitasyonunda sık görülen “ulusal egemenliğin
devri”, “Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi” gibi
söylemler, son derece bayatlamış unsurlardır ve
böylece emperyalizm-bağımsızlık sorunu üzerine
başka yanılsamalar beslenmektedir. Aslında sahiplerinin
de hiç inanmadığı bu ajitasyon, sanki 17 Aralık
öncesinde bir “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal
onur” varmış gibi tablolar çizmekte ve sözde “akıllıca”
bir hamleyle halkın duyarlı noktasına vurmaktadır!
Ancak bu arada atlanan gerçeklik, bütün bu söylemlerin
yanlışlığı bir yana, emekçi insanların yakıcı
taleplerine oynayan AB propagandasının nasıl etkisiz
hale getirileceği sorunudur. Karnını doyurmak
uğruna bir önce Kapıkule’yi atlamaya hazır milyonlarca
insana kuru bir ulusalcı edebiyat yapmak doğrusu
bu bakımdan “akıllıca” bile değildir.
B) AB Taşeronları
Öteden beri devrimcileri bu “muhteşem olanağın”
önemini anlayamamakla suçlayan bu kesimin en temel
özelliği, artık tamamen bizim mahallemizden başka
bir mahalleye taşınmış olmalarıdır. Türkiye’de
ve dünyanın herhangi bir köşesinde bir devrimin
güncel, mümkün ve sürdürülebilir olmadığını düşünen
bu kesim, doğal olarak “hiç olmazsa bir demokrasimiz
olsun” noktasına gelmekte ve aslında daha sonra
söylediği bütün diğer cümleleri bu temel üzerine
inşa etmektedir. “Emeğin Avrupası”, vb. gibi bütün
söylemler, esasen içi boş ve anlamsızdır; bu yönde
ciddiye alınabilir bir gayreti de içermemektedir.
Hem tek tek insanların sınıfsal kökenleri, hem
de politik örgütlerin kent coğrafyasındaki konumlanışı
itibarıyla emekçi kitlelerden gitgide uzaklaşan
bu kesim, bu yoldan elde edilecek bir “demokrasi”
aracılığıyla politik bir atılım(!) yapmak durumunda
ve arzusu içinde değildir.
Dolayısıyla, bu kesimdeki “demokrasi” arzusu da
asla ihtiyaç duyulmayacak bir eşyaya duyulan arzu
gibidir. “Kımıldamazsan zincirlerini hissetmezsin”
özdeyişine uygun bir biçimde düzeni yıkmak için
bir “kımıldama” belirtisi göstermeyen ve göstermeyecek
olanlar, esasen vaat edilen “demokratik haklara”
da ihtiyaç duymayacaklardır; çünkü sistemin temellerini
zorlamayan bir politik çizgi zaten bugün de yeterince
“özgürlüğe” sahiptir. Düzenin temellerine yönelmeyen
düşünceler ve örgütlenmeler bugün büyük ölçüde
devlet teröründen muaftır ve eğer dikkat edilirse
bu kesimlerin AB ajitasyonu için malzeme olarak
kullandığı işkencede ölüm, yargısız infaz gibi
olayların hemen tümünde söz konusu olan insanlar,
düzen-dışı devrimci örgütlere mensup insanlardır.
Yani AB yanlısı ajitasyon yürüten demagogların
hiçbiri böyle bir vaka ile bizzat karşılaşmamaktadır.
Ve nihayet, mutlaka vurgulanması gereken bir başka
olgu, bu kesimlerde neredeyse üstü örtülü bir
şovenizme varan iflah olmaz Ortadoğu düşmanlığı
ve Batı hayranlığıdır. Zaman zaman Filistin ve
Irak konularında bir şeyler söyleseler de artık
onlar “üçüncü dünya solculuğu”ndan kopmuşlar ve
manevi anlamda kapağı Avrupa’ya atmışlardır. Ortadoğu’nun
devrimlere gebe coğrafyası onları ürkütmektedir.
Kürtlere karşı duydukları konjonktürel sevgi ise
onların bugünkü pozisyonunu korudukları süre ile
sınırlıdır.
C) Bulanık Sular...
Konu açısından asıl problemli kategori ise AB’ye
karşı olma noktasında durdukları halde, bir dil
ve ruh hali olarak karmaşa yaşayan kesimlerdir,
ki bu kesimde çok devrimci yapılanmalar ve tek
tek insanlar da yer alabilmektedir. Sosyalist
Barikat’ın ilk sayısındaki “Yeni Bir Dil İnşa
Etmek” başlıklı yazımızda ayrıntılı olarak ele
aldığımız “mağdur dili” sorunu, burada yeniden
karşımıza çıkmakta ve solun söyleminde kendisine
geniş bir yer açmaktadır. Dünyayı ve ülkeyi değiştirmeyi
önüne koymuş olanların meydan okuyucu dili, zaman
zaman peltekleşen bir ton kazanmakta ve AB’ye
karşı olduğunu her fırsatta söyleyenlerin bile
adeta hükümeti “AB’ye şikayet ettikleri” bir tablo
ortaya çıkmaktadır. Geçtiğimiz TİS sürecinde kamu
sendikalarının hükümeti grevle değil de AİHM’e
başvurmakla “tehdit” etmesi gibi örneklerin yanında
bizzat devrimcilerin de cezaevleri, vb. gibi konularda
benzer konumlara düştüğü gözden kaçırılamaz. Bir
anlamda aslında emekçi kitlelerde yaşanan karmaşık
ruh hali, onlarla temas halinde olan devrimci
yapılanmalara da yansımakta ve yer yer dışa vurmaktadır.
Ve aslında bu biraz eski bir sorundur da; son
otuz yıl boyunca devrimciler tek tek emekçilerle
giriştikleri her sohbet sırasında onların özellikle
“Avrupa görmüş” olanlarıyla konuşurken zorlanmışlardır.
Bu insanların “insan gibi yaşamak” arzularını
ifade ederken örnek olarak kullandıkları Avrupa
yaşam standartlarına (ya da en azından bir zamanlar
öyle görünen standartlara) karşı sosyalist projelerini
etraflıca ortaya koymayı beceremedikleri her durumda
sıkıntıya girerek zayıf itirazlarla yetinmişlerdir.
Ya da daha kötüsü, emekçi insanların genel eğilimine
ters düşmemek, onların “hislerine tercüman olmak”
uğruna genel bir demokrat söyleme doğru gerilemişlerdir.
Bu durum, şüphesiz tamemen iyi niyetli bir yerden
ele alındığında, ciddi bir sorun olarak ortadadır
ve devrimci güçler “insan gibi yaşamak” talebine
ilişkin kendi projelerini pratikte ortaya koymadıkça
da devam edecektir.
D) Kürt Ulusal Hareketi Cephesinde Durum
Sorunun en yakıcı hale ulaştığı kategori ise kuşkusuz
Kürt ulusal hareketidir. Son yıllarda İmralı çizgisinin
belirleyiciliğinde ulusal kurtuluş savaşı noktasından
koparak adım adım mümkün olan en geri noktaya
dek savrulan, ama buna karşın, devrimci sosyalist
bir seçenek henüz gelismediği için hâlâ Kürt halkının
desteğini kısmen zayıflamış olsa da almaya devam
eden Kürt ulusal hareketi, bu olguya da aynı çizginin
penceresinden bakmaktadır. Bir yandan açıkça AB
yanlısı kampanyalar örgütlerken diğer yandan kendisini
“kabul edilebilir” talepler üzerinden Avrupa kamuoyuna
sunmakta ve sürecin belirleyici unsuru olma çabası
göstermektedir. Daha doğrusu Kürt ulusal hareketi,
kendilerinin ellerinde tuta tuta eskittikleri
“çatışmaların başlaması ihtimali” kozu nedeniyle
zaten sürecin belirleyicisi olduklarını düşünmektedir.
Oysa gerçeklik, hiç de böyle değildir ve böyle
de olmayacaktır. Yaygın bir gerilla harekatının
Türkiye’deki dengeleri ve dış ilişkiler dahil
bütün ilişkileri etkileyeceği kesin olmakla birlikte,
burada kesin olmayan şey, bizzat Kürt ulusal hareketinin
ne yapmak istediğidir. Her şeyden önce gerillayı
diplomasi için bir tehdit unsuru olarak kullanan
anlayış, sonunda bu “tehdit”in etkisinin yitirilmesi
tehlikesiyle de karşı karşıya kalır. Bundan daha
önemlisi, AB sorunu ve Türkiye’nin üyeliği Kürt
sorununa değil, bizzat AB çekirdeğinin genel amaçlarına
ve bu amaçlar için Türkiye’ye biçilen role ve
çıkarlara bağlıdır. Kürt ulusal hareketi hâlâ
Türkiye’deki, Ortadoğu’daki, hatta zaman zaman
abartarak tüm Avrasya cografyasındaki gelişmelere
kendisi üzerinden bakmaya devam ettigi için bu
gerçekleri görmekten oldukça uzaktır. Tüm gelişmeler
gibi AB sürecini de kendisi üzerinden anlamaya
çalışmakta, gelişmeleri çok yönlü çözümleme noktasının
uzağında bulunmaktadır.
Asıl problem şuradadır: Taleplerini en alt seviyeye
dek indirmiş olan bir önderlik, sonuçta Avrupalı
emperyalistlerin basıncıyla sağlanacak bazı haklarla
yetinebilir; bu kadarı bile 80 yıldır tümden varlıkları
inkâr edilen Kürtler açısından şimdilik mucize
gibi görünebilir. ama geriye kalan metropol varoşlarını
ve büyük Kürt illerinin çeperini doldurmuş bulunan
milyonlarca insanın derin yoksulluğu ve ezilmişliğidir.
Bu derin yoksulluk ve sömürgeci ilişkiler AB’ye
bağlı sınırlı gelişmeler olsa bile içinde her
zaman ciddi patlama potansiyellerini taşıyacaktır
ve bu potansiyeller Türkiye cephesindeki devrimci
gelişmelere de bağlı olarak daha üst bir aşamaya
ulaşabilecektir. Bu olanağın önünü sonsuza kadar
kesmek ise mümkün değildir.
Kaldı ki bugün böyle “olumlu” gelişmelerin bile
olmayacağı, 17 Aralık görüşmelerinde ve belgelerinde
Kürt Ulusal Sorununa ilişkin tek bir ciddi ifadenin
bulunmamasıyla anlaşılmıştır. AB gibi emperyalist
bir ittifakın Kürt sorununu tümden boşlayacağı
asla düşünülemez ama bu, soruna demokratik bir
çözüm arayacağı anlamına gelmemektedir. Onların
Kürt sorununa yaklaşımı, bölgedeki ve Türkiye’deki
gelişmelerde bu sorunu bir koz olarak kullanmaktan
öteye gitmeyecektir. Özellikle Türkiye’nin AB
üyeliğini engellemek istediği noktada AB’nin kodomanları
Kürt sorununa ilişkin sivri açıklamalarla ortamı
germe ve hatta ilişkileri dinamitleme olanağını
ellerinde tutmaktadırlar.
Devrimci Sosyalizm ve Sorunun Kavranışı
Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, devrimci sosyalizm,
yukarıdaki kategoriler arasında saymadığımız,
saymaya gerek duymadığımız “bana ne” tutumuna
sahip değildir ve olmamalıdır. Tam da emekçilerin
ruh haline ilişkin olarak yazımızın başında söylediklerimizden
ötürü devrimci sosyalizm bu yanılsamalı süreci
“ben devrim işiyle uğraşıyorum, şu ya da bu emperyalist
bloktan bana ne” söylemiyle karşılayamaz.
Devrimci sosyalizm, evet, Türkiye’de ve dünyanın
diğer köşelerinde devrimin güncel, mümkün ve sürdürülebilir
olduğuna inanmakta ve AB dahil önüne çıkan bütün
politik gelişmelere bu noktadan bakmaktadır. Ancak
öte yandan, emekçilerin dünyasıyla bire bir temas
halinde olan her devrimci yapı gibi devrimci sosyalist
hareket de, onların taleplerini, bu taleplerin
içinde aktığı yanılsama kanallarını iyice belirlemek
ve sürece müdahale etmek zorundadır. Bugün büyük
bir umutsuzluk ve çıkışsızlık içinde debelenen
emekçi kitlelerin kendi özgüçlerine olan güvenleri
zayıflamış, buna paralel olarak yaşamsal taleplerine
mücadele alanı dışındaki odaklarda da çözüm arama
eğilimi yaygınlaşmıştır. Bu koşullar altında devrimci
sosyalizm, kendisini mevcut tartışmanın dışında
tutarak yürüyemez.
Öte yandan devrimci sosyalizm, bütün bu konulardaki
kendi tutumunu ve pratik yaklaşımını da ortaya
koymak durumundadır. AB projesinin kendisi ve
Türkiye’nin katılımı, coğrafyamızın hiçbir temel
sorununun emekçileri lehine, Kürt Ulusu lehine,
tüm ezilenler lehine çözümünü sağlamayacakır.
AB, emekçilerin değil, emperyalistlerin projesidir…
On milyonlarca işsiziyle, sürekli budanan sosyal
haklarıyla, umutsuzluk ve yoksullaşma ruh halinin
giderek egemen oluşuyla, demokratik hakların içeriğinin
boşaltılmasıyla, siyesetin sıradan bir gösteriye
dönüşmesiyle karakterize olmaya başlayan AB, halklarımızın
demokrasi, özgürlük, insanca yaşam taleplerinin
gerçek karşılığı hiçbir zaman olmadı, olamaz.
her seye rağmen, yine de biraz daha iyi oluruz,
diyenler ya bilgisizliği, çaresizliği, ya da açıkça
sistemle mücadele etme gücünü yitirmiş yılgınlığı
dile getiriyorlar.
Politika yapan, hem de emekten yana ya da devrimci
politika yaptığını iddia edenler, sorunlara gerçek
çözümler getireceğini iddia edenler bu çaresizlik
ve yılgınlık söylemine asla teslim olmazlar.
Devrimci sosyalizm, kendisini, halen Irak’ı, Fildişi
Sahili’ni Afganistan’ı bombalayan, Ruanda’da katliam
planlayıp uygulayan emperyalistlerin AB Planlarında
insanca yaşam ve demokrasi arayanlardan kesin
biçimde ayırıyor. Devrimci sosyalizm, biraz daha
iyi olabilir diyerek karanlık sularda kulaç atmanın,
çaresizliğin, yılgınlığın değil, gerçek çözümün,
devrimin, halk demokrasisinin, sosyalizmin mücadelesini
yürütüyor.
Devrimci sosyalizm, emperyalistlerden demokrasi
talep edilemeyeceğini, gerçek bir halk demokrasisinin
ancak anti-emperyalist anti-oligarşik bir halk
devrimi ile kurulabileceğini ve ancak sosyalizm
yoluyla garanti altına alınabileceğini söylüyor.
Diğer yandan o hem bütünlüklü-merkezi bir politik-askeri
müdahale yoluyla hem de hergünkü mücadele süreci
sırasında bunun somut karşılıklarını ortaya koymak,
yalan perdesini yırtmayı hedefliyor. Bu, tek boyutlu
ve tek yönlü değil, birçok aracın bir arada kullanıldığı
uzun ve zorlu bir mücadele sürecidir. Politik
Kültürel Odakların emekçilerin dünyasında kök
salarak her somut durumda ortaya koyacağı eylem
ve örgütlenme performansından, en kapsamlı merkezi
müdahale ve kampanyalara kadar her biçimi kapsayacaktır.
Bugün emekçi kitlelerin beklentileri ile devrimci
sosyalizmin hedefleri arasında hâlâ kat edilmesi
gereken çok uzun bir mesafe vardır. Devrimci sosyalizm
bu mesafenin aşılması için önüne bitmez tükenmez
bir zaman dilimini koymuyor; “günün birinde patlayıp
her şeyi taşıyacak” büyük bir krizin sırtına bineceği
günü de beklemiyor.
Devrimci sosyalizm, bu mesafeyi, günlük çalışmanın,
küçük küçük adımların içinde mayalanan büyük sıçrayışlarla
aşmayı perspektif olarak belirlemiştir. Emekçi
kitlelerin en temel, en yakıcı taleplerini, sık
tekrarladığımız bir deyişi kullanırsak “gerçek
gündem”lerini temel alan zahmetli ve zorlu bir
örgütleme çalışması, bu perspektife sıkı sıkıya
bağlı olarak yürütüldüğünde, işte gerçekten o
zaman, önümüzdeki on yılda Türkiye’nin “varacağı
yer” işbirlikçi politikacıların ve AB ajitatörlerinin
hayal bile edemeyecekleri bir nokta olacaktır.
Ve herhalde söylemeye bile gerek yok; Avrupalı
emperyalistler, özgür, bağımsız ve sosyalizm yolunda
adımlar atan bir Türkiye’yi aralarına almak için
hiç de hevesli olmayacaklardır!
Konuyla
ilgili olarak Almanya'daki Çalışma ve Toplumsal
Adalet Seçim Alternatifi Kurucu Üyesi ve Basın
Danışmanı Murat Çakır ile yaptığımız röportajı
okumak için burayı tıklatın.
|