Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şafak Yargılanamaz 1. Cilt
Derleyen: Hasan Şensoy
Barikat Gazete ve Yayıncılık

IV. BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BUNALIM DÖNEMİNİN ÇELİŞMELERİ

 

A) EMPERYALİSTLER ARASI ÇATIŞMA


1) EMPERYALİSTLER ARASI ENTEGRASYONUN OLUŞMASI

3. Bunalım Döneminde olay ve süreçlere yön veren çatışmalardan biri de emperyalistler arası çatışmadır. Bu çatışma, genel bunalımın 1. ve 2. Aşamalarında topyekün paylaşım savaşlarıyla sonuçlandı. Emperyalist dönüşümle birlikte, dünyanın ekonomik ve siyasal anlamda paylaşılması tamamlanmıştı. Böylece emperyalistlerin birbirlerinin pazarlarına yönelmeleri ve bu temelde yükselen rekabetin giderek boyutlanması gündeme geliyor, sonunda çelişme antogonizma kazanıyor ve paylaşım savaşları başlıyordu.
Ancak, 3. Bunalım döneminde ilişkilerin ve çelişmelerin niteliği, bu tür basit bir olasılığı ortadan kaldırdı. Savaş, sosyalist blok ve sömürge, yarı-sömürgeleri kapsayan anti-emperyalist kalkışmalarla sonuçlanmıştı. Buna ABD'nin sahip olduğu nükleer güce, önce SSCB'nin, sonra diğer emperyalist ülkelerin sahip olmalarıyla ortaya çıkan ve topyekün savaş durumunda, dünyanın savaşan taraflarla birlikte yok olma noktasına varması olasılığı verili koşullarda ortadan kalkmış oldu.
Emperyalistlerin kendi aralarında bir paylaşım savaşına tutuşmalarının, örneğin, Almanya ve Japonya'nın güçlenerek dünya pazarlarından pay istemeleri sonucunda patlak verecek bir dünya savaşının, genel anlamıyla emperyalizme kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Dünyanın toptan yok olması tehlikesi bir yana, yalnızca ulusal kurtuluş hareketlerinin kazanmış olduğu boyut ve sosyalizm olguları bile, topyekün bir paylaşım savaşını engellemeye yeterliydi. Böyle bir savaş, emperyalist zincirin zayıflaması anlamına geliyordu. İlk savaşta SSCB doğarken, ikincisi dünyanın 1/3'ünün emperyalizme kapanması ve sosyalizme yönelmesi ile sonuçlanmıştı.
Üçüncü bir savaş, aynı zamanda emperyalizmle sosyalizm ve ezilen halkların savaşı anlamına geleceğinden, ayrı ayrı kamplara bölünmüş emperyalistlerin birbirleriyle savaşa tutuşmaları, bir yandan sosyalist ordularla savaşmaları ve tüm bunlara karşın pazarlarını ellerinde tutabilmeleri olacak şey değildi. Buna bir de nükleer silahların eklenmesi, emperyalistler arası çatışmanın aldığı biçimi ortaya çıkardı: Bu, emperyalistler arası entegrasyondu.
2. Dünya Savaşı'nın emperyalizm açısından yol açtığı sonuçlara yukarda değinmiştik. Savaş, dünyanın ekonomik ve siyasi dengelerini alt üst etti. Savaşın entegrasyona neden olan sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
a) Avrupa'da savaşın yarattığı büyük bir yıkım vardı. Avrupa ülkelerinin üretim kapasitesinde zayıflama söz konusuydu. Almanya, Fransa ve İtalya hemen hemen tümüyle, İngiltere ile Japonya büyük oranda tahrip olmuşlardı. Bu ülkelerin hiç biri hem ülkelerini onaracak hem de ABD ile rekabet edecek sermayeye sahip değildi. Almanya, İtalya ve Japonya zaten müttefik güçlere koşulsuz teslim olmuşlardı. Bunun sonucu müttefiklerin yaptırımlarına boyun eğmekten başka bir anlam taşımıyordu. Fransa, savaşı kazanmış görünmesine karşın, daha savaşın başında yarıştan düşmüştü. İngiltere ise, sanayi işletmelerini savaşın yıkımından korumayı başarmıştı; ne var ki, savaşın giderleri İngiltere'yi kendi sermayesiyle sanayi işletmelerini harekete geçirmekten yoksun bırakacak kadar zayıf düşmüştü. Bunun yanında, sömürgecilik İngiltere'nin gereksinmelerini artık karşılamaya yetmez olmuş, sömürgelerde yükselen halk hareketleri ayrı bir sorun durumuna gelmişti.
b) Sosyalist blokun doğumunun emperyalizme genel anlamda vurduğu darbelerin etkileri, özellikle Avrupa'da yoğunlaşmıştı. Örneğin, Almanya'nın ikiye bölünmesi, Almanya için sanayi ve tarım arasındaki dengenin ve değişim olanaklarının ortadan kalkması anlamına geliyordu. Dahası, tüm Avrupa ülkelerine egemen olan sosyalizm dalgası, Avrupa'yı ABD'nin nükleer silahlarla desteklenen askeri gücüne sığınmaya itmişti. ABD, bu siyasal havayı, 'soğuk savaş' yıllarında pekiştirecek, soğuk savaşı, ekonomik ve siyasi hegemonyasını güçlendirmenin bir aracı olarak etkin bir biçimde kullanacaktı.
c) Savaştan doğrudan zarar görmeyen, savaş yıllarını kendi iç örgütlenmelerini tamamlayarak geçiren ve savaş sonrasında belli bir sermaye kapasitesiyle ortaya çıkan ülkeler vardı. Kanada, Avustralya ve İsveç gibi bu tip ülkeler, ABD için değil ama, diğer emperyalist ülkeler için rakip olabilirlerdi ve rekabetin alanı daralırken rekabetlerin çoğalması; güçlerin birbirine yakın olan rakiplerin kendilerinden çok daha güçlü olanın önünde eğilmeleri sonucunu doğuracaktı. Eşitsiz gelişim yasası bir kez daha işlemiş, ABD'yi öne fırlatırken, geçmişte hesaba katılmayan yeni ülkeler sıçrama yaparak kervana katılmışlardı.
d) İngiltere ve Fransa'nın borçları tasfiye edilmişti. Ne var ki bu iki ülke restarasyon sorunları nedeniyle kısa sürede tekrar büyük borçların altına girmişler ve savaş yıllarında zaten yeterince belirginleşmiş olan ABD üstünlüğünü kabullenmek, onun hegomanyasına girmek zorunda kalmışlardı.
e) Savaş Avrupa'nın tüm ülkelerin alt üst eden bir enflasyonla koşut sürmüş ve Avrupa ülkelerinin kendi dinamikleriyle istikrara ulaşabilmeleri, -özellikle kısa vadede- olanaksızlaşmıştı. Daha yükseklere uçan enflasyon, ABD sermayesine karşı direnme güçlerini ortadan kaldırıyordu. Nitekim, kısa sürede bir "dolar" kıtlığı başlamıştı bile. Çünkü, yüksek enflasyon, bir anda ABD dolarını tek güvenilir para birimi yapmıştı.
Sonuç olarak, Avrupa ülkeleri ekonomik anlamda ABD'ye borçlu ülkeler durumuna gelirlerken, bu durum siyasal düzeyde, ABD'nin sistemin jandarmalığını üstlenmesi biçiminde şekilleniyordu. Bu rol ifadesini, Truman Doktrini'nde bulacaktı. Truman Doktrini, ABD'nin savaş sonrası rolünü belgeleyen bir olaydır. ABD Başkanı, H.S. Truman'nın 12 Mart 1947 tarihli konuşmasına dayanan doktrin, "Amerika kıtasının sömürgeci Avrupalıların saldırılarından korunması, Amerikan Amerikalıların, Avrupa'nın Avrupalıların olması ve bu kıtalar hükümetlerinin birbirlerinin işlerine karışmamaları" biçiminde, ABD'nin 5. Başkanı Monroe tarafından ifade edildi. Emperyalist dönüşümle birlikte, ABD etki alanı olarak Latin Amerika'nın seçilmesine dayanak yapılan Monroe doktrini'nin terk edilmesi ABD ideolojisinin artık yalnızca Amerika kıtasının değil tüm, dünyanın jandarmalığını üslenmesi anlamına geliyordu. Konuşmasında komünizme açık savaş ilan eden Truman, böylelikle komünizmi ABD’nin baş düşmanı ilan ediyor ve ‘soğuk savaş’ı başlatıyordu. Baş düşman SSCB idi. Artık 1. ve 2. Bunalım dönemlerinde olduğu gibi bir emperyalist ülkenin dünya ölçüsündeki rakipleri, diğer emperyalist ülkeler değil, sosyalizmdi. D iğer emperyalist ülkeler ise sürecin dayattığı koşulların bir sonucu olarak, en güçlü emperyalist ülkeyle onun jandarmalığını kabul ederek entegrasyona gitmişlerdi.
Truman Doktrini, gerçekte daha savaşın başında biçimlenmiş ve savaş süresince ABD’nin attığı her adım bu amaca yönelmişti. Nitekim Truman Doktrini’ni resmen açıkladığı konuşmasından bir yılk önce Ocak 1946’da Kongre’ye yolladığı mesajda, dünyanın en güçlü devleti olarak olanca güçlerinin ve tüm olanaklarının “bir tek ödevin gerçekleştirilmesi” yoluna harcanmasını istemişti: “Bu ödev, uluslararası olayların gelişmesine ABD’nin en büyük ölçüde etki yapmasını sağlamaktır”.
Hedefin bu biçimde saptanmasının ardından, bu yönde kurumlaşmaya gidilecek ve entegrasyonun söz konusu kurumlaşmalarla pekiştirilmesi amaçlanacaktı. Bu kurumlaşmaları genel çizgileriyle de olsa belirlemek gerekiyor:

MARSHALL PLANI:
Genel çerçevesi Truman Doktrini’de ifade edilen ve ABD’yi emperyalist-kapitalist sistemin jandarması yapan yeni ilişkilerin, ekonomik düzeyde verilebilecek örneklerin başında Marshall Planı ve ona bağlı kurumlaşmalar gelir. Plan, Avrupa ve Japonya’nın çıkarlarına uygun reorganizasyon planından başka bir şey değildi. Ve zamanla içeriği genişleyerek, sosyalist ülkelerin dışındaki tüm ülkeler için geçerli bir kurallar bütününe dönüştü.
5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı General G.C. Marshall, Avrupa’nın sosyalizm için elverişli bir ortam yarattığını, ikinci savaş ile birlikte, tek ülkeli dünya sisteminin, çzok ülkeli bir sosyalist bloka dönüşmesinin verdiği ürküntüyle, Batı Avrupa ülkelerini komünizm tehlikesine karşı koruma ve set oluşturma, aynı zamanda Batı Avrupa ülkelerini denetim altına alma ve bu ülkelerin ekonomilerinin emperyalist kapitalist zincirin içinde reorganizasyon amacıyla kendi adıyla anılacak Marshall Planını ortaya atmıştı.
Başlangıçta biçimsel olarak devet edilen SSCB, 27 Haziran’da toplanan Paris Konferansı’nı 2 Temmuz’da terkederken, Marshall Planı’nın gerçekte sahip olduğu amacı, tüm dünyaya ilan edecekti. 12 Temmuz’da ABD emperyalizmiyle birlikte 16 Avrupa ülkesi, Marshall Planı’nın uygulanması konusunu görüşmek üzere toplanıyor ve ABD tarafından İngiltere ve Fransa’ya önerilen Alman ekonomisinin yeniden düzenlenmesi konusunda anlaşıyorlardı. 1 Nisan 1948’de ABD Kongresinde kabul edilerek yürürlüğe giren ve 1952 yılına kadar sürecek olan Marshall Planı doğrultusunda oluşturulan kurumlar şöyleydi: OEEC (Ekonomik İşbirliği Örgütü) : 12 Temmuz 1947’de Paris’te toplanan “16’lar Konferansı”, Marshall yardımından ilk elde yararlanacak ülkeleri bir araya getirmişti. Bu ülkeler Nisan 1948’de OEEC’yi kurdular. OEEC’nin görevi, Marshall Planı’nın önereceği sektörleri saptamak ve ECA (Avrupa Ekonomik İşbirliği Yönetim)ne iletmekti.
ECA: ABD Başkanına bağlı bir yöneticinin denetimindeki örgüt, çeşitli yan komiteler aracılığıyla ABD sermayesinin yöneleceği alanları saptıyor ve reorganizasyonun bu amacından sapmamasından sorumlu olarak, Marshall Planı’nı yönlendiriyordu.
Marshall Planı’nın işleyişi ise, çeşitli biçimlerde gerçekleşmekteydi. Buna göre:
a) Doğrudan yardımlar: Bunlar, söz konusu plan içinde olan ülkelere dolar olarak doğrudan doğruya yapılan yardımlardı. Bu işlem, borçlandırma yoluyla ya da kredi ile koşullu olarak yapılmaktaydı. Kredi yoluyla yapılanlar uzun vadeli olup, hibe ile yapılanlar karşılıksız yardımlardı. Ancak bunlar mal şeklinde olup yardım gören ülkenin ulusal parasıyla ifade edilen “karşılık paralar” hesabına bloke edilmekteydi.
b) Endirekt yardımlar: Doğrudan yardımlarda geçerli olan ABD patentli malları alma zorunluluğu, bu yardımlarda söz konusu değildi. Endirekt yardımlar, tiraj hakları, başlangıç kredileri, özel kaynaklar gibi değişik biçimlerde görülmekteydi.
c) Teknik yardımlar,
d) Karşılıklı yardımlar,
e) Özel yardımlar: Genellikle karşılıklı paralardan ayrılan “Marshall Planı özel girişim fonu” bu tür yardımların kaynağını oluşturmaktaydı. Özel girişimi canlandırmaya çalışan bu işlerlik doğrudan doğruya yapılan yardımlardın çok, karşılıklı para akışı biçiminde sürmekteydi.
f)Off Shore: Bu sistem 1951’di petlek öirin Kore Savaşı ile gelişti. “Off Shore Siparişleri Programı”denilen bu yardım, endirekt bir nitelik taşımakta ve ABD’nin dışardan sağladığı emtiayı ifade etmekteydi.
Marshall Planı’nın yürütülüşünde kavranması gereken yaratılmaya çalışılan görüntüye karşın, olayın “yardım” olmaktan uzak niteliğidir. ABD’den yardım alan devletler, ülkesine yerleşmiş olan ABD yardım heyetine isteklerini bildirmekteydi. Heyet, istekleri Washington’daki merkeze iletiyor, burada uygun görülmesine bağlı olarak eğer sermaye istemi söz konusuysa gönderiliyor, yok eğer emtia istemi söz konusuysa istenen emtia ABD piyasasından satın alınıyor ve yine ABD gemileriyle gönderiliyordu. “Yardım” miktarı ve yardımın hangi alanlara yöneltileceği konusundaki tartışmalar, ABD’ye söz konusu ülkelerin ekonomisini denetleme olanağı vermekteydi. İster sermaye, ister emtia “yardımı” olsun, karşılığında “yardım” alan ülkenin merkez bankasında, ABD adına hesap açılıyordu. Karşılıklı paralar denilen bu fonun kullanılışı, ABD iznine bağlı olduğundan, ABD’ye ikinci bir müdahale olanağını sağlamaktaydı. ABD,bu olanaklardan, bir yandan kendi sermayesinin çıkarlarını geliştirmek, yardım alan ülkenin sanayisini, kendisi için tehlikeli olmayacak sektörlere yöneltmek biçiminde yararlanıyordu.
OOEC’nin kurulmasının ardından, ABD tarafından ilk ağızda aktarılan 5 milyar dolar, planın tamamlandığı 1952 yılında, 13,812 milyar doları bulmuştu. En büyük payını sırasıyla İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya’nın aldığı bu sermaye, değişik oranlarlada olsa, Avrupa’nın kapitalist sistem içinde yer alan diğer ülkelerine ve bu arada Türkiye’ye de yansıyordu. Böylece emperyalizm sürecinde ilk kez bir emperyalist ülkenin diğerlirine yüklü miktarda sermaye aktarması ve bu ülkelerin ekonomik nabızlarını denetimine alması gibi bir durumla karşılaşılmış olunuyordu. Bu, entegrasyonun olanca çıplaklığıyla gözler önüne serilmesinden başka birşey değildi. 1961 yılında, Marshall Planı çerçevesinde eşgüdüm işlevini yüklenmiş olan OEEC’nin artık işlevini tamamladığı ve resterasyonun gerçeklik kazandığı düşüncesiyle, bu kuruluş lağvedilecek, yerine OECD kurulacaktı. ABD ve Kanada’nın da katıldığı OECD, ABD egemenliğinin kurumsal düzeyde ifadelerinden biri olarak kurulmuş olmasına karşılık, ABD’nin rolünün 1970’lerde sarsılmasıyla etkisini yitirmiştir.

IMF (ULUSLARARASI PARA FONU) VE YENİ PARA SİSTEMİ:

IMF’nin kuruluş gerekçesi, tekel öncesi kapitalizmi sarsan 1815 krizi sonrasında, 1821’de İngiltere tarafından başlatılan ve sonrasında diğer ülkelerce de kabul edilen Altın Standardı sistemine değişik bir şekilde dönecekti. Altın Standardı sistemi, gümüş para standartının yerini almıştı. Ve bir ülkenin paralarının, sahip olduğu altın miktarına bağlanması anlamına geliyordu. Buna göre ülkeler, birimlerini, sabit bir altın miktarıyla ifade ederek (örneğin, 1 sterlin=10 ons altın gibi), merkez bankası banknotlarını bu sabit kur üzerinden altına çevirmeyi kabul ediyordu. Ama emperyalist dönüşümle birlikte, söz konusu sistem alt üst olmaya başladı. Emperyalistler arası rekabet, emperyalist ülkelerin olaya öncelikle yeniden paylaşım çatışması temelinde bakmalarını getirince, 2. Bunalım döneminde altın standardı sistemi çökmüş, sonuçta uluslararası ticaret çıkmaza girmişti.
ABD bu kez tümüyle kendi denetiminde olması koşuluyla sistemi yeniden oluşturmaya yöneldi. Gerçekte bu yönde hazırlıklara daha 1941 yılında başlayan ABD, 1944’de savaşın sonucunun artık belli olmaya başladığı bir aşamada, Bretton Woods kasabasında bir konferans toplayarak sistemi yeniden oluşturdu. IMF, bu konferans sonucu kurulan iki uluslararası kuruluştan biridir.
27 Aralık 1945’de resmen kurulan IMF, ABD Maliye Bakanı Yardımcısı White’ın hazırladığı plana göre oluşturulmuştu. Plan doları uluslararası ödeme aracı olarak belirleme esasına dayanıyordu. Bu plana diğer ülkelerin tepkileri cılız oldu. Örneğin İngiltere’nin Keynes’e hazırlattığı ve ABD’nin olası hegemonyasını dengeleme amacına yönelik kapsamlı planı, ABD’nin mali gücü karşısında yetersiz kalmıştı. Sonuçta çıkan karar, doların değerinin altınla ifade edilmesi (bir ons altın=35 dolar) ve ABD dışında kalan tüm ülkelerinin paralarının ABD doları üzerinden hesaplanması biçiminde oldu. Ayrıca ABD,yabancı merkez bankalarının ellerindeki doları istendiği anda resmi fiyat üzerinden altına çevirmeyi taahhüt ediyordu.
IMF'nin burada detaylarına girmeyeceğimiz karmaşık prosödürü bu temel üzerinde yükseldi. Ve etkinlikleri bu sistemi korumaya yöneldi. Yani IMF bir uluslarüstü kuruluş, tüm kapitalist ülkelerin merkez bankalarının üzerinde yükselen bir soy banka gibi görünse de, ABD liderliğine uygun olarak yaratılan bir kurum oldu. Dolayısıyla dünya ekonomisi üzerindeki etkileri de entegrasyonun işleyişine ya da ABD ile diğer emperyalist ülkelerin ilişkilerine bağlı olarak değişen özellikler taşıdı. IMF'nin yeni sömürgeci yöntemler açısından yüklendiği role, yeni sömürgecilik bölümünde yer vereceğiz.
IBRD (Dünya Bankası): IMF ile aynı gün kurulan IBRD, ABD jandarmalığında oluşturulan entegrasyonun bir diğer önemli kurumudur. IMF'nin rolü, doların denetimine uygun zemin oluşturmak, kısa vadeli kredilerle para sistemini korumak olurken, IBRD, doların egemenliği yolunda, ABD sermayesinin kendini üretebilmesi için, uzun vadeli krediler vermektir. Böylece, dünya ülkelerinin ekonomilerinin ABD'nin çıkarlarına uygun olarak biçimlenmesi sağlanmaktadır. Doğrudan kendisinin ya da kendisine bağlı örgütlerin (Uluslar arası Kalkınma Birliği - IDA, Uluslar arası Finans Kurumu - IFC, Ekonomik Kalkınma Enstitüsü - EDI vb.) verdiği krediler yanında, emperyalist tekellere yol göstericilik yapmak ve perspektif yaratmak gibi işlevleri olan IBRD, uzun bir süre Avrupalı ülkelerin ABD politikası doğrultusunda reorganize edilmelerinde önemli yol oynamış ve Marshall Planı'na uygun biçimde hareket etmiştir. IBRD'nin yeni-sömürgeci etkinliklerine daha sonra değineceğiz.


NATO VE ABD'NİN ASKERİ HEGEMONYASI:

11 Haziran 1948'de ABD Kongresi NATO'nun kuruluşunu haber veren bir karar almıştı. Buna göre, Amerika kıtası dışında da olsa, ABD'nin ulusal güvenliğini ilgilendiren bölgesel ve diğer ortak anlaşmalara katılmak için ABD hükümetine tam yetki verilmişti. Bu doğrultuda hızlandırılan çıkarlar yaklaşık bir yıl sonra meyvesini verecek ve 4 Nisan 1949'da ABD ve Kanada ile 10 Avrupa ülkesi NATO, (Kuzey Atlantik Paktı)yu kuracaklardı. Türkiye ve Yunanistan'ın 1952'de Batı Almanya'nın 1953'de katılmasıyla 15 devleti kapsayan NATO'ya son olarak İspanya katılmıştı. ABD'nin Truman Doktrini ile birlikte sosyalizme karşı başlattığı 'soğuk savaş'ın simgesi militarist bir örgüt olan NATO, emperyalist-kapitalist kamp içinde yer alan ülke ordularının ABD Genel Kurmayı'nın emrine verilmesi anlamına gelmekteydi. Başkomutanlığını her zaman ABD generallerinin yaptığı NATO'nun ardından dünyanın başka bölgelerinde de benzeri paktlarla (CENTO, CEATO) ABD'nin militarist örgütlenmesini yaygınlaştıracaktı.
Kapitalist sistem ve özellikle ABD, 1950'li yıllara önemli bazı olaylarla birlikte giriyordu. Dönüm noktasını SSCB'nin 1949'da atom bombasını yapmaya başlamasının oluşturduğu ve ABD'nin nükleer tekeline son verdiği 'soğuk savaş' ortamının Kore savaşıyla daha da derinleşmesi, ABD'yi söz konusu ortamı tekrar değerlendirmeye ve elde ettiği sonuçlara göre hareket etmeye itiyordu.
ABD'nin çıkardığı sonuçlardan hareketle oluşturduğu stratejinin ilk ayağını, nükleer silah tekelinin son bulmasıyla ve toptan savaş stratejisinin kendi içinde yok edici bir nitelik kazanması nedeniyle bu seçeneğin terk edilmesi oluşturdu. Bu stratejinin yerine "savaşın içinde dolaşma" biçiminde de tanımlanan "sınırlı savaş"düşüncesi ön plana çıkmaktaydı. Bunu sağlayabilmek için, dünyanın en stratejik yerlerindeki bir dizi ülke, kapitalist militer sistem içine sokularak SSCB’nin kuşatma altına alınmasına çalışılıcaktı.
İkincisi, özellikle Batı Avrupa orduları, ABD Genel Kurmayı’nın emrinde bütünleştiriliyordu. Böylece, NATO’nun askeri gücü oluşturuluyordu. Hem Batı Avrupa tek bir savaşın savunma alanı olarak planlanıyor, hem de birçok geniş alanın ABD üsleri ile doldurulmasının koşulları oluşturuluyor ve bu ülkelerin stratejik karar alma mekanizmaları doğrudan ya da dolaylı bir biçimde Pentegon’un emrine giriyordu.
Üçüncüsü, oluşturulan bu atmosfer, F. Almanya ve Japonya’nın sahip oldukları potansiyelin Pentagon tarafından kullanılmasını sağlamaktaydı. Bu iki ülke dünyanın gözünde faşizmin ve emperyalist saldırganlığın simgesiydi. SSCB’nin nükleer teknoloji kullanmaya başlamasını ve Kore savaşını, ‘soğuk savaşı’ derinleştirme yolunda kullanan ABD, bu gerekçelerle söz konusu ülkeleri de militer amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayacak ve F. Almanya’yı 1955 yılında NATO’ya alacaktı.

2 -ENTEGRASYONUN İLK YILLARI

Entegrasyonun oluşmasıyla birlikte, burjuva iktisatçılarınca, uzun refah dönemi olarak adlandırılan dönem başladı. Bu ilk yılların siyasi anlamda kazandığı içerik ise, bir önceki bölümde genel çizgileriyle değindiğimiz soğuk savaş oldu.
Entegrasyonun ilk yıllarının göreceli bir refah içermesi kuşkusuz raslantı değildi. Ve çeşitli nedenlere dayanıyordu. Ancak, burjuva ideologlarca kapitalizmin sosyalizme üstünlüğü olarak yorumlanan bu refah, 1960’lı yılların ortalarına doğru çatlayacak ve yerini, 1970’li yıllar boyunca tüm kapitalist dünyayı sarsan büyük depresyon alacaktı. Depresyonun siyasal düzeyde de somutlaşması gecikmeyecek ve önce Küba Devrimi, ardından gelen Vietnam Devrimi en az ekonomik depresyon kadar sert ve boyutlu bir siyasal boşluk doğuracaktı.
Savaştan en az zararla çıkan ABD sermayesi, Truman Doktrini ve Marshall Planı doğrultusunda Avrupa’yı kendi gereksinimlerine uygun biçimde reorganize etmeye yönelmişti. Bu durum, doğal olarak sürekli bir etkinlik, yeni iş alanlarının açılması ve yüksek bir gelişme temposu yakalanması, ağır sanayi ve ara sanayi bağlamında yoğun bir üretim anlamına geliyordu.
ABD sermayesi açısından olay, Avrupa ekonomisinin, ABD’nin koşullandırdığı biçimlenmesinin dışında bazı yönleri de içermekteydi. Savaştan çıkmış ve yıkılmış Avrupa’nın işsiz orduları, ABD tekelleri için ucuz işgücü anlamına geliyordu.
Böylece, çok stratejik alanların dışında kalan bir çok alanda, üretimi doğrudan Avrupa’da kurulan fabrikalarda gerçekleştirmek, ABD tekelleri için giderek daha cazip olmaya başladı. Öte yandan bilimsel ve teknolojik devrimin açtığı ufuklar, böyle bir üretim politikasını karlı kılıyor, ve daha önceden bu tür etkinlikleri engelleyen nedenler ortadan kaldırılıyordu. Örneğin, jet motorun bulunması ve yaygın kullanımı, hava taşımacılığının gelişmesini ve kargo seferlerinin başlamasını getirmiş, böylelikle ayrı kıtalarda gerçekleştirilen üretimin pahalıya mal olmasına neden olan ulaşım engeli , dolaşım sürecini hızlandırması anlamında ortadan kalkmış ve sermayenin kendisini daha hızlı biçimde üretmesinin koşullarını oluşturmuştur.
Bu durum, sermayenin uluslararasılaşması sürecinin hızlanması anlamına geliyordu. Uluslararası tekeller, kuşkusuz emperyalist dönüşümle birlikte yaygınlık kazanmış bir olguydu. Ama başat bir özellik durumuna gelmesi, 3. Bunalım Dönemiyle birlikte başladı. Artık merkezi ABD’de bulunan tekeller, Almanya, İngiltere, Japonya gibi ülkelerde, o ülkelerin ucuz işgücünü kullanarak üretim yapıyorlar ve ürünlerini ABD dahil olmak üzere, dünya pazarlarına aktarıyorlardı. Gidereek söz konusu tekeller Avrupa ülkeleri ve Japonya’da sürdürdükleri üretimden elde ettikleri kazancı, o ülkelerde de değerlendirme ve yeniden üretmeye yönelecek, o ülkelerden buldukları işbirlikçilerle iç içe girecek ve hatta bazı tekeller merkezlerini Avrupa ya da Japonya’ya taşımayı tercih edeceklerdi.
Böylece, merkezi yönetimi ABD’de (ya da başka ülkelerde), fabrikaları başka ülkelerde, hammadde kaynakları daha başka ülkelerde olan çok uluslu tekeller, daha fazla yaygınlaştı ve entegrasyonun ekonomik göstergelerinden biri oldu. Artık çıkarları herhangi bir devletin ya da ulusun yanında olmayan, yalnızca anti-komünist olmak özelliğinde birleşen tekeller, sistemin denetimini ele geçirme yolunu tuttular. Örneğin, Standart Oil adlı petrol şirketi, bir yandan ABD’de petrol çıkarıp bunu yine ABD’de bulunan rafinerilerde arıtarak pazarlıyor, öte yandan hareket noktası petrol olan ama süreç içinde petrol dışı alanlara da yönelen ve her geçen yıl biraz daha genişleyen yan şirketler kuruyor, çeşitli alanlarıa el atıyor, bu alanların her birinde gerçekleştirdiği üretim için değişik ülkelerden değişik ortaklar bularak sermayesini geneşletiyordu. Bu, ABD çıkışlı tekelin, ABD’nin ulusal iradesinin belli ölçülerde dışına çıkması ve gideerek uluslarüstü bir konsorsiyum karakteri kazanması anlamına geliyordu.
Sürecin bir diğer özelliği de devletin ekonomik yaşam içinde aktif olarak üstlendiği roldü. Bu özellik gerçekte 2. Bunalım Döneminde ABD’de başlamış ve faşist ülkelerde ses bulmuştu. Tekel öncesi kapitalizm döneminde ve 1. Bunalım Döneminde, devletin rolü daha çok kendi tekellerinin çıkarlarını savunmak ve bu temelde politika yürütmek, savaşmak, tekellerin sömürüsüne uygun zemin oluşturmaktı.
2. Bunalım Dönemiyle birlikte, devlet, ekonomik yaşamın aktif bir unsuru olarak pazara giriyor ve ekonomik politikaların saptanmasında edilgen kalmaktan çıkıyordu. Keynes tarafından teorik temeli oluşturulan bu yaklaşım, kapitalist üretimin anarşik niteliğinin aşılması ve depresyonların önlenmesi anlamını taşıyordu. Ancak bu olgu, yani devletin ekonomik politikaların belirlenmesindeki rolü, bir taraftan baraj, liman, havaalanı yapımı gibi büyük yatırımları finanse ederek ekonominin aktif bir unsuru olması, kapitalizme istikrar kazandırma çabasından kaynaklanmaktaydı.
Ama zamanla başka noktalardan açıklar patlak verecek ve depresyondan kurtuluş yolu olarak 1980’li yıllarda, bu kez devlet müdahalecliğini “asgariye indiren” politikalar öne çıkacaktı. Çünkü geçen yıllar ve pazarın doymasına koşut olarak, yeni yeni sorunlar çıkarmış, devletin varlığıyla ortaya çıkan korumacı karakter, yüksek bir enflasyon oranını kaçınılmaz kılmış, olay depresyon nedenlerinden biri olmuştur.
Bu durumda entegrasyonun ilk yıllarının verdiği “refah” görütüsünün ilk iki nedenini bilimsel ve teknolojik devrimin açtığı ufuklar ve dolayısıyla üretim araçlarının evrimi ile ucuz işgücü olarak özetleyebiliriz, Üretim araçlarının giderekgelişmesi e her defasında daha az emeği gerektiren sonuçlar doğurması, artı değer sömürüsünün artması ve daha önceden iki, üç işçinin yaptığı işi, bir tek işçinin yapabilmesi gibi bir sonuç doğuyor; öte yandan aynı zamanda yeni tüketim malları ve bunların pazarlarının yaratılması, işsizliğin yaygınlaşmasını da engelliyordu. Ayrıca ucuz işgücü kullanmak gibi bir avantaj vardı.
Başlangıçta Avrupa ve Japon işçi sınıfları bu duruma araç olurken, süreç içinde Avrupa’nın reorganizasyonuna koşut olarak, eşitsiz gelişme yasasına uygun şekilde sıçrama yapan F. Almanya, Japonya gibi ülkeler gelişiyor, kendileri yeni ucuz işgücü pazarlarına yöneliyorlardı. Japonya’nın G. Kore’den, Almanya’nın Türkiye, Yunanistan vb. ülkelerden, Fransa’nın Cezayir’den ucuz işgücünü ülkelerine çekmeleri bu şekilde başladı.
Çok uluslu tekeller, artık kendileri için cazip işgücünü başka ülkelerde aramaya başladılar. Bilimsel ve teknolojik devrimin ürünü yeni üretim araçları, nitelikli emeğe dayanan gereksinmeyi giderek azaltıyor ve daha az nitelikli emek, daha çok iş yapar duruma geliyordu.
“Refah” olayının üçüncü bir nedeni olarak da, hammaddelerin göreceli ucuzluğunu gösterebiliriz. Entegrasyonun ilk yılları boyunca, emperyalizm yüksek bir teknoloji ile yeni sömürgelerdeki yer altı kaynaklarını, sanayi üretimi içingerekli hammaddeleri tam anlamıyla talan etmelerini ve üretim gerçekleştirildikten sonra, yüksek fiyatlarla pazarlamalarını getirmişti. Üretim politikasının, hammaddelerin ucuzluıu temelinde oturmasına dönüşen bu durum, ilerde ciddi sorunların kaynaklarından biri olacaktı.
1960’ların ortalarına gelindiğinde, burjuva ideologlarının, kapitalizmin sosyalizme üstünlüğü olarak niteledikleri “refah” denilen olgunun geçici olduğu, savaş sonrası yıkımın sağladığı olanakların ve bilimsel teknolojinin etkisiyle sağlanan göreceli istikrarın alttan alta depresyonu hazırladığı anlaşılmıştır. 1965’de başlayan süreç, 1967’de iyice kızışmaya başlamış ve 1971’de depresyon patlak vermişti. Göreceli istikrar döneminde farkedilmeyen çatlak öylesine derindi ki, her önlem başka bir noktada verilen açık anlamına gelecek, ekonomik çöküntünün siyasal çöküntüye dönüşmesini engelleyebilmek için, 80’li yıllara damgasını vuracak yeni bir soğuk savaş başlatılacaktı.

3) EMPERYALİSTLER ARASI ÇATIŞMANIN DERİNLEŞMESİ

Açık ABD hegemonyası yaklaşık 20 yıl sürdü. 1947’den 57’ye kadar geçen on yıl bu durumun yerleşmesi sürecini oluşturuyordu. İzleyen on yıl ise, diğer ülkelerde ABD yatırımlarının genişlemesi ve Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, Japonya’da ve daha az ölçüde de daha az gelişmiş ülkelerde yatırım ve üretim patlaması biçiminde gerçekleşmişti. ABD ve İngiltere gibi ülkelerin üretim kapasitelerinin ve uluslararası ticaret içindeki paylarının artışı, örneğin bir Almanya’ya da Japonya’nın düzeyinde değildi, yine de geçmiş dönemlerle kıyaslandığında olağanüstüydü.
Buna karşılık bu döönem aynı zamanda emperyalistler arası çatışmanın derinleşmesi sürecini içermekteydi. Entegrasyon, ABD’nin diğer emperyalist ülkeler üzerindeki hegemonyası temelinde oluşmuştu. Ancak 1955’de Avrupa’nın ve Japonya’nın reorganizasyonunun büyük oranda tamamlanması, aynı zamanda bu ülkelerin ABD hegemonyasına karşı hareketlenmesi anlamına gelmekteydi. Çünkü, her şeye karşın, reorganizasyon, Truman ve Marshall Planlarında başlangıçta ekseni belirlenen çerçevede gelişmemişti.
Öncelikle, sermaye bir kez daha vatansız olduğunu kanıtlamış ve nerede kar gördüyse orayı kendine vatan bellemişti. Bu durum, ABD ve İngiltere’de yaygınlaşan çok uluslaşmanın, kısa sürede diğer emperyalist ülke tekellerine de yansıması sonucunu getirmiş, bu arada özellikle Almanya ve Japonya, ülkelerindeki ABD teknolojisini kendi ucuz işgüçlerinin yoğun sömürüsü yoluyla evrilmişlerdi. Askeri harcamalardan muaf tutulmalarını bir avantaj olarak kullanan bu iki ülke, siyasal düzeyde ABD’nin tümüyle etkisinde görülmelerine karşın, ekonomilerindeki patlamayla kendi etkilerini artırmış ve 1970’lere, ABD’nin dünya pazarlarındaki en büyük iki rakibi olarak girmişlerdir.
Emperyalistler arası çatışmanın derinleşmesini 1957 ile başlatmak yanlış olmaz. Bu tarihte AET kurulmuştu. 18 Nisan 1951’de Batı Almanya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, İtalya ve Fransa, bir anlaşma ile üye ülkeler arasında kömür ve çelik sektörlerinde tam bir serbest değişimi kabul ettiler. CECA’yı (Avrupa Kömür ve Çelik Birliği) adlı birliğin kurulmasıyla sonuçlanan bu anlaşma, ABD ile Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın arasındaki entegrasyondan daha ileri bir adımdı. Çünkü Avrupa ülkelerinin ABD’ye karşı oluşturdukları bir entegrasyondu ve ABD’den bağımsızlışma eğilimini ifade ediyordu. CECA’yı izleyen ilk adım aynı ülkelerin 25 Mart 1957’de Roma anlaşmasıyla, Avrupa Ekonomik Topluluğu (Ortak Pazar - CEE)’nu kurmaları oldu. Altı ülke bu kez yalnızca belirli mal gruplarını ya da belirli sektörleri değil, bütün ekonomik etkinlikleri kapsayan geniş ölçekli bir entegrasyon oluşturmuşlardı. Bir toplumsal fon ve bir de yatırım bankası oluşturan AET’nin temelini gümrük birliği oluşturmaktaydı. Bununla mal alışverişlerinin tümünü kapsayan ve üye devletler arasında, ithalat ve ihracattan alınan gümrük vergileriyle eş etkili bütün vergileri yasaklayan ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinde ortak bir gümrük tarifesinin uygulanmasına dayanan bir işlerlik oluşturmuşlardı.
AET, başlangıçta kendisine siyasal birlik oluşturma görevini saptamıştı. AET, Avrupa Birleşik Devletleri yolunda bir adım olacaktı. Bununla birlikte, başlangıçta on yılda ulaşacağı sanılan bu amaca, kuruluştan günümüze kadar uzanan süreç içinde ulaşılamayacak, üye ülkelerin içinde bulundukları ekonomik koşullar, bu politikanın uygulanmasını güçleştirecek ve giderek engelleyecekti.İlk kez 10 Haziran 1979'da Avrupa Parlementosu, doğrudan seçimler yoluyla oluşturuluyor, ne varki yaptırım gücü olmuyordu. Aynı şekilde 1970'de hazırlanan Werner Raporu doğrultusunda saptanan ve tek bir birim, tek bir devlet gibi hareket etmenin yolunu açacağına inanılan ortak para politikası düşüncesi hayata geçemeyecekti.
Başlangıçta altı ülke tarafından oluşturulan ve Euroatom adlı ülkelerin nükleer teknoloji alanında dayanışmasını içeren kuruluşla desteklenen AET, süreç içinde İngiltere, İrlanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya ve Portekiz'in katılımasıyla genişleyecekti. Söz konusu genişleme, ABD'den bağımsızlaşma eğiliminin yaygınlaşması anlamını içerirken aynı zamanda bir ülke gibi hareket edebilmenin koşullarını ortadan kaldırıyordu. Böylece ortak ülke amacının yerini giderek Avrupa Topluluğu olgusu aldı. Eşitsiz gelişme yoluyla büyük bir hamle yapan F. Almanya'nın nüfuzunu yayma girişiminin bir ürünü olarak değerlendirilebilecek AT, bugün ABD ya da Japonya karşısında öne geçebilmenin getirdiği bütünlükten çok uzaktır.
Başlangıçta var olan F.Almanya'nın ekonomik, Fransa'nın siyasi üstünlüğüne dayanan uzlaşma, süreç içinde bu ülkelerin çıkarlarının birbiriyle çatışmasına dönüşmüş ve İngiltere'nin de katılmasıyla çatışma keskinleşmiştir. Örneğin Fransa'nın 1966 yılında NATO'nun askeri kanadından çekilmesi, diğer AET ülkelerinden destek bulmamıştır. Sermayenin çok uluslaşması sürecinin kapitalist dünyayı bir bütün olarak dünya pazarına belli ölçülerde dönüştürmesine karşın, bu sürecin tamamlanması ve olayın siyasal düzeydeki ayrılıkların ortadan kaldırılamaması, depresyonu derinleştiren nedenlerden biri olmuştur. Çok uluslaşma ve onunla çelişen siyasal farklılaşma, her zaman değişik kaygılardan hareket eden tavırları getirirken, uluslar arası tekellerin buna eklenen çıkar çatışmaları, yeniden paylaşım yolunda oldukça ilginç bir karakter kazandırmıştır.
Bir yandan AET'nin oluşması, ve F.Almanya'nın ekonomik yükselişi ve Fransa'nın giderek ekonomik alana da yansıyan siyasal farklılaşma çabasının, öte yandan Japonya'nın hızla evrilmesinin ABD'de yarattığı rahatsızlık; emperyalistler arası çatışmanın çeşitli görüntüleridir.
ABD'nin savaş sonrası tüm hesapları, kendi hegomanyası altında oluşan entegrasyona süreklilik kazandırmaya ve bu temelde kurumlaşmaya , yeni bir olayın hukukunu yaratmaya yönelikti. Bunun ilk adımı, uluslar arası bir para sistemi oluşturmak ve doları altına çevrilebilir tek para olarak kabul ettirip uluslar arası ticaret birimi durumuna getirmek olmuştu. Başlangıçta sınırsız avantajlar sağlayan bu durum, süreç içinde çeşitli sorunlar doğurmaya başladı.
1958 yılından itibaren, ekonomik durumlarındaki iyileşme oranını yükselten Avrupa ülkeleri ve Japonya, IMF'nin öngördüğü konvertibliteye geçmiş ve Bretton Woods sistemi tam anlamıyla işlemeye başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda Avrupa ve Japonya ile ABD'nin durumlarının önemli oranda dengelendiği dönemdi. Bu arada, ABD'nin dış ödeme açıklarının artması, başlangıçta hesaba katılmayan sonuçlar doğurmuş, Avrupa ülkelerinin merkez bankalarında dolar rezervleri hızla yükselmeye başlamıştı. Bu durum söz konusu ülkelerin ekonomilerini onarmalarına ve güçlendirmelerine koşut olarak, sermaye ve emtia ihraçlarının artarak ithalatlarını geride bıraktığı bir döneme denk düşüyor ve ABD'nin doların altına çevrilebilir niteliğinden gelen banker ülke olarak elde ettiği büyük avantaja karşı kullanabilecekleri bir koz elde etmelerini sağlıyordu.
ABD'nin bütçe açığı vermeye başlaması ve geçen yılların açığı giderek büyütmesinin çeşitli nedenleri vardı. her şeyden önce, ABD, dünyayı denetimi altında tutmanın yolunu sürekli bir silahlandırmaya dayandırmıştı. Silahlanmayı hem SSCB'ye ve ulusal kurtuluş hareketlerine ve hem de hegemonyası altındaki ülkelere karşı bir koz olarak kullanan ABD, bir yandan SSCB ile rekabeti sürdürürken, öte yandan diğer emperyalist ülkeleri girişimlerine ortak etme çabasındaydı.
Müttefik ülkeleri konvansiyonel silah sanayilerini geliştirme yolunda desteklemesine karşın, nükleer silah teknolojisine onları karıştırmaya hiç niyetli değildi. Çünkü nükleer teknoloji onun için aynı zamanda entegrasyon için de üstünlüğü elde tutmanın bir aracıydı.
Ancak, bu konumu sürekli tutmanın faturası oldukça kabarıktı. Öte yandan dünyayı denetleme e ulusal kurtuluş hareketlerini engelleme çabasının ABD'ye getirdiği masraf da az değildi. İkinci önemli nedense, sermayenin uluslararasılaşmasının hesap edilmeyen sonuçlarıydı.
Uluslararasılaşma, metropollerdeki ve yeni-sömürgelerdeki toplumsal ve endüstriyel ilişkileri değiştirerek, kapitalist dünya pazarının birliğini yeniden sağlamayı tartışmasız bir biçimde başarmıştı. Uluslararası sermaye, yeniden ABD'ye dönüyor, ABD dış alanlarda yeni yeni yatırımlara yöneliyordu. Giderek uluslar arası ticaretin yarısına yakını bu tür çok uluslu tekellerin denetimine girmişti. Bu oran, yeni sömürge ülkelerde %70-80'i bulmaktaydı. Bunun sonuçlarından biride büyük miktarlarda doların ABD dışında ve özellikle Avrupa'da birikmesi oldu. Çok uluslu tekeller kazanıyorlardı, ancak bu arada ABD bütçesindeki çatlak derinleşiyordu.
Ellerine geçen avantajı değerlendirme yolunu tutan Avrupa ülkeleri -özellikle Fransa- harekete geçerek 1965'den itibaren ellerindeki dolarları altına dönüştürmeye başlıyorlar ve "ortak altın fonu"ndan ayrılıyorlardı. O aşamaya kadar, ABD dışına akan dolarlar, likidite talebiyle uyum durumunu az çok koruduğu için sorun büyük görünmüyordu. Tersine bu durum uluslar arası ticaretin yıllık ortalama %7,5 gibi büyük bir oranda büyümesine yardımcı olmuştur. Ama, 1965'den sonra değişim başladı.
Fransa'nın girişimi sonucu Avrupa Merkez Bankalarının, kendi paralarının değerlerini korumak gerekçesiyle dolardan kaçmaları ve devalüasyonu beklenen paralara yönelmeleri ya da devalüasyonu beklenenlerden kaçış gibi nedenlerle spekülasyonun yoğunlaştığı sıralarda, büyük miktarlarda dolar satın almak zorunda kalmaları gündeme geldi. Merkez Bankalarının kasalarında dolarların birikmesi, ulusal para politikalarının hedeflerinden saptırılması, ABD'nin altın rezervleri ile ABD dışındaki dolar miktarı arasındaki dengeyi alt-üst etti. Kısacası, dolar güvenilir olmaktan çıktı.
Öte yandan, ABD'nin bütçe açığı büyümeyi sürdürmekteydi. Son olarak gündeme gelen VietnamSavaşı, sorunu daha da büyütmüştü. 1968 Mart'ında Washington'da yapılan toplantıda, Avrupalı emperyalistlerin dolar krizi karşısında ABD'ye yardımı bir kez daha reddetmeleri üzerine, 1961'de oluşturulmuş olan "ortak altın fonu" anlamını yitirmişti . Olay ABD ekonomisinin tam büyük bir depresyona girmesinden başka bir şey değildi. ABD'nin dışında büyük bir dolar piyasasının oluşması, buna karşılık ABD'nin bütçe açıklarına ve ödeme güçlüğüne bir çözüm olarak enflasyona yönelmesi ekonomik güçlüklerin bir depresyona dönüştürmüştü. ABD, çareyi Eylül 1971'de doların altına çevrilebilirliğine son vermekte buldu. Bu kararı devalüasyon izleyecekti.
Böylece ABD, Bretton Woods'da oluşan sistemi tek taraflı olarak bozuyordu. Bu, emperyalist-kapitalist ülkelere karşı açılmış bir ekonomik savaştı. Söz konusu kararın açıklanmasından sonra ABD mali çevrelerinde oluşan tepkileri örnekleyecek olursak, durumu daha somut biçimde aktarmış olacağız:
"Programı övüyorum... bu Marshall Planı liberalizmin sonu, Nixon pragmacılığının başlangıcıdır. ABD'nin dünyadaki en güçlü ekonomik varlık olduğunu ve ekonomik gücümüzü kavradık. Uluslar arası ticaret ve parasal hareketlerimizin gerçek hedefi Japonlardır. Bundan sonra Japonlar aldıklarından daha fazlasını vermek zorunda kalacaklardır, yoksa karşı saldırılara katlanacaklardır" (52) "ABD dramatik bir darbe ile tüm dünyaya yayılan zayıf dolar söylentilerine rağmen nasıl güçlü olduğunu göstermiştir. ABD dolar ve altın arasındaki bağlantıyı kurup, ve %10'luk bir gümrük vergisi uygulayarak kimin Gulliver ve kimin Liliputlular olduğunu göstermiştir... Liliputlar, Batı Almanya, Japonya, İngiltere ve öteki sanayileşmiş ülkelerdir." (53)
"Uluslar arası para sisteminde sinirler gergin, 1960'ların son yıllarında sistemi birbiri ardına gelen bunalımlarda bir arada tutmuş olan işbirliği ruhu (işbirliği ruhu, temelde ABD hegemonyasının kabulü sözlerinin nazik şeklidir-Sweezy, Magdof) şimdiki karışıklık ne kadar uzun sürerse, ülkelerin kendi başlarına ayrılmaları, daha fazla sermaye denetimine ve ticaret engellemesine gitmeleri tehlikesi o kadar büyüktür." (54)
Başkanın söylevinin gecesinde, bu ülkedeki en güçlü kişilerden biri şöyle dedi: "Biz akıllıyız, biz rekabet edebiliriz ve biz en büyüğüz. Direksiyon bizim elimizde ve elimizde olması gerekir." (55)
Ancak tüm bu umutlara karşın ABD ödemeler dengesi açık vermeyi sürdürüyordu. ABD çıkışlı tekeller artık uluslar arası ticarette tüm sermayeleriyle ABD kar hanesine yazılmıyorlardı. Örneğin, ABD çıkışlı bir tekel, başka bir ülkede gerçekleştirdiği üretimin sonucunda, o ülke adına ABD'ye ihracatta bulunabiliyor ve elde ettiği karı yeniden çevre ülkelerde değerlendirme yolunu tutabiliyordu. Bu eğilimin yaygınlık kazanması, ABD dışında oluşan dolar piyasasının sürmesine neden oluyordu. Daha önemlisi, depresyonla yan yana gelen askeri harcamaların artışı olgusuydu. Liderlik, tüm dünyayı denetleme çabası, her yıl daha da artan askeri masraflar anlamına gelmekteydi ve Vietnam Savaşı başlı başına ağır bir faturaydı. Böylece olay giderek doların güvenilirliğini yitirmesine dönüşmüştü. 1973 yılında gerçekleştirilen %10 oranlı devalüasyon durumu değiştirmeye yetmeyecek ve depresyon öncesi bir ons altın 36 dolar üzerinden işlem görürken, bu oran önce 38 dolara ve sonra 42.2 dolarak düşecekti.
Sonuçta olay, ellerinde dolar bulunduran ülkelerin bunu altına çevirmeye yönelmeleriyle tam bir dolardan kaçışa dönüşecek ve 1 ons altının değeri 100 doları bulacaktı. Bunun üzerine 1973 Mart'ında Avrupa borsaları iki hafta süreyle kapatıldı. Borsalar yeniden açıldığında, diğer emperyalistler ABD'yi karşılarına alarak doları dalgalanmaya bıraktılar. Bu gelişme, 1944 yılında Bretton Woods'ta oluşturulan uluslar arası para sisteminin çökmesinden başka bir şey değildi.
Yeni para sisteminin oluşması, 1978'i buldu. 1976'da başlayan SDR adlı sistemin geliştirilmesiyle 1978'de son biçimini alan sistem, bir anlamda ABD hegemonyasıyla diğer emperyalist ülkeler arasındaki çatışmanın oturduğu yeni zemini simgelemekteydi. SDR sistemi, uluslar arası rezerv kıtlığına ve bir ölçüde de dağılım eşitsizliğine çözüm olmak, değeri giderek azalan dolarla birlikte diğer emperyalist para birimlerinin de ortak değer ölçüsünün belirlenmesinde pay sahibi olabilme amaçlarının bir ürünüydü. Buna göre dünya ticaretinde ağırlığı olan 16 paranın ortalaması, ortak değer olarak kabul edilmekteydi. SDR, 1970-75 arasında toplam rezervlerin %45 oranında yükselme göstermesinin ardından , altının revalüasyonuyla birlikte, bir rezerv olmaktan çok, ortak bir ölçü birimine dönüştü.

4 - DEPRESYON

Depresyonun patlak vermesi ve diğer emperyalistlerarası entegrasyonun, para sisteminin çökmesi, siyasal düzeyde de ses bulmakta gecikmedi. Depresyon, uluslar arası bir devrim dalgasıyla koşut gelmişti. Küba Devrimi, Vietnam Devrimi ve diğerleri, öte yandan ulusal kurtuluş hareketlerinin bu dalganın bir parçası olarak yükselişi, depresyonu derinleştiriyordu. Entegrasyon, hegomonik konumuna uygun olarak gereksindiği ideolojik dayanağı, soğuk savaş yıllarında oluşturmuş ve anti-komünist bir çerçevede demokrasi ve özgürlük bayraktarlığını üstlenmişti. Vietnam savaşı ise bu ideolojiye indirilmiş çok ağın bir tokattı. ABD'nin saldırgan ve hegomanyacı karakteri bu halk savaşı sırasında tüm çıplaklığıyla teşhir olmuştu. Olay giderek tüm dünya halklarına mal oluyor, "Yankee Go Home" sloganı dilden dile, ülkeden ülkeye yayılıyordu. Öyle ki, sonuçta ABD'de savaş aleyhtarlığı yükselecek ve ABD'nin Vietnam'a saldırı gerekçeleri kendi kamuoyu açısından inandırıcılığını yitirecekti. ABD yenilgiyi kabullenerek Vietnam'dan çekilmek zorunda kaldığında, kendi halkının gözünde bile inandırıcılığını, güvenilirliğini önemli oranda zedelemiş, dünya halkları nezdinde emperyalist karakteri teşhir olmuştu. Geriye kalan, yıkılmış prestij, ölü bir demokrasi bayraktarlığıydı.
Aynı dönem, dünya ağır bir petrol şoku yaşıyordu. Sanayilerini ucuz hammadde ve üçüncü dünyanın bu temelde yağmalanmasına dayandıran emperyalistler, yeni bir sarsıntıyla karşı karşıya kaldılar. Petrol şoku, "refah" denilen dönemi ve bu dönemin göreceli istikrarını bir yönüyle hammaddelerin ucuza elde edilmesine dayandıran emperyalizmin, yaşadığı depresyonun derinleşmesi anlamına geliyordu. Ve elbette emperyalizm petrol şokunu atlatmanın yolunu, yükü yeni-sömürge ülke halklarına yıkarak bulacaktı.
Petrol şoku, genellikle yanlış değerlendirmelere kaynaklık etmiştir. Yarattığı ilk sarsıntının sonrasında, artan petrol fiyatları, emperyalistlere zarar vermek bir yana, belli açılardan yararlı da olmuştur. Petrol fiyatlarındaki yükselmenin, emperyalizm tarafından denetimli olarak başlatıldığı gibi bir sonuç çıkarılamaz. Ama belli bir aşamadan sonra emperyalizmin olayı denetim altına aldığı da bir gerçektir. Petrol fiyatlarındaki yükselme, en başta uluslar arası petrol tekellerinin kar hanesinde olağanüstü kabarma yaratmış ve petrol tekelleri, hem hammadde çıkaran hem de işleyen konumlarıyla dünyanın en büyük tekelleri arasına girmiş, diğer sektörlere el atma şanslarını yükseltmişlerdir.
OPEC ülkelerinin hiç birinin ağır sanayine sahip olmaması, petrol tekellerinin bu alana, en azından ticari akışı denetleme bağlamında girmelerine hizmet etmiştir.
Petrol şokunu ilk atlatan ülke ABD'dir. Petrol tüketiminin önemli bir bölümünü kendi kaynaklarından sağlayan ABD, sanayi ürünlerine zam yapma yolunu tutarak, faturayı diğer emperyalistlere ve yeni-sömürgelere yüklerken, Japonya, ve Avrupalı emperyalistlerin, İngiltere dışında hiç birinin petrol kaynaklarına sahip olmamaları, şoktan daha çok etkilenmelerini getirmiştir. Onlar da, ABD'nin izlediği yolu en temelde benzer biçimde izleyerek olayın getirdiği yükü hafifletmiştir.
Böylece emperyalizmin petrol fiyatlarındaki ani yükselişi bir olanak olarak kullanma ve fiyatları yükseltme anlamında bir avantaja dönüştürürken, olan yeni-sömürgelere olmuştur. Çok büyük bir bölümü petrol yataklarına sahip olmayan yeni-sömürgeler, hem petrolü ve hem de sanayi ürünlerini katlamış olarak almak durumunda kalmışlardır. Uzun vadeli sonuçları açısından, petrol fiyatlarındaki yükselme, (yarattığı ilk şok bir yana bırakılacak olursa) depresyonun yükünü dünya halklarının sırtına yükleme yolunda, emperyalizm tarafından bir olanak zeminine dönüştürülmüştür. Bu yaklaşım ise, özellikle petrol tekellerinin hızla yükselmesine hizmet etmiştir.
Aynı sürecin koşut ve bağlantılı özelliklerinden biri de enflasyonun dünya çapında yaygınlaşması olmuştur. Nixon döneminde başlatılan uygulamalarla ABD’yi depresyondan kurtarma çabası, diğer ülkeler açısından, ellerinde milyonlarca doların kalması ve giderek değerini yitirmesi demekti. Kapitalist dünya doyuyor, ülkelerin ödemeler dengeleri bozulyor, dış borçlar hanesi kabarırken tekellerin borç ve öz sermayeleri arasındaki ölçü, tehlikeli biçimde oynaklık gösterir duruma geliyordu. Böylece üretimin pazarlanamaması sorunu büyüyor, genel kar oranı düşüyordu.
Tüm bu olguların yan yana gelmesi, ekonomik toplumsal ve siyasal düzeylerde bir depresyon anlamına geliyordu. Depresyonun boyutları, 1. ve 2. Dünya Savaşlarını doğuran nedenlerden ağırdı. Ancak sık sık belirttiğimiz gibi top yekün bir paylaşım savaşı artıkk olanaksızlaşmıştı. ABD çözümü, hegemonyasını sürdürme yolunda ısrar etmekte bulurken, ABD’nin faturayı kendilerine de yükleyen yaklaşımına karşın, örneğin bir Almanya ve Japonya savaşa yönelmiyorlar, artan gereksinmelerine e dünya pazarlarından daha çok pay istemelerine çözüm olarak yeniden paylaşım savaşını seçemiyorlardı. Çünkü savaşın, savaşan yanlara hiç bir yarar getirmeyeceği ve hatta onları yoksulluğa sürükleyeceği açıktı. Dolayısıyla, 1970’li ve 1980’li yılları kapsayan ve genellikle ekonomik savaş olarak nitelenen gelişmeler antagonizma kazanamadı, açıktan bir çatışmaya dönüşemedi.
Depresyonun ekonomik yanını, pazarların giderek daraldığı koşullarda, elde bulunanların doyması, hızla büyüyen uluslararası tekellerin durumunun bu sarsıntı ortamını derinleştirici bir işlev yüklenmesi oluştururken, siyasal yanını ise ABD’nin hegemonya görüntüsünün yediği darbe oluşturuyordu. Vietnam Savaşı ile başlayan bu süreç, entegrasyon içinde aynı rolü üstlenebilecek başka bir gücün olmamasının da etkisiyle, tüm sistemi sarsan boyutlara yükseldi.
ABD’nin hegemonyacı özelliklerini terketmemesi, buna karşılık diğer emperyalistlerin bu duruma karşı giderek artan biçimde direnmeleri, diğer çeşitli etmenlerle yanyana geldiğinde, entegrasyon içinde ciddi bir boşluğa neden oldu. Savaş sonrasında emperyalist ülkelerde muhafazakar nitelikli burjuva partiler yürütme gücünü ele geçirmeşlerdi. Özellikle Avrupa’da Komünist partilerin artan etkinliklerini engellemenin bir aracı olarak kullanılan bu iktidarlar, ABD hegemonyası altında ekonomilerini geliştirebilmek gibi bir çaba içinde olmalarına karşın, siyasal düzeyde genellikle ABD’nin ‘büyük ağabey’ rolünü kabullenmişlerdi.
Vietnam Savaşı ile başlayan süreç tüm dünyada ABD’nin teşhiri yanında daha başka çeşitli sorunları da tartışma gündemine sokmuştu. Bu sorunların başında ise, insan hakları ve demokrasi sorunları geliyordu. Olay giderek, emperyalist kapitalist sistem ülkelerinde insan haklarına ve burjuva düzeyde de olsa demokrasi sorunlarına duyarlı bir kamuoyunun oluşmasına ve bu kamuoyunun etkinlik ve yaptırım gücü kazanmaya başlamasına dönüşmüştü. Yaygınlaşan bu eğilim, Avrupa işçi sınıfının ve orta tabakalarının, toplumsal güvenceleri ortaya çıkaran programlarıyla ilgi çeken sosyal demokrat partilere yönelmelerinin nedenlerinden biri oldu. Sözü edilen sosyal demokrat partiler, kuşkusuz klasik sosyal demokrat niteliklerinin hiç birine sahip değillerdi. Bununla birlikte yine de insan hakları ve toplumsal güvenceler sorunlarında da muhafazakar partilerden bir adım önde idiler.
Aslında Avrupa ülkelerinde iktidar partilerinin değişmelerinin asıl yönünü ABD aleyhtarlığı oluşturuyordu. Bu partileri iktidara getiren neden, ABD’nin teşhiri süreciydi ve anti-Amerikan bir yapıyla uzaktan yakından ilgileri olmamalarına karşın onları iktidara getiren seçmen kitlesinin ABD hegomanyasına karşı tavrıydı. Diğer partilerin ABD ile özdeşleşmiş görüntüleri, koşullar daha radikal bir dönüşümü henüz olası kılmadığı için ancak bu tür değişime izin veriyordu.
Ne varki, bu değişiklikler de soruna hiç bir çözüm getiremedi ve entegrasyonu sarsan siyasal depresyon sürdü. ABD, özellikle askeri gücünü ön planda tutarak, dünya pazarları üzerindeki etkinliğini yitirmeye başlamasına karşın, hegemonyacı devlet olmayı sürdürüyordu. Buna karşılık Japonya ve Avrupa ülkeleri, ekonomik düzeyde, dünya sanayi üretimi içindeki ve uluslararası ticaret içindeki payları bağlamında ABD hegemonyasını sarstıkları halde, olayı açıktan bir yeniden paylaşım savaşı çatışmasına dönüştüremediklerinden, ABD hegemonyasına siyasal düzeyde ortak olabilecek dinamizmden uzak görünüyorlardı.
Söz konusu siyasal boşluk ortamı uzun süre kendini hissettirdi. Burada önemli olan nokta, siyasal depresyon olgusunu bir bütün olarak değerlendirebilmektir. Olayı tek başına emperyalisler arası çatışmanın bir sonucu olarak almak eksik ve giderek yanlış olur. Çünkü olayın bir diğer halkasını da dünya pazarlarının emperyalizme karşı isyanı biçiminde almak zorundayız.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, Vietnam savaşı bu bağlamda bir dönüm noktası olmuştur. Vietnam’a Kamboçya ve Laos’un eklenmesi, ABD’nin yenilmez görüntüsüne vurulmuş ağır darbeler oluyordu. Ama iş bununla bitmedi. Emparyalizme karşı onun dayattığı üretim biçimini yıkmaya yönelik, onun toplumsal, siyasal ve ideolojik düzeyde yolaçktığı sonuçlara karşı genel bir isyan, dalga dalga tüm dünyaya yayılıyordu. Emperyalist ülkelerde bile 1968 olaylarında ifadesini bulan bu dalga, çeşitli ülkelerde değişik düzeylerde ses buluyor ve anti-emperyalizm giderek kendine daha güçlü bir temel yaratıyordu.
Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin sosyalizme dönük karakterinden yola çıkarak, böyle bir devrim dönüşümünü gerçekleştiremeyen başka ülkelerde daha değişik biçimlerde tavırlar oluştu. ‘Bağlantısızlar’ hareketine bu temelde bakmalıyız. Olay emperyalizme ekonomik anlamda kapıları kapamak yoluyla gerçek bir bağımsızlık hareketine dönüsemedi ama söz konusu siyasal boşluk ortamını pekiştirici bir işlev yüklendi. Sonuçta emperyalistler arası çatışma salt ekonomik düzeyle sınırlı kalmıyor, siyasal düzeye de yansıyor ve 3. Bunalım Döneminin ayıredici özelliklerinden biri olan, ezilen halkların hareketliliği olgusu ile bütünleşince, ekonomik depresyon siyasal bir depresyona dönüşüyordu.
Depresyonun üçüncü boyutu, toplumsal düzeyde oluştu. Tüm bir sistemi sarsan ekonomik ve siyasal depresyonun toplumsal düzeyde de ifadesini bulmaması zaten olanaksızdı. Toplumsal çöküntü, ekonomik ve siyasal çöküntüyle aynı temellerde oluştu ve onlara koşut özellikler taşıdı. “Refah” denilen 20 yıllık uzun dönem, tıpkı ekonomik ve siyasal düzeylerde olduğu gibi toplumsal düzeyde de çöküntünün koşullarını olgunlaştırıyordu. Sonuçta, refahın dorukta olduğunun düşünüldüğü bir dönemde depresyon patlak verdi.
3. Bunalım Dönemi, Amerikan tipi yaşam biçiminin, Amerikan kültürünün, tüm sistem ülkelerine egemen kılınması yolunda bir çabayla başlamıştı. Genel Sosyalist yükselişi engelleme çabası, Amerikan pragmacılığını öne çıkarmayı ve bu temelde oluşturulan yoz bir kültürü empoze etmeyi getirmiş ve bu yapay seçenek soğuk savaş yılları boyunca yerleştirilmişti.
Kabul etmek gerekirki, ABD savaştan yüksek bir prestijle çıkmıştı. Avrupa’ya bir kurtarıcı tavrıyla giren Yankee, Alman faşizminin dört yıl boyunca ezdiği halkların gözünde bir yönüyle gelecekle, geleceğin umutlarıyla bütünleşiyordu. Ağızlarında cikletleriyle kadınlara ipekli çorap hediye eden Coca Cola çocukları, binlerce yılın Avrupa kültürünü sarsmayı ve değerlerini parçalamayı başarmıştı.
Feodalizm dönemini yaşamayan bir temelde oluşan ABD, burjuva bireyciliğinin, bireycilik felsefesi pragmatizminin kalesiydi. İnsanlara salt kendi dünyasıyla ilgilenmeyi gereksiz ve anlamsız gösteren Amerikan bireyciliğini tüm dünyaya mal etmek çabası hiç kuşkusuz uzun vadede önemli toplumsal çatlaklara kaynaklık edecekti.
ABD kültürünün yarattığı insan tipi, toplumsal olaylara duyarsızlık temeline dayanıyordu. İnsanın sorunu salt kendi varlığı olunca, olaylara ilgisi çevresiyle sınırlı kalıyor, parça bütüne tercih ediliyordu. Kendi biriminde uzmanlaşan birey, bütünün içinde ele alındığında ayrıntılar denizinin içinde boğulmaya mahkumdu. Bu temelde oluşan toplumsal doku, Taylorizmde ifadesini bulan bir dinamizme kaynaklık etmesine karşın, zayıflığı da aynı zamanda bu özelliklerinden kaynaklanıyordu.
Yarattığı duyarsız insan tipi, ABD'yi ciddi bir toplumsal muhalefet olgusundan uzak tutuyordu. Tekel öncesi kapitalizmin çöküntü aşamalarında dönem dönem etkili olabilen toplumsal muhalefet olgusu, yine de hiçbir zaman Avrupa'daki boyutlarına ulaşamamıştı. Feodalizme ve süreklerine karşı mücadele içinde olan ihtilalci geleneğin Avrupa ezilen sınıf ve katmanlarına kazandırdığı dinamizmden uzak olan ABD ezilenleri, emperyalist dönüşümle birlikte dönem dönem kabaran ihtilalci yanlarını tümden yitirdiler. ABD'nin dünya pazarlarından en büyük payı alan ülke durumuna gelmesi sonucu, ABD ezilenlerinin ondan aldıkları pay küçük de olsa, pragmatizmle bütünleşince onları gericileşmeye itti.
ABD artık neredeyse-gerçek nitelikte- muhalefet hareketinden yoksun bir toplum olmuştu. Çünkü Amerikan bireyciliğinin toplumsal ve siyasal olgulara muhalefet anlayışı da, genel hayat felsefesinin bir sonucu olarak bütüne değil, parçaya muhalefete dönüşmüştü. Bir bütün olarak toplumsal yapılanmaya muhalefet olgusu çok cılız kalırken, her türlü eleştiriye karşın, her çözümü sistem içinde arayan yaklaşım egemen olmuştu.
Sonuçta ortaya çıkan insan tipi; en büyük emeli olarak yıllarca İngiltere'yi görmeyi düşleyen üniversite öğrencisinin günün birinde, "İngiltere'yi altı üstü adaymış" dediği bir insan tipi; halk ise, 1986 yılında ABD Libya'yı bombaladıktan sonra, Washington'da başka bir nedenle çalan alarm düdüklerinden korkarak, "Libyalılar ABD'yi bastı" diye sığınaklara doluşan halk oldu.
Bu kültür ve bu felsefenin dünya ülkelerine empoze edilme çabası, kaçınılmaz biçimde önemli sancıları getirdi. ABD kültürü, uzun yıllar o boş, o yapay haliyle dünya ülkelerinde baş tacı edilmeye çalışıldı, edildi. Hollywood'un büyük paralarla finanse ettiği filmler, Amerikan kültürünün bir numaralı yayılma aracı oluyor; sert ve üstün adam Yankee ile güzel ve aptal kadın kültürü yayılıyordu. 1956 yılında Cannes Film Festivaline giden yazar Marguette Duras, Avrupa'nın en ünlü kadın oyuncularının, limana demirlemiş ABD askeri gemisinin deniz piyade erlerinin peşinde koşmalarını şaşkınlıkla karşılayacak ve Amerikan insanının böylesine yüceltilmesinin nedenini soracaktı.
Olay yeni-sömürgelere yansıdığında daha trajik boyutlara ulaşmaktaydı. Amerikan filoları geldiğinde, Amerikan erlerine iyi hizmet vermek için genelevleri düzenlemek ve temizlemek, yeni-sömürge ülkelerin ortak yazgısıydı(!) Bu ülkelerin generalleri için söylenen "General üniformalı Amerikan çavuşları" esprisi hiç de temelsiz değildi. Amerika, üsleriyle, tesisleriyle yatırımlarıyla sistemin tüm ülkeleri için içsel bir olgu durumuna geliyor, "coniler" üstün adamlar gibi o ülkelerde, ülke işbirlikçisinin kendi kendini aşağılamasının simgesi olarak sırıtıyorlardı.
Bu gerçek ve mutlak bir yabancılaşmaydı.
Toplumsal üretim bir nesnelleştirme sürecidir. Ekonomik yapılar, teknoloji, siyasal yapılar, ideolojik ve töresel yapılar, bu nesnelleştirme sürecinin sonucudurlar. Tüm bunlar, insanın doğayla ve insanın insanla olan üretim sürecindeki ilişkilerinden doğar. Bunu, değişik bir biçimde; "insan bu yapılar içinde, toplumsallaşarak insan olur" şeklinde de ifade edebiliriz.
Ancak, özel mülkiyetin ve sömürünün olduğu toplumlarda nesnelleştirme süreci; aynı zamanda yabancılaşma, yani belli tarihsel koşullarda insan ve toplum etkinliklerinin ürünlerinin (emeğin, paranın, toplumsal ilişki sonuçlarının, insanın özelliklerinin ve yeteneklerinin) bu etkinliklerden bağımsız ve bunlara egemen kılınması sürecidir.
Ya da onların özlerinde olduklarından değişik bir biçimde kavranması süreci ve şeyleşme, yani insanın kendisini insan yapan bilinçlilik, özgürlük, aktiflik gibi niteliklerini yitirerek bir eşya, bir şey durumuna dönüşmesidir. Üretim araçlarından yoksun bırakılan insanın insanlıktan çıkmış gibi görülmesi, kullanılması sürecidir.
Yabancılaşma ve şeyleşme; eski toplumun bağrından doğan yeni bir sınıfın, egemen sınıfla giderek çelişmesi ve çatışmasıdır. Bu yabancılaşma,insanın yarattığı nesneler arası zorunlulukların insana egemen olmasından başka bir şey değildir.
Hemen belirtelim ki, bu zorunluluklar her zaman geçerli sonsuz zorunluluklar değil, belirli süreçleri kapsayan zorunluluklardır, geçicidir. Daha açık bir tanımlama ile; bir üretim biçimi çerçevesi içinde geçerli olan yapılar, kurumlar, ilişkiler, değerler, düşünceler, bir başka üretim biçimi için geçerli değildir.
Buradan şu çıkarıma varılır: yabancılaşmanın aşılabildiği, toplumda var olan çelişmelerin eski toplumu yıkarak onu olumsuzlayabildiği sürekli gelişmeyle, özgürlüğün olası olduğu bir üretim biçimine ve topluma ulaşılabilir.
Amerikan toplumunda doyma noktasına gelmiş olan yabancılaşma,diğer ülkelerde kolayca kendisine bir gelişme temeli buldu. Örneğin, Amerikan insanı karşısında en çok zavallılaşanların Almanlar olması bir raslantı değildir. Alman faşizmini iktidara getiren nedenlerden biri de yabancılaşma ve şeyleşmenin bu ülkede kazandığı boyutlardı. Almanya, hiç kuşkusuz burjuva değerlerin ve bireyciliğin Avrupa'da en güçlü olduğu ülkeydi ve bu olgu, yitirilmiş bir savaş, kanayan bir vicdan ve kırılmış bir onurla birleşince, F.Almanya, Amerikan insanına ve kültürüne kendisini teslim etmek ve rekabete böyle bir düzeyden başlamak zorunda kaldı.
Amerikan'ın sistemin diğer ülkelerindeki yabancılaşmayı ve şeyleşmeyi daha da derinleştirme, bu yönde bir ayna bir gösterge olan kültürünün ve hayat felsefesinin, tüm çürümüşlüğüne ve bomboşluğuna karşın yarattığı, kendisine yüceltici ve üstün özellikleri yakıştıran ve bu arada ezdiği ülkelere ve insanlara kendi kendini aşağılama olanağı veren niteliği, işte böyle bir temelde gelişti ve dünyayı etkiledi.
Söz konusu yapay üstünlük imajı ve bunun şaşırtıcı etkisi, aynı zamanda zayıf yanını, ABD kültürünün "Aşil Topuğunu" oluşturuyordu. Bu topuğu oklayan Aleksandro, Vietnam halkı oldu.
" Sert ve üstün" Amerikan adamına, Uzak Asya'nın Mütevazi insanının attığı tokat öyle etkiliydi ki, Yankee tepetaklak inişe geçti ve 20 yıldır hala aşılamayan depresyon olanca çıplaklığıyla açığa çıktı. Depresyonun ekonomik ve siyasal sonuçları ağırdı. Ama olayın iki boyutu kadar derin bir üçüncü boyutu vardı; Toplumsal Depresyon...
Vietnam Savaşı ile birlikte ABD aleyhtarlığı, giderek anti - emperyalist bir temele oturarak yayıldı. 1968 olaylarını bu denli etkili kılan nedenlerin başında hiç kuşku yok Vietnam Savaşı'nın olaylara ivme veren faktörleri gelmekteydi.
68 olayları, bir anlamda ABD hegemonyasına, yabancılaşmaya ve şeyleşmeye tepkiydi. "Gençlik Olayları" nitelemesine karşın, olayların sarsıcı etkisi süreç içinde kendini gösterdi ve ardı ardına gelen patlamalar, insan hakları ve demokrasi sorunlarını tartışma gündemine getirdi. ABD'nin sorgulanmasıyla başlayan depresyon, giderek tüm bir sistemin sorgulanmasına dönüşüyordu.
Kuşkusuz olay, yalnızca ABD hegemonyasına tepkiyle sınırlansa yeterince etkili olmaz ve bir depresyona dönüşmez, toplumsal hareketliliğin dönem dönem kabarmasının örnekleri olarak kalırdı. Ne var ki, gelişmeler, Vietnam Savaşı bağlamında ABD'nin teşhiri ve '68 olayları'yla sınırlı kalmadı.
Uzun yıllar süren "refah" döneminin sorunları, ekonomik bir depresyonu doğurmuş ve yüksek enflasyon ve devalüasyonlar at başı gitmeye başlamış, yeniden paylaşım çatışması antagonizma kazanmasa da, ekonomik düzeyde ilişkiler kıran kırana bir görünüm almış, siyasal düzeyde yankılar genişlemiştir. Bu sürecin kaçınılmaz ürünleri olarak zamlar ve işsizlik kendini göstermiştir.
Kapitalist üretim, belli oranda işsizliği her zaman benimsemiştir. Çünkü işsizlik onun için yedek bir sanayi ordusu, işçi kalkışmalarına karşı bir sigorta anlamına geliyordu. Ancak depresyonla birlikte olay 'yedek sanayi' boyutlarını aşmaya ve ciddi toplumsal sorunların kaynağı olmaya dönüşmüştü. Özellikle ABD ve İngiltere'de baş gösteren işsizlik, kısa sürede savaş sonrasının en yüksek oranlarına ulaşıyor ve giderek ünlü 1929-32 depresyonunu geride bırakan ölçüleri buluyor, %10'larla, %15'lerle ifade ediliyordu.
Yeni-sömürge ülkelerde ise durum hiç kuşkusuz daha sert boyutlardaydı. İşsizliği artıran bir diğer neden de bilimsel ve teknolojik devrimin eseri yeni üretim araçlarıydı. Yüksek teknolojinin ürünü her araç, bir işin geçmişe oranla daha az insan tarafından gerçekleştirilmesi demekti.
Sosyalist ülkelerde üretim planlı bir gelişme esnasına dayandığı için çözüm, açığa çıkan işçilerin başka sektörlere aktarılması ya da işgününün kısaltılması oluyordu.
Kapitalizmin anarşik ve sermaye birikimini esas alan niteliği ise, kendi varlığının gereği olarak bir tek seçeneği olası kılıyordu; işten çıkarma... İşsizliği artıran bir diğer etmen de bazı sektörlerin artık önemini yitirmesi olmaktaydı. Özellikle madencilik ve demiryolculuk gibi çok sayıda işçiyi istihdam eden sektörlerin giderek cazip olmaktan çıkması, kitle olarak işten çıkarmaları getiriyor, işsiz sayısı durmadan kabarıyordu.
Olay bir süre sonra yalnızca İngiltere ve ABD için tehlike olmaktan çıkarak sistemin tüm ülkelerini sardı. Bir zamanlar gelişmenin tüm yükünü omuzlayan yabancı işçiler artık emperyalistler için yüke dönüşüyor ve işsizlik öncelikle bu kesime darbe vuruyordu.
Öte yandan işçi hareketinin tavrını, işgününün kısalması ya da yeni istihdam alanlarının yaratılması gibi çözüm yollarının gündeme getirilmesini zorlayan bütünlüklü ve politik bir tavır geliştirme perspektifine dayandıramaması, emperyalizme kendi istikrar reçetelerini yürürlüğe sokma olanağı verecekti. Bu yönde başlatılan direnişler ise yeterince etkili olmayı başaramadı.
Yine de işsizlik çeşitli düzeylerde etkilerini ortaya koymakta gecikmedi. Amerikan bireyciliğinin etkileri depresyonla birlikte iyice açığa çıkmıştı. Saniye başına düşen öldürme, yaralama, gasp, tecavüz gibi suçlarda dünya ortalamasını birkaç kez katlayan ABD'de toplumsal sorunlar, örgütlü ve politik karakterli bir muhalefete dönüşemiyor, amaçsız ve vulger karakterli şiddet, toplumun bir parçası oluyor ve hızla yükseliyordu. Avrupa ülkelerinde ise olay daha değişik boyutlar kazanmıştı. "Sosyal Demokrasi" nin söz konusu tepkiyi kendi potasına aktarması, ancak geçici bir olgu olabilmişti.
Avrupa sol hareketi, bu depresyonu devrimci bir güce dönüştürebilme yeteneğinden yoksundu. Geçen uzun yıllar, SBKP'nin bağlaşığı partilere bürokratik nitelikler kazandırmış, devrimci nitelik yerini reformizme bırakmıştı.
1968 olaylarına müdahale ederek önderliği yüklenmek gibi görevler karşısında yetersiz kalmak, ülke gerçeklerine dayanan politikalar üretmek yerine revizyonist kalıplara sınırlı kalınması, partilerin gerileme sürecine girmesindeki köşe taşlarıydı. Bir kısmının SBKP çizgisinden uzaklaşmaları ise ancak gerilemelerini hızlandıran bir faktör olma işleviyle çakıştı.
Özellikle İngiltere ve Fransa'da çok geniş olmasa da belli bir tabana sahip olan Troçkistler ise durmadan bölünen ve giderek kronik bir hal alan SSCB düşmanlığı ve bürokratizm eleştirilerinin dışında etkinliği olmayan, devrimci özden uzak kümeler olmaktan öteye gidemediler. Bu boşluk ortamında çeşitli tepkilerle büyüyen 68 patlamasının süreği silahlı örgütler ise Avrupa'da 'dar ve sol ) nitelik imajı içinde kaldılar. Yalnızca kuzey İrlanda ve Bask'daki ulusal hareketler daha çaplı ve uzun soluklu bir eksene oturabildiler.
Solun gelişmesine uygun bir atmosfer olmasına karşın, sol hareketin bütünlüklü ve uzun vadeli dinamiklere oturabilen yapılara sahip olamaması ve bu bağlamda oluşan boşluk; Yeşiller,Alternatifçiler gibi çevreleşmelerin gelişmesine yol açtı. 80'li yıllarda etkin olacak damgasını vuracak olan 'Barış Hareketi', bu kanaldan serpildi. Bu arada neo-faşist eğilimlerin güçlenmeye başlamaları da hiç kuşkusuz, toplumsal depresyonun bir göstergesi oldu.

5 - İSTİKRAR SAĞLAMA ÇABALARI

1971 ve 73 yıllarında yapılan devalüasyonlar ABD'yi düze çıkarmaya yetmiyor, bu arada 1973'de ABD, Vietnam yenilgisini resmen kabul ederken, bir yıl geçmeden patlak veren Watergate Skandalı, ABD'nin yaşadığı sarsıntıyı boyutlandırıyordu. Başkan Nixon'un istifasına kadar giden olaylar dizisi, ABD'nin hegemonyacı özelliklerine vurulmuş yeni bir darbe oluyordu.
ABD 70'li yıllarda, dünya çapında yaşanan 10 yıllık sarsıntıya karşın askeri üstünlüğünü kullanarak hegemonyacı rolünü sürdürdü. Öte yandan her şeye karşın, emperyalist ülkelerin teknolojik alandaki en ilerisi olma özelliğini korudu. Nükleer teknolojideki üstünlüğü ve uzay teknolojisine diğer emperyalistleri ortak etmemekte kararlı davranması, onun hegemonyacı özelliklerini sürdürmesine hizmet etti.
İngiltere ve Fransa'nın bu hegomonyaya karşı ortak girişimlerde bulunması ve bu yolda örneğin, "Concorde" uçaklarında simgelenen ürünler vermeleri ise, kendileri için yarardan çok zarar getiren parlak örnekler olmayı aşamadı. İngiltere'nin Harrier uçakları, Fransa'nın Exocet füzeleri ya da Almanya'nın Leopard tankları örneklerinde ifadesini bulan savaş sanayileri ise, ABD'nin nükleer teknolojisiyle donatılmış askeri gücünün yanında sönük görünümler sundu.
1980'li yıllara, hem ABD ve hem de diğer emperyalist ülkeler; depresyonu aşamamakla birlikte, sosyalist yükselişi ve bağımlı ülkeleri sarsan devrim dalgasını durdurmayı başararak girmişlerdir. Bu, siyasal düzeydeki depresyonun yerini, bir resesyona (durgunluk) bırakması olarak kabul edilebilir. Ekonomik düzeyde yaşanan büyük çatışmaya karşın dünya devrimci güçleri bütünlüklü davranmaktan uzaktı. Böylece depresyondan çıkma yolunda, emperyalist saldırı başlamış oldu.
Bu saldırının, genellikle 1980 yılında Reagan'nın ABD Başkanlığına seçilmesiyle başladığı kabul edilmektedir. Ve bizce yanlış değildir. Burada olay, Reagan'ın olağanüstü yeteneklere sahip olmasından değil (ki Reagan'ın nitelikleri bunun tam tersidir), koşulların emperyalist saldırı dalgasını ancak bu dönem olası kılmasından kaynaklanmaktadır.
Reagan'ın seçilmesinden önce, 1971 ve 73 devalüasyonlarının ardından, 1979'da yeni bir fiyat şoku yaşanmıştı. Birbirleriyle çatışma durumundaki emperyalist güçler, artan enflasyon oranına karşı, monetarist önlemlere yönelmişti. 1929-32 depresyonundan kurtulabilmek için, çareyi Keynesçi önlemlerde bulan kapitalizm, bu kez Keynes'in önermeleriyle yol açtığı depresyondan kurtuluşu, tam karşıtı bir modelle, monetarizmde arıyordu.
Monetarizmi, en kısa biçimiyle, deflasyonist önlemlerle, yani parasal sınırlamalarla ekonominin daraltılması olarak özetleyebiliriz. Ancak, daha az zararlı çıkmak çabası bu kez bütçe sınırlamalarının yapılamamsına neden olunca, işsizlik iyice yaygınlaşacak ve pazarda talebin düşmemesi, yeni bir şok dalgası getirecekti. Olay, Helmut Schmidt'in "felaket" , Kissinger'in "Batı'nın ekonomisi ve demokrasisinin bunalımı" dediği bir nitelik kazanmıştı.
Reagan'da simgelenen ve Reaganizm olarak adlandırılan model, ekonomik düzeyde, monetarizmin sürdürülmesiydi. Enflasyonu önlemenin bir yolu olarak parasal sınırlamalara gidiliyor ve yüksek faiz oranlarıyla dolar şişiriliyor, yüksek ama yapay bir değer oranına ulaşılıyordu. Bunlara karşın Reagan'ın politikası esas olarak 1970'li yıllara damgasını vuran devrim dalgasının bastırılmasına yönelik emperyalist saldırı noktasında odaklaştı. Reagan'la birlikte silahlanma sanayine yönelik harcamalar emperyalizm açısından gerilemenin çeşitli örnekleriyle doluydu.
Bununla birlikte, depresyon genişledikçe olayın ulaşabileceği sınırlar da yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Bu sonuçlardan ilki, dünya devrimci güçlerinin emperyalizme son verecek dinamiklere sahip olmakta yetersiz kalmaları ve entegrasyonun her şeye karşın varlığını sürdürmesiydi.
SBKP, emperyalizme öldürücü darbeyi revizyonist reçetelerde ararken, ÇKP Marksizmden adım adım uzaklaşan bir noktaya savrulmuştu. Nitekim depresyonun en sert olduğu bir dönem de, Nixon Çin'e gidiyor ve kendi deyimiyle SSCB'ye karşı, Çin kartını kullanıyordu. Çin ise olaydaki mantığını, "yükselen düşman SSCB'ye karşı yıpranan ve teşhiri tamamlanan düşmanın kullanılması" biçiminde açıklamaktaydı. Bir süre sonra AEP'nin (Arnavutluk Emek Partisi) de ayrı baş çekmeye başlamasıyla sosyalist sistem (ÇKP ve AEP’nin daha sınırlı etki alanları olsa da) üç başlı bir görüntü yarattı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesi, bu bağlamda sağlanan başarıyla oranlamaya vurulduğunda, sosyalist sistemin bütünlüğünü yitirmesinin etkisiyle emperyalizmi yok etme yolunda etkileri sınırlı oluyordu.
Dünya halklarının emperyalizme karşı isyanı, 1977 Camp David anlaşmasıyla büyük bir darbe yedi. Anlaşma, emperyalizmin can damarı ortadoğu’da yaşama gücü bulması ve İsrail’in geleceğinin güvence altına alınmasını sağlıyordu. İran Hareketi ve Nikaragua devrimi, 70’li yılları sarsan dalganın gerileme dönemini karşılayan son iki olgu olacak ve yerini 80 yılları kapsayan karşıdevrimci dalganın üstünlüğüne bırakacaktı.
Bir diğer olgu da, entegrasyonun her şeye karşın yaşamayı sürdürmesiydi. Emperyalistler arası entegrasyon, depresyon boyunca hiç kuşkusuz ciddi çalkalanmalar yaşamış, derin çatlaklarla karşı karşıya kalmıştı. Öyle ki, emperyalizmin I. ve II. Bunalım Dönemlerinde yaşadığı ve savaşlarla sonuçlanan rekabet ve çatışmalar, III. Bunalım Döneminde fazlasıyla vardı. Ancak bu olgular emperyalistler arası çatışmaya antagonizma kazandırmaya yetmedi. Sistem, bu tür bir savaşı kaldıracak güçte olmadığının bilincindeydi.
Asıl önemlisi, ABD’nin yıprandığı koşullarda, hegemonyacı konumunun alternatifi çıkamadı. Almanya ve Japonya’nın ekonomik düzeyde aldıkları yola karşın, bunu siyasal düzeyde de ABD’ye karşı dönüştürebilecek durumda olmamalarının en önemli faktörü, silah güçlerinin yetersizliğiydi. Depresyon boyunca ABD ile en çok çatışan iki ülke olmaları, ülkelerindeki ABD varlığına tavır almalarını sağlayamamış, ABD askeri ve sivil varlığıyla bu ülkelerin içinde bir olgu olmayı sürdürmüştü. Fransa 1966 yılında NATO’dan ayrılmasına ve örneğin doları sarsan hamleyi başlatmasına karşın ABD’nin alternatifi olacak güç ve zenginlikten uzaktı. İngiltere ise, emperyalistler arasında ancak beşinci sırada sayılabilecek bir düzeyde kalmıştı.
ABD, depresyon boyunca siyasal üstünlüğü hiç terketmedi. Vietnam Savaşı ile tepe taklak inişe geçmesi ve 1971’de depresyona tutulan ilk ülke olması gerçeği değiştirmeye yetmedi. Giderek çürüyen toplumsal dokusuna ve siyasal düzeyde yaşadığı yaklaşık 10 yıllık bunalıma rağmen, 1980’lerde saldırganlığa yöneliyor, bunun bir gereği olarak silahlanma olağanüstü bir düzeye çıkarılıyor, kaba bir anti-komünizmle bütünleştiren bu saldırgan politika, depresyonun temel ilacı olarak kabul ediliyordu.
Bu durumun çok yönlü amaçları vardı. Emperyalizm depresyonun tüm yükünü dünya halklarının sırtına yükleyecekti. Bunun ise yeni-sömürge ülkelerde durulmaya başlayan devrim dalgasını yeniden alevlendireceği mutlaktı. Dolayısıyla bu nedenle işler daha baştan sıkı tutuluyor ve her türlü devrimci girişimin başının ezilmesi amaçlanıyor, bunun bir gereği olarak da, sosyalist sistem ülkeleriyle ilişkiler hızla gerginleşiyordu.
Reagan’la başlayan saldırı dalgası, yeni sömürge ülkelerin tekinde bile parlemantarizmin gölgesinin kalmaması kuşkusuz rastlantı değildir. Grenada belki özgüvenini kazanmasının bir aracı olma işlevini yüklendi. Bu dönem boyunca bir tek ülkede bile devrim olmadı, karşı devrim dalgası ise tüm dünyayı sardı. Emperyalizm, dünya halkları çatışmasının genel çizgileri bu temelde yükseldi.
Politikanın eksenine saldırganlığı koyan ABD monetarizmi, depresyonu atlatma yöntemi olarak saldırganlığı seçti, dedik. Ancak hastalık uygulamalarda değil, sistemin kendisinde, kapitalizmin anarşik niteliğinde yattığından, bir süre sonra “Reagonomi” ilk açıklarını vermeye başladı.
Doların yüksek faiz oranları, yeni sömürge ülkeleri inanılmak borçlar altına sokmuştu. Aynı biçimde diğer emperyalist ülkelerde, yeni sömürge ülkelere okadar olmasada yük altına girmişlerdi. Bunun sonucu, ABD ihracatının düşmesi oldu. ABD bankaları, verdikleri borçların karşılığını alamamk tehlikesiyle karşılaşırken, uluslararası tekeller üretimi pazarlayamamanın sancılarını çekiyorlardı. Silah ve petrol tekelleri hızla gelişmeyi sürdürüyorlardı ama, tek başlarına sistemin sorunlarını karşılamaları olanaksızdı. Sonuçta sadece 1983 yılında ABD bütçesinin verdiği açık; 30 milyar doları aştı. Nitekim ABD, 1985’ten başlayarak monetarist önlemleri gevşetmeye yöneldi. Bu ise 1980 öncesi sorunları yeniden gündeme getirdi.
Monetarist politika, İngiltere’de de Thatcher ile başlamıştı. Para arzının denetlenmesine dayanan Thatcher politikası, kamu sektörünü özel sektöre devretmeyi ve ihracatı desteklemeyi, İngiltere’yi uluslararası tekeller için cazip bir alana dönüştürmeyi amaçlamıştı. Bununla birlikte bu politikada aşırı bir işsizlik ve para arzınını daralması gibi sonuçlar ortaya çıkmış, patlak veren spontane kalkışmalar Thatcher’a zor günler yaşatmıştır. Reagan benzeri siyasal niteliğini, İngiltere’nin geleneksel tutuculuğu ile bütünleştiren Thatcher, yeniden dağıtım politikalarıyla ve seçim bloğu dışında baskıyla ve temel hakların inkarı yoluyla, siyasal destek için yeni temeller oluşturmaya çalıştı. Bu niteliği Thatcher iktidarına, yer yer faşizmi karşılayan günümüzün en gerici iktidarlarından biri olma özelliği kazandırdı.
Fransa’da 1981 yılında iktidara geçen “sosyalist” tandanslı iktidar, çözümü ekonomiyi daraltmakla değil, genişletmekle görmüştü. Ancak olay, diğer emperyalist ülkelerle koordineli biçimde yürümediğinden (ki bu olanaksızdı) cari hesaplar açık verecek ve frankın değeri hızla düşecekti. Sonuçta “sosyalist” (!) iktidar bir yıl içinde söz konusu denemeyi terkediyor ve monetarizmi karşılayan uygulamalara dönüyordu.
Japonya, “refah” dönemi boyunca, büyük bir hızla gelişmiş ve askeri harcamalardan “muaf” tutularak cezalandırılmasını, kendisi için bir avantaja dönüştürmüştü. Ancak 1971’den başlayarak Japonya ekonomisi durgunluğa giriyor ve ABD başta olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin Japonya’ya karşı korumacı önlemlere yönelmeleri, bu ülkeyi büyük bütçe açıklarına itiyordu. 1979 şokunun ardından ekonomisini genişletecek dinamizmi bulamaması, ardından ABD’nin Reagonomi’sinin Japonya zararına sonuçları, onları da depresyona ortak etti.
Aynı şeyler aşağı yukarı F. Almanya içinde geçerliydi. Yaşadığı kimlik bunalımına karşın, dünya pazarlarından önemli pay alarak gelişen F. Almanya, 1979’da daha fazla direnemeyerek depresyona ortak oluyordu. Bunun ilk sonucu, SDP’nin iktidarı yitirmesi oldu. Yeni gelişen iktidar, uygulamalarıyla işsizliği yaygınlaştırma ve faturayı özellikle yabancı işçilere yükleme yolunu tuttu.
İtalya, zaten pek parlak olmayan ekonomik durumunun üstüne binen yüklerden monetarist uygulamalarla çıkma çabalarına yönelirken, zengin bir ülke olmasına karşın ABD ile bütünleşen ekonomik yapısı Kanada’yı da depresyona ortak yapıyor, Hollanda, İsveç, İsviçre ve Avusturya gibi sistemin diğer önde gelen ülkeleride ekonomilerini genişletme yoluyla depresyonu atlatmaya çalışıyorlardı.


SONUÇ

Özetlemek gerekirse, emperyalistler arası çatışmanın III. Bunalım Döneminde aldığı biçim entegrasyon olmuştur, şeklinde sorunu tanımlayabiliriz. Savaş sonrası koşullar, ABD’yi diğer emperyalist ülkelerin önüne itmiş ve hegemonyacı devlet durumuna getirmiştir.
Almanya, Japonya ve İtalya zaten ABD tarafından işgal edildiklerinden, oluşturulan yeni konjonktüre direnme olanağı bulamazken, İngiltere ve Fransa savaştan, kısa vadede kendilerini toparlayamayacak ölçüde zayıf çıktıklarından, ABD’nin hegemonyacı rolüne emperyalist kapitalist kamptan ciddi bir direnme gelmemiş, savaş yıllarında iç birikim olanaklarını artırarak güçlenen Kanada, İsveç, Avustralya gibi ülkeler de durumu kabullenmişlerdir.
İzleyen süreç, ABD’nin söz konusu konjonktürü yerleştirme çabalarını içermiş, Bretton Woods Konferansında doları altına çevrilebilir tek para birimi durumuna getiren ABD, Truman Doktrini ile sosyalizme ve dünya halklarına karşı bir soğuk savaş başlatmıştır. Bu atmosferi, entegrasyonu yerleştirmenin bir aracı olarak kullanmış ve Marshall Planı’nı yürürlüğe sokarak, sistem ülkelerinin ekonomilerini kendi yararına reorganize etmeye yönelmiştir. İMF, İBRD, OECD, GATT bu yönde oluşturulan kural ve ilkeler bütününün simgeleri olacaktır.
Savaş sonrası ilk 10 yıl, entegrasyona uygun reorganizasyonu gerçekleştirmeyi içerirken, izleyen 10 yıl, ABD hegemonyasını pekiştirme sürecini içerecektir. Sistem ülkelerinin iç pazarlarının sürekli gelişmesi, bu 20 yıla göreceli bir istikrar kazandırmış, ancak pazarların doymasına bağlı olarak ekonomik durgunluk (resesyon) başlamış ve bir çöküntüye (depresyon) dönüşmeye yüz tutmuştur.
Emperyalist dönüşümle birlikte başlayan sermayenin uluslararasılaşması sürecinin özellikle yoğunlaşması da dönemin bir diğer özelliği olmuş, entegrasyon ve yeni sömürgecilik olguları, çok uluslu tekellere gelişme olanağı sağlamıştır.
1967’den başlayarak sorun olmaya başlayan enflasyon ve aşırı dolar bolluğu, ABD’nin kendi altın yedeklerini döviz pazarında kullanmasına bağlı olarak Bretton Woods sistemini yıkıma götürmüştür. Avrupalı emperyalistlerin F.Almanya önderliğinde oluşturduğu AET’nin, Japonya’nın artan etkisini durdurma çabası, ABD’yi ve beraberinde sistemin diğer ülkelerini depresyona sürüklemiştir. Aynı döneme denk düşen Vietnam Halk Savaşı ABD’nin teşhirini sağlayınca, üste gelen ve birbirini tamamlayan olaylar, ekonomik depresyonu, siyasal ve toplumsal depresyonun izlemesini getirmiş, entegrasyon derin çatlaklar vermiştir.
Bununla birlikte, 1971-73 ve 1979’da en uç örnekleri görülen depresyonun, 1980’li yıllar boyunca sürmesine ve emperyalist ideologlarca bir afet olarak nitelenmesine karşılık, entegrasyon yaşamını çatlaklarıyla birlikte sürdürmüş, çözülmemiş ve ABD’nin hegemonyacı niteliği, belli değişikliklerle de olsa devam etmiştir. Askeri üstünlüğünü bir koz olarak kullanan ve 1980’li yıllarda sosyalizme ve dünya halklarına karşı bir haçlı seferi başlatan ABD, bugün de entegrasyonun yapıştırıcı gücü olma özelliğini korumaktadır. Almanya, Japonya gibi ülkelerin dünya pazarlarındaki paylarının artması, (bu ülkelerin ABD teknolojisine erişememeleri ve özellikle nükleer ve uzay gibi stratejik sektörlerde ABD karşısında yetersiz kalmaları nedeniyle) ABD hegemonyasına alternatif olmalarına yetmemiştir.
Depresyon bugün de aşılabilmiş değildir. Örneğin uluslararası emperyalist-kapitalist para sistemi, Bretton Woods sisteminin çökmesinden sonra anarşik bir biçim kazanmış ve belli ilke ve kurallara dayandırılmaya çalışılmasına karşın, ifadesini SDR’de bulan bir kümelenme olmaktan öteye gidememiştir.
Emperyalizmin, depresyonun bütün yükünü dünya halklarının sırtına yüklemesi, tüm üçüncü bunalım dönemini kapsayan ulusal kurtuluş hareketlerini hızlandıran bir etmen olmuş ve bir devrim dalgası olarak niteleyebileceğimiz hareketlilik, depresyon boyunca emperyalizmi sarsmıştır.
Ancak dünya sosyalist blokunun parçalanmış olması ve sosyalist sistemin revizyonist yaklaşımların denetiminde olması, devrimci güçlerin depresyonu emperyalizmi yok edecek bir olguya dönüştürmesini engellemiştir. Elindeki nükleer gücü kullanan ABD, 1980’li yıllarda devrim dalgasını boğmayı ve karşı devrimleri yaygınlaştırmayı başarmıştır. Bugün de depresyonun sürmesine karşın, devrimci güçler olayı emperyalizmi kısa vadede yok etmede kullanacak iç bütünlükten ve dinamiklerden yoksun görünmektedirler.
Entegrasyon, hiç kuşkusuz emperyalistler arası yeniden paylaşım çatışmasının sona ermesi anlamına gelmemektedir. Çatışma dönem boyunca sürmüştür. Ancak aradaki çelişmenin antagonizma kazanmaması, açıktan bir yeniden paylaşım savaşını engellemiştir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin boyutları ve sosyalizmin maddi gücü emperyalistler arası çelişmenin antagonizma kazanmamasını doğurmaktadır. Yani emperyalistler hem birbirleriyle hem de dünya devrimci güçleriyle savaşacak ve pazarlarını koruyabilecek durumda değildir. Buna nükleer silahlanmanın eklenmesi ve topyekün bir savaşın kazananı olmayacak ve dünyayı yok edebilecek sonuçlara yol açması tehlikesi, savaşı olasılık olmaktan çıkarmıştır. Bugün emperyalistlerin aralarında kamplara bölünerek savaşa tutuşmaları olasılığından çok,teorik olarak ifadesini SSCB ve ABD’de bulan bir sosyalizm-emperyalizm savaşı tartışması sözkonusudur. Ancak nükleer silahlanma ve hem emperyalizmin hem de reel sosyalizmin bu süreçteki özellikleri, bu tip bir çatışmayı engellemektedir.
Entegrasyon, dogmacı anlayışlar dışında herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İkinci dünya savaşı sonrasında oluşturulan kuramlar tutmamıştır. Savaş sonrasında, başta SBKP olmak üzere sosyalist çevrelerde oluşan genel kanı; İngiltere, Fransa ve özellikle de Almanya ve Japonya’nın kendilerini toparlamalarına bağlı olarak, ABD hegemonyasından kurtulmak için hareketlenmeleri ve dünya pazarlarından pay istemeleri sonucu, yeni bir paylaşım savaşının çıkacağı yönündeydi.
Nedir ki hayat bu yaklaşımı doğrulamadı. Diğer emperyalistlerin kendilerini toparlamaları ve dünya pazarlarındaki paylarını artırmaya yönelmeleri, bir paylaşım savaşı doğurmaya yetmedi. 1970’ten sonrası gerçek bir ekonomik savaştı, ancak bu düzeyi hiçbir zaman aşmadı.
Ekonomik çatışmanın boyutları, I. ve 2. Dünya Savaşlarını getiren nedenlerden daha da sertti, ama bu durum savaşı doğurmak bir yana emperyalistlerin sosyalizme ve dünya halklarına karşı bir blok olarak hareket etmelerini bile engellemedi. Fransa’nın göstermelik biçimde NATO’nun askeri kanadından çekilmesi gibi olaylar ancak istisnai kalırken, emperyalizm var olmak için her koşulda entegrasyona bağlı kaldı.
Bu konudaki yanılgılar, çelişmeyi ve antogonizmayı, bu ikisi arasındaki bağlantıyı çözümleyememekten kaynaklanıyordu. Buna göre emperyalistler arası çelişme, sürekli bir çatışma anlamına gelmekteydi. Ve bu çatışmanın tek çözümü de antagonizma kazanmasıydı. Oysa antagonizma, çelişmenin bir anıdır ve her çelişmenin antagonizma kazanması olanaksızdır.
Öncelikle olay ve süreçlere yön veren çelişmeler, ancak daha başka çelişmelerle bağlantıları ve karşılıklı etkileri incelendikten sonra doğru biçimde çözümlenebilir. 3. Bunalım Döneminde emperyalistler arası çelişmeler bir baş çelişmeler olma özelliğini yitirmemiştir ama aynı dönemde sosyalizmle emperyalizm çatışması ve emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışmaların da baş çelişme niteliğini taşımaları, emperyalistler arası topyekün bir paylaşım savaşının koşullarını objektif olarak sıfırlama noktasına düşürmüştür.
Sonuçta, entegrasyonun gerçekliği kendisini kabul ettirmiş ve sosyalist çevrelerde de kabullenilmiştir. SBKP’de bu durum giderek resmi görüş haline gelmiş ve savaşın emperyalistler arası bir savaş değil, emperyalizmle sosyalizm savaşı olabileceği belirlenerek, dünyayı yok edebilecek böyle bir savaşı engelleme çabası, SSCB dış politikalarının eksenine yerleştirilmiştir.
Savaşın çıkacağı savını sürdüren ÇKP ve AEP ise konuyu, SSCB’nin sosyal emperyalist olduğu görüşünü eksen olarak açıklamaya çalışmış ve emperyalistler arası savaş mantığını, ABD-SSCB savaşı biçiminde formüle etmişlerdir.
Bunların yanısıra entegrasyonun, paylaşım savaşlarının tümüyle ortadan kalkması anlamına gelmediğini bir kez daha vurgulayalım. Emperyalist-kapitalist sistem ülkeleri arasında cereyan edecek topyekün savaşlar, bölgesel savaşlara, çatışmalara dönüşmüştür. İngiltere ve Arjantin’in perdenin önünde boy gösterdiği Falkland ya da İran-Irak savaşı bu durumun örnekleridir.

B) SOSYALİZM-KAPİTALİZM ÇATIŞMASI


Büyük Ekim Devrimi ile başlayan sömürüden kurtuluş ve sınıfsız bir topluma doğru ilerleme kavgası, çağımızın kimliği olmuştur. Çağın tanık olduğu bilimsel ve teknolojik devrimin açtığı ufuklar elbette insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Ne var ki, bu anlamda ve daha değişik boyutlarda sağlanan gelişmeler, ancak sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte yok olan, gerçek özgürlüğün yeniden sağlanabilmesi, sömürü ve sınıf olgularının ortadan kalkmasıyla anlam kazanacak, insanlık asıl büyük atılımını sınıfsız ve özgür toplumsal aşamaya ulaştığında yapacaktır.
Çağdaş süreçte ilerleme, haklı olarak sosyalizme özdeştir. Genel anlamıyla dünyada sosyalizm güçlü, uluslararası bir olgudur. Gelişmiş bir ekonomiye, güvenilir bir siyasal ve askeri potansiyele dayanmakta- bütün hatalı algılamalara ve pratiklere rağmen- sağlam bir bilimsel temelden faydalanmaktadır. İnsanlığın 1/3’ünden çoğunu, insan ile toplumun düşünsel ve manevi zenginliklerinin daha uyumlu biçimde serpilip gelişmesi yolunda ilerleyen pekçok ülkeyi ve halkı temsil etmektedir.
Sosyalizm, ne ezenlerin ne de ezilenlerin, ne sömürenlerin ne de sömürülenlerin içinde bulunduğu, sosyalist adalet ilkelerine dayalı yeni bir yaşama biçimidir. Kollektivizm ve karşılıklı kardeşçe yardımlaşma, özgürlük düşüncelerinin zaferi, toplumun her üyesinin haklarının ve yükümlülüklerinin birbirinden ayrılmaz birliği, bireyin onuru, gerçek bir insancıllık, onun ayırdedici özellikleridir.
Sosyalizm bütün insanlığa sunulmuş gerçek bir olanaktır. Sosyalizm öyle ülkelerde doğup kurulmuştur ki, bu ülkeler o sırada ekonomik ve toplumsal açıdan ileri ülkeler olmaktan çok uzaktaydılar.
Hayat tarzları, tarihsel ve ulusal gelenekleri açısından da birbirlerinden çok farklıydılar. Ama her biri kendine özgü yolu bularak, bu yeni toplumsal sistem doğrultusunda ilerledi.l Böylece aynı ekonomik temelin somut görünümleri açısından sonsuz çeşitlilikleri ve nüansları konusunda Marks'ın daha önceden söylediklerini doğruladılar. Ama bu yol ne dümdüz ne de basitti.
Geri kalmış ya da iflas ettirilmiş bir ekonomiyi yeniden düzenlemek, milyonlarca insanın temel eğitimini sağlamak, onları barındırmak, beslemek, ücretsiz tıbbi yardımda bulunmak son derece güç olmuştu. Yeni toplumsal görevler, emperyalizmin aralıksız askeri, ekonomik, siyasal ve psikolojik baskısı, savunma için büyük çaba göstermek zorunluluğu, olayların akışı üzerinde, bunların niteliği üzerinde yansımaktan geri kalmıyordu. Bütün bunlar, siyasal yanlışlıklar yapmadan, çeşitli subjektivist sapmalar olmadan gerçekleşmeyecekti ve belki de sosyalizm tarihi açısından endişe verici gerilemeler gündeme gelebilecekti.
Bu nitelikleri, daha ileri bir toplumsal yapılanma olarak sosyalizmle, ondan sistem olarak geride olan, yaşayabilmeye uğraşan kapitalizm arasında kaçınılmaz çatışmayı getirdi. Söz konusu çatışma, 3. Bunalım Döneminin başlıca çelişkisinden biri oldu.
Gerçekte bu çelişmenin daha uzun bir geçmişi vardı. Rusya'da Büyük Ekim Devrimi'nin gerçekleşmesi ve dünyanın toplumsal ve siyasal anlamda bölünmesiyle birlikte, hem olaylara yaklaşım ve hem de hareket etme anlamında, kapitalizmden temelde farklı olan, ondan her anlamda ileri bir toplumsal yapılanma yolunun açılmasıyla, söz konusu çatışma başlamıştı.
Bu durum tarihsel bir gerekliliğin kaçınılmaz bir sonuçlarıdır. Gelişmelerin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri var olan üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri durumuna gelirler. O zaman bir toplumsal devrimler çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla alt üst eder... Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir. (Bireysel karşıtlık anlamında değil, toplumsal varlık koşullarından doğan karşıtlık anlamında) Bununla birlikte burjuva toplumun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşılığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. (56)
Bu karşıtlığın çözümü komünizmdir. Komünizmle birlikte, kapitalizm ve ona özgü çelişmeler sona erecek, yerini daha ileri bir toplumsal yapılanma ve ona özgü çelişmeler alacaktır.
Komünizm düşüncesi, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum sistemi, sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte doğmuş ve çağlar boyunca çeşitli biçimlerde dalga dalga yayılan ve süren halk hareketlerinde, isyanlarında dolaylı ya da dolaysız neden ve amaç olmuştur. Ancak komünizm düşüncesi bilimselleşmesi ve olgunlaşması, ücretli kölelik sisteminin ortaya çıkması sürecinde olmuştur. Komünizm amacına yürüyerek örgütlü ve disiplinli, devrimci bir sınıfın, çalışanların ve sömürülenlerin yeni bir toplumsal düzen yaratma eylemi içinde sermayenin boyunduruğunu parçalama savaşını yönetmeye, bizzat bu savaş boyunca zaferi korumaya ve sağlamlaştırmaya, sınıfları tümüyle ortadan kaldırmaya yetenekli tek sınıfın, proletaryanın oluşmasıyla birlikte, komünizm düşüncede var olabilmiştir. Ve bilimsel açıklık kazanması, siyasal, ekonomik ve ideolojik bağlamda uygun zemini, kapitalizm koşullarında olgunlaşmasına koşut olarak Marks'la birlikte başlamıştır.
İngiliz ekonomizminin, Fransız sosyalizminin ve Alman felsefesinin güçlü geleneklerini, kendisini besleyen kaynaklar olarak alan Marks, bu kaynaklardan hareketle bir sistem olarak kapitalizmi çözümleyip, çelişki ve ilişkilerini saptadıktan sonra, sınıfsız bir topluma giden yolu göstermiştir. "Kapitalist toplumdan komünist topluma dönüşüm sosyal geçiş dönemini gerektirir. Bu da proletaryanın devrimci dönüşümünden başka bir şey olamaz" (57).
Sosyalizm, bu söz konusu süreci, proletaryanın devrimci diktatörlüğü dönemini karşılayan bir toplumsal sistemdir ve bu niteliğiyle komünist toplumun alt aşamasını oluşturur. Sosyalizm süreci, sınıflar kavgasının sona ermesi anlamına gelmez, tersine sınıflar kavgasının yeni biçimlerde sürmesi demektir.
Proletarya diktatörlüğü, zafere ulaşmış, siyasal iktidarı ele geçirmiş proletaryanın , yenilmiş ama henüz yok edilmemiş, direnmeyi bırakmak şöyle dursun, temden hızlandırmış ve direncini yoğunlaştırmış burjuvaziye karşı savaşıdır.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki proletarya diktatörlüğü, giderek halkın sosyalist demokrasisine dönüşür. Proletarya diktatörlüğünde gerçekleştirilen demokrasi tarzı bizzat proletaryanın sınıfsal yapısından, hedeflerinden, ve görevlerinden doğar ve biçimlenir.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın mutluluğunu sağlamak yolunda ilerler. Proletarya bunları ancak bütün çalışanların ve demokratik güçlerin sağlam ittifakıyla ve geniş halk kitlelerinin desteğiyle gerçekleştirir. İşte bu nedenle işçi sınıfının, kentlerin ve köylerin proleter olmayan tabakaları ve her şeyden önce de köylülerle ittifakı, proletarya devletinin en yetkin ev sağlam demokratik ifadesini oluşturur.
Sosyalist eylemin yükselişi sürecinde, en önemli köşe taşlarından birini Paris Komünü oluşturur. Fakat proletarya iktidarı, Paris Komünü'nde ancak geçici bir olgu olabilmiş ve 72 gün yaşadıktan sonra yenilmiştir. Marks ve Engels, Paris Komünü'nü hazırlıksız bulmuş ve özellikle iç savaş çıkarmamak gerekçesiyle zayıf durumdaki karşı-devrimin ezilmesini, iktidarı ele geçiren Merkez Komitesinin aşırı bir titizlikle yetkilerinin erken bir biçimde devretmesini eleştirmekle birlikte, onu proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olarak tanımlamış ve tüm güçleriyle desteklemişlerdi. Söz konusu eleştirilere neden olan hataları yüzünden yenilen Paris Komünü, Marks ve Engels'in eleştirileri ve nitelemeleriyle birlikte, sonraki devrimler için esin kaynağı ve dersler bütünü olacaktır.
Marks ve Engels için sosyalizm her şeyden önce sanayileşme sorunun çözümlemiş ileri kapitalist ülkelerin bir sonraki durağıydı. Buna göre sosyalizm, ancak Avrupa'nın ileri ülkelerinde, ABD ve Rusya'nın gündeminde olabilirdi. Ve Marks'ın ilgi alanını sürekli bir devrime dönüşememesinden sonra, İngiltere oluşturmuştu. Kapitalizmin henüz dünyayı sarmalamadığı dönemin koşulları içinde, tek tek ülkelerde sosyalizm düşüncesi yerine kapitalist ülkelerin birbirlerine koşut olarak sosyalist devrimlere sahne olmaları ve ardından sosyalizmin bir dünya sistemine dönüşmesi öngörülmekteydi.
Emperyalist dönüşümle birlikte, kapitalizm bir dünya sistemi durumuna geldi. Artık proletarya devrimi bütün ülkelerde birden patlak verecek görüşü gerilerde kalmıştı. Emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkarak, ulusla ekonomileri dünya ekonomisi denilen bir zincirin parçaları durumuna getirmişti Ve sistemin bütünü açısından bütün ülkelerde devrimin objektif koşulları olgunlaşmamış düzeyde de olsa vardı. Bu nedenle ilk proletarya devriminin kapitalizmin en çok gelişmiş ülkelerde gerçekleşeceğini beklemek yanlıştı.
Marks ve Engels'in tekel öncesi dönem için geçerli olan önermeleri, emperyalist dönemle birlikte geçerliliğini yitirmişti. Artık ilk proleter devrimi, kapitalizmin en çok geliştiği ülkede değil, emperyalist zincirin en zayıf halkasında patlak verecekti. Çünkü proletarya devrimi, dünya emperyalist zincirinin kırılmasının bir sonucu olarak doğacaktı. Devrim sürecine giren ülkenin, sermaye cephesini yaran ülkenin, kapitalist anlamda daha çok gelişen ülkelere oranla daha az gelişmiş olması, bununla birlikte kapitalizm çerçevesi içinde olması pekala mümkündü.
20.yy.'ın başlarında Rusya'nın sahip olduğu koşullar, Marks ve Engels'i Avrupa'da sürekli devrim durumunun geldiği düşüncesine iten 1848 Almanya'sına benzer özellikler taşıyordu. Rusya, tıpkı 1848'in Almanya'sı gibi gecikmiş bir burjuva devriminin eşiğindeydi. Ama Lenin, hazırlanması ve zafere ulaştırılması gerekenin sosyalist devrim olduğunu söylemekteydi. Çarlığın düşmesi sosyalist devrimin önündeki engelleri kaldıracaktı. Çünkü Rusya'nın özgül koşullarında burjuva demokratik devrim, çok kısa bir süre içinde proletarya devrimine dönüşebilirdi.
Rusya'nın sanayideki gelişmesi büyük oranda yabancı sermayeye bağlıyldı. Ulusal burjuvazinin görece zayıflığının nedeni de buydu. İşçi sınıfı sayıca azdı. Ama birkaç büyük kentte ve büyük fabrikalarda yoğunlaşması yüzünden, büyük bir özgül ağırlığı vardı. O halde bu sınıf öncü bir rol oynayabilirdi. İşçi sınıfı, çalışan köylüler ve Çarlığın ezdiği halklarla ittifak halinde, büyük toplumsal dönüşümlere hazırlanmaktaydı.
Rusya'da devrimin ilk ayağı 1905 yılında patlak verdi. Bu devrim, Rusya'nın politik sisteminde bazı değişiklilkler getirdi. her şeyden önce Çar, meşrutiyet anlamına gelen bir anayasayı ve yasama meclisinin kurulmasını kabul etmişti. Ama 1907'den başlayarak olayların durulması, Çarlığın verdiği "demokratik" hakları yeniden gasbetme avantajını verecekti. Demokratik devrimin ikinci ayağını 1917 Şubat Devrimi oluşturdu. Tarihin tanıdığı en görkemli eylemlerin biri olan Şubat Devriminden sonra Bolşeviklerle (Şubat Devriminde aynı saflarda yer aldıkları) diğer çeşitli sol tadanslı partilerin yolları ayrıldı. Bolşevik Partisi devrimi ileri götürmek, sosyalist bir devrimle tamamlamak amacındaydı. Diğer partilere göre, önce kapitalizm gelişmeli, sosyalist devrim de bu temelde yükselmeliydi.
Sonuçta Lenin'in önemli çabalarıyla MK içinde 2'ye karşı 10 oyla ayaklanma kararının çıkmasının ardından, burjuvazi içi çelişkileri ve ayaklanma anını çok iyi hesaplayan Lenin'in insiyatifinde Sovyetler Kongresi'nin açılacağı günün gecesi (6-7 Kasım gecesi) başlayan ayaklanma, çok az bir kayıpla başarıya ulaştı. Lenin, büyük devrimi ve programı ilan etti.
'Yoldaşlar, Bolşeviklerin durmadan zorunluluğunu gösterdikleri işçi ve köylü devrimi gerçekleşmiştir.
Rusya'nın tarihinde yeni bir evre açılmaktadır ve bunun için Rus Devrimi, sonunda sosyalizmin zaferine varacaktır.
Gündemimizdeki görevlerden biri, savaşa hemen son verme zorunluluğudur.
Uluslar arası demokrasiye önerdiğimiz adil ve ani barış, dünyanın proleter kitleleri içinde, her yerde canlı bir yankı bulacaktır.
Büyük arazi sahipleri mülkiyetini kaldıracak, bir tek kararname ile köylülerin güvenini kazanacağız. Üretimde gerçek bir işçi devletini kuracağız" (58)
Ayrıca, devrimin ilk adımı ancak atılmıştır. Devrimi yerleştirmek,uzun ve özverili, çetin yolu aşmayı gerektirecektir. "Rusya'da başlamak kolay, ama sürdürmek daha güçtür. Batı ülkelerinde ise başlamak zor ama sürdürmek daha kolaydır" (59).
İç savaşın sonunda, ülkenin sahip olduğu manzara ise, hiç iç açıcı değildir. Ekonomik durum yürekler acısıdır. 1920 yılında, sanayi üretimi savaş öncesine göre (1913) 3,5 kat gerilemiş, bazı sektörlerde yok denecek düzeye inmiştir. Tarımsal üretim üç kat gerilemiştir. 1921-22 yılı rakamlarıyla 2,5 milyon insan açlık çekmektedir. Açlık nedeniyle ölenlerin sayısı 5-8 milyondur. Yalnız iki milyon insan salgın hastalıklardan ölmüştür. Toplam olarak savaş kurbanlarının sayısı (Birinci Dünya Savaşı, iç savaş ve kırımların kurbanları) 13 milyonu aşmaktadır.
Böylesi koşulların üzerinde yükselen sosyalist inşayı kavrayabilmek, çağımızı sarsan olayı, sosyalizmi ve onun kapitalizmle çatışmasını kavrayabilmek için özellikle gereklidir. Çünkü sosyalizmin geleceğini belirleyen dönem, SSCB'de sosyalizmin inşaa dönemidir.
Ekim Devriminden sonra, Bolşevik parti içindeki ilk büyük ideolojik ve politik çatışma, savaş komünizmi döneminde başlamıştır. Savaş komünizmi çok zorlu bir dönemdi. Emperyalistlere ve beyaz orduya karşı savaş, 1. Dünya Savaşının getirdiği yıkımı daha da boyutlandırmış, Rusya'yı orta çağ düzeyinde bir noktaya çekmiş, açlık ve salgın milyonlarca insanı ölüme götürmüştü. Bu koşullarda, proletarya diktatörlüğünün uygulamalarına yönelik tartışmalar hemen başladı. Sorunun odağını, sosyalist demokrasi ideallerinden ve programı belirleyen ilkelerden taviz vermeden sendikalar ve kitleler ile ilişkilerin nasıl olacağı konusu oluşturuyordu.
Tartışma proletarya diktatörlüğü, proletarya demokrasisi ve geçiş dönemi ekonomisinin tartışılmasına dönüşüyordu.
Sorunların çözümünü disiplinli uygulamalarda gören Troçki ve Buharin'in sol yaklaşımları, askeri proletarya diktatörlüğü anlayışı temelinde yükselmekteydi. Buna göre üretim ve iş sorunları savaş komiserliğine bağlanmalı, askeri mekanizma sivil çalışma seferberliğini zorlayıcı bir araç olarak kullanılmalıydı. İşçilerin asker kabul edilmesi ve emir komuta ilişkisi içinde çalıştırılması, disiplinsizler için ceza müfrezeleri kurulmasını savunan "sol" sapmaya göre sendikaların rolü, işçi sınıfını temsil etmek değil, disiplin sağlamaktı. Parti ise, kitlelerin öncüsü olmakla sınırlanmamalı, yönetici, denetleyici ve zorlayıcı bir işlev yüklenmeliydi.
Başını Shlyapnikov ve Kollontay'ın çektiği "işçi muhalefeti" adlı sağ yaklaşım ise, ülke gerçeklerini kavramaktan çok, sosyalizmi idealize eden bir karakter taşıyordu. Ve devletin işlevini yer yer anarşistlerle çakışan bir perspektif içinde ele alıyordu.
"Yaklaşan Felaket ve Çözüm Yolları" adlı broşürde görüşünü açıklayan Lenin'e göre ise, geçiş dönemini askeri bir diktatörlükle aşmaya çalışmak onulmaz bir yanlışlıktı. Sosyalizm, tekelci devlet kapitalizmini izleyen bir evre gibi düşünülmeliydi: Yani sosyalizm tüm halka hizmet eden tekelci devlet kapitalizmiydi.
O günün koşullarında ileri bir adım, savaş komünizmini askeri bir diktatörlüğe dönüştürmek değil, devlet kapitalizmi olmalıydı. Rus devrimini diğerleri izleyene kadar, işçi devletini geri bir ülkede ayakta tutabilmenin yolu, devlet kapitalizmi uygulamalarıyla ekonomiyi canlandırmaktı. Çünkü, iktidar işçi devletinde oldukça, çatışma sosyalizm ile devlet kapitalizmi arasında değil, iktidarın denetlediği devlet kapitalizmi ile küçük burjuvazi ve özel kapitalist sermaye arasında olacaktı.
Sonuçta, partinin 10. Kongresinde Lenin'in yaklaşımı kabul edildi ve NEP dönemi başladı. Lenin, NEP'in amaçlarını şöyle özetliyordu: "Başlıca üretim güçlerimiz, öyle yoksunluk içindedir ki, şimdilik her şeyin şu temel zorunluluğa bırakılması gerekmektedir; ne pahasına olursa olsun üretimimizin miktarını artırmak, üretimi durdurmadan değişimi yaratmaktır. Bu gerçek, NEP döneminin özünü ortaya koyar."
Böylece mal teslimi yükümlülükleri kaldırıldı ve bunun yerine köylünün alım gücünü yükseltecek uygulamalar gündeme getirildi. İşçiler iç değiştirebilmekte, zanaatçiler de ürettiklerini satabilmekteydiler. 10 işçiden daha az işçi çalıştırabilen küçük işletmeler, kamulaştırma dışı tutulurken, yabancı işletmelere karşı bazı ödünler veriliyor ve bir banka kuruluyordu. NEP döneminin amacı ekonomik açıdan bir soluklanma sağlayabilmekti. Ve sosyalizmi bir kalıp olarak kavrayan kafalara karşı mücadele ile birlikte sürdü.
Genç SSCB'nin geleceğine yön veren bir diğer tartışma da, tek ülkede sosyalizmin uygulanabilirliği çerçevesinde gelişti. Anlamını Stalin'de bulan bu soru, sosyalizm anlayışını biçimlendiren bir yol ayrımının özelliklerini taşımaktaydı. Tekel öncesi dönemde bir ülkede patlak verecek devrimin, diğer ülkeleri de kapsayacağı ve sosyalizmin bir dünya sistemi durumuna geleceğine inanılıyordu . Ancak bu olmadı. Çünkü kapitalizm henüz gelişme dinamiğini yitirmiş değildi. Üretim araçlarıyla üretici güçler arasındaki çatışma, sistemi sürekli ve genel bunalıma itecek olgunluğa ulaşmamıştı. Bunalımlar devrevi karakter taşımakta ve kapitalizm her bunalımdan yenilenmiş ve ilerlemeyi içeren faktörlerle çıkmaktaydı.
Emperyalist dönüşümle birlikte, bunalım sürekli bir karakter kazandı. Sistem gelişme dinamiğini yitirmiş, dünyanın ekonomik ve siyasi anlamda paylaşılması süreci tamamlanmış, topyekün paylaşım savaşları kaçınılmazlaşmıştı. Dolayısıyla, emperyalistler arasında dönem dönem antagonizma kazanan bir çatışma vardı. İşte bu çatışma ve onun ardında yatan neden, yani bunalımın süreklilik kazanması, sosyalist devrimin yolunu açmıştı. Çünkü sürekli bunalım ve bu temelde yükselen tekelci rekabet, kapitalizmin en zayıf yanını oluşturuyor ve doğrudan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın bir sonucu niteliğini kazanıyordu.
Kapitalizm bir dünya sistemine dönüşmüş ve emperyalist zincir dünyayı sarmalamıştı. Ama söz konusu emperyalistler arası çatışmanın antagonizma kazandığı aşamada, zincirin en zayıf halkasından parçalanması ve tarihsel gerekliliğin işlemesi kaçınılmazdı.
Bu zayıf halka Rusya oldu.
Rusya, bir yandan batılı emperyalistlere bağımlı, öte yandan dünyanın paylaşılması kavgasında yer alan yapısıyla işçi sınıfının yükselen bir kavga geleneğine sahip olması yanında, kırlarda barındırdığı derin çelişkileriyle ve çok sayıda ulus ve milliyeti baskı altında tutan, pek çok ülkeyi işgal etme temelinde yükselen ulusal mozayiği, sınıflararası uçurumun derinliği gibi özellikleriyle gerçek bir zayıf halka, bir yumuşak karındı.
Tekel öncesi dönemin bir burjuva demokratik devrimi içermemesi, otokrasi ile kapitalist ilişkileri yan yana taşıyan niteliği, Rusya'yı demokratik bir devrime, gecikmiş bir halk hareketine gebe tutmaktaydı. Emperyalizm koşullarında burjuvazinin böyle bir devrime önderlik edecek nitelikleri yitirmiş olması, proletaryaya öncü görevlerini yüklüyordu. Proletarya önderliğinin tercihi ise, demokratik devrimi ileri götürmek ve kendi iktidarının yolunu açmak, sosyalist devrime gerçeklik kazandırmak oldu.
Ama devrimi izleyen süreç, başlangıçta hesaba katılmayan bir gerçeği dayatmıştı: Tek ülkede sosyalizm. Bu ilk bakışta kavranamaz görünüyordu ve Bolşevik önderlerin tamamı, Rus devrimini diğer ülkelerde meydana gelecek devrimlerin izleyeceğine inanıyorlardı. Gerçi Lenin daha 1915 yılında "ekonomik ve siyasal gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan, sosyalizmin tek ülkede mümkün olduğu çıkar" (60) diyerek, bu tür bir sonucu sezinlediğini ortaya koyuyordu. Ama yine de asıl beklentisi dünya devrimi idi.
Devrimin patlak vereceği ilk ülkenin Rusya olacağını daha yüzyılın başlarında saptamıştı. Bununla birlikte bu ilk adımı diğerlerinin izleyeceğine inanıyordu. Nitekim 1918 yılında, Sovyetlerin 3. Kongresinde bu inancını şöyle dile getirmişti; "Olaylar, dünya sosyalist sistemin onurlu öncü rolünü bize, Rusya'nın emekçi sınıflarına verdi ve biz şimdi devrimin gelişme perspektifini açıkça görüyoruz. Rus başladı, Alman, Fransız, İngiliz tamamlayacak ve sosyalizm zafere ulaşacak." Ancak Kızıl Ordunun Varşova önlerinde durdurulması, Alman, Macar, Bulgar devrimlerinin üst üste gelen yenilgileri, dünya devrimi yolundaki beklentileri en azından kısa vadede olanaksız kılacak ve Lenin'in Bolşeviklerin görüşleri, bu duruma koşut dönüşümler gösterecekti.
1920'de "bütünüyle ele alınırsa sosyalist devrim çağı, tartışılmaz bir felsefi ve tarihi gerçektir. Ama her soyut gerçek, eğer herhangi bir politik duruma uygulanırsa, bir boş söz durumuna gelir" diyen Lenin, 1922'de artık biçimlenmiş olan görüşlerini şöyle özetleyecekti:
"Dünya sosyalist devriminin gelişmiş ülkelerde, Rusya'daki kadar kolay başlamayacağını bilmek gerekir. Bunu tarih kanıtlamıştır, bunu bir olgu olarak kabul etmeyi bilmek gerekir. II. Nikola ile Rasputin'in ülkesinde, nüfusun büyük bir bölümünün ülkenin uç bölgelerinde neler olup bittiği ile, buralarda yaşayan halkların ne istedikleri ile hiç ilgilenmedikleri bir ülkede devrimi başlatmak, yerden tüy kaldırmak kadar kolaydı. Ama kapitalizmin geliştiği, tüm insanlarına demokratik bir kültür ve örgütlenme veren bir ülkede devrimi hazırlıksız başlatmak, hata ve saçmalık olurdu. Burada sadece sosyalist devrimin başlarındaki acılı duruma işaret ediyoruz" (61)
En yetkin ifadesini Kautsky'de bulan dogmatik yaklaşıma göre, tek ülkede sosyalizm olanaksızdı. Çünkü Rusya burjuva demokratik devrimini henüz tamamlamış bir ülkeydi, dolayısıyla, önce kapitalizm iyice yerleşmeli, ağır sanayileşme sorunu çözümlenmeliydi. Ancak, bunu sağladıktan sonra sosyalizm bu temel üzerinde yükselebilir ve gündeme gelebilirdi. Yani Bolşeviklerin iktidara el koymaları başlı başına bir yanlışlıktı. İktidara el koymuş, Şubat Devrimi ile gelen demokrasiyi yakmış yıkmışlar ve otokrasiye yönelmişlerdi. Çözüm, iktidarın tez elden burjuvaziye bırakılmasıydı. Bu mantık, NEP döneminin başlamasını, kendi yaklaşımının Bolşeviklerce utangaç biçimde kabulü olarak niteleyecek ve olayı kapitalizme dönüş olarak görecekti.
Troçky'nin başını çektiği 'sol' muhalefet ise, olaya değişik bir açıdan bakıyordu. Troçky'e göre Bolşeviklerin iktidara el koymaları yanlış değildi. Ancak devrim, dünya devrimi ile anlam kazanabilirdi. Emperyalizmin var olduğu ve kuşatmasını sürdürdüğü koşullarda, sanayileşmiş bir Rusya eğilim olarak sosyalist kalırdı ama gerçek bir sosyalist niteliğe ulaşması ancak dünya devrimi ile mümkün olabilirdi. O aşamaya kadar iktidar kuşkusuz burjuvaziye devredilemezdi, proletarya demokrasisi korunur ve yerleştirilmesine çalışılırdı. Sol muhalefetin en büyük kozlarından biri de Sovyet deneyine kadar, hiçbir sosyalistin, Lenin'in kendisinin bile tek ülkede sosyalizm gibi bir olasılığı hesaba katmaması idi.
Ancak Lenin açısından sorunun karşılığı açıktı: " O (Marks) bu dönemde yeni ve çok sayıda sorun artaya çıkacağını, devrim boyunca durumun bütünüyle değişeceğini ve devrim geliştikçe de, genellikle ve büyük ölçekli değişmeyi sürdüreceğini tam olarak kavradığı için, devrimin biçim, yol ya da yöntemleri konusunda kendi ellerini bağlamadığı gibi, sosyalist devrimin gelecekteki zanaatçılarını da hiçbir bakımdan kösteklemiyordu. (62)
Bir kez daha gerçek ortaya çıkıyordu: Teori, ancak hayatın gerçekliğine uygun düştüğü oranda yeterlidir. Hayatın dayattığı noktada teori, kendini aşmak, yenilemek zorundadır. Tersi durumda dogmatizm kaçınılmaz sonuç olur. Önemli olan teorinin özünü, yöntemini almak, buradan hareketle gerçeği yakalayabilmektir.
Tek ülkede sosyalizm anlayışı, kendine gerekli teorik temeli süreç içinde oluşturmuştur. Çünkü hayatın, olayların dayattığı bir gerçek, bir olgudur ve teorik açıklaması kuşkusuz vardır.
Öte yandan tek ülkede sosyalizmin inşasının zorunluluğuna koşut olarak, parti olanca enerjisini sosyalist ekonomiyi yerleştirmeye yöneltmiştir. Lenin'den sonra önderliğe yükselen Stalin'in önündeki en önemli sorun, sanayileşmenin başarılması sorunu olmuştur.
Bu temelde oluşturulan parti politikası, çeşitli muhalefetlere karşın, ekonomik sıçramanın sosyalizmin gerçekçi politikalarıyla mümkün kılınabileceğini, SSCB'nin o aşamada sanayileşmiş olmamasının, sosyalizmin inşası yolundaki çabaya engel olamayacağını, bu yolda ilk ve temel adımın ağır sanayileşme olduğunu saptayarak, Stalin'in önderliğinde bu amaç doğrultusunda ilerlemeye başladı. Çözüm bekleyen ilk sorun ise sanayileşmenin gerektirdiği sermayeyi sağlayabilme sorunuydu.
Troçky önderliğindeki sol muhalefet, hızlı bir sanayileşmeyi ve hızlı bir sermaye birikimini savunuyordu. Preobranjinsky'in detaylandırdığı bu yaklaşıma göre, kapitalizm bir ilk birikim üzerinde yükseldiyse sosyalizm de aynı biçimde sosyalist bir ilk birikim üzerinde yükselecekti. Tekelci kapitalizmle mücadele, sosyalist tekelcilikle mümkündü. Bu, sanayileşmenin faturasının köylülüğe yüklenmesi anlamına gelmekteydi. Kapitalist ilk birikim; doğal ekonominin bağrında doğmuş ve mülksüzleşmiş köylü yığınlarının sömürülmesi esasına dayanmıştı. Sosyalist ilk birikim de, (SSCB'de böyle bir olanağı sağlayacak tek tabaka olan) köylülüğe yönelmek durumunda kalacaktı.
Preobranjinsky'nin görüşlerine Buharin, bu kez sağdan eleştiriler yöneltti. Onun açısından sanayileşmeyi köylüden sağlayacak birikime dayamak yanlıştı. Kulaklara karşı takınılan düşmanca tavır terk edilmeli ve aşırı merkezci bir politika yerine tarımsal gelişme ritmini dikkate alan bir sanayileşmeye yönelinmeliydi. Kilit sektörler sosyalist mülkiyet altında oldukları için kulakların tasfiyesi kendiliğinden gerçekleşirdi.
Oysa NEP dönemi boyunca, küçük üretim Lenin'in deyimiyle her saat, her dakika kapitalist ilişki üretmiş, kulaklar güçlenmişti. Kulakların tasfiyesini kendiliğindenciliğe bırakmak, sanayinin ancak ara sanayi bağlamında gelişmesi demekti. Stalin şöyle diyordu: " İleri ülkelerin 50-100 yıl gerisindeyiz. Bu mesafeyi on yılda kapatmak zorundayız. Ya bunu başaracağız ya da yok olup gideceğiz"
Bu yolda, yani sanayileşme yolunda başarı, tüketim ve ara malları sanayinin gelişmesini kısmak pahasına kaynakların çok büyük bir bölümünün ağır sanayileşmeye aktarılmasını gerektiriyordu. Diğer bir deyişle tarımsal üretim sanayileşmenin bir aracı olarak kullanılacaktı.
Ancak küçük üretim yaygınlığı, böyle bir olanağı engellemekteydi. Geriye tek çözüm olarak tarımın hızla kolektifleştirilmesi kalıyordu. Çünkü, kolektifleştirme, devletin tarım ürünleri üzerinde tam bir denetimini sağlayacak ve kolektif çiftliklerde yapılacak sözleşmelere göre tarımda yaratılan ekonomik fazlayı yeterli biçimde değerlendirme olanağı yaratacaktı. Üstelik kolektifleştirme tarım makineleri üretimi için, üretim ve dolayısıyla sanayileşmenin gereksindiği finansmanın oluşturulmasına katkıda bulunacaktı.
Böylece ekonomiyi canlandıracak işlevini yerine getiren NEP dönemi sona eriyor, yerini tarımda kolektifleştirme ve ağır sanayileşme süreci alıyordu.
1928 yılında uygulanmaya başlanan ilk 5 yıllık plan, dünyada örneğine ilk kez rastlanan oranlarda kaynakların sanayileşme çabasına aktarılmasını öngörmekteydi. Ulusal gelirin 1/3'ü sanayi yatırımlarına ayrılmıştı. Bu oran Çarlık Rusya'sındaki yatırım miktarının 2,5 ve aynı dönem İngiltere'sindeki yatırım miktarının 2 katıydı. Yatırımların 2/3'ü sanayiye ayrılmıştı. Dünya savaşının yaklaştığı dönemde bu oran %86'yı bulmuştu.
SSCB'de 2. dünya Savaşı dışında kalan sanayileşme kampanyası yılları sırasında, toplam sanayi üretiminin artış hızı, yılda ortalama %18, toplam ulusal üretim (gelir) artış hızı da %18 olmuştu. Böyle bir hız, ulusal üretimin her 5 yılda bir, iki katına ulaşması anlamına gelir. Kapitalist dünyanın en parlak dönemlerinde elde edilen üretim artışı hızlarının iki katına yakın bir gelişmedir bu... Nitekim, ABD'nin altın çağı olan 1880'lerin ikinci yarısında bu hız %8,6 1890'ların Rusya'sında %8, 1907-13 yılları Japonya'sında %8,6 olabilmiştir ancak. Bu hızı 1899-1912 ABD yapım sanayilerinde görülen %5 büyüme hızıyla ve 1885-1913 yılları arasında Britanya'da görülen %3 büyüme hızlarıyla karşılaştırmak daha anlamlı olacaktır.(63)
SSCB'nin her defasında plan hedeflerini fersah fersah geride bırakan atılımı, hiç kuşkusuz partinin saptadığı hedefleri kitleye mal edebilmesinin, yani perspektiflerini maddi güç durumuna dönüştürebilmesinin bir sonucudur. SBKP ve Stalin, bu dönem kitle ruhunu yakalayabilmenin ve onun sahip olduğu o muazzam potansiyeli değerlendirebilmenin en büyük örneklerinden birini vermiştir ve kuşkusuz SSCB'nin bu atılımı yüzyılımızın en önemli olgularından biridir.
Tarımın kollektivizasyonu sürecinde kullandığı yöntemlerden dolayı Stalin'i eleştirenler, ütopyacılığın soyut mantık kurallarından kurtulamamaktadır. Bugün de, Troçki'nin "Partinin ve devrimin gelişmesindeki her aşamada, her yeni kitapta yeni moda olan her teoride, yeni bir zigzag, yeni bir falso yapan, teorik ve pratik biyografisinin tamamı, bolşevizmin formel çerçevesi içinde işlenmiş bir hatalar zinciri olan, Marksizmi bütün somut gerçeklikten boşaltarak, bir fikirler oyununa, çoğu kez sadece şifahi bir safsataya dönüştüren medrese kafalı, küçük burjuva çizgiye en uygun teoriysen" olarak nitelediği Buharin'i "yeniden değerlendiren" yaklaşımın kökeninde bu durum yatmaktadır.
Oysa şu gerçek çok açık: SSCB on yıl içinde sanayileşmek zorundaydı. Yoksa ufukta görünen dünya savaşında yok olması kaçınılmazdı. Sanayileşme yolunda kullanılacak tek ve başlıca kaynak da kırlardı. Eğer Buharin'in önerdiği yollar izlense, hiç kuşkusuz, SSCB, 2. Dünya Savaşı başladığında, hala sanayileşmeye çalışıyor, kulakların kendiliğinden tasfiyesini bekliyor olacak ve savaş, sosyalizmi boğacaktı. Böyle bir sonuç Stalin'in önderliğindeki sanayileşme sayesinde engellendi.
Devrimden sonra büyük toprak sahiplerinin tasfiyesi ve toprağın köylülere eşit olarak dağıtılması, zaten toprağa bağlı tutucu bir sınıf olan köylülüğe, mülk sahibi olarak, sosyalizmle çelişen bir karakter kazandırmıştı. Gerçi köylülük eşit toprak dağıtımı nedeniyle iktidarı desteklemiş ve iç savaşın kazanılmasında köylülüğün bu temelde yükselen desteğinin büyük payı olmuştu. Ama NEP dönemi boyunca köylülük içinde farklılaşmanın başlaması ve kulakların giderek iktidarla çatışacak boyutlarda güçlenmesi rahatsızlık verici bir düzeye ulaşmıştı.
Sanayi-tarım ilişkisinin niteliği, bir bütün olarak tarımın kollektivizasyonu ve planlı üretimle, sanayi için gereken birikimin ancak sağlanabilecek olması gibi nedenlerle birleşince, kulakların tasfiyesi ve bu yolda "zor"un kullanılması kaçınılmaz olmuştu. Nitekim, kollektivizasyon süreci, bir çok kaynakta hala bir iç savaş olarak yer alır. Sürecin bağışlanmayan niteliği, bir çok durumda kollektivizasyonun ikna temelinde değil zor temelinde yükselmesini getirmiştir. Örneğin, kulaklar nasıl olsa elden gidecek düşüncesiyle büyük bir kesim hayvanı katliamına girişmişlerdi; öyle ki, 1929 rakamlarına ancak on yıl sonra ulaşılabildi.
"Zor" , tek başına gerici bir eylem değildir. Ona gerici yada ilerici niteliğini veren, onun hizmet ettiği amaç ve hedeflerdir. Toplumsal kullanmanın nesnel gerekleri ile bireysel gereksinmelerle ve bireylerin bu gereksinmeleri değerlendiriş biçimleri arasında bir çatışmanın yer aldığı bütün durumlarda olduğu gib, kişisel değerlendirme tarihsel süreci engelleyebilir ve geciktirebilir ama ilelebet durduramazdı.
Ayrıca, bireylerin olayların gidişi karşısındaki tavırları, değişmez ve kaçınılmaz şeyler değildir, zamanla nesnel gelişmelerle uzlaşacaktır. Böyle bir uzlaşmada esas alınacak olan, sözkonusu dönüşümün son çözümlemede toplumun yararına olup olmayacağıdır. Tarımın kollektivizasyonu, sonranın ileri sanayisini yaratmış, bu refahtan kırlar da fazlasıyla yararlanmıştır. Dolayısıyla, Stalin önderliğinin yaptığı, köylüye karşın onun geri niteliğini de aşarak, köylüyü ve tüm toplumu ilerletme çabasıdır. Ve bu yolda "zor" hiç kuşkusuz devrimci bir eylemdir.
Ayrıca hiçbir biçimde, Stalin'in, olayı çoğunluğu karşısına alarak gerçekleştirdiği söylenemez. Tam tersine, kitle durumunu çok iyi değerlendirme ve onun desteğiyle, ancak bu sayede, sanayileşme atılımına giriş söz konusudur. Tek başına geniş ve yaygın ilgi gören, binlerce "iş kahramanı" yaratan Stakhovanist Hareket bile bu yolda yeterli bir ölçüdür.

SOSYALİST SİSTEM VE BLOK SORUNLARI
Sosyalizm, genel hatlarıyla koyduğumuz bu süreç sonucunda maddi varlığa dönüşmüş ve bir sistem olmuştur. Bu sistem,her anlamda kapitalizmin ilerisinde bir dünya sistemidir ve gelişen bir güçtür. İkinci Dünya savaşının sonuçlarını vurgularken ifade ettiğimiz gibi, savaştan güçlenerek ve bir blok oluşturarak çıkmıştır.
Sosyalist sistem ve sosyalist blok kavramları bir çok durumda birbirine karıştırılmaktadır. Sosyalist sistemden anlaşılması gerekeni kısaca; üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyeti, kapitalist kar aracının yerine insanların gereksinmelerinin karşılanması amacını, fiyat mekanizmasının yerine plan mekanizmasını koyan; bir bütün olarak üretim olgusunu sermayenin değil, insanlığın geleceğine yönelten, bilimsel ve kültürel gelişmeyi esas alan, burjuva devlet biçimleri yerine, proletarya demokrasisini koyan; kır ile kent, kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişmelerin giderilmesi temelinde, sınıfsız ve özgür toplumsal aşamaya varmayı amaçlayan ülkelerin varlığı biçiminde özetleyebiliriz. Dolayısıyla bu amaçlara uygun ülkelerin varlığı, sosyalist sistemin varlığı yada yokluğu anlamına gelir ve aynı bağlamda bu soruya verilecek karşılık, doğrudan tarih ve geleceğe ilişkin anlayışlarla bağlantılı bir nitelik taşır.
Tek ülkede sosyalizmin inşaasının gerçekliği üzerinde yükselerek sosyalist sistem vücut bulmuştur. Sosyalizm, günümüz dünyasında yaşanan ve gelişen bir gerçek, maddi bir varlıktır, her anlamda kapitalizmden ileri bir toplumsal bileşkedir. Burada, işlerliğe yüklediğimiz anlam göreceli değildir, doğrudan yukarıda sıraladığımız ölçülerle bağlantılı bir durumdur. Kuşkusuz sosyalist sistem, çeşitli sorunlarla yüzyüzedir, çeşitli sorunlara gebedir ve kendi iç çelişmelerinide içerir. Ancak olayı, bu sorunları tarihsel materyalizmin penceresinden bakarak değerlendirebildiğimiz ölçüde doğru bir noktaya ulaşabiliriz. Tersi durumda bazı karışıklıklardan yola çıkarak detayların içinde boğulma anlamına gelecek yanlış çıkarımlar, çözümlemeler kaçınılmaz olur.
Bir bütün olarak insanlık, onbinyılı aşkın bir zamandır, (Ekim Devrimine kadar) özel mülkiyeti esas alan toplumlara sahne olmuş, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin biçimi toplumları şekillendirmiştir. Binlerce yıl süren ve neredeyse insan varlığının bir parçası durumuna gelen bu olguyu yadsıyarak oluşan ve gelişen, bu temelde sınıfsız toplumsal hayata ilerlemeye çalışan bir sistemin, bunu sorunsuz, çatışmasız, çelişmesiz atlatması eşyanın tabiatına aykırıdır.
Üstelik bu sistem, özel mülkiyet toplumlarının en ileri örneklerinde, sanayileşme sorununu çözmüş ülkelerde değil; onların gerisinde kalan ülkelerde, bu ileri örneklere karşı mücadele ile birlikte örgütlenmek durumunda kalmış, hem onların ilerisine geçmek ve hem de onları alt etmek zorunluluklarıyla karşı karşıya gelmiştir. Böylesi koşullarda, tek tek ülkelerde devrimin gerçeklik kazanması temelinde yükselmesi, sözkonusu süreci daha da sancılı kılmıştır.
Tarih önünde 60-70 yıllık bir dönem, yoğun içeriğe karşı uzun sayılmaz. Dolayısıyla, sosyalizmin gerçek olmadığı ya da bu yoldaki denemelerin başarılı olmadığı şeklindeki olmaktan başka
Tarih önünde 60-70 yıllık bir dönem, yoğun içeriğe karşı uzun sayılmaz. Dolayısıyla, sosyalizmin gerçek olmadığı ya da bu yoldaki denemelerin başarılı olmadığı şeklindeki yaklaşımlar, burjuva ideolojisinin çeşitli uzantılarının saldırıları olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Her şeyden önce tamamı sanayileşmiş olan bir dizi ülkenin üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini temel alarak ileri sanayi ülkeleri durumuna gelmeleri ve insan hakları sorunları temelinde, insanların barınma, eğitim, iş, sağlık sorunlarını önemli oranda çözümlemeleri, başarısızlık iddialarını yadsır.
Bununla birlikte, sosyalizmin tarihi ve bugün bulunduğu nokta hiç kuşkusuz pek çok eksiklik ve yanlışlığı içermekte ve her defasında faturası ağırlaşan sonuçlar çıkmaktadır. Sosyalizmi bir sistem olarak başarılı bulmak ve maddi bir varlık olduğundan söz etmek bu eksik ve yanlışlıkların yadsındığı anlamına gelmez, ancak bu yanlışlıklar onun toplumsal karakterini değiştirecek boyutlarda değildi.
Sosyalist sisteme yönelik en kapsamlı eleştiri Troçky'den gelmiştir. Troçky, hem tek ülkede sosyalizm anlayışını, hem de SSCB'ye yönelik eleştirilerini kapsamlı bir şekilde ancak sürgün edilmesinden sonra ortaya koymuştur. Gerçi, aynı mantığı daha önce de (yeterince sistemli biçimde olmasa dahi), çeşitli biçimlerde ifade etmiştir.
Ancak devrimin ilk yılların fiili önderlerinden biri olarak, eleştirileri sosyalizmin yadsınmasına dönüşmemiştir. Oysa sürgüne gittikten sonra, tek ülkede sosyalist inşanın olanaksızlığı görüşünün mantığını şöyle ifade etmektedir: "Kapitalist toplumun üretici güçlerinin gelişmesi, çoktan beri ulusal sınırların dışına taşmış durumdadır.... Dünya bütünlüğünün bir parçasını oluşturan ülke, gelişmesinin coğrafi, kültürel ve tarihi koşullarını göz önünde bulundurmadan ulusal çerçeve içinde ekonominin tüm dallarını birbiriyle kapalı bir oransallık içine sokmaya çalışmak, gerici bir ütopyadan başka bir şey değildir." (64)
Ekim Devrimi ve izleyen süreci ise, Marks'ın Louis Bonapart iktidarını çözümleyebilmek için kullandığı yöntemden esinlenerek, hiçbir sınıfın iktidarı ele alabilecek durumda olmamasını, olası tek iktidar biçimi olarak tanımlamaktadır. Bu durumda devlet, toplumun üstünde ve göreceli olarak bağımsız bir nitelik taşımaktadır.
Görüldüğü gibi Troçky,önderlerinden biri olduğu devrimi ve iktidarı nitelemede, sürecin dışına çıkarıldığı zamandan itibaren açıkça karşıya geçmiş ve tek ülkede sosyalizm anlayışını gerici bir ütopya sayla noktasına kadar gitmiştir. Öyle ki, devrimin üzerinden oniki yıl geçtikten sonra bile 1929 yılında iktidarı elinde tutanlara şöyle seslenmektedir: "Hayallere kapılmayalım, elimizdeki talihsiz bir moratoryumdur. Eskisi gibi geçici bir soluklanma aşamasındayız hala"(65)
Troçki'yi bu noktaya savuran neden, eşitsiz gelişme yasasının uzağına düşmesi ya da en azından yeterince kavrayamamasıdır. Nitekim, Troçki'nin bu değerlendirmeyi yaptığı dönem, SSCB'de Stalin önderliğinde planlı sanayileşme atılımı başlamış ve bu sayede emperyalist saldırı durdurulmuş; geçici soluklanma bir yana , sosyalist yükseliş başlamış dünyanın 1/3'ünü kapsayan bir blok oluşturulmuştur.
Troçky'e göre iktidarı elinde tutan parti giderek toplumun üzerinde bir nitelik kazanmış, üretim ilişkileri en azından sosyalist eğilimli kalmakla ve devlet en temelde işçi devleti niteliğini korumakla birlikte, bürokrasi ayrıcalıklı bir konuma oturmuştur. Troçky, bürokrasiyi bir sınıf olarak nitelemiş ancak ona bu tür bir işlev yüklemiştir. Çözüm ise politik bir devrimdir.
Şöyle demektedir; "Plan, bürokrasini çıkarları yerine üreticilerin çıkarlarına göre belirlenecek olsal o zaman üretici güçlerin ekonominin çeşitli sektörlerine dağılmasının ve genel olarak planın sahip olduğu içeriğin bütününün köklü biçimde değişeceğini vurgulamak gereksizdir. Ancak asalak Oligarşinin yıkılması sorunu, kamulaştırılmış mülkiyetin korunmasına bağlı olduğu sürece, gelecekteki devrimi politik bir devrim olarak adlandıracağız."
Troçky, SSCB için toplumsal bir devrimi gereksiz bulmaktadır. Çünkü ona göre SSCB'de değiştirilmesi gereken alt yapı değil, iktidarı elinde tutan güçtür. Kısacası, bürokrasinin tasfiyesi ile sorun çözümlenecektir. Özel mülkiyetin olmaması, planlı üretimin köklü bir değişiklikle aksaklıklarından arındırılabilecek bir karaktere sahip olması, toplumsal bir devrimi gereksiz kılmaktadır. Söz konusu köklü değişim ise, bürokrasinin tasfiyesi ile gerçekleşecektir ki bu da politik devrim anlamına gelmektedir.
Troçky'nin yaklaşımlarında üç önemli sorunun karşılığını bulamayız. Birincisi; toplumun üstünde yer alan, farklılığı sistemleşmiş ve ancak siyasal bir devrimle uzaklaştırılabilecek bir kastın (kast nitelemesi Troçky'den sonra kullanılmaya başlanmıştır. Sweezy, Baran, vb.), üretim ilişkilerini dönüştüremememsinin nedenlerinin karşılığını bulamayız. Bu yolda verilen Katolik kilisesi ya da Germanik topluluklar örnekleri hiçbir açıklayıcılığa sahip değildir. İkincisi; bu kadar yozlaşmış bir iktidara karşın, devletin hala işçi devleti ve ilişkilerin "en temelde" da olsa sosyalist eğilimli olarak kalmasının karşılığı yoktur.
Kendisine Troçkist diyenler, devrimin üzerinden geçen 71 yıla karşın, bugün de işçi devletinden ya da sosyalist nitelikli (eğilimli) ilişkilerden söz edebiliyorlar ki, en azından tarih biliminin işleyiş kuralları açısından yanlıştır. Üçüncüsü; bürokrasinin artı değeri kendisi için üretmemesi bir yana, bürokrasinin en tepesinde yer alan bir bürokratın tasfiyeye uğrayarak tüm ayrıcalıklarını yitirmesinin SSCB tarihinde sayısız örneği vardır. (Melenkov, Molotov, Kruşçev, Podgorni vb.) Yönetim kademeleri bazı ayrıcalıklara sahip olsa da, sermaye biriktirme ve bu sermayeyi kullanma şansına sahip değildir. Üretimin sosyalist niteliği böyle bir olasılığı ortadan kaldırmaktadır.
Troçky'nin açmazları, o çok sözü edilen öngörülerinin tutmaması ve sorduğu soruların yanlış ellerde çok değişik bir nitelik kazanmasına neden olmuştur. Bugün, Troçkizm denilen "akım" bir devrim önderinden, bir askeri komutandan yola çıkmasına karşın tam bir "iktidarsızlık doktrinine " dönüşmüş, Troçky'den kala kala kronik bir muhalefetçilik ve bürokrasi eleştirisi kalmıştır. Troçky'e göre 2. Dünya Savaşı, dünya devrimiyle sonuçlanacaktı. Lenin'in daha yüzyılın başlarında saptadığı bilimsel ve teknolojik devrimi hiç hesaba katamadı, entegrasyonu hiç düşünemedi. Olay, Troçky'nin savunulmasından çok dünya devrimi beklentileri tutmayan Troçky'nin ihtilalci yanının görülmemesi ve küçük burjuva aydınlarlın muhalif tutumlarına uygun bir zemine oturtulmasından başka bir şey değildir.
Troçky'nin savlarının etki alanı geniş olmuştur. Denilebilir ki, Troçky'den sonra SSCB'ye ve sosyalist sisteme yönelik eleştirilerini birçoğu Troçky'den etkilenmiş ya da en azından onu hareket noktası olarak almıştır. Yugoslavların, Çinlileren ve Batılı Marksistlerin eleştiri, suçlam, sav ve iddialarında Troçky'nin etkisini görmek olasıdır. Bu yaklaşımların içinde önem kazanan, ÇKP'nin eleştirileridir. Gerçi ÇKP'nin eleştirileri en az inandırıcı ve derinlikte olanıdır; ama olayı akademik düzeyden çıkararak politik bir eksene yerleştirdiği ve dünya düzeyinde etkili kıldığı için önem kazanmaktadır.
ÇKP'nin savları, gerçekte ÇKP'ne egemen olan oportünist, dar pratikçi ve pragmatik karaktere uygun olarak üretilmiş savlardır. Buna göre, Stalin sonrasında kapitalizmin yeniden resterasyonu başlamış ve SSCB, "sosyal emperyalist" bir karakter kazanmıştır. ÇKP bu durumu 10-15 yıllık bir sürece sığdırmaktadır.
Stalin döneminde de geniş adımlar atarak yerleşen sosyalizmin böyle bir süreçle karşıtına dönüşebilmesinin kuşkusuz bilimsel bir temeli yoktu. Bu nedenle örneğin Lin Piao; aksaklığı, (sosyalist demokrasi ve dolayısıyla sosyalizmi denetleyecek kurumları oluşturamadığı için) Stalin'e yükler. Kuşkusuz bu yönelişin gerçek muhatabı Lenin'dir. Çünkü SSCB'de sosyalist demokrasi anlayışı Lenin'le biçimlenmiş, "Devlet ve Devrim" de saptanan ilkeler, SBKP'nin bugüne kadar bu bağlamda süren politikasının eksenini oluşturmuştur. Lin Piao buradan hareketle Çin Kültür Devrimine, söz konusu boşluğu dolduracak, sosyalizmden sapmaları önleyecek aygıtları doğuracak bir misyon yüklemiştir.
Mao ise öldükten kısa bir süre sonra yargılanmaya başlanmıştır. Kruşçev'in 1956'da başlattığı "destalinizasyon", 1966'da terkedilmiş ve Stalin'in kişiliğinde anlamını bulan sosyalist alt yapı, bu süreçten önemli bir zarar görmemiş, eski uygulamalara dönülmüştür. Buradan, Kruşçev revizyonizminin etkilerinin kalktığı sonucuna varılamaz. Aksine revizyonizm geleneksel süreçlerin bütünlüğünü içeren bir sistematik kazanmıştır.
Buna karşılık Mao'nun karşıtları birbirine dönüştüren, çatışan uçları uzlaştıran felsefi yanlışlıklarını kendisine dayanak yapan ÇKP pragmacılığının savları bugün büyük oranda yıpranmış ve gerilemiş savlardır. SSCB ile Çin'in pratikteki dalgalanmalarının bir bütün olarak sosyalist alt yapıda yarattığı etkinin farklılığı, sosyalizmin inşası anlamında iki ülke arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. SSCB'de sosyalist inşa ağır sanayi sorununun çözülmesi temeline oturduğundan sistemin sapmalara karşı direnci daha yüksek olmakta; buna karşılık Çin'de bu sürecin sağlıklı biçimde tamamlanamaması, ülkeyi savrulmalara daha açık bırakmaktadır.
Dolayısıyla sosyalist sistemi değerlendirirken, Arnavutluk'un sistem açısından önem arzetmeyen durumu ve Çin'in sosyalist alt yapıyı sağlıklı temellere oturtamamasından dolayı, hareket noktamız SSCB'de simgelenen sistem olacaktır. SSCB'de sosyalizmin sorunları iç ve dış sorunlar olmak üzere irdelendiğinde:
İçerde olay daha çok bürokratizmi aşmak ve üretimin plan niteliğinden kaynaklanan üstünlüğünü yüksek bir teknolojiyle desteklemek konusunda odaklaşmaktadır. Bu iki sorun ortaya hantal bir görüntü çıkarmaktadır. Halen özellikle bürokratizmin kökenlerinde yatan nedenlerin karşılığı, bu konuya ilişkin yapılan çeşitli açıklamalarda yeterince dile getirilmektedir.
Mars, Paris Komünü'nü değerlendirerek sosyalizm anlayışını açarken, konumuz açısından önemli iki noktanın üzerinde durmuştur. İlki sosyalizmle birlikte ordunun dağıtılması ve yerini sivil savunma milislerinin alması gerekliliği idi. İkincisi ise bürokratizmdi. Marks'a göre hiçbir şey hiyerarşik düzen içinde yukarıdan aşağıya görevli atamak kadar sosyalizme yabancı olamazdı.
Ancak Marks'ın bunları söylerken düşündüğü sosyalizm, bir dünya sistemiydi. Tek ülkede sosyalizm gerçekleri ise bu durumdan bir hayli uzaktı. O, emperyalist dönüşümü, topyekün paylaşım savaşlarını, emperyalizmin can simidi gibi sarılacağı nükleer silah belasını görmemişti ve o süreçte sosyalizm en ileri sanayi ülkeleri için öngörülüyordu. Dolayısıyla sosyalizm, komünizme geçişin koşullarını olgunlaştıracak kısa bir dönemdi. Aynı şeyler devrim sonrasının Lenin'i için de geçerliydi. 1918 yılanda, "Komünizmi görüyorum. Elle tutabileceğim kadar yakınımızda" diyen Lenin'in, dünya devrimi umutları henüz canlı olan bir noktadaydı. Ve sosyalizmi kısa bir ara aşama olarak görüyordu.
Ancak hayat çok değişik bir ortam dayattı. Bu, geri bir ülkede sosyalist bir inşayı, emperyalist kuşatma altında oluşturma zorunluluğuydu. Bürokrasi de bunun bir sonucu olarak, yani Troçky'nin iddia ettiği gibi Leninist parti anlayışının sakatlığından değil ama tek ülkede sosyalist inşanın dayattığı sorunların kaçınılmaz bir sonucu olarak doğdu. Bu kaçınılmazlık neydi?
Birincisi, emperyalist kuşatma sözkonusuydu. Bu, bir yandan orduyu dağıtmayı , bir yandan daha da güçlendirmeyi zorunlu kılarken, öte yandan partiye salt öncülük ya da yol göstericilik değil, yanı zamanda yöneticilik misyonunu da yüklemişti. Çünkü, varolmak, devleti güçlü bir biçimde ayakta tutmaktan ve kurumları sürekli denetim altına almaktan geçiyordu. Öncülük, yöneticilik ve denetleyicilik böylesine önem kazanırken, bu etkinliklerde görev alanların sayısı arttı. Bu durum, bürokrasiyi kaçınılmaz kılan çok önemli bir nedendi.
İkincisi, SSCB harap bir ekonomi devralmıştı. Kısa bir sürede ya yok olacak ya da sanayileşecekti. Sanayileşmek ise tarımda kollektivizasyondan geçiyordu. Kısa sürede aşılması gereken bu yoğun içerik bürokrasiye güç kazandırdı. Çünkü "plan", çok sayıda insanın özel olarak bu kurumda uzmanlaşmasını kaçınılmaz kılmaktaydı.
Üçüncüsü, SSCB bir halklar ve milliyetler mozayiği idi. Bu karmaşık ulusal doku, ulusların yazgısını belirleme ilkesine uygun olarak çok sayıda özerk cumhuriyeti ve bölgeyi doğurdu. Bu da her birinde ayrı örgütler ve kurumlar demekti. Ve bürokrasinin kabarmasını kaçınılmaz kıldı.
Dördüncüsü, sosyalizm aşaması sanıldığı kadar kısa bir dönem olmayacaktı. Nükleer silahların gölgesinde asalak ve çürüyen kapitalizm yaşıyordu ve emperyalizmin ciddi bir tehlike olduğu dünyada, sosyalist sistem , kurumlarını yaşatmak zorundaydı. Bu da bürokratizmin ömrünün uzamasını kaçınılmaz kıldı.
Bu dört neden, bürokrasinin oluşmasını ve güçlenmesini yeterince açıklamaktadır. Bürokrasinin giderek sosyalist sistemin kurumu durumuna gelmesinde ise dördüncü etkenin önemi büyüktür. Kapitalizmin ve dolayısıyla özel mülkiyetin güçlü biçimde yaşadığı bir dünyada konünizm olanaksızdı. Sosyalizmin ileri örneklerinde komünizmi karşılayan ilişkiler mutlaka olur. Ama bir bütün olarak komünizmin üst ve yetkin aşamasının, sistem durumuna gelmesinin koşulları yoktur. Bu da ömrü uzayan sosyalist aşamanın giderek başlangıçta varolan dinamizmini yitirmesi anlamına gelir.
Devrim sürecini yaşamamış, kapitalizmin çürümüşlüğünü yaşayarak öğrenmemiş kuşaklar için onbinlercie yılın eğilimi olan özel mülkiyet duygusu, dünyada egemen olma durumunu sürdüren emperyalizmin etkin ve yaygın propagandasi sonucu, önemli bir tehlike olarak belirmektedir. Eğer dünyada üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde yükselen bir sistem olmasaydı, bu durum bir avantaja dönüşebilirdi. Ama böyle olduğu doğrusu boşluk sözkonusudur. Devrim döneminin coşkusu, mülkiyet duygusunun doğurduğu kapitalizmi yaşatan dinamizmi çözmüş, Stalin döneminin Stakhovanist hareketi, aynı işlevi yüklenmiştir. Ama sonraki kuşaklar açısından benzeri şeyler sözkonusu olmamıştır. Çünkü bürokratizm artık toplumsal heyecanı ayakta tutacak dinamikleri hareketli kılacak canlılığa sahip değildir ve çünkü bürokrasinin kendisi artık hantal, dev bir kamburdur.
Bu niteliğiyle bürokrasiyi bir sınıfı ya da kast olarak niteleyemeyiz. Burada alınacak ölçü, bürokrasinin bazı ayrıcalıklara sahip olması değil, üretim araçları üzerindeki mülkiyet sorunudur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin sosyalist niteliği, bürokrasinin bu araçların kullanmak yoluyla sermaye biriktirmesine engel olmakta, yani farklılaşma eğiliminin ortaya çıkması durumunda sistem kendisini savunmakta ve farklılaşmayı engellemektedir. Üretim araçlarının mülkiyetini kendi lehine değiştirmeyen bir sınıf ya da kast bu anlamda yoktur.
Toplum açısından giderek bir fazlalık durumuna gelmesi, bürokratizmin tasfiyesini kaçınılmaz kılar. Bürokrasiyle bürokratizmi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Devlet kurumlarını oluşturan kadro anlamına oturtabileceğimiz bürokrasi ile bu kadronun "kendisi için" eğilimler kazanmaya başlaması anlamına gelen bürokratizm aynı şey değildir. Bugün SSCB'de bürokratizme karşı girişimleri de bu temelde değerlendirmek, kendisi için sermaye üretememekle birlikte, giderek toplumun üstende bir noktaya giden bürokratizmin, bu niteliğiyle, toplumsal gereksinmelerin dışında bir fazlalık durumuna gelmesine bağlı olarak sistemin kendisini savunması olarak açıklamak gerekir.
Bugün yaşanan süreci, bazılarınca yapıldığı gibi siyasal bir devrim olarak nitelemek mümkün değildir. Böylesi bir niteleme, Troçky'nin 60 yıl önce söylediklerinin doğrulanması anlamına gelir. Hatırlanacağı üzere Troçky SSCB'de aksaklıların giderilmesi için gerekli olanın toplumsal bir devrim değil, siyasal bir devrim olacağını söylemişti. Böylece bürokrasi tasfiye edilecek ve planlı üretim köklü düzenlemelerle aksaklıklardan arındırılacaktı.
Bugün de kaba bir değerlendirme ile SSCB'de yapılan, bürokratizm tasfiyesi ve bu şekilde üretimin düzenlenmesi yani Troçky'nin doğrulanması olarak görebiliriz. Ancak olay bu değildir. her şeyden önce Troçky için bürokratizm, Leninist partinin karakterinden kaynaklanmaktaydı. ve siyasal devrim ya da bürokratizmin tasfiyesinden kastettiği Leninist partinin kendisini tasfiyesi idi. Oysa olay, partinin halk hareketiyle tasfiyesi değil, partinin kendini yenilemesi ve halkın bu durumu desteklemesidir ki, yerleşik düzenin kendini denetimi anlamına gelir ve Troçky ya d a benzerlerinin yadsınmasından başka bir şey değildir.
SSCB'nin bir diğer önemli sorunu da, emperyalizmin teknolojik düzeyde gerilerde bırakılamaması ve hatta bir çok alanda emperyalist teknolojinin gerisinde kalmasıdır. Oysa geçmişte durum değişikti. Sosyalist inşa döneminde, kalkınma Sovyet teknolojisiyle başarılmış ve sıfırdan yola çıkılarak on yıl içinde nükleer teknolojiye geçen SSCB, teknolojik ilerleme ve emperyalist teknolojiyi geçmenin simgesi dönüşecek olan uzay teknolojisi adımını atmış, uzaya fırlatılan ilk uydu bir Sovyet uydusu olurken, insanlı ilk uçuşu da SSCB başarmıştı. Ancak söz konusu baş döndürücü hız giderek duruldu ve emperyalizmle süren teknolojik savaş kesin bir üstünlüğe dönüştürülemedi.
Bu konunun nedenleri yolunda, örneğin, ABD'nin silahlanmayı tırmandırmasının diğer alanlarda ilerlemeyi kösteklemesi bir açıklamadır. Emperyalist bir ülke olarak ABD'nin geliri, SSCB'den fazladır. Biri dünyanın zenginliklerini yağmalarken, öteki kendi kaynaklarını kullanmak ve bu arada sosyalizm anlayışının gerektirdiği uluslar arası harcamaları karşılamak durumundadır. Revizyonist politikalar, bu harcamaları daha da kabartmaktadır. Örneğin tek başına "kapitalist olmayan yol" anlayışı, SSCB'ye kabarık bir fatura çıkarmıştır. Eşit olmayan gelirlere karşın ABD ekonomisi için bile ağır bir yük olan silahlanma harcamalarına eşit biçimde katılmak, diğer alanlarda teknolojik ilerlemeyi engellemekteydi. Buna, savaş sonrası yaşanan bilimsel ve teknolojik devrimle birlikte bilim ve üretim arasındaki yakın bağı fark eden emperyalizmin, bilimsel harcamalara, giderek daha çok fon ayırmasını ve bilimsel çalışmaları yoğunlaştırmasını ekleyebiliriz.
Ancak bunlar SSCB'nin bir çok daldaki geri teknolojisini tek başına açıklamaya yetmez. Yenin, daha yüzyılın başında, emperyalizmi yok edecek nedenlerden biri olarak sosyalizm ile bilimsel devrimi gösterirken, böyle bir devrimin gerçekleşeceğine ilişkin inancı, bilime, sosyalizm ve kapitalizmin yaklaşımındaki farklılıktan kaynaklanıyordu. Bilim, sınıflı toplumlarda hep baskıya ve kovuşturmaya uğramış, bağımsız gelişmesi engellenmiş, egemen sınıf ve katların belirlediği çerçevede gelişmeye zorlanmıştı.
Oysa, sosyalizm bilimin üstündeki bu engelleri kaldıracak , her türlü koşullanmışlıktan uzak bir zemin üzerinde gelişmesinin olanaklarını yaratacaktı. Nitekim SSCB, gelişmenin her alanında olduğu gibi bu alanda da örneğini vererek, önemli atılımlar yapmıştı. Ne var ki, süreç içinde sosyalist sistem diğer alanlarda olduğu gibi teknolojik gelişme alnında da hızını yitirdi ve sosyalizmin karakterinden kaynaklanan avantaj yeterince kullanılamadı. Bürokratizmin tasfiyesi kuşkusuz diğer ekonomik, siyasal sorunlar gibi bu alanda da bir toparlanma ve atılım olacaktır.
SSCB'nin iç sorunları yanında, dış sorunları ya da dış politikaları da günümüz sosyalist sisteminin değerlendirilmesinde önem taşımaktadır. Kapitalizm-sosyalizm çatışmasında SSCB'nin yüklendiği misyon ve olayın ulusla kurtuluş hareketlerine yansıyış biçimi düşünüldüğünde, sorunun önemi daha iyi anlaşılır.
SBKP'nin faturası doğrudan SSCB halklarına çıkan dış politikasına egemen revizyonist yaklaşımlarını üç ana başlık altında toplayalım:
İlki, barış içinde bir arada yaşama politikasının sağ uygulamasıdır. ABD'nin başlattığı soğuk savaş ile birlikte, bir savunma anlayışıyla oluşturulan söz konusu yaklaşımın asıl mimarı Kruşçev'dir. Tasfiye edildikten sonra Kruşçev'in SSCB'nin iç sorunlarına ilişkin politikalarının terk edilmesine karşın, uluslar arası sorunlara yaklaşımı terk edilmemiş, daha da eklektik biçimde savunulmuştur. Öncelikle savaşa karşı olmakla, Kruşçev'in 'barış içinde bir arada yaşamak' anlayışı arasındaki farkı kavramak gerekir. Savaşlara, emperyalist saldırganlığa karşı çıkmak devrimcilerin görevidir. Ancak bu anlayış, uzlaşmacı bir temele dayanmadığı sürece anlam kazanır. Savaşa karşı olmak, bir yandan emperyalist saldırganlığı durduruca nitelikte güçlü bir savunma mekanizması oluşturabilmek, bir yandan emperyalist saldırganlığı teşhir ederek kamuoyunu yaptırım gücüne sahip olabilecek biçimde harekete geçirebilmek ve öte yandan da emperyalizmi yıkacak gücün, uluslar arası kurtuluş hareketlerini aktif biçimde desteklemek işlevleri yan yana yürütüldüğünde gerçekçi olur. Çünkü savaş olgusu, ancak emperyalizmin yok edilmesiyle ortadan kalkacaktır.
SBKP, olay, savaş karşıtı olmaktan çıkarıp barış içinde bir aradan yaşamaya dönüştürerek uzlaşmacı bir eksene oturtmuştur. Bu yolda bir savunma mekanizmesi oluşturmak ve savaş karşıtı kamuoyunu desteklemek ise daha çok emperyalizmi yok etmekten öte, anayurdu savunma esasına dayandırılmıştı. Bu durum, sürecin çok önemli halkasını oluşturan ulusal kurtuluş hareketlerinin önemini kavrayamamayı, ya da ulusal kurtuluş hareketlerinin sahip olduğu dinamizmin emperyalizm ile oluşturulan dengeyi bozacağını düşünerek, bu hareketlerle ilişkileri mesafeli kılmayı ve emperyalizmin tasfiyesi sorununu tarihsel determizme bırakmayı getirmiştir.
Bu mantık, Kruşçev'ci üçüncü bunalım dönemi değerlendirmesinde tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Buna göre, 1950'lerin sonlarında başlayan bu dönem emperyalist kapitalist sistemin son bunalım dönemi olacak ve ekonomik çıkmaz emperyalizmi yok olmaya götürecek, toplumsla ilerleme ile sosyalizme geçilecektir. "İlerleme teorisi" olarak adlandırılan yaklaşım, dönemin ihtilalci karakterini yadsıyarak barışçıl geçişi esas almakta ve anayurdun savunulmasına koşut olarak sürecek ilerlemenin emperyalizmi yıkacağına inanılmaktadır.
Öte yandan 'bağlantısızlar' hareketine devrimci bir misyon yüklenmiş ve işçi sınıfı ideolojisinden uzak burjuva milliyetçi önderlikler desteklenmiş, bu tip liderlerin ülkelerinin emperyalizmden bağımsızlaşmalarıyla sosyalizme yönelecekleri var sayılarak, ekonomilerini geliştirmeleri için oluk oluk para akıtılmıştır. Ne acıdır ki, bu ülkelerin hiçbiri sosyalizme yönelmemiş, kendi halklarına kan kusturan rejimler olarak sosyalizmein nimetlerini kullanmışlardır. En ileri örnekleri sayılan Mısır ve Somali'nin durumları bugün ortadadır. Olay çoğu kez bu ülkelerin SSCB'den aldıkları silahlarla, Mısır, Irak, Uganda örneklerinde olduğu gibi komünistlerin katledilmesine ya da Etopya'da olduğu gibi tutsak bir ulusun, Eritre'nin ezilmesine alet olmaya kadar gitmiştir. Kapitalist olmayan yol yaklaşımı SBKP'nin bir ayıbıdır.
Aynı trajik son, ilerleme teorisi içinde geçerlidir. Emperyalizmin depresyonuna karşın bu ülkelerin sosyalizme doğru ilerlemeleri bir yana, buralardaki SBKP müttefiği politikaların, partilerin (dolayısıyla sosyalizmin bu ülkeler için seçenek olup olmayacağı) varlıkları tartışılır bir duruma gelmiştir. Bu partiler hantal ve revizyonist partiler karakteri kazanmışlardır.
SBKP'nin bazı yeni sömürgelere de (örneğin, Türkiye, Yunanistan, Şili, Arjantin) bu tip bir rol yüklemesi giderek tüm yeni sömürgelerde benzeri yaklaşımların egemen olmasını getirmiş ve güdümlü karakterlerine uygun olarak hiçbiri etkile olmazken, kendi halklarına zararlı örgütlenmelere dönüşmülerdir. Nikaragua'nın en etkisiz siyasal örgütünün SBKP müttefiği parti olması, olgunun doğrulanmasının bir göstergesidir. Üçüncü bunalım dönemi boyunca, SBKP'nin müttefiği partilerden hiçbiri (Vietnam İşçi Partisi dışında) devrimci bir mücadeleyi başarıya ulaştıramamış ve bu yolda önderliği bile üstlenememiştir. Yaptıkları, mültecilik düzeyinde siyaset ve SBKP'nin barış içinde bir arada yaşama politikasının militanlığıdır.
Bununla birlikte, devrimci kavganın kitleselleştiği noktada, Vietnam örneğinde olduğu gibi, SSCB'nin önemli katkıları bulunduğu bir gerçektir. (Ayrıca Vietnam'daki özgünlük, eskilere dayanan ve sürmekte olan bir savaşı desteklemekti) Revizyonist etkiler, ulusal kurtuluş hareketleri ile mesafeli ilişkiler kurmaya ancak yetmekte, buna karşın tavır almaya dönüşmemektedir.
SSCB'nin bir zamanlar, 80'li yıllarda gerçekleşeceği var sayılan halk devleti anlayışı gibi, ekonomist kabuğa soktuğu üçüncü bunalım dönemi anlayışını ilerleme ve kapitalist olmayan yollardan geçiş anlayışların bugün büyük oranda terk ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü hayat tüm umutları boşa çıkarmış, komünizme geçişin başlayacağı ön görülen yıllara SSCB bir yığın sorunla girmiş ve çözümü bu aksaklıkların üzerine gitmeye çalışmakta bulmuştur. Ne var ki, uluslar arası sorunlara bakışta egemen olan revizyonizmin aşıldığını söylemek olası değildir.
1956 Şubatında SBKP'nin 20. kongresinde Kruşçev'in, Stalin'in mitleşen kişiliği üzerinde durarak, Stalin döneminin bilinmeyen pek çok ayrıntısını açıklaması, tüm dünyada sol çevreleri sarsmış ve bugün de süren bir tartışma başlatmıştır. Kruşçev, savaş öncesi ve sonrası yapılan tüm yanlışların günahını Stalin'in, Beria'nın ve yardımcılarının omuzlarına yüklemekteydi.
Kişileri putlaştırmaya karşı çıkmak adına yapılan bütünlüklü bir değerlendirme, bir dönemin hataları ve doğrularıyla ve bunların nedenleriyle konulması, geleceğe yönelik perspektiflerin böyle bir temelde ele alınmasından çok, geçmiş dönemde değişik yanlar içeren politikaları partiye egemen kılmanın bir aracı olarak geçmişi mahkum etme çabasından kaynaklanmaktaydı. Herşeyden önce, bunca eleştirilen Stalin’i 30 yıl parti genel sekreteri olarak iş başında tutan neden açıklanamamaktaydı. Oysa, önderliğin başının altından çıktığı söylenen yanlışlığın sorumluluğunu, önderlikle birlikte onu önder olarak yaşatan sistem de yüklenmeliydi. Nitekim Kruşçev ve yandaşları için gerçek durum buydu. Stalin imgesi altında, sosyalizmin o güne kadar yaşanan deneylerle oturtulmuş özellikleri revizyondan geçiriliyor, inşaa sürecinin özelliklerine uygun olarak biçimlenen toplumsal karakteri değişik bir zemine yerleştirme çabası gerçek bir amaç oluyordu. Ancak, dediğimiz gibi sistem bu revizyon denemesine karşı kendini savunacak ve 23. Kongrede Kruşçev iş başından alınacak ama Kruşçev’in etkileri, özellikle sorunlara yaklaşım anlamında sürecekti.
Bununla birlikte SBKP’nin eksik ve yanlışlıklarını Kruşçev’den başlatmak yanlış olur. Bu yanlışlıkların gelişebilme zemini kuşkusuz daha önceki dönemin bir takım olgularıyla varolmuştur.
Stalin’in sosyalizmin inşaasına önderlik ettiği sistem, kendi savunma mekanizmalarını oluşturmuştur. Ama bu süreci aşmak üzere, o koşullarda zorunlu olarak olağanüstü yetkilerle donattığı bürokrasi, izleyen süreçlerde yeni koşullara uygun olarak tekrar dönüştürülemediği için giderek hantallaşmış ve topluma bir anlamda yabancılaşmıştır.
Sonraları Çin, Kuzey Kore, Arnavutluk gibi ülkelerde bir fetişizme dönüşecek olan önderi dokunulmazlaştırma ve yüceltme politikası, bürokratizmi güçlendiren nedenlerden olmuştur. Düzenle özdeşleşen birey imgesi, bu bireyen partiyle ve devlet kurumlarıyla özdeşleşmesi ve giderek Stalin imgesinin, bürokrasiyi şemsiyesi altına alan bir işlev yüklenmesini getirmiştir. Bu olgu, gelecekte sosyalist sistemin sorunlarından ve yanlış politika kaynaklarından biri olacaktır.
Öte yandan parti içi gelişmeleri çözümlemede bir hayli katı yöntemler uygulanmıştır. Bu noktada bir gerçeğin üzerinde durmak gerekli. Çarlık Rusyası demokrasiyi burjuva anlamda bile yaşamamış bir ülkeydi. Demokratik kurumlaşma ve değerler yoktu. İktidar savaşı, bu otokrasiye karşı süren uzun ve kanlı bir savaş oldu. Sanayileşmeden ve demokrasi kültüründen yoksun ülkede sosyalizmin inşaası, doğal olarak katı kurallara dayandı.
Yani durumun izahı, Stalin’in “caniliği” değil, bir yanıyla da Rusya’nın sahip olduğu otokrat geleneklerin, verili koşulların güçlükleriyle buluşmasından kaynaklanıyordu. Lenin dönemindeki esneklik gösterilmeyince Stalin, yüzde yüz haklı olduğu parti içi mücadelelerde, tarafların savunduğu anlayışlarla değil, tasfiyenin biçimiyle yargılandı.
Stalin, Marksist literatürde benzerine az rastlanacak duru ve özlü anlatımından da anlaşılacağı gibi, çözümleyici bir kafa yapısına sahipti. Ancak bunun yanı sıra sosyalizmin inşaası ve savaş yıllarında kendi iradesinin oynadığı role karşın, uluslararası sorunlara yaklaşımda aşırı derecede deterministti.
Şu sözler, sonraki tüm yanlışlıklarına karşın muzaffer bir devrim önderime, Mao’ya aittir. “Çin devrimi, Stalin’in iradesine karşı gelerek zafer kazandı... Stalin yöntemlerini izleseydik, Çin devrimi başarıya ulaşamazdı... Devrimimiz başarıya ulaştığında Stalin bunun sahte birşey olduğunu söylemişti” (66)
Staline göre emperyalistler arası bir üçüncü dünya savaş olacaktı.(67) Dolayısıyla bu savaşta ortak hedef SSCB olduğuna göre, esas olan ana yurdun savunulması olmalıydı. SSCB unsuruna yüklediği rol, dönemin bazı ülkelerinde devrim mücadelelerinin gelişim seyirlerini olumsuz etkilemiştir. Üçüncü dünya savaşı iddiasını ustaca kullanan Kruşçev, entegrasyonu emperyalizmle uzlaşma siyasetinin aracı olarak ileri sürecek ve Stalin’in oluşturduğu determinist geleneği kapitalist olmayan yol ve ilerleme teorilerinin dayanağı olarak kullanacaktı.
Ne var ki, bu eksik ve hatalar, sosyalizmin yadsınması anlamına gelmez. Çünkü, bugün SSCB ve müttefiği ülkeler sosyalizmin maddi bir varlık durumuna gelmesinin gerektirdiği ölçülere henüz sahip olamasalarda bu yolda yürümeye çalışan, bu çelişkilerle boğuşan ülkelerdir. Ve üretimin sahip olduğu karakter ve bu doğrultuda alınan yol çeşitli aksayan yönlerine karşın bir ölçü olmaktadır.
Sosyalist sistemin SSCB’de ifadesini bulan çeşitli sorunlarına karşın olayın bir diğer boyutunu da, sosyalizmin bir dünya sistemi olarak sahip olduğu bir iç bütünlüğünü yitirmesi oluşturmaktadır. Bilindiği gibi sosyalizm, 2. Dünya Savaşından bir dünya sistemi, dev bir blok olarak çıkmıştı. Bu, sosyalizmin büyük bir atılımıydı ve özellikle ulusal kurtuluş hareketlerinin yaygınlaşmasında ve sağlam bir temele dayanmasında çok önemli bir rol oynadı. Olay, aynı karakteristik özellikleri gösteren ekonomik temel üzerinde yükselen özgür ve hükümran ülkelerin Marksizm-Leninizm’in ideolojik çatısı altında dayanışmaları anlamına gelmekteydi. Çünkü bu ülkeler kendi devrimci kazanımlarını ve bağımsızlıklarını emperyalist kampın saldırılarına karşı korumada ortak çıkarlara sahiptiler. Ve aralarındaki ilişki daha önce uluslararası ilişkiler tarihinde örneği bulunmayan, enternasyonalist bir karakter taşıyordu.
Ekonomik, politik ve kültürem birlik, gerçek eşitilk bir ülkenin diğeri tarafından boyunduruk altına alınmasının ve sömürülmesinin bulunmayaşı, karşılıklı destek ve dayanışmayı içeriyordu. Uluslararasında amaçlanan nokta ise, planlı gelişmeye dayanan ulusal ekonomiler toplamının sosyalist bir dünya sistemi ekonomisine dönüşmesi ve bu yolla daha sıkı ve yoğun bir bütünleşmenin gerçekleşmesiydi.
Ancak işler, pek öyle kağıt üzerinde ifade edildiği gibi gelişmedi. Ve süreç içinde çeşitli ülkeler partilerine egemen olan oportünist ve pragmatist yaklaşımlar sosyalist bloktan kopmaları getirdi. (68) Zaaflı organlar haline gelen ülkelerin varlığını getirdi.
Sosyalist bloktan ilk kopma Yugoslavya’nın 1949’da Kominform’dan çıkarılmasıyla gerçekleşmiştir. Burada tek tek olayların değil, sosyalist blok olgusunun üzerinde durduğumuzdan, Yugoslavya’nın Kominform’dan atılma sürecini açmayacağız. Yalnız, o olaydan sonra Kominform’un yaptığı açıklamada yer alan “katillerin ve casusların yönetimindeki YKP... Tito-Rankoviç kliğinin burjuva nasyonalizmi haline gelmesi... Tito-Rankoviç kliğinin emperyalizmin ve savaş bezirganlarının doğrudan bir ajanı haline dönüşümü... Anglo Amerikan emperyalizminin emrindeki Tito-Rankoviç, Jilos casuslar grubu... Kiralık katiller ve casuslar kliği” türünden sözlerde ifadesini bulan mantık, olayı açıklamakta elbette yeterli değildir. Tasfiyenin ardından Tito, Stalin’e yazdığı mektupta “Biz SSCB’ne Marks, Engels doktrinine ve Stalin’e sadık kalmaktayız. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de size vaad ettiklerimizi gösterecektir” demesine karşılık, zaten inşaası tamamlanmamış olan sosyalist ilişkiler 1954’ten başlayarak dönüşmüş, ülke Marshall planına dahil olmuştur. Ticaretinin %61’i ABD ile sürerken, 1957’de emperyalist tekellere, yeni işletmelere %49-99 oranında ortak olma hakkı tanınmış, Kruşçev dönemiyle başlayan yakınlaşma çabaları, bu dönüşümün karakterine uygun olarak sonuç vermemiş ve Yugoslavya sosyalizmden uzak düşmüştür.
Çin’in durumu ise sosyalist blok açısından daha ciddi sonuçlar doğurmuştur. Gerçekte ÇKP ile SBKP arasındaki ilişkilerin çatlağı devrim öncesine kadar uzanır. SBKP ve Komintern’in determinist yaklaşımaları ve halk savaşı stratejisinden uzak düşen tutumları, ÇKP’yi Komintern içinde ayrı bir yere itmiş ve Çin devrimi Komintern’e karşı ideolojik mücadeleyle yan yana yürütülmüştür. Sonrasında da Stalin ve SBKP’nin önder rolünü kabul etmesine karşın Mao ve ÇKP de araya mesafe koyma tavrı içine girmiştir.
Nitekim destalinizasyon politikasına ÇKP’nin başlangıçta destek olduğu görülmektedir. Mao, 1958’de sorunu şöyle değerlendirmektedir: “1956’da Stalin eleştirildiğinde bir yandan memnun olmuştuk, diğer yandan da endişelenmiştik. Kapağı kaldırmak, körü körüne inancı kırmak, baskıyı kaldırmak ve düşünceyi serbest bırakmak tamamen gerekliydi. Ama onun bir kalemde silinip atılmasına katılmıyorduk.” (69)
Süreç içinde ÇKP’nin eleştirileri daha somut bir karakter kazandı. 1960’lı yıllarda sosyalist blok içindeki bu sorun boyutlarını aşıp dünya kamuoyunun önünde cereyan eden bir çelişmeye dönüştü. Açık bir “revizyonist klik” suçlaması politikası, 1964 yılında Kruşçev’in tasfiyesi ile de değişmeyecek ve 1967’den başlayarak “sosyal emperyalizm” suçlamasıyla sürecek, SSCB’yi dünya halklarının baş düşmanı ilan eden “üç dünya teorisi” ile doruğa çıkacaktı.
Sonrasında Mao’nun ölümü ve Çin’in tanık olduğu çeşitli gelişmelerin de durumu nitelik anlamıyla değiştirmeye yettiğini söyleyemeyiz. SBKP’nin çeşitli revizyonist yaklaşımlarını kendi pragmacılığına kalkan yapmakla beraber, ÇKP asıl amaçladığı noktaya ulaşamamıştır.
Başlangıçta Arnavutluk ile sağlanan ittifak da uzun ömürlü olmamış, Kamboçya’nın halk düşmanı yönetici kliğinin çabaları bile bu ülkeyi ÇKP çizgisinin bir parçası yapmaya yetmemiştir. Bununla birlikte konu, SBKP’nin ve bu oranda AEP’nin de yaptığı gibi “büyük han şovenizmi” biçiminde açıklanamaz. Bu tanım belki bir yönüyle ÇKP’nin sahip olduğu sağlıksız gelişmeyle buluşur. Ne var ki bu suçlamaların SSCB’ye ciddi zararlar vermesi, gerçekten SBKP’nin hataları ile diğer hataların beraber yürümesinden doğmaktaydı.
ÇKP, destalinizasyon politikasına, emperyalizm ve dünya halkları ile ilişkiler sorunlarına -zaman zaman ‘sol’ bir nitelik taşısa da- başlangıçta doğru bir temelde yaklaşmasına karşın giderek tam tersi bir rotaya girmiştir. Süreç içinde ÇKP’nin söz konusu tavırlarının ,onun sahip olduğu devrimci nitelikten çok pragmacı yaklaşımlarından kaynaklandığı ortaya çıkmıştır. Barış içinde bir arada yaşama politikasından dolayı SSCB’yi uzlaşmacılıkla suçlayan ÇKP, bir kaç yıl sonra ABD başkanı Nixon’u ülkesine davet etmiş ve ABD’nin SSCB’ye karşı kullandığı bir ‘kart’ olma işlevini görmüştür. Ya da Kruşçev dönemi uygulamalarını, SSCB’de kapitalizmin restoresi olarak nitelerken, 1980’li yıllarda söz konusu uygulamaların fersah fersah geride bırakan uygulamalara yönelmiştir.
Yine, SBKP’ye yöneltilen ulusal kurtuluş savaşlarına duyarsız kalma savına karşılık devrimci adım atılmamış, Allende’yi deviren Pinochet Cuntasına, Avrupa ülkeleri kendi kamuoylarının tepkisini kazanmamak için mesafeli davranırken, yardım elini uzatan, halk düşmanı Pol Pot rejimine “komünist” yaftasını yapıştıran ÇKP olmuştur.
Kısacası, SSCB’ne yönelttiği ağır suçlamalara karşın Çin’in SSCB’den çok daha geri bir örnek olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülke, sosyalizmin gerektirdiği koşul olan ağır sanayi dönüşümünü sağlıklı bir biçimde tamamlayamadığından ve tarım kollektivizasyonunu SSCB’de olduğu gibi verimli bir biçimde dönüştüremediğinden sosyalist inşaa sürecini tamamlayamamış; üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini sağlamasına karşın, bu noktanın ilerisine gidememiştir.
Bugün görülen yeni sömürgeci ‘serbest bölgeler’ uygulamalarını ise (emperyalizme Çin içinde içsel bir olgu olma şansını verecek düzeyde olmadığından) daha çok Çin’in ağır sanayi dönüşümünü başarabilmek için, emperyalist teknolojiden yararlanma çabası olarak değerlendirmek gerekir. Devrim sonrası Çin’in en önemli değerlerinden biri olan Kültür Devrimi ise, görkemli bir kitle hareketi olmanın ötesinde, kendini gündeme getiren neden olarak açıklanan ve Stalin’in bir eksikliği olarak gösterilen sosyalizmin sağlıklı işlerliğini, devrimi ve halkın kazanımlarını koruyacak kurumları yaratma amacına ulaşamamamıştır. Sağlıklı bir sosyalist alt yapının oluşturlamadığı koşullarda, kültürel düzeyde ileri bir aşamaya ulaşmanın olanaksızlığını açığa çıkaran önemli bir deney işlevini yüklenmiştir. Bu duruma bağlı olarak “Kültür Devrimi” ile yaratılan ve Mao Zedung anlayışını koruyacağına inanılan kurumlaşma, Mao’nun ölümünden sonra bu anlayışın büyük bir hızla tasfiyesinin aracı olmuştur.
Arnavutluk ise, birçok açıdan irdelenmesi gereken bir ülkedir. Yugoslavya Komünform’dan çıkarıldıktan sonra sol çevrelerde yaygın kanı, SSCB’nin desteklemediği bir ülkenin sosyalist kalabilmesinin olanaksızlığı yönündedir. Sweezy bu durumu; “çağımızda tek ülkede sosyalizm ancak SSCB’nin başarabileceği bir olgudur” biçiminde ifade etmektedir. Arnavutluk deneyinin önemi bu noktada açığa çıkmaktadır. Bu ülke, sosyalist inşaa döneminde önce SSCB ve sonra Çin’den önemli destekler görmüştür. Ama en azından tek başına da olsa bir ülkenin sosyalist kalabileceğinin ve hatta bu yolda gelişebileceğinin bir örneği olmuştur. Dünya olaylarının değerlendirilmesine egemen olan revizyonist karaktere karşın, sosyalist değerlere yaklaşımı tutarlı bir ülke olan Arnavutluk, alt yapısına egemen olan ilişkiler anlamında SSCB’den ve diğer sosyalist ülkelerden temelde farklı olmayan bir ülkedir. Buna karşılık günümüzün çelişme ve ilişkilerini değerlendirme anlamında AEP, SSCB’ni “sosyal emperyalist” olarak niteleyen, üçüncü dünya savaşını mutlak gören, ulusal kurtuluş hareketlerinin ve halk savaşı olgusunun öneminin bilincinde olmayan yapısıyla determinist karakteri ağır basan, hantal ve geri bir parti durumundadır.
Bugün, sosyalizm bir dünya sistemi, maddi bir varlık olmayı önemli oranda başarmakla birlikte, başlangıçta sahip olduğu iç bütünlüğünü süreç içinde yitirmiştir. Ancak bu saptama, sosyalist blok varlığının yadsınması olarak kavranmamalıdır. Açıktır ki, bugün SSCB önderliğinde emperyalizme karşı bir blok hareket eden ülkeler vardır. Bu ülkelerden bazılarının, (örneğin K.Kore, Küba, Romanya, Mozambik gibi) blok içinde zaman zaman -olumlu ya da olumsuz anlamda- değişik nedenlerle ilişkilerde mesafe koymaları, blok dışında kalmaları, emperyalist blok karşısında iç bütünlüğe zarar veren noktalara kadar uzanmamaktadır.
Sosyalist ülkelerden oluşan -ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal düzeylerde ileri ilişkileri içeren- bu blok içindeki ilişkilerin niteliğini belirleyen karakter, sömürü ve çatışma değil, dayanışmadır. Dolayısıyla, dünyada bir blok olarak hareket eden sosyalist ülkeler topluluğunun olduğu koşullarda Çin ve Arnavutluk örneklerinden yola çıkarak sosyalist blok parçalanmıştır demek, diğer sosyalist ülkeler arasındaki ilişkilere kimliksiz bir karakter yüklemek anlamına gelir ve yanlıştır.
Bu durumda sosyalist sistem ve blok sorunlarına yaklaşımımızı kısaca özetleyelim. Sosyalizm, Ekim Devrimi ve onu izleyen sosyalist inşaa ile bir sistem olarak yerleşmiş; 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni ülkeler sosyalist gelişme yoluna girmişlerdir. Çin ve Arnavutluk’un farklılaşan konumları sosyalist dünya sisteminin iç bütünlüğünü zedelemekle birlikte, diğer sosyalist ülkelerin blok olarak hareket etmeyi sürdürmeleri nedeniyle maddi bir varlık olmayı, sosyalist bir blok olarak yaşamını sürdürmeyi başarmıştır.
Emperyalizmle sosyalizm arasındaki çatışma, Ekim Devrimi ile başlar. Bu devrim ile kapitalist sisteme alternatif ve onun her açıdan ilerisinde yer alan bir sistemin yolu açılmıştır. Ve devrimle birlikte, onu boğmak için emperyalizm her yolu denemeye girişmiştir.
İç savaş, emperyalistler tarafından örgütlenen karşı devrimci bir orduya karşı yürülmüştü. Ancak emperyalist ülkeler yalnızca karşı devrimi fiili olarak desteklemekle de yetinmeyerek açıktan savaş içinde yer almışlardı. Savaştan genç işçi devletinin zaferle çıkmasından sonra ise, bu kez ekonomik ve siyasal abluka başlatılmış ve bu yolla sosyalizm engellenmek istenmiştir. İngiltere’de basılan sahte rublelerin gemilerle SSCB’ne sokulmasından, SSCB’de ekonomik etkinliklerde bulunan şirketlerin ülkede ekonomik sabotaj yolunu seçmesine, SSCB’nin resmen tanınmamasına kadar pekçok yönleri bulunan bu tecrit politikası bilindiği gibi sonuç vermedi. Ve SSCB’de sosyalizmin inşaası ilerledi.
Olay kuşkusuz yalnızca SSCB’ne yönelik bir saldırganlık değildir. Durum aynı zamanda, sosyalizmin maddi bir olgu durumuna gelmeye başlamasıyla birlikte, özellikle Avrupa’da güçlü bir devrimci dalganın hissedilmesi ve bu dalgayı boğma çabasıyla kendini gösterdi. Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa işçi hareketlerine egemen olan reformizm büyük ölçüde kırılmış, Komüntern partileri, işçi hareketlerini önemli oranda denetleme durumuna gelmişlerdi. Nitekim faşizmi doğuran nedenlerin başında da bu gelişme, yani işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ve 1929-32 depresyonuyla birlikte, devrimci durumun birçok ülkede olgunlaşması yatıyordu. Faşizm olgusuna karşın yine de Fransa ve İspanya’da Halk Cephesi hükümetlerinin iktidarı engellenememişti. Bu noktada patlak veren İspanya İç Savaşı, sosyalizm kapitalizm çatışmasının, Ekim Devrimini izleyen iç savaştan sonra ikinci açık çatışması oldu. Çatışma Halk Cephesinin sağlıklı iç bütünlüğü vegüçlü bir önderliğe sahip olmamasının ve emperyalizmin faşistlere büyük çaplı katkılarının etkisiyle faşizmin geçici üstünlüğüyle sonuçlandı. Bu, Avrupa’daki devrimci dalganın bir devrime yol açmadan bastırılması anlamına gelmekteydi.
Bununla birlikte tüm ikinci bunalım dönemi boyunca süren sosyalizm-kapitalizm çatışması, sürecin eksenini oluşturmuyordu. Bu eksende emperyalistlerarası çatışma, emperyalizmin ikinci bir paylaşım savaşı hazırlıkları vardı. Ancak savaş ve sonrası gelişmeler, emperyalizmi yaşatabilmek için bir entegrasyonun sosyalizm ve dünya halkları ile çatışmasını koyuyordu.
Henüz Japonya ile savaş sürmekteyken, Almanya’nın teslim olmasının ardından sosyalizme karşı soğuk savaş başlatılmıştı. Sosyalist yükselişin Almanya, Avusturya ve İran’a yansıması olasılığı, emperyalizmi rahatsız ederken, olay Çin ve Yunanistan’da açık bir çatışmaya dönüşmüştü. Kapitalizmi canlandırma ve koruma çabasındaki ABD, sosyalizme karşı bir ideoloji yaratmak, demokrasi bayraktarlığını üstlenerek dünya kamuoyunun faşizme karşı duyarlılığını sosyalizme karşı kullanmak amacındaydı.
1946 Martında Churchill’in Baltık’tan Adriyatik’e uzanan bir “demir perde”den sözetmesi ile başlatılan söylem, sosyalizmi totaliter bir rejim gibi göstermeye çalışıyor ve kapitalizmin üstünlüğü safsatasını böyle bir temelde işlemeye yöneliyordu.
Truman Doktrini, anti-komünist içeriği ile üçüncü bunalım dönemine egemen olacak çelişki ve ilişkilerin bir simgesi oldu. Tarihte ilk kez bir emperyalist ülke diğerlerini kendi önderliğinde bir entegrasyonda topluyor ve sistemi bir bütün olarak sosyalizme ve dünya halklarına karşı örgütlemeye yöneliyordu.
1947 yılına gelindiğinde, SSCB ile emperyalist ülkelerin ilişkileri önemli oranda dondurulmuştu. Elindeki nükleer gücü sosyalizmin ve dünya halklarının üstünde Demokles’in kılıcı gibi tutan ABD, bu yolla kendi cephesini sağlamlaştırmak , hegemonyasını pekiştirmek amacındaydı.”Demirperde” nitelemesine katılmayan ve olayı soğuk bir savaş yaratma çabası olarak niteleyen köşe yazarı Walter Lippman’in nitelemesi, olayı tanımlayıcı bir terim olarak politika literatürüne yerleşiyordu.
Marshall Planı’na uygun olarak Avrupa’da örgütlenmeye çalışan ABD; Almanya, Avusturya ve Yunanistan’daki yangına körükle giderek soğuk savaşı tırmandırırken, İtalya ve Fransa’da komünist partiler hükümetten uzaklaştırıldılar. Çin Hindi’nde, Fransız sömürgeciliğine karşı yükselen savaş, Doğu Avrupa ülkelerinde halk cephesi iktidarının giderek artan biçimde KP’lerin inisayitifine girmesi gibi nedenleri kendisine dayanak yapmaya çalışan ABD, entegrasyonun militer ifadesi olarak NATO’yu kurdu. NATO, sosyalizm tehlikesinden korunma adı altında ABD’nin askeri hegemonya oluşturması, ya da zaten fiili olarak varolan bu hegemonyaya uygun kurumlaşma anlamına geliyordu.
SSCB’nin nükleer güce sahip olarak ABD’nin en büyük kozunu yıkmasına ve sosyalizmin, dünya halklarının savunulmasında çok önemli bir mevziye sahip olmasına, bu kez ABD nükleer silahlanmayı hızlandırarak karşılık verdi. Böylece yitirilen avantajı sürekli savaş ve dünyanın yok edilmesi tehlikesiyle korumak gibi bir çabaya girilmekteydi. Bu stratejiye bağlı olarak Avrupa’daki ABD üslerine nükleer silahlar yerleştirilirken, diğer çeşitli ülkelerde ABD üsleri yaygınlaştırılıyordu, ve NATO’ya koşut Bağdat Paktı, CEATO gibi kurumlar oluşturuluyordu.
Soğuk savaş yalnızca siyasal düzeyde uluslararası gelişmeler olarak kalmadı. Hayatın diğer alanlarında da aynı nitelikte uygulamalar gündeme geldi. Tüm kurumlarıyla ve olanaklarıyla anti-komünist bir ideoloji empoze etmeye yönelen ABD’de tam bir cadı kazanı kaynatılmaktaydı. Komünist olmayı vatan haini olmaya özdeş gören mantık, “Rosenbergler Davası’nda simgelenen ve ilerici, demokrat, komünist ayrımı gözetmeyen vahşi saldırılarla insanları robotlaştırmaya, ayrı düşeni yok etmeye yolaçan yaptırımları tereddütsüz gündeme girmişti.
Senetör Mc Carthy’nin kişiliğinde simgelenen ve onun adına mal olan bu uygulamalar sinema oyuncusundan bilim adamına, hukukçusundan emekçisine kadar tüm ülke halklarına yöneliyor ve sosyalizmi her alanda tecrit etme amacını taşıyordu. Metropollerdeki uygulamalar çevre ülkelere çok daha sert biçimde yansıdı. Halka karşı, insan emeğine ve onura karşı estirilen terör fırtınası halk düşmanı emperyalizmin yaşaması adına dünyanın dört bir yanında, ardında yüzbinlerce ölü ve milyonlarca acı çeken insan bıraktı.
Soğuk savaşın genellikle 1954 yılında bittiği kabul edilir. Kore halk hareketinin emperyalist ordularca boğulduğu 1954 yılını bu temelde bir veri olarak kabul etmek gerekir. 1954’e gelindiğinde savaş sonrasında büyümekte olan emperyalizmin kurumlaşma ve sosyalizmin elde ettiği mevzileri koruma çabası geçici bir dengeye oturmuş; emperyalist blokun ve sosyalist blokun sınırları az çok oluşmuştu. Bununla birlikte gerilimin yüksekliğine bakarak 1946-54 dönemini bir “soğuk savaş” olarak tanımlayarak soyutlamayı sınırlamak doğru değildir.
Söz konusu çelişme-çatışma esas olarak Ekim Devrimi ile başlamıştı. Ve ancak çelişmenin ortadan kalkmasıyla son bulacaktı. Bu ölçüyü, çelişmede geri ucu temsil eden emperyalizmin yok olması biçiminde de ifade edebiliriz. Bu savaşın her süreçte olduğu gibi dönem dönem alçalması, kabarması ve antagonizma kazanarak açık bir çatışmaya dönüşmesi, doğrudan karşıtların durumuyla, çatışma sürecindeki konumlarıyla ve sürecin çeşitli aşamalarındaki nitelikleriyle bağlantılıdır.
Bu perspektiften hareketle, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çatışmanın en üst düzeye tırmandığı dönemleri aşamalandıralım:
Çatışmanın başlaması (1917-22): Süreci başlatan bu dönem Ekim Devrimi ile başlamış ve iç savaşla sürmüştür. Taşıdığı ada karşın, iç savaş kesinlikle ulusal bir savaş olmamış, sınıfsal bir düzeyde sürmüştür. Yunanistan’ın bile İngiltere’nin zorlamasıyla Kırım’a asker çıkardığı düşünülecek olursa, olayın boyutları anlaşılır. Bu dönem, iç savaşın Kızıl Ordu’nun zaferiyle sonuçlanmasına bağlı olarak sona ermiştir. Avrupa’daki diğer devrim girişimlerinin bastırılması ve SSCB’nin sosyalizmin inşaasına yönelmesinin ardından çatışma sosyalizmin siyasal ve ekonomik ablukaya alınması biçimine dönüştürülerek sürdürülmüştür.
Çatışmanın şiddetlendirilmesi (1936-54): Sosyalizmin bir dünya sistemine dönüşerek çıktığı bu dönem, sürecin önemli aşamalarından biridir. Sosyalizmin ve kapitalizmin ufak çaplı bir açık çatışması olarak tanımlayabileceğimiz İspanya İç Savaşı ile başlayan çatışmanın şiddetlenmesi, Almanya’nın SSCB’ye saldırmasıyla kapitalizm ve sosyalizm büyük savaşına dönüşmüş, bu savaşın bitmesinin ardından da genel bir “soğuk savaş” ve çeşitli bölgesel savaşlarla sürecek Kore savaşının sona ermesiyle durulmuştur. Bu sürecin ayırt edici özelliklerinden birisi de her iki sistemin nükleer silahlara sahip olmasıdır. Aynı şekilde savaş sonrası gerilimin arttığı yüksek basınç deönemini ABD, hem kendi sisteminin sosyalist yükselişe karşı koyması ve hem de onu komünizm tehlikesinden korumak adına, diğer sistem ülkelerini hegemonyasının altına toplamanın bir aracı olarak kullanmıştır. Özellikle 1946’dan sonra ABD ve SSCB arasında tek bir önemli ikili görüşmenin bile olmaması bir diğer önemli veridir.
Dönemin sona ermesinde Kore Savaşı belki bir simgedir. Ama olayn kökeninde yatan nedenlerden biri olarak Stalin’in ölümünü saymak gerekir. Çünkü emperyalizme karşı mücadelenin biçim ve boyutlarının saptanmasında SBKP önderi olarak Stalin’in belirleyici rolü olmuştur. Özellikle savaşın ardından emperyalizmin sahip olduğu nükleer gücün de etkisiyle, anayurdun savunulması politikasını emperyalizm-sosyalizm çatışmasının eksenine yerleştirmesi çok sık eleştirilen Stalin’in bu nedenle Yunanistan, Fransa ve İtalya’daki devrimci durumu değerlendirememesinde ve iktidarın bir hayli uygun koşullara karşın elde edilmemesinde rolü olduğu iddia edilir. Ne var ki, gerçekten böylesi bir tercihi koymuş olmak mekanik bir çıkarım olur. Esas olarak Stalin emperyalizmle çatışma sürecinde pek çok alanda dişe diş mücadele örneği vermiştir. Bu gerçek, özellikle Stalin’in ölümünden sonra yaşanan gelişmelerle iyice belirginleşmiştir.
Stalin sonrası SBKP politikasını, ödünsüz mücadele anlayışının çözülmesi olarak nitelemek yanlış olmaz. Stalin’in üçüncü bir dünya savaşının çıkacağına inanması ve buradan hareketle anayurdun savunulmasını her olayı değerlendirmede temel alması birçok yanlışlığı ve bu arada bazı ülkelerde devrimci durumun değerlendirilememesini getirmiştir. Ana temelde emperyalizme karşı dişe diş bir mücadeleye önderlik etmiş, Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist iktidarların kurulmasında rolü büyük olmuştur. Stalin’in ölümünden sonra bu politika çözüldü. Örneğin Doğu Almanya’da sosyalist iktidarı meşrulaştırmak adına Avusturya’dan çekilmek Kore’de ateşkesi kabul ederek ülkenin güneyini emperyalizme bırakmak, ABD’nin Fransa’ya nükleer silah yardımında bulunabileceğini söylemesine neden olan Vietnam’da ateşkesi kabul ederek güneyi emperyalizme bırakmak; Stalin sonrası dönemin üst üste gelen olaylarıdır. Bu arada Filipinlerde, Malezya’da halk savaşlarının bastırılması iki blok arasındaki gerginlikten uzaklaşılmaya başlanmasının nedenleridir.
1954 sonrası, sosyalist blok ve emperyalist entegrasyon arasındaki ilişkiler, dönem dönem genişlemesine karşın, önce Lenin ve sonrasında Stalin’in yaklaşımlarında ifadesini bulan dişe diş çatışma boyutlarına ulaşmadı. 1962 Küba krizi, ya da Vietnam’a ABD müdahalesi, 1968 Çekoslovakya olayları, 1967 Arap-İsrail savaşları, ilişkilerin patlama noktasına geldiği dönemlerdi. Ancak ilişkilerin niteliğini belirleyen bu gergin dönemler olmadı.
Örneğin Vietnam savaşı sürerken bir yandan da 1969’da ‘detant’ görüşmeleri başlatılmıştı. Barış içinde bir arada yaşama politikasının Kruşçev’le birlikte kazandığı karakter, SSCB’yi uzlaşmacı bir noktaya iterken, yapay refah döneminin yerini depresyonun aldığı emperyalist entegrasyon için asıl tehlike sosyalist blok ülkelerinden değil, ulusal kurtuluş hareketlerinde geliyordu.
Olayın bu tür bir nitelik kazanmasında, nükleer silahların ulaştığı boyutların ve emperyalizmin bu durumu tüm dünyaya yönelik bir tehdit aracı olarak kullanmasının kuşkusuz önemli etkisi vardı. Ama tek başına bu durumu SBKP’nin edilgen yaklaşımlarının gerekçesi olarak kabul edemeyiz. En azından çoğu kez tümüyle reel bir nitelik kazanan ulusal kurtuluş hareketlerine takınılan tavır, SBKP’nin emperyalizmle mücadele anlayışındaki zaaflarını belirginleştirmektedir.
İkinci dünya savaşının ardından, ABD hegemonyasındaki bir entegrasyona giden emperyalizm, 1960’ların ortalarına kadar savaş sonrası yıkımın yeni ekonomik olanaklarının, bilimsel ve teknolojik devrimin ve yeni sömürgeciliğin sağladığı genişletilmiş pazarların etkisiyle geçici ve göreceli bir refah dönemi sürmüştür. Ancak, süreç içinde diğer emperyalist ülkelerin toparlanmaları ve pazardan daha çok pay istemeleri, ABD hegemonyasına ekonomik düzeyde de olsa sert darbeler vurmaları, savaş sonrası oluşturulan ve doların egemenliğini esas kılan uluslararası kapitalist para sisteminin çözülmesi, buna bağlı olarak uluslararası kapitalist ticaretin sarsılması, pazarların doyması ve bu oranda ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesiyle enflasyonun büyük bir hızla sarsıcı boyutlara ulaşması, emperyalizmin varlığına dayanak yaptığı nükleer silahlanmanın giderek artan harcamaları, bu gelişmelerin siyasal ve toplumsal düzeyde ses bulması, sonuçta Vietnam savaşında ABD’nin ummadığı bir direnişle karşılaşması ve acze düşmesiyle açığa çıkan ekonomik-toplumsal ve siyasal depresyonu doğurmuştur.
ABD’de patlak veren depresyon hızla sistemin diğer ülkelerine yayılmıştı. 1970’li yıllar boyunca bu depresyonu aşabilmek bir yana çözüm adına üretilen tüm politikalar tarih önünde geri bir sistem olan kapitalizmin bu büyük depresyonunu daha da derinleştirmekten öte bir sonuç doğurmamıştı.
Savaştan bir dünya sistemi olarak çıkan sosyalizm ise çeşitli sorunlarla birlikte büyüyordu. Savaş sonrasının ekonomik-siyasal ve toplumsal düzeylerde yaşanan gelişme patlaması, Stalin’in ölümünden sonra yerini sancılı bir sürece bırakmıştı.
Çin ve Arnavutluk'un bloktan kopması, sosyalizme sağlıksız geçen Doğu Avrupa ülkelerinin 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya olaylarında simgesini bulan sorunları, SBKP'nin uluslar arası düzeyde izlediği uzlaşmacı politika, ulusal kurtuluş hareketlerinin ve halk savaşlarının stratejik önemini kavramaktan uzak yaklaşımı, destalinizasyon politikasının yarattığı sarsıntı, ilerleme ve kapitalist olmayan yoldan geçiş teorisinin sahip olduğu sakat temeller ve yol açtığı yıkıcı sonuçlar, sosyalizmin yükselişine darbe vurmuş, sosyalist gelişme kendini koruyabilme anlayışlarıyla zaafa uğratılarak sınırlandırılmıştır.
1970'li yıllarda ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisiyle süren gelişme, 1980'li yıllarda yerini durgunluğa bırakmış ve yıllar süren yanlışlıklar özellikle bu dönem meyvelerini vermeye başlamıştı. Kamboçya ve Afganistan olayları, ÇKP ve SBKP'nin sahip oldukları uluslar arası ilişkiler anlayışlarının iflasını belgeleyen imgeler işlevini yüklenirken, Polonya olayları ve SSCB'de bürokratizmin büyüyen kambur olma durumu tüm 1980'li yıllar boyunca sosyalist gündemi işgal etmiştir.
Sonuç, emperyalizmin büyük depresyonunun sosyalizmin gelişmesinde gözetilen bir olgu olarak değerlendirilememesi oldu. Bu durum ister istemez toplumsal muhalefetlerin değişik yönelimlere akması ve Batı Avrupa ülkelerinde KP'lerin iyice gerilemelerini, giderek sosyalizmin sorgulanmaya başlamasını getirdi. 80'li yıllar boyunca sosyalizmin tek ciddi başarısı emperyalist saldırganlığa karşı dünya halklarını savunmaya çalışmak, sosyalizmin kazanımlarını kısmen korumak ve emperyalist nükleer teknolojinin gerisinde kalmamaktı.
Emperyalist saldırı dalgasının durulmasının özellikle 1987'den başlayan panoramasını SSCB'nin başarısına bağlamak yanlış olur. Çünkü bu yıllarda esas olarak ulusal kurtuluş hareketleri hızını yitirmiş ve emperyalizmin saldırı ihtiyacının zemini bu nedenle farklılaşmıştır.
Bu arada Batıdaki nükleer silahlanmaya karşı kamuoyunu da hatırı sayılır ölçüde hesaba katmak gerekir.
Değişik bir biçimde daha ifade edecek olursak, 1960'ların ortalarında birikmeye başlayan sorunların, 1970'li yıllar boyunca açığa çıkan bir depresyona ittiği emperyalizmi 80'li yıllarda saldırganlığa iten nedeni tek başına sosyalist sistemle açıklayamayız. Yaşadığı sorunlar ve egemen olan anlayış sistemi, söz konusu depresyonu değerlendirerek kendi gelişmesinde kullanmak ve emperyalizmi yok etme yolunda ilerlemekten yoksun bırakıyordu. Sosyalizm maddi bir varlıktı ve emperyalist saldırıya karşı kendini koruyacak caydırı güce sahipti; ancak depresyonu emperyalizmi yıkan nedene dönüştürecek güçten yoksundu.
Dolayısıyla emperyalizmi saldırganlığa iten asıl neden ulusal kurtuluş savaşları oldu. İleride tekrarlayacağımız gibi, 1970'li yıllarda Vietnam savaşının açtığı yoldan akan yeni yeni Vietnam'lar her defasında daha sert ve daha öldürücü darbeler vuruyor, yeni yeni ülkeler emperyalizmden kurtulurken diğer yeni sömürgelerin hemen hemen tamamında kurtuluş hareketleri yükseliyordu. Oysal emperyalizm için depresyonu atlatabilmenin tek yolu, yeni sömürgeleri daha iyi değerlendirici teknikleri geliştirmek yoluyla depresyonun yükünü yeni sömürgelere atmak ve bunu yaparken ulusal kurtuluş hareketlerini ezmekten geçiyordu.
Reagan dönemiyle ifadesini bulan saldırganlık; demokrasi bayraktarlığını, özgürlük şampiyonluğunu bir yana bırakarak, Vietnam'da yeterince ders aldığı açık müdahale dışında her türlü yolu kullanmak biçiminde sürdü. Ezilen dünya halklarına karşı girişilen bu saldırganlığa sosyalist blokun müdahalesini engellemenin yolu olarak nükleer silahlanmayı tırmandırmak seçildi. Sosyalist sistem ülkelelrinin yapabildikleri ise daha çok dünyayı emperyalizmin nükleer tehlikesinden korumak ve onun gerisinde kalmamak, bu arada metropol ülkelerde nükleer silahlanma aleyhinde güçlü bir kamuoyu yaratılmasına katkıda bulunmak oldu.
Söz konusu barış hareketlerini sosyalist sistem ülkelerinin bir başarısı olarak görmemek gerekir. Barış hareketlerinin güçlü olduğu ülkelerden biri olan F. Almanya'da , SBKP yandaşı partinin en güçsüz partilerden biri olması sadece bir örnektir.
Aynı biçimde kullandıkları teknolojide nükleer silahlanma sorununu baş köşeye oturtmalarına karşın, barış hareketinin güçlü olduğu ülkelerin bir tekinde bile SBKP yandaşı partilerin güçlendiklerini ya da barış hareketlerini yönlendirdiklerini söyleyemeyiz. Tam tersine hızla eriyen bu partiler ancak barış hareketine eklemlenebilecek bir durumdadırlar ve barış hareketine anti-kapitalist bir karakter verme, radikal bir eksene oturtma görevini yerine getirememişlerdir.
Bütün bunlardan hareketle 1987 ile birlikte emperyalizmin saldırı dalgasının durulması ve SSCB-ABD silahsızlanma görüşmelerinin en üst düzeyde yeniden başlaması Gorbaçov'un başarısı değil, emperyalizmin kısa vadeli sonuçları açısından amaçlarına en temelde ulaşmasıdır.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizmi sarsıcı boyutları geriletilmiş, 1980'li yıllar boyunca tek bir yeni sömürgede bile devrim hareketi sonuca ulaşamamış, uluslar arası yeni bir işbölümü gerçekleştirilmiş ve yeni sömürgelerde bu durumun gereklerine uygun olarak yapısal dönüşümler sağlanmıştır.
Emperyalizmin kendisini tehdit edici nedenleri törpülediği, geleceğini kısa vade de olsa güvence altına aldığı ve pazarları üzerinde denetimi yeniden ele geçirdiği koşullarda gerginliği tırmandırmanın ancak kendisine zarar verici sonuçları olurdu. Emperyalizm, depresyonu atlatamadığı koşullarda bu şekilde etkileri uzun sürebilecek ekonomik, siyasi ve toplumsal dengelerden, kendini üretebilen güçten yoksundu.
Dolayısıyla, Gorbaçov-Reagan görüşmeleri ve nükleer silahlanmaya getirilen sınırlamalar, Gorbaçov'un üstün niteliklerinden değil emperyalizmin halk hareketlerini bastırmış olması dolayısıyla elde ettiği taktik üstünlüğünü kullanma amacından kaynağını almaktadır. Öte yandan, Gorbaçov döneminin bütünlüklü değerlendirilmesi için henüz yeterli tarihsel veriler olgunlaşmış değildir.

SONUÇ

İnsanlık tarihi boyunca bir ütopya olan sınıfsız toplum amacı, kapitalist sistemle ve proletaryanın doğmasıyla birlikte, büyük düşünür Marks'ın ellerinde bilimselleşti. Kapitalist sistemi ayrıntılarıyla çözümleyen Marks ve Engels, kapitalizmden komünizme geçişin bir alt aşamayı, bir geçiş dönemini gerektirdiğini söyleyerek bu dönemin devlet biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğunu saptamışlardı. Bir kıta devrimine olan inançlarıyla, proletarya diktatörlüğünün işlevini ve sınırlarını da yaklaşımlarına uygun biçimde oluşturmuşlardı. Ama Marks ve Engels, hiçbir zaman sosyalizmin gelecekteki zanaatçılarının önünü tıkamak ilkelliğine düşmediler.
Onların açtığı yoldan yürüyen insanlık, sınıfsız topluma ilk adımını Rusya'da Büyük Ekim Devrimi ile attı. Çağımızın ve belki tarihin bu dev olayı, bir geleceğin, bir umudun maddi varlığa dönüşmesi ve aynı zamanda kapitalizm sosyalizm çatışmasının başlangıcı anlamına geliyordu.
Önceleri diğer metropol ülkelerde gerçekleşecek devrimlerle tamamlanacağına inanılan Rus Devrimi, kendi gerçekliği ve kendini üretmek ve ilerletmek ya da çözülmek seçenekleriyle karşı karşıya kaldı. Lenin ve Stalin'in tereddütsüz tercihi sosyalizmin inşasına yönelmek olacak ve yıkılmış bir ülkeden bir refah toplumu yaratmak başarılacak, emperyalizmin topyekün saldırılarını da kapsayan süreçten sosyalizm, on yıl gibi kısa bir sürede kendini toparlamış olarak çıkacaktı.
Kapitalizm-sosyalizm çelişmesi, en büyük çatışma haline faşist Almanya'nın genç SSCB'ne saldırısı esnasında dönüştü ama bu savaştan bir dünya sosyalist sistemi doğdu.
Ekim Devrimi ile başlayan sosyalizm-kapitalizm çatışması, çatışmanın geri ucunu temsil eden kapitalizm çözülünceye kadar sürecektir. Dönem dönem açık savaşa dönüşen çelişme boyunca sosyalizm, çeşitlil sorunlarla karşılaşmış ve bu sorunlar bazı durumlarda sosyalizmi ileri iten neden olmuş, bazı durumlarda ise bünyesinde önemli tahribat yaratmıştır.
Bugünden düne bakarak yapılacak değerlendirmede, çeşitli açılardan sosyalist sistem tarihini Stalin'in ölümünden önce ve sonra olmak üzere iki dönemde incelemek gerekir. 1917'den 1953'e kadar uzanan dönemin özellikleri, mutlak ve sürekli gelişme, sosyalist sistemin iç bütünlüğünün korunması ve barış politikasının uzlaşmaz karakteridir. Stalin'in ölümünden sonra ki dönem ise iç bütünlüğün yitirildiği, gelişmenin mutlak özelliğinin yıprandığı, emperyalizme karşı uzlaşmaz politikanın çözüldüğü dönemdir.
Bununla birlikte Stalin sonrasında ortaya çıkan sorunların bazı çıkış noktalarını Stalin'in iktidar yıllarında aramak kadar doğal bir tavır da olmaz. Bu dönemin baş döndürücü başarılarının ardından ki sorunların ya da eksikliklerin geçen yıllar içinde birikmesi, giderek büyümelerini kaçınılmaz kılmış, doğru politikalarla düzeltilmemeleri, teşhiste, bunun sonucu olarak da çözümde yanlış saptamalara düşülmesini, sorunların derinleşmesini getirmiştir.
Unutmamak gerekir ki, ilkel Komünal topluluk ilişkilerinin çözülmesinden Ekim Devrimi'ne kadar uzanan tarih, özel mülkiyet ve sömürü temelinde yükselen toplumlar tarihidir.
Böylesine uzun bir sürecin etkilerinin, bu olguların yaşandığı bir ülkede hem onlarla çatışarak ve hem de var olmaya, gelişmeye çalışarak kısa bir sürede atabilmek olanaksızdır. Bu yolda yürüyüş, kaçınılmaz biçimde hata- zaafları da içerir.
Sosyalizmin gündeme geldiği ülkelerin gelişmiş ülkeler değil (Doğu Almanya dışında) sanayileşme sorununu çözememiş ve burjuva demokrasisi sürecini ya hiç yaşamamış ya da bu yolda kalıcı sonuçlar elde edememiş ülkeler olması, ister istemez sosyalizme aynı zamanda sanayileşme ve demokratik kazanımları yaratma gibi işlevler yüklemiş, bu itibarla da halkı bazen fazlasıyla zorlayan uç noktalarda uygulamalar gündeme gelmiştir.
Bu etkenleri sayarken, herhangi bir hatayı ya da eksikliği mazur göstermek, açıklamaya çalışmak gibi kaygılardan hareket etmiyoruz. Devrimciler hiçbir zaman hiçbir şeye karşı kendilerini koşullandıramazlar.
Biz nesne, olay ve süreçlere Marksist yöntemi esas olarak baktık; kendimizi eylemimizi ve düşüncemizi yaptırım altına sokmadan ayakta durduk. Dolayısıyla eleştirelliğimizde de,yargılarımızda da tek kıstasımız bilimsellik temelinde halkın ve devrimin çıkarları oldu. Sosyalizme, geleceğe sarsılmaz şekilde inandığımız için, tarihe doğru bakmak sorumluluğunu hiçbir şeye tercih edemeyiz. Ve ona bu bağlamda sahip çıkarız. Sosyalizm anlayışımız budur.


C) EMPERYALİZM-DÜNYA HALKLARI ÇATIŞMASI


1)YENİ SÖMÜRGECİLİK

3. Bunalım Döneminin ilişkilerine yön veren çatışmalardan biri de, emperyalizm-sosyalizm çatışması ve emperyalistler arası çatışma ile birlikte, emperyalizm ile dünya halkları arasındaki çatışmadır. Tüm 3. Bunalım Dönemini kapsayan ulusal kurtuluş savaşları, emperyalistler arası entegrasyonun başlıca nedenlerindendir. Ve emperyalizmi sarsan depresyonun kökeninde yatan nedenlerden biri yine budur. Sürece damgasını vuran bu olguyu kavramak ise, her şeyden önce yeni sömürgeciliğin yeterince anlaşılmasından geçer.
3. Bunalım Döneminin ayırt edici yanlarından biri olan yeni sömürgecilik, sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkilerdeki dönüşümü ve öne çıkan yeni sömürgeci yöntemleri ifade eder. Ancak, sürecin ilerlemesiyle, yeni sömürgecilik, ekonomik özelliklerinin yanı sıra, toplumsal ve siyasal özellikleri de kapsayarak anlamını; Yeni Sömürge Tipi Faşizm, Oligarşik Dikta, Suni Denge gibi kavramlarda bulan zengin bir kategoriye dönüşmüştür.
3. Bunalım Döneminde somutlaşmış olsa da, yeni sömürgeciliğin kökenlerini daha önceki dönemlerde aramak gerekmektedir. Çünkü, yeni sömürgecilik, ani gelişmelerin ürünü olarak ortaya çıkmış bir olgu değil, belli gelişmelere koşut olarak varlık kazanmış bir olgudur. Bu açıdan bakıldığında yeni sömürgeciliğin kaynağını ABD'de bulmaktayız.
20. yy.'ın başlarında önemli bir güç olan ABD, dünya pazarları üzerinde gücüyle bağlantılı bir paya sahip olmama durumuna son vermek üzere ilk olarak Latin Amerika'ya yöneldi. ABD'nin 5. Başkanı Monreo'nun, "Amerika Amerikalılarındır" sloganını, bir doktrine dönüştürerek, nüfuz alanını genişletmeye çalışan ABD'nin başlıca rakibi İngiltere idi. 1. Dünya Savaşını bu yönde bir koz gibi kullanan ABD, savaşın sonucunda tayin edici rol oynayabilecek askeri gücünü bir tehdit aracı olarak kullanarak, Latin Amerika'da etki alanını genişletip İngiltere'nin önüne geçti.
ABD yayılmacılığı, 2. Bunalım Dönemi boyunca sürdü. Bu süreçte, yavaş yavaş ABD'nin durumu da belirginleşmekteydi. ABD, İngiltere'nin Latin Amerika'da uyguladığı yarı-sömürgeci yöntemlerin dışında yöntemler kullanıyordu. İngiltere ya da Almanya, Fransa, vb. ülkeler yarı sömürgelerde yer altı ve yer üstü kaynaklarını talan ettikten sonra bu hammaddeyi büyük oranda kendi ülkelerinde işliyor ve mamül madde olarak dünya pazarlarına satıyorlardı. ABD tekellerinin yöntemi ise ağırlıklı olarak, talan ettikleri hammaddeyi o ülkenin ucuz işgücünü kullanarak o ülkede mamül maddeye dönüştürmek ve yine o ülke ve çevre ülke pazarlarına sürmek esasına dayanıyordu. ABD'yi böyle davranmaya iten neden, işgücünü değerlendirmede, diğer emperyalist ülkelerden daha farklı yöntemler kullanmasıydı. Bu farklı yöntemlere kısaca Fordculuk denmektedir.
Yeni sömürgeciliği kavramada çok önemli bir basamak olan Fordculuk, 20. yy.'ın ilk 25-30 yılında oluşmuş bir tekniktir. Fordculuğun çıkması belli koşulların, belli bir birikimin ürünüydü. ABD, dönemin en zengin iç pazarına sahip ülkesiydi ve dünya pazarlarındaki payının ağırlığı, ABD tekellerinin gelişmesini, bu iç pazarın sürekli büyümesine bağımlı kılıyordu. Süreç içinde, tekeller, hem emek gücünün değerini düşürecek, yani daha yoğun bir artıdeğer sömürüsüne yol açacak, hem de iç pazarı büyütecek bir yol arama durumuna geldiler.
Otomobil fabrikaları sahibi Ford, "İşçi hem üretmeli, hem tüketmeli, bir yandan otomobili üretirken öte yandan satın almalı" biçiminde durumu özetliyordu. Sonuçta çözüm, mühendis Taylor'dan geldi. Taylor'un önerdiği ve ilk kez Ford fabrikalarında kullanılmaya başlayan bant sistemi, hem artı değer oranını yoğunlaştırıyor, yani emek gücü değerini düşürüyor, hem de işçiyi tüketici durumuna sokuyordu. Çünkü, bant sistemi iş sürecini, eski tekniklerle ulaşılamayacak bir yoğunlaşmaya ulaştırmıştı ve bu durum işçinin reel ücretlerinde, sömürünün yoğunlaşmasına karşın artışı getirmişti.
Aynı dönem diğer ülkelerde uygulanan iş tekniği, meslek esasına dayanan ve kalifiye işçinin varlığını gerektiren bir karaktere sahipti. İşçinin bir mesleği , özel becerileri, sanatı vardı ve işçi bir mamülün üretiminde birden çok işle uğraşıyordu.
Taylor'un sistemi ise olayı kökünden değiştirdi. Sistem, işin basitleştirilmesine, küçük bölümlere ayırarak parçalanmasına dayanıyordu ve işçi bantla önünden geçen aynı parçalara hep aynı işlemi yapıyordu. Üretimin bu basitleştirilmiş durumu uzmanlığa duyulan gereksinmeyi ortadan kaldırdı ve o zamana kadar oluşmuş işbölümü teknikleri çözüldü. Artık olağanüstü nitelik gerektirmeyen işçilerle, onları yönetenler vardı. Yani bir yandan üretim yoğunlaşırken, öte yandan kafa emeği arasındaki çelişme derinleşmişti. İşçi aristokrasisi nitelik değiştirerek uzman ve işçilerden değil, kafa emekçilerinden oluşmaya başlamıştı. Böylece, bir işi yapabilmek için deneyli ve eğitilmiş işçi gerekmez oldu. Sistemin başlangıçta fark edilmeyen çok önemli bir diğer sonucu da, tüketim ve ara malları sanayinin gelişmesi idi.
Marks, üretim sektörlerini ikiye ayırmıştır. Üretim araçları üreten sektör ve tüketim araçları üreten sektör. Gerçek ağır sanayi, üretim araçları sektörüdür. Çünkü, bu sektör, tüketim sanayinin değişmeyen sermayesini oluşturur. Dolayısıyla üretkenliğin yükselmesi üretim araçları sistemini arttıracak, değeri düşecektir. Bunun sonucu da tüketim ve ara malları sanayinin gelişmesi idi.
Marks durumu şöyle açıklamaktadır " Emek gücünün değerini düşürebilmesi için, üretkenlik artışının, bu emek gücünün değerini belirleyen ürünlerin üretildiği sanayi dallarını etkiliyebilmesi gerekir" (70).
Bant sistemi, üretim araçları üretimini kısa sürede geliştirdi. Böylece değeri düşen üretim araçlarını kullanarak üretim yapan tüketim ve ara malları sanayi gelişti. Ve iç pazarın genişlemesi Ford'un beklentilerinin karşılanması anlamına geliyordu.
Bant sisteminin sonuçlarını özetleyecek olursak:
a) İş süreci olağanüstü yoğunlaştı.
b) Tüketim ve ara malları sanayi gelişti ve bant sistemi özellikle bu sektörlerde yaygınlaştı.
c) Üretimin yoğunlaşması, işçinin gerçek ücretlerinde artış koşulları sağladı, iç Pazar genişledi.
d) Sistem, nitelikli emeğe duyulan gereksinmeyi azalttı.
e) Çok geniş bir taban üzerinde üretimde bulunmanın koşulları doğdu, dev fabrikalar kuruldu.
f) Yeni sömürgeci yöntemlerin yolu açıldı.
Bu noktada, Fordculuk ile yeni sömürgecilik arasındaki bağlantıya geçelim. ABD'de Fordculuğun yayılmaya başladığı dönemde, Avrupa'da sanayi üretimi kalifiye işçilerden oluşan bir işçi aristokrasisine dayanmakta ve üretimin gerçekleştirilmesi sayesinde, İtalya gibi ülkelerden gelen ve köylü kökenli olup sanayileşme geleneğine sahip olmayan kalifikasyonsuz ve örgütsüz yeni göçmen kitlesini iş sürecine sokabilmek mümkün olmuştur. Bu yolla hem iş yöntemleri köklü bir değişime uğruyor ve hemde işçi sınıfının örgütlülüğüne ciddi bir darbe vuruluyordu. Aynı dönemde Latin Amerika'da nüfuz alanını genişletmeye başlayan ABD, Fordculuğu çevre ülkelere yaymaya başladı. Daha önce de vurguladığımız gibi, sömürgecilik ve yarı sömürgecilikte, bağımlı ülkelerdeki ucuz işgücü ancak ülke zenginliğinin talan edilmesinde kullanılabilmekteydi. Madenlerde ve sanayi ürünlerinin ekildiği plantosyonlarda ucuz işgücü köle gibi kullanılıyor ve limanlarda toplanarak işlenmek üzere metropollere aktarılıyordu.
Bu durumda sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkiler, hiç kuşkusuz doğal ekonomileri parçalamaya, çözülmeye itmiştir. Ama kapitalizmin esas olarak limanlara, ekonomik ve askeri amaçlarla örülen demiryolu çevrelerine, maden kaynaklarına ve özellikle sanayi bitkilerinin ekildiği tarım plantosyonlarına girmesi, bunun dışında toplumsal dokuya, bu tür etkinliklere engel olduğu oranda zarar vermesi ve doğal ekonomiye özgü egemen sınıf ve katları kendisine komprodor olarak seçmesi, son çözümlemede emperyalizmi bir dış olgu olmaktan kurtaramıyordu.
Diğer bir deyişle, sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkiler, daha çok bağımlı ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmeye yetmekteydi. Bu durum söz konusu ülkelerin gerçek potansiyelinin kullanılmaması anlamına gelmekteydi. Gerek sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkilerin niteliği, gerek üretim araçlarının evrim düzeyi ve gerekse ABD dışında kalan emperyalist ülkelerde iş sürecine egemen olan karakter, bağımlı ülkelerdeki potansiyeli, yani insan unsurunu değerlendirebilmekte çok önemlidir. Çünkü, sömürge ve yarı sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki farklılık buradan kaynaklanmaktadır.
ABD Latin Amerika'da, kıta etkisi olan İngiltere ve Almanya gibi ülkelerden farklı olarak insan potansiyelini değerlendirmek gibi değişik sömürü teknikleri uygulamaya başladı. İnsan potansiyelini değerlendirmek, kuşkusuz ucuz işgücünü değerlendirmek anlamına gelmektedir.
ABD bu ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını, yerel işgücünü kullanarak işlemeye yönelmekle, yeni sömürgeci ilişkileri başlatmış oluyordu.
Bununla birlikte, o aşamada ortaya çıkan bu durumu, yeni sömürgecilik olarak adlandıramıyoruz. Daha çok yeni sömürgeciliğin öncülü olma durumu söz konusuydu. Çünkü ABD girişimi, ülkeleri tümüyle kendi denetimine almaya yeterli değildi. Kaldı ki, ABD tekelleri de o aşamada yeni sömürü tekniklerini ağırlıklı olarak kullanmamaktaydılar ve Latin Amerika esas olarak yarı sömürge özelliklere sahipti.
Süreç içinde gelişen yeni sömürgeci teknikler savaş yıllarında ve özellikle savaş sonrasında gerçek patlamasını yaptı. Truman Doktrini ve Marshall Planı yeni sömürgeciliğin gelişmesine uygun ekonomik ve siyasal atmosferi yaratmış ve bu düzlemde oluşan ilişkiler geniş sömürge ve yarı sömürgeciliğin yerini; yeni sömürgeci ilişkilerin almasını getirmişti.
Yeni sömürgeciliğin gelişmesine önemli bir katkı da bilimsel ve teknolojik devrimle geldi. Bu devrimin üretim araçlarının Fordculukla birleşmesiyle daha yüksek bir teknolojiye, daha yoğun bir sömürünün daha basit biçimde gerçekleşmesine yol açmıştı.
Ayrıca yeni sömürgecilik ABD'nin siyasal tavrına uygun özellikler taşımaktaydı. Sosyalizmin yükselen prestijine karşı, kendisine yapay bir ideoloji yaratan ABD, demokrasi ve özgürlük bayraktarlığı yapmaktaydı. Nitekim klasik sömürgecilikten farklı bir espriyi içermesi ve ABD'nin takınmış olduğu ideolojik maskeyi yıpratmaması, yeni sömürgeciliğin bir diğer üstün yanını oluşturmaktaydı.
Bu, siyasal düzeyde bağımsız görünen ülkelerin, ekonomik düzeyde boyunduruk altına alınmasından başka bir şey değildi ve Fordculuğun açtığı yoldan geçiyordu. Gelişen iş tekniklerinin bilimsel teknolojik devrimle evrilmiş üretim araçlarıyla desteklenmesi sonucunda ağırlık kazanan yeni sömürgeci yöntemlerle, sömürgecilikten çok daha karlı bir durumu ortaya çıkarıyordu.
Yeni sömürgecilik incelemelerinde çok sık düşülen bir hata, gizli işgal esprisinden, yeni sömürgeciliğin başlıca ayrım noktasının siyasal bağımsızlığa karşın ekonomik bağımlılık olduğu biçiminde bir sonuç çıkarmak olmuştur. Bu çıkarım yanlıştır. Böyle bir yaklaşım bize sömürgecilikle yeni sömürgeciliğin arasındaki farklılıklardan birini verir. Ama örneğin yarı sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki ayrımı açıklamada yetersiz kalır. Çünkü, her ikisinde de göstermelik düzeyde de olsa siyasal bir bağımsızlık söz konusudur. Bu noktada yeni sömürgeciliğin başat özelliği olan gizli işgal esprisinin içeriği ortaya çıkmaktadır. Bu içerik en kısa biçimde, gizli işgal ile emperyalizmin yeni sömürgeler açısından içsel bir olgu durumuna gelmesi biçiminde özetlenebilir. Ve anlamını emperyalist üretim ilişkileri önermesinde bulmaktadır.
Gerçekte, yeni sömürgecilik tanımı başlangıçta, siyasal bağımsızlıklarını elde eden eski sömürgelerin durumlarını ekonomik bağımsızlıkla pekiştirememeleri nedeni ile ortaya çıkan sonucu tanımlayabilmek için kullanılmaya başlanmıştı. Ama süreç içinde yeni sömürgeciliğin emperyalizmi içsel bir olgu durumuna sokması ekonomik fonksiyonu belirginleşince yeni sömürgeciliğin gerçek özellikleri de biçimlenmeye başladı.
İlk kez Mahir Çayan yoldaşımız tarafından kullanılan emperyalist üretim ilişkileri önermesi bu bağlamda gerçek bir evrensel katkıdır.
ABD'de kullanılmaya başlanan Fordçu teknik, iş sürecini basitleştirmiş ve kalifiye işçiye duyulan gereksinmeyi ortadan kaldırmıştı. İki savaş arasında kısmi bir biçimde Latin Amerika'da kullanılan bu teknikle yerel işgücü kullanmanın ve yerel bir Pazar oluşturmanın yolu açılıyordu. Savaştan sonra oluşturulan emperyalistler arası entegrasyonun lideri ABD idi. ABD, Truman Doktrini ve Marshall Planında oluşturulan ekonomik ve siyasal sistemi yeniden düzenlerken, Fordcu ve Taylorcu iş tekniklerini diğer ülkelere de taşıdı.
Gelişmiş kapitalist ülkeler açısından olay, ekonomilerinin entegrasyonunun gerektirdiği biçimde (ya da buna ABD emperyalizminin öngördüğü biçimde diyebiliriz) reorganize olmak şeklinde gerçekleşiyor ve daha önce ifade ettiğimiz biçimde kurumlaşıyordu.
Buna karşılık geçmişin sömürge ve yarı sömürge ülkeleri açısından durum daha değişik özellikler taşıyordu. Her şeyden önce bu ülkelerde, Avrupa ve Japonya'da olduğu gibi yerleşik bir kapitalist temel yoktu. Bir kısmında belli bir kapitalist gelişme olmakla birlikte daha çok doğal ekonomilerin egemenliği söz konusuydu. Sömürgecilik ve yarı sömürgecilik esas olarak bu ülkelerin zenginliklerini yağmalamaya yönelmiş ve kapitalist ilişkiler bu çerçevede sınırlı kalmış, doğal ekonomileri çözülmeye itmekle birlikte, yerel bir Pazar, kapitalist nitelikli ve emperyalizmin gereksinmelerine karşılık verecek bir iç Pazar yaratılamamıştı.
3. Bunalım Döneminde ise, durum nitelik değiştirmeye başladı. her şeyden önce, emperyalizmin gereksinmeleri bu yönde bir gelişmeyi zorunlu kılıyordu. Savaş sonucunda dünyanın 1/3'ü emperyalizm için artıkr yoktu. Diğer bir deyişle, emperyalist, kapitalist sistem savaştan pazarları daralmış olarak çıkmıştı. Oysa emperyalizm ancak pazarıyla birlikte bir varlıktı ve yine ancak pazarların gelişmesiyle yaşamını sürdürebilirdi. Savaş sonrası ilk yıllarda savaşın yıkımını atlatmak ve reorgeanize olmak çabalarının bir sonucu olarak oluşan yoğun talep, emperyalist teklerle sınırsız bir büyüme olanağı vermiş ve "refah" dedikleri ortam oluşmuştu. Ama reorganizasyonunu tamamlanması ve pazarın bu yönüyle doyması emperyalistler arası rekabetin yeniden canlanması, yeni sömürgeciliğin stratejik önemini iyice öne çıkardı ve emperyalizmin başlıca çabası bu ilişkileri oturtmaya yöneldi.
Yeni sömürgecilik, gizli işgale, yani emperyalizmin içsel bir olgu durumuna gelmesine dayanmaktaydı. Emperyalizmin, iş tekniklerini kullanarak ara sanayi ve tüketim sanayi yeni sömürgelere taşıyor, Fordcu ve Taylorcu tekniklerle iç Pazar yaratmaya çalışıyordu. Oluşan bu iç Pazar, bilimsel ve teknolojik devrimin ıskartaya çıkardığı (artık metropol için cazip olmaktan çıkmış) sektörlerin de aktarılmasıyla daha fazla genişletiliyor ve emperyalizmin yeni pazarlara duyduğu gereksinme bu biçimde giderilmeye çalışılıyordu.
Emperyalizmin zorlamasıyla oluşturulan bu iç Pazar, kapitalizmin zorlamasıyla yukarıdan aşağıya ve çarpık bir biçimde geliştirilmesinden başka bir şey değildi. Bu nitelik, kaçınılmaz biçimde yeni sömürgeleri sarsmaya, onları ekonomik, siyasal, toplumsal , kültürel düzeylerde sancılı bir sürece sokmaya başlıyordu.
her şeyden önce emperyalizmin girişine kadar ki süreç, bu ülkelerde doğal ekonominin şu ya da bu oranda etkilerini güçlü biçimde koruduğu ve hatta pek çoğunda belirleyici olduğu özellikler içermekteydi. Latin Amerika, İspanya ve Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde kapitalizmin geçmişte belli ölçülerde oluşmuş olması, feodalizmin güçlü bir biçimde yaşamayı sürdürmesine engel olmamıştı. Afrika ülkelerinin büyük bölümünde ise sömürgeciliğin gereksindiği limanlarda uç veren kapitalist ilişkiler dışında düpedüz ilkel Komünal ilişkiler egemendi. Güney Asya'ya gelince, feodalizm ve onun çeşitli varyantları geçmiş sömürgeciliğe karşın gücünü korumaktaydı.
Yeni sömürgeciliğe bağlı olarak bu ülkelerde değişik düzeylerde de olsa, emperyalizmin gereksinmelerine göre biçimlenen kapitalist nitelikli bir iç pazarın oluşması, bu ülkelerin doğal ekonomik yapılarına göre oluşan dengelerini alt üst etti. Kendine yeterli ekonomik birimler parçalanıyordu. Ancak iç dinamiğe dayanan ve toplumun bağrından doğarak aşama aşama doğal ekonomiyi çözecek egemen bir kapitalist gelişme söz konusu olmadığından, değişik düzeylerde de olsa kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerine özgü ilişkiler çarpık kapitalizme eklemleniyordu.Örneğin feodal ilişkiler, , kapitalist iç pazarın gelişmesiyle çözülmeye zorlanıyor ve sancılı biçimde parçalanıyordu. Ama olay feodalizmin tasfiyesine yeterli olmuyor, feodalizm toplumun alt ve üst yapısında değişik biçim ve düzeylerde varlığını koruyordu. İç pazarın gelişmesiyle feodal kapalı ekonominin bu iç pazara eklemlenmesi ve kapitalizme özgü üretim araçlarının ülkeye girmesi, geçmişin feodal birimlerini son derece karmaşık bir sürece sokuyordu.
Her şeyden önce feodal ilişkilerde tasfiye söz konusuydu. Yaptığı, pazarın kendisine sunduğu kapitalist üretim araçlarını almak ve kapalı birim için değil, kapitalist Pazar için üretimde bulunmaktı. Bir devrim söz konusu olmadığından, feodal-serf ilişkisi ortadan kalkmamıştı. Yalnızca feodal daha önceden, örneğin yüz toprak kölesi ile yaptığı işi, bu kez on toprak kölesi ile yapmaya başlıyordu. Bu da kırlarda işsizliğin yaygınlaşması ve çarpık kentleşme sonucunu doğuruyordu.
Öte yandan toprak kölelerinin sayısının azalması serf ilişkisini en azından o aşamada dönüştürmüş oluyordu. Sayısı azalan toprak kölesi, kapitalizme özgü işgünü içinde, feodal için çalışarak kullanıyor, angarya sistemi işlemeyi sürdürüyordu.
Feodalizmin varlığının ölçüsü, en temelde üretimin gerçekleştirilme biçimi olduğuna göre, gerekli emek ve ek emekten oluşan feodal üretim süreci, niteliğini koruduğu sürece, feodalizmin tasfiyesinden söz edilemezdi. Bununla birlikte, kapitalist bir Pazar için kapitalist üretim araçları kullanarak gerçekleştirilen üretim, ağır ve sancılı biçimde de olsa kuşkusuz dönüşecekti.
Bu, ülke sömürge olmaktan kurtulamadığı sürece, kapitalist iç pazarın giderek daha çok feodal ilişkileri etkilemesi, feodal nitelik değiştirmeye zorlanarak çarpık bir toprak kapitalistine dönüşmesi ya da bir kısmının biriken sermayeyi kapitalist Pazar içinde değerlendirme yolunu tutarak çarpık biçimde burjuvalaşması ve serfin aynı sürece koşut olarak tarım işçisine dönüşmesi biçiminde gerçekleşiyordu.
Yine de feodalizm toplumun çeşitli kurumlarında, devlet mekanizmasından kültürel kurumlara kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde yaşamayı sürdürüyor ve gerçek tasfiyesi ancak demokratik halk devrimiyle sağlanabilecek ölçülerde çarpık kapitalizmle iç içe giriyor, ona eklemleniyordu.
Böylesine karmaşık bir süreci tanımlamak kuşkusuz zordur ve yeni sömürgelerde oluşan toplumsal dokuyu klasik reçetelerle kesinlikle açıklayamayız. Zorlama tesbitlerle bir yeni sömürgeye kapitalist deyip çıkmak ya da kolaycı soyutlamalarla yarı-sömürge, yarı-feodal demek her şeyden önce tarihsel materyalizmle ve onun işleyiş kurallarıyla bağdaşmaz. Bir yeni sömürgeyi bu biçimde tanımlamak, sonuçta insanı, örneklerinin her yeni sömürgede bolca görüldüğü gibi ileri kapitalist ülkelere özgü çözüm reçetelerine, genel ayaklanma anlayışına, sosyalist devrim beklentilerine, işçi sınıfı kuyrukçuluğuna kadar götürmektedir. Ya da yine aynı ülkelerde, feodalizmi egemen süreç olarak tanımlayıp kızıl siyasi üsler yoluyla ülkeyi kurtarmayı amaçlayan ikinci bunalım döneminde kalmış anlayışlar yaşatılabilmektedir.
Bu yalnızca Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Birçok yeni sömürge ülkede, etkileri değişik düzeylerde de olsa benzer görüntülerle karşılaşılmaktadır. Kısacası ortada bir boşluk bir tanımlama eksikliği vardır.
Mahir Çayan'ın emperyalist üretim biçimi önermesinin önemi bu noktada açığa çıkmaktadır. Mahir Çayan daha onaltı yıl önce yeni sömürge ülkelerin karmaşık toplumsal dokusunu son derece berrak biçimde tanımlamıştır.
"Yeni sömürgecilik metodlarının temelinde, emperyalist tekellerin en güçlü politikasına cevap verecek şekilde sömürge ülkelerde meta pazarının genişletilmesi, 'yukardan aşağıya kapitalizmin' bu ülkelerde hakim üretim biçimi olması, merkezi otoritenin egemen olması sonucunu doğurmuştur (...) Üst yapıda feodal ilişkiler genellikle muhafaza edilirken alt yapıda kapitalizm egemen unsur haline getirilmiştir. (...) Bu politikanın esası, daha az masrafla daha geniş Pazar imkanı sağlayarak (...) emperyalizmin problemlerini daha fazla tatmin etmeye dayanmaktadır. En temel metodu sermaye ihraç ve transferlerinin terkibindeki değişikliktir. (...) Buna, ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır."
Bununla birlikte Mahir Çayan'ın yaklaşımı, özellikle onun pratiğini yadsımaya çalışan çevrelerce çeşitli nedenlerle gözardı edilmekte, gülünç "eleştiriler" alabilmektedir. Söz gelimi, Türkiye'de 60 yıldır varolduğu söylenen ve 60 yıldır yaptığı tek şey burjuva kuyrukçuluğu olan çevrenin 'kuramcı'larından biri şöyle diyor: "Mahir Çayan'a göre, yeni-sömürge ülkelerde, bu arada ülkemizde de 1960'dan sonra derinlemesine emperyalist üretim ilişkisi yaygınlaşmıştır. Bilimsel sosyalizme göre üretim ilişkileri, belirli ve birbirinden ayrılan üretim biçimleri için kullanılır. Emperyalizm kapitalist üretim biçiminden ayrı bir üretim biçimi olmadığı için kendine özgü üretim ilişkilerinden söz edilemez." (71) Mahir Çayan'ı çürütebilmek için garip bir çaba harcayarak "eleştiri"lerini sürdüren ve bilimsel sosyalistliği kimseye bırakmayan bu "kuram"cının sözlerini buraya aktarmaktaki amacımız, eleştirinin öneminden değil, belli çevrelerde var olan mantığın tipik bir örneği olmasındandır.
Görüldüğü gibi "kuram"cımız, emperyalist üretim biçimi önermesinin mantığını kavramaktan çok, bilimsel niteliği gereği emperyalizmin kapitalist üretim biçiminden ayrı bir üretim biçimi olmadığını kanıtlamayı, bir görüşü mahkum etmede yeterli bulmakta. Kuşkusuz burada bu görüşü çürütmeye girmeyeceğiz. Önemli olan şu; "kuramcı", kapitalist üretim biçimini kalıpların dışında düşünmemekte ve çözümleri de doğal olarak aynı kalıpların dar sınırlarını aşmaktadır. Böyle bir kafa, örneğin, komünist üretim biçimi ile sosyalist üretim biçimi arasındaki ya da serbest rekabetçilikle tekelcilik ilişkileri arasındaki ayrımı, yukarıdaki mantık kurgusuyla hiçbir zaman açıklayamaz. Çünkü, kavramların içeriği ile değil adlarıyla ve bu adların reçeteye çevirdiği sosyalist terminoloji ile uygunluğu "kuramcı olmaya yetmektedir.
Olayın bir diğer ilginç yanını da son yıllarda yeni sömürge ülkelerin sosyo-ekonomik yapısının niteliğinin belirlenmesi yolunda yapılan çeşitli tartışmaların, yazıların, Türkiye'de de ilgi toplaması oluşturmaktadır. Wallerstein, Monzelis, Taylor gibi akademisyenlerin Latin Amerika'dan yola çıkarak yazdıkları, dosyalar ve derlemeler olarak yayımlanmakta ve Türkiye'de de önemsenerek tartışılmaktadır.
Bu yazıların mantığı en çok üretim biçimlerinin eklemlenmesi görüşüne kadar gidebilmekte, yeni sömürge ülkelerin farklılıklarını doğru bir içerikle ele almakla birlikte nitelik belirlemede yetersiz kalmaktadırlar. En ileri örnek durumundaki Laclau, üretim tarzlarının eklemlenmesinden yola çıkarak Latin Amerika'da feodal ilişkilerin varlığını koruduğunu, kapitalizm ile iç içe girdiğini ve bu temelde bir ekonomik sistem oluştuğunu söyler.
Mahir Çayan'ın 16 yıl önce yaptığı saptamayla, bu akademisyenlerin ileride kuşkusuz keşfetmek zorunda kalacakları formülasyonu oluşturduğunu, onlardan daha ileride olduğunu vurgulamalıyız. Türkiye'nin kendisine aydın payesini yakıştıran yarı aydını, saptama dışardan kendisine geldiğinde kabul edeceğinden kendi ülkesinde 16 yıl önce oluşturulmuş formülasyonu görmemektedir.
Konuyu bir de sermayenin birikim sürecinin hareket noktası bağlamında açalım. Bilindiği gibi sermayenin birikim süreci, kapitalist sistemin bütünü için itici güçtür ve kar oranına dayanır. Kar oranı da sırasıyla, artı-değer oranı ve sermeyenin organik bileşimi tarafından belirlenir. Yedek emekçi ordusunun yenilenmesine ve düşük bir ücret düzeyinin korunmasına teknolojik gelişme izin vermediğine göre, sermayenin organik bileşiminde bir artış, artı-değer artışından çok daha fazla bir artışa bağlanmadıkça, zorunlu olarak kar oranında bir düşüş olacaktır. Bu eğilim, organik bileşimin yüksek olduğu sektörlerden düşük olduğu alanlara doğru sermaye hareketleri ile kısmen giderilir. Burada öyle bir kar oranı çıkar ki, bu oran değer olarak teknolojik açıdan ileri sektörlerde kendisine karşılık gelen kar oranından her zaman daha yüksektir. Bununla birlikte, toplam sermayenin organik bileşiminde sürekli bir artış kapitalist yayılmacılığın doğasında yer aldığına göre , uzun vadede kar oranında yalnızca bir azalma eğilimi varolabilir.
Burada kesintisiz birikim sürecini açıklayan şey aynı zamanda sistemin her sektöründeki üretici birimlerin gelişmesini açıklamaktadır. Yani, ileri ya da dinamik sektörlerde sermayenin artan organik bileşiminin, kar oranı üzerindeki azaltıcı etkisine karşı koymayı olanaklı kılan geri teknoloji ya da emeğin aşırı sömürüsüdür. Taylorculuğun ve Fordculuğun kar oranını yükseltmesinin nedenleri bu şekilde ifade edilir.
Buradan hareketle geri sektörlerin ya da emeğin aşırı sömürüsünün ileri sektörler üzerindeki etkisinde olduğu gibi, yeni sömürge ülkelerde ucuz emeğin kullanılmasının, metropolün kar oranını yükselttiği görülür. Çünkü ekonomik bağımlılık denilen şey bir bölgede yaratılan ekonomik artığın, diğer bölge ya da bölgeler tarafından sürekli olarak ele geçirilmesi biçiminde tanımlanabilir.
Eşitsiz gelişme yasasının ileri gittiği ülkeler, böyle bir sıçramayı gerçekleştirememiş bölgelere girerek burada yaratılan ekonomik artığa el koymaktadır. Bunun için, emperyalizmin girdiği ülkeden elde edeceği ekonomik artık oranını yoğunlaştırmak amacıyla, kendi sistemini bu ülkelere taşıması ve kendi gereksinmelerine uygun bir iç Pazarı yaratması gereklidir.
Bu süreç, bu ülkede daha önceden egemen olan ilişkilerle çarpışacak ve nihayet emperyalizmin koşullandırdığı eksene uygun olarak gelişen ilişkiler ile yerel ilişkilerin ilk çatışmaları, bu iki değişik üretim biçiminin birbirlerine eklemlenmesi ve iç içe girmesiyle yeni bir boyut, o ülkeye özgü bir biçim alacaktır. Burada sonucu doğuran neden ülkenin kendi iç dinamiği değil, dışardan kendi gereksinmelerine uygun bir gelişmeyi başlatan emperyalizmdir. İşte emperyalist üretim ilişkileri kavramı bu süreci açıklamaktadır.
Özetleyecek olursak, emperyalist üretim biçimi, emperyalizmin yeni sömürge ülkelerde kendi gereksinmelerine uygun bir iç Pazar yaratması sürecinde, bu ülkelere egemen olan doğal ekonomik yapıların parçalanması ve yukardan aşağıya bir gelişme esasına dayanan çarpık kapitalizme eklemlenmesiyle oluşan üretim ilişkilerine verilen addır diyebiliriz. Bu niteliğiyle emperyalist üretim biçimi, çok tartışılan bir kavram olan yeni sömürgeciliğin gerçek boyutlarını çizmektedir.
Bu durumda yeni sömürgecilik, kapitalizmin genel bunalımının 3. aşamasında, emperyalizmin, az gelişmiş ülkelerde kendi gereksinimlerine uygun ilişkiler oluşturma yoluyla içsel bir olgu durumuna gelmesi ve bu ülkelerin ekonomik potansiyelini bu temelde yağmalaması olarak tanımlanmalıdır.
Böyle bir tanımlama bizi, hem sömürgecilik hemde yeni sömürgecilikten uzaklaştıracak ve yeni sömürgecilik esprisinin özünü verecektir. Dolayısıyla yeni sömürgeciliğe özgü diğer çeşitli kavramları, sömürge tipi faşizmi, oligarşik diktayı, suni dengeyi kavrayabilmeyi mümkün kılacaktır. Bu kavramların bazı çevrelerce anlaşılamamasının nedeni de burada yatar. Yeni sömürgeciliği, Türkiye'nin yeni sömürgeleşmesini anlayamayanlar, ellerindeki tek ölçü kapitalizm ya da feodalizm olduğundan olayın çok gerisinde kalmaktadırlar. Yeni sömürgeciliğin içeriğini kavrayamadıklarından yanılmaktadırlar.

2) YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN BİÇİMLERİ


Her yeni sömürge, bir diğerinden değişik bir toplumsal gelişme düzeyi anlamına gelmekte, emperyalizm için önemi çeşitli açılardan değişebilmektedir. Örneğin, İsrail, emperyalizm için yer altı ve yer üstü kaynakları açısından önem taşıyan bir ülke değildir. Onun önemi, ciddi bir ekonomik potansiyele sahip olan Ortadoğu'da emperyalizmin kalesi olmasından, militer amaçlara karşılık verebilmesinden kaynaklanmaktadır.
Ya da Brezilya'nın emperyalizm açısından önemi, daha çok onun zengin iç potansiyelinden kaynaklanmakta ve yeni sömürgeci ilişkiler de buna göre biçimlenmektedir. Buna karşılık Singapur, iç Pazar olarak hiçbir cazibeye sahip değildir ama, yüklendiği taşeron işlev, Singapur'u emperyalizm açısından önemli kılmıştır.
Demek ki, her yeni sömürgenin ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, tarihsel koşulları, uluslar arası konumu değişiktir ve emperyalizmin her yeni sömürgeye yerleşmesi ve ilişkinin yürütülüş biçimi şu ya da bu oranlarda farklılıklar göstermektedir.
Bununla birlikte, yeni sömürgeciliği belli başlıklar altında çözümlemek olanaksız değildir ve sorunu kavrayabilmek açısından olayı bu yönüyle incelemek gereklidir.
Yeni sömürgecilik yöntemlerinin başlıcaları:
- İthal ikameciliği
- Geleneksel ihraç ekonomisi
- İhraç ikameciliği
- Yeni ikamecilik'tir.


İTHAL İKAMECİLİĞİ

Yeni sömürgecilik yöntemlerinin başlıcalarından biri olan ithal ikameciliği, kitlesel üretime ve bu üretimin iç pazarda tüketilmesi esasına dayanır. Bu nedenle ithal ikameci yöntem, zengin iç potansiyele sahip ülkelerde kullanılmış ve 1970'lere kadar yeni sömürgeciliğin başlıca biçimi olmuştur. Hatta yeni sömürgecilik şu son yıllara kadar ithal ikamecilik ile özdeş tutulmuştur. Brezilya, Arjantin, Şili, Meksika, Endonezya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Türkiye, İran, G.Kore, ithal ikameciliğin yaygın kullanılmasında örneklenebilecek ülkelerdir.
İthal ikameci yöntem, yeni sömürgeleşme süreci öncesinde kapitalizmin belli ölçülerde gelişmiş olduğu ülkelerde, varlık temelini daha rahat oluşturabilmiştir. Yukarıda adlarını saydığımız ülkelerin hemen hemen hepsi, yeni sömürgecilikten önce kapitalizmle tanışmış ve kapitalizmin farklı düzeylerde de olsa gelişmiş olduğu ülkelerdir.
Özellikle 1930’lu yıllar ve 2. Dünya Savaşı yılları bu ülkelerde kapitalizmin geliştiği dönemlerdi. 1929-32 deprasyonunun emperyalizmi sarsması, emperyalist zincirin belli ölçülerde gevşemesi ve iç birikim olanaklarına sahip ülekelerin, özellikle devletin girişimci gibi kullanılması yoluyla kapitalist ilişkileri yaygınlaştırmasını getirmişti.
Türkiye’de kendisine “kemalist” diyen çevrelerin süslü sözlerle “devletçilik” dedikleri dönemin niteliği de buydu. aynı dönemde Arjantin, Brezilya, Portekiz, Yunanistan, vb. pekçok ülkede de benzeri girişimler olmuş ve devlet eliyle kapitalist yaratma çabası gündeme gelmişti. Ancak hiçbiri başarılı olamamış ve yaratılan ulusal burjuvazi değil komprodor nitelikli bir ticaret burjuvazisi olmuştu.
Savaş sonrası emperyalizm bu ülkelere girdiğinde potansiyel bir iç pazar yanında, yetersiz de olsa kapitalist bir alt yapı bulmuştu. Bu durum da Fordçu tekniklerin kullanılmasına yeterli bir zemin var olmaktaydı ve iç pazarı yaratma çabası bu doğrultuda gelişecekti. Bu ülkelerin savaş öncesi oluşturdukları korumacı yapı, Fordçu tekniklerle birleşince, ithal ikameciliği ortaya çıkardı.
Olay en yalın anlatımıyla; yüksek gümrük duvarlarıyla korunan ülke iç pazarında işbirlikçiler eliyle bir montaj sanayi kurmak ve bunu iç pazarın yaratılması yolunda kullanmak, giderek iç pazarı genişletmekti. Durum, emperyalizmin, işbirlikçileri eliyle ülke içinde tekelleşmesi anlamına gelmekteydi.
Emperyalist tekellerin kendi denetiminde bir iç pazar yaratmasına koşut biçimde, emperyalizm diğer çeşitli siyasi, kültürel, militer kurumlarıyla ülke içine giriyor ve tam anlamıyla içsel bir olgu durumuna geliyordu. Geçmişin köle statüsünden bile ağır bir durumdu sonuç. Çünkü, geçmiş sömürgecilik en azından ülkelerin doğal ekonomisini, geleneksel özelliklerini yıkmayı başaramamıştı. Bu kez içsel bir olgu olması, emperyalizmin varlığını yalnızca zenginliklerin metropollere taşınması türünden etkinliklerle sınırlamıyor, hayatın her alanında varlığını hissettiren ezici bir olguya dönüştürüyordu. Nitekim yeni sömürgecilik anlayışı da bu durumu tanımlayabilme gereksinmesinin bir sonucu olarak doğmuştu. ithal ikameci yöntemin temelinde, tarımsal artığın, yer altı kaynaklarının ve işgücünün dış satımı ile elde edilen döviz gelirlerinin, emperyalizmin Fordçu tekniklerle ürettiği yatırım mallarının ve bazı girdilerin ithalinde kullanılması, emperyalizmin ülke içindeki işbirlikçileriyle oluşturduğu tekelleşmenin korunması yatıyordu.
Bu yolda muazzam bir korumacı düzenleme sistemi geliştirilirken, daha çok ülkelerin hepsinde çok geniş bir tabanı olan küçük burjuvaziye , kent ve kır üreticisine dayanan iç pazar için daha önceden ithal edilen ya da üretilmezse ithal edilecek olan tüketim malları üretilmekteydi. İthal ikameci bir nitelik taşıyan bu birikim yönteminin genişlemesi, üretimin tüketim malları aşamasından teknolojik merdivenin daha üst basamaklarına, yani yatırım malları kesimine doğru yayılması mümkün olabilecekti ve böylesi bir dönüşüm, hiçbirisi için kısa vadede mümkün görünmüyordu.
Emperyalistler arası entegrasyonun depresyona tutulmasına bağlı olarak 1970’lerin ortalarından başlayarak ithal ikameciliği tıkanacaktı. Bunun faturası ağır olacak ve depresyonun yükü bu ülkeleri yeni arayışlara iticekti.
İthal ikameci sanayi, tüketim ve ara malları bağlamında bir sanayi idi. Sanayi kavramının gerçek karşılığı olan üretim araçlarının üretimi söz konusu değildi. Emperyalizm kendisi için yeterince cazip olmayan sektörlerde bile üretim araçlarının üretimini kendi tekelinde tutmaktaydı. Yeni sömürgeye düşen, üretim araçları kullanarak tüketim mallarını üretmekti. İthal edilen üretim araçlarının Fordçu karakterleri, bu ülkelerde oluşan tüketim ve ara malları sanayii, bant sistemine göre oluşturuyor ve niteliksiz emeği kullanmak esas oluyordu.
Bu ülkelerde yeni sömürgecilikle birlikte kurulmaya başlayan fabrikaların büyük ölçüde kırlardan kentlere akmış köylü kökenli işçilere dayanması, Fordçu iş tekniklerini zaten kaçınılmaz kılmaktaydı. Ama bu Fordçuluktan çok, Fordçuluğun karikatürü durumundaydı. Çünkü Fordçuluk esas olarak ağır sanayi üretiminin yani üretim araçları üretiminin bir aracı olarak doğmuştu.
İthal ikameci yöntem ise, Fordculuğun ancak tüketim ve ara malları bağlamında kullanılmasına izin veriyordu ki, bu niteliğiyle ancak bir karikatür olabilmekteydi. İthal ikameciliğin alt Fordçuluk olarak adlandırılmasının nedeni de bu durumdur. Yani alt Fordçuluk, emek sürecindeki dönüşümlerin bütün üretim dallarında kapsamlı ve yaygın olmaması, üretim ilişkilerindeki dönüşümün sınırlı kalması, özellikle ücret ilişkilerindeki ve tüketim normlarındaki dönüşümün yeterli olmaması, birikim rejiminin istikrar için genişlemesi ve yeniden üretimin gerektirdiği toplumsal koşulların var olması anlamına gelir.
İthal ikameciliğin istikrarı, gerekli ithalatı finanse etmek için yeterli dövize, kendi ihraç olanağına sahip olmasına; ithal ikamesi ilerledikçe yapılması gerekli yatırımlarda sermayenin teknik bileşimi yükseliyorsa verimliliğin de buna koşut olarak artmasına; üretim arttıkça iç pazarın buna uyumlu biçimde genişlemesine ve üretilen gelirin bu genişleme ile birlikte toplumun değişik kesimlerine dağılmasına bağlıdır. Sermaye birikiminin genişleyerek yeniden üretimi için bu toplumsal koşulların tümünün bir arada bulunması gerekir.
Söz konusu toplumsal koşullar bir arada kendi içlerinde çelişkiler taşır. Genişleyerek yeniden üretimi finanse etmeye yetecek miktarda döviz elde etmek için geleneksem tarım ürünlerinin pek kolay olmayan ihracatına güvenilemez. Oysa sanayi üretimi. tanım gereği korumacılık altında yapılır. Çünkü, işbirlikçi tekelci burjuvazinin emperyalizm ile rekabet durum doğal olarak yoktur. Bunun anlamı ise verimlilik artışının yeterli olmamasıdır. Verimlilik farklarını azaltmak için üretim maliyetini düşürmek gerekir. Bu amaçla ücretlerin sınırlı tutulması bu kez iç pazarın yeteri kadar genişlemesini önler.
İthal ikameciliğin bu özellikleri, onun son derece hassas bir denge içinde sürmesine yardım edecek çok karmaşık düzenleme biçimleri gerektirir. Bu düzenleme biçimleri yoğun kapsamlı, ayrıntılı devlet müdahaleleriyle yerleştirilmeye çalışılır.Meta ilişkilerli, fiyat, para, kredi, döviz alanları, aynı zamanda devlet gelirleri ve harcamaları, yoğun devlet müdahalesine konu olur. Ayrıca yukarıda sözü edilen sorunların yoğunlaştığı değişik alanların dönem dönem ek biçimlerle ve daha yoğun olarak düzenlenmesi gerekir.
İthal ikameciliği bazen bu dengelerli tutturamadığı için istikrarsızlığa ve ekonomik çalkalanmalara uğrarken, kendi iç çelişkilerinin derinleşmesi ve emperyalist kapitalist sistemin depresyonu ile birlikte kendini yeniden üretemeyecek, var olduğu ve geliştiği biçimiyle sürmeyecek ve tıkanacaktı.

GELENEKSEL İHRAÇ EKONOMİSİ

Emperyalistler arası entegrasyon, sistem ülkeleri arasında bir iş bölümü anlamına gelmekteydi. Dünya pazarların bütün olarak alan bu iş bölümü bir kısım çevre ülkede ithal ikameciliğini, bir kısmında ihraç ikameciliğini gündeme getirirken diğer önemli bir bölümüne de geleneksel ihraç ürünlerinin pazarlanmasına dayanan bir rol düşmüştü. Bu temelde oluşan ihraç ekonomileri, yeni sömürgeciliğin ithal ikameciliğinden sonra yaygın olarak kullanılan ikinci biçimi oldu. Bu statüye, OPEC ülkelerinin önemli bir bölümü, Afrika ve Güney Asya ile Orta Amerika'nın yine önemli bir bölümü giriyordu. Bu ülkeleri birleştiren ortak yanları iki başlıkta açıklayalım.
Öncelikle kapitalizm ya hiç yoktu ya da yok denecek düzeydeydi, uluslaşma süreci bir çoğunda yeni başlamıştı.
İkincisi, ekonomileri tarımsal ürünlerin ve hammaddelerin ihracına dayanmaktaydı. Ayrıca bu sektörlerde de sayılı dalda etkinlik söz konusuydu. Örneğin Ortadoğu ülkelerinin ekonomileri, tümüyle petrol ihracına dayanırken, Orta Amerika'da bu ülkelere adını veren muz ve kahve, diğer bazı tarım ürünleriyle birlikte başlıca ürün durumundaydı.
Emperyalizm bu ülkelerde iç Pazar yaratmak ve korunan montaj sanayi yaratmaya yönelmedi. Ya da bunu belirleyici bir düzeyde yapmadı. Bu ülkelerin uluslar arası işbölümündeki rolleri, emperyalizmin gereksindiği hammaddeleri ve tarım ürünlerini ihraç etmek olurken, ülke alt yapısı da bu temelde biçimlendi. Buna göre az sayıda tarımsal ürün ya da yer altı kaynağına dayalı malın üretiminde uzmanlaşan ülkeler, sınai mallarını emperyalist ülkelerden ithal etmekteydiler. Bu durum, bu ülkelerin ekonomilerine dünyanın en dışa açık ekonomileri olma niteliğini kazandırmıştır. Gayri safi ulusal hasılanın ortalama %40-50'si ve özellikle OPEC ülkelerinde çok daha fazlası ihraç ürünlerinden oluşmakta, çoğu kez buna işgücü ihracatı da eklenmektedir. Söz konusu ilişkilerin bu ülkelere metropollerin termostadı olma işlevini yüklediği söylenebilir.
İhraç ekonomilerinde, meta ilişkileri ilk aşamada daha önce var olan üretim ilişkileri çerçevesinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Ücret ilişkileri dünya ticaretine egemen olan duruma göre oluşurken, birikim genelde teknolojinin oldukça geri olduğu (72) koşullarda daha çok mutlak artı değer üretimine dayanır. Emeğin toplumsal dağılımı ihraç mallarının satıldığı piyasalar tarafından düzenlenir.
Yeni sömürgeciliğin bu biçimi zaman zaman ve kısmi olarak bazı alanlarda çevre dışında gelişmiş değişik emek süreçleriyle değişik ürünlerin üretildiği birikim dalgaları yaşayabilir. Ancak artı değer elde etme biçimi esas olarak mutlak artı değer üretimine, hatta pek çok durumda kapitalizm öncesi sömürü biçimlerine dayanır. Üretimin önemli bir bölümü geleneksel ihracata dönük olduğu için, geleneksel ihraç malları, emek yoğun olarak ve eski teknolojilerle üretilir. Üretim artışları, meta ilişkilerinin genişleme şansı (yerel olarak kurulan kullanım alanları bulunmadıkça) ancak ihracat yoluyla elde edilebilir. Ama ihracat rekabetçi fiyat düzenlemeleri ile yapılmakta ve üretim artışı, sık sık fiyatların düşmesi gibi bir sonuca neden olmaktadır. İhracat şirketleri, dış rekabete dayanan fiyatlarla piyasayı pek denetleyemezler. Dolayısıyla, devlet müdahaleciliği dış rekabet koşullarıyla sınırlı kalmakta, diğer bir deyişle yok denecek düzeyde olmaktadır.
Belli malların ihracatına dayanan ekonomilerin, bu ülkelerdeki birikime, uluslar arası tekeller tarafından düzenleme özelliğini kazandırması, ücretlerin düşük kalmasını ve özellikle denetlenmesini getirir. Emek gücü tümüyle mülksüzleşmiş, işgücünün tamamı kapitalizme entegre olmamıştır. Dolayısıyla sermayedarlarla işgücü arasındaki değişim ve bu temelde oluşan çevrim, kendi içinde tamamlanamaz bir nitelik taşıdığından, kısal alanda ve zanaatkarlar içinde sürekli yeni işgücü arama çabaları sözkonusudur. Ama özellikle ihracat ithalat şirketlerinin üretimi arttırmaya yönelmeleri dünya koşullarına bağlı olduğu için, üretim ile dolaşım arasındaki çevrim, ulusal düzeyde büsbütün kopuktur; çevrimin uluslar arası düzeyde tamamlanması da belirsizdir.
Dış ticaret aracılığıyla yeni sömürge ülkeden metropole artık aktarılmasa bile söz konusu ücret ilişkisi, yeniden üretimin iç bağlantılarının kurulmasını çok güçleştirir. Artık aktarımı durumunda ise iç bağlantılar büsbütün zayıflar. Zaten ihracatın yapılması genellikle merkez ülkelerin ihracatçıları ile düzenli bağlantılar kurmayı gerektirdiği için yerli işbirlikçiler, emperyalistlerle ihracat ilişkisi içinde karları paylaşmak durumundadırlar. Dolayısıyla ihracatın karlı olması, sermayedarların tekelci karı ve yerel işgücünün üretici işgücü ilişkisine benzer ilişkiler altında aşırı sömürünün artırdığı karları elde etmesi gerekir. Yeril sermaye ile merkez sermaye ancak bu aşırı karları paylaşınca bu ittifakı karlı bulur.
Yeni sömürgeciliğin bu biçiminde, birikimin genişleyerek yeniden üretimi şansı çok zayıftır. Üretim teknolojisinde devrim olmadan verimliliği ve üretimi artırmak çok zordu. Öte yandan üretimin fazla olması durumunda, arzın artış ritmine bağlı olarak , talep esnekliğinin düşüklüğünden dolayı fiyatlar çok hızlı düşebilmekte, toplam ihracat geliri artacağı yerde azalabilmektedir.
Nitekim depresyonun patlak vermesiyle bu ülkelerin ihracatları azalmaya başlamış, dış ticaret hadleri de genel eğilim olarak petrol dışındaki ihraç ürünlerinin fiyatlarının düşmesi doğrultusunda gelişmiştir. Bu ürünlerin gelir artışları, birçok daldaki ürünlerin dünya piyasasındaki fiyatlara bağlı olduğundan, OPEC ülkeleri dışında kalanlar, gelirlerini çok az artırabilmektedirler ve dünyanın en yoksul ülkeleri, bu tip yeni sömürgelerdir.

İHRAÇ İKAMECİLİĞİ

İthal ikameciliği ve geleneksel ihracatçılıkla birlikte yeni sömürgeciliğin üçüncü biçimini ihraç ikameciliği oluşturmuştur. İhracata yönelik sanayileşme olarak ta adlandırılan ihraç ikameci yeni sömürgecilik yöntemi, ihracatın ikame edilmesi, yeni geleneksel mallar yerine fason bir nitelik taşıyan sanayi mallarının ihracatı temeline dayanır. Başlangıçta hem iç Pazar olarak emperyalizm için cazip olmayan hem de ihraç edecek bir hammaddesi ya da Tarım ürünü olmayan ülkelerdeki işgücünü değerlendirmek amacıyla sınırlı olarak başlayan bu uygulama, çeşitli nedenlere bağlı olarak 1960'lardan sonra yaygınlaşmış ve yeni sömürgeciliğin üçüncü önemli biçimi niteliğini kazanmıştır.
Böylece, geçmişte ithal ikameci yöntemle sömürülen pek çok ülke, ihraç ikameciliğine yönelmiştir. Oysa korumacı önlemlerin olduğu ülkelerde, serbest bölgelerde fason üretim biçiminde gerçekleştirilen sömürü, korumacılığın olmadığı ülkelerde bu tür bir uygulamaya gerek duymadan sürmüş ve emperyalizme bağlı montaj sanayiciliğinin yerini fason sanayi almaya başlamıştır.
İhraç ikameciliğinin öne çıkmasının nedenlerinin başında emperyalist-kapitalist sistemi sarsacak depresyon geliyordu. Depresyondan çıkış yolu, olayın faturasını yeni sömürgelerin üzerine yıkmaktan geçiyordu. Ne var ki, giderek tıkanan ve aksayan yönleri ortaya çıkan ithal ikameciliği, emperyalizmin bu çabalarına karşılık vermekten uzaktı. İthal ikameciliği bir iç Pazar yaratmış, kitlesel tüketim normlarını belli ölçülerde yükseltmiş ve yetersiz talep sorunu uzun yıllar çözülmüştü.
Ancak depresyon patlak verdiğinde, ithal ikameciliği de tıkanmış durumdaydı ve depresyonla birlikte tümden çıkmaza girdi. Verimlilik artışları yavaşlamış, sermayenin teknik bileşiminin yükselmesi ve kar oranlarının düşmesi sorunlarıyla karşı karşıya kalınmıştı. Kar oranlarının düşmesiyle ortaya çıkan sorunları gidermek üzere ücretleri düşürmek ise pazarın alım gücünü düşürüyor ve tıkanıklık gideriliyordu.
Böylece, emperyalistlerce "sanayileşen ülkeler" adı yakıştırılan ithal ikameci ülkelerin ucuz emek gücünün, artı değeri artırmasının kaynaklarından biri olarak, emperyalizmin ilgisini çekmesinin süreci başladı.
Diğer çeşitli açılardan da ihraç ikameciliği emperyalizme cazip geliyordu. Bilimsel ve teknolojik devrim, üretim araçlarını sürekli ve daha çok evrilmeye itmekteydi. Bu gelişim, Fordçu ve Taylorcu tekniklerle birleşince en karmaşık malların üretimini bile kolaylaştıran iş teknikleri ortaya çıkmıştı. Ayrıca, geçmişte önemli sorun yaratan ulaşım engeli artık önemli olmaktan çıkmıştı ve son olarak Avrupa'daki işgücü artık uluslar arası tekeller için yeterince cazip değildi.
Reorganizasyonun tamamlanması ile birlikte, dünya pazarlarında yeniden ağırlık kazanmaya başlamaları, Avrupa ülkelerinde emek gücünü geçmişte olduğundan daha pahalı kılmaya başlamıştı. Daha önemlisi, kıtada egemen olan gelenek ve örgütlülük düzeyi söz konusu gelişmelerle birleşince işçi sınıfını kaba ve fahiş sömürüden uzak tutuyordu. Buna karşılık yeni sömürgelerde ucuz işgücünü vahşi biçimde sömürmenin koşulları vardı. her şeyden önce devlet bu yönde emperyalizme gerekli güvenceyi vermekteydi.
Sermayenin uluslararasılaşması süreci de ihraç ikameciliğini seçenek durumuna getiren bir diğer nedendi. Serbest bölgeler özellikle uluslar arası tekeller için cazip birikim alanları durumunda idi. Nitekim 3. Bunalım Dönemi derinleştikçe, dolaysız sermaye ihracının arttığını görmekteyiz. Bu, doğrudan yatırımlardaki artışın bir göstergesidir. VE hem sermayenin uluslararasılaşma süreci hem de ihraç ikameciliğin yaygınlaşmasını yansıtmaktadır.
Öte yandan, bir yandan ithal ikamesi yöntemi tıkanan ülkelerde, bir yandan da sanayileşmesini içe dönük olarak yapamayacak kadar birinci gruptakilerde, sınai malların ihracatına geçilebilmesi için, geleneksel ihracat ya da iç pazara yönelik üretim yapan işbirlikçilerin egemenliklerinin sarsılması, ihraç ikameciliğini kaçınılmaz kılmıştır.
Böylece, emperyalist sermayenin bir kısmı üretim sürecinin niteliksiz işgücüne dayanan bölümlerini taşıyacak ucuz işgücü mekanları ararken, ithal ikameci yeni sömürgelerde işbirlikçi sanayi sermayesinin de ihraç ikamesi yoluna ya da ihracata yönelik sanayileşmeye yönelmeleri süreci başlamıştı. Bu, emek sürecinin tasarımı, yöntemlerin organizasyonu ve mühendislik düzeyi ile nitelikli işgücüne dayanan düzey metropollerde kalırken, niteliksiz işgücüne dayanan uygulamalarla , montaj ve daha çok fason nitelikli bir sanayinin yeni sömürgelerde oluşturulması anlamına gelmektedir.
Bu gelişme, 1960'lı yılların sonralarında başlamış ve 1970'li yıllar boyunca sürerek 1980'li yıllarda önemli oranda tamamlanmıştır. Söz konusu süreç aynı zamanda emperyalist kapitalist sistem içi yeni işbölümünün yerleşmesini içermiştir. Dikey işbölümü olarak da adlandırılan bu gelişme emperyalizmin gereksindiği birikimin yeniden örgütlenmesi, bu yolda işgücünün ucuz olduğu bölgelere gidilmesi, artı-değerin yoğunlaştırılması, ve dönüşümün gereksindiği düzenlemelere gidilmesi gibi uygulamaları da beraberinde getirmiştir.
İhraç ikameciliğinin ilk yıllarında emperyalist üretimin en çok emek gerektiren sektörlerinin belli bölümlerinin, ücretlerin çok düşük, işçi sınıfı örgülerinin çok zayıf olduğu, İspanya, Güney Kore, Meksika, Brezilya, Malezya, Taywan, Fas, Hong Kong, Singapur gibi ülkelere taşındığını görmekteyiz. Bunlar, ithal ikameciliğini terk etmek zorunda kalan, ya geleneksel olarak ancak merkez ülkelerin taşeronluğunu üstlenebilecek kadar küçük ülkeler ya da bazı eski sömürgelerdi. Serbest bölge uygulaması ile birlikte, ilk kez yeni sömürge ülkeler sanayi malları ihracatına başlamışlardır. Gerçekte ise, yeni sömürge adına ihracatta bulunan uluslar arası tekellerdir. Dokuma, konfeksiyon, oyuncak ve elektronik dallarında başlayan süreç bugün gemi yapımı, demirçelik, petro kimya gibi alanlara da yayılmış durumdadır.
İhraç ikameciliğinde meta ilişkileri, sanayi ürünlerinin önemli bir bölümünün merkezi ihracatına, ücret ilişkileri de mutlak ve nisbi artı değeri birlikte yükselen aşırı bir sömürüye dayanır. Üretim ile dolaşım arasındaki çevrim ulusal bir nitelik değil, emperyalizmin üretim sürecine eklemlenerek tamamlanan bir nitelik taşır. Serbest bölgelere taşınan sanayi ya da sanayi bölümleri, genellikle aşırı bölünmüş, tekrarlanan, herhangi bir otomasyon sistemine dayanmayan işleri içerdiği için, kullanılan makineler, hafif, tek operatörle çalıştırılan makinelerdir. İç Pazara yönelik ithal ikameci sanayileşme ile karşılaştırıldığında sermaye yoğunlukları olağanüstü düşüktür. Dolayısıyla merkezi ülkelerin taşeronluğunu üstlenen yeni işbirlikçiye maliyeti son derece düşük olmaktadır.
Otomasyon oranının düşük olması, artı değeri arttırma yolu olarak, vahşi uygulamaları gerektiren bu yöntemle, çalışma yoğunluğunu artıran nisbi değeri, çalışma sürelerinin çok uzun tutulmasıyla da mutlak artı değeri yükseltmektedir. Bu nedenle ihraç ikameciliğinin ayırt edici özelliklerinden biri de, nisbi ve mutlak artı değerin birlikte artırıldığı süper bir sömürüye dayanmasıdır. Kadınların ve çocukların çalıştırıldığı serbest bölgelerde, örgütlenmek yasaktır, hiçbir toplumsal güvence, hak yoktur. Tüm yeni sömürgelerin ortak sorunu işsizlik, vahşi koşullara karşın, insanları boğaz tokluğuna bu bölgelerde çalışmaya itmektedir. Son yıllarda tüm sistem ülkelerinin depresyondan kurtulmak için ekonomilerini daraltmaları, ihraç ikameciliğini de tıkanmaya itmiştir.
Sorunun bir diğer yanını da vahşi sömürü koşullarının bir sonucu olarak, ihraç ikameciği ile sömürülen ülkelerin sahip olduğu gergin ve istikrarsız atmosfer oluşturmaktadır. Toplumsal bir patlamadan yana duyulan korku, bu ülkelerde açık faşist uygulamaları sürekli kılmaktadır.

YENİ İKAMECİLİK

Yeni sömürgeciliğin ilerleyen evrelerinde ortaya çıkan bir uygulama metodu da, yeni ikameciliktir. Yeni ikameciliği, ihraç ikameciliğini ilk uygulamaya başlayan İspanya, Portekiz, Brezilya, Meksika, Güney Kore, Yunanistan gibi ülkelerin aynı zamanda kendi iç pazarlarına da yönelmeleriyle ortaya çıkan durum olarak tanımlıyoruz.
Bu ülkelerin ayırt edici özelliği, yeni sömürge ülkeler içinde kapitalist ilişkilerin en çok geliştiği ülkeler olmalarıdır. Hatırlanacağı gibi, bu tip ülkelerin savaş sonrasında uygun özelliklere, yani hem potansiyeli bir iç pazara ve hem de montaj sanayiciliğinin gelişmesine uygun koşullara sahip olduklarını belirtmiştik.
Türkiye'nin de dahil olduğu bu ülkeler, aynı zamanda ithal ikameciliğin ilk uygulanmaya başladığı ülkeler oldular. Süreç içinde ithal ikameciliğinin tıkanmaya başlaması, bu ülkeleri ihracata yönelik bir sanayileşmeye itti. Ancak farklı olarak bir yandan kendi iç pazarına yönelik sanayi ürünlerini pazarlamaya çalışmaktaydılar.
Burjuvazi, sınıf olarak her zaman daha çok gelişme eğilimine sahiptir. Bu eğilim işbirlikçi burjuvazi açısından da geçerlidir. Yeni sömürgecilerin işbirlikçi tekelleri, daha çok kazanmak eğilimini koruduklarından, emperyalizmden bağımsızlaşmak gibi bir güdüye sahiptirler. Ancak sahip oldukları sermaye böyle bir olasılığı ortadan kaldırır. Bununla birlikte, yeni yeni alanlara el atarak gelişme eğilimlerini canlı tutmaya çalışırlar. BöyAlelikle ikameci biçimde de olsa kapitalist gelişmenin belli bir noktadan sonra işbirlikçi burjuvaziye, tekel karakteri kazandırması, bu tekellerin yeni pazarlara sıçrama çabalarını getirir.
İthal ikameciliğin en ileri örneklerinde erken tekeller, ihraç ikameciliğine geçildikten sonra da kendi iç pazarlarına yönelik üretimi terk etmediler. Emperyalist ülkeler arasındaki çatışma, uluslar arası tekeller arsındaki rekabet, vb. nedenler de bu türden çabaları mümkün kılıyordu. Örneğin ithal ikameciliği döneminde montaj sanayiciliği temelinde kendi iç pazarına yönelik otomobil üreten bir tekel, ihraç ikameciliğinin egemen duruma gelmesine bağlı olarak gümrük duvarlarının ortadan kalktığı ve iç pazarın başka ülkelerde üretilmiş otomobillerle dolduğu koşullarda rekabeti bırakmamakta ve pazarda yer tutmaya çalışmaktaydı. Bu tip tekellerin en ileri olanları aynı zamanda söz konusu mamülleri ihraç etmeye çalışmak gibi bir çaba içine de girince, yeni sömürgeci ilişkiler çerçevesinde yeni bir statü oluştu. Bu statünün adı yeni ikameciliktir.
Yeni ikamecilik, yeni sömürge ülkelerin toplumsal gelişme düzeyi açısından en ileri olanları için geçerlidir. Sahip oldukları iç Pazar potansiyeli zengin olan ülkeler, bu iç birikimi değerlendirme yoluyla, çevre ülkelere yönelik sanayi ihracatı ve hatta sermaye ihracatı yapabilirler.
Yeni ikamecilik, 1970'lerin koşulları altında çok az sayıda ülkede filizlenmeye başlamıştır. Bu ülkeler ithalatlarının bir kısmını, OPEC, Japonya gibi dış ticaret fazlası veren ülkelerin fazlalarının yarattığı uluslar arası tekellerden borçlanarak finanse ettiler. Emperyalist ülkelerde verimlilik ve yatırımlar düşerken bu ülkelerde verimlilik hızla arttı ve ücret düzeyleri merkez ülkelerinkinden birkaç kat daha düştü.
Ayrıca merkezde henüz tüketim düzeyini koruyacak politikalar korunuyordu. Yeni ikameci ülkeler bir yandan emperyalizme yatırım malı talebinde bulunurken, bir yandan da metropollere ve OPEC ülkelerine yönelik ihracatlarını artırabildiler. Zaten muazzam boyutlardaki borç yükünün altından ihracat artışını sürdürecek kalkabilecekleri beklentisindeydiler. Kaldı ki, 1979'a gelinceye kadar reel faiz oranları da görece düşük olmuştur.
Bu noktada, bu ülkelerin statülerini belirleyebilmek için, 'alt-emperyalizm' tanımlaması kullanılmaya başlanmıştır. Bu yanlış tanımlama, emperyalizme bağımlılık son bulmamakla birlikte hammadde ve tarım ürünleri ihracatına ek olarak, özellikle çevre ülkelere çok büyük boyutlarda olmasa da (giderek artan biçimde) sermaye ve emtia ihraç eden ve uluslar arası tekeller için gerek hammadde gerekse ucuz işgücü kaynağı için uygun Pazar olmakla birlikte, aynı zamanda taşeron bir rol oynayarak belli bir kar eden ülkeleri ifade etmekteydi. Buna göre bu ülkeler bir yandan emperyalizm tarafından sömürülmekle birlikte, aynı zamanda daha geri düzeydeki yeni sömürgelerin yağmalanmasına belli bir pay alarak katılmaktaydı.
Kavramı yanlış bulmamızın nedeni, başına eklenen 'alt' statüsüne karşın olaya yüklenen 'emperyalist' nitelemesinin gerçekte var olan özelliklere uymamasıdır. Yanlışlık her şeyden önce bu ülkelere 'alt emperyalist' denmesinin en büyük dayanağı olarak kullanılan sermaye ve sanayi ürünleri ihracatlarının niteliğini abartmaktan kaynaklanmaktaydı.
Bu ülkelerin sermaye ihraçları üretici bir niteliğe sahip değildi.Yani başka ülkelerde yatırım yapıp, o ülkelerin iç pazarını ele geçirmeye ya da o ülke ucuz işgücünü kullanarak dünya pazarlarına yönelik sanayi ürünleri üretimine dayanmaktadır. İkraz niteliğe sahiptir. Ya da taşeron özellikler taşımaktadır. Yani işbirlikçi tekel, çevre ülkelerden birinde ihaleye girerek, baraj, liman, vb. etkinliklere yönelmekte ama bu süreçte kendi ülkesinden taşıdığı ucuz işgücü dışında malzemenin tamamına yakını emperyalist tekellerin ürettiği mallar olmakta, işbirlikçi tekelin karı emperyalizmle birlikte ucuz işgücünün yarattığı değeri bölüşmek olmaktadır.
Bu noktada, işbirlikçi tekelin kendi ülkesinin sanayi ürünlerini kullanması gibi göstergeler kullanılabilmektedir. Ama bu da açıklayıcı değildir, çünkü söz konusu sanayi montaj ya da fason niteliktedir. O halde bu ülkelerin sanayi ürünleri ihracatı da bir yanılsamadır. Çünkü öncelikle ihraç edilen sanayi ürünlerinin büyük bölümünün niteliğinin ne olduğunu vurguladık ki karın da önemli bir bölümü metropollere gitmektedir. İkincisi ve daha önemlisi, ihraç edilen sanayi ürünlerinin tamamı tüketim sanayine özgü mallardır. Bu ülkeler yaşadıkları dönüşüm görüntüsüne karşın üretim araçları üretimine geçememişlerdir, ya da bu geçiş emperyalizm için artık önemli olmaktan çıkmış sektörlerde, o da sınırlı bir biçimde olmuştur. Unutmamak gerekir ki, sanayileşmenin gerçek ölçütü, üretim araçları üretimidir. Ve bu da halen emperyalist ülkelerin ve önemli oranda da ABD'nin denetimindedir.
Sonuç olarak, 'alt emperyalizm' kavramı, olayı açıklayıcı olmaktan uzak ve gerçekçi olmayan bir kavramdır. Bu ülkelere yeni ikameci ülkeler diyeceğiz. Nitekim depresyonun derinleşmesiyle birlikte gündeme gelen daraltıcı politikalar, faiz oranlarının yükselmesi, OPEC gelirlerinin düşmeye başlaması ve geleneksel ithal ikamesi sorunlarına benzer sorunlar ve çelişkiler ortaya çıkmıştır. Emperyalizmin depresyonunun yükünü yeni sömürgelere yıkması bu ülkelerdeki gelişmelerden tedirgin olan emperyalizmin IMF, IBRD gibi örgütleri de kullanarak buralara yüklenmesiyle, yeni ikamecilik ciddi çıkmazlara girmiştir.
Yeni ikameci ülkeler, ihraç olanaklarının önemli ölçüde tıkanması yanında, kendi iç pazarlarını genişletme şansına da sahip değildirler. Üretimleri yüksek teknolojiye değil, ucuz işgücünün yoğun kullanımına dayanıyordu. Ve bu durum, iç pazarların daha çok orta tabakalara dayanması sonucunu doğurmuş, IMF reçeteleri doğrultusunda ekonominin daraltılması küçük üreticiliği sarsmış, küçük burjuvazi hızla yoksullaşmıştır.
Bu şekilde, iç Pazar yeni ikameciliğin taleplerine tek başına cevap verebilmekten uzak kalır. Borç ödeme güçlükleri tümden ihracata dönmeyi, ücret artışlarını sınırlayarak ihracatta daha rekabetçi olmayı gerektirmektedir. Ek olarak yeni ikamecilik, geleneksel ihracat ekonomisini, ithal ikameciliğini ve ihraç ikameciliğini aynı anda içerdiği için ücret ilişkilerinde değişik uygulamalar bir arada yaşanmaktadır. Böylelikle meta ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla ücret ilişkilerinin yaygınlaşması arasındaki ilişki zayıflamak durumundadır. Yeni ikameciliğin gelişebilmeyi daha çok ihracata dayandırması, çıkmazını daha da derinleştiren bir diğer neden olmuştur.
Türkiye'de yeni ikamecilik özellikleri gösteren bir ülkedir. Bir dönem ortaya atılan ihraç ikameciliğe geçildiği savı doğru çıkmamış, Türkiye hem iç Pazar üzerindeki iddiasını yitirmeyen ve hem de ihracata önem veren bir yönelim içine girmiştir. Bununla birlikte Türkiye'nin yeni ikameciliğe uygun bir alt yapıya sahip olduğu söylenemez. Türkiye böyle bir dönüşümü gerçekleştirebilecek düzeyde değildir. Daha ileri durumdaki örneklerin tıkanıklığı düşünülünce, onlardan oldukça geç başlatılan girişimin başarı şansı az çok ortaya çıkar. Ancak, İran-Irak savaşının getirdiği avantaj Türkiye'ye ihracatını artırma olanağı verdiğinden, bu durum ihraç ikameciliğinin kanıtı sayılmıştır. Oysa tek başına KİT'lerin varlığı bile bu tip bir yaklaşımı yadsımaktadır. Öte yandan ihracat içinde tarım ürünlerinin önemli bir payını da düşünecek olursak, yeni ikamecilik yeterince açıklık kazanır.
Sonuçta, ekonominin daralmasıyla, iç pazarda birikim olanakları azalan Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisinin ihraç ikameciliğinde yol alabilmesinin olanaksız olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Ortadoğu'daki gelişmelere bağlı olarak artan ihracata karşın, ithal ikameciliğin tıkanmasıyla başlayan kriz aşılamamış, ezilen sınıf ve katları tümden sarsan açık faşizm ile güvence altına alınan dönüşme çabası da sonuç vermemiş ve tıkanıklık çözümlenememiş, tersine derinleşmiştir. Bu durum aynı zamanda Türkiye'yi 'alt emperyalist' ilan eden ya da ihracata yönelik sanayileşme uygulandığını söyleyen yaklaşımların boşa çıkması anlamına gelmektedir.

3) YENİ SÖMÜRGELERİN DENETİMİ

Emperyalizmin sürekli gündemde olan sorunlarından biri de yeni sömürgelerin denetim altında tutulması sorunudur. Pazarları daraldığı için entegrasyona gitmek zorunda kalan ve buna karşın, 3. Bunalım Döneminde pazarların daralmasının önüne geçemeyen emperyalizm, depresyonla birlikte, bu yolda daha da hassaslaşmış ve her koşulda pazarlarını elde tutmaya özen göstermiştir. Nikaragua örneği bunun somut bir göstergesidir.
Depresyonu atlatma çabasının bir sonucu olarak ekonominin daraltılması anlamına gelen monetarist uygulamalarla, faturaların yeni sömürgelere çıkarılması ve bu sürece bağlı olarak hemen hemen tüm yeni sömürgelerde açık faşist uygulamalara gidilmesini bu temelde değerlendirmek gerekir.
Yeni sömürgeleri elinde tutmak çabası ekonomik, siyasal toplumsal ve kültürel bir denetimi gerekli kılar. Böylece hem yeni sömürgelerde patlak veren halk hareketlerinin etkisiz kılınması amaçlanırken hem de bu ülkelerin kendi iç birikim olanaklarını kullanarak, eşitsiz gelişme temelinde sıçrama yapmalarını engellemek amaçlanmaktadır. 3. Bunalım Dönemiyle birlikte zaten çok zayıf olan sıçrama yoluyla emperyalist ülkeler kervanına katılmak ve dünya pazarlarından kayda değer bir pay almak olanaksızlaşmıştır.
Emperyalistler arası entegrasyonla birlikte oluşturulan kurumlar, aynı zamanda yeni sömürgelerin denetimi sorununa da çözüm bulucu işlevler yüklemiştir. Bir NATO'nun ya da bir IMF'nin IBRD'nin işlevleri ancak böyle bir temelde incelendiğinde kavranabilir. Özellikle Bretton Woods sisteminin yıkılmasıyla IMF ve IBRD'nin yeni sömürgeleri denetleme rolleri ağırlık kazanmış, entegrasyon yeni sömürge ülkelerdeki denetimin anlamını ve gücünü gözler önüne sermiştir.
Denetimin en önemli halkasını dış yardım oluşturmaktadır.
Eski ABD Başkanlarından Kennedy'nin "ABD'nin dünya çevresindeki etkili durumunu ve denetimini sürdürmek ve kesin olarak çökecek ya da komünist bloka geçecek birçok ülkenin yaşamasını sağlamanın bir yöntemi" olarak tanımladığı dış yardım, çeşitli borç ve "bağış"ların oluşmaktadır. Bu borç ve "bağış"lar; emperyalizmin dünya çapındaki askeri ve sivil uygulamaları, hammadde kaynakları elde etmek, sınai ve ticari yatırımlar için açık kapı politikalarının kabul ettirilmesi, bu ülkelerin alt yapılarının düzenlenmesi ve bu temele uygun kurumların oluşturulması, sonuç olarak yeni sömürgelerin bağımlılıklarının yoğunlaştırılması gibi amaçlara yöneliktir.
Gerçek bir kalkınmayı etkileyecek çaptan uzak, uzmanlara göre "gülünç" denecek kadar önemsiz, ekonominin bütünü içindeki yeri az olan borç ve "bağış"ların peşinden bütün yeni sömürgelerin koşması ve en ağır koşullarda bile politikacılar tarafından meydan savaşı kazanılmış gibi ilan edilmesi, yeni sömürgelerin ekonomik yapılarının güçsüzlüğünü göstermektedir. Bu yapı öylesine güçsüzdür ki, bu ülkelerin pek çoğunun ekonomisi ve düzeni, kendi egemen sınıf ve katlarıyla birlikte, emperyalistlerin çıkarlarını da sürükleyerek yıkabilecek durumdadır.
Emperyalist ülkelerin verdikleri paralar, sağlanan büyük çıkarların yanı sıra, bazı koşulları da kabullenmeyi zorunlu kılmıştır. Koşulların ilk amacı, veren ülkeye yan ekonomik çıkarlar sağlamak; diğer amacı ise çıkarlarına uygun değer yargılarının yerleşmesini kolaylaştırmak, onunla işbirliği durumundaki sınıf ve katları güçlendirmektir. Örneğin ABD sermayesi ile rekabete yol açacak alanlarda kullanılması, karşılığının dolarla ödeneceğine ilişkin garanti verilmesi, yardım yoluyla elde edilen gelirlerin ithalat ile değerlendirilme durumunda yalnızca ABD mallarının ithalatında kullanılacağı biçimindedir.
Görüldüğü gibi dış yardım, çeşitli hükümet uygulamalarını içermekte ve yeni sömürgelerin ekonomik, askeri ve siyasi durumlarının denetim altında tutulmasında kullanılırken, verilen bu yardımların bir kısmı kısa vadede, bir kısmı da uzun vadede olmak üzere çeşitli biçimlerde yeniden metropole dönmektedir.
Askeri yardımlar ise, ikili bir karakter taşımaktadır. Emperyalizmin pazarları üzerindeki denetiminin bir sonucu olarak. iç savaş orduları biçiminde yeniden örgütlediği sömürge ülke ordularına yardımları, bir yönüyle kendi çıkarlarının bekçisi bu orduyu ayakta tutma çabasının bir ürünü olurken, öte yandan silah tekellerinin taleplerine karşılık verilmektedir. Çünkü, askeri yardım programlarının ve çeşitli bölgesel anlaşmaların, askeri koordinasyonun kaçınılmaz bir sonucu olarak, yardım alan yeni sömürgelerin standardizasyonu sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu, politika sorunu olmanın ötesinde politik bir sorundur. Bir orduya belirli bir türde araç verildiği zaman; cephane, bozulanların yerine yenisinin verilmesi ve var olanların sayısının arttırılması en etkin olarak yardımın geldiği kaynaktan sağlanabilir. Zaten yardımın koşulu da budur. Bu karlı iş alanı yalnızca ihraç edilen malların satışından değil, ama aynı zamanda lisans haklarının kullanılması için izin vermek yoluyla da gelir sağlamaktır. Dış yardım programları, ticaret kanalları açma ve ihracat olanaklarını desteklemenin yanı sıra aynı zamanda ABD'nin başka ülkelerdeki yatırımlarını da artırmıştır.
Ayrıca, yardım alan yeni sömürgeler üstünde, yapılan yardımları garanti altına almak için baskı vardır. Bunun nedeni, emperyalizmden gelen özel sermaye yatırımı için uygun, koruyucu bir ortamın yaratılmasıdır. Daha çok ABD'nin yürüttüğü dış yardım programları, yeni sömürgelerde yatırım olanakları arayan tekellerin seyahat ve diğer masraflarını karşılamaktır.
Yeni sömürgeler kıtası Afrikalı düşünür ve bir dönemin Gana Cumhurbaşkanı Nkrumah'ın; " kısa ya da uzun vadeli borçtan" başka bir şey almadığını söylediği ve "en zengin kaynaklar artı yabancı sermaye ya da yardım, eşittir, en düşük yaşam" denklemiyle açıkladığı yardımlar, her zaman çeşitli kayıtların konmasıyla gündeme gelmektedir.
Denetimin bir diğer ayağını da entegrasyon sürecinde oluşan ve bu sürecin gereksindiği alanlarda etkinlik gösteren kurumlar oluşturmaktadır. Söz konusu kurumlar, yeni sömürgecilik yerleştikçe özel ve yeni görevler üstlenmekte ve başlangıçta düşünülen çerçevenin dışında bir konuma oturtmaktaydılar. IMF, bu sürecin tipik bir örneğidir. Özellikle depresyonla birlikte, IMF emperyalist tekellerin çıkarlarının korunmasında, yeni sömürgelerin denetim altında tutulmasında ve depresyonun gereksindiği ekonomik düzenlemelerde çok önemli roller yüklenmiştir.
Nitekim başlangıçta önemli oranda olmamasına karşın, 1970'lerde yeni sömürge ülkelerin taleplerini karşılamak üzere oluşturulan finansman kaynaklarının genişlediğini görmekteyiz. Söz konusu finansman, kredi talep eden ülkelere empoze edilecek koşullar ve isteklerin artması demektir. Dahası, IMF reçeteleri giderek emperyalizm için bir ölçü durumuna gelmiş, IMF'nin "yeşil ışık" yakmadığı ülkeler hiçbir ülke ya da bankadan kredi bulamamış, ithal ikameciliğin ve geleneksel ihracatçılığın tıkanmasıyla, yeni sömürgelerin tamamı IMF'ye teslim olmuşlardı.
IMF kredilerinin ilk koşulu kur ayarlamasıdır. Kur ayarlamasının da tek anlamı vardır; büyük oranlı devalüasyon, Yeni sömürgelerin çeyrek yüzyıllık deneyleri, bu klasik koşulun %50-60'lara varan bir devalüasyondan başka bir şey olmadığını ortaya koymuştur. Atlı kur uygulamasının kaldırılmasını ve yüksek oranlı devalüasyonları Brezilya, Meksika, Filipinler gibi Latin Amerika Ve Asya ülkeleri daha 1950'lerde yaşamışlardı. 1970'lerde bunlara yeni örnekler eklendi. Nkrumah'ın düşmesi, sonrası SSCB'nin kapitalist olmayan yoldan geçiş teorisi uyarınca, "sosyalist yapmak" için oluk oluk para akıttığı Gana, %40 oranında devalüasyona gitmek zorunda kalmıştı. Ocak 1977'de Mısır'ın, Mayıs 1978'de Peru'nun, Ekim 1978'de Zaire'nin yaptığı yüksek oranlı devalüasyonlar, aynı uygulamaların örnekleri oldu. Tıpkı Türkiye gibi....
IMF kaynaklarından yararlanmanın değişmez koşulu olan kur ayarlamasının yanında, IMF patentli stabilizasyon şeması iki önlem daha içermektedir, birincisi, kamu maliyesi, ikincisi de, gelir dağılımı ile ilgili. Kamu maliyesine ilişkin önlem, IMF tarafından enflasyonist olarak görülen kamu harcamalarının kısıtlanması yönündedir. Kısıntı yapma ve daralma böylece kamu maliyesi yönetiminde bir kural olmaktadır. Kamu maliyesindeki bu kural, ücretlerin dondurulması politikasıyla firma düzeyinde de uygulanmaktadır.
Nihayet bu önlem paketi, üç standart öneriyle desteklenmiş ve pekiştirilmiştir. Bunlar, kamu iktisadi kuruluşlarının özel sektöre devredilmesi, dış borçların ödenmesi ve gümrük tarifelerinin indirilerek dünya pazarlarına daha açık bir ekonominin oluşturulmasıdır. Görüldüğü gibi, bunlar, ihraç ikameciliğini yerleştirme çabasına uygun önlemlerdir.
Dış dengesizliği gidermek için IMF'nin az gelişmiş ülkelere verdiği her kredi,, bu ülkelerde döviz kurunun ayarlanmasını gerekli kılmaktadır. Her kredi talebi, IMF'nin bir devalüasyon talebini gündeme getirmektedir. IMF reçetelerinin ortak yanı, yeni sömürge ülkelerin ekonomilerini daraltmak olmaktadır ki, bu da dünya halklarını sonsuz acılara sokmaktadır.

4) YENİ SÖMÜRGELERDE TOPLUMSAL DOKU

Yeni sömürgeciliğin üzerinde durulması gerekli yanlarından biri de, bu uygulamanın yürütüldüğü ülkelerin toplumsal dokularıdır. Soruna, yeni sömürgeciliğin başlangıcında, bu ülkelerin tamamında görülen bazı ortak özellikleri saptayarak girelim:
- Yeni sömürgelerin tamamında burjuva devrimi ya hiç başlamamıştır ya da tamamlanmamıştır.
- Kapitalizm ya çok az gelişmiştir ya da yetersiz ölçüler içerisinde kendisine belli varlık koşulları bulmuştur.
- Doğal ekonomik ilişkiler ya tümüyle etkilidir ya da tamamen çözülmemiştir.
- Toprak sorunu vardır, kapalı ekonomik birimler hala yaşamaktadır.
Emperyalist üretim biçiminin gelişmeye başlamasıyla, bu ülkelerde sarsılmaya başlamıştır. her şeyden önce emperyalizmin gereksinmelerine karşılık verecek temelde gelişen iç Pazar, kapalı ekonomik birimleri parçalanmaya itmekte, kendine eklemlemeye yönelmektedir. İç pazarı oluşturmanın bir gereği olarak modern tarım araçlarının kullanıma sokulması, doğal ekonomik dengeleri ve dolayısıyla bu temelde biçimlenmiş olan toplumsal yapıyı alt üst etmektedir. Sonuçta işsizlik yaygınlaşmaya başlar ve kırdan kente göç olgusu gündeme gelir.
Bu durum, kapitalizmin oluşum döneminde görüldüğü türden bir ilk birikim koşullarının oluşması anlamına gelmemektedir. Çünkü, bir toplumun bağrından yeni ilişkilerin çıkması değil, daha baştan amacı belirlenmiş yukarıdan aşağıya gelişme demektir ki, kırlardan gelen ucuz işgücünün kullanılması bu çarpık kapitalist gelişmeye hizmet etmektedir. Ancak, söz konusu ithal ikameciliğinin sınırlı sanayi yapısı, böyle bir sorunu çözmeye yeterli değildir. Öyle ki, işsizlik gidere yaygınlaşmakta ve öte yandan lümpen proletaryanın sayısı kabarmaktadır. Çarpık kentleşmenin bir diğer boyutu da kentlerin çevresini saran gecekondu semtleridir.
Yeni sömürgelerin hemen hemen tümünde küçük burjuvazi geniş bir tabana dayanmaktadır. Modern bir sınıf olma özelliğini kazanmamış olan küçük burjuvazinin geniş bir tabana sahip olmasının nedenlerini emperyalist üretim biçiminin karakteristik özelliklerinde aramamız gerekir. Kuşkusuz bu durumun böyle olmasında tek tek ülkelerin içinde bulundukları koşulların, tarihsel geçmişlerinin, toplu olarak sahip oldukları geleneklerin, yeni sömürgeciliğin başlangıcında egemen olan sosyo-ekonomik özelliklerinin çok büyük etkisi vardır. Ama asıl nedeni emperyalist üretim biçiminde aramak gerekir.
Sık sık değindiğimiz gibi, emperyalist üretim biçimi, emperyalizmin gereksinmelerine uygun bir iç Pazar yaratma çabasıyla gündeme gelmiştir. Bir iç Pazar, her şeyden önce alıcı ister. Talep olmadıktan sonra iç pazarın bir anlamı yoktur. Söz ettiğimiz ise, işçi sınıfı ya da yoksul köylülükten gelmez.
Onlar zaten iç Pazar yaratmanın yükünü omuzlamış durumdadır. Bu talep küçük burjuvaziden gelir. Doğal ekonominin karakteri gereği zaten etkili olan bu kat, doğal ekonominin parçalanması küçük üreticiliği doğurduğundan ya da yaygınlaştırdığından dolayı daha fazla güçlenmiş ve özellikle 1970'lerin ortalarına kadar süren enflasyonist politikalarla alım gücü yüksek olmuştur.
Bu iç pazarın oluşması, kapalı ekonomik birimlerin çözülerek iç pazara eklemlenmesi sonucu, yeni sömürgelerin önemli bölümünün yabancı olduğu devlet otoritesiyle tanışmalarını, bu otoritenin daha fazla somutlaşmasını getirmiştir. Bu durumun sonucu; ülkede emperyalizmin çıkarlarının koruyucusu militarist kurumların güçlendirilmesi ya da yeniden düzenlenmesi, iletişim ve propaganda araçlarının yaygınlaşmasıyla öne çıkan ve ülkenin geçmiş koşullarıyla bağlantılı olarak ağırlık kazanan, halk ile egemen sınıf ve katlar ittifakı arasında (halkın hareketlenmesine engel olucu nitelikler taşıyan yapay bir olgu olarak) suni dengenin doğması olmuştur.
Ortaya çıkan alt yapı ve karmaşık doku, iktidar mekanizmasına ve devlete yeni özellikler kazandırmıştır. Yeni sömürge ülkelerin devlet biçimi olan sömürge tipi faşizmi bir sonraki başlıkta inceleyeceğimizden, burada iktidarı belirleyen özellikleri ele alacağız.
Yeni sömürge ülkelerde iktidar, oligarşik bir nitelik taşır. Söz konusu olan, metropollerin finans oligarşisi değildir. Banka sermayesi ile tekel sermayesinin birleşmesiyle oluşan finans kapital gruplarını denetleyen finans oligarşisi, emperyalizme özgü bir kategoridir. Yeni sömürgelerin oligarşisi ise, ülkede egemen sınıf ve katların nitelikleri daha değişik düzeyde olduğundan bağlantılı olarak değişik özellikler gösterir.
Yeni sömürgelerin egemen sınıf ve katlarından ilki işbirlikçi burjuvazidir. Emperyalist üretim biçiminin gelişmesine bağlı olarak emperyalizmin ülke içindeki etkinliklerine araç olan sınıf da gelişmeye başlamıştır. Bu sınıf, yeni sömürgecilik öncesi ulusal burjuvazi ya da komprodor ticaret burjuvazisi ya da bu nitelikte sınıflar henüz oluşmamışsa küçük burjuvaziye tekabül eden katlardan, emperyalizmin ülke içinde yerleşmesi sürecine aktif olarak yardımcı olmuş unsurlardan oluşmuştu.
Emperyalist üretim biçimi, emperyalizmin bu unsurlar eliyle ülke içine yerleşmesi süreci, bu sınıf eliyle tekelleşmeye dönüşmüş ve bu sınıf, söz konusu ilişkiler geliştikçe ülke içinde ağırlıklı rol oynamaya başlamıştır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi denilen bu sınıfın karakteristik özelliği, ulusal faktörler taşımaması ve emperyalist üretim biçimine özgü bir sınıf olmasıdır. Varlığı ve gelişmesine damgasını vuran olay, dışa bağımlı gelişmesidir. Bu nedenle emperyalizmin çıkarlarının ülke içindeki temsilcisidir ve ülkenin yağmalanmasında aktif rol oynar.
İkincisi, yeni sömürgeleşme öncesinde bu ülkelerin tamamında şu ya da bu oranda olan doğal ekonomik yapılara özgü sınıf ve katlardır. Çoğu yeni sömürgede bu, feodalizm ya da ona tekabül eden yapılardır. Emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesi feodalizmi çözülmeye iter. Ama bu çözülme feodalizmin tasfiyesi anlamına gelmez. Feodalizm nitelik değiştirerek emperyalist üretim biçimine uygun özellikler kazanır. Yani ekonomik gücünü korumayı sürdürür.
Daha önce değindiğimiz gibi feodalizmin tasfiyesi, bu ülkelerde iç dinamiğe dayanan bir gelişme olmadığından daha zor ve sancılı bir süreç içerir. Feodalizme karşı bir devrim söz konusu değildir, ve ağır sancılı bir süreç sonucu feodalizm, başlangıçta sahip olduğu nitelikten uzaklaşsa da durumunu korur. Bu niteliğiyle iktidar mekanizmasında yer kazanır. Emperyalizmin gelişmesinden rahatsızlık duyması ya da emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin giderek yarı feodal bir niteliğe oturan bu kategoriyi tasfiye çabası genellikle sonuç verici olmaz. Yeni sömürgeciliğin emperyalizmin beklentilerine uygun olarak yapısal dönüşümlere uğraması, bu katın gücünü korumasının başlıca nedenidir. Ayrıca burjuvazinin feodalizme karşı mücadelede önderlik niteliğini yitirdiği emperyalizm koşullarında, yarı feodal toprak beyliği, tüketici olarak da cazip özellikler taşımaktadır.
Özellikle tekrar tekrar vurguladığımız gibi emperyalist üretim biçimi çarpık bir nitelik taşır. Bu çarpıklık, ülkenin daha baştan itibaren kendi dinamiği dışında biçimlendirilmesi temeline dayanır. Emperyalizmin doğal ekonomiyle çatışması ve sancılı biçimde yerleşmesi süreci, aynı zamanda güçlü bir aracı, tefeci katın oluşmasını içerir. Ya da bu durumu, o ülkelerin tamamında öteden beri yeri olan tefeciliğin güçlenmesi olarak ifade edebiliriz. Kır küçük üreticisini sömüren grubun, kentte özellikle ithal ikameci ekonomilerde önem kazanan ve kendilerini mali tefecilik ve kaçakçılık biçiminde gösteren bu katların özelliği, üretimin hiçbir aşamasında yer almayan, üretim dışı, üretimin üstünde bir nitelik taşımasıdır. Ama yeni sömürgelerin tamamında bu tip aracı tefeci grupların iktidar mekanizması içinde yer aldıklarını görmekteyiz. Hatta bazılarında en güçlü grup bunlardır.
Oligarşiler, işte bu sınıf ve katlardan oluşan faşist iktidarlardır. Faşist nitelikleri, emperyalizmin ülke içinde tekelleşmesi olayının bir parçası olmalarından ve bunun -halka karşı- yerleştirilme ve korunma yöntemlerinden doğar. Oligarşi içi dengeler sınıf ya da katların çeşitli düzeylerde bir ağırlığa sahip olduğu her yeni sömürgenin kendi koşuluyla bağlantılıdır. Yalnız, eğilim olarak oligarşi içinde dengenin sık sık işbirlikçi tekelci burjuvazi yararına bozulduğunu görmekteyiz.
Oligarşi içi çatışma süreklidir. Çatışma daha çok işbirlikçi tekelci burjuvazinin, yarı feodal toprak beylerini ve aracı tefecileri tasfiye yönelimi bu ikincilerin ağırlıklarını koruma biçiminde geçer. Çatışmanın bir boyutunu da işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf içi çatışmaları oluşturur. Bu çatışmanın uç noktalarında ise bu sınıfı oluşturan katlar olan banka, ticaret, sanayi, emlak burjuvaları ve bir kısım bürokratlar vardır. İşbirlikçi sınıf içi çatışmalar, bu yönüyle de emperyalistler arası çatışmaların bir yansıması olarak ele alınmalıdır. Çünkü bu sınıf, ortak yatırımlar, dış krediler, dış ticaret, emperyalizme verilen çoğu kez onun dayattığı büyük ihaleler, emperyalizmin amaçlarına ve çalışma yöntemine uygun olarak yetiştirilmiş sivil ya da resmi kadronun ekonomiyi yönetmesi biçiminde somutlaşmaktadır. Bu karakterde bir kaynaşmanın emperyalistler arası çatışmalardan etkilenmemesi beklenemez.
Yeni sömürge ülkelerin işçi sınıfının başat özelliği ise, kendisi için sınıf olma özelliğini tam olarak kazanamamış olmasıdır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. her şeyden önce, yeni sömürgecilik öncesinde bu ülkelerin büyük bölümünde proletarya nicel olarak çok güçsüzdür. Emperyalist üretim biçiminin yerleşmesi süreci, aynı zamanda kırlardan kentlere akan köylü kitlelerinin proleterleşmesi sürecini içermekteydi. Dolayısıyla işçi sınıfı, bir ayağı kırda bir sınıf olarak gelişti ve genellikle birinci kuşak işçilerden oluşmaktaydı. Kapitalizmin geç ve çarpık gelişmesi nedeniyle, çoğunda işçi sınıfının sağlam mücadele geleneği yoktu.
Toplumsal güvensizlik ve örgütlenme hakkı bugün bile yeni sömürge ülkelerin çoğunda yoktur. İşsizlik oranının yüksekliği, her zaman yeni sömürge işçisi için bir tehdittir. Bu özellikler suni denge olgusuyla birleştiğinde, yeni sömürge işçisine, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerin işçi sınıfından değişik özellikler kazandırmıştır. Özellikle yeni ikameci ülkelerde işçi sınıfının belli bir gelişme düzeyine sahip olduğu gerçektir. Ama, yeni sömürge ülkeler, işçi sınıfının temel güç olduğu bir devrimi henüz tanıyamamıştır.
Köylülük ise, değişik özellikler göstermektedir. Bazı ülkelerde tümüyle tutucu bir karakter göstermesine karşın, yeni sömürgelerde devrimci mücadelenin temel gücünü köylülük oluşturmuştur. Emperyalist üretim biçiminin yerleşmesinden zarar görenlerin başında köylülük gelmektedir. İşsizlik özellikle köylülüğü sarsmış, yeni sömürgeleri emperyalizm için cazip kılan temel neden olan ucuz işgücü kaynağı, bu mülksüzleşen köylü kitleleri olmuştur. Bir genelleme yapmak gerekirse, yeni sömürgeciliğin yerleşmesi dönemlerinde köylülük ihtilalci bir konumda yer almış, ama özellikle yeni ikameci ülkelerde tutucu yan öne çıkmıştır.
Emperyalist üretim biçiminin çarpık niteliği, özellikle küçük üreticiliği besleyen özellikler gösterdiğinden, kırlarda ve kentlerde orta katlar yaygın bir taban oluştururlar. İç Pazar açısından yüklendikleri role yukarda değindiğimiz orta katların ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımları, sahip oldukları sınıfsal karakter gereği genellikle çelişkili ve tutarsızdır.
Öncelikle orta burjuvazi ile ulusal burjuvaziyi karıştırmamak gerekir. Emperyalist üretim biçimi, pek çok şeyi yok etmiştir. Gerçekte orta burjuvazi işbirlikçi tekelci burjuvazi ile çatışma durumundadır. Genellikle işbirlikçi tekelcilerin denetleyemedikleri bazı ara sektörlerde etkinlik gösteren, örneğin tarım ürünlerini işleyen fabrikaların sahibi olan, torna-tesfiyeciliğin ya da orta çapta müteahhitlerin oluşturduğu orta burjuvazinin etkinlik gösterdiği sektörlere işbirlikçi tekellerin girmesiyle (varlığını koruma çabasıyla), işbirlikçi tekellere belli bir çatışma içine girer. Ama bu çatışma orta burjuvaziye ulusal nitelikler yüklemeye yetmez. Çünkü orta burjuvazinin emperyalizme karşı sanayileşmek durumu yoktur. Kısa yoldan işbirlikçi tekelci burjuvazi sınıfa katılma eğilimi gösterir. Yer yer ulusal burjuvazi kimliğinde boy gösterir, yer yer boşluğu doldurma rolü genel senaryonun bir parçası olarak ona yüklenir.
Örneğin özgün koşullarından dolayı Nikaragua'da gelişmeler farklı olmuştur. Somoza'nın emperyalizmin ülke içindeki yatırımlarının bir numaralı ortağı olması ve bu yolda rakip kabul etmemesi, burjuva sınıfın diğer önde gelen temsilcilerinin gelişmesine engel olduğundan, orta burjuvazi var olmak ve gelişebilmek için Somoza ve arkasındaki emperyalizme tavır almak zorunda kalarak, demokratik devrimin müttefikleri arasında yer almıştır.
Küçük burjuvazi ise düzenle ilişkilerinde son derece çelişkili, tutarsız davranır. Suni dengeden çok etkilenen katların başında gelen küçük burjuvazi, özellikle burjuva demokratik devrimin hiç başlamamış olduğu az gelişmiş ülkelerde dönem dönem düzene karşı hareketlilik içine girer. Demokratik devrime öncülük edecek işçi sınıfı örgütünün olmadığı koşullarda küçük burjuva kökenli asker sivil aydınların burjuva içerikli hareketlerine 3. Bunalım Döneminde de -giderek azalan biçimde de olsa- rastlanmaktadır. Bu tip hareketlerin ortak özelliği, iktidarı ele geçirse bile, sosyalizme açık bir perspektife sahip olmaması, burjuva ideolojisi ile bütünleşmesi ve yeni sömürgeciliğe teslim olmasıdır.

5) SÖMÜRGE TİPİ FAŞİZM

İlk kez emperyalizmin 2. Bunalım Döneminde, bazı emperyalist ülkelerde ve yarı sömürgelerde gündeme gelen faşizm, 3. Bunalım Döneminde bir takım değişik yönler içererek tüm yeni sömürgeler için geçerli hale gelmiştir. Sömürge tipi faşizm, bu durumu dile getiren bir kavramdır ve özellikle gelişme özellikleri açısından değişik yanlar içermekle birlikte, klasik özelliklerini korumaktadır.
Bilindiği gibi faşizmin klasik örnekleri İtalya ve Almanya'daki süreçlerde yaşanmıştı. Bir diğer örnek olan Japonya'nın durumu ise genellikle karıştırılmaktadır. Sömürge tipi faşizmi genel çizgileriyle değerlendirelim.
Genç bir emperyalist olan İtalya'nın finans kapital grupları, gelişebilmek için yeni pazarlara gereksinim duymaktaydılar. Ve savaş sonrası artan ekonomik sorunlar, ciddi siyasal ve toplumsal sorunlar doğurmaktaydı. Sol hareketin sahip olduğu geniş taban bir yana, Ekim Devriminin etkileri, geçmiş reformist önderliğin parçalanmasına yol açıyor, Togliatti ve Gramsci önderliğinde oluşan komünist parti, tekelci burjuvaziyi tedirgin edici biçimde gelişiyordu. Siyasal iktidar bu sorunlara çözüm bulmaktan çok uzaktı. Oysa tekelci burjuvazi ekonomik sorunlarını yoğun bir sömürü temelinde çözebilmek zorundaydı ve bu da her şeyden önce ucuz emek gerektiriyordu. İşçi sınıfının giderek tedirgin edici boyutlarda hareketlenmesi ve örgütlenmesi; öte yandan ikitadar perspektifine yönelmesi, tekelci burjuvazinin bu istemini burjuva demokrasisi koşullarında olanaksız kılıyordu.
Bu koşullarda yükselen faşist hareket, savaş sonrasının boşluk ve arayış ortamında küçük burjuvazi içinde kök salmıştı. İtalya'nın çarpık toplumsal dokusunu, eklektik yöntemlerle kendisini geliştirme aracı olarak kullanan faşizm, burada kısa sürede geniş bir tabana oturma olanağını buldu. Özellikle emekçi kitlelere ve KP'ne saldırılarıyla göze çarpan faşist hareket, bu sınıfsal niteliğine uygun olarak kendini yenileyen ve küçük burjuva yanlarını hızla terk ettikten bir süre sonra İtalya egemen sınıf ve katmanlarının desteğini alarak Napoli'den Roma'ya kitlesel yürüyüş biçiminde gerçekleşen bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler.
Almanya'da çeşitli açılardan benzer bir durum yaşanmaktaydı. Bu ülke savaştan kayıplarla çıkmıştı. Alman tekelci burjuvazisi, bu kayıpları kendi iç pazarını kullanarak değerlendirebilmek, yani kendi ucuz işgücünü kullanarak aşmak ve dünya pazarlarında en etkili güç olmak amacındaydı. Böyle bir amaca, burjuva demokrasisi koşullarında varması ise olanaksızdı. her şeyden önce Almanya bir devrimi zorla boğmuş bir ülkeydi ve ikinci bir devrim, kitlelere mal olmuş bir beklentiydi. KP'nin sahip olduğu beş milyonluk oy potansiyeli, yine SDP'nin, KP tarafından örgütlenme olasılığı yüksek sekiz milyon oy potansiyeli bu yönde yeterince ürkütücüydü. İtalyan faşistlerinden etkilenerek kurulan Nazi Partisi'ni bir süre toplumsal muhalefeti bastırma aracı olarak kullanan Alman tekelleri, sonuçta tüm desteklerini siyasi örgüt olarak seçtikleri bu partiye vererek Nazileri iktidara getirdiler. Seçimler yoluyla iktidara gelen Naziler, Almanya'yı yeni bir paylaşım savaşına hazırlama yolunda, tekellerin istemlerine, kitleleri baskı ve terörle yönlendirerek karşılık verdiler.
Faşizmin iktidarını, bu iki ülkeyle sınırlı tutmak yanlıştır. Çünkü faşizm, doğrudan emperyalizm olgusuyla bağlantılı bir devlet biçimidir. Önceki bölümlerde değindiğimiz gibi, emperyalizm, genel bunalım anlamına gelir. Bu genel bunalımı çözmede 1. Dünya Savaşının ancak geçici bir olgu olması, savaş sonrasında bunalımın daha da derinleştiği 2. aşamayı başlatmış, 1929 yılında ise bunalım, bir depresyona dönüşmüştür. Depresyondan çıkışın yolunu, özellikle devletin ekonomiye bir girişimci gibi katılması temelinde biçimlenen uygulamalarda bulmuştur. ABD'nin de, Almanya'nın da yaptığı en temelde budur. New Deal'in temeli aslında faşizmdir. İlk New Deal'cilere "ama İtalya'da trenler vaktinde çalışıyor" dedirten, Mussolini'nin İtalya'daki başarıları ve hükümetin ekonomik politikalarıydı. " Pek çok New Deal'ci bir etiket haline gelen faşizmi yakalarına takmışlardır" (73) Bu sözlerin sahibi, ABD Başkanı Reagan'dan başkası değildir.
Bu noktada faşizmi ekonomik bakış açısıyla yorumlayan yaklaşımı tamamen yadsıyoruz. Benzeri ekonomik uygulamalar ABD’de ve İngiltere’de burjuva demokrasisi kuralları çerçevesinde çözümlenirken, Almanya ve İtalya’da faşizmi doğurmuştur. Çünkü bu ülkeler, var olan siyasal aygıtlarla bir devrimi engelleyebilecek ve öte yandan depresyonu atlatabilecek durumda değildiler. Koşulları onları baskı ve terörle toplumsal muhalefeti bastırmak ve paylaşım savaşına hazırlamak durumunda bırakıyordu. Bu da, burjuvazinin kendi yarattığı yasallığı, yani burjuva demokrasisini yıkması, kanlı ve terörist bir diktatörlüğü örgütlemesi anlamına geliyordu.
Bu durumda faşizmi, tekelci burjuvazinin siyasal istikrarsızlığa son vermek ve toplumsal muhalefeti bastırmak, iktidarını korumak amacıyla oluşturduğu terörist diktatörlüğüdür, şekliyle tanımlıyoruz. Bu karakter, sömürge tipi faşizm olgusunun da kökeninde yatan nedendir.
Faşist ideoloji eklektik bir karakter taşır. Şovenist ve anti-komünist bir temelde yükselen bu ideoloji toplumsal çarpıklıkları yerel ya da genel özellikleri ve ilişkileri demagojik biçimde kullanarak kendisine kitlesel dayanak yaratmak gibi bir eğilime her zaman sahip olmuştur. Faşizmin eklektik yollarla, kendisine taban yaratabilmesinin kökeninde yatan nedense, emperyalizmin çürüyen niteliğinden ileri gelmektedir. Tam anlamıyla ölen bir kültür demek olan emperyalizm süreci, bireyi topluma ve kendi sorunlarına daha da yabancılaşmaya ve şeyleşmeye iter. Duyarsızlık faşizmin en büyük avantajıdır ve kapitalizmin yarattığı kitle psikolojisinin ürkek, korkak ve sinik karakteri onu besler. Öyle ki, KP’ler bile bu atmosferden nasibini almış ve faşizmin iktidarında rol oynamışlardır. Togliatti ve Gramsci’ye göre faşizmin iktidara gelmesinin en büyük nedenlerinden biri İKP’nin savsaklayıcı niteliğidir. Almanya’nın beş milyon oy potansiyelini toplayan KP’si faşizmin niteliğini bile, (tıpkı Komüntern ve diğer KP’ler gibi) yasaklandıktan, binlerce üyesi toplama kamplarında yok edildikten sonra 1933 saptayabildi.
Kitlelere mal olmuş devrim beklentilerini değerlendiremeyen, iktidar perspektifinden yoksun, faşizme karşı silahlı mücadele örgütleyebilmekten uzak bürokratik ve hantal yapılarıyla İKP ve AKP, faşizmin iktidara gelmesine yol açan nedenler arasında önemli yer tuttular ve faşist iktidarların ardından da mücadeleyi örgütleyemeyerek çözüldüler. Oysa örneğin Fransa’da 9 Eylül faşist ayaklanması, KP’nin birinci dereceden insiyatifiyle bastırılmış ve o döneme kadar yaygın biçimde kullanılan faşizmin engellenemezliği düşüncesi çürütülmüştür. Bu nokta çok önemlidir.
Esas olarak faşizmi açık uygulamalara iten neden, onun halk hareketlerinden yana duyduğu korku ve bir devrimi engelleme çabasıdır. Dolayısıyla faşizmin devletle bütünleşmesi ya da sömürge tipi faşizm örneğinde olduğu gibi açık uygulamalara geçebilmesi ve tekelci burjuvazinin istemlerine karşılık vermesi, halk hareketini bir devrime dönüştüremeyen, işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin öncüsü ya da öncüleri olarak hareket eden güçlerdir. Devrimci mücadelenin başarısızlığı ölçüsünde, karşı devrim başarılı olur.
Faşizm konusunda dikkat edilmesi gereken bir yön de onun gelişme özellikleridir. Bunu, faşizmin iktidara geliş ve yerleşme biçimi olarak da özetleyebiliriz. Almanya ve İtalya’da aşağıdan yukarıya bir gelişme eksenine dayanmıştır. Yani ayaklanma, darbe, seçim gibi yollarla yürütme gücünü ele geçirmek ve devletin diğer kurumlarını da ele geçirerek iktidara yerleşmek sözkonusudur. Ancak, bu faşist gelişmenin mutlak biçimi değildir. Bugün bazılarının anlayamadığı ya da anlamak istemediği bu gerçeği Dimitrov ve Togliatti gibi faşizmi bizzat yaşamış önderlerin de özenle belirttiği biçimde görmek ve faşist gelişmenin tersi biçimini de kavramak, faşizm olgusunu değerlendirebilmenin olmazsa olmazıdır.
Bu noktadaJaponya, Macaristan ve Balkan ülkelerinde aynı dönem gündeme gelen faşist modeller önem kazanmaktadır. Japonya’daki gelişmede, faşist bir parti tekelci burjuvazinin desteğini alarak aşağıdan yukarıya bir rota izleyerek gündeme gelmemiştir. Doğrudan doğruya siyasal iktidarın tekelci burjuvazinin isteklerine uyulması ve bu yönde devlet kurumlarını dönüştürebilmesi biçiminde gerçekleştirmiştir. Öteden beri burjuva demokrasisi kurallarının işlemeyişi, tekelci burjuvazinin istemlerine gerçeklik kazandırma yolunda siyasal iktidara belli bir avantaj vermiş ve tekelci burjuvazinin istemleri, devletin kazandığı yeni karakteri belirlemiştir. Bu istemler faşist istemlerdir ve Japonya faşizminin gelişme ekseni de yukarıdan olmaktadır. Belli bir tabana ya da el değiştirmeye gereksinim duymadan dönüşmüştür.
Söz konusu gelişme özelliğinin diğer örnekleri de Balkan ülkeleri ve Macaristan’dır. Bu ülkeler emperyalist değillerdir, ama toplumsal muhalefeti bastırmak kaygıları onları da faşizme itmiştir. Emperyalizmin yarı-sömürgesi olmaları, onların da emperyalizme eklemlenmiş parçalar olmaları anlamına gelmektedir ki, gelişme ekseni tıpkı Japonya’da olduğu gibi yukarıdan aşağıya gelişme eksenine, yani önce yürütme gücünün belli bir tabana gerek duymadan ele geçirilmesi ve ardından kurumsallaşarak yerleşmesi temeline dayanmıştır.
Sömürge tipi faşizm olgusuna yaklaşırken de hareket noktamız bu olacaktır. Mahir Çayan’ın gerçek anlamıyla parlak bir çözümlemesi olan sömürge tipi faşizm olgusunun bir türlü kavranamamasının nedeni budur. Faşist gelişmeyi ve onun dayandığı temelleri kavrayamayan, faşizmi İtalya ve Almanya kapılarında arayanlar, o nedenle Türkiye’de ve diğer yeni sömürgelerde faşizmi bulamamış ve faşizmle yüzyüze geldiklerinde sersemlemek, ardından özgün teoriler türetmek zorunda kalmışlardır.
Bir kez daha anımsayacak olursak, emperyalist üretim ilişkileri, emperyalizmin işbirlikçiler eliyle yeni-sömürgelerde tekelleşmesi anlamına gelir. Diğer bir deyişle, oligarşik diktanın iktidarı, emperyalizmin iktidarıdır. Yeni sömürgecilik, en başta ucuz işgücü olmak üzere ülke zenginliklerinin emperyalizm tarafından yağmalanması olduğuna göre, bunun toplumsal bir muhalefeti doğurmaması kaçınılmazdır. Ülke içi dengelerin parçalanması ve emperyalizmin gereksinmelerine göre biçimlendirilmesi, o ülke halkı için sonsuz acılar demektir. Bu sancılı sürecin tepkiyi doğurmaması, hareketlenmeyi getirmemesi olanaksızdır.
Nitekim yeni sömürgeler, halk hareketleriyle, kurtuluş savaşlarıyla sarsılır. Dolayısıyla bu ülkeleri burjuva demokrasisi kuralları çerçevesinde yöneltmek olanaksızdır. Baskı ve terör, yeni sömürgeciliğin vazgeçilmez silahlarıdır. Emperyalist talanın baskı ve terörle korunmasının ise bir tek anlamı vardır, faşizm.
Bu durumda sömürge tipi faşizmi, emperyalizmin yeni sömürge ülkelerdeki egemenliğe uygun olarak biçimlendirilmiş yeni yöntem olarak tanımlayabiliriz. Ki emperyalizmin iktidarı, burjuva demokrasisinin zaten hiç oluşmadığı yeni sömürgelerdeki korunma biçimine denk düşer.
Sömürge biçimi faşizm, sürekli faşizmdir. Gelişme ekseninde esas olan özellik yukarıdan aşağıya gelişmedir. Yeni sömürgeleşme sürecinde, siyasal iktidarın emperyalizmin denetimine girmesiyle, yani yürütme gücünün emperyalizmin eline geçmesiyle (ki bu çoğunlukla sömürgeciliğin en başında gerçekleşir) sömürge tipi faşist gelişme başlamıştır. Bu ülkelerin çok büyük bir bölümünde yeni sömürgecilik öncesinde de totaliter rejimler vardır. Dolayısıyla sömürge tipi faşizmin yerleşme temeli rahat olmaktadır. Özellikle militarist kurumlar, bu açıdan faşizmin devleti ele geçirmesi için yeterli olmaktadır. Totaliter yapı, yeni sömürgecilik öncesinde de yargı, yürütme ve yasama kurumları çoğu kez göstermelik düzeylerde tutulmuş, yargı ve yasama, yaptırım gücü kazanabilmekten uzak kurumlar olarak kalmışlardır. Faşizm, militarist kurumları ele geçirerek yürütme üzerinde yaptırım gücü kazanırken, yargı ve yasamayı da yönlendirme olanağı bulmuştur. Bu nedenle yürütmenin, yetersiz kaldıkça ordu eliyle alaşağı edilmesi ve faşist uygulamaların yoğunlaşması, sömürge tipi faşizmin başat özelliklerinden biri olmuştur. Militarist kurumların ele geçirilmesi de emperyalizm için güç olmamış, daha yeni sömürgeleşme sürecinin başlangıcında emperyalizmin bu ülkelerin ordularını kendi orduları olarak yeniden örgütlemesi gündeme gelmiş, Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın bir ayağını da bu uygulama oluşturmuştur.
Ayırdedici özelliklerinden biri de, sömürge tipi faşizmin değişik biçimler altında sürmesidir. Faşist uygulamaları gündeme getiren neden, yani emperyalist ilişkilerin varlığını tehdit edici boyutlarda hareketliliğin olmadığı ya da bu tarz hareketlerin bastırıldığı koşullarda, devletin faşist niteliği korunmakla birlikte, yürütme değişik görüntüler kazanabilir. Bu biçimlerin niteliğini belirleyen etmenler çeşitlidir. Örneğin kapitalist gelişmenin ve dolayısıyla burjuva devrim sürecinin belli bir gelişme düzeyine ulaştığı ülkelerde -ki bunlar genellikle yeni ikameci ülkelerdir- kaba düzeyde de kalsa parlementarist uygulamalar gündeme gelir. Ancak sözkonusu parlementerizm, kurumsallaşmış ve yerleşik bir burjuva demokrasisi niteliğinden çok uzaktır; daha çok faşist kurumlar ve yasalarla denetim altında tutulan, bu nedenle de ayakları yere basmayan bir nitelik taşır.
Parlamenter faşizm de denilen bu uygulama, dönem dönem çeşitli yeni sömürge ülkelerde gündeme gelmekle birlikte, hiç birinde sürekli uygulanma şansı bulamamıştır. Örneğin, Meksika’da 60 yıldır hep aynı partinin iktidarının onaylanması gibi bir nitelik taşımaktadır.
Diğer yeni sömürgelerden birçok açıdan farklı yönler gösteren Hindistan’da ise, sahip olunan ulusal doku, daha değişik uygulamaları olanaksızlaştırdığından, parlementerizm yaşama olanağı bulmaktadır. Ulus ve milliyetler mozayiği ordunun bile niteliğini etkilemekte, böyle sonuçlar yaratmaktadır. Bu ülkelerde toplumsal çalkalanmalar sınıfsal bir temelde yükselmekten çok, hassas dengeler üzerinde yükselen ulusal sorun temelinde yürüdüğünden, doğrudan yeni sömürgeciliğe yönelmemekte ve iktidar partilerinin niteliği, sözkonusu kaba parlementarizm yoluyla işlerin yürütülmesini sağlayabilmektedir.
İsrail ise, neredeyse tüm ülke insanlarına mal olmuş siyonist niteliği sayesinde parlamenterizmi yaşatabilmektedir. Emperyalizmin bölgedeki jandarması olan İsrail'de, Filistin Ulusal Hareketi dışında, düzene temelden yönelen bir toplumsal muhalefetin olmaması parlemanterizmi de yaşatmaktadır.
Bunun dışında kalan yeni sömürge ülkelerin bir kısmında ise, parlamentarizm dönem dönem gündeme gelen bir uygulama olmuş ve varlık koşulları, toplumsal muhalefetin boyutlarlına bağlanmıştır. 1960'lı yıllarda, entegrasyonun henüz iç çatışmalarla sarsılmadığı, ithal ikameciliğinin iç pazarın doyma noktasına ulaşamaması nedeniyle tıkanmadığı koşullarda, parlamentarizm, bu tip ülkelerde yaygınlaşmış, bunun burjuva demokrasisi anlamına geldiği biçiminde teoriler kendisine önemli taban yaratmıştır.
Ancak depresyonun patlak vermesiyle her şey alt üst olmuş, Küba ve Vietnam Devrimlerinin etkisinde kalarak depresyonun faturasının yeni sömürgelere yüklenmesiyle ulusal kurtuluş hareketleri, anti emperyalist kalkışmalar, emperyalist üretim ilişkilerinin varlığını tehdit edici girişimler birer birer yıkılmıştır. Bunlar arasında, daha 2. Bunalım Döneminde burjuva demokrasisinin örnekleri olarak gösterilen Şili ve Uruguay da vardır.
ABD emperyalizminin 1980'de yeni bir soğuk savaşla birlikte başlattığı karşı devrimci saldırı dalgası da benzer sonuçlar doğurmuş ve parlamentarist uygulamalar birer birer yıkılarak yerini faşist uygulamalara bırakmıştır. Çünkü, emperyalizmin kendi yarattığı yasallık, bu çerçevede oluşturulan kurallar ve işleyişler bütünü, toplumsal muhalefeti bastırmada yetersiz kalmakta ve çoğu kez emperyalizme zarar verici boşluklar doğurmakta, yürütme gücüne istikrarsız bir karakter kazandırmaktadır.
Gelişmenin endişe verici boyutlara ulaşması durumunda ise, zaten toplumsal bir talep olmadan yaratılan ve dolayısıyla topluma mal edilen yasallık, o süreçte hareket durumunda olan güçler dışında ciddi bir direnişle karşılaşılmadan kaldırılmakta, baskı ve terörle suni denge olgusunun etkisi altındaki kitlelerin ve en başta küçük burjuvazinin tepkilerinin nötralize edilerek düzene yedeklemesi de sağlanarak "tehlike" susturulmaktadır.
Emperyalizm ve oligarşik diktanın çeşitli sakıncalarına karşın açık faşizm uygulamalarını sürekli kılmamasının nedenleri çeşitlidir. Bunlalrın en başındra isefaşist kurumların yıpratılmaması çabası yer alır. Yeni sömürgeciliğin kitleleri baskı altında tutma yolunda en önemli silahı suni dengedir.
Suni denge, bilindiği gibi devletin, çeşitli baskı ve pasifikasyon yöntemleri ile kendisini yenilmez ve istikrarlı göstererek kitlelerin düzene yönelik tepkisini nötralize etmesi olayıdır. Zor, bu yolda faşizmin başlıca kozudur. Ama bu koz, diğer çözümlerin tıkandığı noktada ağırlık kazanır. Çünkü zorun sürekli, yoğun ve açık kullanımı, sonuçta tepkiyi yaratmak ve olaya gerçeklik kazandıran kurumları yıpratmak, yenilmez görüntüyü zedelemek anlamına gelir. Bu nedenle özellikle demokratik değerlerin yetersiz düzeyde de olsa topluma mal olduğu yeni sömürgelerde militarist kurumları sürekli sokakta tutan uygulamalar yerine, böylesi bir müdahaleyi gerekli kılmadan diğer pasifikasyon yöntemleriyle kitleleri edilginleştirebilmek başat özelliklerden biri olmuş, parlamentarizm bu yaklaşımın bir ürünü olarak gündeme gelmiştir.
Bununla birlikte, parlamenter uygulamaları genelleştirmek ve sömürge tipi faşizmin evrensel bir özelliği gibi göstermek yanlış olur. Çünkü parlamenter uygulamalar pek çok yeni sömürgede hiç gündeme gelmemiş ya da çok kısa sürelerde geçerlilik kazanmıştır. Özellikle Afrika'daki, Ortadoğu'daki yeni sömürgelerin çoğu için durum budur. Bir genelleme yapmak gerekirse, parlamenter uygulamalar daha çok burjuva devriminin tamamlanmadığı ama böyle bir sürecin şu ya da bu oranda yaşandığı ülkelerde faşizmi maskelemenin bir aracı olarak belirmiştir. (74)
Buna karşılık yeni sömürgecilik öncesinde doğal ekonomik süreçlerin egemen olduğu ülkelerde, ekonomik yapılara özgü monarşist ve totaliter karakterli siyasal iktidarlar, yeni sömürgecilikle birlikte emperyalizmin işbirlikçisi olarak iktidarlarını sürdürmüş ve emperyalist üretim biçimine uygun dönüşüm göstermekle birlikte, burjuva demokratik değerler şu ya da bu oranda en azından küçük burjuvaziye mal olmadığı için yaşamayı sürdürmüş ve dolayısıyla bu tip ülkelerde parlamentarizm gündeme gelmemiştir.
Parlamentarizmi emperyalizm açısından seçenek durumuna getiren bir diğer nedense sosyalizmin yükselişine karşı, emperyalizmin oluşturmaya çalıştığı cepheye yüklediği ya da yüklemeye çalıştığı ideolojik misyon olmuştur. Sosyalist ülkeleri "Demir perde" ülkeleri olarak ya da totaliter rejimler olarak gösteren bu misyon, kendisine demokrasinin bayraktarlığı rolünü biçmiş ve uygun özellikler gösteren yeni sömürgelere de parlamentarizmi empoze etmiştir.
Çeşitli nedenlere bağlı olarak gündeme gelen ve sömürge tipi faşizmi maskelemenin bir aracı olarak kullanılan parlamentarizmi değerlendirirken dikkat etmemiz gereken noktalardan biride olayın yerleşme biçimidir. Yeni sömürgelerde parlamentarizm, toplumsal bir talep olarak gündeme gelmemiş, burjuva demokrasisinin bu kurumu, toplumsal talebin göstergesi olarak burjuva devrimlerle değil, yeni sömürgeci yöntemlerin bir sonucu olarak empoze edilmiştir. Kazanılmış bir mevzi değil, bahşedilmiş bir yanılsamadır sözkonusu olan ve ayakları havada bir özellik taşır. Çünkü talep ancak arz ile birlikte vardır ve böylece anlam kazanır. Belli bir talep olmadan arz bu yanı ile sağlıksızdır, sancılıdır, zahiridir.
Parlamentarizm, halkın onun bilincinde olarak ona ulaşması, onu istemesi şeklinde bir buluşma olarak doğmadığından, kaldırıldığı zaman da, çoğu kez gereken tepkiyi görmez ya da suni denge tepkiyi nötralize eder ve halk başından kendisine verilen genel oy hakkının gasbedilmesine de boynu bükük katlanır. Bu durumda parlamentarizmin diğer burjuva kurumların oluşmasına katkıda bulunması olasılığı fazla değildir. Dolayısıyla aynı nitelik yargı ve yasamaya da hakim olur ve bir bütün olarak burjuva demokratik kurumlar, yerleşme şansı bulamazlar.
Sömürge tipi faşizm, burjuva devlet modelini, militarist kurumların işlemesini öne çıkaran biçimde değiştirmekte ve kurumlaşma bu temelde sürdürülmektedir. Bu durumda açık faşist uygulamalara geçiş ve burjuva demokratik görüntünün terk edilmesi güç olmamaktadır. O çerçevede oluşan yasallık bir gecede son bulmakta, militarizm, sivil yürütmeyi alaşağı etmekte, anında ayaklar altına alarak çiğnemekte ve toplumda burjuva demokratik anlamda etkili bir mevzilenme ya da taban yaratma olayı olmadığından, genellikle ciddi bir direnişle karşılaşmamaktadır.
Burada çok sık tartışılan bir noktaya girmiş oluyoruz. Bu İspanya, Portekiz ve Yunanistan örneklerinden yola çıkarak (ki son zamanlarda Arjantin de bu örneklere katılmaktadır) faşizmden burjuva demokrasisine dönüşün mümkün olduğu biçimde formüle bir tezdir.
Aynı yaklaşım 12 Mart sonrası Türkiye için de kullanılmış ve bir hayli taraftar toplamıştır. Bugün yeni ikameciliğin en ileri örnekleri olan bu üç ülkede ve hatta daha başka ülkelerde, görece ileri ve somut demokratik kurumlaşmaların olduğu doğrudur. Ve üstelik bu durum faşist kurumlaşmayı geriletmekle koşut olarak varlığını sürdürmektedir.
Ancak böyle bir saptamada bulunurken aynı anda çok önemli temel noktaları ve başka saptamaları da gözetmek zorunludur. Bu ülkeler böyle bir dönüşüme ancak toplumsal "tehlike", yani anti-emperyalist halk hareketliliği durulduktan bir devrim olasılığı o süreçte ortadan kalktıktan sonra gidebilmişlerdir. Devrim olasılığının engellenmesi "zor"un yaygın kullanımını gereksiz kılmış ve görece burjuva demokratik kurumları gündeme getirmesi süreci başlamıştır.
Bir ülke emperyalizmden bağımsızlaşmadıkça, yani ekonomisine iç dinamiklerin belirliyiciliği temelinde bir karakter kazanmadıkça sürekli faşizm olgusundan arınamaz. Bir devrim olasılığının baş göstermesi burjuva demokratik "dönüşüm"e son verecek ve açık faşist uygulamalar devreye girecektir. Çünkü her şeyden önce militarist kurumlar emperyalizmin denetimindedir ve bir iç savaşa göre örgütlenmiş karakterlerini korumaktadırlar. 'Kapitalist yoldan emperyalizmden bağımsızlaşmak' olanaksız olduğuna göre (75) burjuva demokratik kurumlar ne kadar yerleşik görünse de faşizm gerçekte egemen durumdadır.
Sömürge tipi faşizmin kitle temeli yaratmak gibi bir çabası her zaman olmuştur. Ama bu kurumsallaşmak ve özelliklede militarist kurumları faşistleştirmek çabası yanında ikincil durumda bir sorundur.
Emperyalizmin başlıca çabası her şeyden önce militarist kurumları faşistleştirmektir. Çünkü bunun başarılması, faşizmin devlet biçimi durumuna gelmesi sürecinin asgari ölçülerde de olsa tamamlanması anlamına gelir. Kitlesel dayanak yaratılması ise, özellikle halk güçlerinin doğrudan ordu, polis veya ulusal muhafızlar, vb. kurumları devreye sokmadan engellenmesi anlamında önem kazanırlar.
Türkiye bunun ilk akla gelen örneklerindendir. Kitle tabanının yaratılması ise faşizmin klasikleşen evrensel taktikleri ile, yani eklektik yollar ve demagojik bir söylemle başarılır. Genel ya da yerel kültürel özelliklerin, geleneklerin, ulusal ve etnik karakterin sömürülmesi, faşizmin kitle tabanı oluşturma yolunda kullandığı başka araçlardır.
Toparlayacak olursak, sömürge tipi faşizmin özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
Birincisi, sömürge tipi faşizm, üçüncü bunalım döneminde var olan ilişki ve çelişkilere bağlı olarak şekillenen yeni sömürgeciliğe özgü egemenlik biçimidir; emperyalizmin bu ülkelerdeki denetiminin somutlanmasıdır.
İkincisi, sömürge tipi faşizm, emperyalizmin egemenliği ile, yeni emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması ve buna uygun olarak militarist kurumların faşistleştirilmesiyle asgari düzeyde yerleşmiş olur, izleyen süreç, diğer devlet kurumlarının da faşistleştirilmesi ve ekonomik-siyasal-toplumsal-ulusal-kültürel-tarihsel özelliklerin sömürülmesi yoluyla sivil bir taban yaratılması çabalarını içerir.
Üçüncüsü, uluslar arası koşullara, ülkenin koşullarına ve faşist kurumsallaşmanın ulaşmış olduğu düzeye bağlı olarak açık ve gizli biçimlerde görülür.
Dördüncüsü, devrim olmadıkça, sürekli faşizm devlet biçimi olma özelliğini korur.

6) ULUSAL KURTULUŞ HAREKETİ


Üçüncü bunalım döneminin sık sık değindiğimiz gibi, ayırt edici özelliklerinden biri de ulusal kurtuluş hareketlerinin ulaşmış olduğu boyutlardır. Bunları, dünya halklarının emperyalizme karşı şahlanışı biçiminde de ifade edebiliriz. Kuşkusuz gerek birinci gerekse ikinci bunalım dönemlerinde anti-emperyalist halk hareketleri vardı. Ancak, olayın emperyalizmin varlığını tehdit edici boyutlara ulaşması bu dönem oldu ve ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalistleri entegrasyona zorlayan başlıca nedenlerden biri olma niteliğini kazandı.
Günümüzde ulusal kurtuluş hareketlerinin yüklenmiş olduğu anlamı ve diğer toplumsal hareketlerden farklı yönlerini başlıca üç biçimde özetleyebiliriz.
a) Ulusal kurtuluş hareketleri, anti emperyalist ve anti oligarşiktir. Çünkü çağımızda gerçek bağımsızlık ve kurtuluş, ancak emperyalist kapitalist sistemin dışına çıkmakla mümkündür.
Çağımız bir yönüyle iki sistemin,kapitalizm ve sosyalizmin, çatışması çağıdır. Bu çatışmada geriyi temsil eden emperyalizm, varlığını sürdürebilmek için, elinde tuttuğu pazarları daha sıkı biçimde denetlemekte ve yapısal krizlerini dünya halklarına mal ederek, bunalımlarından en az zararla kurtulmaktadır. Ellerindeki pazarların giderek daralması, üretim araçlarının evrimine koşut biçimde bu pazarların ekonomik potansiyelini sonuna kadar emme çabasını göstermiş, yeni sömürgecilik olgusuna bağlı olarak, ezilen dünya ülkeleri açısından içsel bir olguya dönüşmüş, işbirlikçisi oligarşik iktidarlar eliyle her türlü halk hareketini faşist yöntemlerle ezme yolunu tutmuştu.
Dolayısıyla anti emperyalist ve anti oligarşik olmak, bir halk hareketi olabilmenin ilk koşulu olarak öne çıkmıştır. Dünya halklarının baş düşmanı emperyalizm ve oligarşiye doğrudan yönelmeyen bir toplumsal hareket, halk yararına bir hareket olmaz. Anti emperyalizmin ilk koşulu, emperyalizmin ülke içindeki varlığına karşı olmaktır. Yani, yeni sömürgeci ilişkilere, o ülkelerdeki ABD askeri varlığına, ülkeleri hemen yatırımlarını uluslaştırma anlayışına, emperyalizmin siyasal ve kültürel varlığına tavır alan asgari bir anlayışa sahip olmaktır.
Bununla birlikte tutarlı bir anti-emperyalizm, sosyalist programa sahip olmayı gerekli kılar. Çağımızda bir çok kez kanıtlandığı gibi, sosyalizm ile tamamlanmayan bir anti emperyalizm, süreç içinde çözülmek ve yeni sömürgeciliğe teslim olmak zorundadır.
Bireysel mülkiyetin yerini kolektif mülkiyetin almadığı, üretimin planlı ve kolektif bir temele dayandırılmadığı bir ülkenin bağımsız kalabilmesi ve bu temelde kalkınabilmesi olanaksızdır. Bunun en büyük örneği Gana'dır. Emperyalizme karşı ulusal bir savaşla Nkrumah'ın önderliğinde siyasal bağımsızlığını sağlayan Gana, bunu sosyalizm ile bütünleştiremediğinden, bağımsızlığını yeniden yitirmiştir. Ne kadar ki, "yeni sömürgecilik" adlı bir de kitap yazarak dünya halklarını uyaran Nkrumah, çözüm olarak sosyalizme yönelen bir halk demokrasisi oluşturamadığından, yıllar sonra bir darbe ile alaşağı edilmiş ve yerine geçenlerin yaptığı ilk iş IMF reçetelerine başvurmak, %40 oranında bir devalüasyona gitmek olmuştur.
Görüldüğü gibi emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşmak, içeriği doğru biçimde doldurulamıyorsa, yetmemektedir. Anti kapitalist olmayan anti emperyalizm saçmalıklarını hayat çürütmüştür. Anti emperyalizm, ancak anti kapitalist bir temele, yani sosyalist bir programa dayanıyorsa anlam kazanabilir. Ulusal kurtuluş hareketi olur. Çünkü çağımız koşulları, sosyalizm ve kapitalizm arasında üçüncü bir yolu yalanlamıştır ve ulusal kapitalizm denemelerini bağışlamayacak kadar acımasızdır. Sosyalizm perspektifine sahip olmayan hareketleri ulusal kurtuluş hareketleri olarak görmüyoruz. Bu kavram SBKP ve ÇKP revizyonistlerince çok değişik anlayışlara temel edilmek istendiğinden çarpıtılmış, içi yanlış uygulamalarla doldurulmuştur. Kapitalist olmayan yoldan geçiş anlayışı ve üç dünya teorisi, anti emperyalist hareketler ile ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki ayrımı darmadağınık etmiş ve anti emperyalist dalgaya sonuçları, her geçen yıl daha çarpıcı biçimde ortaya çıkan ciddi zararlar vermiştir.
"Kapitalist olmayan yol" teorisi, anti emperyalist bir kalkışmanın, kapitalist olmayan bir gelişme yolunu seçerse, bunun süreç içinde sosyalizme yönelebileceği anlayışından çıkmıştır.
Sosyalist denilemeyen, ama kapitalist de olmayan bir yol olabilir mi? Bizce hayır. SBKP olabilir diyerek ve devlet kapitalizmi uygulamalarına böyle bir misyon yükleyerek özellikle Afrika'da emperyalizme karşı siyasal bağımsızlığını kazanan ülkelere büyük çaplı yardımlar yapmış ve en uç örneğini Mısır'da görebileceğimiz gibi kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçeceği var sayılan onlarca ülkeden bir teki bile sosyalizme yönelmemiş, bu teori bir tek ülkede bile başarıya ulaşmamıştır.
Modern biçimde örgütlü bir işçi sınıfının bulunmadığı ülkelerde, bu ülkelerin proleter olmayan ya da proletarya ideolojisini benimsemeyen, bu ideoloji ile yoğrulmayan önderlerinin anti emperyalist yanlarını abartarak, sosyalizmin kurulabileceği teorisi pratikte iflas etmiştir...
ÇKP'nin " üç dünya teorisi" ise olayı, Çin'i baş düşman tespit ettiği SSCB'ye karşı her türlü girişimin ve anti emperyalist başkaldırılara karşi gericiliğin desteklenmesine kadar götürmüştür. Kapitalist olmayan yoldan geçiş anlayışı kadar etkili olmasa da, özellikle sosyalist sistemin dağınık bir görüntü vermesinde ve sosyalizmin prestij yitirmesinde önemli oranda etkili olmuştur.
b) Ulusal kurtuluş hareketleri demokratiktir.
Gerçekte 16. yy'da Almanya'nın sahne olduğu köylü hareketleriyle başlayan feodalizm ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin tasfiyesi süreci, bugün halen tamamlanabilmiş değildir. Dünyanın dört bir yanında yeni sömürge ülkelerde kapitalizm öncesi ilişkiler ekonomik ve politik düzlemde çeşitli düzeylerde varlıklarını sürdürmektedir.
Kapitalist gelişmenin iç dinamiğe dayandığı ülkelerde, burjuva devrim, demokrasi sorununun burjuva temelde çözümü anlamına gelmiştir. İşçi ve köylü kitlelerinin aktif katılımı ile, yükselen sınıf burjuvazinin önderliğinde, toprak sorununun feodal ilişkilerinin kırılması temelinde çözümü, feodal otarşinin yerine genel oy kuralına dayalı burjuva bir işleliğin oluşturulması, uluslaşma sürecinin yolunun açılması ve bu sürecin hızlandırılması, feodal ademi merkeziyetçi, kendine yeterli ekonomik sistemin yerini kapitalist ilişkilerin alması ve buna uygun hukukun oluşturulması, üst yapıda da, benzeri sorunların çözümü, burjuva demokratik devrimlerin klasik biçiminin ayırt edici özellikleri olmuştur.
Emperyalizm döneminde ise, burjuvazinin ilerici niteliğini yitirmesi, gelişen bir sınıf özelliğinin yerine yoz bir sınıf özelliğini alması ve tekelleşen burjuvazinin dünya halklarını sömürge ve yarı sömürgeleştirmeye yönelmesi, burjuva devriminin niteliğinde de önemli değişmelere neden olmuştur. Sömürgeleştirme, yarı sömürgeleştirme yönelimi, burjuva devriminin niteliğinde de önemli değişmelere neden olmuştur.
Sömürgeleştirme, yarı sömürgeleştirme sürecinde tekelci burjuvazi, sözkonusu ülkelerde kapitalizm öncesi sınıf ve katları işbirlikçi olarak seçmekten kaçınmamış, bu ülkelerde oluşum durumundaki yerli burjuvaziyi yok etmeyi kendi amacının bir gereği olarak kullanmıştır.
Bu sürecin sonucunda, emperyalizmin boyunduruğundaki ülkeler, iki tip burjuvazi ile tanışmıştır. Emperyalizmden bağımsız gelişme anlamına gelen ve yaşayabilmek için emperyalizme karşı olmak, onunla rekabeti göze almak zorunda kalan ulusal burjuvazi ve emperyalizmin işbirlikçisi olarak onun girişimlerinin bir parçası, bir halkası işlevini yüklenen komprodor burjuvazi...
Üçüncü bunalım döneminde ise durum emperyalizmin içsel bir olgu olmasına bağlı olarak ulusal burjuvazinin de kavrulmasına dönüştü.
Dolayısıyla, kapitalizmin genel bir bunalım sürecine girmesiyle, feodalizm ve kalıntılarının yok edilmesi, ulusal bağımsızlığın kazanılması, toprak sorununun çözümü ve diğer çeşitli demokratik istemlere gerçeklik istemek ve gerçeklik kazandırma sorunlarının çözümü; temelde sosyalist devrimin ön koşullarını bağrında taşıyan bir içerik yüklemiş ve demokratik devrim proletarya devrimi ile olabilirlik kazanmıştı.
Yüzyılın başlarında gerçekleşen iki burjuva devrimi, 1905 Rus Devrimi ve Sun Yat Sen önderliğindeki Çin Yeni Demokratik Devrimi, proletaryanın öncü olmasa da çok önemli rol oynadığı iki devrim olmuştur. Ancak gerek Rusya'da ve gerekse de Çin'de bu iki devrim, demokrasi sorununu, toprak sorununu çözmeye yetmemiş, bu çözümler ancak Rusya'da 1917'de, Çin'de de 1949'da gerçekleşebilmiştir.
3. Bunalım Dönemine yeni sömürge ülkelerin büyük çoğunluğu bu türden dönüşümleri ya hiç yaşamamış ya da yetersiz düzeyde yaşamış olarak girmişlerdir. Dolayısıyla demokratik devrim hiç başlamamış ya da tamamlanmamıştı. Bu durum, ulusal kurtuluş hareketlerinin demokratik devrimi de içermesini getirmiş ve bu hareketlere demokratik halk devrimi de içermesini getirmiş ve bu hareketlere demokratik halk devrimini stratejik olarak hedefleyen ve bunu kesintisiz biçimde sosyalist devrimle tamamlayan hareketler olma özelliğini vermiştir. Bunun en somut iki örneği Vietnam ve Küba devrimleridir. Her ikisinde de köylülüğün toprak ve bağımsızlık sorunları başta olmak üzere demokratik devrimin içeriğini oluşturan diğer özellikler, hareketin ilk halkasını oluşturmuş ve sosyalist devrim bu temel üzerinde yükselmiştir. Ulusal burjuvazinin artık olmaması, Çin Yeni Demokratik Devrimi tip devrimleri ortadan kaldırmıştır.
c) işçi önderliği esastır; yeni sömürgelerde, bu önderlik ideolojik karakterdedir.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin diğer bir ayırt edici noktası da, işçi sınıfının fiili ya da ideolojik önderliği temelinde yükselmesidir. Yukarda sözünü ettiğimiz amaçlara, yani demokratik halk devrimi ve sosyalist devrim amaçlarına değişik karakterli önderliklerle ulaşılamaz. Bunlar başarılamadıktan sonra siyasal düzeyde varolan bağımsızlık da yiter. Üçüncü bunalım dönemi, sık sık değindiğimiz gibi bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bu noktada da geçmişte ve günümüzde tanıklığını yaptığımız, burjuva içerikli ve proletarya önderliğinde yükselmeyen hareketler sorununa girmiş oluyoruz.
Söz konusu olan demokratik devrime önderlik edecek bir burjuva sınıfın olmadığı ya da emperyalizmin girişi ile gelişemediği, demokratik devrime önderlik edecek güç ve düzeyde bir proletaryanın da olmadığı koşullarda yaşanan süreçlerdir. Önderlik görevi genellikle burjuva değerleri benimseyen orta katlarca üstlenilmekte, ancak üretici güçler-üretim üzerinde yükselmediklerinden kitle hareketi özelliği kazanamamakta, toplumsal bir devrime dönüşememektedir.
Bununla birlikte kapitalizmin gelişmesi ve burjuva değerlerin yerleşmesi sürecinin önünü açması bağlamında bir işlevleri kuşkusuz vardır. Bu sürece koşut toplumsal dönüşüm ve feodalizmin tasfiyesi sorunları çok zorlu ve sancılı bir sürecin parçaları olmaktadır.
Bu tip burjuva devrimlerin yani üst düzeyde sınırlı kurumsallaşma anlamına gelen hareketliliğin ilk örneği 1867-68 Japon Devrimidir. Bazı değişik yönleri içerse de temelde benzer olan diğer iki örnek olarak da İran AK devrimi ve onu izleyen Jön Türk hareketini prototip olarak kabul edebiliriz.
3. Bunalım Dönemi ise emperyalist işgalin biçiminin değişmesine bağlı olarak, olaya geçmişte olduğundan daha sancılı bir nitelik kazandırmıştır. En somut örneğini Nasır ve benzerlerinde bulan bu hareketler, ulusal burjuvazinin ve proleter önderliğin olmadığı koşullarda burjuva içerikli hareketler olarak yaygınlaşmış ancak iktidarı ele aldıktan sonra, SSCB'nin kapitalist olmayan yoldan geçiş teorisini temel olarak anti emperyalist bir görüntüyle bağımsızlaşmaya çalışmıştır. Ne var ki, emperyalizme karşı kapitalist yoldan kalkınmak çabası, tamamını yeni sömürgeciliğin kucağına itmiş ve başlangıçta siyasal düzeyle sınırlı da olsa sözkonusu olan anti emperyalizm de yitmiştir.
Birer kitle hareketi olmaktan çok yarı aydın ve milliyetçi askerler eliyle gerçekleşmesi, ardından toplumsal olmayan anti emperyalizmin fazla direnmeden çözülmesi sonucunu da doğurmuştur. Bu tip iktidarlar genellikle darbe yoluyla işbaşına geçtikten sonra ülkenin egemen sınıfı ve katları ile bütünleşmiş ve Bonapartizm benzeri misyonlar yüklenmişlerdir. İstikrarsızlık ve tutarsızlıkları bir diğer özellikleridir. Dolayısıyla emperyalist sömürüye radikal bir karşı koyuş da sözkonusu değildir.
Unutmamak gerekir ki, yeni sömürgeciliğin gelişen biçimiyle olgunlaşan biçimi aynı şeyler değildir. Örneğin Türkiye'de yeni sömürgecilik olgunlaşmıştır. Alt yapı ve üst yapı emperyalizmin denetimindedir.
Buna karşılık bu ülkede kukla bir siyasal iktidar olmadan da yeni sömürgecilik sürebilir. Bu ülkelere, yeni sömürgeciliğin gelişme durumunda olduğu ülkeler demek yanlış olmaz. Bugün Libya, Suriye, İran gibi ülkeler siyasal düzeyde verdikleri anti-emperyalist görüntüye karşın, bunu sosyalist alt yapı ile pekiştirememiş ülkelerdir ve emperyalist kapitalist dünya pazarlarının parçaları olmaktan çıkamamışlardır. AET, Japonya ve hatta ABD çıkışlı tekeller, uluslar arası sermaye, bu ülkelerin ucuz işgücünü, yer altı yerüstü kaynaklarını yağmalamayı sürdürmektedir ve hiç kuşku yor ki bu alt yapı, süreç içinde kendine uygun siyasal kurumlarını oluşturacaktır.
Sonuç olarak, kurtuluş hareketleriyle anti emperyalist kalkışmaları ayrı tutmamız gerekir. Anti-emperyalist, anti oigarşik olmayan demokratik devrim programına sahip olmayan ve işçi sınıfının ideolojik ya da fiili önderliğinde yükselmeyen hareketler, ulusal kurtuluş hareketi değildir ve bunun içeriğini genişletmek, "kapitalist olmayan yoldan geçiş", "üç dünya" türünden fason teoriler yaratarak revizyonizme ve ekonomizme temel oluşturmanın yarattığı tahribat yeterince açıktır. Bu özelliklere sahip olmayan ve özellikle siyasal düzeyde yadsınamayacak bir anti emperyalizmi içeren hareketlere ise anti emperyalist kalkışmalar diyoruz.
Üçüncü bunalım döneminin başlıca Ulusal Kurtuluş hareketlerini ve kalkışmaları ise şöyle sıralayabiliriz:

1954: Vietnam devrimi ve K. Vietnam halk cumhuriyetinin kurulması
1957: G. Kore ulusal kurtuluş hareketi ve emperyalizmin müdahalesiyle çıkan Kore savaşı
1956: Gana devletinin kurulması
1959: Küba devrimi
1960: Zaire'nin kurulması
1962: Cezayir devrimi
1962: K.Yemen'in kurulması
1963: Kenya'nın kurulması (Zanzibar Devrimi ve boğulması
1967: G.Yemen'in kurulması
1969: G.Yemen Devrimi
1974: Etiyopya Devrimi
1974: Gine-Bissau Devrimi
1975: Kamboçya Devrimi
1975: G.Vietnam'ın kurtuluşu
1975: Laos Devrimi
1975: Sao Tome'nin kurtuluşu
1975: Angola Devrimi
1978: Afganistan PDPA Darbesi
1979: İran Devrimi
1979: Grana'da radikal dönüşüm
1979: Nikaragua Devrimi
1980: Zimbabwe'nin kurtuluşu
Bunun yanında sayısız radikal kalkışma ve en önemli örnekleri olarak Endonezya, Filipinler, Malezya, Şili, Filistin, Batı Sahra, Guetamala, El Salvador, Peru, Venezuela, G.Afrika'da gördüğümüz halk hareketeleri, hemen hemen tüm yeni sömürgelerde öne çıkmış, yaygınlaşmıştır.

BİRİNCİ CİLDİN SONU

EKLER VE KAYNAKLAR

(1) K.Marks Kapital c.1 (geri dön) İ
(2) K.Marks agk c.3 (geri dön) İ
(3) K.Marks Lois Bonapart'ın 18 Brumeir'i (geri dön) İ
(4) F.Engels (geri dön) İ
(5) F.Engels (geri dön) İ
(6) K.Marks Kapital c.3 (geri dön) İ
(7) K.Marks agk c.3 (geri dön) İ
(8) K.Marks agk c.3 (geri dön) İ
(9) K.Marks-New York Daily Tribane Gazetesi, Aktaran - H.Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi c.2 (geri dön) İ
(10) Lenin-Emperyalizm (geri dön) İ
(11) Sweezy-Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı (geri dön) İ
(12) Bu türden yaklaşımlar için bkz. Materyalist Felsefe Sözlüğü, Materyalist Ekonomi Sözlüğü, Ekonomi Politik (Nikitin) Ekonomi Politiğinin Temelleri vb (geri dön) İ
(13) Prof.Dr. Nevzat Kuyucaklı-İktisadi Doktrinler Tarihi (geri dön) İ
(14) N.Kuyucaklı, agk. (geri dön) İ
(15) Doğal ekonomiyi; ilkel Komünal, köleci ve feodal ilişkilerin hepsini ifade edecek biçimde kullanıyoruz. Buna doğal ekonomi, eşittir kapitalizm öncesi üretim biçimleri de diyebiliriz. (geri dön) İ
(16) Rosa Lüksemburg-Sermaye Birikimi (geri dön) İ
(17) Rosa Lüksemburg-age (geri dön) İ
(18) Mahir Çayan-Bütün Yazılar (geri dön) İ
(19) Kapitalizmin girdiği yerler, büyük merkezler,limanlar, Ereğli gibi zengin yer altı kaynaklarının olduğu bölgeler ve Çukurova, Ege gibi kapitalizmin gereksindiği ürünlerin yetiştirilmesine uygun havzalardı. (geri dön) İ
(20) Bir örnek verecek olursak; geçmişte ipek dokuma alan tacir, daha sonra artık ipek ipliği almaya başlayacak, böylece önce ipekli dokuma sanayini yıkarak, daha sonra ipek ipliği yerine ham ipek alarak küçük üreticiliğin yan uğraşı olan ipek üreticiliğini yıkacak ve daha sonra da ham ipeği de kendisi üreterek, bu uğraşı asıl iş edinen küçük üreticiyi yıkacaktı. (M. Erdost, Asya Üretim Biçimi ve Kapitalist Üretime Geçiş Koşulları, Ülke Kitap Dizisi) (geri dön) İ
(21) Y. A. Patrosyan, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Bilgi Yayınevi (geri dön) İ
(22) Örneğin, bu tip bur kuruluş olan tütün rejisi, 40 yılı aşkın bir süre tütün üreticisini sömürdü. Rejinin yıllık ortalama karı 2.000.000 altın liraydı. 130.000'i aşkın tütün üreticisini sömüren reji , beslemeleri aracılığıyla, reji sömürüsünden kurtuluşu kaçak tütün ekmekte bulan 20.000'den fazla yoksul köylüyü öldürmüştü. (H.A. Şando, Yarı Sömürgeleşme Tarihi, Aktaran, Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı-Sömürgeleşmesi.) (geri dön) İ
(23) E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi (geri dön) İ
(24) T.Çavdar, Türkiye'de Burjuva Düzene Yönelik İlk Hareketler. (geri dön) İ
(25) Son ve kesin tasfiyesi 25 Mayıs 1954'te ancak tamamlanabilen Düyun-u Umumiyenin gücünü ve halk üzerindeki sömürüsünü bir örnekle anlatalım: 1910 yılında %5,58 gibi yüksek bir faizle 550.000 altın değerinde İtalyan hisse senedi alınmıştı. İtalya, Düyun-u Umumiyenin istekleriyle yapılan bu alışverişten elde ettiği 550.000 altın lirayı Osmanlı Devletiyle tutuştuğu Trablusgarp savaşının masraflarında kullanacaktı.Dolayısıyla komprodor feodal Osmanlı Devleti, niyeti ve amacı çok açık olan İtalya'nın kendisine karşı açacağı savaşa yardım etmiş oluyordu. Rezalet bu kadarla da bitmeyecekti. Savaş sonrasında Libya'yı işgal eden İtalya, Türkiye'ye tazminat olarak 30 milyon frank ödedi. Ancak bu paraya Düyun-u Umumiye el koydu. Gerekçesi ise Osmanlı Devletini gerçekte kimin yönettiğini yeterince ortaya koyuyordu. Buna göre, Trablus, Osmanlı toprağıydı, ve yitirilmesi, Osmanlı Devletine tazminat yoluyla gelir sağlamıştı. Oysa Düyun-u Umumiye kendisine gelir getiren bir kazanç kapısını yitirmiş oluyordu; bu durumda tazminat, yitirdiklerinin karşılığı olarak Düyun-u Umumiyeye verilmeliydi. (Türk Düşününde Batı Sorunu, N. Berkes, Bilgi Yayınevi)(geri dön) İ
(26) Bu konuya ve savaşın tamamlanmasına ilişkin çeşitli yaklaşımlar vardır. Troçkist E.Mandel'e göre, II. Dünya Savaşı, beş savaşın bir tek savaşta bileşimiydi. Buna göre; "savaşa kalkışanların kendi aralarında sürdürdükleri bir savaş... Sovyet bürokratikleşmiş işçi devletinin, Nazi Almanyası ve müttefiklerinin emperyalist saldırganlığa karşı verdiği öz savunma savaşı, Japon emperyalizmine karşı-yarı sömürge Çin'in verdiği haklı ulusal kurtuluş savaşları; ve son olarak işçi kitlelerinin ve baskı altında tutulanların Avrupa'nın işgal edilmiş ülkelerinde Nazilere karşı verdiği haklı direniş savaşı" Günümüzde Devrimci Marksizm, E. Mandel).
Anthony Barnet ise, savaşın tanımlamasını şöyle yapmakta: "Pasifikte çatışma esas olarak kapitalistler arası bir çatışmaydı ve yalnızca ikinci olarak bir kapitalist-komünist karşılaşmasıydı, Avrupa sahnesinde ise, çatışma esas olarak komünizmle kapitalizm arasındaydı ve kapitalistler arası yön yalnızca ikincildir." Amerikalı Marksist Paul Sweezy ise daha 1942'de sürmekte olan savaşı şöyle tanımlıyordu: " İkinci Dünya Savaşı bir bütün olarak, birincisi gibi basitçe dünyanın yeniden bölüşümü için emperyalistler arası bir mücadele değildir. Bu savaş, gerçekte askeri açıdan bütünlük sağlayamamış olan üç ayrı savaştır. Bu savaşın birincisi, 1914-18'deki gibi bir bölüşüm savaşıdır; Almanya, İtalya, Japonya bir taraftadır, İngiltere ve ABD diğer tarafta. İkinci savaş kapitalizmle sosyalizm arasındadır ve bir tarafta Almanya, diğer tarafta da Sovyetler Birliği vardır. Üçüncüsü ise, Çin'in Japonya'ya karşı verdiği anti-emperyalist bir bağımsızlık savaşıdır."
Fred Holiday ise savaşı ve sonuçlarını şöyle özetlemektedir: İkinci Dünya Savaşını patlatan kapitalist devletler arası çelişkiydi. Haziran 1941'de SSCB'ye Alman saldırısıyla Avrupa'daki savaş çok büyük ölçüde kapitalizm-komünizm karşılaşmasına büründü. Nazi Almanya'sının yenilgisine en fazla katkıyı Kızıl Ordu yaptı. 1937'den 39'a kadar Asya'da Sovyetler Birliği Japonya ile savaştı ve Japonya'nın yarıya yakın gücünü yolladığı Çin'deki savaş da büyük ölçekli bir kapitalist komünist savaşıydı. Ama çelişkinin ana ekseni, kapitalistler arası nitelikteydi. Japonya ile ABD arasındaydı. İkinci Dünya savaşı bu yüzden, hem kapitalist devletler arası, hem de kapitalizm ile komünizm arası bir çatışmaydı. Savaş, kapitalistler arası çelişkinin hakim olduğu bir dünyadan rekabet eden toplumsal sistemler arasındaki çelişkinin hakim olduğu bir diğerine geçiş dönemini işaret ediyordu. Bu yeni çelişki, gelecek dönemin uluslar arası ilişkilerini karakterize edecekti artık. Coğrafi, demografik ve ekonomik iki büyük varlık, ABD ve SSCB arasında gerçekleşen uluslar arası bölünme, her biri kendisi için bir dünya yaratma peşinde olan iki sistem arası bir çelişki bağlamında yer almıştı" (Günümüzde Soğuk Savaş, Holiday,) (geri dön) İ
(27) Bu durum hükümetlerin, üniversitelerin finansman sorununu çözümlemek yoluyla onları kendisine bağımlı kılmasıyla sağlanmakta idi. (geri dön) İ
(28) Bernall-Materyalist Bilimler Tarihi (geri dön) İ
(29) A. Shpirt, agk (geri dön) İ
(30) A. Shpirt, agk (geri dön) İ
(31) Bernall, agk (geri dön) İ
(32) Bernall, agk (geri dön) İ
(33) Mahir Çayan agk (geri dön) İ
(34) SBKP/MK Siyasal Raporu (geri dön) İ
(35) F.Engels, Anti-Dühring (geri dön) İ
(36) Mao, Seçme Eserler c.1 (geri dön) İ
(37) Lenin, Felsefe Defterleri (geri dön) İ
(38) Mao, agk (geri dön) İ
(39) Aktaran G.Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri (geri dön) İ
(40) Mao, agk c.1 (geri dön) İ
(41) Mao, agk c.1 (geri dön) İ
(42) Politzer, agk (geri dön) İ
(43) Mao, agk, c.1 (geri dön) İ
(44) Lenin, agk (geri dön) İ
(45) Engels, Anti-Dühring (geri dön) İ
(46) Politzer, agk (geri dön) İ
(47) Politzer, agk (geri dön) İ
(48) Mao, agk (geri dön) İ
(49) Stalin, Diyalektik Materyalizm ve Tarihi Materyalizm (geri dön) İ
(50) SBKP/MK, agk (geri dön) İ
(51) Temel çelişme üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Bu durumda emperyalistler çatışmayı bu temelde bire bir uyarak açıklamak güç gibi görünür. Ancak sürecin gelişimi içinde dünya zenginliklerinin yağmalanması öne çıkarak emperyalistler arası çelişmeye başat bir karakter kazandırdı. Çelişmenin iki kutbu arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı bir seyir izler. İki kutuptan birinin diğerinin üzerindeki baskısının önem kazanması, kesinliğe yakın hakimiyeti durumunda, sürecin yönelimi önemli değişiklikler gösterebilir.
Nitekim üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın karşılığı, emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışmaydı. Ancak I. ve II. Bunalım Dönemlerinde çelişmenin iki kutbundan biri olan emperyalizmin baskın niteliği, buna karşılık dünya halklarının emperyalizme karşı hareket anlamındaki görece yetersizlik düzeyi, pazarların yağmalanması yolunda çatışmayı öne çıkararak, çelişmenin kutuplarından biri olan emperyalizmin birkaç uçtan oluşması, emperyalistler arası çatışmaya baş çelişmelerden biri haline gelecek değerde özellikler kazandırdı. (geri dön) İ
(52) New York Times- 30 Ağustos 1971. (Aktaran Sweezy- Baran-Magdof Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı) (geri dön) İ
(53) New York Times- 23 Ağustos 1971. agk. (geri dön) İ
(54) Business Week- 21 Ağustos 1971. agk. (geri dön) İ
(55) New York Times- 30 Ağustos 1971. agk (geri dön) İ.
(56) K.Marks-Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (geri dön) İ
(57) K.Marks- Gothe Programının Eleştirisi (geri dön) İ
(58) Aktaran J. Ellenstein- Devrimlerin Devrimi (geri dön) İ
(59) Aktaran Marksizmin Leninizminİlkeleri-SBKP Bilimler Akademisi (geri dön) İ
(60) Aktaran J. Ellenstein-agk. (geri dön) İ
(61) Lenin- Bir Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Hakkında (geri dön) İ
(62) Aktaran J. Ellenstein-agk. (geri dön) İ
(63) Paul Baran- Büyümenin Ekonomi Politiği (geri dön) İ
(64) Troçki - Sürekli Devrim (geri dön) İ
(65) Troçki. agk. (geri dön) İ
(66) Mao-Yayınlanmış Yazılar (geri dön) İ
(67) Bakınız Stalin, Son Yazılar (geri dön) İ
(68) Yugoslavya kastediliyor (geri dön) İ
(69) Mao-agk. (geri dön) İ
(70) Marks-Kapital (geri dön) İ
(71) Gün Dergisinden (geri dön) İ
(72) 3. Bunalım Döneminde önemli yeri olan petrol yataklarına sahip olmaları OPEC ülkelerini bu durumun dışına çıkarmış, petrol yatakları modern teknolojik yöntemlerle işlenmiştir. Ancak bu teknolojinin sahibi de OPEC ülkeleri değil, petrol yataklarını işleyen emperyalist tekellerdir. (geri dön) İ
(73) Time - 7.7.1976 ve New York Times - 23.12.1981 Aktaran Kriz, Neo Liberalizm ve Reagan Dosyası (geri dön) İ
(74) Fakat kuşkusuz bu durumu bir kural halinde sunamayız. Örneğin yeni sömürgeler içinde kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerden İspanya ve Portekiz uzun yıllar açık faşist uygulamalara sahne olmuştur. Demek ki olayın rengi toplumsal hareketlilikle belirlenmektedir. (geri dön) İ
(75) Ki Olanaksızlığı, Eşitsiz Gelişim Yasasına uygun olarak geri kapitalist ülkenin emperyalistler arasına katılmanın olanaksızlığı çerçevesindedir. Günümüzde emperyalist-kapitalist sistemin dünya pazarlarını bir bütün durumuna getiren ve sistem ülkelerini birbirine eklemleyen özellikleri, aynı zamanda bu ülkelerin birbirlerini denetlemesi anlamına gelmektedir ve bu Eşitsiz Gelişim Yasası'nın kapitalist anlamda işleyişinin önünü tıkamıştır. Bırakalım 3. Bunalım Dönemini, 2. bunalım dönemindede bunun bir örneğini bulamayız. Geri ülkenin ilerlemesi ve bağımsızlaşması ancak sosyalizmle olanaklıdır. Yeni sömürgelerin hiç biri bugün otuz yıl önceki düzeyde değildir. Kuşkusuz her birinde değişik oranda da olsa bir gelişme söz konusudur. Ancak bu gelişme emperyalizmle olan bağımlılık ilişkisi son bulmadığından ve hatta aradaki mesafe giderek derinleşen bir uçuruma dönüştüğünden esasta yanılsamadır. (geri dön) İ

 

 


 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19