Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şafak Yargılanamaz 1. Cilt
Derleyen: Hasan Şensoy
Barikat Gazete ve Yayıncılık

I.BÖLÜM
Dünü ve Bugünü ile
Yaşadığımız Dünya

I. KAPİTALİZMİN DOĞUŞU
GENEL BUNALIM OLGUSU
EMPERYALİZMİN ÖZELLİKLERİ
BİRİNCİ VE İKİNCİ BUNALIM DÖNEMİ
İLİŞKİ VE ÇELİŞKİLERİ

A) KAPİTALİZMİN DOĞUŞU

Kapitalizm, bir yandan mülkten yoksun ya da hemen hemen yoksun hale getirilmiş halk kitlelerinin ücretli serbest çalışan köleler durumunda olduğu, öte yandan üretim araçlarının esas olarak kapitalistlerin ve onun bağlaşıklarının elinde bulunduğu toplum düzenidir. Üretim araçlarının kapitalist mülkiyet altında tutulması temel olgusu, toplumsal yapılanmanın her alanında etkisini göstermekte ve hakim üretim ilişkilerine bağlı olarak, toplumsal ilişkiler bu temel karaktere uygun biçimler almaktadır.
Kapitalist üretim biçimi, iki aşamada gelişmiştir; tekel öncisi kapitalizm (serbest rekabetçilik) ve tekelci kapitalizm (emperyalizm). Her ikisi de sömürü temeline dayanmaktadır. Aralarındaki ayrım, tekel öncesi dönemin, kapitalizmin serbest rekabet olgusuna dayandığı ve üretici güçlerin az çok düzenli olarak yükselen bir çizgi izleyerek geliştiği bir dönem olması, buna karşılık tekelci dönemde gelişmenin yerini sistem olarak genel bir bunalımın almasından kaynaklanmaktadır.
Dünyada burjuva devriminin gerçeklik kazandığı, kapitalizmin bir sistem olarak egemenlik kurduğu ilk ülke Hollanda oldu. Ama feodalizmin bağrından doğarak gelişen ve burjuva devrimler yoluyla siyasi ve hukuki anlamını da bulan kapitalizmin gelişme seyrini, İngiltere örneği üzerinde özetleyeceğiz.Çünkü İngiltere’de kapitalist ilişkilerin egemenliği sanayii devriminin yolunu açacak, sanayi kapitalizminin doğuşayla da kapitalizmin tekelci aşaması ve giderek bir dünya sistemine dönüşmesi, öncelikle ve bütün tipikliğiyle yaşanacaktı.
Serfliğiin 14. yy’ın sonlarına doğru fiilen önemli oranda ortadan kalktığı İngiltere’de, bu yüzyılın sonlarında 15. yy’ın dönemde angaryanın da kalkmasıyla, gelişmeye başladı. Serflik ve angaryanın kalkmasıyla, yeomanlar denilen büyük toprak sahiplerinin topraksız köylüleri ücretleri işçiler olaraktutmaya başlamaları ve bir kısmının ticarete yönelmesi, feodalizmde var olan prekapitalist ilişkilerin galişmesinin ve tivaret burjuvazisinin bir sınıf olarak doğmasının yolunu açtı.
Yeomanların güçlenmeleri gidirek küçük üreticiyi yıkıma uğratırken kapitalist üretim ilişkilerinin ilerleyişi açısından önemli bir gelişme oldu; Tarımla uğraşmayı terketmeye başlayan yeomanların; dönemin koşulları içinde daha çok para anlamına gelen hayvancılığa (koyunculuk) yönelmeleri durumu ortaya çıktı. Hollanda dokuma tezgahlarının yün istemi, İngiltere’yi sürekli ve daha çok yün ihracına sevketmekte ve tarımcılıktan daha çok karlı olan bu süreç, küçük üretimin yıkılmasıyla koşut özellikler taşımakta idi. Dolayısıyla koyunculuğun daha sınırlı emeğe dayanması. toprak sahibinin insan emeği gereksinmesinin giderek azalması; mülksüzleşen, işsizleşen köylü kitlelerinin kırlardan kentlere yönelmelerini getirdi. Böylece 200-300 kişinin yaşadığı köyler, 2-3 çobanın yaşadığı otlaklara dönüşürken, kentler yaşayabilmek için emeğini satmaya hazır işsiz yığınlarla dolmuştu.
Sahip olunabilecek koyun sayısının sınırlanması, köylerin yıkılmasının yasaklanması gibi yasalar, kilise mülkiletinin kaldırılmasıyla hiçbir yaptırım gücüne sahip olmadan etkisizleşirken kentlerdeki ucuz emek olgusu İngiltere’ye, yalnızca yün ihraç etmek yerine kendi dokuma tezgahlarında üretim olanağı tanıyınca kapitalist ilişkiler hızla gelişmeye başladı. Yükselen yeni sınıf olan burjuvazi, 1648 Devrimi yoluyla üst yapı kurumları açısından da gereksindiklerini bulacaktı. Avrupa’da egemen güç durumuna gelmenin yolu artık açılmıştı.
Marks, paranın sermayeye dönüşmesini, sermaye aracılığıyla artı-değer üretiminin ve artı-değerden mutlak, nisbi ve ek artı değerler yoyuyla daha fazla sermayenin oluşturulmasını açıkladıktan sonra, çelişkili gibi görünen bir noktaya dikkat çeker. Ama der, sermeye birikimi artı-değerin varlığını, artı-değerin kapitalist üretimini, kapitalist üretim ise, meta üreticilerinin ellerinde daha önceden oldukça ybüyük bir sermaye ve işgücü kitlesinin bulunmasını öngörür. Buradaki hareketin bütünü, bu nedenle kısır bir döngü gibi görünür vee bundan ancak kapitalist birikimden önce, bu üretim biçiminin sonucu kdeğil, çıkış noktasını gösteren bir ilkel birikimin (Adam Smith’in deyimiyle daha önceki birikimin) bulunduğunu kabul etmekle kurtulmak mümkündür. (1)
İlkel birikimin yukarıda bilirttiğimiz oluşum sürecini ise şöyle tanımlamaktadır: Sermayenin ilkel birikimi, yani tarih içinde ilk meydana gelişi nasıl olmuştur ? İlkel birikim, köleler ve serflerin doğrudan doğruya üvretli işçiler durumuna gelmeleri ve böylece yalnızca bir şekil değişikliğine uğramaları ile olmadıkça, ancak ilk üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, yani sahibinin emeğine dayanan özel mülkiyetin karşıtı olarak, iş araçları ile iş dışı koşulların özel kişilere ait olduğu yerlerde var olur. Ama bu özel kişilerin var olup olmamalarına göre , özel mülkiyetin niteliği farklı olur.
Bunun ilk bakışta kendilerini gösteren sayllısılz lölzel biçimleri, bu iki uç arasında yer alan ara aşamalara denk düşer.
Emekçinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ister tarımsal, ister manifaktür, ister her ikisi de olsun , küçük işletmelerin temelidir. Küçük işletme, genel toplumsal üretim ile emekçinin kendisinin özgür kişiliğinin gelişmesinin temel koşuludur. Kuşkusuz bu küçük üretim biçimi, kölelik, serflik ve diğer bağımlılık ilişkileri altında da söz konusudur. Ama bunun serpilip gelişmesi, tüm canlılığına kavuşması, uygun klasik şeklini alması, ancak emekçinin kendi kullandığı üretim araçlarının özel mülkileti ile olur. Yani işlediği toprağın köylüsü ve bir hüner sahibi olarak kullanldığı aletlerin zanaatçısı olması gerekir.
Bu üretim biçimi toprağın parçalara bölünmesini, diğer üretim araçlarının dağılmış olmasını öngörür. Bu durum, üretim araçlarının bir yerde toplanmasını dışladığı gibi, üretim süreçleri içindeki elbirliğini, işbölümünü, toplum tarafından doğa güçlerinin denetim altına alınmasını, üretken biçimde kullanılmasını ve toplumsal üretken güçlerin özgürce gelişmesini dıştalar.
Bu üretim biçimi, ancak dar ve az çok ilkel sınıflar içerisinde hareket eden bir üretim sistemi ve toplum ile bağdaşabilir.l Bunu sürgit duruma geetirmek, Fecgueur’un haklı olarak dediği gibi, “alaladeliğin evrenselliğini ilan etmek olur”. O andan itibaren, toplumun göğsünden yepyeni güçler ve tutsaklar filiz verir ama eski toplum düzeni bunu engeller ve baskı altına alır.
Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir. Bunun yok edilmesi, yani bireylerin malı olan dağınık üretim araçlarının, toplumsal ve yoğunlaşmış birimler, pek çok insanın cüce mülkiletinin bir kaç kişinin dev mülkiletine dönüştürülmesi, büyük halk yığınlarının, topraktan, yaşama araçlarından ve iş araçlarından yoksun hale getirilmesi, halk yığınlarının bu korkunç ve ıstıraplı mülksüzleştirilme işlemi sermayenin tarihinin başlangıcını oluşturur.
Bu, bir dizi zor yöntemini içerir. Doğrudan doğruya üreticilerin mülksüzleştirilmesi, acımasız bir vahşetle ve en bayağı en razil , en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Tek ve bağımsız emekçinin deyim yerindeyse, kendi iç koşullarıyla kaynaşmasının sonucu olan özel mülkiletein yerini, başkalarının, yani ücretli işçilerin sözde serbest emekçilerinin sömürülmesine dayanan özel kapitalist mülkiyet alıyordu.
Kapitalist sanayi burjuvazisi, mekaniğin üretime girmesi ve sermayenin sanayiye yönelmesi iki başat olgusu ile; 15. yy’dan itibaren dünya çapınlda ilişki ve çelişkiler zemininde gelişme koşulları bulmuştur. Daha önceki üretin ilişkilerinin gelişmelerinin seyriyle kapitalist üretim ilişkilerinin seyrini ne hız., ne yoğunluk ve ne de giderek güçlenen bağlarla hükmettiği dünya çapındaki genişlik açısından kıyaslamak mümkündür.
Tarih, sanayi kapitalizmine son derece dinamik koşullar sunmuş ve o koşullar dünyayı dört nala fethetmesini getirmiş, ama aynı hızla kendi çöküntüsünü ve çözülüşünü yaratacak güçleri ve onun boğazını hiç bırakmayan bunalım olgusunu yaratmıştır. O koşullar, sermayenin birikimi, genişleyen pazarlar, hızla yer değiştiren toplumsal sınıflar ve yine 17.yy boyunca, ticaret kapitalizmiyle küçük sanayi kapitalizminin dalaşına tanık olmuştur. Akabinde sanayi kapitalizli “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesiyle teorileşen liberalizm ışığında tahta oturmuştur.
“Kuşkusuz, pek çok güçlü lonca ustası, daha da fazla bağımsız küçük zanaatçı ve hatta ücretli emekçi, küçük kapitalist durumuna gelmiş ve ücretli emeği giderek artan ölçüde sömürerek ve dolayısıyla birikim sağlayarak tam kapitalist olup çıkmışlardır... Orta çağlardan çok farklı olarak ekonomik toplumsal biçimlerde olgunlaşan ve kapitalist üretin tarzına dönmeden önce de guand meme (gene de) sermaye sayılan birbirinden tamamen değişik iki sermaye biçimi devralındı, tefaci sermaye ve tüccar sermayesie”.(2)
Tefeci sermaye tarihin ilk sermaye biçimidir. Daha ilk çağlardanitibaren gerçek karşılığı olmamakla birlikte, benzer nitelikleri içinde bir anlam yaratmış vee kullanım değerlerinin değişim değerlerine dönüşmesi ile tefecilik de belirginlişmiştir. Özellikle, mal değişimindeki ödünç alışveriş karşılığı kabarma, ilerde para değişiminde aynı yöntemle gerçekleştirilen para alışverişinde yeni tefeci sermaye halini alacaktır.
Feodalizmin çözülen döneminde, sadece bir transferden ibaret olan, değer yaratma ile veya üretim etkinliğiyle ilgisi olmayan tefecilik ciddi bir rol oynamıştır. Bu rol Hintlilere ünlü destanları Mahoromato’da “Ey krallar kralı tefecilik, sen dünyünın bütün zenginliklerine sahip olabilirsin” dedirtecek kadar asalak ve ürkütücü bir aktivasyon haline geldi, Feodal beylerin, yerlerini kentli tafecilere terketmek zorunda kaldıkları 19.yy’ın ilerleyen süreçlerinde ipotek, tefeci sermayenin en önemli aracı oldu. Bugün, kapitalistin toprak üzerinde faiz, kar ve rant çeki elde etmesi, toprağı üzerindeki ipotek borcu, yıllık faizine eşit bir faiz borcu yükselmiştir. Küçük toprak mülkiyeti, onu kaçınılmaz olarak sermayenin elinde köleliğe sürükleyen gelişmesiyle, Fransız ulusunun büyük çoğunluğunu yarı maymun mağara adamlarına çevirmiştir”(3)
Transferci niteliğinden ötürü, toplumsal zenginliklere katkı ksağlama bağlamında, ticaret sermayesinin tefeci sermayeden farkı yoktur. Onun rolü, sanayi sermeyesinin dolaşımını sağlamaktır. Bu önemli noktadan dolayı sanayi sermayesi ilerki dönemlerde de bezı durumlarda ticaret sermayesi ile çatışacak, fakat ne kadar güçlü ve ütkin duruma gelirse gelsin onu geçmeyi tercih edecektir. Meta sermayesi, yatırımının karşılığını bir an önce alıp yeniden genişletmek ister. Ve o şekilde kar oranını artırır. Bu nedenle bilinçli olarak sanayi sermayesi, artı-değerin bir bölümünü ticaret sermayesine bırakır. Bu durum aynı zamanda yeni rekabetleri de engelleyen bir avantaj sağlar. Ve ticaret sermalesi böylelikle artı-değer yaratmaksızın dağılımdan payını alır, sömürüle katılır.
İlkel birikimin yanısıra, kapitalizmin hızla gelişmisini sağlayan ve giderek kapitalist üretim biçiminin sadece kökeni değil, belirleyici faktörü olan olgu, artı-değerdir. Kapitalizmin mutlak yasası olan artı-değer sömürüsü, gelişebilmek için ederinden fazlasını veren bir metaya gereksinim duyan kapitalizm gelişmenin bu istemine insan emeğinin ya da daha doğru bir deyimle emek gücünün piyasada bir meta gibi alınıp satılması ve değiştirme değerinin bir unsuru olarak kullanılmasıyla; kapitalist gelişmenin ve onun var oluşunun temel dinamiği olma özelliği kazandı.
İnsan emeğinin bir meta gibi alınıp satılması kapitalizmden önce de vardı. Keza üreticiye ürettiğinin karşılığını ancak küçük bir bölümünün verilmesi temelinde yükselen sömürü, sınıflı toplumların tüm biçimlerinde görülmekteydi. Ancak artı-değerin farkı, serfin tersine emekçinin varlığının değil, emeğin meta olarak kullanılması, amak gücünün değişim değeri yoluyla alınıp satılmasıdır. İşçi sınıfının yaratmış olduğu toplam değerle, kapitalistlerin bu sınıfa ödediği ücret arasında sürekli bir fark vardır. Yani işçi sınıfı, yarattığı değerin ancak bir bölümünün karşılığını alabilir. Aradaki fark, işçilerin yarattığı fazlalığı verir. Bu fazlalık (artı-değer), ilk ağızda kapitalist sınıfın elinde toplanır, sonra kapitalist sistemin diğer sömürücü güçleri artı-değere mutlak artı-değer; emeğin verimliliğini artıran teknik yeniliklerin uygulanması tarzında çoğaltılan artı-değere nisbi artı değer adı verilir.
Tefecilik ve ticaret yoluyla meydana gelen lpara sermayesinin sanayi sermayesine dönüşmesi, kırsal yerlerde feodal hukuk düzeni, şehirlerde de lonca örgütleri ile önlenmişti. Bu ingeller feodal toplumun çözülmesi, kırsal nüfusun mülksüzleştirilmesi ve kısmen topraklarından atılması ile ortadan kalktı... Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu-Hint adalarının ele geçirilmeye başlanması, Afrika’nın karaderi ticaretinin av alanı durumuna getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilmkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bunu savaş alanı tüm yer yuvarlağı olan, Avrupalı ulusların ticaret savaşı izledi. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya başkaldırmasıyla başladı. İngiltere’de Jakobenlere karşı dev boyutlara ulaştı veÇin’de Afyon Savaşı iye paya bünüşon... Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendisi bir ikonomik güçtür.”(4)
Bilimsel gelişmelerin ve hızlı makinileşmenin üretime yeni olgular sunmasının yanısıra, sömürgeciliğiin Uzakdoğu yağmasının yarattığı olanaklar sanayi sermayesinin atılımına güç verdi. İngilizler 1757’de Plassey savaşlarıyla başlattıkları Hindistan asalaklığını, Bengal’de ne buldularsa Londra’ya taşımakla sürdürdüler.
Ve ilk kez 1759’da İngiltere Bankası tarafından gerçekleştirilen para ihracı, son derece önemli bir tarihsel olgunun daha yolunu açıyordu. İngiltere’nin bunu yapabilmesindin kolay bir şey yoktu. Çünkü Hindistan’dan sağladığı 40 milyon sterlinin yanısıra İngiliz Sanayinin sermaye temeli olmak üzere Hindistan’da kullandığı köle emeği ile, ilaveten 40 milyon sterlin daha elde etmiş bulunuyordu. Ve bunlar. mevcut birikimlerinin iki misliydi.
“Sömürge sistemi, ticaret ve deniz ulasımını bir limonluk gibi besleyiep olgunlaştırdı... Sömürgeler. tomurcuklanan manifaktürler için pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi... (5) Bugün sanayi üstünlüğü ticaret üstünlüğü anlamını taşıyor. Oysa gerçek manifaktür döneminde, sanayi üstünlüğünü sağlayan ticari üstünlüktür. Sömürgeler sisteminin o sırada oynadığı üstün rolün nedeni işte budur.
Bu arada, yine önemli olgulardan biri haline gelen ve kapitalizmin gelişme seyri üzerinde farklı kimliklere bürünerek halkların boynundaki ilmeklerin sıfatı olan borçlanma sistematiğinden söz etmek gerekiyor.

“Köklerini daha orta çağlarda Cenova ve Venedik’de bulduğumuz kamu kredisi, yani devlet borçları sistemi, manifaktür dönemi sırasında genellikle bütün Avrupa’yı sardı. Döviz ticareti ve ticaret savaşları ile birlikte sömürge sistemi, bunun için itici bir güç hizmeti gördü. Böylece ilk kez Hollanda’da kök saldı. Kamu borçları, yani devletin yabancılaşması bu devlet ister mutlakiyet, ister meşrutiyet ya da cumhuriyet olsun- kapitalist çağa damgasını vurdu. Ulusal zenginlik denen şeyin, modern halkların ortak mülkiyetene giren kıslı, bunların devlet borçlarıydı. Bunun zorunlu sonucu olarak, bir ulus ne kadar borçlu olursa, o kadar zengin olur şeklindeki modern öğreti ortaya çıkarıldı. Kamu kredisi sermayenin credo’su (amentü) durumunu aldı.(6)
“Kamusal borlanma ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi durumunu aldı... Ulusal adlarla süslü büyük bankalar, başlangıçta hükümetler yanında yer alan ve elde ettikleri ayrıcalıkları sanayide devletlere karşı verecek duruma gelen özel spekülatörlerin kurdukları şirketlerdi... Devlet borçları ile birlikte, çoğu kez şu ya da bu halktaki ilkel burukim kaynaklarından birini gizleyen uluslararası bir kredi sisteni doğdu... Develet borçlarının; desteğini, yıllık faiz, vb ödemelerini karşılamak durumunda olan kamu giderlerinde bulması gibi, modern vergilendirme sisteni de, ulusal istikrar yönündeki etkinliği, onun ayrılmaz parçalarından biri olan himaye sistenmi ile daha da artırılacaktı... Himaye sistemi, fabrikatör imal etmeye, bağımsız emekçileri mülksüzleştirmeye, ulusal üretim ve geçin araçlarını sermayeleştirmeye, ortaçağa özgü üretim tarzından modern üretime geçiş dönemini zorla kısaltmaya yarayan bir araçtı.”
“Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye, ticari savaşlar vb. gerçek manifaktör döneminin bu çocukları, büyük sanayinin çocukluk dönemi boyunca dev gibi büyüdüler. Masum insanların uğradıkları büyük katliam bu sanayinin doğuşunun habercisiydi. Krallık donanması gibi, fabrikalar da insanları zor ve baskı yoluyla sağlıyordu... Kapitalist üretim biçiminin ebedi doğa yasalarının yerleşmesi, emekçiler ile emek koşulları arasındaki ayrılma sürecinin tamamlanması, bir kutupta, toplumsal üretim ve geçim araçlarının sermayesi, karşıt kutupta halk kitlalarinin ücretli emekçiler, “aözgür emekçi yoksullar” olarak modern toplumun yapay ürünleri durumuna dönüştürülmesi... Eğer para, Aviger’in dediği gibi, “dünyaya bir yangından doğuştan kan lekesiyle geliyorsa, sermaye tepeden tırnağı kan damlayarak geliyor.(7)
Feodalizmin bağrından ondan daha ileri bir toplumun kapitalizmin doğması ve giderek onun yerini alması süreci, aynı zamanda uluslaşma süreci anlamına gelmekteydi. Feodalizm döneminde, Avrupa’ada siyasal birim olarak, feodal krallıklar, imparatorluklar içinde özerk feodal otoriteler, derebeylikleri görülmekteydi. Krallıklar merkezi otoriteyi sağlamaktan yoksun bulunmakta, yerel yasa ve aölçüler, çeşitli milliyetler, birbirinden değişik gelenekler, krallıklar içinde kargaşa yaratmakta, bütünlüğün sağlanmasılnı engellemekteydiler.
Oysa giderek değişen koşullar, ekonomik bir yaşam bütünselliğini gerekli kılmaktaydı. Gelişen sınıf burjuvazi, güçlenebilmek ve yeni bir dünya kurabilmek için, herşeyden önce kendisini koruyacak çıkarlarına hizmet edecek bir ortama gereksinim duyuyordu. Onun ulusal sınırlara, mal ve can güvenliğinin sağlanmasına, belli bir sınır içinde ölçü ve yasa birliğine gereksinmesi vardı. KBu sorunlara, feodal devlet yapısı çerçevesinde bir çözüm olanaksızdı.
Nitekim ticareti kollayıcı bir politika olan merkantilizm ve buna koşut alarak ticaret burjuvazisilnin gelişmesi; feodal devlet yapısının yerini güçlü, merkezi ve ulusal otoritenin almasına, belli bir dil birliği, kültürel ortaklık ve tarihsel bütünlüğün bulunduğu mülkiyet ve toplulukların ekonomik yaşam bütünlüğünü sağlamalarına, buna bağlı olarak uluslaşmalarına, ulusal sınırlarını çizmelerine neden oldu. Yaşanan bu dönüşümün siyasal ve toplumsalsonuçları ise, burjuva devrimleri yoluyla, burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi ve feodal değerlerin yerini burjuva değerlerin alması, burjuva yaşama biçiminin yaygınlaşması, bireyciliğin ekonomik ve sosyal bağlamra gelişmesi, kendine uygun değerleri yaratması oldu.
Artık tarihsel süreç, sınıf karşıtlığı ve sömürü temelinde yükselen son sisteme, kapitalist sisteme sahne olmaktaydı. Kapitalizmin ilerlemesiyle toplumsal işbölümü de belirginleşti. Önveleri başlıbaşına özerk olan sanayi dalları arasında bağlar oluştuğu görüldü. Ve bu bağlar, işletmeler, bölgeler, ülkeler arasında yayıldı. Kapitalist düzen, kapitalist ilişkilerin bulunmadığı sömürgelere kadar bütün kıtalara ulaştı.


B) KAPİTALİZM VE BUNALIM OLGUSU

Engels, sanayi deveriminin, toplumu, burjuvaalar ve emekçiler olarak bölmesienin ilk sonuçları nelerdir sorusuna şu karşılığı verir:” Birincisi, makine emeğinin ucuzluğu nedeniyle sanayi ürünlerinin fiyatları son derece ucuzladı ve el emeğine dayanan eski düzen tamamen yıkıldı. Bunun sonucu olarak da, sömürülen ülkelerin gözleri zorla açtırılmış oldu. Bu ülkeler, İngiltere’nin ucuz mallarını aldılar ve kendi el emekçilerini yok olmaya bıraktılar. Böylece binlerce yıldır hiçbir ilerleme göstermemiş olan ülkeler, örneğin Hindistan ve Çin devrime yönelmiş oldu.
Büyük sanayi bu şekilde dünyünın tüm küçük yerel pazarlarını ve dünya halklarını birbirileriyle ilişki içine sokmuş oldu. Artık, bir ülkede olan herşey öteki ülkelerde de yankılar uyandıracaktır. İkincisi, sanayi devrimi burjuva sınıfını zengin ederek egemen sınıf durumuna getirmiştir. Bunun sınucu olarak da aristokrasiyi, lonca ustalarını ve bunları temsil eden monarşiyi yoketme yoluna sokmuştu. Monarşilerin yerlerini burjuvaların çıkarlarını savunan burjuva hükümetler almaktadır. Üçüncüsü, sanayi devrimi burjuvaziyi ne ölçüde yaratmışsa aynı ölçüde proletaryayı da yaratmıştır. Çünkü, proletaryanın çoğalması ve büyümesi, burjuva sermayesinin çoğalmasına ve büyümesine bağımlıdır” diyerek özetlerikten sonra, “Sanayi devriminin öteki sonuçları neler” sorusuna bir kelime ile tanım getirir:” Bunalım”...
Kapitalizm, merkezi planlama ve yönetim etkinliğinden kaynaklanan bir üretim anarşisinin üzerinde yükseliyordu. Bu durum eşitsizlik üzerinde yükselen gelişme ortamına uygun bir zemin oluşturuyordu, dolayısıyla da sistemin bileşenlerini oluşturan piyasa ilişkilerinde çatlaklar kaçınılmaz hale geliyordu. Tarihsel gelişimi içinde kapitalizm, sanayi devriminden bu yana yalnızca değişik sanayi dallarının ya da bölgelerin farklı gelişme düzeylerine sahip olmalarına değil, aynı zamanda ardarda yinelenen krizlere tanık oluyordu.
Kapitalist üretim biçiminin sınırları artık suyüzüne çıkmıştır: 1) Emeğin üretkenliğindeki gelişme, kar oranındaki düşmeden belli noktalarda bu gelişme ile uzlaşmaz bir çelişki içine giren ve bunalımlarla sürekli yinelenen bir yasa yaratıyordu. 2) Üretimin genişlemesi ya da daralması, karşılığı ödenemeyen emeğe el konulması ve bu karşılığı ödenemeyen emeğin genel olarak katmerleşen sermayeye oranıyla; dolayısıyla, üretinde toplumsal gereksinmelere, yani toplumsal olarak gelişmiş insanoğlunun gereksinmeleri arasındaki bağlantıdan çok, kar oranı ile belirleniyordu. İşte bu nedenle kapitalist üretim belli bir gelişme aşamasında engellerle karşılaşıyor ve başka bir öncülden hareket edildiğindi, tersine tamamen yetersiz görülebiliyordu. Bu üretim biçimi, gereksinmelerin karşılandığı noktada değil, kar üretiminin ve bu karın belirlenmesinin sağladığı bir noktada durağan duruma geliyordu. (8)
Büyük çapta üretim, sanayide olduğu kadar, tarında da kendini göstermekteydi. Üretici güçlerin gelişmesi ve uygulamada kazandıkları anlam, binlerce işçinin birarada çalışmasını doğuran çalışma araç ve yöntemlerini getirmiştir. Üretim giderek artan biçimde toplumsallaşırken, üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle, milyonlarca emekçinin yarattığı değer, bir avuç kapitalist tarafından gaspedilmekteydi. Bu noktada kapitalizmin temel çatışması ortaya çıkıyordu. Bu giderek daha da belirginlişen üretimin toplummsal niteliği ile, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi, bu çelişki, üretici güçlerin sürekli ve hızlı gelişmesiyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı açıklarken, kapitalist bunalım olgusunun da kökeninde yatan nedeni vermekte ve aynı zamanda kapitalist sınıfın geçmişin diğer egemen sınıf ve katlardan ayrılan yanını öne çıkarmaktaydı.
Sınıfın bu özelliğini dile getiren Engels’in de değindiği gibi; burjuvaziyi daha önceden egemen olmuş tüm sınıflardan ayırdeden özellik şudur ki, bu sınıfın gelişmesinde, tüm egemenlik araçlarının, öyleyse en başta sermeyelerinin tüm artışının, onun siyasal egemenliğini gitgide daha elverişsiz bir duruma getirmekten başka bir sonuç vermeyen bir dönüm noktası vardır. Büyük burjuvaların arkasında da proleterler vardır. Burjuvazi, sanayisini, ticaretini ve ulaştırma araçlarını geliştirdiği ölçüde proletaryayı doğurur. Ve her yerde aynı olmayan ve mutlak gelişme derecesine erişmesi gerekmeyen billi bir anda, astarının, proletaryanın, kendisini hızla aşmaya başladığını farkeder. Bu andan itibaren, siyasal egemenliğini tek başına sürdürme gücünü yitirir: koşulllara göre, iktidarını paylaştığı ya da tamamen kendilerine bıraktığı bağlaşıklar arar.
Kapitalizm, yapısı gereği bunalıma mahkum bir sistemdi. Üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının kapitalist özem mülkiyeti arasındaki çatışma, bunalım olgusunun kökünde yatan nedeni, çünkü kapitalist üretim isteristemez toplumsal iş bölümü üzerinde yükseliyordu. Büyük işletmeler, yüzlerce vee binlerce işçiyi biraraya topluyar, kendi aralarında birbirlerine bağlanan bu işletmeler, emeği büyük ölçüde merkezileştirirken, üretime de toplumsal birnitelik veriyor ve her meta binlerce işçiye ait değişik işletmelerdeki üretim örgütlenmesi ile üretim olgusunun genel toplumsal örgütlenmesi arasında derin bir çarpıklığı getiriyordu; üretim anarşisi, üretimin genel toplumsal örgütlenmesi bağlanında başat özellik olarak belirginleşmekteydi.
En yüksek oranda kar amacı, kapitalistlerin toplumsal gereksinmeleri ve piyasanın gerçeklerini hesaba katmadan, ya da en azından kendi işletmelerindeki üretimi baz alarak toplumsal etmenin ikincil düzeyde ele almasını getiriyordu: İşletme düzeyinde üretimin yaygınlaşma eğilimi üretim dalları arasındaki oranlar dengesini bozuyor ve gelişme durumundaki genel kapitalist ortam sarsılıyor, bunalımdoğuyordu. Sürekli kar ve daha çok kar... Böylelikle de üretimi genişletme, yeni sektörlere sarkma, sermayeyi artırma eğilimi, sürekli büyümeye ve çelişmeye bağlanıyordu. Marks’ın deyimiyle; kapitalist üretimin önündeki en büyük engel, sermayenin kendisiydi. Sermaye ve sermayenin yine kendisi tarafından değerlendirilmesi, bu sistemde üretimin hem açılış noktası, hem de varış noktası, hem itiş gücü hem de amacı olarak belirmekteydi. Sermaye üretim için değil, üretim sermaye için değil, üretim vardı bu düzende...
Sermayenin, gelişebilmek için üretimi yoğunlaştırması, buna karşılık ürünü pazarlamakta sıkıntıya düşmesi; yerli üretimin, pazarın taleplerinin üstüne çıkması bunalımı kaçınılmaz kılmaktaydı. Kısacası, sistem aynı anda hem piyasanın talep oranlarını yüksek tutmayı, hem de sürekli ve girerek daha fazla üretimi aynı anda sürdüremiyordu. Üretimin yükselmesi artı-değer oranının yüksek tutulmasından geçiyor, bu durumsa kitlenin alım gücünü düşük tuttuğundan üretimin pazarlanmasında sıkıntı baş gösteriyordu. Sonuç: kapitalizm yapısal bunalımın ta kendisiydi.
Bunalımlar, devirli bir biçimde ortaya çıkmaktaydı. Kapitalist çevrimler olarak adlandırılan bu devreler, bir bunalımın başlangıcından izleyen bir bunalımın başlangıcına kadarki süreci içermekteydi.
Buna göre, kapitalist çevrimler dört aşamadan oluşmaktaydı:
-Bunalım: Çevrimin temel aşamasını oluşturan bunalım aşaması, üretimin artması ile pazarlanması arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor ve fiyatların hızla düşmesi, bağlı olarak da yoğun iflaslar, işsizlik, iç ve dış ticaretin azalması gibi olguları içeriyordu.
-Çöküntü; Bunalımın durulmasına koşut başlayan bu süreç, bunalımın neden olduğu, üretici güçlerin bir kısmının tahribi olayına karşın ayakta kalmayı başaran işletmelerin, üretimin maliyetini düşürme ve sabit sermayeyi genişletmeye yönelmelerini içermekteydi.
- Toparlanma : Sabit sermayenin genişletilmesiyle başlayan bu süreç, ayakta kalabilen kapitalist işletmelerin üretim potansiyellerinin artması ve serbest rekabet koşullarında yeniden bunalım öncesi düzeye ulaşmaları anlamına geliyordu.
-Atılım: Üretimin sınırsız çoğalma eğiliminin açığa çıktığı bu aşama, üretimin bunalım öncesi düzeyinin aşıldığı koşullar içermekte ve sermayenin sınırsız gelişme eğilimi, belli bir noktadan sonda piyasanın talep ettiğinin üstüne çıkınca, çevrim yeniden başlamakta idi.
Bütün bir serbest rekabetçi dönem boyunca süren çevrimler. özellikle büyük sanayicilerin doğduğu 19 yy. boyunca, süreci her anlamda etkileyen bir olgu oldu. İlk büyük bunalım, 1825’de Engiltere’de patlak verdi. 1836’da bu kez ABD’de patlak veren llbunalım, 1847-48’de bütün dünyayı sarsacak boyutlara ulaştı.
Marks, yaklaşan 1857 bunalımının çok öncesinde kapitalist çevrimin dikkatini sık sık İngiliz sermayesinin 1850 yılından beri içinde bulunduğu eşi görülmemiş gelişme üzerine çekmişti. Ama bu şaşkınlık verici refahın ortasında, gittikçe yaklaşan bir sanayi krizinin açık işaretlerini seçmek güç değildi. Kaliforniya’ya ve Avusturalya’ya eşi görülmemiş biçimde artan göçe karşın, bir an gelecek başkaca bir özel neden olmaksızın pazarların genişlemesi, İngiliz sermayesinin gelişme hızını artık izleyen duruma gelecektir ; ve işte bu oransızlık, tıpkı geçmişte olduğu gibi kesin biçimde, yeni bir bunalım getirecektir. (9)
1857 bunalımını, 1866, 1873, 1882, 1890 bunalımları izledi. Her çevrim, ayakta kalabilen en güçlü şirketlerin kendi sektörlerinde giderek daha da güçlenmelerini doğuruyor, üretim yoğunlaşması ve dünya pazarlarına yönelik ticaretin asıl karakteri olarak sermaye ihracının öne çıkması, sömürgecilik ve yarı-sömürgeciliğin yaygınlaşmasını getiriyordu. Bu olgularla tekelcilik olgusuyla birleşince; 1873 büyük bunalımını izleyen süreç, kapitalist sistem açısından, serbest rekabetin yıkıldığı, tekellerin ve finans kapital gruplarının dünya ölçeğinde etken güçler durumuna gediği ve çevrimlerin sürekli ve genel bunalıma dönüştüğü, bu yönüyle gelişle dinamiğinin yerini yozlaşmanın aldığı yeni bir aşamayı içeriyordu : Emperyalizm...


C-) EMPERYALİZMİN ÖZELLİKLERİ

1870’li yıllardan sonraki süreç, sonuçları bağlamında dünyanın her yerinde ekonomi politikalarının yöntem ve amaçlarını etkileyen önemli değişikliklera sahne olmuştu. Bu değişiklikler başlıca üç temel etkenden kaynaklanıyordu.
Birinci olarak: tekeller vefinans kapital gruplarının oluşmasına koşut, sermaye ihracı öön plana çıkmış, uluslararası tekeller oluşmuş ve bu süreç tamamlanarak tekelci kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde dünya pazarlarının paylaşılması işlemi sonuçlanmıştır.
İkincisi, kapitalizmin bir dünya sistemi durumuna gelmesi ve dünya pazarlarının paylaşılmasının tamamlanmasına bağlı olarak, kapitalizmin gelişme dönemi sona ermiş, dolayısıyla bunalım olgusu çevrimin birinci halkası olmaktan, yani geçici olmaktan çıkarak, sürekli ve genel bir karakter kazanmıştır. Bu durumun felsefi düzeyde bulduğu karşılık, karşıtların çatışmasının derinleşmesi oldu. sistem olarak kapitalizmin yıkılmasının objektif koşulları her ülkede yeterince olgunlaşmamış ve derinleşmemiş biçimde de olsa vardı. Kısacası, proletarya açısından volantirist yan, detenminist yanın önüne çıkmıştı. Üçüncü olarak üretici güçlerin serbest rekabetçi dönem boyunca gelişmeleri, 19 yy’ın ortalarına kadar, başlıca ileri kapitalist ülkeler durumundaki İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın karşısına yeni rakipler çıkarmıştı. 1860-70 yıllarından başlayarak, kapitalizm ABD’de, Almanya’da, Rusya’da ve Japonya’da hızla gelişmiştir. ABD’de 1863’de köleliğin yasaklanması ve iç savaşın yükselen burjuvazinin zaferiyle sonuçlanması, Rusya’da 1861’de serfliğin kaldırılması, Japonya’da 1867-70 burjuva devrimi, Almanya’nın Prusya önderliğinde 1871’de birleştirilmesi, kapitalist ülkeler arasındaki sanayi savaşımını, sömürgelerin yağmalanması savaşını körüklemişti.
Birbirine bağlı bu üç gelişmeden ilki emperyalizmin ekonomik özelliklerini, diğer ikisi ise emperyalizmin genel bunalımını ve bu sürecin özelliklerini vermektedir. Burada öncelikle emperyalizmin ekonomik özelliklerini genel çizgileriyle gözden geçirmek, genel bunalım olgusunu kavrayabilmek açısından gerekmektedir.
19. yy’ın sonlarında, maden işleme, kimya ve makine sanayinde önemli adımlar atılmış, büyük çelik ve metalurju fabrikalarının yapılması, çelik üretiminin artması, makina yapımının ve demir yollarının genişlemesi, öte yandan dinamo elektrikli, patlarlı motorlar. buhar trübinleri, dizel motorları. tramvaylar. otomobiller. lokomotifler ve giderek uçakların kullanılmaı; yani ulaşım ve iletişim faktörlerindeki atılımlar, 19.yy’ın tekstilde yoğunlaşmış hafif sanayiciliğinin yerini, metalurju, makine, kinya, enerji sektörlerinde yoğunlaşmış ağır sanayileşmenin almasını getiriyordu.
Bu gelişmeler, üretici güçlerin hızlı bir gelişme temposuna sahip olması anlamına gelmekteydi. Yanısıra, 19.yy boyunca neredeyse periyodik aralarla yinelenen bunalımlar. her çevirim döneminde en güçlü işletmelerin ayakta kalabilmesini ve giderek diğer bir sonucugetiriyordu. Üretici güçlerin gelişmesinin bir sonucu olarak üretimin yoğunlaşması üretim araçları üzerindeki mülkiyetin niteliği gereği, söz konusu güçlü işletmelerin bu durumlarını pekiştiricibir işlev grdü. Hem bankacılık nelm de anayi sektörlerinde yaşanan bir olgu olan tekeller dev sanayi yatırımlarının gerektirdiği geniş sermaye ve bu yolla daha da büyüme, yine benzer biçimde ömürge ve yarı-sömürgelerin yağmalanmasında aktif biçimde yer alma olguları, mali sermaye ve sanayi sermayesinin bütünleşmesi gibi bir sonuç getirdi. Serbest rekabet dönemi artık gerilerde kalmıştı.
Lenin bu süreci şöyle ifade ediyordu. Emperyalizm, genel olarak kapitalizmin temel niteliklerinin gelişmesi ve doğrudan doğruya devamından meydana geldi. Oysa kapitalizm, emperyalizm durumuna kesin ve en yüksek aşama evresinde, temel nitelikleri zıtlarına dönüşmeye başladıkları zaman kapitalizmden daha yüksek toplumsal e ekonomik ir sisteme geçiş çağının ana çizgileri, ütün gelişme çizgii boyuna biçimlenip ortaya çıktıkları zaman gelmiş bulunuyor. Bu süreçte ekonomik bakımdan başlıca olay, kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekelcliğin almasıdır. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin temel niteliğidir. Tekelcilik ise serbest rekabetin yerlerine daha büyük ölçüde sanayii koyarak ve kartelleri, sendikaları, tröstleri meydana getirip, milyarları bulan bir düzen koyarak bankanın sermayesini bunlarla birleştirip kaynaştırdı. Tekellere dönüşülmüş bulunuluyor. Serbest rekabette doğmuş bulunan tekeller serbest rekabeti yok etmez, ancak serbest rekabetin üstünde ve onunla yanyana yaşarlar. Böylece çok keskin yoğun çelişmeler ve çatışmaları doğar. Emperyalizm, kapitalizmin takelci aşamasıdır, demek gerekir.” (10)
Emperyalizmin ekonomik özelliklerini tek tek başlıklar altında inceleyelim:
Tekeller, serbest rekabet, tekel öncesi kapitalizmin özelliğiydi. Bu durum, üretimin gittikçe daha büyük işletmelerde hızla yoğunlaşması sürecini koşullandırıyordul. Serbest rekabet, kimilerini zenginleştererek, kimilerini ise yoksullaştırark üretimin belli merkezlerde toplanması sonucunu verdi. İsletmelerin bütünü içinde büyük işletmelerin payının artmasına ve bütün dünya içinde bu büyük işletmelenin payının büyümesine, kol gücünün ve üretim kapasitesinin gittikçe artan bir kesiminin büyük işletmelerde toplanmasına vardı. İzleyen dönemde üretimin belli merkezlerde toplanması daha da öne çıktı, üretimin yoğunlaşması tekellerin egemenliğine uygun bir zemin hazılamıştı. Yayılmak, genişlemek, anlaşmalara varmak, dev işletmeler için artık büyük güçlükler anlamına gelmiyordu. Başka biçimleri; karteller, sendikalar, tröstler, konsorsiyomlar olan tekeller, bir sektördeki üretimin en önemli payını ya da sürümünü ellerinde toplayan kapitalist işletmelerdi. Güçleri, iktidarları ve agırlıklarıyla kendilerini gösteren tekeller, kendi tekel fiyatlarını da kurabilmek ve çok büyük karlar elde edebilmek, piyasayı denetlemek özelliği kazanıyorlardı.
Tekellerin kapitalist sistemin işleyişi üzerindeki genel etkinliklerini şöyle özetleyebiliriz::
1) Tekelleştirilen malların fiyatları artırılır.
2) Rekabetçi kapitalizmin eşit kar oranları, bir kar oranı hiyerarşisine dnüşmüştür. Enileri şekilde tekelleşmiş endüstrilerde bu kar en yüksek, en rekabetçi endüstrilerde ise en düşük orandadır.
3) Küçük artı-değer parçaları azaltılmış ve büyük parçalar daha büyütülmüştürl. Bu durum birikim hızını artırır ve böylece ortalama kar oranının düşme eğilimi ve eksik tüketim eğilimi önem kazanır.
4) Tekelleşmiş endütrilerde yatırım önlenir ; sermaye daha rekabetçi alanlara yığılır. Buna göre de, yatırım karlarını belirleyen kar oranı düşürülür. Bu etken, kar oranının genel düşme eğilimi e eksik tüketim eğiliminden bağımsız olarak krizlere neden olmaktadır.
5) Kapitalist teknolojinin emek tasarrufu eğilimi artar e yeni tekniklerin uygulanmaı ile yeni ermaye gereksimini asgari tutacak önlemler alınır.
6) Satış maliyetleri yükseltilmiş ve dağıtım sistemi toplumsal olarak gerekli olanın ötesinde geliştirilmiştir. Bunun sonuçları ise şunlar olmuştur:
a)- Aşırı tekel karları azaltılmıştır ve bir çok durumda rekabetçi düzeyin üstünde değildir.
b)- Yeni artı-değer parçaları yaratılmıştır ve büyük miktarda tüketici ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle birikim oranı azalmış ve tüketim oranı artmıştır u ie ekik tüketim eğilimine karşı çıkan bir gücün varlığı demektir.
c)- Kapitalist sınıfa toplumsal ve politik destek sağlayan yeni orta sınıf büyütülmüştür.(11)
Finans Kapital ve Finans Oligarşisi: Bankalar, birinci ve başlıca görevi ödemelerde aracı olarak hizmet etmek olan özel kapitalist işletmelirdir. Yararlanılabilir sermaye ve gelirleri mevduat biçimende girişimcilere ödünç sermaye olarak verirler. Mevduat için ödedikleri faiz, verdikleri krediler için aldıkları faizden daha azdır. Bu fark, banka karını oluşturur. Bankalar arasındaki mücadele, daha büyükleri tarafından yutulan küçük bankaların yıkımı ile sonuçlanır. Küçük bankaların bir kısmı, biçimsel olarak bağımsızlıklarını korumalarına karşın, büyük bankaların şubeleri durumuna düşerler. Banka işlerinin bir elde toplanması ve merkezileşmesi, banka tekellerinin oluşmasına yol açınca, bankalar ödemelerdeki aracılar olmaktan çıkarak kudretli tekeller durumuna geldiler.
Kapitalist sistem, bankaların, halkın getirdiği paraların ve bazan sermayenin tümünden yararlanmalarını getirir. Krediler aracılığıyla sınai girişimlerle çok sıkı bağlar kurarak onların eylemlerini denetler ve uzun vadeli krediler sunarlar. Üretimin yoğunlaşması ve ağır sanayileşme sürecinde bankaların girişimci gibi başlamaları, tekellerin de ayynı şekilde bankaların sermayelerin kendi gelişmeleri yolunda kullanmak amacıyla bankaların hissedarları durumuna gelmeleri, bu şekilde bankaların ve tekellerin giderek bütünleşmeleri, birbirinin üstüne binmeleri, aynı eller tarafından yönetilmeleri durumu gündeme geldi. Bu eller, finans kapital gruplarıydı...
Emperylizm çağında, bütn kollarda başlıca yerler, ülkenin ekonomisini olduğu kadar, siyasetini de denetleyen bir yüksek mali grubun, büyük sanayi ve banka sermayesi sahiplerinin küçük bir kesimi tarafından tutulmaktadır. Söz konusu bankacılar ve sanayiciler gurubu, çok güçlü bir finans oligarşisi oluşturur. Sonuç olarak; serbest rekabetçilikten tekelciliğe dönüşüm sürecinde, banka ve sanayi sermayelerinin bütünleşmesiyle oluşan deve sermayeye finans oligarşisi adı verilir.
Finans oligarşileri, burjuva devletlerini egemenlikleri altına aldılar. En büyük tekelciler, burjuva ailesinin siyasetinde kilit mevkileri ellerinde tutarlar. Finans oligarşisi, devlet iktidarını denetler, bankalar ve sanayinin hareketlerine devletin iç ve dış siyasetine yön verir. Metropolde işçi hareketini, boyunduruk altında tutulan ülkelerde de ulusal kurtuluş hareketlerini ezmek için devletin olanaklarından yararlanır, bu olanakları kullanır.
Sermaye İhracı: Sermaye İhracı, emperyalizmin başlıca ölçütlerinden biridir. Bu dönemde, serbest rekabetçi dönemin kapitalist ülkeler ihracatının ağırlıklı biçimi olan meta ihracı genişleyerek sürer. Ama emperyalizm açısından sermaye ihracı önem kazandığından, dünyanın yağmalanmasının da başlıca ekonomik aracı olmuştur.
Gerçekte sermaye ihracı emperyalizmden önce de vardı. Marx, sermaye ihracının nedenini daha o dönem: “ Dışarıya sermaye ihrcının nedeni, kesinlekle bu sermayeleri ülke içinde işletme olanaksızlığı değildir. Bunun nedeni, söz konusu sermayenin dışarda daha yüksek bir kar haddiyle işletilebilmesidir” şeklinde açıklamaktadır. Çünkü sistem, “Başlangıç döneminde üretim biçiminin temeli olmuş olan dış ticaretin gelişmesi, kapitalist üretim ilerledikçe, bu sistemin sonucu durumuna gelmiştir. Bunun sonucu ise, söz konusu üretim biçziminin sürekli daha geniş bir pazarı elinde tutma konusu zorunluluğudur.”
Roza Lüksemburg, sermaye ihracının genellikle gözden kaçan bir niteliğe işaret etmektedir. Buna göre, sermaye ihracı geri kalmış ülkeleri boyunduruk altında tutmakla birlikte kapitilizmin gelişme yolunda olduğu ülkelerde borç alınan sermaye kullanılarak kapitalist yoldan kalkınma sağlamıştır. Örneğin daha kapitalist döneminde, İtalyan ticaret burjuvazisinin sermayesi İngiltere’nin, İngiliz sermayesi ABD’nin Fransa sermayesi Rusya’nın kalkınmasında önemli etken olmuştur. Ancak bu durum kapitalizmin gelişme döneminde söz konusudur. Serbest rekabetçi dönemin ilerleyen aşamalarından başlayarak bu özellik ortadan kalkmıştır. O halde emperyalizm çağında sermaye ihracının, geri bölgelerin süratli olarak sanayileşmeleri gibi bir duruma hizmet etmesinin koşulları tümüyle ortadan kalkmıştır. Geri kalmış ülkelerde emperyalist sermayenin girme eğiliminde olduğu alanlar, hükümet garantili çeşitli bayındırlık işleri, demiryolları, kamu hizmetleri (elektrik, su, vb. ) doğal kaynakların sömürülmesi ve ticarettir. Kısacası bu alanlar, sanayice ileri ülkelerden yapılacak meta ihracı ile rekabet etmeyecek olan etkinliklerdir. Sermaye ihracı, bu nedenle, geri bölgelerin ekonomilerinin tek taraflı olarak gelişmelerine yol açar. Eğer varsa yerli ulusal burjuvazi, emperyalist sermayenin rekabetine dayanamayarak kavrulur, yok olur.
Burjuvazi bu kez komprodor karaktere sahip olarak gelişir ve emperyalist sermayenin yoğunlaştığı alanların dışına taşamaz. Emperyalizmin işi hammadde kaynaklarını büyütmek, yeni kaynaklar, sürüm pazarları, sermaye uygulama alanları ele geçirmektir. Ekonomik, siyasal ve askeri alanda yayılma amacının en önemli unsurlarından biri olarak kullandığı sermaye ihracı, başlıca iki biçimde görülür. Birincisi, sınai girişimlerde, fabrikalarda, tarımda, taşımada, yatırım biçiminde üretken sermaye, ikincisi; hükümetlere ya da belediyelere verilen borçlar, yardımlar ya da krediler, biçiminde ikraz sermayesi.
Uluslararası tekeller: Kapitalist tekeller başlangıçta, kendi iç pazarlarını paylaşırlar. Bu denetimi sürdürmek için yüksek fiyatlarla yabancı rekabetini etkisizleştirmeye çalışan tekeller, diğer ülkelere el atmak, o ülkelerin iç pazarları üzerinde egemen olmak gibi bir eğilime her zaman sahip oldular. Böyle bir eğilim, yani başka ülkelerde ğelişme eğilimi serbest rekabetçi dönemde de vardı.
Ancak emperyalizm aşamasında, kendi iç pazarlarının sahip olduğu ekonomik potansiyel, artık tekellerin gereksinmelerini karşılamaya yetmiyordu. Diğer ülkelere sermaye ihracını temel alarak gittiler. Dış pazarlar, hammadde kaynakları ve sermaye yatırım alanları uğruna savaşım, dünyanın değişik tekellerin nüfuz bölgeleri olarak ekonomik açıdan paylaşılmasını getirmiştir.
Tekellerin devlet sınırları dışına taşması, üretim ve sermayenin yüksek derecede yoğunlaşması anlamına gelir. Bir üretim dalında bir çok tröst ya da sendika, kapitalist dünya topluluğu içinde kesin bir rol oynamaya başladığı zaman, uluslararası tekllerin oluşmasına zemin yaratılmış olur. Uluslararası tekel demek, çeşitli ülkelerin en büyük tekelleri arasında, pazarların ve hammadde kaynaklarının paylaşılması, yeni sektörlerin oluşması, yeni yeni ülkelerin sömürgeleştirilmesi ya da kapitlizmle eklemlenmesi, metropollerde gerçekleştirilen kapitalist üretime yeni pazar alanları yaratılması anlamına geliyordu. Bu durumda bunalım, çöküntü ve toparlanmanın ardından kapitalist gelişmelerin tekrar yükselmesi anlamına gelen bir atılım izliyor, böylece sistem, geçirdiği ekonomik sarsıntılara karşın siyasal ve toplumsal planda da yaşamına devam ettirme, hatta geliştirme olanağı buluyordu.

D) GENEL BUNALIM OLGUSU

Emperyalizm süreciyle birlikte bunalım olgusunun karakteri değişti. Artık bunalımı aşmanını bir yolu olarak yeni pazarlara açılma ya da tekelleşme gibi olgular gündemde değildi. Herşeyden önce metropol ülkelerin iç pazarları, tekellerin gelişme dinamiğine, yaşayabilmek için gereksinme duyduğu büyüyebilme isteğine karşılık verebilecek durumda değildi.
İkincisi, piyasayı denetleyen tekeller, irili ufaklı şirketleri dendine eklemlemiş ve küçük üretimi büyük ölçüde öldürmüştü. Sanayinin ardından tarım sektöründe de önemli oranda bir tekelleşme gündeme geldi. Dolayısıyla bunalımı atlatabilecek bir olgu olarak, herhangi bir sektörde güçlü olan şirketleri kendine eklemleyerek onların pazar içindeki payına el atma olanağı daralmıştı. Üçüncüsü ve daha önemlisi, emperyalizm, gelişebilmek adına yeni-bakir pazarlarının ekonomik alanda paylaşımın tamamlanmış olmasının ötesinde, bütün bu alanlar üzerinde büyük emperyalist devletlerin çatışması da tamamlanmıştı.
Üç başlıkta özetlediğimiz bu tablo, yeni bir olguyu: sürekli genel bunalım olgusunu açığa çıkarıyor.
Kapitalist üretim içinde yaratılan değerin bölüşülmesi, temelde işçinin aldığı ücret ve sermayeye kalan artı-değer arasında olur. Artı-değeri özetlerken dediğimiz gibi, kapitalist sistemin diğer asalak katları da artı-değerden pay alır. Bunu, devletin aldığı vergiler ya da sermayenin üretken olmayan emeğe vermek zorunda olduğu payla örnekleyebiliriz.
Sonuçta yaratılan değeri, dolaylı ya da dolaysız olarak ücretlinin tüketimini sağlayacak biçimde geri dönüşücek parça ve sermayedarın elinde kalan, asıl karı oluşturan meblağ olarak iki parça durumunda görürüz.
Üretim süreci bittikten sonraki aşama; ürünü pazarlama-satma aşamasıdır. Bu aşamada çeşitli olasılıklar çıkar. Yüksek ürtı değer oranı, sermayeye yüksek kar oranları ve hızlı birikim sağlar. Ama bu yüksek kar oranı, emekçi sınıf ve katlarının yoğun sömürüsüne dayandığından dolayı tüketim piyasasının büyük çoğunluğunu oluşturan ücretlilerin alım gücü düşer. Dolayısıyla tüketim pazarlanamaz. Kısacası bunalım; kar oranının yüksekliği ve tüketim olanaklarının üretilen gelire oranla azalmasıyla birlikte belirlenir.
Kapitalizmin bunalımını kısaca bu şekilde özetleyebiliriz. Genel bunalım sürecindeyse olayın niteliği değişmiştir. Pazar bulma ve sermayeyii değerlendirme olanaklarının kısıtlanması ve sorunun bu yönüyle ağırlaşması, sanayi işletmelerini sık sık düşük kapasiteyle çalışmılarını getirmiş ve üretimin anarşik karakterinin buna eklenmesiyle, süreğen işsizzlik kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla çevrimler emperyalizm sürecinde sıklaşmış ve bunalım evreleri daha uzun zaman dilimlerine yayılmıştır. Bunalımların giderek derinleşen, çatışmayarın şiddetlenerek tarafları daha fazla yıpratan niteliği nedehiyle, çevrimler depresyonlar haline gelmiş, genel bunalımın belli aralıklarla yinelenen kısmi çöküntü aşamaları oluşmuştur. Ki, bu her kısmi çöküntü, genel niteliği de bütünüyle tahrip eden özzellikler taşır.
Kapitalizmin varlığı, üretim anarşisi demektir. Değişik sektörlerde değişik sermaye gruplarının birbirleriyle çzatışmaları ve pazarda aslan payını alma yarışı, genel olarak üretime, planlamadan yoksun ve anarşik bir karakter kazandırır. Serbest rekabetçi dönemde daha sınırlı boyutlarda yaşanan rekabet, buna karşın dönemin başat zözellliği olma niteliği taşıyordu. Tekelci dönemde ise, rekabetin daha büyük ölçekli hitelikler taşımasına karşın, özgür yarışmacı niteliğin yerini, bu kez tekel olgusunun üzerinde yükselen bir yarışma aldı. Buradaki rekabet; tekelleşmemiş işletmelerle tekeller arasındaki rekabet, tekeli oluşturan grupların iç rekabeti; aynı tüketim piyasasına yönelen ama değişik sektörlere dayanan tekeller arasındaki rekabet olmak üzere dört biçimde görülüyordu. Giderek uluslararası platforma yansıyan rekabet, genel bunalım olgusuna eklenince, bunalımı derinleştirmek gibi bir işlev yüklendi. Değişik bir deyişle, uluslararası tekeller, (süper monopoller) var olmak için sistemin niteliği gereği büyümek zorundaydılar ve artık bunun tek yolu; yeni pazar bulabilmek amacıyla, paylaşılması tamamlanmış pazarlara tekrarar yönelmekti... Böylesi bir durum doğrudan doğruya bir başka uluslararası tekelin pazarlarına el atmak anlamına gelmekteydi ki, sonucu; kapitalist üretimin anarşik karakterinin uluslararası plana taşınması oldu.
Bu noktada önemli bir olgu ön plana çıktı; tekelci devlet kapitalizmi. Anlamı; dünya pazarlarının paylaşımı amacıyla yapılan savaşların, uluslararası tekellerle sınırlı kalmayıp develetler düzeyinde sürmesi idi. Lenin’in 1917’de “Tekelci kapitalizm gelişerek tekelci devlet kapitalizmine dönüşmektedir” biçiminde ifade ettiği olgu, tekellerin metropol devlet yapısıyla bütünleşmesi ve devlet mekanizmasının tüm olanaklarıylı tekellerin amaçlarına uygun hareket etmesi anlemına gelmekteydi.
Devlet tüm kurumlarıyla, yasama ve yürütme organlarıyla, militarist güçleriyle tekelci burjuvazinin gelişebilmesinin diğer ülke tekelcilerinin karşısında güçlenebilmesinin birinci dereceden unsuru olarak, doğrudan doğruya paylaşım savaşının içinde yer almaktaydı. Kuşkusuz serbest rekabetçi dönemde de devlet mekanizması burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor, genel olarak burjuva sınıfının karakterine uygun özellikler taşıyordu. Emkperyalizm sürecinde devlet olgusu, finans kapital gruplarının gelişmelerine koşut biçimde tekelci burjuvaziyle örtüşmeye yöneldi. Serbest rekabetçi dönem devletleriyle iki açıdan fark oluşmuştu: Birincisi, devlet genel olarak burjuvazinin ya da büyük burjuvazinin değil, finans kapitalin devletiydi. Brneğin tekellerin iç pazarı denetzleme, diğer işletmeleri kendisine eklemleme çabasıyla ya da tekelleri böyle bir dönüşümü başaramamış işletmelerle çatışmasında, ya da diyelimki, finans kapital gruplarının mali sirmayeyele bütünleşmemiş sanayi gruplarıyla, ya da ticaret burjuvazisiyle çatışmasında, devlet, finens oligarşisinin yanındaydı. İkincisi, bu gelişmelerin bir sonucu olarak serbest rekabetçi dönem boyunca süren- Bismark Almanya’sı ve Bonapart Fransa’sında anlamını bulan- devletin özerkliği, sınırları daralarak göreceli bir özerkliğe dönüşmüştü.
Uluslararası tekeller arasında, dünya pazarlarının paylaşılması yolunda anlaşmalar bilinçli ya da kendiliğinden bir şekilde zaman zaman gündeme geliyordu. Söz gelimi; Lenin’in örneklediği AEG ve General Elektrik arasındaki anlaşma. Birinci büyük paylaşım savaşı öncesinde bu iki uluslararası tekel dünyadaki tüm pazarları aralarında paylaşmışlardı. Öyle ki, dünyada bu iki tekelden birine, doğrudan ya da dolaylı bağlı bulunmayan tek bir elektrik şirketi bile kalmamıştı. Ama bu durum, tekeller arası rekabet olgusunu yadsıyan bir örnek ya da özellik durumuna gelmedi. Yine savaş öncesinde, örneğin petrol sektöründe Shell ve S. Oil arasındaki rekabet, ya da Alman ve İngiliz sileh tekelleri arasındaki rekabet herhanği bir anlaşmaya, ya da kurala dayanmadan amansızca sürüyordu.
Tekelci kapitalist karakterli devletin iç ve dış politikaları tümüyle finens kapital gruplarının, uluslararası tekellerin pazarda kendilerine yer bulma ya da bu yeri genişletme amacına yönelmişti. Örneğin: 1838 tarihli Balta Limanı Antlaşması, gerçekte İngiliz ticaret burjuvazisiyle Osmanlı Devleti arasında yapılmış bir antlaşmaydı. Ya da, İngiltere’nin Latin Amerika sömürgelerinin İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşlarına verdiği desteğin kökeninde kendi sürecinde de belirginleşerek sürdü. Kendisine pazar bulma zçabasındaki Almanya’nın Türkiye ile yakınlaşmasının altında Alman Tekelci Burjuvazisine pazar açma çabası yatıyordu. Nitekim Alman-Osmanlı yakınlaşmasını dönemin koşulları içinde çok büyük bir proje olan Bağdat Demiryolu Anlaşması izledi. Yine Amerika-İspanya savaşı, Amerikan tekellerinin pazar talebinin doğrudan bir sonucuydu. İngiliz petrol tekellerinin Ortadoğu petrol yataklarına yönelik talebi, İngiltere’yi Arap bağımsızlık harekelerini desteklemeye kadar götürecektir.
Bu tür örmekleri çoğaltmak olasıdır. Ancak, önemli olan tekelci devlet kapitalizmi olgusunu bu yönüyle kavamaktır. Böylelikle paylaşım savaşlarını ve genel bunalım olgusunu daha somut biçimiyle görebiliriz.
Toparlayacak olursak: özellikle pazarların paylaşılmasının tamamlanmasıyla birlikte, üretimin yoğunlaşması ve tekelleşme olgularına koşut olarak, emperyalizm döneminde sistemin yapısındaki bunalım, geçici olmaktan çıkarak sürekli ve genel bir nitelik kazanmıştır. Bu yolda emperyalist-kapitalist sistemin, genel ve süreklililk arzedecek çözümler sunabilme şansı da yoktu. Çünkü sorun sistemin varlığıyla ilgiliydi ve bu reçeteler doğal olarak tam tersine onu korumayı, devam ettirmeyi amazçlayan programları içermekteydi. Ancak dar etki alanlarında bir süre içzin gezçerli olabilirdi. Ve tekellerin rekabeti, söz konusu tekellerin dayandığı tekelci kapitalist devletler arası bir rekabete dönüştüğünden, paylaşım savaşları kaçınılmaz oldu...
Genel bunalım olgusu, empeyalizm kuramının olgunlaşmasıyla birlikte gündeme gelmiş olmasına karşın,bu olgunun belli dönemlerde ayrılması ilk kez 1960 Kasım’da Moskova’da yapılan İşçi ve Komünist Partileri Konferansı’nda gündeme gelmiştir. Komünform’un dağıtılmasından sonda oluşturulan bu yeni organizasyon, pek çok konuya olduğu gibi, genel bunalım olgusuna da bazı yanlışlıkları taşıyarak yaklaşıyordu.
“Esas içeriği kapitalizmden Büyük Ekim Devrimiyle başlayan sosyalizme geçiş olan çağımız, iki sistem arasındaki karşıtlıkların savaşımının, sosyalist devrimlerin ve ulusal kurtuluş deverimlerinin, emperyalizmin çöküşünün, sömürge sisteminin tasfiyesinin çağı, yani halkların sosyalizm yoluna girdiği çağ, sosyalizm ve komünizmin dünya çapında zaferi çağıdır” diyen Kruşçev, ardından bunalım dönemlerini kendisine göre tasnif ediyor ve yaşanılan dönemi genel bunalımın 3. aşaması olarak niteliyordu. Bu aşamalandırma, yaşanılan süreci genel bunalımın 3. aşaması olarak niteleyen yönüyle doğruydu. Ama diğer açılardan, bunalım olgusunun aşamalarının saptanması ve daha önemlisi 3. Bunalım Döneminin içeriği ve yol açtığı sorunlar açısından ciddi yanlışları içeriyordu. Kruşçev, doğru bir niteleme olan 3. Bunalım Dönemi olgusunun içini boşaltıp, onun volantirizmi öne çzıkaran özünü atlayarak, barış içinde birarada yaşamayı, emperyalizme ödüne dönüştürürken kapitalist olmayan yoldan geçiş, ilerleme, vb. revizyonist-reformist önermelere dayanak olarak bu tezi kullanmayolunu tuttu.
SBKP programında genel bunalım olgusu şöyle tanımlanmaktaydı:
Gittikçe daha çok ülkenin kapitalizmden kopması, sosyalizmle ekonomik rekabette emperyalist pozisyonların zayıflaması, emperyalist sömürgeci sistemin yıkılması, tekelci devlet kapitalizminin gelişmesi ve militarizmin artmasıyla birlikte emperyalist çelişkilerin şiddetlenmesi, üretim araçlarının tam olarak kullanılması konusunda kapitalizmin gittikçe artan yeteneksizliğiyle kendini gösteren kapitalist ekonominin iç dengesizliğinin ve çürüyüşünün şiddetlenmesi (üretim artışının düşük oranları, periyodik bunalımlar, üretim araçlarının sürekli olarak kapasitelerinin dışında işleyişi ve kronik istihdamsızlık); emek sermaye arasındaki mücadelenin şiddetlenmesi, kapitalist ekonomi içindeki çelişkilerin yoğunlaşması, bütün alanlarda siyasi reaksiyonun görülmemiş derecede artması, burjuva özgürlüklerin reddi bir takım ülkelerde faşist ve despotik rejimlerin kurulması; ve burjuva siyaset ve ideolojisinin derin bunalımları; bütün bunlar kapitalizmin genel bunalımının belirtileridir.” (12)
Bu tanımlama genel çizgileri açısından doğrudur. Ancak, sonuçlar açısından kavramı açmak gerekir. Kruşçev revizyonizminin genel bunalım olgusunu aşamalandırması, çıkarılan sonuçlar açısından özellikle önem kazanmıştır. Buna göre, kapitalizmin genel bunalımı, çeşitli aşamalardan geçmiştir. İlk aşama, emperyalistler arası Birinci Büyük Paylaşım Savaşında, özellikle Rusya’da 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin bir sonucu olarak başlamıştır. İkinci aşama, 2. Büyük Savaşta, özellikle Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesinde halk demokrasilerinin kurulmasının bir sonucu olarak başlamıştır. Bu periyodun belirleyici özelliği sosyalizmin tek bir ülkenin sınırlarını aşması ve dünya sosyalist sisteminin oluşmasıdır. Kapitalizmin genel bunalımının üçüncü aşaması 1950’lerin ikinci yarısında başlamıştır. Bu aşamanın spesifik özemmikleri, arasındaki rekabet ve mücadele koşulları içinde emperyalizmin dünya sömürge sisteminin çöüşü ve dünya güçlerinin ilişkilerinin sosyalizmden yana artan dönüşümüdür.
Görüldüğü gibi, aşamalandırma daha çok iki sistemin çatışması temelinde alınmıştır. Bu yanlış değildir, gerçekten Ekim Devrimi’den sonra emperyalist-kapitalist sistemle, giderek artan sosyalist ülkelerin sistemi arasındaki ilişki ve çelişkiler önemli olgular halinde belirmiştir. Ama kapitalizmin genel bunalımını Ekim Devrimiyle başlatmak; işte bu yanlıştır. Çünkü Ekim Devrimi genel bunalımı başlatmamış, derinleştirmiştir. Genel bunalım, serbest rekabetçiliğin bitmesiyle birlikte başlamış ve çelişki ve ilişkilerin niteliğine, çatışmaların boyutlarına uygun olarak üç aşamadan geçmiştir. Bu noktada, içinde bulunduğumuz süreç, genel bunalımın üçüncü aşaması olarak saptandığına göre, aradaki ayrımın önemli olmadığı düşünülebilir. Bize göre ayrımın saptanması, özellikle çıkarılacak sonuçlar açısından önem kazanmaktadır.
SBKP’nin 1960’da attığı ve bugün artık güncel biçimde savunulmayan anlayışı, emperyalizmi tümden zayıflamış kabul etmektedir. Örneğin “sömürgeci sistem yıkılmıştı”... Ekim Devrimi ve onu izleyen devrimler... Bu fenomenler genel bunalımı karakterize etmekte, temelden doruğa kapitalist dünyanını dekadans halini, çürüyen ve kokuşan niteliğini açığa çıkarmaktadır. Dünya kapitalizminin ekonomisinin, toplumsal yapılanışının, politikasının, ideolojisinin, kültürünün bu noktasında; genel bunalım, sosyalist devrimin tarihsel evriminin bir buyruğu anlamına gelir. Ancak bu duruma gerçeklik kazandıracak güçler yeterince olgunlaşmamıştır. İşçi sınıfı hareketi bölünmelerle yüz yüze kalmış, metropollerde ihtilalci özünü yitirmiştir. Diğer bağımlı ülkelerdeyse emperyalizmden kurtulmanın iki yolu vardır. Kapitalizzmin belli ölçülerde geliştiği ülkelerde toplumsal bağlamda ileri - demokratik bir düzenin durması yolunda savaşım, kapitalizmin gelişmediği ülkelerde ise kapitalist olmayan yoldan geçiş...”
SBKP’nin kısaca bu biçimde özetleyeceğimiz yaklaşımı, yıllarca ekonomizmin desteklenmesini getirdi. Bir yandan emperyalizm kokuşmuştur diyen mantık, öte yandan bu kokuşmuş emperyalizmle yan yana, ona çeşitli tavizler vererek ve onun ölümünü, bir yönüyle en azından perspektif anlamında tarihsel evrime bırakarak yaşantısını sürdürdü. Olay doğrudun, emperyalizmin genel bunalımını kendi varlığıyla bağlantılı görmek ve varlığını emperyalizmi öldürecek olma durumuna sokmakla bağlantılıydı. Evet, bu yönüyle yanlış değildi, ama salt bir anlam taşımaması nedeniyle eksikliğin aykırılığını taşıyordu.
Çünkü kapitalizmin zaten tıkanması ve yozlaşmasıyla, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ya da üretimin toplumsal niteliğiyle üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak sosyalizm doğmuş, kapitalizmin üstünde, ondan daha ileri bir toplumsal yapılanmaya geçiş süreci olarak kendi sürecine yerleşmişti. Kısacası sosyalizm, kapitalizmin genel bunalımının başlatan olgu değil, bu genel bunalımın hızlandırıcısı, sonuç olarak çatışmanın ileri bir itimiydi ve varlığıyla bunalımı derinleştiren bir nitelik kazandı.
Bunalımın derinliğinin istenen sonuçlarla buluşması ve dönüşmesi ise, SBKP’nin yaklaşımının tersine deteminizme bel bağlamakla değil, volantirizmi ağırlıklı biçimde öne çıkarmakla olasıdır. Bunalım, sürekli varlığıyla, sosyalist dönüşümün zemin olgusu olarak ele alınmalıdır. 3. Bunalım Dönemi, volantirizmin çok daha fazla öne çıktığı dönemdir. Mahir Çayan da konuyu saptarken, aşamalardan öte, özellikle bu yönün üzerinde durmuştur.
SBKP’nin bugün artık güncel biçimde savunmayı bıraktığı anlayışta, aşamalandırmanın sınırları berrak biçimde çizilmemiştir. Örneğin, Birinci Dönem, Ekim Devrimi ile başlar ama nedenleri, sonuçları ve kullanılan ölçüler açık değildir. İkinci Dönem, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlar, 1950’lerin sonralarında biter. Ancak bu durum ekonomik, toplumsal bağlamda ne gibi sonuçlar doğurmuştur? 1950’lerin sonunda na olmuştur? Emperyalist kapitalist dönemde neler değişmiştir, açık değildir. Bu ilk iki bunalım dönemine egemen ilişkilerin niteliği ve 3. Bunalım Döneminin ayrı yönleri, bazı saptamalara rağmen bulanıktır. Örneğin devrimci mücadele olgularındaki değişmeler nelerdir? SBKP’ye göre: Objektif sonuçları açısından SBKP’nin müttefiği partilerin, çeşitli ülkelerin sınıflar mücadelesindeki yerini düşünerek konuşmak gerekirse, silahlı mücadele artık anlamsızdır ya da önemi yoktur.
Buradaki mantık, genel bunalım olgusunu bir yerde serbest rekabetçiliğin çevrimleriyle yaklaşık boyutlar içinde ele almaktadır. Ek olarak; çevrimlerin ekonomik karakterine toplumsal ve ideolojik olaylar katılmaktadır. Bu şekilde bazı sorular yanıtsız kalır. Örneğin, 1929-32 Dünya Ekonomik Bunalımı nedir? SBKP çıkışlı yayınlarda bu olay kriz olarak nitelenir ve çevrimler kapsamında ele alınır. Çünkü söz konusu dönemin genel bunalım açısından yeri açık değildir. Yine 1969 krizi ya da 1974 krizi genellikle benzer biçimde açıklanır.
Değindiğimiz gibi zaman zaman türevleri tarafından kullanılsa da ortaya attığı aşamalandırma SBKP tarafından bir süre sondabırakılmış ve uzun boylu açılmamıştır. Bugün SSCB’nin yaşadığı dönüşüm düşünülürse durum daha iyi anlaşılır. Ancak SBKP’nin sorunu koyuşu, sürecin devrimci önderlerini etkilemesi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu açılım, 3. Bunalım Döneminin pekçok önderinin kendi ülkelerinden yola çıkarak volantirizmi ön plana koyan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, Suni Denge, Emperyalist Üretim Biçimi gibi çıkarımlar yapmalarına etken olmuştur. Durumun ilk ve en önemli örneklerinden biri de Mahir Çayan ve THKP’dir.
Mahir, 3. Bunalım Dönemini ele alırken, diğer iki dönemin sınırlarını çizmemiş, daha çok bu dönemin üzerinde durmuş ve Kruşçev’in tam tersi sonuçlar çıkarmıştır. Tümüyle doğru ve önemli olan bu çıkarımlarını ve 1.-2. dönemlere egemen olan çelişki ve ilişkilere genel çizgileriyle bakmak gerekir.
Genel bunalım olgusu, tekelleşme olgusuyla birlikte düşünülmelidir. Tekellerin oluşumu, serbest rekabete son vermiş, rekabetin tekel olgusunun üzerinde yaşamasıyla birlikte, pazarların ekonomik ve siyisi anlamda paylaşılması tamamlandığından, çevirimler sürekli bir karakter kazanmıştır. Bu, olaya ekonomişt bir mantıkla yaklaşmanın tamamen dışındadır. Çünkü, genel bunalım; kapitalist sistemin büyüme temposunun istikrarsızlığı, girişimlerdeki sürekli eksik istihdan, kapitalist dünyayı sarsar. Ve genel bunalımın derinleştiği aşamaların anlatısı olan depresyonlar gibi ekonomik sonuçlarının yanısıra döneme özgü çelişkilerin derinleşmesi, kapitalizmin dekadans, kültürel ve ideolojik planda kötümserlik ve gelecekten yana umutların yitirilmesi, gidirik geçmişin ilerici niteliğinin yerini gericiliğe, tutuculuğa bırakmesı, toplumun, empoze edilen politikalarla yozlaşmaya itilmesi gibi sonuçlarda doğurur.
Genel bunalımın başlangıcını 1890’lara kadar dayandırabiliriz. 1873’de patlak veren büyük bunalımın ardından sistemin kendini toparlayamaması, tekelleşme sürecinin de önemli oranda tamamlanmasıyla, genel bunalıma dönüştü. 1896 depresyonunden sonda göreceli bir dinginliğe kavuşan sistem, tüm olanaklarıyla bir paylaşım savaşına yönelmişti. Bu sürecin sonu 1. Dünya Savaşı oldu. Savaş, bunalımı çözücü bir olgu olmaktan çok, bunalımın değişik boyutlara ulaşması anlamına geliyordu.Genel Bunalımın 1. Aşamasının en önemli sonucu, çağı sarsan ve emperyalizmin bunalımını daha da derinleştiren bir olgu olarakEkim Devrimi’nin, bu dönemin çelişme ve ilişkilerinin üzerinde yükselmesidir.
İkinci aşama, savaşının ardından yeniden paylaşım mücadelesinin sürmesine koşut olarak, savaşın bitiminden bir süre sonda başladı. Bu kez, sosyalizmin varlığı bunalımı daha da derinleştiriyordu. 1929-32 yıllarında sistem büyük bir depresyon yaşadı. Bu, genel bunalımın derinleşmesi anlamına gelmekteydi. Bunalımın boyutları çözümü de ağırlaştıracak çözüm yollarını hantallaştıracaktı. Tekelci devlet kapitalizmi, çözücü bir olgu olarak önem kazandı. Faşizm ve New-Deal bu olgunun değişik uygulanımına iki örnekti. 2. Dünya Savaşı, bunalımın çözümünde geçici bir olgu olurken, 1. Savaştan değişik pek çok özelliği de taşıması, savaşın sonuçlarını emperyalizm açısından oldukça ağırlaştırdı.
Üçüncü aşama, Çin devrimiyle başlar ve halen sürmektedir. Yine bu esnadaki Vietnam gelişmeleri en ciddi etmenlerden biridir. Savaşın ardından emperyalist-kapitalist sistemin, sistem içi bir düzenleme amacını taşıyan Bretton Woods Konferansı’yla yeni ilişkiler biçimlendirdiği görülmektedir. Ancak, savaşın sonlarında ve savaşı izleyen ilk yıllarda pekçok ülkenin sosyalist sisteme yönelmesi, sosyalist bir blokun oluşması, genel bunalımın 3. aşamasını başlattı. Çin Devrimi, bir dönemin bittiğinin simgesi oldu.
Artık sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin, sistemin tıkanıklığını aşmada sağlıklı bir yol olmadığı, gereken çözümleri sunmadığı yeterince açığa çıkmıştı. Sosyalist blok olgusuna eklenen nükleer silahlanma ve ulusal kurtuluş hareketleri emperyalizmi bir entegrasyona iterken, emperyalist sömürü yöntemi olarak yeni-sömürgecilik esas olmaya başladı.

E) BİRİNCİ BUNALIM DÖNEMİ ÇELİŞKİ VE İLİŞKİLERİ

Yer yer değindiğimiz kapitalizmin temel çelişmesi, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çelişme; değişik bir anlatımla, emek ile sermaye arasındaki çelişmedir. Bu durumun pratik anlamı, serbest rekabetçi dönem koşullarında, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma biçiminde oluyordu. Emperyalizm sürecinde ise, yaşanan dönüşüme bağlı olarak çelişmelerin toplumsal pratikte kazandığı anlam daha değişik özellikter göstermeye başladı. 20. yy’a gelindiğinde, dünyadaki olaylara yön veren iki baş çatışma, temel çelişmenin pratikte kazandığı iki anlam yeterince belirginleşmişti. Emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmanın geniş ölçekli durumuydu. Emperyalizm süreciyle birlikte, kapitalizmtüm dünyayı sarmalayan bir sistem haline gelmiş, burjuvazinin tekelleşmesi ve giderek yoğun biçimde dünya pazarlarına uzanması, çatışmayı ulusal sınırlarından çıkararak uluslararası bir karaktere ulaştırmıştı. 1. ve 2. Bunalım Dönemleri emperyalizmin dünya halklarını yağmalaması ve dünya halklarının buna direnişinin örnekleriyle doludur.
Emperyalistler arası çatışma ise sorunun bir diğer yanını oluşturur. 20. yy’a emperyalist devletler, topyekün bir savaşın hazırlıklarıyla girdiler. İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler, dünya pazarlarının önemli bir bölümünü denetimleri altında tutmaktadırlar. Buna karşılık, emperyalist dönüşümü sonradan kotaran Almanya, Japonya, ABD gibi ülkeler, kendilerini denetlem ve tekellerin talebine uygun olarak yeni pazarlar bulmak çabasındaydılar. Alman, Amerikan ve Japon tekelleri, gelişme tempolarının gereksinme duyduğu pazarlara sahip değillerdi ve bu pazarları İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerin elinden almak ancak yeniden bir paylaşımla olası idi. Bunun da tek karşılığı vardı: Topyekün savaş...
Burada önemli olan nokta, savaşı engelleyecek olan güçlerin etkisizzliğidir. 3. Bunalım Döneminde son derece cılızdı. Emparyalistler arası çelişmenin dışında dönemin diğer önemli çelişmesi olan emperyalizmle dünya halkları arasındaki çelişme, bu tür bir engelliyici etkiye sahip değildi. Değişik bir anlatımla, savaş durumunda emperyalizmin varlığını tehdit edecek olgunluğa ulaşma durumu söz konusu değildi. Dolayısıyla 1. Bunalım Döneminde emperyalizmin başlıca kaygısı yeniden paylaşım oldu.
Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü, sömürge ve yarı-sömürgelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması, ucuz emeğin sömürülmesi; emperyalizme, metropolün işçi sınıfına bu kaynaktan belli bir pay vererek onun tavrını dumura uğratabilmesi avantajını sağlamıştı. Sömürgeci emperyalist ülkelerin yeniden paylaşım talebine karşın, emperyalist ülkeler genelde bir gelişme içindeydiler. Ancak bu, sorunun yüzeysel yanını oluşturmaktaydı. 1873’de patlak veren depresyonun bir çevrimin boyutlarını aşması ve etkilerinin bir türlü bitmemesi, 1890’larda daha da ağırlaşarak kendini göstermesi, genel bunalım olgusunu yeterince açığa çıkarmaktadır.
I. Dünya Savaşı başlamadan önce, dünya toplam sanayi üretiminin %35.8’ni tek başına ABD, %15.7’sini Almanya, %14.4’ünü İngiltere, %4’ünü Fransa ve %5.5’ini de Rusya elinde bulundurmaktaydı. Bu veriler, ABD’nin dünya toplam sanayi ürünlerinin 1/3’ünden fazlasını ürettiğini öteki ülkelerin de (Almanya başta olmak üzere) kendisini izlemekte olduğunu ancak, bir bütün olarak Avrupa’nın dünya sanayi üretiminin %43’ünü karşıladığını göstermekteydi.
1917’e gelindiğinde toplam sanayi ticaretinin %59 Avrupa (İngiltere %15, Almanya % 13, Fransa % 8, diğerleri %23 ), %11’i ABD tarafından gerçekleştirilmişti. (13) Görüldüğü gibi, ABD sanayi üretiminin büyük bir bölümünü gerçekleştirmesine karşın, uluslararası ticaret içinde payı azdı. Çünkü, ABD’nin sanayi üretimi daha çok kendi iç pazarına yönelikti. Bir Almanya ya da İngiltere ise iç pazarları sanayi üretimine doymuş ülkeler olarak daha çok dünya pazarlarına yönelik üretim yapmakta idiler.
Sanayi üretiminin gereksindiği hammadde ve besin maddelerinin bir kısmı sömürge ve yarı-sömürgelerden karşılanıyordu. Bu oran Almanya için % 58, Fransa için % 60, İngiltere için % 81 idi.Üç ülke sermaye ihracı açısından da ABD’nin önünde gözükmekteydi. Dünyada,220 milyar frank tutan toplam sermaye ihracının 3/4 tamamen üç ülkeye aitti. Kalan 1/4 ise ABD, Japonya, İtalya, vb. arasında paylaşılmıştı. İngiltere’nin yatırımları, Avrupa’nın yanısıra daha çok Latin Amerika’da yoğunlaşırken, Alman yatırımları, Balkanlar, Ortadoğu ve Rusya’da yoğunlaşıyordu. Fransız sermaye ihracı ise Avrupa’nın diğer ülkeleri ile özellikle Rusya’ya yöneliyordu. (14) Sonuç olarak Almanya, Fransa ve İngiltere’de uç noktalarını bulan yoğun rekabet, bir yeniden paylaşım mücadelesi sürüyordu.
Yeniden paylaşım savaşları, değişik zçaplar içinde I. Dünya Savaşından önce de sürüyordu. İngilizz ve Fransız bankalarının sermaye ihraçlarıyla 1870’lerden başlayarak emperyalizmin denetimine giren Mısır’da bu duruma karşı gündeme gelen köylü hareketini bahane eden İngiltere, 1882’de işgal ederek sömürgesi durumuna getirmişti. 1881’de Sudan’da patlak veren ve emperyalizme karşı ilk önemli halk hareketi niteliğini taşıyan köylü hareketi, İngiliz emperyalizminin ulusal topraklardan atılmasıyla sonuçlanıyor, ancak 1896-98 savaşı sonucunda İngiliz sömürgeciliği korkunç katliamlar eşliğinde Sudan’ı işgal ediyordu.
1880’de İtalya ve Avusturya-Macaristan’da “Üçlü ittifak” denilen bir cephe oluşturarak güçlenen Almanya, sömürge elde etme savaşına giriyor ve Afrika’da henüz el atılmamış toprakları dönemin en kıyıcı operasyonlarıyla ele geçiriyordu. 1884’de Güneybatı Afrika, Togo, Kamerun, 1885’de Afrika’nın doğu kesimi, Zangibar, Alman emperyalizmi tarafından sömürgeleştiriliyordu.
1898’de İspanya-ABD savaşıyla ABD sömürge elde etme savaşlarına katılıyordu. Yükselen emperyalist güç ABD’nin, bir talanı, kapitalizm öncesi sürecin yağma ve talan anlamına gelen sömürgeciliğin önemli adı İspanya’dan; Filipinler, Porto-Rico, Guam, Küba, Havai ve Samoa Adalarını almalarıyla sonuçlanacaktı. Bu savaş, kapitalizmin eşit olmayan sıçramalarla gelişme karakterinin bir sonucu olarak dünyanın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların ilk büyük ve somut örneğiydi. 1899’da bu kez İngiltere, yeraltı kaynaklarının zenginliğiyle dikkatleri çeken ve Hollanda kökenli Boerlerin denetimlerindeki Orange ve Transyaal Cumhuriyetlerine saldırdı. Saldırı, Boerlerin çetin direnişiyle karşılaştı. Ancak yerli halkın desteğini almayan ırkçı Boerlerin direnişi, üç yıl sonra 1902’de İngiltere’nin emperyalist barış planına teslim olunca, birleşerek Güney Afrika Cumhuriyeti adını alan iki ülke, İngiliz sömürgesi durumuna düştü.
Dönemin dikkat çekici bir diğer olgusuda ABD’nin Latin Amerika’da giderek güçlenmesiydi. 1902’de Panama Kanalı ihalesini Fransa’dan satın alan ABD, Kolombiya Kongresinin Kanalı 99 yıllığına ABD’ye kiralayan anlaşmayı reddetmesi üzerine çıkardığı provakasyonla, kanal bölgesinde kendi himayesinde Panama adlı kanal devletini kurdu. ve bölgeye kendine kiraladı. Öte yandan Latin Amerika’daki İngiliz sermayesine yönelen ABD, İngiltere’nin Almanya ile giderek derinleşen çelişkilerini İngiltere’ye karşı bir koz olarak kullanacaktı. Ve Latin Amerika’dan İspanyol sömürgeciliğinin kovulmasından sonra etken duruma gelen İngiliz sermayesinin önce etkisini kırmaya, sonra da yerini almaya yönelecekti.
Emperyalistler, aralarındaki tüm çatışmalara karşın, kendilerinin varlıklarına ya da çıkarlarına yönelen hareketler karşısında bir araya gelmekten geri kalmıyorlardı. Bunun ilk önemli örmeği, Çin’de başgösteren Bokserler Ayaklanması’nda yaşandı. Çin’de anti-emperyalist ihtilalci bir geleneğin oluşmasında önemli bir rolü olan bu ayaklanma, 1899’da emperyalistlerin Çin’i sömürgeleştirme çabalarına tepki olarak gündeme gelmişti. Bir Alman Generalinin komutasında büyük bir uluslararası ordu kuran emperyalistler, 1901’de ayaklanmayı bastırdılar. Sonuçta İngiltere, Almanya, Fransa ve japonya, Çin’in önemli bölgelerini doğrudan işgal ederek, kalan bölgelerini de denetimlerine alarak, ülkeyi yarı-sömürgeleştirdiler.
Almanya’nın Ortadoğu ve Balkanlar’daki yayılmacılığı da aynı perspektiflerin diğer bir ayağını oluşturuyordu. 1893 ve 1903 yıllarında Türkiye ile iki anlaşma imzalayan Almanya’ya karşılık İngiltere’de 1899’da Kuveyt’i himayesine alarak, Arabistan ve Mezapotamya’yı kontrol altına almaya çalışıyordu. Almanya’nın Bağdat-Berlin Demiryolu Hattı’nı inşaya başlaması, iki emperyalist güç arasındaki çatışmayı yoğunlaştıran nedenlerden biri oldu.
1.Dünya Savaşı öncesinin en önemli paylaşım savaşlarından biri de 1904-1905 Rus-Japon Savaşıdır. Dünya topraklarının paylaşılmasında çok az pay elde eden Japonya’nın Uzakdoğu’daki yayılmacı amaçları, 1904 yılında Rusya’ya saldırmalarını getirdi. Rusya’da başgösteren 1905 Devrimi, iktidarı sarsılan Çarlığı zaten zor durumda oldukları savaştan geri çekilmeye, teslim olmaya zorladı. Sonuçta Japonya Uzakdoğu’da önemli imtiyazlar elde etti.
1905 Devrimi, Çarlık Rusya’sı otokrasisini yıkmaya yetmedi ama, gerek Rusya özgülünde, gerekse dünya çapında önemli yankılar uyandırdı, etkileri oldu. İran Devrimi (1906-11), Jön Türk Hareketi (1908), Çin’de Sinhal Devrimi (1911-13), Kore’de Hindistan’da, Endonezya’da ulusal nitelikli hareketler; 1905 Devriminden güç almış, yankılarından etkilenmiş hareketlerdi.
Almanya’nın Avusturya-Macaristan ve İtalya ile oluşturduğu ittifak karşısında, İngiltere ve Fransa da 1904 yılında Afrika’da Ortadoğu’da çıkar ortaklığı ve üçlü ittifaka karşı güç arama temellerine dayanan antant adlı bir uzlaşmaya yöneldiler. İngiltere ile, Balkanların ve Güneyasya’nın paylaşılmasında öteden beri çekişen Rusya’nın; Japonya ile savaşta yenilmesinin ardından, Avusturya-Macaristan ve Almanya ile olan çelişkilerinin, zararına sonuçlar doğuracağı kaygısıyla, söz konusu bölgelerde İngiliz yayılmacılığını kabullenmesinin ardından, Rusya’da Antant’a katıldı.
Böylece iki belirgin kampa bölünenz emperyalist güçler, tüm enerjilerini, ufuktaki savaşın hazırlıklarına yönelttiler. Zaten emperyalistz dönüşümle birlikte, savaş sanayisi önemli ölçüde gelişmiş, özellikle 20. yy ile birlikte, emperyalist sermaye içinde aslan payı durumuna gelmişti. Savaşın şafağında Avusturya-Macaristan ile sorunlarını çözümleyemeyen İtalya, ittifaktan ayrıldı, Antant’a katıldı. Her emperyalist ülke savaşa kendine göre hesaplar ve bezklentilerle giriyordu. Savaş; Almanya açısından, Kıta Avrupa’sının fiili işgali ve dünyanın dört bir yanında sömürge imparatorluğu kurmak; İngiltere açısından, Almanya’nın durdurulması ve sömürge imparatorluğuna Ortadoğu’nun da eklenmesi; Fransa açısından Almanya’nın stratejik bazı bölgelerinin ve Afrika’daki Alman sömürgelerinin işgali; Rusya açısından, Balkanların ve Marmara Boğazlarının işgali; İtalya açısından, Adriyatik Kıyılarının işgali ve Afrika’da sömürgeler elde edebilmek amaçlarını taşıyordu.
Savaşa, ileri aşamalarında ABD, Japonya, Türkiye ve daha başka ülkelerde zkatılınca, olay tam bir zdünya savaşına dönüştü. Resmi verilere göre bu savaşta 9 milyon 700 bin insan öldü. Bu, 19. yy boyunca yapılan savaşlardaki toplam ölü sayısının çok üstünde bir rakamdı. Ayrıca 21 milyon insan sakat kalırken, milyonlarca insan salgın hastalık ve açlıktan dolayı yaşamını yitirdi. Savaştan en kazançlı çıkan ülke, savaşın kendi topraklarından uzak geçtiği ABD ve Japonya oldu. Örneğin, ABD’nin en önemli tröstünün yalnızca 1916 yılındaki kazançları, savaş öncesi kazançlarının üç katı olan 965 milyon dolardı.
Savaşın en önemli sonucu ise Rusya’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi ve dünyanın 1/6’sının emperyalist-kapitalist sistemin dışına çıkması oldu. Ekim Devrimi, bir dönemin kapanması, yeni bir tarihsel sürecin başlaması yolunda ilk adım oluyordu. 1898 yılında kurulan RSDİP’in 1903’de Brüksel’de gerçekleşen 2. Kongresi’nde başgösteren bölünmenin Bolşevik (çoğunluk) kanadı öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi, tüm bir çağı sarsan sonuçlar doğurdu. Dünya halklarının emperyalizme karşı savaşlarında güç kaynaklarından biri oldu. Ekim Devrimi’ni izleyen uzun iç savaş, emperyalizmin topyekün saldırısına karşın sosyalizmin zaferiyle sonuçlandı. Emperyalistlerce, kapitalizme dönüş biçiminde nitelenerek sosyalizzmin çıkmazına kanıt gösterilen NEP (Yeni Ekonomik Politika) ise, zemine olumlu faktörler sunarak onları yanıtlıyordu.
Ekim Devrimi, kapitalizmin genel bunalımının 1. Aşamasının sona ermesi anlamına geliyordu. İzleyen süreçte dünya savaşının sona ermesi, buna karşılık bu durumun yeniden paylaşım çatışmasının çözümünde ancak geçici bir olgu olmaktan öteye gidememesinin yanısıra, Rusya’da iç savaşın sosyalistlerce kazanılması, böylece sosyalist devrimin perçinleşmesi ile emperyalizmin bunalımının 2. aşaması başlıyordu....

F) İKİNCİ BUNALIM DÖNEMİ-ÇELİŞKİ VE İLİŞKİLERİ

Emperyalizmin 2. Bunalım Dönemi, Rusya’da Ekim Devrimi’ni izleyen iç savaşın sosyalizmin zaferiyle sonuçlanmasıyla başladı. Böylece artık kapitalizm, dünyanın başlıca sistemi olmaktan çıkmış, emperyalizmin tüm çabaları dünyanın ilk sosyalist devletinin oluşmasını, dünyanın 1/6’sının emperyalizmin denetiminden çıkmasını engelleyememiş, savaşlar, ekonomik ablukalar, provakasyonlar sosyalizmin yükselişini durduramamıştı. Genel bunalım olgusu, artık kapitalizmden sosyalizme geçiş anlamına geliyordu.
Lenin 1. Paylaşım Savaşı’nın karakterini daha 1912 yılında açıkça ortaya koyluştu; “Bu dönemin karakteristik özelliği , yeryüzünün paylaşılmasının sona ermesidir”, “Sona ermesi” sözcükleriyle, yeniden paylaşımın olanaksız olduğu kastedilmemektedir. (Tak tersine, yeniden paylaşımlar olanak dahilindedir ve kaçınılmazdır.) Kastedilen, kapitalist ülkelerin sömürgeci politikalarının gezegenimizin işgal edilmemiş topraklarını ele geçirmeyi tamamlamış olmasıdır. Dünya öyle bölünmüştür ki, gelecekte ancak yeni bölünmeler, yani bir sahipten diğerine aktarımlar mümkündür. ‘Sahibi’ olmayan bir bölgenin, bir ‘sahip’ tarafından ele geçirilmesi değil...
Emperyalist-kapitalist sistem açısından; 1. Dünya Savaşının yol açtığı sonuçlar nelerdir? Birincisi, Almanya’nın gücü geçici olarak ezilmişti ve sömürgeleri, savaşı kazanan ülkeler (ağırlıkla İngiltere ve Fransa) tarafından devralınmıştı. İkincisi, Avusturya-Macaristan emperyalist alandan silinip atılmıştı. Üçüncüsü, ABD ekonomik açıdan dünyanın en güçlü ülkesi olarak ortaya çıkmıştı. Dördüncüsü, kazanan kampta yer almalarına karşın, İtalya ve Japonya emperyalist isteklerine yanıt bulamamışlardı.
Gerek savaşın sonuçlarının emperyalist ülkelere getirdiklerini ve götürdüklerini, gerekse sömürgeciliğin savaş öncesi ve sonrası boyutlarını daha iyi kavrayabilmek açısından, bir de emperyalistlerin fiili olarak elde tuttukları topraklara bakalım: (ilk hanede, söz konusu ülkelerin savaş öncesi elde tuttukları topraklar, ikinci hanede savaş sonrasında elde tuttukları topraklar, üçüncü hanede ise bugün sahip oldukları ulusal yüzölçümleri verilmiştir. Almanya için Demokratik ve Federal Cumhuriyetlerin toplamı alınmıştır.

  Savaştan Önce Savaştan Sonra Bugün
İngiltere 30.812.400 30.310.200 235.555
Fransa 11.020.500 11.930.500 525.100
Almanya 3.493.800 471.800 356.884
Japonya 673.720 683.120 368.675
İtalya 1.910.310 2.334.310 290.757
Belçika 2.394.500 2.449.400 29.447


Görüldüğü gibi, sonuçlar bağlamında ve onca yıkıma karşın savaş, emperyalist kapitalist sistemin sorunlarına çözüm getirebilmekten uzaktı. Bu oranda güçlenen ABD’nin pazar talebi başlı başına bir sorun olacaktı. Ayrıca yenik Almanya için yeniden paylaşım talebi kuşkusuz gündeme gelecekti. Aynı durum, savaştan kazanarak çıkmalarına karşın, yeniden paylaşma taleplerine karşılık bulamayan İtalya ve Japonya için de söz konusuydu. Bunlara bir de, sosyalizmin varlığı, oldukça ağırlaştıran faktörler yükleyecekti.
Dolayısıyla döneme egemen olan çelişme ve ilişkiler, 1. Bunalım Dönemine göre oldukça değişik özellikler gösteriyordu. Kapitalizmin temel çelişmesinin somut biçimlenişi olan iki baş çatışmaya, öncelikle emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma olmak üzere (bununla birlikte emperyalistler arası çatışmaya). bir üçüncü çatışma eklenmişti; emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çatışma... Bu olgu, olayların boyutlarını ve yönelimene önemli oranda etkileyecek nitelikteydi.
Savaşı izleyen yıllar, genelde atılım yılları olarak kabul görecekti. Savaş kayıplarının temini, yıkılmış ülkelerin restorasyonu, ekonomik düzeyde bir canlılığı kaçınılmaz kılmıştı. Ancak 1925’e kadar süren bu durum yerini, 1929’da büyük bir depresyona bıraktı. Kapitalizm tarihinin en derin depresyonu gündemdeydi.
Gerçekte savaşın bitiminden 1922’ye kadar süren dönemde savaşın yıkımını aşmaya çalışın emperyalistler, 1925’e kadar yüksek tempolu bir yüyümeye yönelmişlerdi. Ancak, gerek bu ülkelerin savaştan sonra, savaşın ekonomik plandaki yaralarını kapatıp sanayi ürünlerini artırmaları, gerek ABD, Japonya gibi ülkelerin zaten savaşı önemsiz kayıplarla atlatmış olarak üretim kapasitelerini artırmaları, gerekse daha savaşın şafağında Kanada ve Avustralya gibi bazı dominyonların belirli sanayi kollarında üretimi artırmaları; sonuçta toplam üretimin ulusal ve uluslararası düzeyde gelişmeleri, satınalma gücüyle desteklenmiş talebin aşılmasını, böylecede aşırı, pazarlanmayan bir üretimin varlığını ortaya çıkarmıştır.
Sonuçta üretilen malların ulusal ve uluslararası düzeylerde sürümü düştü ve 1929 yılının sonbuharında başlayan depresyon kısa sürede emperyalist-kapitalist sistem ülkelerinin tamamını sarstı, uluslararası ticaret durdu.
Depresyon, bir yanıyla hem Birinci Dünya Savaşı öncesinde hem de sonrasında, şirketlerin kısa dönemde büyümesi ve iç örgütlenmelerinin etkinleşmesi nedeniyle hızla yükselen üretkenliğin bir sonucuydu. Yoğunlaşan üretimin pazarlanamaması, buna karşılık 2. Dünya Savaşı sonrasında, bir çözüm olarak gündeme gelen kurumsallaşmış yeniden dağıtım mekanizmalarının var olması çöküntüyü doğurdu %25’i aşan işsizlik oranları, satılamayan mallar, terkedilen fabrikalar ortaya çıktı. 1925-32 depresyonu, özellikle sermaye ihracını güçleştirecekti ve emperyalist ülkelerde büyük bir sermaye ve döviz sıkıntısı, ticari zorluklar ortaya çıkacaktı. Üretimin pazarlanabilmesi çabasının sonucu ise, emperyalizmin devaülasyona yönelmesi, böylelikle de sermaye ve meta ihracının canlanmasının amaçlanması olacaktı. Bu devaülasyonlar, fiyat artışlarını ve yeniden başka devalüasyonları getirince sonuç bunalımın dana da derinleşmesi oldu.
Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla; devlete, piyasanın işlemesi sonucu oluşan gelir dağılımını değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı işlev yükleyen bir ekonomik politika izlemekle buldu. Bu durum, tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklığıyla somutlaşmasından başka bir şey değildi. Böylece ekonomik ve politik anlamda piyasa ilişkilerine yönelik tamamlayıcı görüntüsünü aşıyor, ekonomik politika üzerinde idari bir işlev üstleniyordu.
Kuramsal temelini Keynescilikte bulan bu yaklaşım, 1930’larda emperyalist devletler tarafından yaygın biçimde gündeme getirildi. Emperyalizmin dünya düzeyinde geliri yeniden bölüştürme, devlet örgütlenmesini ekonominin aktifi bir unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma politikası olarak özetleyebileceğiniz Keynesci politikaların devlete biçtiği rol, ABD’de New Deal (Yeni Düzen) döneminin özelliği olurken, Almanya, İtalya ve Japonya’da burjuva egemenliğinin yeni ve son biçimi olarak faşizmde anlamını buldu.
ABD’nin New Deal’i ve Almanya’nın faşizmi arasındaki fark, ekonomik politikadan değil, devletin bu ekonomik politikaya gerçeklik kazandıracak yol ve yöntemlerinden oluşuyordu. Daha geniş bir tanımlamayla; iki ülkenin içinde bulunduğu uluslararası ve ulusal koşulların siyasal ve toplumsal farklılıklarından; Almanya’nın pazarlarını yitirmiş bir ülke olmasına karşın ABD’nin doygunluklarından kaynaklanıyordu. Uyguladıkları ekonomi politika temelde aynı yaklaşımları taşıyordu. Söz gelimi; sanayide rekabetin artırılması, tekelleşmenin yoğunlaşması, işçi sınıfına karşı korporatist yaklaşım, yeni iş olanaklarına yönelim, vb...
ABD, oldukça önemli harcamalarda bulanmasına karşın, 1. Dünya Savaşından yıkıma uğramadan, güçlü olarak çıkmıştı. Savaşı izleyen durgunluk ve artan işsizliği, 1922’den başlayarak, yükselen bir üretim temposu izlemişti. Ancak anarşik bir karakter taşıyan bu atılım, 1929 depresyonuyla ters yüz olmuştu. Depresyondan en çok zarar gören ülke olan ABD, çıkışı; bazı hükümlerini Anayasa Komisyonunun bile anayasaya aykırı bulduğu yasalarla, doğrudan finans kapitalin yararına uygulamalarda bulunmuştu. 1933’den başlayarak, 2. Dünya Savaşına kadar kendisini savaş sonrası emperyalist kapitalist kampın jandarması yapacak çapta gelişmeye yönelmişti.
ABD sermaye ihracı, savaştan sonra önemli oranda gelişmişti. 1879’da 684,5 milyon dolar olan sermaye ihracı, 1914’de 3.5 milyarı bulmuştu. Savaştan sonra artan yükselme, deprasyon dönemindeki düşmeye karşın yeniden artmış ve 1940’a gelindiğinde; ABD sermaye ihracı 13 milyar doları bulmuştu. General Motors, General Elektirik, Standart Oil gibi finans kapital grupları eliyle yürüyen sermaye ihracı, ağırlıklı olarak Kanada, Latin Amerika ve Filipinler’e yönelmişti.
İngiltere, görünürde savaştan büyük kazançlarla çıkmıştı. Yeni sömürgeler elde etmiş, ticari imtiyazlar kazanmış ve yüklü bir savaş tazminatından yararlanmanın yolunu bulmuştu. Ancak bu, olayın yalnızca bir yanını oluşturmaktaydı.
İngiltere gerçekte savaştan büyük kayıplarla çıkmıştı. Zenginliklerinin %35.4’i savaş yıllarında harcanmıştı. Aynı oran ABD için %8.7, Fransa için %19, Almanya için %32 idi. Görünürde İngiltere dünyanın en büyük ülkesi olmayı sürdürüyordu. Ancak büyük ölçüde sömürgelere dayanan bu görüntüye rağmen, ABD’nin ağırlığı giderek her alanda artıyordu.
Nitekim sermaye ihracı ve sanayi üretimi açısından İngiltere oldukça gerilerde kalmıştı. Depresyon dönemi, diğer sistem ülkeleri gibi İngiltere’yi de sarsmıştı. Önce devalüasyonlarla idare edilmeye çalışılan durum, yıkıma dönüşünce yerini sermaye ihracı ve meta ihracının gerilemesine bırakmıştı. Depresyondan çıkışın yolunu diğer ülkelere benzer ekonomik yöntemleri kullanmakta bulan İngiltere, 2. Dünya Savaşına geldiğinde sistemin artan para dolaşımının merkezi olma özelliğini yitirmiş New York ve Paris borsaları da Londra’ya ortak olmuştu. Bunlara karşın, depresyonun yükünü sömürge halklara yıkmak gibi çok önemli bir avantaja sahip olması, İngiltere tekelci burjuvazisinin faşizm seçeneğini gündemine almasını gerektirmemiş, tüm dünyanın çalkalandığı 1930’lu yılları, İngiltere siyasal düzeyde göreceli bir istikrarla geçirmiş, silahlanma sanayii özellikle hız kazanmıştı.
Fransa, kazanmış görünmesine karşın savaştan önemli kayıplarla çıkmıştı. Toplam sanayi üretiminin % 75’inin gerçekleştirildiği tesisler tahrip olmuş, geniş tarım alanları kullanılamaz duruma gelmişti. Ancak Fransa’nın kazancı, bazı Alman sömürgelerini işgal etmesi ve esas olarak da Alsas ve Lorain bölgelerini alması olmuştu. Kömür ve potasyum yataklarına sahip olması açısından dünyanın en zengin yerlerinden olan bu bölgelerle birlikte pek çok hafif sanayi işletmesi de Fransa’nın eline geçmişti. Yaklaşık 10 yıllık bir süreyi savaşın yıkımını atlatma uğraşıyla geçiren Fransa, 1929-32 depresyonundan en az etkilenen ülke olmuş, ekonomisini istikrarlı tutabilmeyi başarmıştı. Ancak özellikle otomotiv sanayiinde yaptığı atılımlara karşın, ağır sanayileşme ve sermaye ihracı açışından ABD, Almanya, İngiltere ve giderek Japonya’nın oldukça gerisinde kalmıştı. Tüm emperyalistlerin savaş sanayilerini hızlandırdığı 1930’lu yıllar boyunca, Fransa bu anlamda oldukça geri kalmıştı. İlk kez 12 Şubat 1934’de temeli atılan Halk Cephesinin, 1936 Ocak ayında kurulması 2. Dünya Savaşı Fransa’sının önemli olaylarındandı. Radikal Sosyalist ve Komünist partilerinin oluşturduğu cephe, 3 Mayıs 1936’da seçimleri kazanarak iktidara geldi. Ancak, KP’nin hükümette yer almadığı Halk Cephesi iktidarının, faşizmin Fransa’da güçlenmesine engel olmaktan öte bir etkinliği olmayacaktı.
Savaştan yenilerek ve sömürgelerini yitirerek çıkan Almanya da savaş sonrası önemli siyasal ve toplumsal çalkalanmalara sahne olmuştu. 28 Kasım 1918’de Kayzer Wilhelm’in tahttan çekilmesi, bir anlamda burjuva devriminin son adımının da atılması oluyordu. Devrimi ileriye götürmeye çalışan devrimci ayaklanma ise, Spartakist hareket önderleri R. Lüksemburg ve K. Liebnecht’in ölümüyle bastırılıyorduk. Weimar Cumhuriyeti ilk yıllarını; savaşın ağır sonuçlarını azaltabilmek, savaş tazminatlarının altından kalkabilmek ve sosyalist bir devrimi önleyebilmek çabalarıyla geçirmişti. Bu yolda başvurulan enflasyonist politika, 1929 depresyonuyla birleşince, Almanya finans kapital grupları faşizme yöneliyorlardı.
Faşizm, kitlelerin devrimci yöneliminin burjuva demokrasisi yöntemleriyle engellenemediği, ekonomik olumsuzlukların gerektirdiği sert istikrar önlemlerinin bu tehlikeyi daha da artırmasının kazınılmaz olduğu dönemin koşullarında, o güne kadar KP’ye karşı bir silah olarak kullanılan Nazi Partisinin desteklenmesi ve iktidar seçeneği olarak kullanılmasıyla gerçeklik kazanan bir burjuva seçeneğidir.
Faşizm, burjuva egemenliğinin son ve en kanlı biçimi, finans kapitalin gerici, şövenist ve meperyalist emellerinin yön verdiği zoru, siyasal varlığının temel unsuru yapmış diktatörlüğü oldu. Nazi Almanyası, 1933’ten başlayarak tüm enerjisini yeniden paylaşım yolunda başlatacağı savaşın hazırlıklarına hasretti. Faşist devlet, ABD’de olduğu gibi, ekonominin, üretimin ve pazarların dağıtım mekanizmalarını örgütlemenin birici derecede unsuru halindeydi.
Uaponya emperlalist dönüşümü 20. yy’ın başlarında tamamlamış bir ülkeydi. Dolayısıyla dünya pazarları içindeki payı oldukça azdı. Savaş, Japonya’nın taleplerine hiçbir karşılık vermemişti. Çok sayıda insanın öldüğü bu savaşa Japonya tam anlamıyla katılma olanağı dahi bulamamıştı. Nitekim savaş yıllarında özellikle makine-kimya sanayinde atılım yapan Japonya, ağır sanayi üretimini iki katına çıkarmak gibi çok önemli bir atılım gerçekleştirmiş, böylece savaştan ABD ile birlikte en güçlü çıkan ülke olmuştu.
Bu sınırsız gelişme eğilimi, büyük depresyondan Japonya’nın önemli yaralar almasını da beraberindez getirdi. Öteden beri burjuva demokrasisinin sağlıklı biçimde kurumsallaşmadığı ülkede, dünya pazarlarından pay kapabilmek kaygısının fanatizm boyutlarında olduğu Japon Finans Oligarşisi, yürütme kurumlarını sıkı biçimde denetliyor, ordu içindeki anti-komünist ve ırçı kliklerin, sivil hükümete yönelik eylemlerini bu yolda tehditz unsuru olarak kullanıyordu. Dolayısıyla Japonya’nın faşist yöntemleri kullanması, (İtalya ve Almanya’dan değişik olarak) devlet mekanizmalarını aşağıdan yukarıya bir gelişme sonucunda darbe, seçim ve benzeri yolların zorlamasıyla başlamadı. Emperyalist amaçlar bu tür yöntemleri gerektirmeden devlet kurumlarını faşist dönüşüme itti. Mayız 1932’de askeri kliğin ayaklanarak başbakan İnuaki’yi öldürmesi, parlamenter hükümetlerin de sonu olacaktı.
1931’de Mançurya’ya asker çıkaran Japonya, 1910 yılında ilhak ettiği Kore’den sonra bu bölgeyi işgal ediyor ve 1937’de bu kez Çin’le savaşa tutuşarak yolunu belirginleştiriyordu. Hankow, Kandon ve Nanking’i işgal eden Japon ordularının katliamlarının boyutu, demokratik bir kamuoyunun sınırlı olgularını taşıyan Japonya’da bile büyük tepki yaratacaktı. 1937-38’de devlet bütçesi içinde askeri harcamalarını %70’e çıkaran Japonya savaşın şafağında, sanayi üretiminin %61’ini ağır sanayinin oluşturduğu, özellikle köylülüğün ve proletaryanın çok yoğun sömürüsüyle önemli atılımlar yapmış savaşa hazırlıklı ve istekli bir emperyalist güçtü. Japon sermaye ihracı, özellikle Çin, Mançurya ve Kore’nin dışında Endonezya’ya yönelmişti.
Yeniden paylaşma talebi olan ve bunu sağlamanın yolunu savaşta gören diğer bir ülke de İtalya idi. İtalya, zengin tarım potansiyeline sahip bir ülke idi. Emperyalist dönüşüm ve ağır sanayileşme ise İngilter, ABD, Fransa, Almanya’dan sonra gerçekleşmişti. 1912’de Türkiye ile savaşarak Libya’yı sömürgeleştiren İtalya, savaştan sınırlı toprak kazanımlarının dışında önemli bir avantaj elde edemeden çıkmıştı. Buna karşılık savaş sonrası dönem ciddi bir ekonomik durgunluk ve siyasal, toplumsal çalkalanmalara sahne olmuştu. Devrim olasılığı ve yükselen halk muhalefeti; tekelci burjuvazinin, devrimci güçlere karşı kullandığı küçük burjuvazi ve lümpen proletaryaya dayanan faşist çeteleri iktidar seçeneği olarak kullamasını ve Mussolini önderliğindeki faşist darbeyi desteklemesini getirdi. Böylece devlet mekanizmasını 1922’de ele geçiren ele geçiren faşist parti, tekelci burjuvazinin taleplerine uygun bir ekonomik izlemeye yöneldi. Sözde işçi ve işverenin özel ekonomik örgütlenmesi olarak gündeme getirilen korporasyonlar, gerçekte Togliatti’nin tanımladığı gibi, işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırırken aynı zamanda onların tepkilerini nötralize etmeyi amaçlayan girişimler olarak dikkat çekecektir. Almanya ve japonya örneklerinde olduğu gibi devletin ekonomik yaşamın aktif bir unsuru olarak kullanıldığı İtalya, savaş öncesinde -1935 yılında- Etiyopya’yı işgal ederek genişlemeye çalışmıştı.
Sonuç olarak, emperyalist ülkeler yeni bir paylaşım savaşına olanca güçleriyle hazırlanıyorlardı. Bir yanda “mihver devletler” olarak adlandırılan Almanya, İtalya, japonya faşist ittifakı, öte yanda ise ABD, İngiltere, Fransa ittifakı bu paylaşım savaşının taraftarı durumundaydılar. Son tahlilde tüm bu emperyalist ülkelerin ortak hedefleri ise Sovyetler Birliği olarak somutlaştı.
Sovyetler Birliğinde iç savaş boyunca süren savaş komünizmi dönemi, yerini 1921’de NEP dönemine bırakmıştı. 1. Dünya Savaşından 9 milyon ölüyle çıkan Rusya büyük bir yıkıma uğramıştı. Devrimi izleyen iç savaş gerçekte, çoğu kez emperyalist güçlere karşı yürütülen bir savaştı. Uzun savaş yılları, milyonlarca insanı açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak sonuçlar doğurmuştu. Bu bağlamda, sosyalist dönüşüm, ölü bir ekonominin üzerinde yükselmek gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Tarımda durgunluk ve giderek gerileyiş, hammadde ve özellikle enerji alanında yetersizlikler, sosyalist alt yapının inşaasını daha baştan sağlıklılıktan yoksun kılıyordu. Bunun çözümü, toparlanma ve canlanmaya uygun zemin oluşturacak bir geri çekilme olarak kapitalist ilişkilerin sınırlı anlamda desteklenmesi anlamına gelen NEP oldu. İlk evrede enerji sektöründe sorunları çözümlemeye yönelen sosyalizm, uygun zeminin olgunlaşmasının ardından sosyalist inşaayı yükseltecekti.
Partinin sahip olduğu perspektif, ufuktaki paylaşım savaşını zaten öngörüyordu. Böyle bir savaşın en önemli hedeflerinden birinin SSCB olacağı da açıktı. Böylelikle, 1930’lu yıllar boyunca süren büyük sosyalist seferberlik başladı.
Bir yandan ağır sanayileşme yolunda yürünmeye çalışılırken öte yandan, emperyalist saldırıya karşı hazırlık yürütülmekteydi. SSCB’nin bu yıllardaki kalkınma temposu, ABD’nin 19. yy sonlarındaki başdöndürücü gelişme hızını geride bırakmıştı. Dönemin en çok tartışılan sorunu ise tek ülkede sosyalizmin inşaasının olabilirliği ve böyle bir süreçte devletin işlevi idi. Sonuç olarak ta bunun olabilirliğini kabul eden SBKP, politikasını temel olarak böyle bir dönüşümü gerçekleştirme ve sosyalist ülkenin korunmasına bağlı olarak biçimlendirmeye başladı.
Stalin, 1939 yılında, SBKP Kongresinde bu konuya yaklaşımlarını özetlerken, “Tek ülkede sosyalist bir toplumu inşaa etmek mümkünmüdür?” diye sorduktan sonra “Evet mümkündür” diyor ve şunları söylüyordu; “Biz henüz komünizme ulaşmış değiliz, ona doğru hızla yaklaşıyoruz. Komünizm döneminde de devlet varlığını sürdürecekmi? Evet kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi yok edilemezse, sürecek. Hayır, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılır, eğer onun yerine sosyalist kuşatmaya geçilirse devlet varlığını sürdürmeyecek ve yok olacak. Sosyalist devlet sorununda durum budar.” Sosyalizm inşaasına ve devlet olgusunun niteliğine ilişkin bu yaklaşım, ilerde 3. Bunalım Döneminde çeşitli tartışmalara kaynaklık edecekti.
Sonuç olarak; uluslararası durum yeni bir dünya savaşının koşullarını hızla olgunlaştırıyordu. Öteden beri açık sömürgeleştirme politikası yerine sermaye ihracı silahının etkin kullanımı yoluyla, naylon bir siyasal bağımsızlık görüntüsünün ardına gizlenmiş işgali, emperyalist sömürünün bir yöntemi olarak kullanan ABD’nin bu yolla yaygınlaşma amaçları bir yana, Almanya, İtalya ve Japonya’nın toprak talepleri İngiltere ve Fransa’nın bunu engelleme çabaları ve SSCB’nin ortak bir hedef durumunda olması; böyle bir sonucu kaçınılmaz kılıyordu.
Savaş, gerçekte daha 1931 yılında Japonya’nın Mançurya’yı istilasıyla başlamışıtı. İtalya’nın Etiyopya’yı istilası, İspanya İç Savaşı, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslavakya’nın bir kısmını ilhakı, 1939 yılında bütün dünyayı kana bulayan topyekün bir savaşa dönüştü.
2. Dünya Savaşı, 1. Dünya Savaşına göre, bazı noktalarda farklı özellikler gösteriyordu. Bu savaşın özelliklerini şu şekilde tanımlayabiliriz: Birinci olarak bir yanını ABD, İngiltere ve Fransa’nın karşı tarafını Almanya, Japonya, İtalya’nın oluşturduğu bir yeniden paylaşım savaşıdır. İkinci olarak, emperyalist, kapitalist sistemle sosyalist sistemin savaşıdır ve Alamanya-SSCB bu savaşın öne çıkan taraftarlarıdır. Üçüncü olarak, dünya halklarının emperyalizme karşı kurtuluş savaşıdır. Çin’in Japonya’ya karşı, Balkan halklarının Almanya’ya karşı, Vietnam’ın Fransa’ya karşı mücadelesi bu özelliğin somutlaşmış biçimleridir.
Bu savaşın, esasen 1931’de başlayıp 1949’da sona erdiğini söylemek gerekir. Çin halkının önce Japon emperyalizmini, sonra emperyalizmin desteklediği Kuamintang gericilerini yenilgiye uğratması, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da demokratik iktidarların kurulması, 1949’a gelindiğinde dünyanın çehresini önemli oranda değiştirmişti. Artık emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının 3. aşaması başlamıştı.

G) SÖMÜRGECİLİK

Birinci ve İkinci Bunalım Dönemlerinde emperyalist sömürü; sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik biçimlerinde gerçekleşmekteydi. Sömürgecilik fiili işgal anlamına gelirken, yarı-sömürgecilik görünürde var olan bağımsızlığa karşın, gerçekte emperyalizmin boyunduruğu altında tutulmayı ifade ediyordu. Sömürgecilik, serbest rekabetçi dönemde de yaygın biçimde kullanılmıştı. Buna karşı yarı-sömürgecilik, özellikle emperyalizm süreciyle birlikte niteliğini belirgenliştirmiş ve serbest rekabetçi dönem boyunca kendi iç dinamiklerinin gelişimiyle, kapitalist ilşkilerin egemen olmadığı ülkeler -ki buna doğal ekonominin (15) egemen olduğu ülkeler de diyebiliriz- kapitalizmin yeterince gelişmediği ülkeler 1. ve 2. BunalımmDönemlerinde emperyalizmin yarı-sömürgeleri durumuna geldiler ve bu sömürü yöntemi, emperyalizm tarafından yaygın bir biçimde kullanıldı.
Çağdaş sömürgecilik, Avrupa ülkelerinde kapitalizmin oluşması sürecinde doğmuştur. Ticari amaçlarla; yeni ticaret yolları bulabilmek kaygılarıyla denizlere açılan Avrupa ülkeleri, keşfettikleri ve tümünde doğal ekonominin egemen olduğu yeni ülkeleri işgal ederek sömürgeciliği başlatmışlardır. Bu durum, geçmişin yağmacılığından değişik yönleri içeriyordu. Yeni ülkelerin bulunması ve sömürgeleştirilmesi, ulaştırma biçimini, ticaret yollarını, değiş tokuş edilen malların nitelik ve niceliğini dolayısıyla da ticaretin niteliğini değiştirmişti. Başlangıçta yeni bulunan kıtalar olan Amerika ve Avustralya’nın yağmalanmasıyla başlanan sömürgecilik, giderek yaygınlaşacak, Asya ve Afrika’nın da sömürgeci ülkeler olan İspanya ve Portekiz’in sömürgelerinin talan edilmesinden sağlanan servetleri, toplumsal gelişmeyi hızlandıracak nitelikte alt yapılara sahip olamadırlarından; daha çok diğer ülkelerin, özellikle de kapitalizmin hızla geliştiği İngiltere’nin yükselmesine hizmet edecekti. Süreç içinde kendini ilerletmeyen İspanya ve Portekiz’in yerini İngiltere ve Fransa’nın ilk sıralarda olduğu başka sömürgeci ülkeler aldı. Çağdaş sömürgecilik, bu ülkelerle anlamını bulacaktı. Sömürgecilik, emperyalizmin gelişebilmek ve sermayesini geliştirebilmek için etkin biçimde kullandığı bir silah oldu. Olayın yağmacı eski sömürgeciyikten farkı, herşeyden önce kapitalizm açısından sömürgelerin sermaye birikimine uygun koşullara sahip olmasından kaynaklanıyordu. Kapitalizm, feodal, kendine yeterli bir ortamda, bu doğal ekonomik yapıyı ve küçük üretimi parçalayarak doğmuş ve gelişmişti. Dolayısıyla, büyüyebilmesinin ve yaşayabilmesinin koşulu da kendi ülkesinin arzını karşılayamayan doygun pazarlar değil bakir alanlardı. Yani; kapitalist olmayan ortam ve koşullar... Bu koşulları sömürgecilik yönteminin zemininde buluyordu.
Kapitalizm öncesi “sömürgecilik”, bir ülkenin işgal edilmesi ve vergilendirilmesi, zenginliklerinin zor yoluyla talan edilmesi anlamına geliyordu. Ancak bunlar, işgal edilen Örneğin; Hindistan’ daha MÖ. 6. yy’da Persler tarafından istila edilmişti. Onu Yunanlılar izlemiş, Sonra Araplar, Afganlar ve Moğollar bu ülkeyi sırasıyla istila etmişler, yağmalamışlardı. Ama tüm bunlar Hindistan’ın ekonomik dokusunu değiştirmeye yetmemiş, ekonomik dokunun temelindeki antik-komünal köy ekonomisini bozmamış, istilacılar ülkeyi talan etmek ve vergilendirmekle yetinmişlerdi. Oysa İngiliz sömürgeciliğinin girmesiyle birlikte, ülkenin ekonomik dokusu alt üst olacak ve giderek çözülecekti.
Çünkü kapitalizmin ve onun son aşaması emperyalizmin sömürgeciliği ve beklentileri değişikti. Kapitalist sömürgeci için, sömürgelerin taşıdığı anlam özellikle üç noktada düğümleniyordu.
Birincisi; sömürgeler, kapitalizmin artı-değer sömürüsü yoluyla ürettiği metaları sürebileceği pazarlardı.
İkincisi; sömürgeler, üretim araçları açısından arz kaynağı, hammadde deposuydu.
Üçüncüsü; sömürgeler, ücret sistemi açısından ucuz işgücü deposuydu.
Rosa Lüxemburg sermayenin, doğal ekonominin geçerli olduğu toplumlarla mücadelesindeki uygulamalarını şöyle maddeleştiriyordu: 1) Toprak, balta girmemiş ormanlardaki av hayvanları, madenler, kıymetli taş ve maden cevherleri, kauçuk, yabancı iklime özgü bitkilerin ürünleri vb. önemli üretim güçleri kaynaklarına derhal sahip çıkmak.
2) İşgücünü özgürleştirip kendi hizmetine sokmak.
3) Meta ekonomisini getirmek,
4) Ticaret ile tarımı ayırmak. (16)
Aynı zamanda yarı-sömürgeler için geçerli olan bu uygulamaların geçeklik kazanması, yukarıda üç başlıkta özetmediğimiz hedeflere ulaşılması anlamına gelmekteydi. Kapitalizmin oluşma ve gelişme dönemlerinde kulllandığı en büyük silah, köylülüğün mülksüzleştirilmesi idi. Aynı silah, daha büyük ölçekli biçimde, emperyalizzm aşamasında sömürgeci yöntemin bir gereği olarak uygulandı. Kapitalizm öncesi ekonominin egemen olduğu ülkelerde, toplumsal örgütlenmede meta ekonomisi, metanın değişimi temelinde yükselen bir piyasa ekonomisi ve bu perspektife uygun biçimde olgunlaşmış kural ve gelenekler bütünü yoktu. Kendine yeterli, kapalıbirimler ekonomik yapının temelinde yer alıyordu ve bu biçimiyle emperyalizmin beklentilerine karşılık vermeleri olanaksızdı.
Emperyalizmin bu duruma karşı silahı, en önemli üretim araçlarına el koymak oldu. Böylece kapitalizm öncesi ekonomiye öldürücü bir darbe vuruyor, yerli ekonomik doku ve dolayısıyla yerli toplumsal örgütlenme çözülmeye uğruyordu. Bu “zor”un yaygın biçimde kullanılmasıyla gerçekleşiyor ve mülksüzleştirilen yerli halklar, ucuz işgücünün, sömürgelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerin yağmalanmasının bir aracı oluyordu. Zor, en karlı, en hızlı sonuç getiren, dolayısıyla emperyalizme en uygun yöntem olarak kullanılıyordu.
Hindistan örneğini incelemeyi sürdürecek olursak, üretim araçlarının gasbı, mülksüzleştirme ve bu temelde sermaye birikimi olayını daha somut göreceğiz. ingiliz sömürgeciliği, kendinden önceki işgalcilerin tersine, kaba ve ağır bir vergilendirmeye yönelmek yerine, olaya toprağın mülkiyetini almak ve komünal köy yapısını dağıtmakla başladı. İlk aşamada kendisine işbirlikçi yaptığı vergi toplayıcılarına ve denetçilere toprak dağıtan İngiltere, köylünün buna tepkisinin neden olduğu kargaşayı kullanarak toprağın bir bölümüne el koyacaktı.
Buna koşut olarak çok yüksek vergiler yürürlüğe koyan İngiliz sömürgeciler, kısa sürede vergilerini ödeyemeyen köylünün toprağını gasbetti. Böylece topraktaki aile birliği dağılıyor, toplumsal örgütlenme çözülüyordu.
İngilizler, geleneksel toprak mülkiyeti biçimlerini yıkan ve Hint köy ekonomisinin çökmesine yol açan bu siyasetin aslında köylüleri o ülkeye özgü baskı ve sömürüye karşı korumak gerekliliğinden kaynaklanmış gibi göstermeye çalıştılar. Bilinen sömürgecilik hilelerini kullanarak, bu siyasetin, köylülerin çıkarlarını korumaya hizmet ettiğini ileri sürdüler. ingiltere, köy topluluklarında eski mülkiyet hakları karşılığında yapay bir toprak aristokrasisi oluştuğundan, bu baskıcı oldukları ileri sürülen kişilere karşı köylüleri korumaya girişerek, gasbedilmiş toprakları İngiliz mülkiyetine geçirme yolunu izledi. (17)
Aynı uygulamanın bir benzerini de Fransa, Cezayir’de gündeme getiriyordu. Osmanlıların uzun egemenliği Cezayir toprak sistemini belli ölçülerde bozmakla birlikte, sistemin özü olan klan topraklarına dokunmamış, mevzilendirmekle yetinmişti. Fransız sömürgeciliği ülkeyi işgal edince klanların sahip olduğu topraklarda ortak mülkiyeti olanaksız ve çağdışı ilan ediyor ve ortak araziler üzerindeki ortak mülkiyete son veriyordu. Çıkarılan çeşitli yasa ve kararnamelerle desteklenen bu durum, hayvancılık ve tarımcılığa büyük darbe vururken, spekülatif bir ortamın ve dolayısıyla da tefecilik ve vurgunculuğun yaygınlaşması gibi bir sonucu getirdi. Cezayir’in kırsal dokusunun parçalanması ve sömürgeciliğin bu kırsal dokuyu piyasa mekanizması ölçülerine uygun olarak biçimlendirmesi, bu temelde gelişecekti.
Böylece sömürğecilik ve giderek yarı-sömürgeciliğin taktiği öne çıkıyor, biçimleniyordu. Bu taktik, öncelikle doğal ekonomik ilişkileri parçalamak, felce uğratmak e ardından da meta ekonomisini egemen kılarak köylünün mülksüzleştirilmesi, mülksüzleşen köylü kitlelerinin özgür emekçiler olarak kabul edilip, ülkedeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesinde çok az ücretler karşılığında çalıştırılmalarıydı. Bu taktik, bazı değişik yöntemler eşliğinde olsa da hemen hemen dünyanın her yerinde sömürgeciliğin, sömürgelerdeki etkinliklerinin temeli olacak; İngiliz, Alman, Fransız, Hollanda vb. bellibaşlı sömürgeciler, dünya halklarının zenginliklerini işte böyle bir temelin üzerinde yükselerek yağmalayacaklardı.
Emperyalist dönüşümle birlikte, dünyanın sömürgeleştirilememiş son toprakları da işgal edilmiş ve paylaşılmamış toprak kalmamıştı. Sömürgelerde uluslaşma olayı ya hiç olmadığından ya da yeterince olgunlaşamadığından, Amerika’daki sömürgeler dışında, uzun soluklu ve sonuç alıcı başkaldırılar görülmemekteydi. Sömürgeciliğe karşı ilk başkaldırı ABD’nin kurulmasıyla sonuçlanan başkaldırı oldu. Kuzey Amerika’da İngiliz sömürgelerinde kapitalizmin, yerlilerin doğal ekonomik ilişkilerini hızla parçalaması ve gelişmesi, özellikle 18. yy’ın ikinci yarısında güçlü bir Amerikan bujuvazisinin doğumunu getirmiş ve çıkarları İngiliz Emperyalizmiyle giderek çelişen bu sömürge burjuvazisinin açtığı savaş, aynı zamanda sömürgeciliğe karşı bir uluslaşma sürecinide içermiş, ABD oluşmuştu.
Bir sonraki yy’da bu kez Latin Amerika’da burjuva içerikli ulusal hareketlere tanık olunacaktı. Latin Amerika’yı işgal altında tutan İspanya ve Portekiz’in kendilerinden ileri kapitalist ülkelerin gerilerinde kalmaları ve onlara bağımlı bir nitelik kazanmaları, sömürgelerde oluşan burjuvazinin muhataplarının da değişmesi ve İngiltere, Fransa gibi ülkemeri ekonomik anlamda İspanya ve Portekiz’in yerini almalarını getirmişti. Süreç içinde Latin Amerika burjuvazisinin sırtında yük durumuna gelen İspanyol ve Portekiz sömürgeciliği, 19. yy boyunca süren savaşlarla kıtadan atıldı. Ancak Latin Amerika’da kapitalizmin gelişme düzeyinin niteliği, eski sömürgeleri bu kez yarı-sömürgeler durumuna sokacaktı.

H) YARI-SÖMÜRGECİLİK

Yarı-sömürgecilik olgusu emperyalizmle birlikte doğdu. Ancak kökleri serbest rekabetcilik dönemine dayanıyordu. Türkiye, Çin, İran gibi kapitalizm öncesi zamanların güçlü ülkeleri kapitalist dönüşümü sağlayacak yeterli dinamiklere sahip olmadıklarından, kapitalist ülkelerle ilişkilerinde giderek onların gerisinde kalmaya başlamışlardı. Kapitalist nitelikli ticaret bu ülkelere büyük darbe vurmuş, Avrupalı kapitalistlerin malları, ülkelerin iç pazarını ele geçirmiş, uç veren yerli kapitalist ilişkileri kavurmuştu. Kapitalist meta ihracına sermaye ihracının eklenmesi ve emperyalizm süreciyle birlikte sermaye ihracının ön plana geçmesi, söz konusu bağlılığı pekiştirmiş ve bu ülkelerin siyasal bağımsızlıklarına, giderek daha göstermelik olan bir karakter kazandırmıştı. İspanya ve Portekiz gibi kapitalismin yeterince gelişmediği ya da Latin Amerika ve Balkanlar gibi siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkelerin bulunduğu doğu bölgelerinin eklenmesiyle, yarı-sömürgecilik gelişti ve yaygınlaştı.
Yarı-sömürgecilik, emperyalizmin, doğal ekonomik ilişkilerin egemen olduğu ülkelerde komprodor bir sınıf oluşturması ve önemli oranda bu sınıf eliyle ülkeyi sömürmesi temelinde yükseliyordu. Emperyalizm, eğer ülkede şu ya da bu oranda oluşmuş bir burjuva sınıf yoksa en azından başlangıçta, işbirlikçilerini, ülkedeki doğal ekonomik ilişkilere özgü egemen sınıf ve katlar içzinden seçiyordu. Örneğin Osmanlı Türkiye’sinde, emperyalizmin ülkeyi yarı-sömürgeleştirmesi sürecinde merkezi feodal iktidarın, emperyalizmin işbirlikçisi olarak komprodor bir karakter kazanmasının, emperyalizmin önünün düzlenmesinde önemli rolü olmuştur. Süreç içinde ülkende önemli bölümü levanten olan komprodor karakterli bir ticaret burjuvazisinin oluşmasina koşut olarak, emperyalizmin saraya duyduğu gereksinme azalmıştı.
İlerde yeni-sömürgecilik yönteminin başat özelliği olacak olan emperyalizmin içsel bir olgu durumuna gelmesi esprisi, 1. ve 2. Bunalım Dönemi koşullarında henüz söz konusu değildi. Değişik bir anlatımla, yarı-sömürge ülkelerin sömürüsü, emperyalizmin işbirlikçileri eliyle kapitalizmi kendi yararına yukardan aşağıya çarpık bir biçimde geliştirerek o ülke içinde tekelleşmesi ve ekonomik potansiyeli içten sömürüsü biçiminde gelişmiyordu. Emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Dönemlerindeki özgün çelişki ve ilişkilerin bu tarz sömürüyü zzorunlu kılmasının yanında, esas olarak ekonomik evrim henüz bu temelde sömürüye gerçeklik kazandıracak boyutlara uluşmamıştı. Emperyalist sermaye ihracı, üretici olmaktan çok borçlandırıcı bir nitelik taşımaktaydı.
Bu durumda emperyalizm yarı-sömürgeler ve sömürgeler açısından içsel bir olgu olamıyordu. Bu sömürünün varlığı, kapitalizmin aşağıdan yukarıya gelişmesi gibi bir sonuç doğurmadığından, doğal ekonomik ilişkiler, meta değişiminin girmesine bağlı olarak önemli oranda çökmekle birlikte, kapitalizm gelişip doğal ekonominin yerini alamıyor, sonuç olarak da doğal akonomik ilişkiler oldukça değişik de olsa egemenliğini çarpık bir biçimde sürdürüyor, emperyalizm ve işbirlikçilerinin fiili denetimi, ülke nüfusunun küçük bir bölümünü barındıran kentlerle sınırlı kalıyordu. Geniş kırsal alanlar ise, denetim dışı yumuşak karınlar olma özelliğini kazanıyordu.
Mahir Çayan bu durumu, şöyle ifade ediyor. “İkinci Paylaşım Savaşı’ndan önce emperyalist istismar metodu sonucu geri bıraktırılmış ülkelerde,emperyalizmin müttefiki yerli egemen sınıf, feodalizmdi. (komprodor burjuvazi, emperyalizmin uzantısından başkabirşey değildi)... Emperyalist ve fiili denetim genellikle kıyı bölgelerinde, limanlarda, stratejik yerlerde ve ana haberleşme merkezlerindeydi. Merkezi otorite çok zayıftı. Ülkenin ve nüfusun 3/4’ü kendi aralarında çelişkileri olan zayıf mahalli devletçiklerin kontrolü altındaydı. Şehirleşme, ulaşım, haberleşme, kapitalizm egemen olmadığından çok zayıftı. Ülke içinde emperyalizm dışsal bir olgu, toplumsal süreç de feodal bir süreçti. Bu yüzden ülkedeki baş çelişki, ülkenin ve nüfusun 3/4’ünü kontrol altında tutan zayıf feodal birimler ile yarı serf durumundaki köyüler arasındaydı (demokratik mücadele). Köylülerin spontane mücadele ve patlamalarını örgütleyip onlara proleter devrimci bilinci götürecek proletarya partisinin yönetiminde kurulan köylü ordusu ile zayıf feodal mahalli otoritelerin güçlerini kırarak üs bölgeleri kurmaya başlayıp, ülkeyi yavaş yavaş yönetim altına almaya başladıkları aşamada, emperyalizm kendi sömürüsünü korumak için ülkeyi bütün olarak işgal ediyordu. O zaman ülkenin baş çelişkisi, bir avuç hainin dışında bütün ulusla emperyalizm arasında olmaktaydı. (milli mücadele). İç savaş döneminde savaş genellikle sınıfsal şiarlarla ve sınıfsal planda yürürken, devrimci milli savaş evresinde savaş, ulusal planda ve ulusal şiarlarla yürümekteydi.” (18)
Emperyalizm açısından yarı-sömürgecilikte olduğu gibi, ucuz işgücünün kullanımı ve yeraltı-yerüstü zenginliklerinin yağmalanması, amaçlarına hizmet eden bir yoldu. Bu amaca varılırken öncelikle doğal ekonomik ilişkilerin parçalanması, meta ekonomisinin ülkeye sokulması, yani meta değişiminin yapıldığı piyasa ekonomisinin kurallarına en temelde uygun düşen bir ortamın oluşturulması ve son olarak da ticaret ve tarımın ayrıştırılması, dolayısıyla doğal ve kendine yeterli ekonomik kalıpların kırılması ve bu temelde oluşturulan metaların piyasaya aktarılması, böylece de kendi mallarının sürümüne açık bir pazar yaratılması türünden yöntemler izleniyordu. Durumu, yarı-sömürgeciliğin iki klasik örneği Çin ve Osmanlı Türkiye’sini genel çizgileriyle inceleyerek somutlayalım.
Her iki ülke de emperyalist dönüşümle birlikte yarı-sömürge ülkeler olma sürecine girdiler. Anck bu dönüşümden önce de serbest rekabetçi kapitalistm, her iki ülkeyi kendine bağımlı kılmıştı. Kapitalizmin, kapitalist meta dolaşımının Çin’de ilk etkileri Afyon Savaşıyla birlikte başlamıştı. 17. yy’da Bengal’de afyon ekimine başlayan İngiliz - Doğu Hindistan Şirketi, bu uyuşturucuyu Kanton’da açtığı şube aracılığıyla Çin’e bol miktarda sürmüş ve ucuz fiyatla halk içinde yaygın bir tüketim pazarı oluşturmuştu. Yaratılann alışkanlığa bağlı olarak sürekli yükselen afyon fiyatları, giderek Çin halkının sırtında büyük bir ekonomik kambura dönüştü.
Özellikle ezilen sınıf ve katlar içinde üstelik en kalitesiz ve zararlı türünün satılmasının yol açtığı felaketler, sonuçta Çin yönetimini afyon ekimini yasaklamaya ve içimini cezalandırmaya itti. Bunun sonucu, İngiltere’nin Çin’e savaş açması olacaktı. Yani bir ülke insanlarını kıran bir uyuşturu maddeyi yasakladığı için, başka bir ülke tarafından, ekonomik çıkarlarının zedelendiği iddiasıyla açılan savaşla karşı karşıya kalıyordu. Oysa aynı dönem İngiliz Parlamentosu afyonla mücadele kararı alıyor. ve halk içindeki afyon alışkanlığına karşı çeşitli kuruluşlar harekete geçiyordu. Savaşın ilk ayağı 1842’de son buldu. Yapılan anlaşmayla Hong Kong İngiltere’ye veriliyor ve belli başlı liman kentleri de dış ticarete açılıyordu.
Ancak aradan 15 yıl geçmeden 1857’de savaş yeniden başladı. Bu kez İngiltere ve Fransa tarafından ortak sürdürülen savaş, 1858’de bitiyor ve afyon trafiği serbest bırakılırken Avrupa ticareti ve hırıstiyan misyonerliğinin ülke içine girmesi de kabul ettiriliyordu.
1859’da yeniden saldıran İngiltere ve Fransa, bu kez savaşı, İmparatorluğu parçalayıp yıkıncaya kadar sürdürdü ve isteklerini Çin’e kabul ettirdi. Artık Çin, toprakları üzerinde çıkarları uğruna yabancıların birbirleriyle yarıştıkları bir ülke durumunu almıştı. Ve tepki olarak 1899’daBokserler Ayaklanması’nın patlak vermesine karşın, 1901’de emperyalist ordular Alman bir generalin komutasında birleşerek ayaklanmayı bastırdılar.
Çin, meta değişiminin geri ülkelerdeki “nazik” ve “barışsever” uygulamalarının klasik örneğini oluşturuyordu. Çin tarihi, 40’lı yıllarda başlayan ve 19. yy boyunca süren, bu ülkeyi kaba kuvvet yoluyla ticarete açmayı amaçlayan savaşlarla altüst edilmişti. Misyonerler, hıristiyanların katledilmesini kışkırtmış, Avrupalılar başkaldırıları tahrik etmiş ve zaman zaman giriştikleri katliamlarla, tamamen aciz tarımsal nüfus, Avrupa’nın büyük güçlerinin modern kapitalist tahrikleriyle boy ölçüşmeye zorlanmıştı. Ağır savaş yükünün devlet borçlarını arttırması, Çin’in Avrupa’ya borçlanması; mali denetimin Avrupa’nın eline geçmesine ve tüm savunma mekanizmasının kırılmasına yol açmış, Avrupalı kapitalistler için zorla demiryolları imtiyazları sağlanmış, serbest limanlar açtırılmıştı. Bütün bu eylemlerle 1830’ların başından Çin devrimine kadar ülkede, meta değişimi sistemi kurulma amacı güdüldü. Yeni Çin Devrimi ise, sorunların çözümünde ancak gerici bir olgu olabilecekti. Ezilen sınıf ve katmanların önemli oranda rol aynadığı, Sun Yat Sen önderliğindeki burjuva içerikli Yeni Çin Devrimi, Devrimin ilk yıllarının ardından Kuomingtang’ın gericileşmesine bağlı olarak, zaten çözüm bulunmamış olan sorunların yeniden derinleşmesini ve yarı-sömürge karakterinin 1949 Çin Halk Devrimi’ne kadar sürmesini getirdi.
Osmanlı Türkiye’si açısından ise durum farklı olay ve gelişmeler üzerinde yükselse de, sonuç aynı olacaktı. Kapitalist dönüşüm sağlayacak dinamiklerin güçlü olmaması, geçmişin güçlü Osmanlı İmparatorluğu’nu süreç içinde Avrupa kapitalizminin gerisine düşürmüştü. Özellikle Balkan’larda, artan tahıl, mısır, pamuk, tütün gibi ürünlere ve hayvancılığa gelen taleplerle, kapitülasyonlar denilen ve Avrupa tüccarına ülke içinde mallarını satma olanağı tanıyan imtiyazlarla, Osmanlı pazarının Avrupalı içinde cazip duruma gelmesi çakışmıştı. Bu arada Osmanlı egemenliğindeki Balkanlarda burjuva hareketlerin yükselmesi, kiza geniş Osmanlı topraklırının yükselen kapitalizme hedef olması ve bunun neden olduğu savaşlar, zaten sarsılmış durumdaki Osmanlı Türkiye’sini zayıflatmıştı. Kapitülasyonların süreklilik kazanmasının ardından, ilkini 1838 İngiliz Ticaret Anlaşmasının oluşturduğu bir dizi anlaşmayla, ilerde yarı-sömürgeye dönüşecek olan bağımlılık başlamıştı. Ülkeyi kapitalist ülkelerin denetimine iten bu süreçte, Gülhane Hattı Hümayun-u (1839), ı- Islahat Fermanı (1856), Arazi Kanunnamesi (1859) gibi düzenlemelerle, kapitalizmin gereksindiği hukuk da oluşturulacaktı.
Kapitalizmin girişiyle, öteden beri belli merkezlerde var olan meta dolaşımı, bu kez özellikle kapitalist girişimlerin el attığı alanlarda bir meta pazarının oluşmasına dönüşmüştü. Şimdi kapitalist tüccar, mamul yerine hammadde satın alıyor ve yerine mamul madde satıyordu. Bu temelde oluşan meta piyasası, tüccar aracılığıyla köylülüğün ve kapitalist sermayenin karşı karşıya gelmesi gibi bir sonucu doğuruyordu. Dolayısıyla bu pazar, içerde kapitalizmin girdiği yerlerde (19) yıkılmaya başlayan feodal ilişkilerin bağrında, aynı şekilde yıkılan küçük üreticinin, (20) mülksüzleşmesine bağlı olarak ücretli işçiler olmasını sağlayacak nitelikte değildi. Yani, kapitalizmin meta pazarı oluşturarak yıktığı feodal ilişkilerin mülksüzleştirdiği köylüler, geçmişte kapitalizmin oluşum dönemlerinde olduğu gibi proleterleşemiyordu. Çünkü, emeklerini satın alacak bir sermaye grubu, ulusal bir burjuva sınıf yoktu. Kısacası kapitalizmin girmesiyle birlikte tüm sömürge ve yarı-sömürgelerde olduğu gibi köylülük genel olarak mülksüzleşiyordu, ama onun emeğini satın alacak bir ulusal burjuvazi oluşmuyordu. Kapitalizm öncesi özellikle madenlerin işletilmesinde bu yığınların küçük bir bölümü kullanılıyordu. Geniş kitleler için sonuç: yoksulluk ve işsizlikti.
Söz konusu kapitalistleşme sürecinin önemli özelliği yalnızca ülkede meta dolaşımı temelinde oluşan piyasa değil, daha büyük ölçüde sermayenin ve bu sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisinin de hızla gelişmesiydi. (21) Çeşitlisektörlerde oluşturulan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanması ve satışının tek yetkilisi olmaktaydılar. (22). Aynı durum yeraltı kaynakları için de geçerliydi. Ülkenin yeraltı kaynaklarının tümü emperyalist şirketlerce işletilmekteydi. 20. yy’a girildiğinde 1887’de kurulmuş bir İngiliz şirketi Boraks, 1892’de kurulan Balya-karaaydın şirketi gümüş, kurşun ve linyit, 1892’de kurulanKassandra adlı şirket manganez, bakır ve başka bazı madenlerin işletilmesi için gerekli ayrıcalıkları ele geçirmişlerdi. (23) Emperyalist sömürünün en sert olduğu madencilik bölgesi ise Zonguldak havzası idi. İşletme hakkını “Ereğli Şirketi Osmaniyesi” adlı bir Fransız şirketinin elinde tuttuğu havzada, devletin çıkardığı bir nizamnameyle köylüler 15 gün tarlada, 15 gün ocakta çalışmak zorundaydılar. Çalışma koşulları zenci kölelerden kötüydü. Şirket böylece 10 yıl içerisinde sermayesini iki katına çıkarma olanağı bulmuştu.(24).
Yarı-sömürgeleşmenin bir diğer önemli unsuru da demiryollarıdır. Emperyalist sermaye yatırımlarının %58’inin demiryollarına yönelmesi de bu durumun bir göstergesiydi. Demiryolları işleten şirketin, demiryollarının iki yanında belli bir uzaklık içindeki madenleri işletme hakkını elde etmeleri ve kilometre garantisiyle yapım, bu sektörü emperyalizm için son derece cazip kılıyordu. 1908 yılında İngiltere’nin 440, Fransa’nın 266 ve Almanya’nın 1020 km’lik demiryolu vardı. İzmir-Aydın Demiryolu, İngiliz sömürüsünün ve aynı zamanda 1. Bunalım Döneminin etkin bir unsuru olan Bağdat Demiryolu hattı, Alman sektörünün simgeleriydi.
Ülke alt yapısındaki gelişmelere koşut olarak, devlet hızla borçlanmaktaydı. 1856’da başlayan bu süreç; 1863’de sermayesi tamamen yabancı olan Osmanlı Bankası’nın kurulması ve banknot çıkarma hakkını da tekeline almasıyla iyice hızlanacaktı. 1857’de devlet, borçların faizlerin bile ödeyemeyeceğini açıklayacak ve bu durum giderek tekelciliğin egemen olduğu kapitalist ülkelerin, Osmanlı ülkesini tümüyle denetlemek için Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) yi kurmalarını getirecekti.
Düyun-u Umumiye yalnızca borçlarla ilgili alacakları kollayan bir kuruluş değildi. Gerçekte Düyun-u Umumiye, emperyalist sermayenin ülkey girişinin hangi alanlarda ne tür ayrıcalıklarla gerçekleşeceğini araştıran, organize eden ve emperyalist sermayenin en uygun koşullarda kazanç edenmesini amaçlayan bir kuruluş durumundaydı. Halk ve devlet durmadan yoksullaştığı halde, Düyun-u Umumiye’nin gelirleri artmaktaydı. 1882-83 gelirine oranla örneğin 1911-12 devletin gelir kaynaklarını 1/3’ü, 1910’da gümrük gelirlerinin %95,4’ü ve temettü vergisi denen kazanç vergisinin önemli kısmı Düyun-u Umumiye’ye gidiyordu. Böylece develet bir kalkınma aracı değil, emperyalistlerin kazançlarını koruma şubesi oluyordu (25).
Sonuç olarak toparlamak gerekirse, 1.ve 2. Bunalım dönemlerinde emperyalist sömürü, sömürgecilik biçimlerinde görülmekteydi. Her iki biçimde de olay, doğal ekonominin geçerli olduğu bu ülkelerin yapısını parçalamak ve meta piyasası yaratmak, mülksüzleşen kitleleri yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanında kullanmaktı.

II. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI

II. Dünya Savaşı, gerek gelişmesi, gerekse sonuçları açısından son derece önemli bir savaştı. Bazı yönleriyle bu savaşı, I. Dünya Savaşı gibi yalnızca bir paylaşım savaşı gibi görmek ve bu şekilde tanımlamak, hem olayın, sahip olduğu kapsamın daralması, hem de yol açtığı sorunların eksik değerlendirilmesi gibi hatalara neden olmaktadır. Bu nedenle, III. Bunalım dönemi değerlendirmesine, insanlık tarihinin önemli bir kavşağı olan bu savaşı tekrar irdelemekle başlayalım.
Daha önce belirttiğimiz gibi, savaş gerçekte 1931 yılında Japonya’nın Mançurya’yı işgal etmesiyle başlamıştı. İtalya’nın Etiyopya’yı istilası ve İspanya İç Savaşı ile süren savaş, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslovakya’nın bir kısmını işgaliyle hızlanmış ve 1939’da Çin Devrimi ile sona ermişti. Bu savaş üçlü bir karakter taşıyordu.(26)
İlk olarak, emperyalistler arası bir paylaşım savaşıydı. Bur yanda ABD ve İngiltere’nin yer aldığı, karşısında Almanya, Japonya ve İtalya’nın olduğu iki kampa ayrılan emperyalist ülkeler, bir yeniden paylaşım savaşına tutuşmuşlardı. ABD, Almanya, Japonya ve İtalya yeni pazar istemiyle, İngiltere ve Fransa ise ellerindeki pazarları koruyabilme kaygısıyla hareket etmekteydiler.
ABD’nin İngiltere’nin yanında yer almasının nedeni; İngiltere’nin Almanya karşısında tutunabilmek için ABD’ye önemli tavizlerde bulunmasıydı. Buna göre, yıpranan bir güç olan İngiltere, zaten tek başına faşist kampla başedebilecek güçte değildi. Bu durumda faşist kamp yenerse, ABD’nin liderliğini kabul etmesi olanaksızdı. Özellike Japonya ile ABD’nin çıkarları önemli oranda çelişmekteydi. Öte yandan ABD, ingiltere’nin yanında yer alırsa, hem faşist kamp etkisizleşecek hem de savaşın tüketeceği İngiltere Fransa ABD için tehlike arzetmeyecek; savaş öncesinin en büyük emperyalist gücü olan, ama dünya pazarları üzerindeki payı gücüne oranla çok az olan ABD, savaştan kazançlı çıkacaktı. Sonuçta ABD, kamuoyunun da istediği ve benimsediği bir tercih olarak faşist kampa karşı savaşa girdi. Japon saldırısıyla daha da genişleyen savaşı müdahale eden ABD, savaşın sonucu üzerinde tayin edicibir rol oynayacaktı. Japonya’nın, özellike Fransız ve İngiliz sermayesinin denetlediği bir yarı sömürge olan Çin’e saldırısıyla başlayan paylaşım savaşı, 1945’de Japonya’nın teslim olmasıyla sonuçlandı. Savaşın emperyalist güçler açısından tek galibi ABD oldu.
Almanya, Japonya ve İtalya yenilgiye uğrayınca, yeni pazar kazanmak bir yana, kendi ülkelerinin de işgali durumu ile karşı karşıya kaldılar. İngiltere ve Fransa ise savaştan büyük yıkımla çıktılar. Fransa, dört yıldır faşizmin işgalinde kalmış, harabeye dönüşmüştü. Sömürgelerini koruyordu ancak sermayesi, sömürgeciliği büyük çapta sürdürmeye yetmekten -en azından kısa vadeli sonuçları- açısından uzaktı. Bu nedenle savaş sonrasında ABD sermayesi, hem Fransa’da hem de sömürgelerinde etkin biçimde yerini aldı. Aynı şeyler aşağı yukarı İngiltere açısından da geçerliydi. Her iki ülke de savaşı kazanmış görünmelerine karşın, savaş sonrasında ABD sermayesine bel bağlamak zorunda kalacaklardı.
Ayrıca, eski tip sömürgecilik artık yeni dönemin koşullarına ve gereksinmelerine karşılık vermekten uzak bir hantallık anlamına geliyordu. Bilimsel ve teknolojik devrimin açtığı yeni ufuklar ve işgalcilik olgusunun, dünya halklarının giderek yükselen hareketliliğini getiren niteliği, savaşı izleyen yıllarda anlamını daha çok İngiltere ve Fransa’da bulan klasik sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin terkedilmesini getirecekti. Ezilen ülkelerin bir kısmı siyasal düzeyde var olan ya da yeni kazandıkları bağımsızlıklarını, ekonomik bağımsızlıkla pekiştiremeyince, bayraktarlığını ABD’nin yaptığı ve giderek dönemin başlıca emperyalist sömürü biçimi durumuna gelen yeni sömürgeci yöntemlere teslim edeceklerdi.
İkinci olarak, II. Dünya Savaşı sosyalizmle kapitalizmin savaşıydı. SSCB, daha Ekim Devrimi’nden başlayarak, emperyalizmin saldırılarıyla karşılaşmıştı. Emperyalizm, kendisinden daha ileri bir toplumsal yapılanma anlamına gelen bir ülkeyi boğmaya çalışmıştı.
Açıktan müdahale sonuç vermeyince, bu kez ekonomik ve siyasal bir tecrit yoluna gidilmiş; SSCB ablukaya alınarak sosyalizmin yıkılması amaçlanmıştı. Ancak, anarşiden uzak planlı bir gelişme, 30’lu yıllarda gerçekleşen yüksek kalkınma temposu, SSCB’yi 40’lı yıllara, ağır sanayileşmeyi büyük ölçüde tamamlamış, devrim sonrası siyasal çalkantılara ilişkin sorunlarını çözümlemiş bir ülke olarak taşımıştı.
II. Bunalım Döneminin bütün süreci, SSCB’nin dünya düzeyinde yüksek bir prestije sahip olmasıyla ve kapitalist dünyanın halklarını derinden etkilemesinin örnekleriyle doluydu. Bu yıllarda özellikle Avrupa işçi sınıfı, kendi geleneğinin bir parçası olarak SSCB’nin verdiği güven ve moral etkiyle, emperyalizmi tedirgin edici ölçülerde örgütlenmişti.
Sosyalizmin maddi bir güç oluşu öncelikle aydınları etkilemesini getirmişti. ‘Avrupa Devrimi’ beklentisine pratikte ciddi olarak darbe vurulmuş ve bu kez mahkum edilmiş, çapı giderek genişleyen faşizm olgusu bile, Avrupa’yı etkileyen yeni dalgayı boğamamıştı. Savaşa girildiğinde sosyalizm Avrupa ülkelerinin pek çoğunda, işçi sınıfıyla önemli buluşma durakları yaratmış bulunuyordu.
Savaşı başlatan faşist ülkelerin en büyük hedefi SSCB idi.
Kaba bir anti-komünizmi, eklektik ideolojisinin en önemli silahlarından biri hatta birincisi olarak kullanan faşizm için SSCB, emperyalizme kapalı çok büyük bir pazar ve aynı zamanda komünist hareketin bastırılması için boğulması zorunlu bir ülkeydi. Durum, ABD ve İngiltere açısından da değişik değildi.
Sonuçta, 1941’de Almanya’nın SSCB’ye saldırısıyla, kapitalizm ve sosyalizmin daha önce İspanya İç Savaşı’nda küçük çapta yaşanan çatışması, bu kez daha büyük ölçekli olarak başladı. Alman saldırısı sonucunda, objektif olarak SSCB ile aynı cepheye düşen ABD ve İngiltere’nin tavrı, bir dönem savaşın sosyalizm ile kapitalizzm arasında cereyan eden bu boyutunu gizlemek oldu. Savaş, 1941-44 arasında Almanya-SSCB savaşı olarak geçerken, İngiltere ve ABD savaşa Kuzey Afrika’nın paylaşılması ve İngiltere’nin korunması bazında katılmışlardı. (ABD bu dönem savaşı zaten esas olarak Japonya ile yeniden paylaşım düzeyinde sürdürmekteydi.) Böylece, Kıta Asya’sının iyice harap olması ve Almanya’nın, son darbe öncesinde yeniden paylaşımda yer alacak diğer güçlerin de ezilmesi; daha önemlisi, SSCB’nin ezilmesi amaçlanıyordu. Ancak 1943’de Almanya SSCB önünde gerilemeye başladı. SSCB yanında fiili olarak yer almaya başlayan ABD ve İngiltere, 1944’de Alman gerileyişinin bozguna dönüşmesi sonucunda, Kıta Avrupa’sının sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla savaşa katıldılar.
Buna karşılık yine de Doğu Avrupa’nın önemli kısmı sosyalist orduların denetiminde kaldı. Bu olgu, yani Kızıl Ordu etmeni, söz konusu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleriyle bütünleşince, savaş, Doğu Avrupa’da halk demokrasilerinin kurulmasında başat rol oynadı.
SSCB’nin Almanya’yı yenmesi, ABD ve İngiltere’nin hesaplarını bozması, savaştan güçlenerek çıkması, sosyalizmin dünya çapında sahip olduğu prestiji artırdı. Sosyalizm artık emperyalizmden kurtuluşun biricik yolu olarak dünya halklarının umudu olmuştu zve sosyalist iktidar mücadelesi, Avrupa’dan sömürge ve yarı-sömürge ülkelere kaymaktaydı.
Üçüncü olarak, II. Dünya Savaşı, emperyalistlerle dünya halkalarının savaşıydı. II. Dünya savaşına girildiğinde, birçok sömürge ve yarı-sömürgede, giderek yükselmekte olan ulusal kurtuluş hareketleri gündemdeydi. Savaş yıllarğnda açık işgal ordusunun da etkisiyle bu hareketler hızla kitleselleşti. Bağlaşık olarak asıl insiyatifin giderek işçi sınıfının önderliğine kayması nedeniyle, hareketler sosyalizmi hedefleyen perspektiflere yöneldiler.
Şu nokta önemlidir: Savaş, dünya halklarının salt Alman ya da Japon faşizmlerinden değil, bütünlüklü bir olgu olarak emperyalizmden kurtulma savaşlarıydı. Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı 1932’de Kore’yi işgal etmesi ve 1937’de Çin’e saldırması, gerek Çin gerekse Kore’de işgale karşı mücadeleyi körüklemiş, önderlik Komünist partilere kaymıştı.
Balkan ülkeleri ve genel olarak Kıta Avrupası’nda ise savaş fiili Alman işgaline karşı başlamış, giderek sosyalist iktidar mücadelesiyle çakışmıştır. Fransa, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslavakya, Macaristan gibi ülkelerde işgale karşı savaşın gerçek boyutu buydu. Birçok komünist partisi bizzat bu savaş içinde nitel ve nicel bağlamda güç kazanmıştı. Yunanistan’da başlangıçta İtalya’ya sonra Almanya’ya karşı süren savaş giderek İngiltere’ye karşı savaşı da içermişti. Yugoslavya’da Alman işgaline karşı başlayan savaş, İngiliz beslemesi Çetnikler’e karşı savaşla yan yana yürümüştü. Öte yandan Vietnam’da savaş, Fransız işgaline karşı yürütülürken, Orta-Doğu ülkelerinde ve Hindisten’da İngiliz sömürgeciliğine karşı boyutlu bir hareketlilik biçimini almıştı. Kısacası, savaş yılları boyunca emperyalizme karşı halk hareketlilikleri vardı ve niteliği anti-faşizmle sınırlı değildi, anti-emperyalist bir genişlik taşıyor ya da hızla buna dönüşüyordu.
Nitekim, emperyalistler arsı savaş bittikten sonra da dünya halklarının emperyalizme karşı savaşı sürdü. Çin ve Yunan iç savaşları, ayrıca Kore savaşı bu durumun göstergeleridir. Emperyalist zincirin çözüldüğü bir dönem olan Dünya Savaşı, sonuç olarak halkların emperyalizme karşı dünya çapında bir uyanış dönemi olarak, soluklu bir halk savaşı olan 1949 Çin Devrimine kadar sürdü. Avrupa Halk Demokrasilerine Çin’in eklenmesiyle savaş, dünya savaşı olmaktan uzaklaştı. Ancak emperyalizme karşı isyanlar, çeşitli bölge ve ülkelerde sürdü, giderek III.Bunalım dönemi çelişki ve ilişkilerine yön veren bir nitelik kazandı. III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilerini saptamaya geçmeden önce özetleyerek çerçevesini çizmeye çalıştığımız II. Dünya Savaşının bir bütün olarak ortaya koyduğu durumu; savaşın sonuçlarını, genel çizgileriyle de olsal saptamak, III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilenini ve bu temelde yükselen uluslararası ilişkileri, daha sağlıklı kavrayabilmek açısından gereklidir.
Savaşın sonuçların, savaş sonunda dünya ölçüsünde ortay çıokan panaromayı dört maddede özetleyelim:
a) Birincisi: Sosyalist bir blok doğmuştu. Bunun doğrudan ilk sonucu; emperyalizmin ağırlıklı sorununun kendi karşıtları sosyalizmle ve dünya halklarıyla çatışmaların ağırlık kazanması olacaktı.
I. Bunalım Döneminde emperyalizmin politikası esas olarak ve heman hemen tamamen yeniden paylaşıma yönelmişti. ABD, Almanya, Japonya gibi pazarda payı az olan ülkelerin pazarda ağırlıklı yer alma ve Fransa, İngiltere gibi ülkelerin buna karşı kendi pazarlarını koruyabilme çabaları; dünyadaki olay ve süreçlerin kökeninde yatan nedendi. Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki anti-emperyalist hareketlilik, emperyalizmin varlığını tehdit edici boyutlarda değildi. Sömürge ve yarı-sömürgelerin çoğunda henüz uluslaşma ve ulusal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele olgunlaşmamıştı. var olanlar da son derece cılızdı.
Kuramsal düzeyde,emperyalizmle dünya halkları arasında sınıfsal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele olgunlaşmamıştı. Var olnlar da son derece cılızdı. Kuramsal düzeyde, emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma, emperyalistler arası çatışmayla birlikte dönemin başlıca çatışmalarından birini oluşturuyordu. Buna karşın, bu durumun hayatın gerçekliği içinde kazanacağı anlam biraz değişiyordu. Zaten yetersiz olan dünya halklarının hareketliliği sağlam bir temele sahip değildi. Bu hareketlerin sosyulist iktidar mücadelesinin bir parçası olarak yürütülmemesi, işçi sınıfı hareketi önderliğinde yürselememsi gibi nedenlerle etki alanının daralması başarısızlıkları getiriyordu. Nitekin Birinci Bunalım Döneminde, pek çok ülkenin sömürgeleşmesine ya da yarı-sömürgeleşmesine karşın, Sudan’ın ancak geçici bir dönem emperyalist işgale karşı savaş sonucunda işgalden kurtalması örneği dışında, emperyalezme karşı ezilen halkların başarılı bir bağımsızlık savaşı olamamıştı.
Ancak Rus Devrimi olayların çehresini değiştirecek, emperyalist kapitalist sisteme vurulmuş ağır bir darbe olacaktı. Bununla birlikte Rus Devrimi’ni izleyen sürecin beklenen bir devrim dalgasına neden olmaması, Almanya, Macaristan ve Bulgaristan’daki girişimlerin bastırılması, SSCB’de sosyalizmin açısından tek ülkede atılan adımlara karşın, sosyalizm beklentilerini, en azından emperyalist ülkeler için durdurmuştu.
Faşizmi, devrimci dalgayı bastırmada bir çözüm olarak kullanan emperyalizm, dönem boyunca ağırlıklı çabalarını dünyanın yeniden paylaşılmasına ayırmış, Almanya, Japonya ve İtalya’nın bu yolda bir savaş örgütlemeleri, dünyadaki oluy ve süreçleri belirleyen temel neden olmuştu. Ezilen halkların özellikle Çin’de yoğunlaşan hareketliliği ise emperyalizmin söz konusu yönelimini caydırıcı boyutlara ulaşamamıştı.
İkinci Dünya Savaşı ise sonuçlarıyla, olay ve süreçlerin bu karakterini dönüştürücü bir nitelik taşıyordu. Çin’e, Kore ve Vietnam’ın Kuzeylerinin de eklenmesiyle sosyalizm olgusu, dünyanın 1/3’ünü emperyalizme kapayan bir boyut kazanıyordu. Bu ülkelerin, ekonomik dayanışmanın dışında siyasal düzeyde de birlikte hareket etmeleri, olayın sonuçları daha da etkili kılmaktaydı.
Bu olguya aşağıda değineceğimiz gibi kurtuluş hareketleri de eklenince, emperyalizmin olay ve süreçlere yaklaşımının kökeninde yatan neden yeniden paylaşmaktan çok, varlığını koruyabilmek çabası oldu. Ne var ki emperyalistler arası rekabet genel bir çatışmaya dönüşme karakteri taşıması da varlığını koruyordu. Ancak bu durumun, sürece yön veren dinamiklerin yalnızca bir ucunu oluşturması, diğer iki dinamik olan sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin caydırıcı bir karakter kazanmalarını getirecek ve emperyalistler arası rekabetin bir paylaşım savaşına dönüşmesini engelleyecekti.
b) ABD’nin, savaştan emperyalist-kapitalist sistemin Jandarması, dünya emperyalist sistemin örgütçüsü ve lideri olarak çıkması, savaşın ikinci önemli sonucu oldu. Savaşın ABD topraklarında geçmemesi nedeniyle diğer emperyalist güçlerin (İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’nın) topraklarının, sanayilerinin harap olduğu koşullarda, ABD savaştan korunmuş güçlü ve ileri bir sanayileşme düzeyine sahip olarak dönemi kapatmıştı.
Bunun yanısıra, söz konusu sanayii güçlendirmesi iç örgütlülük ve birikim olanakları açısından da ABD avantajlıydı.
Almanya ve Japonya savaşı yitirmekle rakip olmaktan çıkmışlardı. İngiltere ise, savaşı kazananlar arasında yer almasınakarşın, sermaye birikimi olanakları ve iç örgütlenmesi ile sanayiini katlayarak geliştirme şansını nerdeyse sıfırlamış, bir ülkeydi. Bu ülkelerin hiçbiri, ABD’nin daha savaşın ortalarında başlattığı teknolojik atılıma ayak uydurabilecek düzeyde değildi. Sonuçta, bu avantajlarını iyi değerlendiren ABD savaş sonrasında, üstünlüğüne dayanak olacak uluslararası örgütlenmeler oluşturma yoluna giderek, gereksindiği kurumsal ve hukuksal temeli de yaratacaktı.
Bu yolda ilk oluşum, dönemin dayattığı yeni ilişkilerin uygun bir para sistemin yaratıldığı Bretton Woods Konferansı oldu. Doların, daha İkinci Bunalım Döneminde durumu önemli oranda sarsılmış olan Sterlin’in yerini alarak uluslararası kapitalist ticaretin ve emperyalist sermaye ihracının para birimi durumuna gelmesine yol açan bu konferansı, IMF, IBRD gibi yeni para sistemine uygun uluslararası emperyalist kurumların oluşturalması izleyecekti. Bu sürecin bir halkası olarak, ABD’nin jandarmalığı kurumsal düzeyde anlam kazanacaktı. Emperyalist-kapitalist sistemin başlıca ülkelerin ordularının doğrudan doğruya ABD genel kurmayının denetiminden girmesi anlamına gelen NATO ise varlık gerekçesini; komünizm tehlikesi olarak açıklayacaktı.
III. Bunalım Dönemi ilişkileri oturdukça söz konusu durum daha da belirginleşti. Artık, dünya, emperyalistlerin yeniden paylaşma alanları değil, emperyalizmle sosyalizmle dünya halkları arasındaki çelişmenin olay ve süreçlerinin kökeninde yattığı bir aşamaya sahne olmaktaydı. Dönüşüm sonrasında ilk kez bu dönem emperyalist güçlerin tamamı aynı kamp içinde bir araya gelerek ordularını bir komuta altında birleştiriyorlardı. Bunun tek anlamı vardı: Entegrasyon, var olma yolunda saldırganlık... Emperyalistleri, aralarında giderek derinleşecek olan çelişmelere karşın, bir arada olmaya ve bu temelde kurumlaşmaya, üstelik içlerinden birinin, ABD’nin önderliğini diğerlerinin kabul etmesine zorlayan bir zemin oluşmuştu.
c) II. Dünya Savaş’ının diğer önemli sonucuysa, ulusal kurtuluş hareketlerinin bağımsızlık savaşlarını yükseltmesiydi. Yukarıda da değindiğimiz gibi, emperyalizmle dünya halkları arasındaki savaş, II. Dünya Savaş’ının önemli boyutlarından biriydi ve en önemli halkasını Çin oluşturmaktaydı. Savaşın diğer boyutlarının 1945’de sona ermesine karşın, Çin’in emperyalizm ile savaşının sonuçlanması 1949’u bulacaktı. Savaş, Avrupa’daki örneklerinin yanısıra, Kore ve Vietnam’ın kuzey bölgelerinin Japon ve Fransız emperyalistlerden arındırılması sürecine tanık olacaktı.
Büyük Ekim Devrimi’yle ulusal kurtuluş hareketleri, sosyalizme yönelmek gibi bir özellik kazanmıştı. Gerçek bağımsızlığın, gerçek kurtuluşun ancak ekonomik bağımsızlığın sağlanabilmesi bir anlam kazanacağı, ekonomik bağımsızlıkla bütünleşmemiş bir siyasal bağımsızlığın göstermelik olmaktan öte bir anlam taşıyamayacağı yeterince ortaya çıkmış; Rus Devrimi ile düş olmaktan çıkan sosyalizm, bağımsızlık ve gelişmenin gerçek ve sınanmış anlamı durumuna gelmişti. Bu olgunun ulusal kurtuluş hareketlerine yapacağı etkiler kaçınılmazdı. Bu noktada, Çin devriminin önemi ve yüklendiği misyon açığa çıkmaktaydı.
Çin devrimi herşeyden önce emperyalizme karşı savaşa ve devrim olgusuna, demokratik halk iktidarlarının oluşturulmasına kazandırılmış yeni bir bakış, yeni bir soluk anlamına gelmekteydi. Klasik ayaklanma stratejisi, bu devrimle yerini, sömürge ve yarı-sömürgeler için geçerli bir model olarak Halk Savaşı stratejisine bırakıyor; Lenin’in, köylülüğü devrimin temel güçlerinden biri olarak gören yaklaşımı, bu kez geliştirilmiş yekliyle köylülüğe temel güç olabilme işlevini yükleyen yeni bir yaklaşıma kuramsal neden oluyordu.
Sonuçta; sosyalizmi, sanayileşme sorununu en temelde çözümleyebilmiş ileri kapitalist ülkelerin geçebileceği bir toplum biçimi olarak gören klasik mantık yerini, sosyalizmi bütün dünya ülkeleri için somut hedep durumuna getiren yaklaşıma bırakıyordu. Bu, Lenin’in emperyalizm süreciyle birlikte, devrimin objektif koşullarının tüm dünyada olgunlaşmamış biçimde de olsa varolduğu yolundaki saptamasının tamamlanması anlamına gelmekteydi.
Sosyalizmin, emperyalizmin duvarlarıyla çevrili de olsa tek ülkede inşaasının olası olduğu gerçekliğinin ardından sosyalist toplum kuramına yapılmış iki önemli katkı gelişordu. Ayrıca, Rus Devriminin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin gerçekliğine uygun düşmeyen stratejisi, yerini, bu ülkeler düzeyinde, yine Rus Devrimi modelinin geliştirilmesiyle ve onun açtığı yoldan yeni bir boyutun yakalanması ile halk savaşı stratejisine bırakıyordu.
Halk Savaşı, genel ayaklanma stratejisine eklenmiş ikinci bir devrim stratejisi oldu ve III. Bunalım Döneminde yeni-sömürge ülkelerde temel çizgileriyle geçerli olma özelliğini korudu.
Bunun dışında Çin devrimi, emperyalist sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik politikalarına vurulmuş ağır bir darbeydi. Savaş sonrasında bilimsel ve teknik ilerlemenin yol açtığı yeni olanaklar, sömürge yollarının denenmesini olanaklı kılmıştı. Bu durum, Çin devrimi öncesinde de var olan fiili işgale karşı hareketliliiğin bu devrimden sonra daha da yükselmesi olgusuyla birleşince, eski sömürgeci taktiklerin terkedilmesi ve yeni sömürgeci yöntemlerin oluşturulmasında önemli etken oldu.
d) 2. Dünya Savaşı sonrasının önde gelen özelliklerinden bir de teknolojik gelişmenin hızlanması ve uluslararası bir nitelik kazanması olmuştu. Bilim ve toplum arasında, sürekli ve karşılıklı etkilenmeye dayanan bir bağ vardır. Toplumsal gelişmede bilimin ulştığı boyut önemli rol oynamış, bilimsel etkinliklerin açtığı ufuklar her zaman toplumu ileriye iten, üretim araçlarının gelişmesini sağlayan bir etken olmuştur.
Özellikle Bilimsel Devrimin başlangıcı olarak kabul edilen Rönesans (1440-1540) ile birlikte toplumsal gelişme üzerinde daha önemli roller oynamaya başlayan bilim, sanayi devrimi sürecinde birikimini artırmıştır. 20. yy. ise bilim ve teknolojinin, giderek toplumsal hayatın belirleyici güçlerinden bir olmak gibi bir işlev yüklenmesini getirecekti. 2. Dünya savaşı sondasında özellikle belirginleşen bu durum, Emparyalizmin 3. Bunalım döneminin bir bilimsel ve teknolojik devrime sahne olmasında somutlaşacaktı.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelciliğe dönüşümü, bilimin üretime yönelik etkinliklerinin de önemli ölçüde değişmesini beraberinde getirmişti. Çünkü tekelcilikle birlikte savaş olgusu daha fazla ağırlık kazanmış, paylaşım savaşları dünyayı sarsmaya başlamıştı.
Topyekün bir paylaşım savaşına hazırlanmaları, bilimsel çalışmaların tamamına yakınının sürdüğü emperyalist ülkelerde bilimin savaş sektörüne yönelmesini doğurmuştu. Bu durum özellikle 3. Bunalım döneminin karakteristiklerinden biri olacaktı. Tekellerle emperyalizm ve savaş arasında sıklaşan bağlar, en büyük harcamaları silahlanma üzerinde olan emperyalistlerin, yeni silahları büyük tekelci şirketlere sipariş vermelerine yol açtı. Bu silahların, jet uçakları, yerden yönetilen roketler, baliştik roketler, alarm ve hidrojen bombaları -yalnızca orjinal buluş olmaları açısından değil, arkadan gelen sürekli değiştirme zorunlulukları açısından da giderek daha fazla bilime ihtiyaç duyulacaktı.
Emperyalistler büyük bir hızla bilimsel araştırma ve gelişmelere yönelirken, askeri araştırma harcamalarının; sadece bilimsel araştırmaları değil , sanayi araştırmaları harcamalarını da aşmasına yol açıyordu. Tekellerin bilimsel araştırmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma amaçları, bilimsel araştırmaların sınırlarının emperyalist hükümetlerce saptanmasını getirdi. Üniversitelere yapılan baskı (27) bilimsel çalışmaların seyrinde köklü bir değişikliği getiriyor ve üniversitelerde araştırmalar tekellerin gereksindiği sektörlere ve özellikle silahlanma sektörüne yöneltiliyordu.
“3. Bunalım döneminde, bilimsel ve teknolojik devrimin bir sonucu olarak bilimin toplumsal süreçlerin üzerindeki önemli rollerinin açığa çıkması ile birlikte, büyük masraflarla üniversitelerden bağımsız araştırma birimlerinin kurulması, özellikle silahlanma ve uzay konularında oluşturulan bu birimlerin üniversitelerden bağımsız çalışmaları sağlanacaktı. Nitekim bugün dünyanın belli başlı tüm uluslararası tekelleri, kendi sektörüne ilişkin araştırmaları kendisinin finanse ettiği birimlere yaptırmakta, devlet desteğiyle gerçekleşen bu politika, devletlerin de benzeri etkinlikleri yürütmelerini getirmektedir.
Britanya’da, serbest teşebbüsün kalesi sayılan Birleşik Amerika’da savunma ile ilgili araştırma programlarının baskısı altındaki hükümetlerin, üniversitelerin finansmanını yüklenmeleri, araştırmaların statüsünde muazzam bir değişikliğe neden olmuştur. Şu an için, araştırmalar üzerindeki denetim, hiç değilse Britanya’da daha kolaydır. Ama yine de araştırmaların genel yönü artık hükümetler tarafından saptanacak demektir...” Aynı statü kaybına, 17.yy’den itibaren bilimin ilerlemesinde büyük rol oynayan mucitler ve amatör bilim adamları da uğraşmışlardır. Artık bilim adamları ve teknologlar, doktorların çoğuyla beraber, ücret karşılığı beceri satan ya da kendi hesabına çalışan, kelimenin eski anlamında profesyonel olmaktan çıkıp devletin ya da büyük şirketlerin memurları durumuna gelmişlerdir. Önce tedricen, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ise çok hızlı gelen bu değişim, bunların hayatlarını kazandıkları kaynaklara bağlılıklarıyla, bilimin korunması, geliştirilmesi ve uygulanmasıyla ilgili sorumlulukları arasında derin bir çelişki yaratmıştır. (28)
Savaş sonrasında kendini açıkça gösteren bilimsel ve teknolojik devrim, dünya üretici güçlerinin daha önceki bütün gelişme aşamalarında bu ön koşulların yaratılmasına bağlı olarak gündeme gelmişti. Özgül özelliklerinden biri, üretim tekniklerini kökten değiştiren, yeni ve yürsek derecede üretken araçları ve yeni donatımları kullanma olanaklarını öngören bilim ve teknolojide bir çok dalın doğuşu oldu. Ayrıca bir çok alandaki ilk buluşlar, hızla başka alanlara yayılarak ilerleme temposunu artırdı. Atomik parçalanma yalnızca nükleer enerji sanayinin doğmasına neden olmadı, aynı zamanda sanayide, tarımda izotop ve radyasyonların geniş çaplı kullanılmasının yolunu açtı. (29) Uzay keşiflerindeki ilerleme, doğrudan ya da dolaylı olarak metalurji, coğrafya ve jeoloji gibi değişik alanlarda ilerlemyi hızlandırdı.. Suni peyklerin gelişmesi, yalnızca yeryüzüne bağlı değişik ölçüleri denetlemekle kalmadı, aynı zamanda maden kaynaklarının yerini belirten etkili araçlar oldu. Sibernetik bilimin pratik bulmasıyla, hem yeni hem de eski üretim dallarından daha yeni yüksek bir aşamaya, otomasyona geçildi. (30) Giderek daha büyük bir adım anlamına gelen ve canlı doğa süreçlerinin özlü biçimde incelenmesi temeli üzerinde, makine yapım ve teknoloji sorunlarının çözümünü gerektiren fizik, kimya, biyoloji bilimlerinin bütünleşmesi anlamına gelen “bionik” doğacaktı.
Kısacası dünya, Mahir Çayan’ın ifadesiyle “burjuva araştırmacılarının II. Sanayi Devrimi, Marksist araştırmacılarınsa, Bilim ve Teknolojik Devrim dedikleri bir döneme girmişti. Bu Aydınlanma Cağı’nın tanık olduğu ilk bilimsel devrimin ardından gerçekleşen ikinci bilimsel devrimdi.
Sözkonusu iki devrim arasında çok önemli bir fark vardır. İlk devrim, bilimsel yöntemin bulunmasına yol açmıştı. İkinci Devrim ise çok değişik bir temelde yükseliyordu. Bu kez yöntemin bulunmasından çok, onunu uygulanması sözkonusuydu. Ancak ikinci bilimsel devrim, insanın doğaya hükmetmesinin yolunu açacak sonuçlar doğuracak, kapitalizmin çürümesi ve sosyalizm olgusuna koşut bir nitelik taşıyacaktı. İkinci devrimle bilimin rolü ve üretim üzerindeki etkisi açığa çıktığından, savaş sonrası bilimsel araştırmaların boyutu ve aldığı yol tüm bir insanlık tarihinin bilimsel ilerlemesini aşacak boyutlara ulaşacaktı. Bunun çok yönlü sonuçlara yol açması kaçınılmazdı.
Bu olgu, III. Bunalım döneminin başat özellikterinden biri olarak söz konusu sürecin tüm ilişkilerini, olay ve süreçlerini derinden etkiledi. Sosyalizm ve kapitalizm yaklaşımları kuşkusuz temelden farklıydı. Bu farklılık, Lenin’in daha 1913’de değiniği gibi sosyalizmin olaya insanlığın genel ilerlemesi ve özgürleşmesi temelinde yaklaşmasından kaynaklanmaktaydı. Çünkü Bilimsel ve Teknolojik Devrimin emperyalizm açısından; onun yaşama çabasından kaynaklanan saldırganlığını, yeni sömürü teknikleriyle geliştirebilmesine ve sosyalizmin yayılmasının karşısına bu şekilde çıkmasını açacaktı.
Teknoloji, diğer yönüyle otomasyon, insanın üretim sürecine katılma payının azalması, emeğin daha az kullanımı ve nitelikli emeğe duyulan gereksinimin azalması gibi sonuçlar kaçınılmaz kılmaktaydı. Böylelikle üretim ve dolayısıyla sermayenin uluslararasılaşmasının ve tekelleşmesinin bu ölçüde boyutlanarak sürmesi, kısa vadede elde ettikleri önemli kazanımlara karşın, uzun vadede emperyalist kapitalist sistemi depresyona zorlayan sonuçlar doğuracaktı.
Teknolojinin, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması sürecini hızlandırmasının başlıca nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
a) ABD’de gerekli teknolojinin geliştirilmesi için yeterli sermayeye sahip olan ya da bu sermayeyi bulabilecek ve diğer ülkelerde bu alandaki boşluktan yararlanabilecek şirketler vardı.
b) Bu teknik liderlikte, ABD şirketleri, devletin önemli boyutlardaki araştırma ve geliştirme bağışlarından yararlanmaktaydı.
c) Bu şirketler, uluslararası ilişkilerde ya kendi başlarına ya da ABD’nin dünya ölçüsündeki askeri programları ve bir denetim aracı olan yardım programları sayesinde önemli oranda deney kazanmışlardı.
d) Büyük şirketlerde, cömert hükümet yardımlarıyla bilimsel araştırma ve teknoloji gelişme bütünleşmiş, böylelikle bilimsel olanaklar, üretim sürecini kısaltmanın önemli bir unusuru olarak kullanılmıştı. Bu da uluslararası şirketlere, kendisinden daha büyük ve daha az güçlü olana rakipleri üzerinde dünya düzeyinde bir üstünlük sağlamıştı.
e) Ulaşım olanaklarının artması, ulaşımın kolaylaşması, yabancı ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmeyi olanaklı kılmıştı. Böylece, çeşitli ülkelerde kolları olan, birbirleriyle bağlantılı alanlara yayılan çok uluslu şirketlerin güçlenmesinin koşulları oluşmuştu.
Bilimsel teknolojik devrimin bir sonucu olarak, kömür, petrol, tekstil, demiryolculuğu, vb. sanayi dallarının yerlerini giderek yoğunlaşan biçimde teknolojiye dayanan elektronik ve nükleer sanayinin almaya başlamasının koşulları oluşacaktı.
İngiliz bilim adamı John Bernall, bilimsel ve teknolojik devrimin sonuçlarını şöyle saptıyordu.:
Birinci eğilim ;yalnızca nükleer enerjinin keşfine değil aynı zamanda yeni üretim yollarının geliştirilmesine de bağlı olan tükenmez enerji kaynaklarının bulunması.
İkinci eğilim ; bilgisayarların bulunması ile makinenin ve insanın yeni bir yaşam biçimine yönelmesi.
üçüncü eğilim ; biyolojik sürecin niteliğinin daha derin taranması, böylece biyoniğin ortaya çıkması (31)
Bu üç önemli saptamaya, Bernall sonrasında saptanan dördüncü bir eğilim olarak uzayın keşfinin açtığı yeni ufukları ekleyebiliriz (32)
1950-68 döneminde kapitalist dünyada, her sanayi dalında istihdam ve sermaye yatırımlarından çok, bilimsel personel ve araştırmaların daha geniş biçimde kullanımı ve teknolijik ilerlemeler, üretimin karakterini de önemli oranda değiştirmekteydi. Örneğin bilimsel ve teknolojik devrim öncesinde, mikroorganizmalar, yalnızca özel besin ve kimya sanayiileri girişimlerinde uygulama buluyordu. Bilimsel ve Teknoloji Devrimden sonra ise bunlar suni protein üretiminde, madenlerin işletilmesinde ve daha başka alanlarda petro kimya sanayii tarafından kullanılır oldu.
ABD’de Batı Avrupa’da Japonya’da sanayideki eğilim, yalnızca büyük işletmelerce küçük ve orta ölçekli girişimlerin şiddetle yutulmasıyla değil, aynı zamanda büyük tekeller ve korporasyonların hızlı biçimde bütünleşmesi biçimndeydi. B.T.D., üretimin yoğunlaşmasını getirmiş ve uluslararsı tekelleri güçlendiren bir işlev yüklenmişti. Sözkonusu şirketlerin bilimsel gelişmeliri kendilerine yedeklemeleri ve giderek bilimsel çalışmaların yönelimini belirlemeleriyle edinilen dezavantaj çokuluslu tekellere muazzam birgüç kazandırmıştı.
Ayrıca tekelleşme yalnızca uluslararası ölçüde sürüyordu. Metropol sınırları içinde de teknolojik devrim tekelleşmeyi hızlandırmıştı. Bir yandan üretim yoğunlaşırken, öte yandan tekelleşme sürüyordu. Gerçekte emperyalizst dönemde de sanayi, taşeronlara ve yardımcı gereç yapımlarına yaşama şansı tanımaktaydı. Ve bu gelişmeydi. Ancak, Bilimsel Teknolojik Devrim, bu gereksinmeyi ortadan kaldıracak ve ara imalatçılık giderek gereksinme duyulmayan fazlalıkları durumuna düşerek çözülecek ya da tekellere eklemlenecekti.
Örneğin, ABD’de 1967’de 2400 şirketin birbirlerine eklemlendiği saptanmıştır. 1969’da bu rakam 5400’ü bulmuştur. Aynı durumdaki şirketlerin sayısı F. Almanya’da 1963’te 25 iken, 1969’da 100’dür. İngiltere’de gelişen sanayi dallarında birbirlerine eklemlenen şirketler toplam şirketlerin 1/3’ünü oluşturmaktadır. (Bernall age) Tekelleşme sürecinde üretimin yoğunlaşması, daha hızlı bir büyümeyle sonuçlanır. ABD’de en büyük 500 şirket, ülkenin toplam sanayi üretiminin yarısını imal etmektedir.
İngiltere’de 180 şirket, bütün sanayi üretiminin %40’ına yakınını karşılar. Fransa’da ise 100 tröst, toplam sanayi üretiminin 2/3’üne yakınını denetler. Bu arada tekellerin birbirlerine eklemlenmeleri de olayın bir diğer yanını oluşturur.
Aynı zamanda bilimsel teknolojik devrim, ekonominin askerileştirilmesinin bir aracı olarak kullanılmaktaydı. Siyasal düzeyde anlamını anti-komünizmde bulan olgu, girçekte emperyalizme; silahlanma ve sosyalist ülkeleri de silahlanmaya yöneltmek yoluyla varlık temellerine yeni ve güçlü bir olgular katma şansı getiriyordu. Bu nokta son derece önemlidir.
Kaynakları bu alana akan devrimini yapmış ülkeler, doğal olarak kaynak isteyen diğer alanlardan öz veride bulunmak durumunda kalıyorlardu. Bilimin de askerileşmesi demek olan bu durum, bilimsel araştırmalar içindeki aslan payını askeri harcamaların tutması anlamına gelmekteydi. Örneğin, ABD’de bu oran %62’yi bulacak askeri siparişler, havacılık, elektronik, nükleer gibi stratejik sanayi dalları, toplam üretimin %32,65’ini oluşturacaktı. Böylece bilimsel teknolojik devrim, dünya halklarının sırtında bir yüke dönüştürülüyordu.
Bilimsel teknolojik devrimin tartışma gündemine soktuğu diğer bir konu da, insanlığın gelişmesinde muazzam bir adım anlamına gelen bu devrimin emperyalist-kapitalist sistemi değişime zorladığı ve sistemi çözdüğü biçimindeki yaklaşımdır. Buna göre; bilimsel patlama, üretimin emeğe duyduğu gereksinmeyi azaltmış ve dolayısıyla da artı değer sömürüsü önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu durumda proletarya sınıf olarak çözülmüş ya toplumsal dinamizm sınıf kavgaları olmaktan çıkmış, bilim olmuştur.
“Elveda Proletarya” mantığında ifadesini bulan bu yaklaşım, kuşkusuz olaya sığ bakmaktan kaynaklanmaktadır. Herşeyden önce emperyalizm olgusu, bilimin bağımsız gelişmesine engel olmakta ve bilimsel çalışmaları saldırganlığın bir aracı olarak kullanmaktadır. Bilimsel gelişmenin insanlığa asıl katkısı emperyalizmin yokoluşuyla başlayacaktır. Daha önemlisi ise bilimsel ve teknolojik devrimin emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldıramamasıdır.
Emperyalizm süreciyle birlikte sistemin esas dinamiği, emperyalist metropollerdeki proletaryanın sömürüsünden öte, emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü haline gelmiştir. Bilimsel teknolojik devrimin sağladığı olanaklar, ancak metropol proletaryasi üzerindeki sömürünün değişik boyutlar kazanmasını getirmiştir. Buna karşılık modern teknoloji, dünya halklarının kurtulması bir yana, sermayenin uluslararasılaşmasına koşut olarak üretiminde çokuluslaşmasına yol açmıştır. Emperyalizme bağımlı ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmek gibi daha cazip bir olanak sağlamış, teknolojinin nitelikli emeğe, geçmişe oranla daha az gereksinme duyması, kadın ve çocukları da içeren kaba ve fahiş sömürüyü yeniden canlandırmıştır.
Serbest bölgeleri emperyalizm için böylesine çekici kılan etken, yüksek teknolojinin geçmişin pek çok engelini ve zorluğunu aşmasını sağlamıştır. Öte yandan yüksek teknolojinin emperyalizmi uzun vadede sarsmaya yöneldiği de yeterince açığa çıkmaktadır.
Bilimsel çalışmaların koşullandırılmasına ve teknolojinin başta savaş sanayii olmak üzere emperyalizmin öngördüğü alanlarda yoğunlaştırmasına karşın, bu devrim daha temelden kapitalizme karşıdır. Bilimsel ve teknolojik devrim emeğe duyulan gereksinmeyi azaltmıştır, bu doğru. Ancak kapitalizm, üretim anarşisinin üzerinde yükselen teknolojinin kullanılmasıyla edinilen avantajın topluma eşit biçimde dağılımını engellemektedir. Dolayısıyla sistemde üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişme daha da derinleşmektedir.
Örneğin bir iş kolunda yüksek teknolojiye dayanan bir üretim aracının devreye girmesiyle emeğe duyulan gereksinimin azalmasına karşın, bunun sonucunda o sektörde çalışan işçilerin işgününün kısaltılması yerine, işten çıkarmalar gündeme gelmiştir. Dolayısıyla kapitalist karakter teknolojinin sağladığı avantajların topluma yansımasını engellemektedir. Önemli bir işsizlik yekunu ve toplumsal eşitsizlik uçurumunun derinleşmesi, ilk elde fark edilen sonuçlardandı. ABD, İngiltere, Almanya gibi metropollerde görülen bu olgu, 1970’li yılların depresyonuyla birleşince, bunalımı derinleştirmek gibi bir işlev yüklenmiş ve emperyalizm çözümü, ekonomiyi daha büyük orandu askerileştirmekte aramaya başlamıştır.
Özetleyecek olursak, bilimsel teknolojik devrim, emeğe duyulan gereksinmeyi azaltmış, ama tümden ortadan kaldırmamış, üretim daha da toplumsallaşırken, teknolojinin sağladığı olanak emperyalizmin elinde ancak üretim anarşisinin yoğunlaşmasına hizmet etmiş ve öte yandan bağımlı ülkelerin ucuz emeğine yönelmesi, metropol ülkelede işsizliği yoğunlaştırmıştır.
“Uluslararası revizyonizm buradan hareket ederek, emperyalizmin özünün değiştiğini, bu yüzden de Leninizmin evrensel tezlerinden biri olan şiddete dayalı devrim tezinin geçersiz olduğunu öne sürmektedir. Oysa değişen öz değil biçimdir. Emperyalizm bir sistem olarak çökene kadar da Leninizmin evrensel tezleri geçerliliğini koruyacaktır. Bu bilimsel ve teknolojik devrim, burjuva ektesatçıların düz mantığına göre, emperylizmin bunalımına ilaç olmuştur. Oysa durum tam tersinedir. Bilimsel ve teknolojik devrim, kapitalist düzenin özünde var olan çelişmelerin görülmedik düzeye çıkarak, kapitalist ilişkilerin çerçevesini çatırdatmaktadır. Üretimin artan yoğunlaşması, sermayenin temerküzü, özel tekellerle devlet tekellerinin iç içe geçmesi, anormal bir talep yetersizliği ve korkunç bir kaos yaratmıştır” (33)
Bu arada konuya ilişkin olarak bir de SBKP’nin yaklaşım tarzına bakalım:
“İnsanlığın ilerleyişini bilimsel ve teknolojik devrime doğrudan doğruya bağladılar. Bu devrim yavaş yavaş, adım adım olgunlaşmış ve daha sonra, yüzyılın son çeyreğinde insanın maddi ve manevi olanaklarının devasa bir biçimde artmasına yol açmıştır. Bunalımın ikili bir niteliği vardı. İnsanlığın üretici güçlerende bir sıçrama sözkonusudur. Buna karşılık, yıkım araçlarında, askeri alanda, tarihte ilk kez gezegeenimizde yaşayan herşeyi yok edebilecek kapasite ile insanı donatmış” olan nitel bir sıçrama sözkonusudur. Değişik sosyo-politik sistemlerde bilimsel ve teknik devrim, farklı görünüşler ve sonuçlar ortaya koyuyor. 80’li yılların kapitalizmi, elektronik ve enformasyon biliminin, bilgisayarlar ve robotlar yüzyılının kapitalizmi gençler ve eğitilmiş kişiler de dahil, milyonlarca insanı sokağa atıyor. Zenginlik ile iktidar, giderek az sayıda insanın elinde toplanıyor. Silahlanma yarışı militarizmi ölçüsüz bir biçimde körüklüyor ve o da, iktidarın siyasal kaldıraçlarını adım adım ele geçiriyor. 20. yy’ın en korkunç ve en tehlikeli olgusu, onun yüzünden ileri bilimsel ve teknik fikirlerin kitlesel kırım silahlarına dönüşmesidir.
Aynı rapor, bilimsel ve teknolojik devrimin sosyalizm için taşıdığı anlama şu şekilde yer veriyor : “ Sosyalizm, çağdaş bilim ve tekniği insanlığın hizmetine sunmak için gerekli olan herşeye sahiptir. Ancak,bilimsel ve teknik devrimin sosyalist toplumun karşısına bazı sorunlar çıkarmadığına inanmakda yanlış olacaktır. Uygulamanın da ortaya koyduğu gibi, bunun gelişmesi, sosyal ilişkilerin yetkinleşmesine, yeni bir düşünce biçiminini, yeni bir zihniyetin oluşturulmasına, dinamizmin bir hayat tarzı ve kuralı olarak kabul edilmesine bağlıdır. Bu bilimsel ve teknik devrim, mevcut yönetim şemalarının sürekli olarak gözden geçirilmesini, yenileştirilmesini gerektirmektedir. Başka bir deyişle, bu devrim, sadece yeni ufuklar açmakla kalmaz, aynı zamanda ülkelerin iç hayatının ve uluslararası ilişkilerin örgütlenmesi konusunda daha yüksek istemler ileri sürer. Bilimsel ve teknik ilerleyiş, kuşkusuz ne toplumsal gelişme yasalarını ortadan kaldırabilir ne de bu gelişmenin toplumsal amacını değiştirebilir, ama dünyada var olan bütün süreçler ve bu süreçlerin çelişkileri üzerinde muazzam bir etki yapar.”
Bilimsel ve teknik devrimin emperyalizm açısından getirdikleri ve götürdükleri yanında, gelişmekte olan ülkeler açısından getirdikleri ve götürdükleri ise; sorunun bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Bugün için gelişmekte olan ülkeler bilimsel ve teknik devrimin kazanımlarının (sonuçlarının) pek azından yararlanabilmişlerdir. Bunun dışında bu devrimin açtığı ufuklar, yeni sömürgeci yöntemlerin kullanılması yoluyla, sömürü taktiklerine katkılar yapmıştır. Bu durumda bilimsel ve teknik devrim, gelişmekte olan ülkelere, ancak emperyalist üretim biçimlerinin ve yeni sömürgeciliğin gereksindiği ölçülerde yansıtılmaktadır demek yanlış olmaz.
Sonuç olarak II. Dünya savaşı ortalarında başlayan ve savaş sonrasında da hızlanan teknolojik patlama, 3. Bunalım Dönemini derinden etkilemiştir. Bu durumun emperyalist kapitalist sistem açısından başlıca sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
a) Üretim araçlarının gelişmesi üretimi yoğunlaştırmış ve tekelcilik olgusu yeni boyutlar kazanarak sürmüştür.
b) Uluslararası tekeller güçlenmiştir.
c) Ekonominin askerileştirilmesinde kullanılmış ve nükleer silahlanma doğmuştur.
d) Bilimsel çalışmaların üretim açısından taşıdığı önemin kavranmasıyla, bilimsel bağımsız gelişmenin önü tıkanmıştır.
e) Emperyalistler arası entegrasyonu olası kılan başlıca nedenlerden biri olmuştur.
f) Yeni sömürgeci yöntemlerin kullanılabilmesinin yolu açılmıştır.
g) Çeşitli sektörlerin önemini yitirmesi ve otomasyona geçiş nedeniyle işsizlik ve enflasyon artmıştır.
h) Bunun sonucu, deflasyonist politikaların yaygınlık kazanmasının etkenlerinden biri olmuştur.


(DEVAMI İÇİN BURAYI TIKLATIN)

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19