3) HALK FIRKASI
1921 yılı başında, temel hak ve özgürlüklerden
sözedilmeyen ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk nüvelerini
taşıyan yeni Anayasa'nın ilanı üzerine, saltanatın
ve hilafetin kaldırılacağını sezinleyen birçok
Müdafa-i Hukuk Cemiyeti tepki göstermiş, Erzurum
Müdafa-i Hukuk, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk'undan
ayrılarak "Muhafaza-ı Mukaddesat Cemiyeti"ni
oluşturmuştur. Mustafa Kemal'le saltanat ve hilafet
yanlısı kişiler arasındaki yeni düzenin kurumlaştırılmasına
yönelik bakış açısı farklılıklarına karşın Mustafa
Kemal'in bunlara da saltanat ve hilafetin kaldırıldığını
ilan etmesi dönemine kadar açık bir tavır almadığı
görülür. Meclis'te 1921'de Anadolu ve Rumeli Müdafa-i
Hukuk Grubu'nun oluşturulmasının akabinde, 1922
ortalarında da saltanat ve hilafet yanlılarının
bir ikinci grup oluşturdukları görülür. Kazım
Karabekir'in bu grup dolayısıyla duyduğu endişe
nedeniyle Mustafa Kemal Karabekir'e çektiği telgrafta
halkçılık ilkesini savunarak, bir program yapmanın
zorunluluğunu, bunun da o koşullarda ancak grup
tarafından yapılabileceğini biliyordu ve "Türkiye'nin
başında Halifiye-i İslam olacak ve bir hükümdar
sultan bulunacaktır" güvencesini veriyordu.
Söz konusu iki farklı grup, ileride kurulacak
olan HF ve TPCF'nin nüveleridir. İkinci gurubun
nüveleri, 1923 Nisan başında erken seçim kararından
sonra yapılan seçimlerde meclise giremezler. Erken
seçim kararının alınmasından bir hafta sonra ise,
Mustafa Kemal, meclisteki gurubun Halk Fırkası'na
dönüşeceğini açıklayan "Dokuz Madde"
bildirisini yayımlar.
Mustafa Kemal, ülke işgalden kurtarıldıktan sonra
7 Aralık 1922 tarihinde Ankara Gazetesi'ne verdiği
bir demeçte, barış sağlanınca Halk Fırkası adında
bir parti kurulacağını açıklamıştır. Bu kararı
açıklamasından sonra ise 15 Ocak 1923'de başlayan
ve Mart sonuna kadar süren bir yurt gezisine çıkarak,
özellikle piyasa ilişkileri gelişmiş, kapitalist
üretime daha elverişli ve yatkın bölgeleri gezerek,
bu bölgelerin varlıklı kesimleriyle kuracağı parti
konusunu görüşmüş ve büyük tüccarlardan, arazi
sahiplerinden, kendisini ve kuracağı partiyi desteklemelerini
istemiş, onların çıkarlarını savunacağını bildirmiştir.
Adana bölgesindeki büyük arazi sahiplerince Türk
Ocağı'nda onuruna verilen yemekte şunları söylemektedir:
"Vicdanı saf ve nazik kalbli... muhterem
çiftçiler... millet beni tekrar intihab ederse
bu yeni meclise dahil olurum... vazifemi emniyetle
yapabilmek için bir halk fırkası teşkili emelindeyim.
Fırkanın programını... bütün millete bildireceğim.
Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler olursa
onu kabul, memnun olmadığınız yerleri... tahsip
ederim" Tarsus'da da bu arazi sahiplerine
güvence vererek şunları söyler: "Şimdiye
kadar sizi anlayan, sizin büyük ruhunuzu takdir
eden bu arkadaşınızın sizin için, sizin refahınız
ve istikbaliniz için..." Büyük toprak sahiplerine
ve tüccarlara bu yönde güvenceler verildikten
bir süre sonra da partinin programı ilan edilmiş,
seçimler yenilenmiş ve 9 Eylül 1923'de HF resmen
kurulmuştur.
Yeni bir partinin kurulacağı açıklandıktan sonra
adının 'Halk Fırkası' olmasına ilişkin çeşitli
tartışmaların gündeme geldiğini görüyoruz. Halkı,
toplumun ezilen ve sömürülen yoksul kesimi işçi
ve köylüleri ifade etmesinden ötürü özellikle
İstanbul ticaret burjuvazisi konuyu endişeyle
yaklaşmış ancak Mustafa Kemal, "mesele programdır,
isim tebdiliyle kimseyi kandırmayız" diyerek
gerçeğe açıklık getirmiştir.
Halkçılık kavramı, daha önceki süreçlere dayanmaktadır.
1920 sonbaharında benimsenen halkçılığın temel
amacı, bolşevizm sempatisini törpülemek, o sırada
mecliste bulunan halk zümresini denetim altına
almak ve hala görece Sovyetler'in etkisi altında
bulunan bazı İttihat Terakkicilerin radikal program
ve düşüncelerini kendi lbünyelerinde eritmektir.
Nitekim 16 Eylül 1920 tarihinde, Ali Fuat Paşa'ya
yazdığı mektubunda Mustafa Kemal şunları söylüyor:
"Mecliste yeni olarak meydana çıkan Halk
Zümresi bizim tanıdığımız arkadaşlardı. Bunlar
memlekette bir sosyal devrimin -kısmen olsun-
gereğine inananlardır. Bu teşebbüsün nedenini
sarmalayamamışlardır. Hükümetten ayrı bir zümre
yapmaktan vazgeçmek istedik, mümkün olmadı. Fakat
şimdi halkçılık programı adı altında hükümetçe
bir program kabul ettik. Halk Zümresi Kendiliğinden
dağılmış gibidir."
Görüldüğü üzere, soldaki güçleri ve oluşumları
etkisizleştirmek amacıyla gündeme getirilen bu
ilke, daha sonraki süreçlerde de 'sınıfsız toplum'
'kaynaşmış bir ulus' 'tüm ulusun partisi' türünden
demogojilerle sınıf mücadelesinin gelişiminin
önüne geçilmek üzere sürekli taşınan bir öğe haline
gelecektir.
Halk Fırkası'nın oluşturulma sürecindeki gelişmeler,
Fırka'nın niteliği ve programının dayandığı güçlerin
ifade ettiği anlam, programının kapsamı; TC Devlet
olgusunun ve yürütmenin temel etmenlerinin anlaşılması
açısından büyük önem taşır. Bu nedenle sözkonusu
ünlü '9 Madde'yi buraya olduğu gibi almadan önce
özellikle vurgulayalım ki, bu ilkeler İzmir İktisat
Kongresi'nin sonuçları uyarınca biçimlendirilmiştir.
"1-Ulusal egemenliğe bağlılık, yönetimle
ilgili şu yeni yasalar çıkarılacaktır: Bakanlar
Kurulu'nun görev ve sorumlulukları. (1921 Anayasası
gereği) Şuralar-Genel Müfettişlikler-Bucaklar.
2- Saltanatın kaldırılması kararın değişmezliği.
TBMM'ne dayanan halifeliğin islamlar arası yüksek
bir makam olduğu.
3- İç güvenlik ve asayişin sağlanması.
4- Mahkemelerin hızlı işlemesi yeni yasalar yapılması.
5- Alınacak ekonomik ve toplumsal önlemlerin-on
maddi halinde:
(1) Aşarın sakıncalarının düzeltilmesi
(2) Tütün, tarım ve ticaretin desteklenmesi
(3) Tarım, endüstri ve ticaretin desteklenmesi
(4) Ziraat Bankası'nın sermayesinin artırılması
(5) Tarım makineleri
(6) Endüstrinin teşviki
(7) Demiryolları yapımı
(8) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve
bütün okulların geliştirilmesi
(9) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşma
(10) Orman, madencilik ve hayvancılık
6- Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, Okur-yazarlığa
göre daha azaltılması, orduda görevli kişilerin
gelirlerinin sağlanması.
7- Yedek subaylara, malül gazilere, emeklilere,
dul ve yetimlere yardım
8- Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan, kamu
görevlilerinden yararlanılması.
9- Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının
sağlanması ve kişisel girişimlerin kollanması."
Bildiri doğrudan doğruya ticaret ve sanayi burjuvazisinin
istemlerinin bir özetidir. Emekçilerin hiçbir
gereksinimini ve istemini içermediği görülmektedir.
Bu biçimde, Halk Fırkası'nın burjuva ideolojusu
temelinde, dönemin ekonomik-siyasmal ve toplumsal
koşulları üzerinde 'kendi kavlince' yükselen/yükselmeye
çalışan yine dönemin sağlıklı ve kendi öz normlarına
sahip bir burjuva egemenlik oluşturmaya da tam
elverişli olmayan ülke verileri temelinde geliştirilen
komprador burjuvazi, büyük toprak sahipleri ittifakının
siyasal örgütlenmesi olduğu somutlaşmış bulunmaktadır.
Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin
Halk Fırkası'na dönüştürülerek yasama, yürütme,
yargı çerçevesinde ülkeye kendi ilkelerini koyan
bu kesime yönelik olarak egemenliğini resmileştirmesi
üzerine ülkenin verdiği herhangi bir tepki olmamış
mıdır? Ne yazık ki hayır. Çünkü öteden beri sistemli
bir program dahilinde, başka bir konuda bu denli
nitelikli bir biçimde gösterilmeyen bilinç, kendici
dışındaki bütün eğilim ve çizgileri safdışı bırakmak
konusunda gösterilmiştir. Görüldüğü gibi başarıya
da ulaşmıştır.
4) SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER:
Sovyetler Birliği ile ilişkiler, Mustafa Kemal'in
Anadolu'ya geçtiği dönemde K.Karabekir'e çektiği
23 Haziran 1919 tarihli telgrafında, daha o zamandan
bu ülke ile ilişkilerinden ne beklediğini, dönem
dönem değişik görünümler gösteren ve hatta bazı
'solcularımız' için bir hayli ciddi yanılgılar
ve yanlış sonuçlar çıkarılmasına neden olan yakınlaşmanın
gerçek nideliğini açıkça ortaya koymaktadır; "Mesulü
bazı murahhasların kabulü ve müstakbel vaziyetlerimiz,
silahlar, mühimmat, teknik araçlar, para ve ihtiyaç
olduğunda insan vermek gibi işler üzerinde görüşmeler
yapılabilir. Bu surette anlaştıktan sonra kendilerini
hudutta tutmak ve itilaf kuvvetlerinin memleketi
terketmesi için silah olarak kullanmak... pek
münasip olur..."
Anadolu Hareketinin başından beri anti-komünist
tavırlarını belirtmiş olan önderleri, Sovyet Rusya'ya,
anti-emperyalist tavırlarını (açık işgalin son
bulması yolundaki istemlerini) desteklediği ve
çıkarlarının gerektirdiği çerçevede ilgi duymuşlardır.
Rusya'nın ise o dönem hiçbir çıkar ve olanak beklemeden
gerçekleştirdiği yardımlar, bir noktada, Türkiye
topraklarında gerçekleştirilecek nitelikli bir
anti-emperyalist mücadelenin genç Sovyet iktidarının
emperyalistler tarafından kuşatılmışlığını da
parçalayacak, belli ölçülerde etkisizleştirecekti.
Yine aynı dönemde Sovyetler'in ulusal mücadelenin
demokratik bir halk devrimine dönüştürüleceğine,
iktidarın sosyalistlerce kucaklanabileceğine ilişkin
herhangi bir beklentisi olmamasına karşın, 3.
Enternasyonal'in bağımlı ülkelere ilişkin "emperyalizme
darbe vuran her ulusal hareket desteklenir"
temel görüşü kapsamında Anadolu Hareketine destek
vermiştir. Emperyalizmin açık işgaline karşı mücadeleyi
öngören önderlik, Sovyet Rusya ile ilişkilerinde
tamamen faydacı bir yaklaşım geliştirdiği gibi,
bu ilişkilerin aynı zamanda emperyalizme karşı
bir koz, bir denge materyali, tehdit aracı olarak
kullanmıştır. Sovyetler Birliği açısından ise,
Türkiye'nin anti-emperyalist bir çizgide tutulması
önemliydi. Boğazların, emperyalistlerin denetimi
altında tutulması, Rusya'da iç savaş ve Vrangel'in
bu yolla desteklenmesi, Karadenizin denetimi ve
Sovyet limanlarının işgalinin yanı sıra Sovyet
Rusya'ya düşman Kafkas hükümetlerinin (Taşnak
Ermenistanı ve Gürcistan) desteklenmesi ve buralardaki
petrol bölgelerinin tutulması, Sovyetlerin önemli
rahatsızlıklarındandı. Kafkasya'nın ve Karadeniz'in
emperyalistlerin denetiminden kurtarılması, Sovyetler'in
Türkiye'ye yardımın da önünde engel teşkil ediyordu,
ve bütün bunlardan ötürü öncelikle Kafkasya'nın
işgalinin kırılması gerekiyordu.
Biraz daha geriye gidip, o süreçteki gelişmelerin
bazı yönleri ni daha iyi kavramak amacıyla, Bolşeviklerin
Çarlığa karşı kazandıkları zafer günlerine dönerek
Türk-Sovyet ilişkilerini irdelemek gerekiyor.
Çünkü Sovyet Rusya'nın hangi nedenlerle Anadolu
hareketini desteklediğinin ve yardım ettiğinin,
Türk-Rus ilişkilerinin dönüm noktasını oluşturan,
bu ilişkilerin Türkiye egemen sınıf ve katmanlarınca
nasıl çarpıtıldığının ve kullanıldığının bazı
kesimlerce de niçin anlaşılmadığının görülmesi
önemlidir.
1917 Ekim Devrimi ile Çarlığı yıkarak iktidara
gelen bolşevikler bir yandan sosyalizmin inşasını
sürdürürken, diğer yandan da Çarlık Rusya'sının
Türkiye ve diğer ülkeler üzerindeki paylaşım planlarını
dünya kamu oyuna açıklayarak bu planların yırtıldığını
ve artık geçerliliğinin kalmadığını, tüm ulusların
kendi kaderlerini kendilerinin tayin edeceğini
ilan ediyorlardı. Bu kapsamda Çarlık Rusya'sı
zamanında işgal edilmiş olan topraklardan da zaman
geçirmeden çekileceğini bildirmiş oluyordu. Nitekim
3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk anlaşmasının
4. maddesi gereğince Rusya "Doğu vilayetlerini
boşaltarak Ardahan, Kars ve Batum bölgelerinden
birliklerini çekiyor, bu bölgelerin yeniden örgütlenmesi
ni başta Türkiye olmak üzere komşu devletlere
ve bu bölgede yaşayanlara bırakıyordu.
Kendisine ait olmayan topraklardan hiç bir koşul
öne sürmeden ayrılan ve Osmanlı İmparatorluğunun
emperyalistler tarafından paylaşılmasına karşı
çıkan Sovyet Rusya, dış işleri bakanı Çiçerin
aracılığıyla da 13 Eylül 1919 günü Türkiye işçi
ve köylülerine bir çağrı yayınlayarak, emperyalist
işgale karşı Sovyet Rusya Hükümetinin kendilerini
destekleyeceğini ilan ediyordu. Bununla da yetinmeyen
Sovyetler, emperyalistlerin ve kapitalistlerin
boyunduruğundan kurtulmak için uğraşan veya uğraşacak
olan Şark milletlerine her türlü maddi ve manevi
yardımı yapacağını söylüyordu. Nitekim Sıvas Kongresinden
(4 Eylül 1919) bir-iki ay sonra Kafkasya Bolşevik
orduları Komutanı Chalva Eliava'yı Osmanlı İmparatorluğunun
son durumunu incelemek ve Türk milli teşkilatı
ile ilişki kurarak emperyalistlerin karşısında
Türkiye'nin milli haklarını savunacaklarını ve
bu uğurda her türlü yardımı yapacaklarını bildirmek
için İstanbul'a göndermiştir. Fakat emperyalizmle
bütünleşmek emelleri ile dolu olan Anadolu'daki
önderliğin niteliğinden dolayı Sovyetlerin bu
çabalarından sonuç almaları mümkün olmamıştı.
Ancak 16 Mart 1920'de İstanbul'un emperyalistler
tarafından işgali ve ardından 11 Mayıs 1920'de
Sevr anlaşmasının gündeme gelmesi önderliğin emperyalizmle
bütünleşme rüyalarını boşa çıkarıyordu. Böylelikle
emperyalistlerden umduklarını bulamayan 'kurtuluşun
önderleri' hemen aynı gün Sovyet Rusya'ya heyet
gönderiyorlar ve Moskova'ya giden Türk heyetinin
başkanı Bekir Sami, amaçlarını şöyle açıklıyordu:
"Sovyetler'le bir dostluk anlaşması yapmak
imkanı araştırmak ve ihtiyacımız olan para ve
her türlü malzeme yardımını temin etmekti!"
Söylenen sözler ve yazışmalar, yapılacak mher
türlü yorum ve anlatımdan çok daha somut bir biçimde
gereken bütün verileri sunduğu için durumu nitelemeyi
izlediğimiz bu yöntemle sürdürelim. Mustafa Kemal
yine aynı dönemde Kazım Karabekirle olan yazışmalarında,
Moskova'ya gidecek olan heyetin oraya götürmesini
gerekli gördüğü mantığı da izah eder: "Memleketimiz
kapitalist değildir. Çiftçi memleketidir. Fabrikalarımız
da yoktur. Emperyalist olan Fransa ve İngiltere
islam dünyasını Asya ve Afrika'da boğmuş ve her
yerde esir mertebesine getirmiştir. Dolayısıyla
Bolşevik amaçlarında bir tahribatın yıkılarak
tüm milletleri kardeş gibi yaşatmak varsa biz
emperyalist olan bu devletlerin ve özellikle İngilizlerin
düşmanıyız. Ve bu nokta da Bolşeviklerle sonuna
kadar birlikteyiz. İslam kuralları tümüyle özgür
ve özerk bırakılmalı. Çünkü Kuran-ı Kerim yoksulların
işçi ve emekçilere ait ve bizce bilinen ne kadar
Bolşevik ilke varsa içeriyor." Savaşın önderleri,
bu şekilde bir taraftan emperyalistlerle uzlaşma
olanaklarını ararken öte yandan Bolşevikten çok
Bolşevik geçinerek abartmalı ve yapay yaklaşımlarla
da Sovyetler'e övgüler düzmektedirler. Elbette
bu yaklaşımın altında, özündeki bütün anti-komünist
düşüncelere rağmen, ülkedeki sosyalist hareketlenmeyi
denetim altına almak ve Sovyetler'le ilişkide
olan Enver Bey ve diğerlerine yapılan yardımları
kendilerine kanalize etmek amacı yatmaktadır.
Ankara Hükümeti, Sovyetlerle yapılacak anlaşmanın
görüşmelerin uzaması üzerine Moskova'daki delegelerle
şu kararı gönderir: "Moskova'daki Murahhas
heyetimizin en son 29 Ağustos 1920'de vasıl olan
rapordan ve ahvali umumiyeden anlaşıldığına göre
Bolşevik Rusya'nın daha kalbinde İstirdati mafet
İslam ve Türk memalikinde hakimiyeti mutlaka arzuları
hükümran olmaktadır. Türkiye'nin bakışını ve bühanü
memaliki İslamiyet ile Coğrafi ve siyasi irtibatını
tesbitten tevaki etmektedir. Bir de sayyihi harbiye
ve fennice pek fakirleşmiş olduğundan bu hususta
kısmı küllüsi müslüman olmak üzere dünyanın her
tarafından vuku bulan murvakatları ısraf edemeyecek
bir halde bulunmaktadır. Ancak dahili vaziyeti
itibarıyla islam alemini tatmin etmek ihtiyacından
henüz mütağni olmadığı gibi Garp devletleriyle
muvazeneyi kuvva husula getirmek için islam alemlerine
tahribat yapmak iktidarını muhafaza ve izhar mecburiyeti
de Garp'lılarla ittifak husulüne kadar bakidir."
Buradan da anlaşılacağü üzere Ankara hükümeti
Sovyet Rusya'nın kendilerine duyduğu yakınlığı
ve dostluğu Rusya'nın sadece İngiltere ile pazarlığında
kullanacağı blir malzeme olarak görmektedir. Ayrıca
kendilerine yardım edemeyecek kadar da yoksul
olduklarını söylemektedir. Oysa aynı dönemde,
Sovyet devriminin büyük önderi Lenin, kendileri
hakkında söylenen ve alınan karardan habersiz
Türkiyeye büyük elçi olarak göndereceği Aralov'a
şunları söylemekteydi: "Kuşkusuz Mustafa
Kemal Paşa sosyalist değil ama görünüşe göre iyi
br örgütçü, yetenekli bir kumandan, ulasal burjuva
devrimini yönetiyor. İlerici tabiatlı bir insan
ve akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin
önemini anlıyor ve Sovyet Rusya'ya olumlu bir
biçimde yaklaşıyor. kİstilalara karşı kurtuluş
savaşını yönetiyor. Ve ben emperyalistlerin burnunu
kıracağına ve saltanatı da tüm çetesiyle temizleyeceğine
inanıyorum. Halkın da ona güvendiğini söylüyorlar,
ona yardım etmeliyiz. Ona yardım etmek gerekir.
Türk halkına saygılı davranınız. Büyüklük taslamayınız,
işlerine müdahele etmeyiniz. İngiltere, onların
üzerine Yunanlıları saldırttı. Aynı İngiltere
ve ABD bizim üzerimize de bir sürü ülke saldırttı."
Lenin, Mustafa Kemal ve Anadolu Harekatı için
bunları söylerken yardım konusunda ise çok daha
açık konuşuyordu: "Biz fakir isek de Türkiye'ye
maddi yardım yapabiliriz ve yapmalıyız."
Fakat aynı dönemde Ankara Hükümeti saldıralırını
sürdürüyordu: "Garp devletleri ile anlaşma
mukabilinde Türkiye'nin tek ve fedası imkanını
muhafaza için bizimle katı bir taahhüde girişmemek,
İslam milletleri Türkiye'nin tersine düşmemek
için aralarında irtibata mani olmak Ermeni'ler
sebebiyle Garp Hırıstiyan alemi nezninde Türkiye
aleyhinde yerleşen telkinat-ı muzarayı tahrik
etmekten tevakki eylemek kendilerine ve Garp devletlerine
karşı Türkiye'nin müstakil bir politika ittihasına
mani olmak için Bolşevizmi Türkiye dahilinde emrivaki
hale getirip Türkleri müstakilen uyuşmayacak bir
hale sokmak memleketin müdürrarını bertaraf ederek
Türkiye mhareketinin idaresini Moskova'ya rapteylemek
gibi husustan ibarettir." Türkiye hakim sınıfları
emperyalizmin açık işgaline karşı tavır alırken
bile onlarla nasıl uzlaşacağının yollarını aramaktadır.
Bu arada da Rusya kozunu çok yönlü olarak kullanmaktadır.
Sovyetlerin ise Türkiye'den herhangi bir çıkar
sağlamak ya da emperyalizmle ilişkilerinde Türkiye
üzerinde bir ödünleşmeye girmek tarzında herhangi
bir niyet ve tavrı olmadığı halde, Ankara hükümeti
tarafından 2 Eylül 1920'de, Sovyet Rusya'nın İngiltere
ile Türkiye üzerinde pazarlık yapacağı öne sürülerek
şöyle deniyordu: "İşte bu programı takip
eden bolşevikler, şimdiye kadar hiçbir fedakarlık
mukabilinde olmayarak Türkiye'nin kendi ellerinde
bulunduğu propagandasını yapmışlar ve bu propagandayı
İngilizlere pazarlıkta kıymetli bir mücadele metası
olarak kullanmışlardır. Türkiye'ye bir kuruş vermeyerek
onu avutabilmişlerdir." Oysa bu dönemde Sovyet
Rusya, bir atılım, İngiltere'ye karşı savaşan
başta Türkiye olmak üzere İran, Afganistan, Hindistan
gibi ülkeleri desteklemiş ve onlara dostluk elini
uzatmıştır. Anti-komünist Ankara hükümetinin kararları,
gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmamaktadır.
Sovyet Rusya'nın, "Türkiye enkazı üzerine"
İngilizlerle pazarlığa oturacağının söylendiği
dönemde Sovyetler Birliği Kominist Partisi'nin
önderlik ettiği Komünist Enternasyonal bunun tam
tersini söylemektedir. Komünistler "sömürgecilik
ve ulusal politika Sorunları ve 3. Enternasyonal
" adıyla çıkardıkları kitapta şöyle demektedirler:
"Sovyet Rusya'ya karşı savaş ihtilalci doğuya
karşı savaş demektir. Ve bunun tersi de doğrudur.
Doğuya karşı saveş Sovyet Rusya'ya karşı savaş
demektir." Yine aynı kitapta şu görüşler
yer almaktadır: "İngiltere ve Fransa için
Rusya'da sosyalist iktidarın kalıcı olarak kurulması
doğudaki ve hepsinden de önce Küçük Asya'daki
tüm İngiliz ve Fransız emperyalist palanlarının
yıkılması demektir. Bu yüzden Sovyet Rusya'ya
karşı kudurmuş Leh köpeklerinin uyanan Türkiye'ye
karşı da Klikya ve Suriye'deki Fransız birlikleriyle
Mezopotamya'daki İngiliz kuvvetlerine yardım etmek
için Yunan köpeklerinin zincirlerinden serbest
bırakılmalarının aynı zamana gelmesi boşuna değildir."
Bu şekilde, emperyalistlerin Türkiye ve Rusya
üzerine oynamak istedikleri ve oynadıkları oyunu
bir yönüyle ortaya koyuyorlardı.
Nitekim emperyalistler Vrangel'i destekleyerek
ve karadeniz'i kontrol altında tutarak Sovyet
Rusya'nın denizden Türkiye'ye yardım yapmasını
engelleyeceklerdi. Ayrıca Kafkasya'da Menşevik
Gürcistan'ı ve Taşnak Ermenistan'ı destekleyerek
denetim sağlanmış, Sovyet Rusya, Türkiye ve Hindistan
tehdit edilerek birbirleriyle ilişkilerini kurmaları
engellenmeye çalışılmıştır.
1920 Eylül ayının Bakü'de toplanan ve Türkiye'nin
de resmi delegelerle katıldığı Doğu Halkları Kongresi'nin
açış konuşmasında Zinovyev, Mustafa Kemal'in neden
desteklenmesi gerektiğini şöyle dile getiriyordu:
"Bizimle beraber olmayan hatta bazı nedenlerle
bize karşı olan grupları sabırla destekleyeceğiz.
Mesela Türkiye'nin durumu böyledir. Bildiğimiz
üzere Sovyet Hükümeti Kemal Paşa'yı desteklemektedir.
Kema'in yöneteceği hareket düşmanların elinden
halifeliğin kutsal kişiliğini kurtarmak istiyor.
Bu bir komünist görüş müdür? Hayır... Bir daha
tekrarlayalım. Türkiye'de halka dayalı hükümetin
siyaseti bizim siyasetimiz değildir. Ama biz yine
şu anki İngiltere hükümetine karşı devrimci her
türlü mücadeleyi desteklemeye hazırız." Doğu
Halkları Kurultayı'nda bu görüşler dile getirilirken
"Türkiye'nin enkazı üzerine " İngilizlerle
anlaşmaya oturacaklar diye feryat eden Ankara
Hükümeti 1921 başlarında Londra Konferansına gönderdiği
Bekir Sami başkanlığındaki Türk heyeti, İngiltere
Başbakanı Loyd George ile görüşerek İngilizlerin
güdümünde Sovyet Rusya'ya karşı savaşma önerisinde
bulunuyordu. Yine 1921 yılında Fransızlarla bir
imtiyaz antlaşması imzalanan, Fransızların Romanya,
Polanya ve Türkiye'yi Sovyet Rusya'ya saldırtma
durumları söz konusu olmuştur. Tüm bunlar Sovyet
Rusya'nın Türkiye 'ye kuşkulu bakmasına yol açıyordu.
Ne var ki, bütün endişelere rağmen, bir yandan
Enver Paşa ile de ilişkilerin sürdürülmesi denenirken
öbür yandan, Ankara hükümetine çeşitli biçimlerde
yardım edilir ve itici davranılmamaya çalışır.
Fakat nitelikleri konusundaki yargıdan ötürü,
söz gelimi Ankara'nın 1920-21 yıllarındaki birlikte
askeri ittifak girişimleri güvensizlik temelinde
geri çevrilir.
Ankara Hükümeti'nin 1921 Şubatında Moskova'ya
'dostluk ve barış anlaşması' yapmak üzere bir
heyet gönderilmesiyle gündeme gelen gelişmelerde,
bu durumu çeşitli yönleriyle ifade etmektedir.
Görüşmeler sırasında Sovyet yetkilileri Türklerin
tutumunu hiç de güven verici bulmadıklarını bildirirler.
Çiçerin Türk yönetimini gümrüğü işgal etmekle,
ermenistan da ayaklanarak Erivan'ı ele geçiren
batı yanlısı Taşnaklar'a yardım etmekle, Sovyetlerden
Ankara'ya gitmek üzere yola çıkan TKP önderi Mustafa
Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesiyle ve Ankara'daki
komünistlere baskı yapmak ve tutuklamakla suçlar.
Bu durum karşısında dostluk anlaşması yapılamayacağı,
ancak bir barış antlaşması imzalanabileceği bildirilir.
Bu arada bu anlaşmaya yanaşılmamasının da aynı
dönem İngiltere ile yapılmaya çalışılan bir ticaret
anlaşmaslının da rol oynamış olduğun belirtmek
gerekir. Stalin Ali Fuat Cebesoy'a şöyle der:
"İttifak yapamayız. Çünkü İngilizlerle ticaret
anlaşması yapacağız. Fakat asıl amacımız olan
mücadeleye kapalı veya açık olarak devam edeceğiz.
Biz muhtaç olduğumuz maddeleri İngiltere'den alır
ve İtilaf devletlerinin birliğini parçalarsak
önemli bir başarı elde etmiş oluruz. Binaenaleyh,
bu ticaret anlaşmasına zarar verecek bir şey yoktur."
Fakat Sovyetler, Türkiye'ye ilişkin bütün endişe
ve güvensizliklerine rağmen, yukarıda vurguladığımız
nedenler kapsamında almış olduğumuz Anadolu Hareketine
ilişkin tutumunu değiştirmemiştir. Yine bu konudaki
bir ikincil faktör olarak, Yunanlıların Anadoluda
yeniden ilerlemeye başlamalarını ve askeri açıdan
emperyalist tehlikenin artmaya başlamasını da
saymadan geçmeyelim. Sonuçta 16 Mart 1921'de bir
dostluk anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre,
Sevr anlaşması uluslararası düzeyde Sovyetler
Birliği tarafından geçersiz kılınır ve Sovyetler,
daha o tarihte, Misak-ı Milli sınırları içide
Ankara hükümetini tanıyan ilk ülke olur. Aynı
zamanda anlaşmadan sonra Türkiye'ye yardımı daha
da artırır. Sovyetler bu anlaşmayı imzaladığı
aynı gün İngilizlerle de biraz önce değindiğimiz
ticaret anlaşmasını imzalar. Londra'da yapılan
görüşmelerde İngiltere Başbakanı Lloyd George,
söz konusu anlaşmayı 'Sovyetlerin Kemalistlere
yardım etmemesi" koşulunu koymak istemişse
de bu istek Sovyetler Birliği tarafından reddedilmiştir.
Ankara, Sovyetlerin kendilerine yönelik tutumuna
ilişkin ne düşünüyordu? Ali Fuat Cebesoy'un sözcükleriyle
dile getirelim. Cebesoy yapılan yardımın büyük
bir özveriden kaynaklandığını vurguluyordu: "İttifak
antlaşmasında ısrarımızın nedeni, fazlaca sağlamayı
düşündüğümüz yardımı bir yükümlülüğe bağlamak
içindi. Bir hükümetin ötekine yapacağı yardımı
bir ittifak anlaşmasına yüklemenin emperyalist
bir devlete karşı müdahele durumunda bulunan bir
millete yapılacak bir prensip yardımından daha
önemli olacağı kuşkusuzdu. Çok çetin mücadelelerden
sonra para, silah ve savaş malzemeleri bakımından
yapılacak yardımın Sovyet Dışişleri Komiseri'yle
Türkiye Büyükelçisi arasında karşılıklı olarak
gizlice verilecek mektuplarla sağlanması ve bu
gizli mektupların da imzalanacak dostluk anlaşmasının
ayrılmaz bir parçası sayılması kararlaştırıldı.
Kısa zamanda birkaç taksitle verilmek koşuluyla
10 milyon altın ruble ve iki tümeni tamamen silahlandırabilecek
miktarda tüfek, süngü, mitralyöz, top, cephane
kesim hayvanları sağlanmıştır. O tarihlerde Polonya
yenilgisi üzerine Polonyalılara 30 milyon ruble
gibi önemli bir savaş tazminatı verilmesi yükümlülüğü
ve Kızıl Ordunun Polonya savaşındaki silah ve
cephane kaybı göz önüne getirilirse bizim elde
edebileceğimiz para ve silah yardımların Ruslar
için büyük bir özveri olacağından şüphe edilemezdi."
Sovyetlerin Kurtuluş savaşına kendi zor koşullarına
rağmen, en ateşli anti-komünistlerin dahi 'Sovyetler,
Milli Mücadeleye askeri malzeme ve para yardımında
bulunmuştur' yüzeyselliği içinde değinmek zorunda
kaldıkları katkının son derece önemli boyutları
olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir. Şu saptama,
bu durumun en yakın ifadesidir. BMM Hükümetinin
1920 ve 1921 yılları içinde mecliste onayladığı
Milli Savunma giderlerinin toplamı, Sovyetlerin
iki yıl içerisinde Ankara Hükümetine yaptığı para
yardımına denk düşüyordu. (2)
Anadolu Hareketi boyunca alınan tek dış kaynaklı
yadımı gerçekleştiren Sovyetler'in bu dostluk
tavrını bir yetkili şöyle temellendiriyordu: "M.
Kemal hareketi bir kurtuluş hareketidir. Ve şu
ana kadar elimizden geldiği kadar desteklememizin
sebebi de bu özelliğidir. Ama bu hareket başarıldıktan
sonra Türkiye'deki eski gericilerin, ağaların
ve beylerin iktidarı yeniden ele geçiremeyeceklerine
dair hiçbir garantiye şahit değiliz. 1908 Jön
Türk ihtillal hareketi örneği önümüzde duruyor.
Şu anda M.Kemal milletin saygı ve sevgisini kazanmış
durumda ama bir karşı müstesna onu desteklemeyen
genaraller ve politikacılar gericidir. Daha şimdiden
elimizde Fransız kapitalistleri ve emperyalistlerle
ilişkiler bulunulduğuna dair işaretler değil kesin
deliller var. Yarın eğer harbi kazanır ve Yunanlıları
Anadolu'dan ve Trakya'dan kovarlarsa başında M.Kemal
bulunsun bulunmasın Türkiye Batı'ya yönelecektir."
Bu öngörü, çok fazla zaman geçmeden gerçeklik
kazanmış ve 1922 yılında, "Büyük Taarruz"
dan önce Başbakan Rauf Orbay, savaşın kazanılacağı
olasılığı kuvvetlenince Sovyetler'le ilişkiler
konusunu kendileri açısından gereken açıklığı
bütün vurgulamalarıyla dile getirmiştir: "
Bolşeviklerle gösterilen dostluk, onlardan alınan
para ve savaş araçları yardımından ötürüdür. Son
Bolşevik armağanlarıyla birlikte Sovyet Dostluğu
bitecektir." Ve Büyük Taarruz'dan sonra,
Türkiye'nin savaşı kazandığı kesinlik kazanınca,
Batı ile ilişkilerini açığa vurma konusunda tümüyle
özgürleşmiş olarak, Sovyetler'in daha dün büyük
özverilerle gönderdikleri silahları, emperyalistlerle
birlikte Sovyetler'e çevirmekten kaçınmazlar.
Ve Rıza Nur, Lord Curzon'a işbirlikçiliğinden,
emperyalizme uşaklığının dilini döker: "Biz
Rus'a karşı sizin bir savunma siperiniz oluruz.
Irak'ta para harcayacağınıza biz size zararsız
jandarmalık ederiz."
5) EMPERYALİSTLERLE İLİŞKİLER
Emperyalizme karşı tavır almak; emperyalizmin
niteliği, özellikleri ve girdiği geri kalmış ülkelerde
gündeme soktuğu ilişki ve programlardan ötürü
temelde onun sömürü sistemine ve yerli işbirlikçilerine
tavır almak demektir. Özellikle dönemimizde 'siyasal
bağımsızlık', siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel
bağımsızlık bütünün bir faktörü olmaktan çıkmış,
emperyalizmin sömürüsünü daha olgun ve rahat koşullar
altında sürdürmesinin bizzat emperyalizm tarafından
takılan yaftası haline gelen, içi boşaltılmış,
suni bir kavram olmuştur. Bu nedenle emperyalizmin
açık işgaline karşı verilen savaşlar, doğrudan
onun sömürü sistematiğine ve ülkedeki her türlü
varlığına son vermeyi amaçlamadığı, buna yönelmediği
hallerde, bir işgal biçiminden başka bir işgal
biçimine geçişi sağlamaktan öte bir anlam taşıyabilmesi
olanaksızdır. Aksi halde, ' kurtuluş savaşları'
emperyalizmin varlığından kurtulmak değil, emperyalizmin
yönlendirdiği bir başka geri kalmış ülkenin işgal
ordusundan kurtulmak anlamını taşır ki, bu 'kurtuluş'un
da bu anlamda bir kurtuluş olması emperyalizmin
tabiatına aykırıdır.
Çağımızda ulusal kurtuluş savaşlarının ancak proleterya
ideolojisinin önderliğinde söz konusu olabileceği
gerçeğinin gerekçesi budur. Bu karakterde bir
kurtuluş, bu boyutlar ve kapsam içinde anti emperyalist
tavır alış, ancak ve ancak proleterya ideolojisinin
yön vermesi ve elbette aynı bağlamda proleterya
ve müttefiklerinin önderlik tavrı belirleyici
işlevler ile gündeme gelme şansına sahiptir.
Bizim Anadolu hareketinin seyrinde ise gerek önderliğin
durumu açısından, gerekse aynı temel verilerden
kaynaklanarak emperyalizmle girilen daha savaş
yıllarındaki ilişkiler açısından tam tersi özellikler
görülmektedir. Bu özellikler ki, ikincil nitelikli
boyutlar taşımayan, hareketin egemen tayin edici
karakteri olan özellikleridir. O halde Anadolu
Hareketi anti-emperyalist bir içerik ve sonuç
arz etmemekte, açık işgale karşı verilen bir savaş
panaroması sunmaktadır. Bir hareketin tanışlanmasına
yol açan neden, hareketin sunduğu çeşitli verilerin
sentezi, ayin edici fonksiyonlarının niteliğidir.
Bu itibarla gerek önderliğin tavırlarında, gerekse
savaşın kapsadığı kesimlerin değişik amaç ve niteliklerinde
homojenlik aranamayacağı gibi, bizzat savaşan
güçler olsun, fiili ittifak veya destek güçlerinin
olsun farklı çıkış noktalarından, amaçlarından
yola çıktıkları halde bir yerde buluşmadı. Farklı
sınıfsal ve politik karekterlere, yönelimlere
rağmen çakışmaları yanıltıcı olmaktadır. Nitekim
söz konusu çakışmaların çok geçmeden çeliştiği
küçük burjuva kesimi, sınıfsal bir yapısallık
arzetmeyen, Marksizmin yön verdiği hareketliliklerde
proleterya, aksi halde burjuvaziye yedeklenen,
burjuva ideolojisi ve tavrını temsil eden bir
kesimidir.
Bu çerçeve içinde Anadolu hareketine baktığımızda,
önderliğin bir yandan açık işgale karşı döğüşürken
bir yandan da emperyalizmle eklemlenmenin, çizilecek
ulusal sınırlar içinde emperyalizmin uluslararası
sistematiğine dahil olmanın canhıraş döğüşünü
verdiklerini görürüz. Savaşın başından itibaren,
hatta en güçlü oldukları anda, emperyalizmin bu
yönde bir girişimi olmadığı dönemlerde dahi, emperyalistlerle
anlaşmanın kapılarını zorlamışlardır. Deyim yerindeyse
emperyalistlerden emperyalist beğenmişlerdir.
Siyasi bağımsızlığın tanınması halinde yabancı
sermayeye karşı olmadıklarını, yabancı sermayenin
ülkeye gelmesinden memnun olacaklarını özellikle
ve sürekli olarak vurgulamışlardır. Aynı sürecin
bu tarz sömürü yönetimindeki başarılı ve cazip
ismi ABD olduğundan, gönülde yatan büyük aslanın
ABD olması da doğaldır.
Siyasal blağımsızlığın, ülkenin alt ve üst yapısının
kayıtsız özgürlüğü olduğu gerçeğinin bilincini
Anadolu Hareketinin önderlerinde aramak anlamsızdır.
Çünkü bu saptama materyalizmin gerçekleriyle siyasallaşan
sınıfların ve önderliklerin çıkarımıdır, onların
tavırlarına yön verir, ışık tutar. Siyasal bağımsızlık,
askeri bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık vb. soyutlamalar
ise idealizmin safsatalarından öte emperyalizmin
demogoji riyasından başka anlam taşımaz. Ve Mustafa
Kemal İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında
demektedir. ki: "Hakimiyeti Milliye, Hakimiyeti
İktisadiye ile tasdik edilmelidir... Siyasi ve
askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun
iktisadi zaferler tetviç edilmezse netice payidar
olmaz " Güzel! Fakat ne yazık ki Mustafa
Kemal konuşmasını sürdürüyor: "Zannolmasın
ki ecnebi sermayesine karşıyız... Kanunlarımıza
riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen
teminatı vermeye her zaman hazırız"... İzmir
İktisat Kongresinde benimsenen, Misak'ta ise başından
beri güdülen amaç açıkca görülmektedir: "Türk
diline, milliyetine, toprağına... düşman olmayan
milletlere daima dosttur, ecnebi sermayesine aleyhtar
değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisanına
ve kanununa uymayan müesseselerle münasebette
bulunulamaz... her türlü münasebette fazla mutavassit
(aracı) istemez"
Cumhuriyet'in kurulduğu ilan edilene kadar emperyalizmle
ilişkiler konusunda bir hayli yol alınmıştır.
Emperyalist devletlerle, hayata geçen geçmeyen
bir dizi anlaşma imzalanarak çeşitli imtiyazlar
tanınmıştır. Bu anlaşmalar, Anadolu Harekatının
niteliğini, programını en iyi tanımlayan belgelerdir.
Hemen hemen hepsinde, yapılacak yatırımlarda %50
oranına kadar Türk sermayesinin katılım öne sürülür.
1921 yılında ise Londra Konferansına katılan Bekir
Sami, İtalyanlarla ve Fransızlarla teslimiyetiçilik
özelliklerini taşıyan anlaşmalarla ve Fransızlarla
teslimiyetçilik özelliklerini taşıyan anlaşmalar
imzalanmıştır. Bu anlaşmalar M. Kemal ve Meclis
tarafından reddedilmiştir. Ancak aynı tutarsızlık
karakteri doğrultusunda, M. Kemal bu kez kendisinin
yönlendirdiği gelişmeler sonucunda 20 Ekim 1921
tarihinde, Fransızlarla yapılan Ankara anlaşmasının
devamı olan mektup alışverişi ile daha önce karşı
çıkılan imtiyazların hemen hemen tamamını tekrar
Fransızlara vermiştir. Olayın dikkat edilmesi
gereken yönü, yapılan anlaşmada imtiyazlardan
söz edilmediği halde, aynı dönemde gerçekleştirilen
bir dizi gizli mektup alış-verişi; Türkiye adına
Hariciye Vekili Yusuf Tengürsenk altı, Fransa
adına Franklin Boulan'ın beş mektup vermesi şeklinde
olur. Mektuplara göre bir Fransız grubu, Harşit
vadisindeki demir, krom ve gümüş madenlerini %50'ye
kadar hissesi Türk olmak üzere 99'yıl işletecektir.
Ergani madenlerinin işletilmesine Fransız gruplarının
da girebilmesi ve savaş öncesi Adana'da bir Fransız
şirketinin almış olduğu pamuk arazi imtiyazının
hayata geçirilmesinde çıkarılan zorlukların giderilmesi
için çaba sarfedileceği bildiriliyor; varılan
anlaşmalarla, Türkiyedeki Fransız sağlık, eğitim
ve hayır kurumlarına dokunulmayacağı garantisi
veriliyor. Türk sanat ve jandarma okullarında
Fransız öğretmenlerden yararlanmanın arzu edildiği
bildiriliyordu.
Fransızlarla bu anlaşmaların yapıldığı sıralarda
Ankara'daki yabancı trafiği bir hayli yoğundur.
Bu trafik akışında Amerika'lılar dikkati çekmektedir.
Daha sonraları ABD ticaret ateşesi olarak Türkiye'de
bulunacak olan Julian Gillespre 1922 başında davetli
olarak Ankaraya gelir. "Yusuf Kemal Bey,
Fethi Bey, Dr. Adnan Bey ve Celal Beylerle tatmin
edici bir çok görüşmeler"yapan bu Amerikalı
Washington'a gönderdiği 2 Şubat 1922 tarihli resmi
raporunda şunları yazmaktadır: "Milliyetçi
Türk hükümeti, gerçekten ABD ile yakın ticari
ilişkiler kurmak istiyor. Hem hükümet çevrelerinde
hem de halk arasında Amerikalılara karşı uygun
bir davranış var. Bu tutumun nedenleri şunlardır.
1)Milliyetçi Hükümet hemen maddi yardım istemektedir.
Bu verilecek bir imtiyaz karşılığı avans, kredi
ya da özel bir borç biçiminde olabilir. 2) Hükümet
yetkilileri Amerikan sermayesi yatırım yaparsa
Amerikalıların Misak-ı Milli'de yazılı amaçlara
müdehalede bulunmayacağına, siyasal amaçlarla
hareket etmeyeceğine inanmaktadır. 3)Ayrıca Avrupa'da
ileride yapılacak bir barış konferansında ticaret
ve iktisadi haklar konusunda sorun çıkabileceğinden
çekinmektedirler. Bu durumda'şu imtiyaz ya da
bu ekonomik hak başkasına verilmiştir! diyebilmek
istemektedir. Açıkça ticari imtiyazların Amerika
gibi siyasal bir güç tarafından desteklenen güçlü
finans gruplarına verilmesinden yanadırlar"
"Klikya'da Amerika ve Amerikan iş çevreleri
konusunda olumlu bir eğilim var. Anadolunun en
verimli köşelerinden biri olan Adana ovasının
sulama projesi daha kimseye verilmiş değil. Hükümet
bu projeyi incelemekte ve şimdilik Amerikan kapitalistlerinin
bir öneride bulunmasını beklemektedir. Güvenilir
kişilerden öğrendiğime göre, böyle bir sulama
projesi için büyük sermaye yatırımı, gerekmeyecektir.
Bu yapılırsa bütün Adana vilayetini ve Mersin
Limanını kapsayacak elektrik elde etmeye yeterlidir.
Savaş sırasında bu konuda Alman mühendislerinin
hazırladığı özel bir raporu ele geçirmeye çalışıyormuş."
Özel raporları ele geçirmeyi sağlayacak ilişkiler
içinde olan Amerikalı, Rauf Orbay aracılığıyla
Türk Hükümeti'ne soruyor: "Hükümet tarafından
şimde ne gibi yatırım ve yapım projeleri üzerinde
durulmaktadır? Bunların hangileri Amerikan sermayesinin
incelemesine açıktır?" Rauf Orbay'dan aldığı
yanıtı da ülkesine şu biçimde bildiriyor: "Hükümet
tarafından incelenmekte olan projeler şunlardır:
Mersin Limanı, Adana Ovası'nı sulama projesi,
Zonguldak ve Bayburt'un elektrik projeleri...
Şu projeler de hemen incelenecektir: Bütün Karadeniz
limanları, bu limanları iç bölgelere bağlayacak
demiryolları, bu bölgelerde madenlerin, Ankara-Sivas
ve Erzurum-Sivas, Bayburt-Erzurum-Trabzon, Trablzon-Rize
demiryolları, Harput-Ergani-Mardin-Diyarbakır
demiryolları. Bu sayılan işler Amerikan sermayedarlarına
açıktır."
Amerikan sermayesine açık olan projeler kuşkusuz
yalnızca bunlar değildir. Aynı bağlamda, sözkonusu
Amerikalı raporunu sürdürüyor:
"Türk miliyetçi Hükümeti, Musul Vilayeti'nin
Arap değil Türk nitelikler taşıdığını bildirerek
kendilerine ait olduğunu ileri sürüyor. Buralardaki
ve Van Gölü çevresiyle Erzurum'daki petrol yatakları
çok önemli sayılıyor. Belki de bu ülkenin işlenmemiş
en büyük kaynağı olarak kabul ediliyor. Bu yönde
her hangi bir Amerikan grubu girişimlerde bulunursa
olumlu muamele görecektir sanırım." Julion
Gillespre'nin sorusu doğru çıkıyor ve 1923 başlarında
bir Amerikalı grup ile (Chester Grubu) Doğu'daki
petrolleri amaçlayan bir anlaşma imzalanıyordu.
Nisan 1923 tarihinde, TBMM tarafından onaylanan
Chester Anlaşmasına göre Amerikan grubu Ankara'dan
Kerkük'e, Samsun ve Doğu Beyazıt'a kadar uzanan
4400 km. uzunluğunda demiryolu ile üç liman yapımını
üstlenmiştir. Demiryolu ve limanların işletme
hakkıyla, inşa edilecek demiryolu hatlarının her
iki yanında 20'şer km. lik alanda, petrol dahil
olmak üzere, tüm madenleri işletme imtiyazları
99 yıllığına bu şirkete veriliyordu. Önemli ölçüde
vergiden muaf tutulacak ve özel kolaylıklardan
da yararlanacak olan bu şirkete azami %50 oranında
Türk sermayesinin de ortak olması öngörülmüştür.
Bu grupla imzalanan ikinci anlaşmayla da Türkiye'nin
ithal edeceği tarım makine ve gereçlerinin tekeli
grubun tekeline verilmiştir.
Ülkemizin yeraltı kaynaklarının önemli bir kısmını
99 yıl Amerikan sermayesine teslim eden bu anlaşma
hükümet çevreleri tarafından "Ekonomik zafer"
olarak nitelenip, büyük coşkuyla karşılanmıştır.
Başbakan Rauf Orbay, şu sözlerle meclisi de kendi
coşkusuna ortak etmeye çağırmaktadır: "Cenab-ı
Hak (Chester imtiyazı ile öngörülen) hududun rey
ifasını Meclis-i Alinize mukadder kıldıysa...
meclisten alnınız açık vicdanınız sarih olarak
gidebilirsiniz."
Türk yetkililerinin "büyük başarı" olarak
değerlendirdikleri bu imtiyaz anlaşmasına İngiliz
ve Fransız emparyalizmi, tekel niteliği gösterdiği
için karşı çıkmış, serbest rekabet şartlarının
ve "açık kapı" ilkesinin ihlali olarak
değerlendirerek "açık kapı" ilkesinin
uygulanmasını istemişlerdir.
Anlaşma Musul petrolleri üzerinde gündeme getirildiği
ve esas olarak o tarihte Türk-Irak sınırı henüz
belli olmadığı, Musul'un nerede kalacağı saptanmadığından
dolayı yapıldığı için, daha sonra Musul'un Türkiye
sınırları dışında kalması üzerine Chester grubu
anlaşmayı feshetmiş, Türkiye'ye 50.000 liralık
tazminat ödetmiştir. Türkiye ile Chester grubunun
anlaşmasından önce, bir başka Amerikan grubu olan
Standart Oil Company de İngiliz-Fransız sermayesi
ile yine Musul petrolleri üzerine anlaşmıştır.
Böylece iki taraflı oynayarak durumu kendisi açısından
sağlama alan Amerikan emperyalizmi, her koşulda
kazançlı çıkacağı bir politika izlemiş, Musul
konusunda da İngiliz görüşlerini desteklemiştir.
Türk Hükümeti bir yandan Amerikan emperyalizmini
ihya ederken, Yunan işgalcilarinin babası İngiliz
Emperyalizmini de unutmamıştır. Demiryollarının,
limanların ve yeraltı kaynaklarının önemli bir
kısmını Amerikan tekeline verirken, İngiliz emperyalizmine
de dış ticaretin önemli bir kısmının tekelini
vermiştir.
Londra'da yayınlanan Morning gazetesinin 6 Ocak
1923 tarihli sayısında, Leslio Urguhart, "Türkiye
İnkişaf-ı İktisaliyesi" adıyla kurulan Şirket
için şunları yazıyordu: "İngiliz sermayesi
Türkiye iktisadiyen gelişmesine yardımda bulunabilmek
için Lozan Konferansı'nın başarıyla neticelenmesini
beklemektedir." Bu şirketin en önemli ortağı
Russo Asiatik Corporation adlı şirkettir ve acminal
sermayesi 250.000 İngiliz lirası olup, şartlar
gerktirirse bir milyon veya daha fazla İngiliz
Lirasına çıkarılacaktır. Şirketin amacı; madenleri-Petrol
dahil-geliştirip işletmek, demiryolları, resmi
ve özel taahhütlere girmek, hükümet adına iş yapmak
veya takip etmektir. İdare heyeti beş İngiliz
ve dört Türk'ten kurulu olacaktır. Mr. Urguhatt'ın
şirketi, kapitülasyon özellikleri de taşıyan bir
anlaşma imzalanıyor, yine Londra'da yayınlanan
The Times (22 Haziran 1923) bu konuda şunları
yazıyordu: "Türkiye ticaret şirketi veya
benzer bir isim altında, 145.000 İngiliz liralık
veya yaklaşık olarak bir milyon TL'lık yeni bir
şirket kurulmasını kararlaştırmıştır. Bu yeni
şirketle Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ.
birbirinin dörtte bir hissesine sahip olacaklardır.
Bu iki şirket en geniş bir biçimde işbirliği yapacaklardır.
Yeni şirket Millet Meclisi'nin idaresi altındaki
bölgelerde yapılacak ithalat ve bu bölgelerden
yapılacak ihracatta Türkiye Milli İthalat ve İhracat
AŞ. tüm temsilciliğine sahip olacaktır. Millet
Meclisi bu tasarıyı desteklediğinin bir bedeli
olarak Cardiff'e benzediği söylenen Karadeniz'deki
(Zonguldak) kömürleri işletmesini bu şirkete bırakmıştır.
Türkiye'nin kalkınmasını bütün ülkenin ithalat
ve ihracatını kontrol eden ve geniş ölçüde parlamento
üyelerinin ortak olduğu bir şirkete vermek aslında
Türkiye gibi ticaretin savaş dolayısıyla karmaşık,
örgütsüz bir duruma girdiği bir ülke için dikkat
çekici bir çözümdür. Şayet bu tasarı amacına ulaşırsa
Türkiye ile ticaret yapmak isteyenler bunu ancak
yeni şirket aracılığıyla yapabilecektir."
Bu anlaşma iki önemli nedenden ötürü uygulamaya
girmemiştir. Birincisi emperyalistlerle ilişkilerde
İstanbul Ticaret Odası ağır basmıştır. Anadolu
ticaret burjuvazisinin kendi yerini almaya çalışmasına
ve hükümet destekli bir tekel kurmasına karşı
çıkmıştır. İkinci muhalefet te Amerikan emperyalizminden
gelmiştir. Amerika'nın söz konusu muhalefeti The
New York Times'da (17 Haziran 1933) şu şekilde
dile getirilmektedir: "Bu anlaşma tatbikatta
rekabeti ortadan kaldıracak güçte olup, İngiliz
ve Fransız mallarına, Türk pazarlarına girişte
mutlak bir öncelik tanımaktadır... Türk hükümeti
şirkete herhangi bir müdahaleyi, serbest ticaret
bahanesini öne sürerek reddedebileceklerdir. Oysa
yeni şirketin Türklere ait bölümünün hemen hemen
tamamı Türk milletvekilleri tarafından kontrol
edildiğine göre, fiiliyatta 'açık kapı' ilişkisinin
uygulanacağını beklemek pek mümkün değildir."
Yine ABD emperyalizminin uluslararası Standart
Oil şirketi, ABD Dış İşleri Bakanlığına yazdığı
17 Mayıs 1987 tarihli mektupta şunları yazıyor:
"Bize bildirilenler doğruysa, Türkiye'deki
yatırımlarımızın büyük bir tehlikeyle karşılaştıklarını
bildirmek isteriz." Bunun üzerine ABD Dış
İşleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyor: "Bu
anlaşma hem Amerikan ticaretine, hem de Amerika'nın
desteklediği 'açık kapı' ilkesine indirilmiş önemli
bir darbedir." O günkü emperyalistler arası
ilişkilerde, Amerikan çıkarlarına darbe indirilmediğinden
anlaşma uygulamaya girmemiştir.
Bu anlaşmaların hayata geçmemesi, Türkiye'nin
emperyalizme tavrı açısından önem taşıyan bir
karakter arzetmez. Önemli olan emperyalist sömürü
karşısındaki anlayışı ve attığı adımlardır. Kaldı
ki, anlaşmaların uygulamaya girememesinin nedenleri,
o günkü koşullarda emperyalist ülkelerin birbirlerine
karşı ve Türkiye'nin bunlara karşı tavır alamayışıdır.
Bu anlaşma ve verilen imtiyazların, ağırlıkla
politik nedenlerden, yapılacak Lozan Anlaşması'nda
destek sağlamak amacından kaynaklandığını da söyleyemeyiz.
Bu anlayışla hareket edilseydi, birine veya birkaçına
karşı diğerine imtiyaz verilerek destek sağlama
yoluna gidilirdi. Halbuki, aynı süreçte barış
anlaşması yapılacak bütün emperyalist ülkelere
imtiyazlar dağıtılmıştır. Bu konuda esas olarak
Anadolu hareketinin sınıfsal ve ideolojik niteliği,
tali olarak da dönemin politik etkenleri rol oynamıştır.
Dikkat edilmesi gereken olgu, anti-emperyalist
bir hareketin-anlaşmak için, ülkeler kovduğu emperyalizme
geniş imtiyazlar ve tekeller vermesidir.
Bu arada belirtmek gerekir ki, üzerinde büyük
fırtınalar koparılan 'kapitülasyonların kaldırılması'
sorununda, kapitülasyonların reddi, emperyalizm
açısından fazlaca önem taşımıyordu. Bir anlamda,
uzun yıllar devlet üzerinde ciddi bir bağlayıcılık
teşkil etmiş bir sömürü mekanizması olan kapitülasyonların
kaldırılması yeni devletin başarısıdır. Fakat
bu başarıyı zaman aşımına uğramış, bir hayli yıpranmış
bu sistemin taşıdığı anlamla birlikte değerlendirmek
gerekir ki, bu durumda, azınlık burjuvazisinin
eski konumunu yitirmesi dolayısıyla, emperyalizmin
ülkeyi sömürmekte azınlıkları kullanmasının koşullarının
da tükenmelerinden yoksun kalmış olduğu görülecektir.
Dolayısıyla ne emperyalizmin kapitülasyonlar üzerinde
durmasının gereklilikleri kalmış bulunmaktadır,
ne de yeni devletin bunları kaldırmak konusundaki
tavrında, emperyalistlerle o çok önem verdiği
ilişkilerinin zaafa uğramasına ilişkin bir endişe
duymasına gerek kalmıştır.
Lozan'da 29 Ekim 1914'ten önce yapılan imtiyaz
anlaşmaları ile bu anlaşmalara daha sonra yapılan
eklemeler kabul edilmiştir, Düyun-u Umumiye borçlarının
Türkiye sınırları içinde kalan kısmının ödenmesi
benimsenmiştir. Buna göre 5 Kasım 1914 yılına
kadar ödenmemiş olan 139 milyon Osmanlı altınının
%65' ödenecektir. Musul sorunu da daha ileride
görüşülmek üzere Milletler Cemiyetine bırakılmıştır.
Milletler Cemiyeti ise bir süre sonra Musul'un
Irak'ta kalmasını kararlaştırmıştır.
Son olarak, emperyalizmle ilişkiler sorununun
bir diğer boyutuna değinelim: Yukarıda ana hatlarının,
özellikle örnekler vermek ve tarihsel seyri somut
adımlarıyla aktarmak çerçevesinde değinerek nitelediğimiz
ilişkilerin durumuna rağmen, Anadolu hareketinin
emperyalizme hiçbir anlamda zarar verici işlevi
olmamışmıdır? Kuşkusuz olmuştur. Bu soruya 'hayır'
yanıtı vermek, olayı gereken kıstasları içinde
anti-emperyalist konuma oturmamış olması nedeniyle
ve gelişmeleri kısa zamanda emperyalizme önemli
kazanımlar sunmasından yola çıkarak; emperyalizmin
osmanlı düzeneğindeki, ilişkilerini planlı programlı
olarak yeni devletlin yeni ilişkilerine dönüştürmesi
şeklindeki açıklamaları gündeme getirir ki, durum
bu değildir. Bu tarz bir açıklamanın da marksizmin
tarihe yaklaşım yönteminde elbette yer bulabilmesi
olası değildir. Durum, bire bir derinlikler içinde
olmasa da, benzer süreçlerde benzer özelliklerle
geri kalmış ülkelerin açık işgal karşısında, emperyalizmin
saldırganlığına tavır alması ama sömürü, mekanizmasını
parçalayarak dinemiklere sahip olmaması olayıdır.
Ülkenin' geri kalmışlığı' üretim ilişkilerinin
niteliği temelinde söz konusu olduğu için ve bağlantılı
olarak üretici güçlerin o süreçlerdeki nitel ve
nicel seviyesi, savlarının sınıfsal özü emekçi
kitlelerin önderliği ele geçirilebilecek durumda
olmaması şeklinde belirlendiği için az önce tanımladığımız
sonuç ortaya çıkmaktadır. Yine ülkelerin dönüşümlerinde,
devinimlerinde iç dinamiğin belirleyici olması
evrensel gerçeği temelinde: Anadolu Harekatı esnasında
olduğu gibi, ülkenin doğru tanımlanmasından, beklentilerin
rasyonelliğine kadar teorideki bugün doğru saptamalara
ve pratikteki ciddi katkılarıyla, bir Lenin önderliğindeki
Sovyetler gibi ülkelerin bile bütün çabalarına
rağmen durumun niteliğini değiştirmede fazla şansları
yoktur.
Bağlarsak, Anadolu Hareketinin emperyalizmin çıkarlarına
ilişkin olarak doğruluğu olumsuz sonuçlar sözkonusudur.
Açık işgalin kırılmasının, diğer geri kalmış halklara
da en azından bu bağlamda güç vermesi emperyalizmin
o koşullarda önem verdiği bir politika olan Hindistan
yolunun önüne engeller çıkması, Sovyetler'in gerçek
anlamda kuşatılarak devrimin gelişiminin zaafa
uğratılması, politikasının bozulması, hareketin
tarihsel sürece sürdüğü önemli ve olumlu faktörlerdir.
SONUÇ
Anadolu hareketinin tarihsel seyrini yer yer kısa
saptamalarla birlikte genel olarak gözden geçirdikten
sonra onun niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor.
Bilindiği gibi bir hareketin niteliğini belirtirken;
onun sınıfsal dokunuşuna, önderliğin durumuna,
proğram ve hedefleri gözönünde bulundurulur. Ki,
1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin çeşitli
yerlerinde işgalcilerle çarpışmayı soyutlayarak
Anadolu Hareketini salt işgal güçleriyle vuruşmaya
indirgemesi içinde ele alarak olaya 'savaş' demek
de olası değildir. Çünkü durum, gerek bizzat kendi
sürecinde savaşa koşut olarak gündeme sokulan,
gerekse de daha sonra genel olarak aynı paralelde
sürdürülen politikalarla siyasal sosyal, ekonomik,
vb. çok yönlü bir eklemlenişin kapsamını sunmaktadır.
Dolayısıyla hareketi genelde nitelemeden önce
nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı soruların
yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi'nin bir sınıf ideolojisi
temelinde gelişmektedir, yoksa bu şekilde gelişmeyen,
bu şekilde gelişme koşulları olmayan veya bu şekilde
gelişmeye tarihsel ve siyasal elverişlilik ortamı
olmayan çeşitli hareketler gibi, görünümdeki çeşitli
özgürlüklerine, yüzeysel farklılıklara rağmen
esasta bir sınıf ideolojisini bağlı, onun köklerinden
sürgün vermiş ve sonuçta ona hizmet eden bir çizgi
midir? Başta egemen sınıflar olmak üzere, ülkemizin-bugünkü
kapsamı itibarıyla-sol literatürüne kadar uzanmış
'Kemalizm' kavramı, kendi özel niteliği olan bir
ideoloji midir? İdeolojiden öte, bir ekol bir
çizgi olarak özgünlük taşımakta mıdır? Şu kavramın
böylesine geniş bir yelpaze içinde yerleşikliğinin
nedenleri neleridir? Ve ideoloji nedir?
Ekonomik, siyasal, sosyal normlara sahip sınıfların
düşünçelerinin sistemli biçimlenişi olarak genel
bir soyutlama yapmak olasıdır. Ne var ki, ideolojiler
bu genellemenin kapsamında ama bunlar çok daha
yüklü anlamlar içerir. Elbette düşünce, maddi
koşullarca belirlenir. Maddi koşullar düşüncenin
kendi sistematiği içinde ciddi aşamalar, nitelik
sıçramaları yapabilmesinin koşullarını da tarihsel
boyutu içinde yine maddi yaşam sunar, maddi yaşamın
gelişme dinamiği olur. Fakat önemli bir noktayı
tam da burada gözden kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin
yanısıra, belli bir dokuya kendi kendine yaşama
örgenliğine kavuşan düşünce, o andan itibaren
maddi yaşamdan göreceli bir bağımsızlık kazanır.
Yaşamın verilerini alarak kavramak tanımlamak
basit denklemi, artık karmaşık çok bilinmeyenli
problemleri düşünme gündemine almakla yer değiştirmiştir..
İşte eğer bu tablo sınıfsal boyutlar içinde çiziliyorsa,
o devinimine koşut ya da ona karşı... Ama bir
ideolojidir. Ayrıca yine eklemek gerekir ki, bir
düşünce sistematiğinin ideoloji olabilmesi için
biçimsel olması şart değildir. Tıpkı idealizm
gibi bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle
de bezeli olabilir, ama bu onun bir sınıfın varlık
koşullarını tanımlamasına engel olmadığı için
ideoloji olmaması anlamanı da gelmez. Konuya ilişkin
olarak Engels'in 14 Temmuz 1893'de Franz Mehring'e
yazdığı mektubu anımsatmak çok yararlı olacak
Engels, sıradan soyutlamalardan öte, ideoloji
üzerinde çok yönle olarak düşünerek diyor ki:
"İdeoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli
olarak, ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği
bir süreçtir. Onu harekete getiren gerçek güçler
kendisi için meçhuldür, öyle olmasaydı zaten ideolojik
bir süreç olmazdı. Bu yüzden sözde düşünür, yanlış
ya da görünüşte kalan itici güçler tasarımlar.
Düşünsel bir süreç olmasına bakarak, ister kendisinin
ister kendisinden öncekinin düşünecesi olsun,
ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır
ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır. İşin temeline
bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar
ve daha uzaklarda düşünceden bağımsız kökenleri
olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz.
Onun gözünde bu doğaldır; çünkü düşüncenin aracılığıyla
gerçekleşen her insan eylemi ona son çözümlemede,
temelini düşünceye dayamış olarak görünür. Sanki
tarihsel ideoloji, her özel alanda, daha önceki
kuşakların zihnin de bağımsız olarak meydana gelmiş
ve birbirlerini izleyen bu kuşakların beyninde
kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir.
İşte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu
görünüşte bağımsız tarihleridir ki, insanların
çoğunu aldatmaktadır. Luther ve Calvin resmi katolik
dininin hakkından geliyorlarsa, vb. bu, herhalde
düşünce alanından çıkmayan olaylar nedeniyledir
ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel bir yansısıdır.
Aslan yürekli Richard ve Philippe Auguste, haçlı
seferlerine girişecekleri yerde serbest ticareti
gerçekleştirmiş olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan
ve budalalıktan kurtarırlardı. Buna ideologların
şu aptalca düşüncesi de ekleniyor: Tarihte bir
rol oynayan çeşitli ideolojik alanlara bağımsız
bir tarihsel gelişme tanımadığımıza göre, anlara
hiçbir tarihsel etkililik de tanınmamalı... Bu
iddia, diyalektiğe aykırı basit bir görüşe, karşılıklı
etki üstünde kesin bir bilgisizliğe dayanmaktadır.
Bu baylar, ekonomik olgular tarafından yaratılır
yaratılmaz her tarihsel etkenin kendisinin de
bir etki yarattığı ve kendi nedenlerine etken
olabileceği olgusunu, çoğu zaman maksatlı olarak
unutuyorlar. Eğer gerçeğin bu biçimde çıkarımların
yapılabileceği Aristo çağından günümüze kadar
düşüncenin karakterinin üzerinden de çok fazla
su aktı."
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın
maddi yaşam koşullarınca belirlenen, bu bağlamda
onun çıkarlarını amaçlayan, dolayısıyla maddi
hareket noktası üzerinde biçimlenen düşünsel olgular
temelinde yükselip, koşul-düşünce ikileminde bir
sürekli alış veriş içine giren, komünizme kadar
da sınıfsal karakterini yitirmeyen sistematiktir.
(Komünizm ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk
kez toplumsal ideolojidir. Bu temelde, ideolojinin
karakteri, başat özelliği komünizmle değildir.)
Onun dışında komünizme kadar sınıf dışında, sözgelimi
ara tabakalarına ilişkin, sözgelimi bir erk bileşimine
ilişkin ya da ezilen katmanların bileşimine ilişkin
'özgün' ideolojiler yaratmak materyalizmin temel
biçimsel kıstaslarını tepelemekle eş anlamlıdır.
Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz. Onun
düşüncesi, düzen statükoculuğu kapsamında burjuva
ideolojisinin alt türevi, bir dipnotudur. Aynı
biçimde çağımızın devrimlerini tanımlarken sosyalizm
aynı zamanda köylülüğün ezici nicel bölümüne hitap
ettiği ve onun koşullarını, çıkarlarını tanımladığı
halde, sosyalizm proletarya ideolojisidir.
Sonuçta Kemalizm diye bir ideoloji olmayacağı/olmadığı
halde Türkiye egemenleri tarafından 'sınıflarüstü
devlet politikası' demogojisinin içini kendi programlarıyla
dolduracağı, doldurduğu bir egemenlik ve muhalefet
gömleği olarak sürrealist varlığını korumuştur.
Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide,
Kemalizmin ve idealizmin (burjuva ideolojisinin)
arayışı içinde olan, bunu gerçekleştirmek için
çırpınan, uluslararası ilişkilerinde de daha o
günden bu temelde varoluşun eklenlenişilerini
arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü ne proletarya
ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine ekonomik,
siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen olma,
onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik,
hem kendi kimliği, hem de programları açısından
sürekli bu doğrultuda çırpınıp durmuş, otodinamiğinin
verilerinin farkında olduğu için de kendisi emperyalizmi
aramıştır. Marx'ın farklı bir konuda, burjuvazisinin
tarihsel görevinin sona erdiğini belirtirken ifade
ettiği gibi artık onun, "kendisinin çağırdığı
bu cehennem güçlerinin maşası olarak" kendi
ülkesini, alacağı işbirliği rüşveti karşılığı
emperyalizmin ayakları altına döşediği aşikardır.
Bugün düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın
dışında bir sistematik kurulabilmesi eşyanın tabiatına
aykıdırıdır. Ve elbette 'Kemalizm'e bir felsefe
akımı demek hiç bir anlamda sözkonusu olmasa da
'Kemalizm'in toplumsal boyutlar çerçevesindeki
etkinliklerini düşünürken, Fransız Regar Garaudy'nin
'mızmız felsefeler' diye adlandırdığı burjuva
akımlarını (3) anımsamamak olası değil. Burjuva
ideolojisinin genel karakterinden kaynaklanan
bu mızmızlık, onun bir takım temel normlarına
karşı çıkarak yola çıkıp ona hizmet etmeye kadar
varan çeşnidir. Ne var ki, bütün bu görünürdeki
çeşniye karşın, son çözümlemede çağımız iki büyük
kamptan ibarettir. Burjuvazi ve proletarya. "Günümüze
kadar varolagelen bütün toplumların tarihi sınıf
savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle partisi
ve plep, derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa,
tek sözle ezen ve ezilen her an birbirlerine karşı
olmuşlar ve kimi zman alttan alta, kimi zaman
da açıktan açığa sürekli bir kavga sürdürmüşlerdir.
Bu kavga, her seferinde, ya bütün toplumun dönüşmesiyle
ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla
sonuçlanmıştır... Feodal toplumun yıkıntılarından
fışkıran çağdaş burjuva toplumu yeni baskı koşulları
ve yeni kavga biçimleri getirmiştir. Burjuva çağı,
şu ayırdedici özelliği taşır: Sınıf çelişkilerini
basitleştirmiştir. Bütün toplum giderek iki büyük
topluma bölünmüştür. Burjuvazi ve proleterya.
Ortaçağın toprak köleleri arasından kasabaların
ayrıcalıklı halkı türemiştir. Bunların arasından
da burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir... Burjuvazi,
tarihsel süreçte son derece devrimci bir rol oynamıştır.
Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal ataerkil
ilişkilere son vermiştir. Feodal bağları hoyratça
koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar
ve peşin para bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır.
O güne dek el üstünde tutulan, baştacı edilen
ne kadar mesek varsa hepsinin kutsal halesini
yıkıp atmış; hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı,
bilim adamını, ücretli işçileri yapmıştır.(4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince;
bir hareketin, önder kadroların sınısal kökenine
bağlı olarak nitelenmeyeceğini, önemli olan bu
kadroların hangi sınıftan, kattan gelirse gelsinler,
o hareketin sürecinde hangi sınısal temellerden
kaynaklanan amaç ve programlara hizmet ettikleridir.
Evet, çokca söylenegeldiği üzere Anadolu hareketinin
önder kadroları ordu ve bürokrasiden gelmektedirler.
Buradan yola çıkarak devletin iki temel kurumu
olan bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların,
bürokrat ve askerlerin genellikle küçük burjuva
karakter arzetmesini hareketin 'ideolojik sınıfsal'
yapısını ve o anlamda niteliğini belirlediği söylenemez.
Küçük burjuva 'ideolojiler' değil ama, küçük burjuva
karakterli çizgierin tipik 'mızmız'lıkları, yalpalamaları,
burjuvazinin gücünü kollamaları ve kovalamaları
ihtilal ve yukarıdan aşağıya girişimcilik-darbecilik
tablolarıyla küçük burjuvanın çözebileceği çeşitli
çizgiler çekmiştir döneme. Ne var ki, olayın sınıfsal
niteliği bu çizgilerle değil, dayandığı temel
ekonomik ve siyasal olgularca belirlenir ve o
belirlemeler burjuva rotayı ortaya koymaktadır.
Önderliğin amaçları, toprak ağaları ve Anadolu
komprador burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin
işlevlerini devralmak isteyen İstanbul ticaret
burjuvazisinin amaçlarıyla buluşmuş, programın
esası devlet yönetiminde varlık çıkarları esasında
bürokrat ve askerlerin bu amaçlarıyla bütünleşerek
oluşmuştur. (5) önderlik söz konusu kesimlerin
siyasal ifadesi haline gelmiştir. Bu durum, bürokrat
kesimin hakimiyet güçleriyle ittifakı tarzında
şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin görece bağımsızlığına
rağmen bir buluşma gündeme geliyordu. Savaştaki
ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile söz
konusu 'bağımsızlık' artmış, yeni devletin inşaasında
da önemli rol oynamıştır., onların rahatlığı ve
işlevlerindeki hızına hizmet etmiştir.
Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse,
bilindiği gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın
diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Ancak
bu durum her zaman ve her koşulda bu denli yalın
ve kaba çizgiler içinde değildir. Ve kendi içinde
komplikasyonlar taşır. devlet sınıfsal bir baskı
örgütlenmesi olduğu ve bu durum uzun vadeli programlarla
belirlendiği halde, güncel anlamda toplumdaki
diğer kesimlerin varlık koşullarına (nicel ve
nitel durumlarına göre) onlara karşı da yükümlüdür
ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır. Öte
yandan devletin iki başat kurumu olan ordu ve
bürokrasi de kendi içlerinde kurumlaşır. Özellikle
kapitalizmin güçlerini daha da geliştirip karmaşık
bir hale getirdiği bu kurumların yönlendirilmesi,
aralarında eşgüdümün sağlanması mekanizması siyasal
iktidarın yönetim ve yürütme organıdır. Ve her
siyasal iktidar gücünü toplumun egemen sınıflardan
aldığı gibi hakim sınıfların bürokrasi, militarizm
ve siyasal iktidarla ilişkileri karmaşık dengeler
üzerinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme, hakim
sınıflarla ilişkilerinin kuruluş biçimine, tarihsel
gelişimine, toplumun ideolojik-politik, hukuksal,
kültürel vb. evrimleriyle toplumdaki güçler dengesine
oturur. Günümüzün kapitalist devletlerinde birçok
kurumlaşma özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların
durumuna göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktaları
da taşırlar. Toplumsal evrimdeki farklılıklar,
devletin şekillenmesine de yansır. Ancak temelde
bir sınıfın, burjuvazinin devleti olma niteliği
değişmez.
Devletin yapısındaki karmaşıklık, doğal olarak
üst yapı kurumlarına göreceli özellikler vermektedir.
Hakim sınıfların devlet içindeki konumlanışına,
devletin biçimlenişindeki etkinlik ve rollerine
göre özerklikler de şekillenir. Öte yandan kimi
ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık bir karakter
arzetmekteyken kimlerinde daha yalındır. Kimi
ülkelerde lise siyasal mekanizmayla hakim sınıfların
ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde
daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşması ve siyasal
mekanizma ile egemen sınıf ilişkilerine bakarken
sorunu bu perspektiflerle ele almak gerekir. Ülkenin
toplumsal evriminin koşul ve verilerine ilişkin
olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin gerçeklikten
uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet Devleti,
Osmanlı Devleti'nin sunduğu tarihsel veriler üzerinde
varlık kazanmış ve onun söz konusu momentinin
kalıcı yanlarını içererek, dinamizm sunabilen
yanlarında kısmi değişiklikler yaparak biçimlenmiştir.
Osmanlı Devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine
palazlandığı siyasal mekanizmanın asker-bürokrat
kadrolarca oluşturulduğu, bu kadroların mevcut
belirsizlik ve otorite-sınıfsal etkinlik boşluğu
ortamında hakim sınıf gibi davrandığı (aynı zamanda
esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı)
bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları
bu durum Anadolu Hareketinin kadroların daha fazla
özerklik olanağı tanıyan bir özellikti ve ilk
bakışta görece özerklik, söz konusu kadroların
egemen sınıflarıyla ilişkilerini gizliyor, onlara
bağımsız bir görünüm kazandırıyordu. Gerek bu
olgu, gerekirse de askeri-siyasi kadroların küçük
burjuva kökenli olmaları, siyasi iktidarın ekonomik
egemenlik güçlerinden ayrı, küçük burjuvazinin
elinde olduğu, savaşın önderliğinin küçük burjuva
kesimince üstlenilmesinin yanısıra yeni devletin
de 'küçük burjuva kesimce üstlenilmesinin yanısıra
yeni devletin de 'küçük burjuva diktatörlüğü'
olduğu yanılgısına yol açmıştır. Bu saptama yapılırken,
en fazla dikkat edilmesi gereken olgu olan, gelişimlerin,
siyasal ekonomik ve sosyal plandaki karar ve uygulamaların
ağırlıklı olarak emekçilere mi yoksa hakim sınıf
çıkarlarına mı hizmet ettiği gözetmemiş veya yanlış
çıkarımlar yapılmıştır. Öte yandan Emperyalizmle
acil bütünleşme tavrı, devlet olanaklarının hangi
kesimlerin çıkarlarına sunulduğu nedenlerle ülkenin
yobaz bir çevresince 'komünist' ilan edilmesi,
(burjuva kültürünün de batı taklitçiliği, 'batılılaşma',
vb. terimlerle tanımlanan), Bismarkvari girişimlerle
işçi ve köylüleri kapsayarak, onlara da devlet
eliyle ihsanda bulunarak topluma bir bütün olarak
şırınga edilmeye çalışılması benzeri özellikler
de bu yanılgılarda (o zaman olduğu gibi) daha
sonraki dönemlerde de rol oynamıştır. İlginç olan
aynı durumun değişik dönemlerde, dönemin koşulları
doğrultusunda tamamen zıt saptamalarla tanımlanabilmesi
ya da değişik çıkar gruplarınca yadsınması veya
savunulmasıdır.
Ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları
durumu oldukça somut ifade ediyor: İşçiler, köylüler
ulusal gelirden çok az pay alırken aslan payı
toprak ağalarına ve burjuvaziye gitmiştir. 1950'ye
kadar ücretliler %70-80 oranında vergi öderken,
tüccar ve sanayicilerin ödedikleri vergi tutarı
ancak % 10'du. Bütçe gelirlerinin de en büyük
bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı vergiler
oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe
gelirlerinin %38'i, 1930-34 arasında %28'i, 35-39
arasında ise %27'si dolaylı vergilerden oluşmaktaydı
ve yine toplam kredilerin 1924-38 arasında %70'i
tarım dışı alana giderken %19'u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farkılık arzetmeyen ama devlet
müdaheleciliğinin, liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan
dolayı yola çıkan değişik klikler olmuşsa da,
oligarşik ittifakın temelinin (oluşumunun değil)
yeni devletin kuruluşunun hemen akabinde atıldığını
söyleyebiliriz. Kapitalizmin ekonomi anlayışını
rehber edinen yeni devlet, bu anlayışı ülke koşuları
ve kendi niteliği bağlamında çarpık ve ilkel tarzda
hayata geçirmeye çalışmasının yanısıra tutarlılık
gösterdiği nerdeyse tek konunun anti-komünizm
ve sövenizm olduğu gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.
DİPNOT VE KAYNAKLAR
(I) sözkonusu çelişkiler fazla etkisi ve nüfuzu
olmasına karşı Hollanda'nın da yer aldığı Türkisch
Petroleum Company (TPC) içinde de sürer. Bu şirketin
sermaye bileşimi %50 Natioal Bank of Türkey, %25
Deutsche Ba8k ve Anglo Sakson Petroleum Co. şeklindedir.
TPC içindeki Almanya-İngiletere çekişmesini İngiltere
kazanmış ve 1914'teki TPC'nin sermaye artırımında,
İngiliz tekeli Anglo Parsium Oil Co. national
Bank of Türkey'in %50 payını alarak Alman Deutszh
Bank karşısında üstün duruma geçmiştir. TPC içindeki
bu savaş Alman saldırganlığına zemin teşkil eden
nedenlerden biri olarak, birinci paylaşım savaşına
yansımıştır.
(2) Söz konusu yardımların dökümü şu şekildeydi:
1920 yılında 600 tüfek, 5.000.000 kadar tüfek
mermisi ve 17.660 top mermisi. 1920 Eylül'ünde
200.6 kg külçe altın (Erzurum'da teslim edilmiştir.)
.921 Ocak-Şubat aylarında 1.000 atımlık top barutu,
4.000 el bombası ve 4.000 şarapnel mermisi ve
çeşitli türden bir kısım askeri malzeme. 1921
yılında; 33.275 tüfek, 57.986.000 tüfek mermisi
327 makineli tüfek, 54 top, 1.229.479 top mermisi,
1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi, 3 Ekim 19214de
Nisan-1922 Mayıs arası 5 taksitle verilmiştir
ve BMM Hükümetinin Milli Savunma bütçesi 1920
yılında 27.576.039 TL., 1921 yılında ise 54.160.058
Tl. idi.
(3) Varoluşçuluk, Yeni olguculuk, İnancılık, Klerikolizm,
Yeni gerçekçlik, Aletçilik, Uygulayıcılık, Olay-bilimcilik,
Kişilikçilik, vb.
(4) Söz konusu burjuvazinin niteliği ve tarihsel
kesit açısından ele alınarak kompoze bir çıkarım
yapmak istendiğinde Anadolu hareketi önderliğinin
bünyesi nin amaç ve programlarla belirlendiğinin
fakat o süreçte her açıdan burjuva nitelik arzedecek
kapasite olmadığını söylemek gerekir. Ki bu onun
son çözümlemede burjuva rotasının onda farklılaşma
anlamında değiştirmez.
(5) Bu noktada Marks ve Lenin'in bürokrasiye ilişkin
düşüncelerinin bazı noktalarını anımsarsak: "Toplum,
ortak çıkarlarının savunulması için iş bölümü
yoluyla kendi özelliklerini doğurmuştur. Ne varki
devlet kurumunda uçlaşan bu gerginlikler zamanla
kendi çıkarlarına hizmet eder hale gelmişlerdi,
toplumun hizmetkarları durumundan kendilerinin
efendileri durumuna gelmişlerdi" ( K.M. 18.
Brumaire) "Bürokrasi, karşıtı olan feodalizm
illetinden adil ve ceberrut biçimdir. "(Lenin)
(YAZININ
DEVAMI İÇİN BURAYI TIKLAYIN)
|