SONUÇ
Anadolu hareketinin tarihsel seyrini yer yer kısa
saptamalarla birlikte genel olarak gözden geçirdikten
sonra onun niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor.
Bilindiği gibi bir hareketin niteliğini belirtirken;
onun sınıfsal dokunuşuna, önderliğin durumuna,
proğram ve hedefleri gözönünde bulundurulur. Ki,
1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin çeşitli
yerlerinde işgalcilerle çarpışmayı soyutlayarak
Anadolu Hareketini salt işgal güçleriyle vuruşmaya
indirgemesi içinde ele alarak olaya 'savaş' demek
de olası değildir. Çünkü durum, gerek bizzat kendi
sürecinde savaşa koşut olarak gündeme sokulan,
gerekse de daha sonra genel olarak aynı paralelde
sürdürülen politikalarla siyasal sosyal, ekonomik,
vb. çok yönlü bir eklemlenişin kapsamını sunmaktadır.
Dolayısıyla hareketi genelde nitelemeden önce
nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı soruların
yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi'nin bir sınıf ideolojisi
temelinde gelişmektedir, yoksa bu şekilde gelişmeyen,
bu şekilde gelişme koşulları olmayan veya bu şekilde
gelişmeye tarihsel ve siyasal elverişlilik ortamı
olmayan çeşitli hareketler gibi, görünümdeki çeşitli
özgürlüklerine, yüzeysel farklılıklara rağmen
esasta bir sınıf ideolojisini bağlı, onun köklerinden
sürgün vermiş ve sonuçta ona hizmet eden bir çizgi
midir? Başta egemen sınıflar olmak üzere, ülkemizin-bugünkü
kapsamı itibarıyla-sol literatürüne kadar uzanmış
'Kemalizm' kavramı, kendi özel niteliği olan bir
ideoloji midir? İdeolojiden öte, bir ekol bir
çizgi olarak özgünlük taşımakta mıdır? Şu kavramın
böylesine geniş bir yelpaze içinde yerleşikliğinin
nedenleri neleridir? Ve ideoloji nedir?
Ekonomik, siyasal, sosyal normlara sahip sınıfların
düşünçelerinin sistemli biçimlenişi olarak genel
bir soyutlama yapmak olasıdır. Ne var ki, ideolojiler
bu genellemenin kapsamında ama bunlar çok daha
yüklü anlamlar içerir. Elbette düşünce, maddi
koşullarca belirlenir. Maddi koşullar düşüncenin
kendi sistematiği içinde ciddi aşamalar, nitelik
sıçramaları yapabilmesinin koşullarını da tarihsel
boyutu içinde yine maddi yaşam sunar, maddi yaşamın
gelişme dinamiği olur. Fakat önemli bir noktayı
tam da burada gözden kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin
yanısıra, belli bir dokuya kendi kendine yaşama
örgenliğine kavuşan düşünce, o andan itibaren
maddi yaşamdan göreceli bir bağımsızlık kazanır.
Yaşamın verilerini alarak kavramak tanımlamak
basit denklemi, artık karmaşık çok bilinmeyenli
problemleri düşünme gündemine almakla yer değiştirmiştir..
İşte eğer bu tablo sınıfsal boyutlar içinde çiziliyorsa,
o devinimine koşut ya da ona karşı... Ama bir
ideolojidir. Ayrıca yine eklemek gerekir ki, bir
düşünce sistematiğinin ideoloji olabilmesi için
biçimsel olması şart değildir. Tıpkı idealizm
gibi bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle
de bezeli olabilir, ama bu onun bir sınıfın varlık
koşullarını tanımlamasına engel olmadığı için
ideoloji olmaması anlamanı da gelmez. Konuya ilişkin
olarak Engels'in 14 Temmuz 1893'de Franz Mehring'e
yazdığı mektubu anımsatmak çok yararlı olacak
Engels, sıradan soyutlamalardan öte, ideoloji
üzerinde çok yönle olarak düşünerek diyor ki:
"İdeoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli
olarak, ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği
bir süreçtir. Onu harekete getiren gerçek güçler
kendisi için meçhuldür, öyle olmasaydı zaten ideolojik
bir süreç olmazdı. Bu yüzden sözde düşünür, yanlış
ya da görünüşte kalan itici güçler tasarımlar.
Düşünsel bir süreç olmasına bakarak, ister kendisinin
ister kendisinden öncekinin düşünecesi olsun,
ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır
ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır. İşin temeline
bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar
ve daha uzaklarda düşünceden bağımsız kökenleri
olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz.
Onun gözünde bu doğaldır; çünkü düşüncenin aracılığıyla
gerçekleşen her insan eylemi ona son çözümlemede,
temelini düşünceye dayamış olarak görünür. Sanki
tarihsel ideoloji, her özel alanda, daha önceki
kuşakların zihnin de bağımsız olarak meydana gelmiş
ve birbirlerini izleyen bu kuşakların beyninde
kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir.
İşte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu
görünüşte bağımsız tarihleridir ki, insanların
çoğunu aldatmaktadır. Luther ve Calvin resmi katolik
dininin hakkından geliyorlarsa, vb. bu, herhalde
düşünce alanından çıkmayan olaylar nedeniyledir
ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel bir yansısıdır.
Aslan yürekli Richard ve Philippe Auguste, haçlı
seferlerine girişecekleri yerde serbest ticareti
gerçekleştirmiş olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan
ve budalalıktan kurtarırlardı. Buna ideologların
şu aptalca düşüncesi de ekleniyor: Tarihte bir
rol oynayan çeşitli ideolojik alanlara bağımsız
bir tarihsel gelişme tanımadığımıza göre, anlara
hiçbir tarihsel etkililik de tanınmamalı... Bu
iddia, diyalektiğe aykırı basit bir görüşe, karşılıklı
etki üstünde kesin bir bilgisizliğe dayanmaktadır.
Bu baylar, ekonomik olgular tarafından yaratılır
yaratılmaz her tarihsel etkenin kendisinin de
bir etki yarattığı ve kendi nedenlerine etken
olabileceği olgusunu, çoğu zaman maksatlı olarak
unutuyorlar. Eğer gerçeğin bu biçimde çıkarımların
yapılabileceği Aristo çağından günümüze kadar
düşüncenin karakterinin üzerinden de çok fazla
su aktı."
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın
maddi yaşam koşullarınca belirlenen, bu bağlamda
onun çıkarlarını amaçlayan, dolayısıyla maddi
hareket noktası üzerinde biçimlenen düşünsel olgular
temelinde yükselip, koşul-düşünce ikileminde bir
sürekli alış veriş içine giren, komünizme kadar
da sınıfsal karakterini yitirmeyen sistematiktir.
(Komünizm ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk
kez toplumsal ideolojidir. Bu temelde, ideolojinin
karakteri, başat özelliği komünizmle değildir.)
Onun dışında komünizme kadar sınıf dışında, sözgelimi
ara tabakalarına ilişkin, sözgelimi bir erk bileşimine
ilişkin ya da ezilen katmanların bileşimine ilişkin
'özgün' ideolojiler yaratmak materyalizmin temel
biçimsel kıstaslarını tepelemekle eş anlamlıdır.
Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz. Onun
düşüncesi, düzen statükoculuğu kapsamında burjuva
ideolojisinin alt türevi, bir dipnotudur. Aynı
biçimde çağımızın devrimlerini tanımlarken sosyalizm
aynı zamanda köylülüğün ezici nicel bölümüne hitap
ettiği ve onun koşullarını, çıkarlarını tanımladığı
halde, sosyalizm proletarya ideolojisidir.
Sonuçta Kemalizm diye bir ideoloji olmayacağı/olmadığı
halde Türkiye egemenleri tarafından 'sınıflarüstü
devlet politikası' demogojisinin içini kendi programlarıyla
dolduracağı, doldurduğu bir egemenlik ve muhalefet
gömleği olarak sürrealist varlığını korumuştur.
Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide,
Kemalizmin ve idealizmin (burjuva ideolojisinin)
arayışı içinde olan, bunu gerçekleştirmek için
çırpınan, uluslararası ilişkilerinde de daha o
günden bu temelde varoluşun eklenlenişilerini
arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü ne proletarya
ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine ekonomik,
siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen olma,
onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik,
hem kendi kimliği, hem de programları açısından
sürekli bu doğrultuda çırpınıp durmuş, otodinamiğinin
verilerinin farkında olduğu için de kendisi emperyalizmi
aramıştır. Marx'ın farklı bir konuda, burjuvazisinin
tarihsel görevinin sona erdiğini belirtirken ifade
ettiği gibi artık onun, "kendisinin çağırdığı
bu cehennem güçlerinin maşası olarak" kendi
ülkesini, alacağı işbirliği rüşveti karşılığı
emperyalizmin ayakları altına döşediği aşikardır.
Bugün düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın
dışında bir sistematik kurulabilmesi eşyanın tabiatına
aykıdırıdır. Ve elbette 'Kemalizm'e bir felsefe
akımı demek hiç bir anlamda sözkonusu olmasa da
'Kemalizm'in toplumsal boyutlar çerçevesindeki
etkinliklerini düşünürken, Fransız Regar Garaudy'nin
'mızmız felsefeler' diye adlandırdığı burjuva
akımlarını (3) anımsamamak olası değil. Burjuva
ideolojisinin genel karakterinden kaynaklanan
bu mızmızlık, onun bir takım temel normlarına
karşı çıkarak yola çıkıp ona hizmet etmeye kadar
varan çeşnidir. Ne var ki, bütün bu görünürdeki
çeşniye karşın, son çözümlemede çağımız iki büyük
kamptan ibarettir. Burjuvazi ve proletarya. "Günümüze
kadar varolagelen bütün toplumların tarihi sınıf
savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle partisi
ve plep, derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa,
tek sözle ezen ve ezilen her an birbirlerine karşı
olmuşlar ve kimi zman alttan alta, kimi zaman
da açıktan açığa sürekli bir kavga sürdürmüşlerdir.
Bu kavga, her seferinde, ya bütün toplumun dönüşmesiyle
ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla
sonuçlanmıştır... Feodal toplumun yıkıntılarından
fışkıran çağdaş burjuva toplumu yeni baskı koşulları
ve yeni kavga biçimleri getirmiştir. Burjuva çağı,
şu ayırdedici özelliği taşır: Sınıf çelişkilerini
basitleştirmiştir. Bütün toplum giderek iki büyük
topluma bölünmüştür. Burjuvazi ve proleterya.
Ortaçağın toprak köleleri arasından kasabaların
ayrıcalıklı halkı türemiştir. Bunların arasından
da burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir... Burjuvazi,
tarihsel süreçte son derece devrimci bir rol oynamıştır.
Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal ataerkil
ilişkilere son vermiştir. Feodal bağları hoyratça
koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar
ve peşin para bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır.
O güne dek el üstünde tutulan, baştacı edilen
ne kadar mesek varsa hepsinin kutsal halesini
yıkıp atmış; hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı,
bilim adamını, ücretli işçileri yapmıştır.(4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince;
bir hareketin, önder kadroların sınısal kökenine
bağlı olarak nitelenmeyeceğini, önemli olan bu
kadroların hangi sınıftan, kattan gelirse gelsinler,
o hareketin sürecinde hangi sınısal temellerden
kaynaklanan amaç ve programlara hizmet ettikleridir.
Evet, çokca söylenegeldiği üzere Anadolu hareketinin
önder kadroları ordu ve bürokrasiden gelmektedirler.
Buradan yola çıkarak devletin iki temel kurumu
olan bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların,
bürokrat ve askerlerin genellikle küçük burjuva
karakter arzetmesini hareketin 'ideolojik sınıfsal'
yapısını ve o anlamda niteliğini belirlediği söylenemez.
Küçük burjuva 'ideolojiler' değil ama, küçük burjuva
karakterli çizgierin tipik 'mızmız'lıkları, yalpalamaları,
burjuvazinin gücünü kollamaları ve kovalamaları
ihtilal ve yukarıdan aşağıya girişimcilik-darbecilik
tablolarıyla küçük burjuvanın çözebileceği çeşitli
çizgiler çekmiştir döneme. Ne var ki, olayın sınıfsal
niteliği bu çizgilerle değil, dayandığı temel
ekonomik ve siyasal olgularca belirlenir ve o
belirlemeler burjuva rotayı ortaya koymaktadır.
Önderliğin amaçları, toprak ağaları ve Anadolu
komprador burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin
işlevlerini devralmak isteyen İstanbul ticaret
burjuvazisinin amaçlarıyla buluşmuş, programın
esası devlet yönetiminde varlık çıkarları esasında
bürokrat ve askerlerin bu amaçlarıyla bütünleşerek
oluşmuştur. (5) önderlik söz konusu kesimlerin
siyasal ifadesi haline gelmiştir. Bu durum, bürokrat
kesimin hakimiyet güçleriyle ittifakı tarzında
şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin görece bağımsızlığına
rağmen bir buluşma gündeme geliyordu. Savaştaki
ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile söz
konusu 'bağımsızlık' artmış, yeni devletin inşaasında
da önemli rol oynamıştır., onların rahatlığı ve
işlevlerindeki hızına hizmet etmiştir.
Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse,
bilindiği gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın
diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Ancak
bu durum her zaman ve her koşulda bu denli yalın
ve kaba çizgiler içinde değildir. Ve kendi içinde
komplikasyonlar taşır. devlet sınıfsal bir baskı
örgütlenmesi olduğu ve bu durum uzun vadeli programlarla
belirlendiği halde, güncel anlamda toplumdaki
diğer kesimlerin varlık koşullarına (nicel ve
nitel durumlarına göre) onlara karşı da yükümlüdür
ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır. Öte
yandan devletin iki başat kurumu olan ordu ve
bürokrasi de kendi içlerinde kurumlaşır. Özellikle
kapitalizmin güçlerini daha da geliştirip karmaşık
bir hale getirdiği bu kurumların yönlendirilmesi,
aralarında eşgüdümün sağlanması mekanizması siyasal
iktidarın yönetim ve yürütme organıdır. Ve her
siyasal iktidar gücünü toplumun egemen sınıflardan
aldığı gibi hakim sınıfların bürokrasi, militarizm
ve siyasal iktidarla ilişkileri karmaşık dengeler
üzerinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme, hakim
sınıflarla ilişkilerinin kuruluş biçimine, tarihsel
gelişimine, toplumun ideolojik-politik, hukuksal,
kültürel vb. evrimleriyle toplumdaki güçler dengesine
oturur. Günümüzün kapitalist devletlerinde birçok
kurumlaşma özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların
durumuna göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktaları
da taşırlar. Toplumsal evrimdeki farklılıklar,
devletin şekillenmesine de yansır. Ancak temelde
bir sınıfın, burjuvazinin devleti olma niteliği
değişmez.
Devletin yapısındaki karmaşıklık, doğal olarak
üst yapı kurumlarına göreceli özellikler vermektedir.
Hakim sınıfların devlet içindeki konumlanışına,
devletin biçimlenişindeki etkinlik ve rollerine
göre özerklikler de şekillenir. Öte yandan kimi
ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık bir karakter
arzetmekteyken kimlerinde daha yalındır. Kimi
ülkelerde lise siyasal mekanizmayla hakim sınıfların
ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde
daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşması ve siyasal
mekanizma ile egemen sınıf ilişkilerine bakarken
sorunu bu perspektiflerle ele almak gerekir. Ülkenin
toplumsal evriminin koşul ve verilerine ilişkin
olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin gerçeklikten
uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet Devleti,
Osmanlı Devleti'nin sunduğu tarihsel veriler üzerinde
varlık kazanmış ve onun söz konusu momentinin
kalıcı yanlarını içererek, dinamizm sunabilen
yanlarında kısmi değişiklikler yaparak biçimlenmiştir.
Osmanlı Devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine
palazlandığı siyasal mekanizmanın asker-bürokrat
kadrolarca oluşturulduğu, bu kadroların mevcut
belirsizlik ve otorite-sınıfsal etkinlik boşluğu
ortamında hakim sınıf gibi davrandığı (aynı zamanda
esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı)
bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları
bu durum Anadolu Hareketinin kadroların daha fazla
özerklik olanağı tanıyan bir özellikti ve ilk
bakışta görece özerklik, söz konusu kadroların
egemen sınıflarıyla ilişkilerini gizliyor, onlara
bağımsız bir görünüm kazandırıyordu. Gerek bu
olgu, gerekirse de askeri-siyasi kadroların küçük
burjuva kökenli olmaları, siyasi iktidarın ekonomik
egemenlik güçlerinden ayrı, küçük burjuvazinin
elinde olduğu, savaşın önderliğinin küçük burjuva
kesimince üstlenilmesinin yanısıra yeni devletin
de 'küçük burjuva kesimce üstlenilmesinin yanısıra
yeni devletin de 'küçük burjuva diktatörlüğü'
olduğu yanılgısına yol açmıştır. Bu saptama yapılırken,
en fazla dikkat edilmesi gereken olgu olan, gelişimlerin,
siyasal ekonomik ve sosyal plandaki karar ve uygulamaların
ağırlıklı olarak emekçilere mi yoksa hakim sınıf
çıkarlarına mı hizmet ettiği gözetmemiş veya yanlış
çıkarımlar yapılmıştır. Öte yandan Emperyalizmle
acil bütünleşme tavrı, devlet olanaklarının hangi
kesimlerin çıkarlarına sunulduğu nedenlerle ülkenin
yobaz bir çevresince 'komünist' ilan edilmesi,
(burjuva kültürünün de batı taklitçiliği, 'batılılaşma',
vb. terimlerle tanımlanan), Bismarkvari girişimlerle
işçi ve köylüleri kapsayarak, onlara da devlet
eliyle ihsanda bulunarak topluma bir bütün olarak
şırınga edilmeye çalışılması benzeri özellikler
de bu yanılgılarda (o zaman olduğu gibi) daha
sonraki dönemlerde de rol oynamıştır. İlginç olan
aynı durumun değişik dönemlerde, dönemin koşulları
doğrultusunda tamamen zıt saptamalarla tanımlanabilmesi
ya da değişik çıkar gruplarınca yadsınması veya
savunulmasıdır.
Ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları
durumu oldukça somut ifade ediyor: İşçiler, köylüler
ulusal gelirden çok az pay alırken aslan payı
toprak ağalarına ve burjuvaziye gitmiştir. 1950'ye
kadar ücretliler %70-80 oranında vergi öderken,
tüccar ve sanayicilerin ödedikleri vergi tutarı
ancak % 10'du. Bütçe gelirlerinin de en büyük
bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı vergiler
oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe
gelirlerinin %38'i, 1930-34 arasında %28'i, 35-39
arasında ise %27'si dolaylı vergilerden oluşmaktaydı
ve yine toplam kredilerin 1924-38 arasında %70'i
tarım dışı alana giderken %19'u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farkılık arzetmeyen ama devlet
müdaheleciliğinin, liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan
dolayı yola çıkan değişik klikler olmuşsa da,
oligarşik ittifakın temelinin (oluşumunun değil)
yeni devletin kuruluşunun hemen akabinde atıldığını
söyleyebiliriz. Kapitalizmin ekonomi anlayışını
rehber edinen yeni devlet, bu anlayışı ülke koşuları
ve kendi niteliği bağlamında çarpık ve ilkel tarzda
hayata geçirmeye çalışmasının yanısıra tutarlılık
gösterdiği nerdeyse tek konunun anti-komünizm
ve sövenizm olduğu gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.
DİPNOT VE KAYNAKLAR
(1) sözkonusu çelişkiler fazla etkisi ve nüfuzu
olmasına karşı Hollanda'nın da yer aldığı Türkisch
Petroleum Company (TPC) içinde de sürer. Bu şirketin
sermaye bileşimi %50 Natioal Bank of Türkey, %25
Deutsche Ba8k ve Anglo Sakson Petroleum Co. şeklindedir.
TPC içindeki Almanya-İngiletere çekişmesini İngiltere
kazanmış ve 1914'teki TPC'nin sermaye artırımında,
İngiliz tekeli Anglo Parsium Oil Co. national
Bank of Türkey'in %50 payını alarak Alman Deutszh
Bank karşısında üstün duruma geçmiştir. TPC içindeki
bu savaş Alman saldırganlığına zemin teşkil eden
nedenlerden biri olarak, birinci paylaşım savaşına
yansımıştır.
(2) Söz konusu yardımların dökümü şu şekildeydi:
1920 yılında 600 tüfek, 5.000.000 kadar tüfek
mermisi ve 17.660 top mermisi. 1920 Eylül'ünde
200.6 kg külçe altın (Erzurum'da teslim edilmiştir.)
.921 Ocak-Şubat aylarında 1.000 atımlık top barutu,
4.000 el bombası ve 4.000 şarapnel mermisi ve
çeşitli türden bir kısım askeri malzeme. 1921
yılında; 33.275 tüfek, 57.986.000 tüfek mermisi
327 makineli tüfek, 54 top, 1.229.479 top mermisi,
1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi, 3 Ekim 19214de
Nisan-1922 Mayıs arası 5 taksitle verilmiştir
ve BMM Hükümetinin Milli Savunma bütçesi 1920
yılında 27.576.039 TL., 1921 yılında ise 54.160.058
Tl. idi.
(3) Varoluşçuluk, Yeni olguculuk, İnancılık, Klerikolizm,
Yeni gerçekçlik, Aletçilik, Uygulayıcılık, Olay-bilimcilik,
Kişilikçilik, vb.
(4) Söz konusu burjuvazinin niteliği ve tarihsel
kesit açısından ele alınarak kompoze bir çıkarım
yapmak istendiğinde Anadolu hareketi önderliğinin
bünyesi nin amaç ve programlarla belirlendiğinin
fakat o süreçte her açıdan burjuva nitelik arzedecek
kapasite olmadığını söylemek gerekir. Ki bu onun
son çözümlemede burjuva rotasının onda farklılaşma
anlamında değiştirmez.
(5) Bu noktada Marks ve Lenin'in bürokrasiye ilişkin
düşüncelerinin bazı noktalarını anımsarsak: "Toplum,
ortak çıkarlarının savunulması için iş bölümü
yoluyla kendi özelliklerini doğurmuştur. Ne varki
devlet kurumunda uçlaşan bu gerginlikler zamanla
kendi çıkarlarına hizmet eder hale gelmişlerdi,
toplumun hizmetkarları durumundan kendilerinin
efendileri durumuna gelmişlerdi" ( K.M. 18.
Brumaire) "Bürokrasi, karşıtı olan feodalizm
illetinden adil ve ceberrut biçimdir. "(Lenin)
|