Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

 

Dün, Bugün ve Geleceğin Prizmasında

SÜREÇ
SİYASAL DİNAMİKLER VE
DEVRİMCİ ÇİZGİ

GİRİŞ

Türkiye ve Kürdistan büyük bir alt-üst oluş sürecinden geçiyor ve daha büyüklerine de gebe. Milli krizin/devrimci durumu en olgunlaşmış biçimleriyle yaşıyoruz. Halk iktidarının, sosyalizmin ülkesinin doğumu için, devrim için bütün koşullar olgunlaşıyor!.. Zaman sıkışıyor!.. Ve sürecin bütün özneleri için, devrim ve karşı-devrim güçleri için büyük hesaplaşmaların zamanı yaklaşıyor. Bir kez daha büyük kazananlar ve büyük kaybedenler olacak. Kürdistan kim ne derse desin, beğensin ya da beğenmesin bu büyük süreci öncüsüyle, öncüsünün saflarında örgütlenmiş halkıyla karşılıyor. Türkiye cephesinde ise belirsizlik ve kaos hükmünü yürütüyor.

Ve böylesi sert ve kaotik zamanların bütün yükü, bütün belirsizlikleri, bütün şiddeti Türkiyeli işçilerin, yoksulların, ezilenlerin, halkın üstüne adeta yağıyor. Kimi zaman açık bir bilinçle, kimi zaman içgüdüsel reflekslerle çıkış aranıyor, yol aranıyor, yükü, belirsizlikleri, düşman şiddetini bertaraf etmek için yol arkadaşları aranıyor, öncü aranıyor.

Çıkış devrim diyor uzaktan gelen cılız sesler... Peki ne olacak bu devrimle ve nasıl yapılacak ve kim bunun öncüleri diyor belli belirsiz bir sesle yükü çekenlerin en önündekiler, en isyankarlar... Yanıt yine çok uzaklardan ve daha belirsiz geliyor ve anlaşılamıyor...

Çok açık; Türkiye Devrimi berrak, zelal bir ses gereksiniyor... Gür sesli, yıkacak ve kuracak gücü ortaya koyan öncüsü arıyor...

Tam bu koşullarda yine, yeniden bir sandık konuyor karşımıza. Karşı-devrimin sihirli lambası olarak. Ama sihirli lamba falan değil, bildik sahte, köhnemiş bir sandık. Alaadinin sihirli lambası gibi büyülü iyilikler çıkmıyor bu sandıktan. Ve karşı-devrimin kötücül devi AKP, halka daha büyük kötülükler yapmak için yine halkın kendisinin bu köhnemiş sandıktan başkanlık çıkarmasını istiyor.

Ve kötülük süreci hız kazanıyor. Belirsizlikler artıyor, faşist terör ve yük artıyor... Devrimin imkanları da aynı ölçüde büyüyor...

***

Evet, 2017 başi itibariyle AKP'nin hedefleri büyük. Devletleşme yolunda büyük sıçramayı yapmak, tüm hükmetme yetkilerini Tayyip'de ve AKP'de toplayacak başkanlık sistemini onaylatmak için referandum sandığını kuruyorlar. Sonunda Tayyip ve AKP için büyük viraja giriliyor. Artık küçümsenemeyecek mesafeler katettikleri devletleşme yolunda büyük hamlelerle muratlarına ermek devlet olmak istiyorlar. 2017 ile birlikte girilen referandum dahil kritik dönemecin soru ve yanıtları önümüzdeki yıllarda sınıflar mücadelesinde belirleyici rol oynayacak. Bu kesin...

Öte yandan, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da giderek şiddetlenen sınıflar mücadelesi gerçeği, ancak genel ve parça başı değerlendirmelerin ötesine geçen, bütünlüklü çözümlemeler ve bunlar üzerinden geliştirilecek devrimci politikalar üzerinden anlaşılabilir ve gerçek bir devrimci politik-askeri ve pratik hat kurulabilir. Hiç kuşkusuz, Türkiye ve Kuzey Kürdistandaki sınıflar mücadelesinin en karmaşık dönemi olan bu dönemin bütün sorunlarının ve siyasal dinamiklerin durumunun derinlikli bir çözümlemesi tek bir çalışmanın konusu olamaz. Daha kapsamlı ve farklı çalışmaları da gerektiriyor. Hatta burada yapmaya çalıştığımız güncel boyutların irdelenmesi bile daha farklı çalışmaları gereksiniyor. Bu çalışmamızda esas olarak en genel ve temel boyutlar esas alınmıştır. (Ki bu noktada da esas olarak en güncel yanların ele alınmasıyla yetinilmiştir. Dolayısıyla çalışmanın bu noktada da eksikler olması mümkündür.)

Türkiyenin siyasal ve toplumsal dinamiklerinin güncel bir analizi, dünya ve Ortadoğu bağlamı içine oturtulabildiği ölçüde bütünlüklü ve anlamlı sonuçlar sunabilir. Bu çalışmadaki yaklaşımda bu temeldedir. TC devlet sisteminin analizi ise kaçınılmaz biçimde sistemin baş aktörü ve giderek temel unsuru haline gelmekte olan Tayyip ve AKP'yi eksen almak durumunda. Ve sürecin önümüze çıkardığı sorulara yanıtları bütünlüklü bir perspektiften verebilmek için biraz geriye, AKP'nin yürüdüğü yolun bütününe bakmak gerekiyor. Çalışmada bu yaklaşım esas alınmış, AKP sürecinin bütününe ana hatlarıyla bakılmış, dahası yaşadığımız sürecin bütün boyutlarına ana hatlarıyla girilmiş, referandum bu bağlamın bir parçası olarak ele alınmış ve aktüel süreç dün, bugün ve gelecek ilişkisi üzerinden değerlendirilmiştir. Toplumsal muhalefetin ve devrimci hareketin aktüel durumu genel hatlarıyla konulmuş ve devrimci görevlere ilişkin en temel sonuçlar çıkarılmaya çalışılmıştır. Çalışmanın genel perspektifi budur.

A- DÜNYA, ORTADOĞU, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN'DA DEVRİMİN NESNEL KOŞULLARI

I- Emperyalizmin 4. Bunalım Dönemi; Nesnel Durum, Stratejik Çizgiler, Plan-Projeler

- 4. Bunalım Dönemi ve Emperyalistler Arası Güç İlişkileri ve Hegemonya Stratejisi Arayışları

1990 başlarında reel sosyalizmin çöküşüyle ortaya çıkan muazzam altüst oluş ve değişim zemini, emperyalist kapitalist gelişmenin yeni döneminin başlangıcını ifade ediyordu. Birkaç küçük ülke dışında, tüm dünya yeniden emperyalist-kapitalist dünya sisteminin egemenliği altına girmişti. 100 yıl önce, 1917 Ekim Devriminden önce de, tüm dünya emperyalist-kapitalist sistemin hegamonyası altında olmasına rağmen, dünyanın geniş bir alanında feodal ve yarı-feodal ilişkiler hala egemendi. Kapitalizmin hegamonyası kapitalist üretim ilişkileri bağlamında tüm coğrafyalara derinliğine nüfuz etmekten henüz uzaktı. Reel sosyalizmin çöküşü öylesine muazzam bir gelişmeydi ki, eski reel sosyalist ülkelerdeki birkaç yıllık hızlı dönüşümün ardından, dünyada kapitalist üretim ilişkilerinin ezici bir biçimde ve derinliğine nüfuz etmediği tek bir coğrafya kalmamıştı.

Hiç kuşkusuz, emperyalist kapitalist sistemin yeni döneminin karakteristik özelliklerinin temelleri sadece reel sosyalizmin yıkılışı ile ortaya çıkan koşullarla ilgili değildir. Emperyalist kapitalist sistemin '70'li yıllarda başlayan derin yapısal krizi ve buna bağlı olarak özellikle 1980 başlarında yeni sağ olarak kodlanan (temsilcileri Reagen, Theatcher, Kohl üçlüsü) kesim tarafından sistemleştirilen restorasyon sürecinin stratejik politikaları da, 1990 sonrası emperyalizmin yeni bunalım döneminin arka planını oluşturdular. Bu strateji ekonomide neoliberalizm, siyasal alanda yeni sağ, kültürel alanda postmodernizm ve kamusal olan herşeyin yıkımı, askeri alanda ise devrimci, demokratik mücadelelere karşı düşük yoğunluklu savaş, SSCB'ye karşı ise uzay savaşları politikları zeminine yani dört temel ayak üzerine oturmaktaydı. Bu politikalar 1990 sonrası yeni dönemde, dönemin yeni dinamiklerine uygun olarak, kısmi değişikliklere uğrayarak dünya ölçeğinde genelleşme olanağı buldu. Ve günümüze değin şu veya bu ölçüde yeni döneme rengini verdi. Emperyalizmin genel bunalımının 4. aşaması, 4. bunalım dönemi başlıyordu.

Dönemin başlangıcında yaşanan büyük alt-üst oluşla birlikte 8-9 yıl süren belirsizlik ve kargaşaydı. Bu durum, kendini özellikle Doğu Avrupa ve Rusya, Ortadoğu ve Afrika'da kanlı iç savaşlar, işgaller, yoksulluk, açlık olguların yarattığı toplumsal dağılma ve yıkımlarla ortaya koydu. Bu sürecin başrol oyuncuları ise bu alanları yağmalamaya girişen ABD emperyalizmi ve AB emperyalistleri ve geliştirdikleri vahşi paylaşım mücadeleleriydi.

ABD emperyalizmi bu dönemin başında kendini yine (1945'de olduğu gibi) bir anda tek süper güç olarak bulmuştur. SSCB'nin yıkılmasıyla birlikte, bırakalım diğer emperyalist kapitalist ülkeleri dünya ölçeğinde onun boy ölçüşebilecek tek bir güç kalmamıştır. Fakat ABD, 1970'lerden itibaren özellikle ekonomik güç olarak gerileyen bir emperyalist ülkedir. Diğer emperyalist güçler 1945 sonrasında olduğu gibi ağır bir yakım yaşamıyorlardı. Tersine iyice semirmiş ve ABD emperyalizmi ile özellikle ekonomik alanda yoğun bir rekabet içindeydiler. Somut olarak ifade edersek, 1945'lerde dünya ekonomisi içindeki payı 50'leri aşmışken, 1990 başlarında hala dünyanın en büyük ekonomisi olmasına karşın bu pay 26-28 düzeyine gerilemiştir. (26 yıl sonra, bugün, ABD'nin dünya ekonomisi içindeki büyüklüğü yüzde 23'lere değin gerilemiştir. ABD'nin asıl gücü dünya ölçeğinde kurmuş olduğu ve hala daha kimsenin boy ölçüşemeyeceği büyüklükte olan emperyal politik-askeri organizasyonundan gelmekteydi. 1990 başlarında emperyalist-kapitalist dünyada hegemonya kurma bağlamında ABD emperyalizmi tek kelimeyle alternatifsizdi. Rakiplerin hiç biri tek tek yada birkaçı birleşerek, ABD emperyalizmini dünya ölçeğinde devre dışı bırakarak, yeni bir dünya hegemonyası inşa edecek güce sahip değildi. AB, on yıllar boyu süren bağımlılık ilişkileri nedeniyle, ABD'ye açıkça meydan okuyacak, onun yerine oynayabilecek konumda değildi. Doğu Avrupa ve Afrika'da paylaşım mücadelesine girişmesine rağmen, bunlar, ABD'nin dünya hegemonyasına alternatif olma mücadelesi olmaktan uzak, daha çok yerel düzeylerdeki mücadelelerdi. Rusya yerlerde sürünmekteydi. Çin ise hiçbir alanda henüz bir dünya hegemonyası kurulabilecek gücü sahip değildi. Japonya'nın bunu yapabilmesi de söz konusu değildi. ABD emperyalizmiyle yerel düzeyde paylaşım mücadeleleri sınırlı ölçekte başlamış olsa da, onun yerini almaya dönük bir hamle düşünülemezdi bile. Böylesi bir hamle ancak savaşla yapılabilirdi ki, böyle bir güce sahip olan herhangi bir ülke de yoktu. Ki böylesi bir adım, tüm dünya kapitalist sistemi için tam bir yıkım olabilirdi. Hatta bütün bu nedenlerden ötürü, ABD hegemonyasının yıkılması, diğer emperyalist ülkeler açısından o dönemde istenen birşeyde değildi. Onun yerini alabilecek bir güç ortaya çıkmadan, ABD'nin bir biçimde çökmesi dünya kapitalist sistemi için tam bir kaos ve felaketle sonuçlanabilirdi. Fakat buna rağmen rakip emperyalist güçler siyasal ve askeri olarak da bağımsız davranma, kendi hegamonyalarını dünyanın değişik yerlerinde kurma çabası içindeydiler. Adım adım güç toplama, ABD'yi zayıflatma, yeni bloklaşmalar yaratma diğer emperyalistlerin başlıca stratejisi oldu. Avrupa, AB yoluyla zaten yola girmişti. Yeni emperyalist ülkeler olarak Çin de bu yoldaydı ve Rusya'nın da toparlanması durumunda bu yola gireceği neredeyse kesindi. Bu tablo içinde dünyanın yeni paylaşım mücadelelerine, hem de en sert biçimlerde gebe olacağı açıktı.

Ve her yeni dönem, özellikle başlangıç aşamasında sistemin bütün aktörlerinin kendi konumlarını, dinamiklerini, rollerini yeniden tanımlama, planlamalarını ve pratiklerini yeni baştan kurma, kendilerini yeniden dizayn etmekle karakterize olur. Dolayısıyla, 1990 sonrasında yaşanan büyük altüst oluşla birlikte dost-düşman tariflerinin, dünya egemenliği kurma, ortaya çıkacak kaçınılmaz rakipleri tasfiye etme yada sınırlama stratejilerinin vb. tümünün birden yeniden biçimlenmesi kaçınılmazdı.

Bu noktada, rakiplerinin bölgesel çapta meydan okumlarına rağmen, dünya ölçeğinde bir hegemonya stratejisi geliştirebilecek gücü sahip olan yegane ülke ABD emperyalizmiydi. Amiyane deyişle dünya yeniden kurulurken, ABD emperyalizmi en avantajlı ülke olarak dünya hegamonyasını tahkim etme stratejilerini de yeni koşullara bağlı olarak yenilemek zorundaydı. Bu sadece ABD'nin değil, diğer emperyalist ülkelerin ve yeni-sömürgelerin de dahil olduğu dünya çapında kapsamlı bir yeniden dizayn etme/olma süreci anlamına geliyordu.

- ABD Emperyalizminin 1990 Sonrası Hegemonya Kurma Stratejisinin Köşe Taşları

1990 başlarında ABD emperyalizminin hegamonya stratejilerinin fikri arka planları oluştu. ABD emperyalizminin akıl hocalarından S. Huntington tarafından geliştirilen "Medeniyetler Çatışması" ve P. Kennedy'nin "Eksen Ülkeler" teori ve tespitleri, hegamonya stratejisinin düşünsel, ideolojik arka planını oluşturmaktaydı. Komünist hareket belirleyici bir rakip olmaktan çıktığına göre asıl rakipler/düşmanlar yakın ve orta gelecekte esas olarak diğer emperyalist güçler ve merkez kaç hareketler yapacak olan büyük yeni-sömürgeler olabilirdi.

Rakiplerin bir araya gelmesini engellemek, kimi zaman gücü paylaşarak müttefik haline getirmek, kimi zaman ise ekonomik yaptırımlar ve politik-askeri zor yoluyla baskı altına almak ve bu yoldan ABD hegamonyasını sürdürmek bu stratejinin başlıca unsuruydu.

Düşman tarifi de dünyanın yeni tablosuna uygun olarak Medeniyetler Çatışması tezi ile yapıldı. Dünyada 8 medeniyet (ABD ve batı Avrupanın içinde yer aldığı Batı medeniyeti, Slav-Ortodoks medeniyeti (Rusya vd. Slav ülkelerinin önemli bir bölümü), Latin Amerika, İslam, Konfiçyus (Çin), Hint, Japon ve Afrika medeniyetleri vardı. Ve bunlar kendi aralarında tüm tarih boyunca güç mücadelesi yürütmüştü. Açıkça ırkçı, şoven nitelik taşıyan bu teze göre Batı medeniyeti insanlığın en ileri düzeyini ifade ediyordu. Batının üstünlüğünün sürdürülmesi, buna yönelik tehditlerin bertaraf edilmesi ABD emperyalizminin önderliğindeki Batının göreviydi. ABD emperyalizminin bütün politik-askeri stratejileri bu teze uygun olarak yeniden dizayn edilmeliydi. Eksen ülkeler tezi ise bu hakimiyetin özellikle yeni-sömürgeler dünyasında sağlanması için ABD ile birlikte çalışması gereken ve bölgelerinde hem nüfus, hem de ekonomik ve politik-askeri olarak en büyük yeni-sömürge ülkeler (Türkiye, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Güney Afrika, Suudi Arabistan vd.) üzerine kuruluydu. Bunlar neredeyse dünya nüfusunun yüzde 25-30'unu oluşturuyordu ve çoğunluğu zaten ABD emperyalizminin gündümünde olan ülkelerdi. Bunlar ABD imparatorluğunun dünya ölçeğindeki vasalları olarak konumlanacaklardı. Bölgesel düzeyde hegemonya ilişkileri bu ülkelerin yardımı ile kurulacaktı. ABD, Batı medeniyetinin (dünya nüfusunun yaklaşık 13'ünü oluşturan 1 milyara yaklaşan bir nüfusu ifade ediyor) öncüsü olacak ve hem kendi gücü, hem de vasalları (eksen ülkeler) aracılığıyla dünya hegamonyasını yeniden dizayn edecekti. Strateji ve hesap buydu.

Bu hesaplarla/stratejiyle stratejik ve taktik ittifaklarda belirlenmiş oluyordu. Batı, ABD'nin stratejik ittifakıydı. Vasallarda taktik yada yarı-stratejik diyebileceğimiz ittifaklardı. Düşmanlar ise diğer 7 medeniyet olarak kodlanan dünyanın geri kalanıydı. Bunlar "şeytan"dı ve bunlara karşı mücadele içinde hem Batı ve vasallar, hem de dünyanın geri kalanı yeniden ABD'nin arkasında dizilecekti.

İkinci olarak, bu mücadeleler 1990 sonrasında kısa sürede toparlanma eğilimi içine giren ve büyük isyan dinamikleri taşıdıkları apaçık ortaya çıkan devrimci, ilerici toplumsal hareketlerin bastırılması içinde gerekli zemini/iklimi yaratacaktı. 1997'deki emperyalistlerin güvenlik zirvesinde 2000'li yıllar "ayaklanmalar yüzyılı olacak" biçiminde tanımlanıyordu. ABD hegamonyası bu yollardan yürünerek dünyada daha uzun bir dönem devam edecekti.

- Yeni Hegemonya Stratejisinin Başlangıç Adımları: BOP ve Plan Kolombiya

1990-98 arası süren kargaşa dönemindeki vahşi paylaşım mücadelelerinin (Doğu Avrupa ve Rusyada, Afrika ve Ortadoğu'da) ardından bu stratejinin iki temel ayağı devreye sokuldu. Daha sonra BOP olarak kodlanan İslam dünyasına yönelik saldırı planı ve Latin Amerika'ya dönük olarak da 1998'de açıkça ilan edilen "Plan Kolombiya". (1) Bu arada geçmeden belirtelim; bu strateji -medeniyetler çatışması ve eksen ülkeler tezlerinin strateji haline getirilmesi- ve bu iki plan -Plan Kolombiya ve BOP/Ilımlı İslam Planı temellerinin atılması- Demokrat Partili Clinton'un başkanlık döneminin eseridir. 2016 Kasımındaki Amerikan seçimlerinde Demokrat Parti adayı kadın Clinton'un yenilgisine neredeyse ağıt yakacak duruma gelen "demokrat"ların neye ağladıklarını göstermesi açısından ibretlik tarihsel olaylardır bunlar.

Neden bu iki alanla başlandı? Açık ki, her iki alanda ABD emperyalizminin hegamonya stratejisinin temellerinin oluşturulması için hayati bir önem taşıyordu. ABD emperyalizmi "Plan Kolombiya" ile geri cephesini "arka bahçesi Latin Amerika"yı ve dolayısıyla (Latin medeniyetini) sağlama almak isterken, İslama ve esas olarak da Ortadoğuya yönelik "Büyük Ortadoğu Projesi"yle de, birazdan ele alacağımız pek çok hedefin yanı sıra stratejik müttefiki olan Batıyı (esas olarak Avrupa'yı) arkasına dizmek ve tüm rakipleri için stratejik önem taşıyan Ortadoğu'daki petrol ve doğal gaz rezervlerinin kontrolünü ele geçirmek istiyordu. Ayrıca hem İslam ülkeleri (özelde Ortadoğu), hem de Latin Amerika hegamonya savaşına başlangıç yapmak için oldukça elverişli zeminlere sahiptiler. Bu bölgelerdeki "medeniyetler"/ülkeler deyim yerindeyse, diğerlerine göre görece kolay lokmalar sayılırdı. Böylece stratejinin diğer parçalarının uygulanması için sağlam bir temel oluşacaktı.

1990'lı yılların başında reel sosyalizmin çöküşüyle başlayan ve 2000'li yıllarda ana hatları iyice belirginleşen emperyalizmin 4. bunalım dönemi, 2017 başı itibariyle ABD emperyalizminin tüm hegemonya planlarının önemli ölçüde çöktüğü bir dönem haline gelmiştir. Daha da ötesi, 4. bunalım döneminin başlarında tüm emperyalist güçlerin ya üzerinde uzlaştıkları yada kabule mecbur kaldıkları ve sistemin ana kolonlarını oluşturan neoliberalizm, yeni sağ, postmodernizm ve askeri stratejilerin, politikaların, 2008 dünya ekonomik krizi ve 2010 Arap baharı sonrası işlevsiz hale gelerek kriz üreten/derinleştiren faktörlere dönüştüğü, 4. bunalım döneminin kelimenin gerçek anlamıyla tam bir kaos ve yönetememe dönemi olarak biçimlendiği görülüyor. Artık kriz yönetimi politikaları ve araçları da giderek daha az işe yaramaktadır. 1990 sonrası başlayan dönem, emperyalizmin içsel bir dinamiği olan kriz faktörlerinin aşılmasını değil, tersine dünya ölçeğinde yeniden ve en şiddetli biçimde üretilmesini beraberinde getirmiştir.

ABD emperyalizminin hegamonyasını yeniden inşa etme araçları olarak Latin Amerika ve Ortadoğu'da devreye soktuğu Plan Kolombiya ve BOP çökmüştür. Rakip güçlerin bloklaşmasının önünü kesme, onların biraraya gelmesini engelleme politikaları fazlaca işe yaramadığı gibi, rakipler güç kazanarak yeni ve daha büyük tehditler yaratmıştır. Öyle ki, dünyanın jandarması, emperyalist-kapitalist sistemin patronu rolünü oynayan, dünyanın dört bir yanına saldıran, hükümetler kuran ve yıkan ABD emperyalizmi, 2016 başkanlık seçimlerinde Rusya'nın manipülasyon yaptığını, Başkanlık seçimlerini yönlendirerek yeni başkan Trump'ın kazanmasını sağladığını iddia edecek kadar düşmüştür.

Ana hatlarıyla biraz daha açarsak;

Emperyalist-kapitalist dünyada hegamonya mücadele yürüten emperyalist ülkeler dinamik ve kaygan/değişken bir zeminde özellikle 2000'lerin başından itibaren kapsamlı bir kutuplaşma/bloklaşma sürecine girmişlerdir. Bu bloklaşma süreci giderek daha da sertleşen çelişkiler ve mücadeleler temelinde ilerlemekte ve derinleşmektedir. Daha 1990'ların başlarından itibaren olası en büyük rakip olarak görülen Çin dolu dizgin bir emperyalist-kapitalistleşme süreciyle dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmiştir. Bu dizginsiz büyüme 2008 dünya ekonomik krizine rağmen nispi olarak yavaşlamış olsa da sürmektedir. Dünya nüfusunun neredeyse yarısının olduğu Asya-Pasifik bölgesinde daha şimdiden en büyük ekonomik güçtür ve siyasal, askeri gücünü ve hegemonyasını da büyütmetedir. Rusya 2000'lerin başından bu yana hızlı bir toparlanma süreci yaşamaktadır. Ve işe eski arka bahçesinden (eski SSCB ülkeleri ve Doğu Avrupa) başlamış, eski SSCB ülkelerinin Asya'da olanlarını önemli ölçüde arkasında saflaştırmıştır. Ukrayna ve diğerlerinde ise operasyonları devam etmektedir. Eski SSCB ile yakın ilişkileri olan Suriye'yi kurtarma operasyonunu kısmi başarılarla sürüyor. Güneydoğu Asya'da Vietnam vb. ülkelerle yeniden ilişkilerini derinleştiriyor. Çin ve Rusya bağlamında daha da önemlisi, Şanghay Beşlisi adı altında oluşturdukları ve öncülük yaptıkları yeni bloklaşmadır. Bu bloklaşmada Çin şimdilik ekonomik arka planı oluştururken, Rusya siyasal ve askeri alanlarda hem kendisi, hem de oluşan blok için alan açmaya çalışmaktadır. AB'de ekonomik ve coğrafi olarak gücünü büyütmüş, siyasal birliğini derinleştirmiştir. Fakat süreç ABD emperyalizmi kadar, hegemonya savaşında aktifleşmiş olan Çin-Rusya bloklaşması ve AB içinde derin sorunlar ve krizlerle gelişmektedir. Hem 2008 dünya ekonomik krizinin etkisiyle, hem de ABD emperyalizminin yakın dönemde petrol piyasalarındaki atakları sonucu petrol fiyatlarının düşüşüyle Çin-Rusya bloklaşması ve AB ekonomileri de aktif ve potansiyel kriz yükleriyle karşı karşıyadır. Çin, hem Uygur bölgesi, hem de Nepal'deki büyük ulusal sorunlarla (ki çok daha fazlası potansiyel olarak birikmektedir) yüzyüzedir. Diğer yandan, işçi sınıfını kölece koşullara mahkum eden, doğayı ve kültürel dokuyu görülmemiş ölçülerde tahrip eden vahşi kapitalist yöntemlerle birikim yaratma çabalarının ve 2008 sonrası yaşanan krizin etkisiyle derin sınıf çatışmaları hızla büyümektedir. İşçi sınıfının, yoksul köylülerin, kent yoksullarının sınıf çatışmasının değişik görünümleri üzerinden gerçekleşen ve sayısı yüzbinleri aşan eylem ve etkinlikler her yıl giderek büyümekte, bu eylemlerde çok sayıda emekçi katledilmekte ve yaralanmaktadır. Rusya'da şu veya bu düzeyde benzer konumdadır. Ulusal sorunlar, işçilerin, yoksulların durumundaki kötüleşme ve mücadeleler, Kafkasya, Ukrayna ve Suriye'de süren savaşlar vb. öğeler Rusya'nın da giderek ağırlaşan iç ve dış çatışmaların yükü altında olduğunu gösteriyor. AB, İngiltere'nin birlikten ayrılmasıyla ciddi bir yara almıştır. Neo faşist partilerin yükselişi geçişi, AB'nin saçılma/dağılma sürecinin hız kazanması tehlikesini büyütmektedir. Dağılma riski, ekonomik krizin aşılamaması, göçmenlerin yarattığı yük, AB'nin geleceğini belirsizleştirmektedir.

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin belirleyici ekonomi politikası olan neoliberalizm, 2008 dünya ekonomik kriziyle birlikte kesin biçimde çökmüştür. Dünya ekonomik krizinin, neoliberal politikaların doğduğu ve tüm dünyaya dayatıldığı merkez olan, sistemin hegemon gücü ABD'de patlaması bu çöküşün adeta tasdik edilmesi olmuştur. Krize karşı yeni bir ortak strateji geliştirilememiş, çöken neoliberal politikaları devam ettirmeyi esas alan ve gecici, sınırlı sonuçlar yaratacağı daha baştan bilinen-belli olan önlemlerle deyim yerindeyse pansuman tedavileriyle yola devam edilmeye çalışılmıştır. Kriz öğeleri ve ağır sonuçları 2008'den bu yana adeta bir fırtına gibi dünyanın dört yanında vurmakta, ağır yıkımlar yaratarak iniş çıkışlarla hükmünü yürütmektedir. Sürmekte olan krizin yeni yıkım alanı, ABD emperyalizminin eksen ülkeler olarak tanımladığı, yeni-sömürge ülkeler piramidinin tepesinde yer alan Türkiye, Güney Afrika, Brezilya vb. ülkeler olarak belirginleşmektedir. Dahası tüm dünya ölçeğinde daha ağır bir kriz fırtınasının zeminleri, artık fazlaca işlevi kalmayan mevcut "dengeler"i de alt-üst edebilecek olan, Trump'ın ekonomi alanındaki hamleleriyle birlikte oluşacak gibi görünmektedir. 2008 dünya ekonomik krizi doğal olarak salt bir ekonomik kriz olarak kalmamıştır. Emperyalist-kapitalist sistemdeki bütün saflaşmalara olağanüstü hız kazandırdığı gibi, bütün ülkelerde siyasal, kültürel, ekolojik, sosyal, askeri kriz öğelerini de tepe noktalarına değin vardırmıştır/vardırmaktadır.

Bu bağlamda, genelleşmiş ve süreklileşmiş derin kriz koşulları ve hegemonya mücadeleleri yoğun ve ağır bir toplumsal ve ekolojik çürüme ve yıkımda yaratıyor. Yerel savaşları arttırıp derinleştiriyor, yeni nesil faşist hareketleri dünya ölçeğinde yaygınlaştırıyor. İnsanlığın tüm ileri kazanımları neoliberal politikalar ve yeni sağ politikaların gerici-faşist karakterdeki sözde anti-terör ve güvenlik uygulamaları yoluyla adım adım yok ediliyor. Sistem tarafından yaratılan provakatif yeni nesil faşist örgütlenmeler ve politik bakış yoluyla insanlığın tümüne dönük barbarca saldırılara giderek artan ölçüde meşruluk kazandırılıyor. El Nusranın, IŞİD'in, Hizbulkontranın, Talibanın, Meksikadaki mafya çetelerinin katliamları, Norveç'de 77 çocuk ve genci katleden neo Nazi faşist katliam, Avrupada gelişen ve islamofobiyi kullanan ve popüler sağcılık ismiyle örtülenmek istenen yeni faşist partiler, ABD emperyalizminin bölgemizde gerçekleştirdiği saldırı ve işgallerde artık üzerinde bile durulmayan onbinlerce sivilin katledilmesi; bütün bunlar yeni bir barbarlık döneminin eşiğinde durduğumuzu, hatta içine girdiğimizi apaçık gösteriyor. Nazilerin bile gizli saklı yapmaya çalıştığı katliamlar artık adeta bir görsel şov tarzında apaçık ve savunularak yapılıyor.

Paylaşım mücadeleleri ve halkların direnişleri temelinde gelişen iç savaşlar ve bölgesel düzeydeki devletler arası savaşlar giderek büyüyerek sürmektedir. Ve devletler arası savaş riski artık Ortadoğu ve Afrika ile sınırlı değildir. 2008 dünya ekonomik krizinin ardından, Kafkaslar, Doğu Avrupa, Asya-Pasifik bölgesinde de savaşlar ya da yüksek savaş riski büyümektedir. 1990'dan bu yana, yeni-sömürgeler dünyası gerici iç savaşlar, emperyalist işgaller ve komşu devletlerin savaşlarıyla derinden sarsılmakta, bu geniş coğrafyalarda tüm ulusal, sınıfsal ve insani dengeler ağır alt-üst oluş yaşamakta ve derin bir toplumsal çürüme egemen olmaktadır. Bu savaşlarda daha şimdiden 5 milyona yakın insan yaşamını yitirmiş durumdadır. Bu kayıplar, I. Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşında yaşamını yitirenlerin (yaklaşık 10 milyon kişi) yarısı kadardır. Dünya ekonomik krizinin kaçınılmaz biçimde devam edeceği ve emperyalistler arası çelişkilerin ve buna bağlı olarak bloklaşmaların derinleşeceği gerçekleri bölgesel sınırları da aşabilecek dünya ölçeğinde daha kanlı savaşlarında kapısını aralamıştır.

1900'lerin başında başlayan emperyalist-kapitalizm çağı paylaşım savaşları, süreklileşmiş bunalım ve faşizmle tepe noktasına varan siyasal gericileşme çağı olduğu kadar, burjuva toplumun modernizmde billurlaşan bilim, rasyonalite, hümanizm, ilerleme vb. zemindeki düşünme, eyleme ve kültürel yapılaşma tarzının ve döneminin de sonu anlamına geliyordu. Daha baştan itibaren aslında vahşi kapitalist sömürüyü ve sömürgeciliği meşrulaştıran öğeleriyle oldukça iki yüzlü ve yıkıcı özelliklere ve pratiğe sahip olan modernizmin ipi faşizmle birlikte tümden çekilmişti. 1945-70 arası dönemde modernizmin iki yüzlü güncellemesi parantezinden sonra, 1970'lerde emperyalist sistem tarafından üretilen ve sistemin temel ideolojik ve kültürel dinamiklerinden biri haline getirilen postmodernizmle birlikte modernizmin soluk izleri bir kez daha silinmeye başlandı. Bunun yıkıcı sonuçları her alanda görülüyor. Fakat en ağır sonuçlar kültürel yaşamda, düşünme biçimlerinde ve bireyin içe çöküşünde, özne olma çabalarının tümüyle yok edilmesinde görülüyor. 1980'lerde emperyalist-kapitalist sistemin derin yapısal krizini aşmaya dönük restorasyon programıyla birlikte tüm kamusal alanların yok edilmesi ve tüm birleştirici kimliklerin parçalanması süreciyle birlikte, kelimenin gerçek anlamıyla nesneleşme süreci doruğa varmış, yanlız ve içe çökmüş, zayıf ve hastalıklı bir insan tipi egemen insan tipolojisi olmuştur. Kapitalizm insanı tüketmiştir. Son yıllarda tartışılmaya başlanan ve Trump'ın başkan seçilmesiyle ve faşist/faşizan yapıların güç kazanmasıyla birlikte daha yaygın biçimde gündemleşen hakikat ötesi (post truth) düşünme ve insanlık durumu aslında modernizmin (hatta postmodernizminde) ölümünün bir kez daha tescili anlamına geliyor. Sanki 1930'larda faşizmin yaygınlaşmasıyla bu durum hemde en dip biçimiyle yaşanmamış, sonrasında dünyanın dört bir yanında kurdukları faşist diktatörlükler, katilam ve soykırımlarla bu durum tekrar tekrar ortaya çıkmamış, IŞİD vb. faşist örgütlerin yarattıkları vahşet bunun bir sonucu ve görünümü değilmiş ve bütün bunlar emperyalist-kapitalizmin kaçınılmaz sonucu değilmiş gibi, bugün Trump'ın seçilmesiyle bunu gündemleştirip, liberalizme dönüş çağrıları yapan emperyalist ideologlar, yazar çizerler iki yüzlü alçaklardan başka bir şey değillerdir. Evet, kapitalizmin insan tipi gerçeklik duygusunu, gerçeklik zemininde düşünme ve sonuçlarını öngörme yetisini hızla kaybetmemektedir. İnsanlık dramatik bir biçimde tüm ileri kazanımlarını, insan olmaya dair tüm birikimlerini kaybetmeye doğru ilerlemektedir. Emperyalizmin 4. bunalım döneminde gelinen insanlık tablosu bunu yeniden apaçık ortaya koymaktadır.

Sadece insan/insanlık değil, tüm ekolojik sistem yıkılmaktadır. Ekolojik yıkım eko sistemle ilgili her yıl yayınlanan göstergelerde ortaya çıkan negatif rekorlarla apaçık ortada duruyor. Ekolojik yıkım vahim bir yokoluş sürecine dönüşmüş durumda. Bu, aynı zamanda bu alanın büyük bir yaşamsal mücadele alanına da dönüştüğünü gösteriyor.

Burada bir parantez açarak, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin öncüsü ABD'nin 2017 Ocağında göreve başlayan yeni başkanı Trump'ı ve politikalarını da kısaca ele almak gerekiyor. Yukarıda ele aldığımız meselelerin hiçbirinin önümüzdeki dönemde izleyeceği seyrin, kişiliği ve politikalarıyla daha başkan seçilmeden oldukça tartışmalı hale gelmiş olan Trump'tan ve arkasındaki güçlerden bağımsız ele alınması mümkün değil.

- Trump Bir Çılgın mı? ABD Emperyalizminin Derin Hegamonya Krizinin ve İrade Çatallanmasının Ürün mü?

ABD'nin yeni başkanı ve faşizan politik duruşa sahip olan Trump tüm dünya medyasının yeni ve kötü karakterli fenomeni durumunda. Ana akım ABD medyası ve neredeyse tüm dünya medyası hep bir ağızdan Trump'ı arkasında siyasal ve ekonomik hiç bir gücün desteği olmayan, seçilmesi ise bir yol kazası, bir tesadüf, halkın çeşitli kesimlerindeki geçici bir öfkenin sonucu olan deyim yerindeyse bir karikatür, kötü bir Hollywood karakteri olarak sunuyorlar. Acemi, politikanın gerçeklerini bilmeyen, atıp tutan bir cahil olarak resmediyorlar.

Gerçek elbette bu değil!.. Trump ve politikalarının, ABD'de şimdilik başat figür ve politika olması, ABD emperyalizminin gelinen noktada gerçek bir çöküş sürecine girdiğini tam olarak gösteren gelişmelerdir.

ABD emperyaliziminin dünya hegamonyasının özellikle 1970 krizinden sonra sürekli biçimde gerilediği herkesçe bilinen bir gerçek. 1990'da reel sosyalizm çökmesine ve dünya ölçeğinde rakipsiz kalmasına ve Bill Clintonla birlikte yeni bir dünya hegamonyası stratejisi geliştirilmiş olmasına rağmen bu gerileme hafifletilmiş olsa da durmamıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin 2008'de içine girdiği derin ve süreklileşmiş krizin ABD'de başlaması bir tesadüf değil, bu gerilemenin doğrudan sonucudur. ABD emperyalizmi başta askeri alan olmak üzere, başkaca bir takım alanlarda hala başat güç olmasına rağmen, gücü her cephede rakipleri tarafından kemirilmekte, gerilemektedir. Ancak tüm nesnel veriler açıkça göstermektedir ki, devrimle kapitalizmin dünya ölçeğinde aşılması dışında, gerilemeye devam edecek olmasına rağmen ABD kısa ve orta vadede emperyalist kapitalist dünyanın liderliğini sürdürecektir. Ta ki, bu gerileme sürecinde başka bir emperyalist güç başat konuma geçinceye yada büyük bir devrim dalgasıyla yıkılıncaya değin...

İşte Trump'ı ortaya çıkaran asli unsur bu gerileme ve bunun ABD emperyalizminin oligarşisinde yarattığı büyük yarılmadır. Trump'ın kabinesine bakıldığında, öyle görünüyor ki, ABD oligarşisinin askeri-sanayi kompleksini ve enerji sektörünü elinde tutan kesimleri, en azından bunların bir bölümü duruma el koymuş ve farklı bir dünya hegemonyası stratejisi geliştirme arayışına girmiştir. Yine Trump'ın gündeme getirdiği politikaların belirsizliği ve aşırı ekletik oluşu ise ABD emperyalizminin Trump'ın arkasındaki kesiminin mevcut temel politikalardan ve stratejiden kopma isteğine karşın, henüz yeni bir strateji oluşturamadığını gösteriyor. Sadece bu da değil, muhalefetin genişliği ve bugüne değin görülmemiş ölçüde sertliği, Trump'ın arkasında duran ve politikalarını üreten kesimlerin ABD oligarşisi içinde bir mutabakat yada yeterince geniş bir çoğunluk sağlamadıklarını da gösteriyor.

ABD emperyalizminin dünya hegamonyasının zayıflama aşamasından çöküş sürecine girdiği, ABD oligarşisindeki bu büyük yarılma deyim yerindeyse tescil etmiştir. Artık dünya hegamonu kendi evinde parçalanmaya başlamıştır. (Bu yarılmanın sadece ABD ile sınırlı olmadığını, AB emperyalizmi içinde de İngiltere'nin AB'den ayrılmasıyla, diğer ülkelerde ayrılma eğilimlerinin güçlenmesiyle açığa çıkan büyük bir yarılma söz konusudur.) Hiç kuşkusuz, bu geçici olarak giderilebilir, kısmen telafi edilebilir, hatta Trump'ın görevden alınmasını sağlayacak kumpaslarla örülü bir süreç başlatılabilir. Ama bunların tümü geçici olacaktır. Yarılma süreci durdurulamaz. Çünkü yarılmayı ortaya çıkaran, genel olarak emperyalist-kapitalist sistemin, özelde ise sistemin başat gücü ABD emperyalizminin yaşadığı derin hegamoya krizidir. Ve tersine çevrilmesi ise dünya kapitalizminin genel gelişme seyri üzerinden bakıldığında mümkün değildir.

ABD emperyalist oligarşisi esas olarak hep iki ayaklı olagelmiştir. Bunlardan birincisi, askeri-sanayi kompleks ve enerji sektörünün oluşturduğu bölüktür ve siyasal ifadesini esas olarak Cumhuriyetçi Parti de bulmuştur. İkincisi ise, finans, büyük ticaret ve hizmet sektörü tekelleridir ve siyasal ifadesi Demokrat Partidir. Askeri-sanayi kompleksin her dönem temel hedefi kaynak ve pazarlar üzerinde kesin hakimiyetin sağlanmasıdır. Finans ve ticaret tekelleri ise esas olarak akışkan ve daha özgür bir dolaşım ister. 1980'lerin başında neoliberal politikalar temelinde uzlaşan bu kesimler arasındaki uzlaşmanın özellikle 2008 dünya ekonomik kriziyle birlikte bozulduğu, askeri-sanayi kompleksin ve enerji sektörünün sözcülüğünü üstlenmiş olan Trump'ın ilan ettiği politikalarla apaçık görülüyor. Bu kesimler neoliberal politikalar ve bununla bağlantılı olarak tüm iç ve dış politikaların artık en azından kendileri açısından işlevsizleştiğini apaçık ifade ediyorlar. Bu bağlamda, uluslararası alanda, dünyadaki sömürü alanlarının paylaşılmasında ABD'nin aleyhine dönmekte olan dengelerin yeniden ABD lehine çevrilmesi için aşırı agresif politikalar Trump'ın dış politikasının esasını oluşturacaktır. Bunun anlamı, daha çok finans sermayesi lehine olan, fakat artık onlar içinde çare olmaktan çıkmış ve başka bir seçenek olmadığı için sürdürülen neoliberal politikaların temelini oluşturan anlaşma ve kurumlardan çekilmek, kaynaklar ve pazarlar için mücadeleyi, bölgesel ve/veya daha büyük savaşları da geliştirerek şiddetlendirmektir. ABD emperyalizminin hegemonyasını bu yoldan deyim yerindeyse ihya etmek hedefleniyor.

Trump tabii ki, şişeden cin çıkarıp bir anda herşeyi değiştirmeyecek/değiştiremeyecektir. Bütünlüklü bir stratejiden henüz yoksun olduğu için, esas olarak oldukça gerici-faşizan politikalar temelinde arkasındaki oligarşi kesimlerinin istediği biçimde, bugüne değin egemen olan stratejinin pek çok temel unsuruna ve kadrolarına saldıracak. Onu şekilsizleştirecek, kimi unsurlarını ise politikalarına katacak. Trump belirli bir stratejik planı uygulamak için değil, varolun yıkmak ve güncel gelişmelere bağlı olarak yıkılanın yerine çıkarlarına denk düşeni yapmak üzere harekete geçmiştir.

Ortadoğu'da bu aşırı agresif politikadan öncelikli olarak payını alacaktır. Daha Obama döneminde BOP'un Ilımlı İslam boyutunun üstü çizilmiştir. Bu anlamda radikal islamcılar üzerinden kötü islam ve bunlarla savaş, Ilımlı İslam aktörleri (yine gerektiğinde AKP ve Tayyip gibi kendileri yaratarak) üzerinden ise hegemonya kurma planı olarak BOP, Ilımlı İslam boyutunun çizilmesiyle artık zaten bir bütünlüklü bir Proje olmaktan çıkmıştı. Hatta artık böyle bir projeden söz eden de bulunmuyor. Bu gelişmelere paralel olarak, Obama'nın ardılı Hillary Clinton'un ve arkasındaki güçlerin saldırı oklarını asıl yoğunlaştırmak istediği büyük hedef Rusya'ydı. Ortadoğu'yu ise derinleşen bir kaos politikası temelinde ve bir diğer temel çatışma alanı olarak Rusya hedefiyle bağlantılı olarak ele alınmaktaydı.

Trump, ABD hegamonyasına meydan okuyan en büyük blok olan Rusya-Çin blokunu çözme işinde başlangıcı Rusya'dan değil, Çin'den yapmak istiyor. Çin'in karşı blokun asıl gövdesi, sessiz ve derinden giden büyük gücü olduğunu biliyor. Tipik ve etkili bir taktik olarak asıl düşmanın ittifaklarını koparıp almak, paralel biçimde de ana gövdeye yüklenmek istiyor. Trump'ın daha iktidarı devralmadan Çin'e ve yine Çin-Rus ittifakının bir diğer bağlaşığı İran'a yönelik savaş, çatışma söylemlerini de içeren sert, saldırgan tutumu, beri yandan Rusya'yla iyi ilişkiler söylemi, Rusya'yı bu ittifaktan koparmayı ya da en azından pek çok temel konuda tarafsız hale getirmeyi hedefliyor. Böylece uluslararası ilişkiler alanında izleyeceği stratejik yönelimlerden birini netleştirmiş oluyor.

Ortadoğu'ya gelince, Trump'ın Ilımlı İslam söylemlerini diriltmek bir yana, Ilımlısıyla, ılımsızıyla, radikaliyle bir bütün olarak sorun yaratan bütün tüm İslamcı güçleri bertaraf etme gayreti apaçık ortada. Dahası bunu, açık bir faşist tutumla, İslam dinine karşı büyük bir nefret dalgası yaratarak yapmaya çalışıyor. Trump'ın, Obama'nın Ortadoğu'da yaklaşık son 2 yıldır izlediği kaos politikasını en şiddetli ve doğrudan bir islam düşmanlığı temelinde yürüteceğini söylebiliriz. Bu noktada, S. Arabistan ve Körfez şeyhilklerinin büyük petrol ve doğal gaz kaynaklarının üzerine oturmaları ve Trump'ın temsil ettiği enerji ve sanayi-askeri kompleksle yakın ilişkileri nedeniyle bir süreliğine rahat nefes almaları mümkündür. Fakat bu durum genel olarak Ortadoğu'daki savaş ortamını daha da büyütmek isteyen Trump liderliğindeki ABD emperyalizminin genel kaos ve yıkım politiklarında büyük değişim olacağı anlamına gelmez. İran'a karşı savaş politikalarının geliştirilmesi, İsrail'e sınırsız destek ve yeni bir Filistin savaşı, Yemen'deki savaşı daha da kızıştırma, Suriye, Irak ve Afganistan'a daha fazla saldırı politikaları, hem bölgedeki savaş ve yıkım ortamını derinleştirecek, hem de geleneksel ittifaklar olan S. Arabistan ve Körfez emirliklerini bu ortamın daha da fazla merkezine çekecektir.

Bu gelişmeler, Trump'ın 1990'lardan bu yana hegamonya stratejisinin ideolojik zeminini oluşturan "medeniyetler çatışması" tezini rafa kaldırmadığı, bu tezi esas alarak yada başka ideolojik yaklaşımlarla birarada, yanyana kullanacağını gösteriyor. Medeniyetler Çatışması tezi, Ortadoğuya dahası Müslümanların çoğunlukta olduğu tüm ülkelere karşı saldırı stratejilerinde oldukça verimli olduğu gibi, Çin veya başka rakiplere karşı da elverişli faşist bir çizgidir.

Bu bağlamda, Trump'ın geliştireceği stratejik çizginin bütün hatları bilinmese ve öngörülemese de, üzerinde yükseleceği ana ideolojik çizginin belli olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bir adım daha giderek, "Medeniyetler Çatışması" tezinin, derinleşen ağır çelişkilerle boğuşan ABD'nin kendi iç çelişkilerine de taşınmakta olduğunu söyleyebiliriz. Trump'ın siyahlara, Latinlere, kadınlara ve diğer bütün ezilen kesimlere karşı geçmişin tüm gerici-faşist söylemlerini, ideolojik çizgilerini ve örgütlerini ayağa kaldırdığı ve "popüler sağ" olarak kodlanan faşizan bir çizgiyi gündemleştirdiği açık. ABD tarininin derinliklerinden gelen ırkçı, yabancı düşmanı, kadın düşmanı vb faşist örgüt ve ideolojilerle, "Medeniyetler Çatışması" tezinin tam bir akrabalık içinde olduğunu söyleyebiliriz. Ekolojik mücadelelerinde, Trump'ın hedef tahtasında olduğu görülüyor. Trump eko sistemin korunmasına ilişkin büyük mücadelelerin sonucu olarak kabul edilen tüm temel anlaşmaları rafa kaldıracağını daha seçilmeden açıkça ilan etti. Askeri-sanayi kompleksinin ve enerji sektörünün temsilcisi olarak bu tutumu da anlaşılır birşey. Bunların birbirini tamamlayarak bir konsept halinde yürütülmek istenmesi büyük olasılıktır.

- Kısa Sonuç:

Toparlayacak olursak; dünya emperyalist-kapitalist sistemi kendisine içkin olan derin kriz öğelerinin her alanda patlamasıyla ağır bir varoluşsal bunalımdan geçmektedir. Bu kriz/bunalım süreci artık yönetilememektedir, ya da en iyimser söylemle giderek daha az ve daha sınırlı alanlarda yönetilebilmektedir. Kriz ekonomik olarak en şiddetli biçimde 2008'de emperyalist ülkelerde patlarken, siyasal düzeyde en şiddetli biçimde patladığı alan 2010'da bölgemiz Ortadoğu olmuştur. Fakat sadece Ortadoğu değil, Balkanlardan Karadenize, oradan Kafkaslara ve Asya içlerine ve güneyine, AB'den Doğu Avrupa'ya, Latin Amerikadan Afrika'ya, ABD'ye değin dünyanın dört bir yanı büyük toplumsal kırılmaların ve çatışmaların arenasına dönüşmüştür. Süreklileşmiş kriz, derinleşmiş toplumsal çelişkiler, en şiddetli çatışmalar ve bu kaotik zeminde dünyayı paylaşma mücadeleleri ve işçi sınıfı ve ezilen emekçi halkların direnişi dünyamızın en temel gerçekleridir.

Bölgemiz dünya ölçeğindeki bu kutuplaşmaların, çelişkilerin ve çatışmaların her düzeyde adeta bir laboratuvarı haline gelmiştir.

II- Hegemonya Savaşlarının En Büyük ve Kanlı Arenası Ortadoğu ve BOP

- Genel Durum

İnsanlığın uygarlığa geçişde dahil büyük sıçramalarının ve büyük uygarlık atılımlarının binlerce yıllık taşıyıcısı olan bölgemiz Ortadoğu ve halklarımız yüzyıldır ulusal/etnik, dinsel, mezhepsel temelde emperyalistler eliyle geliştirilen muazzam sömürgeci saldırılarla parçalanmaya, çürütülmeye, darmadağın edilmeye çalışılmaktadır. Emperyalistlerin çürütme ve parçalama saldırılarının hedefi açıktır: bölgenin tarihsel-toplumsal yapısını şekilsizleştirmek, kendini inkar ederek batıcı kapitalist modernist ilişkileri esas almasını sağlamak, sefil/ucube bir çarpık kapitalist yeni-sömürge toplumsal yapı/ilişkiler yaratmak... Bu temelde, binlerce yıldır teslim alınmayan bölgeyi emperyalist çıkarlara uygun olarak yeniden biçimlendirerek teslim almak...

Ve bu saldırganlık yaklaşık yüzyıldır neredeyse kesintisiz olarak süren sömürge savaşları, yerel devletlerin kendi aralarındaki savaşlar ve emperyalist işbirlikçilerin çıkar çatışmalarının ürünü olan gerici iç savaşlar ekseninde sürüyor. Sadece savaşlar ve şiddet yoluyla değil, aynı zamanda oryantalist bakış açısını da üreten batılı emperyalist sömürgeciler, manevi/düşünsel, kültürel, sosyal ve toplumsal bütün alanlarda kapsamlı bir saldırganlık ve yeniden dizayn etme politiklarıyla da bölgemizin toplumsal dinamiklerini de ağır bir yıkıma uğratıyorlar. Böylece bölgemiz bir yandan tarihsel direnme imkanlarından/mirasından yoksun bırakılmaya, işçi ve emekçi kesimler ve tüm ezilenler kendileri için savaşma bilincinden ve dinamiklerinden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bir yandan da bölgemizin işçi, emekçi, halk dinamikleri manevi/düşünsel, kültürel, sosyal olarak batılı gerici toplumsal ilişkilere öykünme zemininde kendine yabancılaştırılıyor. Bu toplumsal çürütme saldırısının diğer yüzünü ise bölgenin manevi/düşünsel birikimlerinin, özellikle dinin en bağnaz, en çürümüş vahşi biçimlerinin üretilerek yozlaştırılması oluşturuyor. Bu yozlaşmış din versiyonları olabilecek en vahşi biçimlerde çoğunlukla emperyalistler tarafından örgütlenmiş veya büyütülmeş örgütler tarafından çaresiz durumdaki toplumsal zemine/kesimlere zor yöntemleri dahil her yoldan dayatılmaktadır. Bölgemiz bütün bu yollardan fikirsiz, şekilsiz, ufuksuz ve geleceksiz bir coğrafyaya dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu da, bölge ülkeleri ve halklarının, batılı emperyalistlerin kurduğu uluslar/bölgeler hiyerarşisinin dibine doğru yuvarlanması olmaktadır.

Öte yandan, bu saldırganlığın, çürütme politikalarının tümden başarıya ulaştığı da söylenemez. Bölgemizde uygulanan tüm emperyalist parçalama, çürütme ve yeniden biçimlendirme mekanizmaları ve süreçleri bölgenin tarihsel toplumsal dinamiklerine çarparak sonuca ulaşmadan, fakat ağır yaralar açarak dağılıyor. Somut olarak baktığımızda;

Emperyalist kapitalist dayatmacı uluslaşma pratikleri tümden başarısızlığa uğramıştır. Daha doğrusu, bu çürümüş uluslaşma pratikleriyle biçimsizleşmiş, paramparça olmuş ulus gerçeklikleri oluşmuştur. Dayatmacı sahte Türk uluslaşması çökmüştür. Parçalanmış, dayatılmış sahte Arap uluslaşma(ları)sı çökmüştür. Fars sömürgeciliğinin dayattığı İran uluslaşması çökmüştür. Kürt uluslaşmasını yok etme çabaları boşa çıkmıştır. Filistin sorunu ve Yahudi devleti dayatması kangrenleşmiş ve kanayan dev bir yaradır. Geride kalan enkazdır.

Dinsel ve mezhepsel parçalama ve buna bağlı hegamonya kurma çabaları da parampaça olmuştur. Sunni-Şia, Sunni-Alevi, Müslüman-Hıristiyan, Müslüman-Yahudi vb tüm gerici çatışma dinamikleri sonuna kadar kullanılmıştır. Geride kalan yıkım, katliamlar ve kesintisiz dinsel ve mezhepsel savaşlardır. Ve artık emperyalistlerin bu savaş ve çatışmaları kontrol etme, kontrollü yürütme şansları oldukça zayıflamıştır.

- Bölgede Hegemonyayı Yeniden Kurma Arayışlarının Temelleri

Emperyalistlerin işbirlikçiler eliyle bölgemizi dünya sistemine bağlamak için bağımlı kapitalist ekonomiler kurma ve bunun üzerinden kapitalist modernitenin inşası süreçleri neredeyse tümüyle iflas etmiştir. Oluşan ne kapitalist modernitedir (ki kapitalist modernitenin kendi anayurtlarında çöktüğü koşullarda bunun başkaca bölgelerde herhangi bir başarı şansı olması zaten mümkün değildi), ne de az ya da çok işleyen istikrarlı kapitalist ekonomilerdir. Yağmaya, talana, ulusal, mezhepsel, hatta kimi yerlerde aşiretsel ayrımlara dayanan çarpık, istikrarsız, çürümüş ekonomiler ve toplumsal yapılardır. Kireçlenmiş, işlevsizleşmiş, artık emperyalist güçler için bile yük haline gelmiş rejimlerdir.

Ortadoğu hem jeostratejik konumunun, yeraltı kaynaklarının ve büyük nüfusunun önemi nedeniyle, hem de sistem açısından taşıdığı büyük tehditler (büyük isyan dinamikleri) nedeniyle, emperyalizmin 4. bunalım döneminde de dünya hegamonu olma iddiasını sürdüren ABD emperyalizminin büyük savaşlarının ve hamlelerinin sahnesi oldu. Önümüzdeki 50 yılda enerji kaynakları açısından stratejik rolü olan, 600 milyonluk ve çoğu genç ve eğitilmiş büyük nüfusuyla/pazarlarıyla iştah kabartan, Kuzey Afrika ve Batı Asyada tüm köprübaşı coğrafyaları içeren ve küçük uzantılarıyla Avrupa ile de bağlantılı olan bölgemiz Ortadoğu'nun denetim altına alınması dünya hegamonyası kurmada kilit bir önem taşımaktadır. Özellikle ABD emperyalizminin başlıca rakipleri olan Çin, Japonya ve AB'nin bölgenin enerji kaynaklarına bağımlılığı, Rusya'nın ise en önemli gelir kaynağı olan petrol ve gaz bağlamında, bölgedeki petrol arzı ve fiyatlarının belirlenmesine bağımlılığı, bölgede hangi emperyalist gücün hegemonya kuracağı sorusuna kritik bir önem kazandırmıştır. ABD emperyalizmi bölgemizde her açıdan çürümüş, dağılmış emperyalist hegamonyayı, dünya çapındaki hegamonya planlarına uygun biçimde yeniden inşa etmeye yöneldi. Bu nedenle, bölgemiz 4. bunalım döneminin başından itibaren, bir yandan provakatif işgal savaşlarıyla, bir yandan da yumuşak güç adı altında siyasi, kültürel ve sosyal muazzam saldırılarla karşı karşıya gelmiştir.

11 eylül saldırılarıyla, büyük işgal saldırılarının ve genel şiddet kampanyalarının startı verilmiştir ve hala olanca hızıyla sürmektedir. Afganistan ve ardından Irak'ın işgali, tüm Ortadoğu'da şu veya bu nedenle başlatılan sözde "anti-terör" saldırılarıyla bir milyonun üzerinde bölge insanı daha ilk birkaç yıl içinde katledildi. İrili ufaklı çatışma ve savaşlar tüm Ortadoğu çapında genelleşti.

- Teslim Alma Projesi: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)

Asıl belirleyici saldırının/projenin adı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) idi. ABD emperyalizmi savaşlarla açtığı yolda yeni rejimleri BOP projesiyle inşa edecekti.

BOP, açıkça ifade edilmese de, bir yanıyla işgal/savaş hamlesine yaslanmaktaydı. BOP'un ikinci ve diğer önemli ayağı ise ideolojik-politik ve kültürel olarak islamın emperyalist sistemin yeni dönemdeki çıkarlarına yanıt verecek tarzda kapsamlı biçimde yeniden biçimlendirilmesi ve siyasallaştırılmasını ifade eden Ilımlı İslam konsepti üzerine oturmaktaydı. Bu, aynı zamanda hem ideolojik-politik, hem de kültürel olarak Ortadoğu'nun "Ilımlı İslam" çizgisi temelinde dünya ile ayrıştırlamasını ifade etmekteydi. Bu ayrıştırma, ABD emperyalizminin dünyayı etnik ve dinsel medeniyetler temelinde tanımlama/ayrıştırma ve dünya ölçeğindeki mücadeleleri bu medeniyetler arasındaki çatışma olarak göstermeyi hedefleyen Medeniyetler Çatışması söylemine de uygundu.

"Ilımlı İslam" söylemi, "Ilımlı" takısı ile normal koşullarda kolayca uzlaşma söyleminin üretilebileceği, "İslam" boyutuyla ise istendiği zaman radikal islamla özdeşleştirilerek çatışma zemini olarak sunulabilecek ve "Medeniyetler Çatışması" konseptine oldukça uygun bir içeriği ve isimlendirmeyi ifade etmekteydi.

BOP bütün bu nitelikleriyle salt bir Ortadoğu projesi de değildir. Esasen nüfusunun çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu tüm ülkeleri hedef tahtasına çakmıştır. Ortadoğu bu ülkelerin siyasi, dinsel vb. her açıdan kalbidir. Projenin Ortadoğu üzerinden tanımlanması esas olarak bundandır. Dahası Büyük Ortadoğu denilerek Pasifik ve Orta Asya hariç müslümanların nüfusun ezici çoğunluğunun bulunduğu tüm coğrafyalar (Kuzey Afrika, Afganistan, Pakistan vb.) çekirdek Ortadoğu'ya eklenmiştir.

BOP'la öncelikli olarak, 1990 öncesi dünya koşullarına göre biçimlenmiş ve on yıllar içinde çürümüş, artık rolünü oynamaktan uzaklaşmış, işlevsizleşmiş ve/veya merkezkaç tutumlarla sistemi zorlayan, geniş halk kesimleri içinde teşhir olmuş tüm siyasal, toplumsal, ekonomik, askeri, devletsel vb. yapıların tasfiye edilmesi, yerine başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist sistemin stratejik planlarına hızla uyum sağlayabilen yeni işbirlikçi yapıların kurulmasını hedeflemekteydi.

İkincisi, 600 milyon nüfuslu geniş coğrafyanın tüm pazarları sınırsız biçimde en yoğun kapitalist sömürüye açık hale getirilecekti.

Üçüncüsü, enerji kaynakları ve nakil yolları üzerinde kurulacak hegamonya bu kaynaklara son derece bağımlı olan Çin, Japonya ve AB emperyalistlerinin ve petrol arzını ve fiyatlarını belirleme imkanına kavuşarak Rus emperyalizminin adeta can damarlarını elinde tutmak anlamına gelecekti.

Dördüncüsü, "islamcı terör" ve "ortadoğu'daki terörist devletler" söylemi ve pratikleri üzerinden Batı'ya ve tüm dünyaya yönelik büyük bir tehditin var olduğu algısı yaratılarak, özellikle bu alanla hem coğrafik, hem de siyasal ve kısmen göçmenler üzerinden yoğun bağlara sahip olan batılı (özelde AB emperyalistlerinin) emperyalistlerin "İslam"a yada "radikal islam"a karşı savaş temelinde ABD'nin arkasında saflaşması sağlanacaktı. Geçmişin komünizm tehlikesinin yerini, "İslam" alıyordu.

Beşincisi, bu çatışma/savaş zemininde zaten cılız olan devrimci demokratik güçlerde tasfiye edilecekti.

BOP'un savaş ve yıkım ayağı için Afganistan, Irak ve İran bağlamında yeterince gerekçe ve zemin vardı. Bu ülkelerin her biri büyük/orta bir savaşın arenası haline getirilebilirdi. Ayrıca emperyalistlerin kendi elleriyle kurup büyüttükleri, fakat daha sonra kontrolden çıkan El Kaide vb. örgütlerin eylemleri de orta/düşük yoğunluklu savaşların değişik ülkelerde yaygın biçimde geliştirilmesini sağlamak için yeterliydi. Bu savaşların başlatılmasının ardından gerisinin gelmesi zaten neredeyse garantiydi. On yıllar sürecek savaşların hesapları yapılmış, kapısı aralanmıştı.

Peki BOP'un hegemonyayı inşa ayağı olan "Ilımlı İslam"ın zeminleri nerede oluşturulacaktı, model ülke neresi olacaktı? Tüm Ortadoğu'ya örnek gösterilecek, "model" olacak başarılı ilk adım nerede atılacaktı? Tabii ki bu noktada en uygun aday, seküler bir NATO ülkesi olan, ayrıca eksen ülke olarak belirlenmiş ve emperyalist denetimin en güçlü olduğu, Batıya görece en yakın islam ülkesi olan ve derin bir toplumsal kriz içinde debelenen, paradigması dağılmış Türkiye idi.

- BOP'un Savaş ve Yıkım Ayağı Devrede: Afganistan, Irak İşgalleri ve Radikal İslamla Savaş

BOP'un savaş ve yıkım boyutu "radikal islam"cılarla mücadele adı altında, özellikle El Kaide'yi hedefleyen tarzda 1998'den itibaren yoğun bir savaş/saldırı pratiğiyle gündemleştirildi. 2001 11 eylül saldırıları ise Ortadoğu'ya dönük topyekün savaşın başlangıcı oldu. Afganistan'ın, Ardından Irak'ın işgali ve İran'a dönük savaş hazırlıklarıyla bu süreç adım adım uç noktalara değin tırmandırıldı. Dahası, 11 eylül saldırılarıyla birlikte, nüfusunun çoğunluğu müslüman olan ülkelerde hızla yayılan El Kaide ağının saldırıları ve ABD emperyalizminin karşı saldırıları tüm bölgeyi genel bir savaş atmosferi içine çekti. Irak'da 2004'den itibaren işgale karşı silahlı direnişin başlamasıyla bölgedeki savaş derinleşti. 2010'a kadar savaş bu eksende tüm bölge ülkelerine şu veya bu düzeyde yayıldı. ABD emperyalizmi bu savaşlarda başta Avrupalı (batı) emperyalistleri olmak üzere, tüm emperyalist dünyayı az yada çok arkasında saflaştırdı. 2010'da Arap halk ayaklanmalarıyla başlayan süreç ise bugüne değin gelen büyük savaş ve isyanlar zinciriyle, ABD emperyalizminin savaş ve yıkım planlarının bütün genişliği ve derinliğiyle uygulandığı bir dönemi başlattı.

III- BOP'un Ilımlı İslamında İlk Adım: Proje Ülke Türkiye, Proje Parti AKP

BOP kavram ve proje olarak 2000'lerde gündemleştirilmiş olsa da, esas olarak 1998'den itibaren devreye sokulup pratikleştirilmiş, altyapısı adım adım örülmüş bir projedir.

1998'den itibaren projenin Ilımlı İslam ayağında model ülke olarak belirlenen Türkiye'ye yönelik pratik adımları atılmış, 2002'de AKP'nin iktidarı getirilmesine değin, deyim yerindeyse kapsamlı bir alan temizliği yapılmıştır. Bu noktada ilk hamle, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'daki devrimci hareketin tasfiye edilmesiydi. Farklı siyasal seçeneklerin, hele ki devrimci seçeneklerin varlığına izin verilemezdi. İlk pratik adım, savaş ve Ilımlı İslam kapanına alınacak Ortadoğu'da büyük bir halk hareketi haline gelmiş yegane devrimci örgüt olan PKK'nin bir biçimde tasfiye edilmesi yada en azından ciddi ölçülerde güçten düşürülmesi hedeflenerek atıldı. PKK'ye yönelik savaşın büyütülmesi kısa vadede sonuç verecek bir adım olamazdı. Daha kestirme yol izlenerek, PKK'de tüm alanlarda belirleyici konumda olan PKK önderi A. Öcalan tutsak edilerek, Hareketin geriye çekilmesi, siyasal ve askeri olarak pasifize edilmesi hedeflendi. Ani bir çıkışla A. Öcalan'ın bulunduğu Suriye'ye yönelik savaş tehditleri savrularak, onun Suriye dışına çıkması ve daha sonra da tutsak edilmesi sağlandı. PKK, bu süreçten sonra, yaklaşık 5 yıl büyük bir tasfiyecilik ve siyasal-askeri geri çekilme ve parçalanma yaşadı. Bu bağlamdaki ikinci önemli adım, 19 Aralık 2000'de Türkiye devrimci hareketine yönelik hapishane katliamı ile atıldı. Böylece TC sınırları içindeki devrimci güçlerin "belini kırmış", bu anlamda bir dönemi kapatmış olduklarını hesap ettiler. Düzen cephesindeki ilk adım ise özel olarak hazırlanan 2001 ekonomik krizi ile Türkiyenin ekonomik ve siyasi olarak "belinin kırılması" idi. Gerçekten de, emperyalistlerin hazırladığı ekonomik krizle Türkiye ekonomisi yüzde 30'lara yaklaşan olağanüstü bir daralma yaşadı. Ekonomi yağmalandı ve büyük bir ekonomik ve toplumsal yıkım yaşandı. Bu atmosfer içinde düzen cephesindeki siyasal partiler/yapılarda adeta sıfırlandı. Zaten işlemeyen hükümet ve devlet yapısı adeta çöktü. Dönemin başbakanı Ecevit "aniden" görevlerini yapamayacak düzeyde hastalandı. Ve bir proje partisi olarak hazırlanan AKP'nin önü açılmış oldu. AKP, Ilımlı İslamın model partisi, TC model devleti olacaktı. CIA/MİT'in faşist partisi ve hükümet ortağı MHP bu koşullarda devreye sokuldu ve "ani" bir karar ve açıklama ile erken seçime gidilmesini istedi ve erken seçime gidildi. (Günümüzde de MHP ve Başkanı Devlet Bahçeli yine ani bir U dönüşü kararıyla başkanlık sistemini kabul etti ve referandum gündeme geldi. MHP'nin böylesi kritik dönemeçlerde oynadığı rolü anlamak açısından bu veriler önemlidir.) "Yeni parti" AKP seçimi aldı ve Türkiye Ilımlı İslam yoluna sokuldu.

AKP kesin biçimde, ABD önderliğindeki batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu'yu yeniden fethetme projesinin, Ilımlı İslam diye pazarlanan bir sömürgeleştirme fikriyatının, onun projeleşmiş hali BOP'un küçük ama önemli bir bileşini, bir alt projesi, bir proje/taşeron partisidir. Recep Tayyip'de bu proje/taşeron partinin/hareketin özenle hazırlanmış, uzun yıllar boyunca desteklenmiş tipik bir faşist lideri/aktörüdür. Türkiye'de seçilmiş proje ülkesidir. Din tüccarı kesimler (Milli Görüşün büyük bölümü, tarikatlar, şeyhler vb...) başta olmak üzere, ülkenin merkez sağ olarak tanımlanan bütün gerici-faşist güçleri AKP ve Tayyip'in arkasında adım adım toplanacak, emperyalistlerin Ilımlı İslam konseptine uygun bir tür koalisyon/cephe partisi oluşturulacaktı. Bu parti, emperyalizmin tüm temel ve taktik politikalarına bağlı kalacak, seküler yapı korunacak, toplumsal yaşamı, kültürel dokuyu, tüm ideolojik alanı emperyalizmin politiklarını meşrulaştıracak İslami, muhafazakar bir söylem ve içerikle yeniden yapılandıracakdı. Bu noktalardaki başarılarıyla bölgedeki tüm ülkelerde bulunan İslamcı güçler ve toplumsal muhalefet güçleri için referans olacak ve Ilımlı İslam zeminine çekecekti. Böylece orta ve uzun vadede savaşlarla yıkılacak Afganistan, İran, Irak gibi merkezkaç devletler ve Amerikancı köhnemiş diğer tüm devlet ve rejimler bu temelde yeniden yapılandırılacaktı. Hesap buydu. Ve bu hesapta, proje ülke Türkiye ve proje parti AKP kritik bir rol üslenmekteydi. AKP'ye siyasal, ekonomik, askeri vb. her alanda geniş krediler açıldı. Ortadoğu'da makul islamın öncüsü, demokrasi şampiyonu, ekonominin kurtarıcısı, İsrail'e posta koyan, ezilen müslümanları koruyan AKP ve Tayyip mitini yaratmak ve bunu tüm Ortadoğu'ya pazarlamak için gerekli tüm imkanlar başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm batılı emperyalistler tarafından sonuna değin sunuldu ve kullanıldı.

Bu süreç, başlangıçtaki göz boyayıcı demokrasi söylemlerine ve liberal/sol liberal kesimlerin bu söylemlere aptalca angaje olup, liberal ve sol cephede yaygın biçimde üretmelerine rağmen, bugün zaten tartışmasız biçimde ortaya çıktığı üzere kesinlikle bir burjuva demokrasisi inşa etme süreci değildi. Mevcut faşist devlet yapısını ve toplumsal zemini, yeni dönemin stratejik gereklerine uygun olarak yeniden dizayn etmeyi hedefliyordu. Gerekli olan devlet aygıtlarının neredeyse tümü elde hazır bulunuyordu.

- Devleti Yeniden Dizyan Etmek

Burada kapitalist devletin dizaynı konusunda bir not düşerek devam etmek gerekiyor. Emperyalist-kapitalist sistemin tarihsel gelişmesinin her önemli uğrağında (her bunalım döneminde) kapitalist devletlerin şu veya bu düzeyde önemli yapısal değişimler temelinde yeni dönemin koşullarına uygun olarak yeniden dizayn edildiğini görüyoruz. TC devlet tarihinde de, 1920'den itibaren Osmanlı devlet aygıtının kalıntıları üzerinden CHP temelinde kurucu bir yeniden yapılanma gerçekleştirilmiş, ardından 1945'de başlayan emperyalizmin 3. bunalım döneminde 1950'lerden itibaren siyasal olarak DP/AP/ANAP gibi merkez sağ olarak tanımlanan geniş kitle tabanlı gerici-faşist partiler ve cuntalar aracılığıyla yeniden yapılanma yaşamıştır. 1990'la birlikte gelişen emperyalizmin 4. bunalım döneminde de, 2000'lerin başından itibaren BOP temelinde AKP aracılığıyla TC'nin yeniden yapılandırılması hedeflenmiştir.

Emperyalist-kapitalist sistemde devleti yeniden dizayn etme işi tüm deneyimlerde görüldüğü üzere, devletin üzerine kurulu olduğu tüm ideolojik referansların, politik stratejilerin ve bir çok kurumsal yapının kapsamlı biçimde değiştirilmesini gerektirir. Böylesi bir dönüşüm, ülke içinde büyük kitle desteğinin (ve/veya sıkı örgütlenmiş ve belli bir desteğe sahip olan ve geri kalan toplumsal kesimleri önemli ölçüde tarafsızlaştırmış bir örgütlenme altyapısı) yanı sıra, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve askeri açıdan olumlu koşulların varlığını, kadro ve siyasal birikimi gerektirir. Yanı sıra direnen güçlere karşı da kapsamlı bir zor kullanımı ön koşullardan bir diğeridir. Yeni-sömürge bir ülke ve devlet söz konusu olduğunda, emperyalist güçlerinde doğudan katılımı ve süreklileşmiş güçlü bir desteği ön koşullardan bir diğeridir. Öte yandan, kapsamlı yeniden dizayn bir çok kesimi mağdur eder. Statükoları ciddi biçimde bozar. Bu süreç ekonomik, siyasal ve diğer tüm imkanların kapsamlı biçimde el değiştirmesi sürecidir. Sistemi yeniden dizayn eden güçlerin arkasında saflaşmış burjuva kesimler ve bürokrasi siyasal ve ekonomik güçten aslan payını alan konuma geçerler. Eski egemenler şu yada bu düzeyde geriye itilirler, tümden yada önemli ölçüde güç kaybına uğrarlar. Emekçi sınıflar bu tepişmede önemli hak kayıpları yaşarlar. Ve doğal olarak bu süreç yeni egemenlerin geri vitessiz, dur duraksız bir saldırganlığı olarak biçimlenir. Durmak ya da geri adım atmak düşmek, kaybetmek anlamına gelir. Bu durum hem sistem içinden, hem de sistem karşıtı güçlerden kapsamlı bir direncin gelişmesini, direniş odaklarının oluşmasını, patlama dinamiklerinin birikmesini kaçınılmaz hale getirir. Sadece bu değil; yeniden dizayn işine girişen gücün içinde de elde edilen güç ve imkanları paylaşma yönünde kapsamlı bir iç mücadelenin yaşanması da kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak irili ufaklı iç çatlaklar, parçalanmalarda gelişir. İşte bu olağanüstü büyük çaptaki ve oldukça karmaşık mücadele aynı ölçüde karmaşık ve ustalıklı politikaları gerektirir ve gelişmeleri yönetebilme becerisini şart koşur. Böylesi süreçlerde orta yol yoktur. Çünkü böylesi süreçler varoluş yokoluş seçenekleri dışındaki tüm seçenekleri dışlayan bir tür savaş olarak biçimlenir. Ya kazanırsın ya da tümden kaydersin.

AKP ve Tayyip'in bugün akıl almaz gibi görünen politikaları, uzlaşmazlığı, vahşi saldırganlığı, vb. bütün "normal"leri aşan pratiği ancak bu perspektif üzerinden anlaşılabilir. AKP, CHP, ANAP, Saadet Partisi vb. değildir. Seçimlerde kaybedersem geçip muhalefet ederim diyemez. O, devleti dizayn etmeye, onun sahibi olmaya soyunmuştur. Kuruluş amacı ve motivasyonu budur. AKP, "ya kazanırsın yada tümden kaybedersin" kuralının işlediği bir savaşın içindedir ve bunun bilinciniyle hareket etmektedir. Kaybettiklerinde yaşamları dahil herşeyi kaybedebileceklerinin korkusu, bunun açmazları, dengesizlikleri, akıl almaz hataları ve aynı zamanda kazandıklarında ise elde edecekleri baş döndürücü muazzam güç ve imkanların hayali bir aradadır.

- 2002-2010: Devletin Dizaynında Zemini Düzleme

AKP eliyle yürütülen restorasyon/yeniden yapılandırma süreci 2010'lara kadar oligarşi içi sert mücadelelere, Kürt sorununa ilişkin inişli çıkışlı sert çatışmalara rağmen, AKP'nin genel olarak (Kürt sorunu hariç) az yada çok başarıyla yürüttüğü bir süreç olmuştur. 2010'lara kadar olan süreç deyim yerindeyse, BOP temelindeki yeniden yapılandırmanın yolunun düzlendiği bir süreç olarak gelişmiştir. Tüm toplumsal dinamiklere -işçi sınıfı ve yoksullar, orta sınıflar, tekelci burjuvazi, köylülük, Kürt ulusu ve diğer ulusal topluluklar, sunni çoğunluk, Aleviler, kadın, gençlik, aile, yaşam tarzı, ekonomi, eğitim, ideoloji vb. her alanda toplumsal çürümeyi ve yeniden biçimlendirmeyi derinleştirmek için- dönük çok yönlü adımlar ve planlamalar geliştirilmiş, BOP'un, Ilımlı İslam yaklaşımının mantığına uygun dönüşümler gerçekleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz bunların bir kısmı örneğin Aleviler ve Kürtlere dönük projeler büyük ve anlamlı sonuçlar yaratamamıştır. Fakat toplamdan bakıldığında yeni bir toplumsal iklim ve daha köklü dönüşümler için asgari zemin yaratılmıştır.

2011'e gelindiğinde AKP açısından artık kritik eşiğe gelinmişti. Aldatıcı seçimler yoluyla yüzde 50'lilere yaklaşmış kitle desteği ve kurduğu geniş gerici ittifaklar, muhalif güçlerin olağanüstü zayıflığı ve yetersizlikleri AKP'yi devleti yeniden yapılandırmada sonuç alıcı adımlar atabileceğine inandırmıştı.

- 2011 Sonrası; AKP'nin Parti-Devlet Olma Hamlesi; Planlar, Olanaklar ve Dezavantajlar

2011 seçimleri sonrasında yaptığımız değerlendirmelerde de ifade ettiğimiz üzere, AKP, devleti Ilımlı İslam temelinde yeniden dizayn etme (deyim yerindeyse yeniden kurma) yolunda artık büyük ve temel adımları atma, ne yapacaksa artık yapma noktasına gelmişti. Öte yandan, bu kritik eşik onun için hem büyük imkanları, hem de büyük kırılma ve riskleri de barındırmaktaydı.

2011'de hem uluslararası durum, hem de iç koşullar AKP açısından oldukça elverişli görünmekteydi.

AKP iç cephede görünüşte sağlam bir ittifaklar cephesi örmüş, geniş bir kitle tabanı yaratmış durumdaydı. "Kürt Açılımı", "Alevi Açılımı" vb. sahte açılım politikaları yoluyla belirgin bir başarı kazanılmış olmasada, muhalif cephede kafa karışıklığı yaratabilmişti. Özellikle liberal kesimlerde ciddi bir destek yaratılırken, sol liberal kesimlerde ise tereddütlü de olsa bir destek zemini oluşturulmuştu. Ordunun merkezde olduğu tümden içi boşaltılmış bir Kemalizmi eksen alan ve devletin çekirdeğini oluşturan kontrgerillanın milliyetçi kanadı, orduya yönelik Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlar yoluyla önemli ölçüde etkisizleştirilmişti. Oligarşinin orduyla birlikte egemen olan geleneksel kesimlerine gözdağı vermek ve geriletmek için önemli bir siyasal ve toplumsal atmosfer oluşturulmuştu. Kürdistan'da PKK'nin muazzam direnişi ciddi bir sorun olmakla birlikte, Türkiye cephesinde devrimci ve demokratik güçler güçlü bir muhalefet dinamiği yaratamayacak düzeye doğru itilmişti. Bu ve benzeri yollardan muhalif/rakip güçlerin tümünün paralize edilmesi yolunda önemli adımlar atıldı. Bütün toplumsal kesimler içinde örgütlülükler geliştirilerek işbirlikçi kesimler oluşturulmaya çalışıldı ve kısmi başarılar kazanıldı.

Emperyalist merkezlerde başlayan ve genelleşen 2008 büyük yapısal ekonomik krizin ardından, emperyalist merkezlerde kar oranlarının oldukça düşüşüyle birlikte yeni-sömürgelere yönelen uluslararası mali sermayenin bir bölümünün yüksek faiz getirileri sunan Türkiye'ye gelişiyle sıcak para akışının sağlanabildi. Böylece hem tüketici, hem de yatırım kredilerinin bollaşması yoluyla krizin etkilerinin nispeten az hissedilmesini sağlanabilmişti. Dahası, 2009'dan itibaren borçlanmaya dayalı "hayali bir zenginleşme" durumu oluşmuştu. Özellikle gayrımenkul alanında borçlanmaya dayalı büyük bir balon oluşturulması söz konusuydu.

2010 sonunda başlayan Arap Baharı ise BOP projesinin baş aktörü AKP'ye adeta altın tepside sunulan ödül olarak görünmekteydi. Bütün Ortadoğu'ya yayılan devasa halk mücadeleleri çürümüş diktatörlükleri yıkmasına yada ağır darbeler vurmasına rağmen devrimci bir önderlikten yoksun olarak gelişmekteydi. Emperyalistlerin müdahalesi ve desteğiyle bu boşluğu önemli ölçüde AKP ile aynı çizgideki din tüccarı politik hareketler doldurmaktaydı. Mısırda ve Tunus'da yapılan seçimlerde, bu halk mücadelelerine ya katılmamış, yada çok sınırlı düzeyde katılmış olan Müslüman Kardeşlerin yani AKP'nin çizgidaşlarının kazanması, diğer ülkelerde de dinci hareketlerin ön almaya başlamasıyla ve Suriye'deki mücadelede faşist dinci hareketlerin inisiyatifi ele geçmesiyle birlikte, AKP kendisi için oldukça geniş bir hareket alanının açıldığını gördü. Ortadoğu'daki yüz yıllık tüm dengeler altüst olmaktaydı ve bütün siyasal ve toplumsal zeminler yeniden kurulma yoluna girmişti. Ve bu süreçde emperyalistlerin BOP projesine uygun biçimde Ilımlı İslam çizgisine yakın görünen partiler ön almaktaydı. AKP Türkiyesi artık Ortadoğu'da öncü roller alabilir ve bu yoldan hem bölgesel güç haline gelebilir, hem de bu yoldan iç cephede muzaffer parti olarak daha büyük güç kazanabilirdi. Daha doğrusu AKP'nin hesapları buydu.

Kısacası, AKP 2011'e gelindiğinde devleti Ilımlı İslam/BOP temelinde yeniden inşa etmek için zemin temizliğini başardığını, iç ve dış dinamikleri elverişli hale getirdiğini düşünmekteydi. Daha da ötesi, Arap Baharı ile birlikte BOP'un sadece model ülkesi olmakla kalmamak AKP açısından netleşmişti. AKP, bunu da aşarak emperyalistlerden rol kapabileceği, giderek bölgesel bir emperyal güç odağı haline gelebileceği zeminlerin de oluştuğunu düşünmekteydi.

AKP'nin bu görüş açısı temelinde geliştirdiği politik hamlelere geçmeden önce, bir başka noktaya, siyasal ve toplumsal karşı dinamiklere, direnç noktalarına kısaca değinmek gerekiyor.

2011 seçimleri sonrasında yaptığımız değerlendirmelerde bu karşı dinamikleri kabaca özetlemiştik.

İlk olarak AKP içi çıkar/güç paylaşım mücadeleleri, AKP'nin içindeki başat unsur olan Tayyip ve çevresinin önüne çıkabilecek önemli bir karşı dinamik olarak durmaktaydı. AKP esas olarak Tayyip'in başını çektiği Milli Görüşcülerin ana gücü oluşturduğu, fakat başta Fettullahçılar olmak üzere pek çok kesimi de içinde barındıran bir koalisyon partisiydi. Gücün AKP'de merkezileşmesinin hızlanmasına paralel olarak bu güçten pay alma mücadelesinin de derinleşmesi ve ciddi çatışma zeminlerinin oluşması kaçınılmazdı. Tayyip'in kişisel yönetim tarzının yarattığı sorunlar ortadayken, bu tür krizleri ne ölçüde yönetebileceği büyük bir soru işareti durumundaydı.

İkincisi, oligarşinin TÜSİAD'da merkezileşen geleneksel kesimlerinin siyasal gücü özellikle Ergenekoncuların devletten tasfiyesi süreciyle birlikte önemli ölçüde kırılmışdı. Ancak buna rağmen, on yıllar boyunca dört bir yana kök salmış ve en büyük sermaye gruplarıyla birleşmiş bu yapıların hızla toparlanması ve yeni hamleler yapması da pekala olası bir durumdu.

AKP'nin Ortadoğu'da Arap Baharı ile birlikte başlayan süreçte BOP'da kendisi için çizilen sınırları, rolleri aşarak, emperyalistlerden rol çalma ve bölgesel bir hegamonik güç olma sevdasının başına bela olacağı ise kesindi. Emperyalistlerin bu tür oyunları prim vermesi söz konusu bile olmazdı. En umulmadık anda, en ağır darbelerle bölgede perişan bir hale düşürülmesi işten bile değildi.

Ekonomi ise esas olarak yukarıda ifade ettiğimiz sıcak para akışına tümüyle bağımlı hale gelmiş durumdaydı. Bu ise sıcak paraya bağlımlı ekonominin olağanüstü bir kırılgan hale gelmesi demekti. AKP başkasının parasıyla sahte bir kabadayılık yapmaktaydı. Gerek emperyalistlerin planlı bir ekonomik komplosu yoluyla, gerekse dünya emperyalist-kapitalist ekonomisinde yaşanacak olağan yada olağanüstü yön değiştirmeler nedeniyle sıcak para akışının yavaşlaması veya ciddi biçimde düşüşünün söz konusu olması durumunda Türkiye'nin hızla bir ekonomik krize yuvarlanması kaçınılmazdı. Bu durum, AKP'nin tüm planlarını bir anda bozacağı gibi, arkasındaki toplumsal desteğinde hızla çözülmesi anlamına gelebilirdi.

Kürdistan ulusal özgürlük güçlerinin direnişi, AKP'nin mutlak hakimiyet sevdasının önündeki en önemli aktif engel konumundaydı. Ve Ortadoğu'daki, özellikle Suriye'deki gelişmeler, AKP'nin sahte hayallerinden çok, PKK'nin Rojava'daki gerçek ve sağlam örgütlenme zeminlerinin büyümesine ve Kuzey Kürdistan'da da direnişin muazzam ölçülerde gelişmesine neden olabilirdi. Böylesi bir gelişme, AKP'nin mutlak iktidar arayışını tuzla buz edecek önemli bir tehlike olarak durmaktaydı.

Türkiye devrimci ve demokratik hareketi oldukça zayıflamış ve devrimci nitelikleri törpülenmiş olsa da, hala varlığını şu yada bu ölçüde korumaktaydı. Gelişmelere bağlı olarak bu güçler yeni hamleler geliştirebilir ve AKP'nin mutlak iktidar çabasının önüne büyük toplumsal güçlerin çıkışını sağlayabilirdi. Daha da ötesi, Türkiye'nin son 50 yıldır büyük ve sert mücadelelerle biçimlenmiş, büyük bir devrimci ve demokratik bilinç ve değerler birikimi yaratmış, toplamda yüzyıllık bir geçmişe sahip toplumsal mücadele birikimi, AKP'nin karşısında durmaktaydı. Bu mücadele birikimi sadece devrimci örgütlerde değil, işçi sınıfı, emekçiler, Kürtler, daha küçük ulusal topluluklar, Aleviler, ezilen diğer din ve mezhepler, kadınlar içinde de küçümsenemeyecek düzeyde demokratik bir toplumsal karşılık yaratmıştır. Bu kesimlere, AKP'nin mutlak iktidar politikalarına karşı duran ve sol, demokratik güçlerle çoğu kez içice geçmiş olan ve küçümsenemeyecek bir toplumsal tabana sahip bulunan laik kesimleri ve halkçı Kemalist (Kemalizme halkçı anlamlar yükleyerek düzen içi muhalefet zemininde duranlar) kesimleri de eklemek gerekiyor. Bütün bu, devrimci, demokratik, halkçı kesimlerin AKP'nin karşısına önemli bir direnç noktası olarak çıkması kaçınılmazdı.

AKP'nin hesaba katmadığı, görmek istemediği yada hafifsediği bu karşı dinamikler birbiriyle güçlü etkileşim halindeydi. AKP içi parçalanmaların hızla Ergenekoncuları harekete geçirmesi, Ortadoğu'da yaşanacak tökezlemelerin iç parçalanmaları derinleştirmesi, yada Kürdistan devrimci dinamiğini ayağa kaldırması, yada tersinden Kürdistan'daki devrimi dinamiklerin büyümesinin iç parçalanmaları derinleştirmesi ve Türkiye'deki devrimci dinamikleri tetiklemesi, bütün bunların Ergenekoncuların yeniden harekete geçişini hızlandırması, baskıların ve tüm diğer faktörlerin devrimci, demokratik, halkçı dinamikleri hızla büyük isyanlara yöneltmesi, vb. olasılıklar ve gelişmeler kapıda durmaktaydı.

2011'den itibaren, AKP'nin bakış açısı ve hedefleriyle, karşı dinamiklerin konumlanışının kaba tablosu esas olarak bu biçimdeydi. AKP söylem ve pratiğini yukarıda ortaya konulan görüşler ve hedefler temelinde ve bu toplumsal zeminler üzerinden geliştirdi. Bu stratejinin ve pratiğin en belirgin unsuru devletin yeniden inşasını tamamlamak ve mutlak egemenliğini kurmak, dahası bölgesel bir hegemon güç haline gelmek ve bunun için dışarıda ve içeride her cepheden saldırı taktiğiyle tüm muhalif güçlerin tasfiyesiydi.

2011sonrası netleşen bu stratejinin somutlaştırılmasında izlenecek yolun başlıca adımlarını da kabaca şöyle somutlaştırabiliriz;

İç cephede siyasal alanda AKP'nin başlıca stratejik hedefi, yeni kurucu Parti-Devlet olmaktı. 1923'den sonra CHP'nin yaptığını bu kez AKP yapmak istiyordu. Bu noktada en temel adım devletin yeniden dizaynı/kuruluşu bağlamında temel bir role sahip olan yeni bir anayasının yapılması ve buna bağlı olarak muhalefete, iktidar ve iktidar ortağı olma yolunu tümden tıkayacak başkanlık sisteminin getirilmesiydi. Birbiriyle bağlantılı olan bu iki hedef AKP'nin tek adam/tek parti sistemi temelinde tüm devleti yukarıdan aşağıya yeniden kurmasını sağlayacaktı.

Bu hedefle bağlantılı olarak oligarşinin geleneksel kanatlarının devlet (ordu ve bürokrasi) içindeki gücünün Ergenakon ve Balyoz operasyonlarıyla başlamış olan tasfiyesinin olanca hızıyla devam ettirilmesi bir diğer temel hedefi oluşturmaktaydı. Temizlik bu kesimlerin iradesi tümüyle kırılıp biat ettirilinceye değin devam ettirilmeliydi. Bu bağlamda CHP ve MHP'de operasyonların ucunda durmaktaydı.

Oligarşinin TÜSİAD'da somutlaşan geleneksel kanadına dönük baskının devam ettirilmesi ve muhalefet etme imkanlarının kırılması bir diğer temel hedef durumundaydı. Bu noktada, ağırlıklı olarak oligarşinin geleneksel kanatlarının elinde olan medya alanının baskı altına alınması başlangıç noktasını oluşturmaktaydı. Dahası bununlada yetinmeyerek, oldukça önemli bir ideolojik mücadele aygıtı olan medya alanında tümden kendine bağlı yeni bir alternatif medya alanının oluşturulmasıda paralel bir hedefi oluşturmaktaydı.

Diğer yandan oligarşinin geleneksel kanadının devletin ekonomik olanakları ve yasal zorlamalar yoluyla içten parçalanması ve bir bölümünün kendi yanına çekilmesi, bu yoldan oligarşi içi dengelerin yeniden kurulması bir başka temel hedefi oluşturmaktaydı. Ve daha da önemlisi büyük ihale yağmaları ve yolsuzluklar yoluyla AKP'nin arkasına sıralanmış daha küçük tekellerin büyütülmesi ve orta/uzun vadede oligarşi içinde belirleyici pozisyona gelmelerinin sağlanması hedeflenmekteydi.

Böylece ekonomi alanında yeni bir güç dengesi kurulması hedefleniyordu.

Tüm ideolojik, toplumsal-kültürel hayatın adım adım dinselleştirilmesi, ailenin ve kadının baskı altına alınması temelinde yeni bir insan ilişkileri zemininin kurulması AKP'nin bir diğer stratejik hedefini oluşturuyor. Diğer tüm yaşam biçimlerinin tasfiyesi, bu yoldan Alevi, Kürt ve diğer kesimlerin günlük yaşamlarının ağır baskı altına alınması ve toplumsal hayat içindeki görünürlük ve etkilerinin minimuma indirilmesi ve bu zemin üzerinden dinci faşist yekpare bir toplumsal kültürün geliştirilmesi bu hedefin diğer beklenen/istenen sonuçlarıydı. Bu, aynı zamanda kemik bir geniş kitle tabanının yaratılması için de gerekli kutuplaşmayı ve ideolojik ve sosyo-psikolojik zemini de hazırlayacaktı.

Bu atmosfer içinde, AKP'nin kitle zemini içinden devşirilecek yeni paramiliter faşist saldırı örgütlenmelerinin kurulması, kontrgerilla ağının bu temelde yenilenmesi de doğal olarak başlıca hedeflerden birini oluşturmaktaydı. Ve tabii ki, bu ağın bir parçası olarak mafya çetelerinin de yeniden dizaynı kaçınılmazdı.

AKP, devlet kadroları, ekonomi, siyaset vd. tüm alanlarda bu süreç içinde ele geçireceği imkanları yeniden dağıtarak kendi iç çelişkilerini/çatışma zeminlerini de yumşatmayı hedeflemekteydi. İç çatışmaların ilacı siyasi ve ekonomik yağmanın yeniden dağıtılması olarak görülmekteydi.

Dış politikanın ana yörüngesi doğal olarak ne geride kalmış 1990 öncesi çok aktif olmayan NATO bekçiliği olabilirdi, ki BOP ve Ilımlı İslam politikası artık bu "pasif" politikların tümüyle terk edilmesini öngörüyordu, ne de AB'ye katılıma dönük burjuva demokratik söylemleri öne çıkaran yaklaşımlar. BOP, AKP ve Türkiye'ye model ülke ve parti elbisesi biçmişti. Tüm Ortadoğu'da BOP temelinde aktif ve saldırgan bir politika yolu çizilmişti ve Arap Baharı süreciyle birlikte bunun saati hızla öne çekilmişti. Ortadoğu'da özellikle Suriye'deki gelişmelerde oynanacak kritik rollerle öncü ülke, öncü parti, öncü lider rolü güçlü biçimde ortaya konulabilir ve yeni bir Atatürk, hatta yeni bir Fatih Sultan Mehmet olarak tartışmasız bir liderlik düzeyi yakalanabilirdi.

AKP ve Tayyip'in Parti-Devlet olma temelinde devleti yeniden dizayn etme planlamasında Kürt sorunu en kritik başlığı oluşturmaktaydı. Devletin yeniden dizyanı ve Parti-Devletin inşasının önündeki en önemli engel Kürt özgürlük hareketinin silahlı-silahsız direnişiydi. Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi bu sürecin temel bir hedefidir. Tasfiye tümden yok etme değil, ki bunun mümkün olmadığı uzun süredir biliniyor, esas olarak silahlı yıkım yoluyla, yanı sıra "barış süreci", Barzani güçleriyle işbirliği, vb. yıpratma süreçleriyle Kürt özgürlük hareketinin Kürdistan'da belirleyici bir aktör olmaktan çıkarılması anlamını taşıyordu.

AKP'nin atmak istediği en önemli diğer adımlardan biri toplumsal muhalefetin başta Aleviler, laikler, sol ve devrimci hareket olmak üzere tüm unsurlarının yeni devlet dizaynına uyum sağlamış, onu belirlediği çerçeve içinde hareket eder konuma çekmekti. Bu noktada, toplumsal muhalefetin zayıflığı, örgütsüzlüğü, düzen içileşme eğilimi başlıca avantajını oluşturmaktaydı. Faşist baskı ve terörün siyasal alandan günlük yaşama değin her alanda yoğunlaştırılması yoluyla toplumsal hareketin kısa sürede istenen kıvama getirilebileceği kanaati AKP'deki genel yaklaşımı oluşturmaktaydı.

- Alt Proje AKP'nin Çakılması: Fırsatlar/Planlar Kabusa Dönüyor

2010'da başlayan ve Arap Baharı olarak kodlanan halk ayaklanmaları, BOP ve Ilımlı İslam söylemi için ucu açık yeni bir durum yarattı. Planda bu halk ayaklanmaları yoktu, en azından böyle spontan biçimiyle yoktu. (Doğu Avrupa'nın "renkli devrimler"i gibi, kitlesel eylem hazırlıkları olduğu daha sonra ortaya çıktı, ama hesapta halkın kendi iradesiyle ve demokratik talepleriyle ortaya çıktığı, "kontrolsüz" halk ayaklanmaları olmadığı açıktı.) Ve bilek güreşi başladı. Bir tarafta bilek güreşi yaptığının bile çok farkında olmayan demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle ayaklanan halk kitleleri ve onların çok zayıf demokratik öncüleri vardı. Diğer tarafta ise devasa yönetme ve kontrol aygıtlarının yardımıyla kısa sürede halk ayaklanmalarının yıkıcı gücünü kavrayarak, ayaklanmaları Ilımlı İslam projesine dayanak yapmak isteyen emperyalistler ve bölge gericiliği vardı. Bu eşitsiz koşullarda sonuç belliydi. Emperyalistler, Ilımlı İslama dayanak olacak gerici partiler yoluyla başta Mısır ve Tunus olmak üzere duruma hakim olmaya başladılar. Libya'da iş silahlı çatışmaya dönüşmüş ve hızlı bir işgal hareketi ve çeteler yardımıyla Kadafi rejimi yıkılmıştı. Yemen daha karışıktı, ama durum bir süre sonra kabul edilebilir sınırlara çekilmişti. Ve bütün bu alanlarda Ilımlı İslamın çoban profiline uygun liderler ve örgütler yaratma olasılığı bulunuyordu. Suriye ise asıl büyük balıktı. Giderek güçlenen Rus emperyalizminin bölgedeki baş destekçisi, on yıllardır batılı emperyalistler için bir tür çıban başı olan Suriye'deki Esad'ın Baas'çı rejimi de "düştü düşecek" durumdaydı. Ve baş rolü yine Müslüman Kardeşler ele geçirecek görünüyordu.

Bu durum, AKP için de büyük fırsat anlamına geliyordu. AKP'nin ideolojik akrabaları Müslüman Kardeşler büyüyordu. Onlara abilik yapmakla işe başlandı. Ardından yelkenler şişirildi, hedefler büyütüldü. Fırsat bu fırsattı, artık model ülke değil, yeni Osmanlı'yı kurma, imparatorluk ülkesi olma fırsatı (!) doğmuştu. Daha doğrusu hayali kurulmaya başlanmıştı. Evet, sunni İslamın hamisi, önderi Tayyip, ülkesi de Yeni Türkiye, yani yeni Osmanlı olacaktı. Artık BOP'un model ülkesi değil, Ortadoğu'nun büyük abisi olma politikası işleyecekti. Bu politika dinsel/mezhepsel olarak Ortadoğu'nun ezici çoğunluğunu oluşturan sünni Müslümanların hamiliği üzerinden Ortadoğu'nun geniş bir alanında TC'nin hakimiyetini Yeni Osmanlı imparatorluğu söylemi üzerinden kurmayı hedeflemekteydi. Elbette bu tehlikeli ve büyük bir oyundu. Herşeyden önce, Ortadoğu'nun karmaşık dinsel, mezhepsel, etnik ve siyasal yapısı üzerinde, bu basit hesap ve planlarla hakimiyet kurmaya çalışmak son yüzyılda kimsenin başaramadığı bir işdi. Bu tür hesaplar bırakalım ülkeleri, çeşitli örgütlerin saldırılarıyla bile kısa sürede havaya uçabiliyordu. İkincisi, böylesi bir hesap büyük bir ekonomik, diplomatik, siyasal ve askeri gücü ve beceriyi gerektiren bir hesaptı. Ki çok daha güçlü ülkeler, ABD, Rusya vb. bile bunu başarabilmekten oldukça uzaktı. Üçüncüsü, bu hesaplar esas olarak başta ABD emperyalizmi olmak üzere, bölgeye ilişkin hesapları olan tüm emperyal ve yerel ülkelerden rol çalmak yani paylaşım hesaplarını tümden hiçe saymak demekti. "Yeni Osmanlı" TC'nin tüm gerici-faşist güçleri için güzel hayaldi!.. Fakat bekledikleri gibi herşey yolunda gitse bile, AKP'nin kendisini yaratan ve bir parçası olduğu BOP'un sınırlarını aşması, kendisine biçilen rolden fazlasına talip olması, emperyalistlerden rol çalmaya çalışması hayalinin çarpacağı duvarlardan biri daha baştan önünde örülüydü; BOP'un asıl sahibi ABD ve arkasındaki batılı emperyalistler. Tayyip, onun başdanışmanı, dışişleri bakanı, sonra başbakanı "derin" stratejist Davutoğlu ve cümle AKP, Ortadoğu'da yaşanan "kargaşa" ortamında bu "sınırları aşma" durumunu idare edebilecek güce sahip oldukları kuruntusuna çoktan kendilerini kaptırmışlardı. Burada da, hayaller yeni-Osmanlı imparatorluğu, gerçekler ise emperyalizme her yanından bağımlı çarpık Türkiye kapitalizmi ve devletiydi. Bu durumda da, Tayyip'in hayallerine denk düşen tanımlama kifayetsiz muhterislik oluyordu.

Fakat AKP'nin o dönem açısından belki de daha önemli sayılabilecek başka sorunları vardı. Bırakalım Yeni Osmanlı'yı kurmayı, daha TC devleti fethedilememişti. Ama bunun yolu düzlenmişti. 2002'den 2011'e devleti fethetmek ve yeniden dizaynın yolunu açmak için büyük mesafeler alınmıştı emperyalist efendilerin desteğiyle. Ve 2011'deki seçimlerde alınan yüzde 50 oyla hem kitle desteğinin sınırına varılmıştı, hemde mevcut devlet yapılanması içinde yapılabileceklerin sınırına... Artık hükümet olmak sınırlarında kalamazdı. Devlet olmak aşamasına geçmek zorundaydı. Bu noktada, Ortadoğu'da kazanılacak zaferler, hele ki, komşu Suriye'de kazanılacak zaferler devlet olmada en büyük ideolojik ve politik motivasyon ve gücü/fırsatı verebilirdi.

Ortadoğu'da emperyalist hegamonyayı yeniden kurma projesinin başlıca taşeronlarından biri olan AKP ve Tayyip devlet olma hamlesine bu Ortadoğu manzarası içinde başlıyordu.

Tayyip'in elinde, birincisi, batılı emperyalistlerin desteği, ikincisi, yüzde 50 gibi sınırda bir toplumsal destek ve henüz çatlak belirtisi göstermeyen AKP aygıtı, üçüncü olarak yine bu desteğin uzantısı olarak her an çatırdayabilecek borçla yaratılan yalandan bir zenginleşme ve istikrar söylemi ve pratiği, dördüncü olarak, şimdilik fazlaca sorun çıkmadan kullanabildiği başta baskı aygıtları olmak üzere devlet olanakları ve beşinci olarak da, ona doping yaptırma ihtimali yüksek olan bir yeni-Osmanlı hayali ve buna uygun aşırı saldırgan Ortadoğu politikası vardı.

2011 başlarından 2017'ye geldiğimizde, Tayyip'in elindeki bu imkanların çoğunun önemli ölçüde tuzla buz olduğu görüyoruz.

İlk elde, batılı emperyalistlerin özellikle Tayyip'in Ortadoğu'da kendilerinden rol çalma, kendisine biçilen rolü aşarak, yeni-Osmanlı söylemleriyle bölgesel bir hegamonya geliştirme macerasını şiddetle cezalandırdıklarını görüyoruz. Tayyip, batılı emperyalistler için bu ve daha pek çok nedenden ötürü artık kurtulunması gereken bir yük haline gelmiştir. İkincisi, din tüccarı cemaat ve başkaca kesimlerin, Milli Görüşten gelenler etrafında kaolisyonu olan AKP, kaolisyonunun Milli Görüşçülerden sonra en büyük ortağı olan Fetullahçıların devlete egemen olmak için isyanından sonra büyük bir yarılma yaşamıştır. Bu çatışma MİT başkanını tutuklama hamlesi, ardından 17-24 aralık operasyonu gibi birkaç ön çarpışmanın ardından, 15 Temmuz darbe girişimiyle tam bir savaşa dönüşmüştür. AKP örgütü tüm güç gösterilerine rağmen artık yekpare ve kendine güvenen halinden oldukça uzaktır. Yüzde 50'lik toplumsal desteğin kırılganlığı ise 7 Haziran seçimlerinde apaçık görülmüştür. Ve bir türlü yüzde 50 civarının üstüne çıkamamaktadır. Hatta her toplumsal kırılmada bu oy oranının düşme olaslığı güçlenmektedir. Gezi isyanı, 6-8 Ekim serhildanı muhalif halk kitleleri üzerindeki baskıya rağmen, Türkiye ve Kuzey Kürdistanın nasıl devasa bir halk isyanı dinamiğine sahip olduğunu ve Tayyip'in bu dinamiği kolayca kıramayacağını da gösterdi. Üçüncüsü, ekonomide artık apaçık ortaya çıkmış olan kriz zenginleşme ve istikrar yalanını adım adım etkisiz hale getirmektedir. AKP'ye bu ve benzeri yalanlardan hareketle oy veren yaklaşık yüzde 25-30'luk kitlede çözülme süreci başlamıştır. Dördüncüsü, baskı aygıtları olan Polis, Ordu ve MİT özellikle Fetullah darbesiyle birlikte adeta vurgun yemiş, güçten düşmüştür. Polis dışında tüm devlet aygıtı Tayyip ve AKP için artık güvenlir olmaktan çıkmıştır. Doping yapacağı düşünülen Yeni-Osmanlı hayali ise Ortadoğu'daki büyük mücadele arenasının çöplüğüne gömülmüştür. Geriye, çatıştığı Suriye, Rusya, İran karşısında nedamet getiren, kendi sınırlarını ve varlığını ("beka"sını) koruma derdine düşmüş bir TC ve Tayyip kalmıştır. Bu noktada en büyük tehlike olarak gördükleri Kürt ulusal özgürlük hareketini engellemek için bölgede elinde tuttuğu bütün imkanları vermeye hazır kepaze bir konuma düşmüşlerdir.

-Sadece AKP değil, BOP'da Çakılmıştır; Halkların Direnişi Oyunu Bozmuştur

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin her olası duruma ilişkin projelerinin, planlarının olduğu, A planı, olmadı B planı, dahası alfabenin bütün harflerini de aşan çoklu planlara sahip oldukları çok ifade edilen bir söylemdir. Böylece emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin çok akıllı-fikirli ve uzak görüşlü oldukları da iddia edilmiş olur. Bu iddialar yoluyla bir yandan da emperyalistlerin yenilmez oldukları saçmalığını da gizil olarak arka planda beynimize işlemeye çalışırlar. Emperyalistlerin plan/projelerinin hiç de kusursuz olmadığı, sık sık hayatın ve sınıflar mücadelesinin duvarına çarparak çakıldığının tipik bir örneği, özellikle son 6 yılda yaşananlar bağlamında BOP, AKP ve Tayyip projesidir.

2002'den 2011 başlarına kadar emperyalistler ve AKP tarafından nispeten sorunsuz olarak ilerletilen proje yoluyla, devlet içindeki ve toplumsal mücadele alanındaki pek çok engel görece kolay biçimde bertaraf edilebilmişti. 2011 seçimlerinden sonra sıra devletin yeniden yapılandırılmasında asıl hamlelerin atılacağı aşamaya gelmişti. İşte tamda bu noktada, emperyalistlerin ve AKP'nin "kusursuz" projesi tel tel dökülmeye, giderek hesapta olmayan tarzda başkalaşmaya, herkesin herkesle çatıştığı ve proje namına birşeyin kalmadığı, herkesin kendi hesabına yeni projeler ürettiği tam bir enkaza dönüştü. Tatlı rüya kabusa dönüştü. Hayaller, Ortadoğu'da emperyalist efendiler ve kendilerini çoban sanan uşaklarının "sürü"lerini otlatıkları ılımlı islam adacıklarıydı, gerçekler diktatör Tayyip, diktatör Mursi, IŞİD ve kaos yönetimine geçiş oldu.

2017'ye gelindiğinde BOP'dan, Ilımlı İslamdan geriye zerre toz dahi kalmadı. Herkesin herkesle çatıştığı, savaşla yada iç savaşlarla iştigal etmeyen tek bir ülkenin kalmadığı, devrim ve karşı-devrimin güçlerinin çatışmasının dünyadaki en büyük arenası haline geldi Ortadoğu.

Oyunu (yani projeyi) asıl ve ilk bozan ise hiç hesaba katılmayan, "sürü" rolü biçilen Ortadoğu halkları ve onların 2010 sonlarından itibaren demokratik hakları için ayağa kalkışıydı. Özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam talepleriyle başlamış olan bu isyanlar devrimci bir önderliğin yokluğu koşullarında yozlaşarak ılımlı islamcı ya da diğer gerici güçlerin denetimi altına girmiş olsa da, esas olarak bölgede büyük bir demokratik mücadele ve devrim dinamiğinin varolduğunu, ılımlı islam söyleminin bölge dinamikleriyle çok da örtüşmediğini de göstermiştir. Büyük isyan dalgasının yarattığı büyük kaos ortamı, Ilımlı İslam söylemiyle önleri açılan güçlerin kısa sürede emperyalistlerin çizdiği sınırların dışına çıkarak merkezkaç kuvvetler haline gelmelerine imkan sağladı. Bu güçler bu kaos zemininde hızla kendi gündemlerini yaratarak emperyalistlerden rol çalmaya, kendilerine alan açmaya yöneldiler. Tam da bu nedenle, Arap dünyasında Ilımlı İslam için en uygun ve önemli ülkeler olan Mısır ve Tunus'daki denemeler tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı ve bunlar tasfiye edildi. BOP'un ilk proje partisi olan AKP, Türkiye'de kazandığı iktidar zeminlerini, bölgedeki popülaritesini, ABD emperyalizminden rol ve alan çalmak için, "Yeni Osmanlı" hayalleri için, imparatorluk düşleri için kullanmaya kalktı. Böylece, BOP'un nafile bir çaba olduğu da apaçık ortaya çıktı. BOP iflas etti, tarihin çöplüğüne atıldı.

ABD emperyalizminin savaş ve işgal gerekçesi olarak kullandığı El Kaide vb. radikal islamcı örgütler bu isyan süreçlerinin yozlaşmasına paralel olarak Libya ve Suriye gibi ülkelerde bir anda en önemli müttefikler haline geldi. Bölgedeki emperyalist ve yerel gerici savaş ve saldırganlığın aktörleri, aktörlerin rolleri ve faaliyet alanları bir anda olağanüstü ölçülerde değişti. Böylece BOP'un savaş ve işgal konsepti de işlevsizleşti ve süreç yeniden biçimlenmeye başladı.

Bütün bu gelişmelerden hareketle diyebiliriz ki; BOP'a son noktayı koyan halk ayaklanmaları olmadı. Fakat film orada koptu, oyun orada bozuldu ve ondan sonra da bir türlü toparlayamadılar. Ve herkes kendi senaryosunu yazmaya başladı. Tabii, herkes kendi senaryosuna dönünce yıkıcı kavgalarda başladı.

- Ortadoğu'da ABD Emperyalizminin Yeni Stratejisi: Kaos ve Yıkım Planı ve IŞİD

Bugün emperyalistler açısından devrede olan tek seçenek savaş ve yıkım yoluyla bölgede hegemonya inşasıdır.

2010-11 Arap halk ayaklanmaları sonrası bölgede ortaya çıkan yeni durum; ABD emperyalizmi ve onun arkasında dizilen diğer batılı emperyalistlerin bölgemizde on yıllara yayılan bir savaş sürecini kaçınılmaz gördüklerini, hatta bunu özel olarak hazırladıklarını, bölgedeki tüm güçlerin birbirleriyle çatıştırılarak güçden düşürülmesinin temel bir plana dönüştüğünü gösteriyor. (IŞİD'e ve benzeri yapılara karşı savaşın 10-15 yıl süreceğini ifade etmeleri bunun açık ilanı olmuştur.) Buna emperyalist kaos ve yıkım planı da diyebiliriz. Bu bölgedeki tüm taşların bir anda yıkılması demek değil. Esasen on yıllar sürecek savaş yada savaşlar dizisi içinde bölgedeki tüm dinamiklerin çatıştırılarak zayıf düşürülmesi, zayıf düşen güçlerin bir bölümünün elimine edilmesi, merkez kaç devlet ve örgütlerin sıkı biçimde yıkıma uğratılması ve sonuç olarak oldukça parçalı, her açıdan yıkıma uğramış bir Ortadoğu panaroması çıkarılmak isteniyor. Kısacası, kısa ve orta vade açısından bölgeyi belli bir plan temelinde şu veya biçimde dizayn etme değil, deyim yerindeyse kontrolü fazlaca elden kaçırmadan, tüm güçleri yıkıma uğratıp, buradan parça parça kendi çıkarlarına uygun bir Ortadoğu tablosu çıkarma yaklaşımı var. Bu noktada belirleyici emperyalist güç ABD emperyalizmidir. Bunun yanı sıra, Suriye savaşı yoluyla Rusya'da bölgeye önemli bir emperyalist aktör olarak yerleşmiştir. Bu bağlamda, ABD emperyalizminin Kaos ve Yıkım Planının ne ölçüde işleyeceğini tam olarak kestirmek mümkün olmasada, kısa ve orta vadede bunu olanca gücüyle dayatacağı kesindir.

ABD emperyalizmi bu süreç içinde IŞİD gibi, belki de tarihin en büyük komplosunu da örgütlemiştir. Hemen belirtelim; IŞİD'in yoktan var edilmiş, hiçbir nesnel zemini olmamasına rağmen, çeşitli ayak oyunlarıyla geliştirilmiş basit bir komplo ürünü olduğunu söylemiyoruz elbette. El Kaide, IŞİD ve diğer bütün din tüccarı faşist örgütlenmeler esas olarak Ortadoğu ve çevresindeki müslüman olan ülkelere dayatılan ağır sömürgeleştirme/yeni-sömürgeleştirme sürecinin nesnel zemininde boy vermişlerdir. Onları besleyen ve büyüten, savaşlar-işgaller, dip bir yoksulluk, ulusal, dinsel, mezhepsel, kültürel aşağılanmalar, her türlü yiyicilik, rüşvet ve korkunç bir zulümle toplumsal dinamikleri ağır bir biçimde ezen faşist diktatörlükler, devrimci, demokratik toplumsal muhalefet zeminlerinin ezilmesi, vb. gibi muazzam yıkım süreçleridir. Ve Ortadoğu bütün bu özellikleriyle her türlü radikal ya da radikal görünümlü örgütlenmenin hızla büyüyebileceği nesnel zeminlere sahiptir. ABD emperyalizmi bu zeminde, özellikle Afganistanda halkçı iktidara ve SSCB'ye karşı yürütülen savaş sırasında ortaya çıkan oldukça gerici-faşist karakterde çok sayıda örgütü desteklemiş ve yaratmıştır. Bu anlamda zemini oldukça iyi tanımakta, devrimci demokratik neredeyse hiç bir gücün bulunmadığı yada sert biçimde ezildiği bu zemindeki her türlü gerici-faşist dinamikle ilişkileri bulunmaktadır. El Kaide'nin ABD emperyalizminin denetimi altında çalışan bu tür güçler tarafından örgütlendiği ve daha sonra denetimden çıktığı biliniyor. 1990'ların sonunda ABD emperyalizmi BOP'un temellerini atarken, Ortadoğu'daki bu zeminde büyüyen, radikalleşen ve ağırlıklı olarak El Kaide vb. kontrol dışı örgütlere akan ezilenlerin büyük gücünün farkındaydı. Irak savaşıyla birlikte bu dinamiklerle/örgütlerle bir yandan savaşırken, bir yandan da kontrol altına almanın da yolunu aradı. IŞİD, bu dinamikleri kontrol altına alma, dahası BOP'un büyük oyununun bir parçası haline getirme planının bir bileşenidir. ABD emperyalizmi, IŞİD eliyle, birincisi, bütün gerici-faşist islamcı örgütleri, kesimleri, bireyleri önemli ölçüde toplayarak denetim altına almıştır. Böylece sistem içi olan ancak merkezkaç özellikler taşıyan El Kaide vb. tüm "radikal islamcı" örgütlerin gücü zayıflatılmıştır. İkinci olarak sadece bu örgütler değil; bölgemizdeki ve dahası tüm müslüman ülkelerdeki ezilmişlik, dışlanmışlık duyguları/bilinci, bunun batı emperyalizminden kaynaklandığına dair ilksel fikirler ve radikal arayışlar muazzam ölçülerdeki profesyonel propaganda aygıtları yoluyla IŞİD'e yönlendirilmektedir. Bu yoldan, büyük toplumsal mücadele dinamiklerinin de çarpıtılması, yozlaştırılması, emperyalist politikaların sopası haline dönüştürülmesi sağlanmaktadır. Ezici bir çoğunluğu Ortadoğunun ezilen halk kesimlerinden toplanan insanlarla, muazzam büyüklükte bir vahşet örgütlenmesi yaratılmıştır. ABD emperyalizmi Üçüncü olarak, İŞİD eliyle bölgede tüm rejimlere yönelik büyük hamleler yapma, onları istikrarsızlaştırma, yok etme vb. türden saldırılar geliştirme, giderek onları istediği gibi yönlendirme imkanına kavuşmuştur. Dördüncü olarak, başta devrimci, demokratik güçler olmak üzere tüm muhalif güçlere yönelik ezme ve sindirme saldırıları geliştirmek için dehşet verici bir araca sahip olmuştur. Beşinci ve çok önemli bir nokta, IŞİD eliyle dünya çapında yapılan saldırılarla medeniyetler çatışması teorisinin adeta pratikleştirilmesidir. "Vahşi, barbar İslam ve müslüman medeniyeti" söylencesi adeta pratik karşılığına IŞİD ile kavuşmuştur. ABD emperyalizmi IŞİD'e karşı savaşın yegane gücünün kendisi olduğu iddiasıyla sahneye çıkarak tüm batılı emperyalist güçleri arkasında saflaştırmaya çalışmaktadır. Ve bu yolda epeyce mesafe almıştır. IŞİD eliyle başta ABD ile arası her zaman biraz limoni olan Fransa olmak üzere batı Avrupa emperyalistlerinin başkentlerine değin uzanan büyük katliamların gerçekleştirilmesinin ardından, ABD, IŞİD'e saldırılar yönelterek büyük koruyucu olarak sahneye çıkmaktadır. Bütün anket ve araştırmalar gösteriyor ki, batı Avrupa halkları IŞİD'e karşı koruyucu kalkan olarak ABD'yi görmekte ve desteklemektedir. AB emperyalistleri isteselerde istemeselerde çaresizce ABD emperyalizminin arkasına dizilmekte ve saf tutmaktalar. IŞİD, bütün bu özellikleriyle ABD emperyalizminin yarattığı ve tarihin belki de en büyük komplo örgütüdür diyebiliriz. Hemen belirtelim, IŞİD şu anda bu süreçde önemli bir rol oynamasına karşın, belli bir süre sonra tasfiye edilebilir. Fakat, farklı biçim ve hareket tarzları temelinde IŞİD'in yerini alacak vahşet örgütlerinin kuluçkada beklediğine, bunun için muazzam bir zeminin olduğuna, sırası geldiğinde bunların devreye gireceğine kesinlikle emin olmalıyız. Sadece barbar çete örgütleri yoluyla değil, ülkelere yönelik saldırılar yoluyla da emperyalist savaş ve yıkımın bölgemizde daha bir süre (devrimci alternatiflerin ortaya çıkışına değin) hükmünü yürüteceğini belirtmek gerekiyor.

Böylece 1990'ların sonunda, ABD emperyalizminin Ortadoğu'ya dönük en son saldırı macerasının ismi olan BOP, bugün 2017 başı itibariyle neredeyse tüm emperyalist devletlerin şu veya bu düzeyde dahil olduğu, bölgesel devletlerin tümünün katıldığı, gerici iç savaşların ve boğazlaşmaların neredeyse tüm ülkelere yayıldığı, IŞİD eliyle bu savaşın küresel boyutlar kazandığı, medeniyetler çatışması tuzağının ideolojik ve pratik olarak somut bir olguya dönüştüğü, bir kaos ve yıkım projesine (KYP) dönüşmüştür. Bölgede tüm sınırlar artık yapaylaşmış erimektedir. Devletler ve savaşan örgütler, hatta halklar açısından kaos ve vahşette sınır tanımayan bir yaşam tarzı, olağan yaşam biçimine dönüşmeye başlamıştır. On milyonlarca insan ya ülke içi, yada sınır aşan mülteci konumundadır. İddialı ve büyük güçler oluşturan tüm örgütlenmeler artık iki yada daha fazla devletde örgütlü ve bölgesel çapta faaliyet/savaş yürüten örgütlere dönüşmüş durumda. Tüm devletler şu veya bu ölçüde sınır aşan savaşlar yürütmekte, iç savaşlarla boğuşmakta veya bunun eşiğindedirler. Bölgemiz Ortadoğu'nun yakın geleceği bu zemin üzerinden biçimlenecektir.

- AKP: Durursan Düşersin! Zayıfsan Güçlenmek İçin Hamle Yap!

Peki bu noktaya değin gerilemiş, kuruluşuna temel oluşturan Ilımlı İslam planlarının üstü çizilmiş, elinde 15 temmuz darbesi sonrası yarattığı şişirilmiş bir darbe edebiyatı ve OHAL'le yarattığı dehşet bir faşist terör kalan Tayyip ve AKP'nin, bu koşullar altında yaptığı referandum hamlesinin anlamı/hedefi nedir? AKP'nin başkanlık hedefi daha 2010'ların başında çok açık biçimde belli olmasına rağmen, daha avantajlı olduğu geçmiş yıllarda referandum neden yapılmadı? Neden şimdi?

Neden daha önce yapılmadığı sorusunun yanıtı aslında yukarıda ortaya konulan tabloda bulunuyor. AKP 2011 başlarında önüne koyduğu bir dizi hedefe ulaşarak, bütün toplumsal direnç noktalarını kırıp, başta Yeni-Osmlanlı hayali olmak üzere bir dizi büyük başarı öyküsü üzerinden büyük bir halk desteğini arkasına alıp, başkanlık rejimini tartışmasız bir üstünlükle kurmayı hedefliyordu.

Başkanlık hedefini aslında daha 2007'de, Cumhurbaşkanının seçim yoluyla iş başına gelmesi için yapılan anayasa değişikliği refarandumuyla usulca yokladı. Durum tespiti yapmaya çalıştı. Daha cumhurbaşkanının halk oylamasıyla seçilmesi uygulaması dahi başlamadan bir de başkanlığın gündeme getirilmesi çok makul olmayabilirdi. Cumhurbaşkanı seçilerek ilk adımın atılması gerekiyordu. Fakat 2014'deki ilk cumhurbaşkanlığı seçimini, ancak yüzde 51.7 gibi kritik bir oyla kazanabildi. Demek ki, daha çok çalışması gerekiyordu. Başkanlık için yukarıda sıraladığımız hedeflere, en azından bir kısmına ulaşarak garanti bir referandum yapılmasını sağlamalıydı. Ancak atılan her adımda hayaller ve başarı öyküleri bir bir fiyaskoya dönüşmeye başladı. Fetullahla çatışması büyüdü, partiyi ve devleti çatlatı, Gezi ve 6-8 Ekim isyanları toplumsal direnç noktalarının kırılamadığını, tersine büyüme eğilimi içinde olduğunu, büyük ve militan bir halk hareketi yarattığını gösterdi. Ortadoğu'da ağbilik yapmaya soyunduğu Tunus ve Mısır düştü, "düştü düşecek" dediği Kobane/Rojava ve Suriye rejimleri ise ayağa kalktı. "Barış süreci" piyesi yarıda kalıp, iflas etti. Ardarda gelen bu ve benzeri kırılmalar, AKP ve Tayyip'in başkanlık ve diğer devletleşme çabalarını her seferinde ertelemesine/akamete uğramasına neden oldu.

Tayyip ve AKP'nin bu çöküş sürecine verdiği ilk kritik önemdeki yanıt, 2014 Ekiminde TC kontrgerillasının milliyetçi kanadıyla ittifaka girmesi ve başta Kürt ulusal özgürlük hareketi olmak üzere tüm muhalif güçlere karşı kapsamlı bir savaş hazırlığına girişmesiydi. Belki de tek ortak noktaları buydu. Daha önce, Tayyip'i devirmek için birkaç darbe planı yapmış olan ve hepsi Amerikanın kırmızı kartıyla akamete uğramış olan (ABD emperyalizmi 2008'lere kadar kontrgerillanın yaptığı darbe planlarını Ilımlı İslam planı çerçevesinde Tayyip'e verdiği destek nedeniyle sürekli biçimde ret etti. Ardından da Balyoz ve Ergenekon operasyonlarıyla kontrgerillanın bu kesimine ağır darbeler vurulmasını sağladı) kontrgerillanın milliyetçi faşist takımı bu ittifak yoluyla Ergenekon ve Balyozcuları kurtardığı gibi, kontrgerilla içindeki gücünü de önemli ölçüde büyütme fırsatı yakalamış oldu. Tayyip'de iktidarını sürdürmek için güçlü bir ittifak yaratmış oluyordu. Bu ittifakın düşmanlar ittifakı olduğu açıktır. Yine de Tayyip kontrgerillanın milliyetçi kanadıyla yaptığı ittifak sayesinde iç cepheyi kısmen de olsa sağlamlaştırabildi. 7 Haziran'da seçim sandığını tekmeleyebilmesini ve ardından Kürdistan'da savaşı başlatabilmesini mümkün kılan bu ittifaktı.

15 Temmuz darbe girişimi, AKP ve Tayyip için artık bir dönemin sonu anlamına geliyordu. Darbeyi savuşturabilmesi esas olarak TC kontrgerillasının milliyetçi kanadıyla yaptığı ittifak sayesinde mümkün olmuştu. Fakat artık oyunu 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi oynaması mümkün değildi. Ortaya çıkan manzara, Yenikapı tiyatrosundan, OHAL'le girişilen savaşa kadar hiçbir biçimde Tayyip ve AKP'yi kısa ve orta vadede kurtarmaya yetemezdi. AKP ve Tayyip, devleti bütünen ele geçirmeye ve bu temelde yeniden inşa etmeye girişen her güç gibi, durursa, hele hele geri adım atarsa düşeceğini biliyordu. Yani duramaz, geri adım atamaz...

Ve yine tüm mücadelelerin gösterdiği bir gerçeği de biliyordu; zayıf düşen bir güç, büyük hedefleri için büyük bir çıkış/hamle yapmadan ayağa kalkamaz.

AKP ve Tayyip, OHAL yönetimiyle yakaladığı tüm muhalif güçleri ezme ve ülkeyi dilediği gibi yönetme imkanını ve bunun yarattığı toplumsal muhalefetteki sinmeyi, başkanlık rejimi için bir sıçrama noktası yapmak istiyor. Kazanması durumunda sağladığı sandık desteğini kapsamlı bir toparlanma çalışmasının dayanağına dönüştürmek istiyor. Tüm iktidar gücünü kendisinde toplayarak ve devleti bu temelde tümüyle kendi eliyle düzenleyerek, BOP'un Ilımlı İslam ayağının kendisine ihale edildiği 2002'den bugüne değin zorunlu olarak sürdürdüğü ittifak ilişkilerinin tehlikelerini bertaraf edeceğini de umuyor. Son 6 yıl içinde sık sık sandığa gidilmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Tayyip, ittifak ilişkilerinin her kırılışında ve toplumsal muhalefetin yükselme eğilimine girişinde, devlet içindeki otoritesini güçlendirme, genel olarak gücünü toparlama ve yeni ittifak ilişkilerini kurma işini birazda sandığa gitme yoluyla sağlıyor. Başkanlık, ona, güç paylaşımına gerekmeyeceği sınırsız olanakların yolu olarak görünüyor. Bu yolla önümüzdeki dönemde yaşanacak tüm kırılmalara karşın, devletleşme yolunda diğer adımları atarak ve yaşadığı badireyi atlatarak "ebedi" hükümranlığını kurmak istiyor. TC devletine hükmeden güçler arasında özellikle son 10 yılda olağanüstü düzeylerde genişlemiş ve derinleşmiş olan hegemonya krizine ve paylaşım mücadelelerine kendi hegemonyasını kesin biçimde kurarak son vermek istiyor. Türkiye kapitalizminin ve siyasal dinamiklerinin sürekli kriz üreten yapısının buna izin vermeyeceği açıktır. Yine de bunun hayali bile Tayyip ve arkasına dizilen güçlere iyi geliyor. Dahası bu hayale mahkumlar. Başka bir çıkış yolu bulamıyorlar.

Var güçleriyle yüklenecekler. Dolayısıyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan tüm toplumsal-siyasal dinamiklerin kaçınılmaz biçimde taraf olacağı kıran kırana sert ve iç savaşa açık bir mücadelenin arenası olacaktır.

- Elde Kalan Son Kartın Oynanması: Kontrgerilla ve MİT'in Uzantısı MHP Devrede

Öte yandan, AKP'nin ciddi kırılmalar yaşayan örgütü ve toplumsal tabanı, referandumu yani başkanlık rejimini kazanmak için yeterli değil. Partinin tabanının yüzde 20'lik kemik kesimi oldukça azgınlaşmış, daha da kemikleşmiş olmasına rağmen, geriye kalan yüzde 25-30 civarındaki destekçi kitle kararsızlaşıyor ve artık eskisi gibi özgüven sahibi ve rahat değil.

İşte bu koşullarda, elde kalan son koz, büyük ve en önemli koz olan MHP devreye sokuldu. Sokuldu diyoruz, çünkü başkanlık rejiminin en ateşli karşıtı MHP ve başkanı Bahçeli'nin bu denli büyük bir U dönüşü yaparak başkanlık rejimine razı olması tam da böyle izah edilebilir. MHP'nin Yenikapı'da "milli birlik"e katılması, "devletin bekası", "PKK ile mücadele", "Feto karşıtlığı" vb. bağlamında anlaşılır birşeydir. Ancak başkanlık rejiminin kabul edilmesi durumunda, başkanlık seçimlerini asla kazanamayacak olan MHP'nin kendisini ebediyete kadar muhalefete muhkum edecek, kaolisyonlarda ortak olma şansını bile ortadan kaldıracak başkanlık önerisiyle ortaya çıkması başka türlü açıklanamaz.

MHP ve Bahçeli, devletin geldiği yarılma noktasında AKP'nin başkanlık konusunda zorlamasıyla/direktifiyle, görde inanma denilebilecek tarzda U dönüşü yapmak zorunda kalmıştır. Memur Bahçeli devreye sokulmuştur. Bu U dönüşü aynı zamanda, MHP'yi önümüzdeki dönemde var oluş, yok oluş ikilemine/yoluna sürükleyecek sefil bir tornistan olmuştur.

Bu durum ve AKP'nin bunu yapabilmesi tümüyle MHP'nin yapısal özellikleriyle ilgilidir. MHP, TC kontrgerillasının ve MİT'in doğrudan uzantısı paramiliter faşist bir partidir. Her dönem esas olarak kontrgerillanın ve özgün bir bileşeni olan MİT'in denetimi ve yönetimi altında olmuştur. MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, 12 Eylül darbesi sonrasında yapılan yargılamasında MİT elemanı olduğunu ve MHP içindeki faaliyetlerinin MİT bağlantılı faaliyetler olduğunu, doğrudan kendisi mahkemeye belgeler sunarak ortaya koymuş bir unsurdur. Yani MHP'nin başında doğrudan bir MİT ajanı bulunmaktadır. Hiç kuşkusuz, MHP içindeki MİT faaliyeti ne sıradan bir ajan faaliyetidir, ne de MİT ajanları Devlet Bahçeli ve bir miktar başka MİT ajanıyla sınırlıdır. MHP bütün yapısıyla MİT ve kontrgerilla uzantısı bir örgütlenmedir. Doğrudan bunlar tarafından örgütlenmiş, desteklenmiştir. MHP'nin sahip olduğu ideolojik çizgi ve siyasal atmosfer nedeniyle MİT ve/veya kontrgerilla elemanı olmak da çok sıkıntılı bir durum değildir. Tersine, çoğu durumda devletle bu tür bağlantılar içinde olmak MHP tabanında bir güç ve itibar göstergesidir. Bu nedenledir ki, Devlet Bahçeli'nin MİT ajanı olduğu, MHP'nin daha önceki kimi kongrelerinde gündeme getirilmişse de, bu durum onun aleyhine olacak bir durum yaratmamıştır. Kısacası, MHP'nin kısmen açık, kısmen örtülü olarak MİT ve kontrgerilla tarafından (ve tabii ki CIA tarafından da) yönlendirilmesi, yönetilmesi bilinen durumdur.

Bu imkanı, AKP ve Tayyip önemli ölçüde kontrol edebildiği MİT yoluyla tepe tepe kullanmaktadır. MİT, MHP'yi başkanlık sistemine "ikna" etmiş, daha da ötesi bu meseleyi doğrudan onun eliyle gündemleştirmiştir.

Öte yandan, MHP sadece MİT'in uzantısı değildir. Aynı zamanda Türkiye oligarşisinin de dahil olduğu ve ordunun en kritik kuvveti Özel Kuvvetlerin askeri çekirdeğini oluşturduğu, hatta MİT'in bir biçimde dahil olduğu çok daha büyük ve yaygın TC kontrgerillasının da uzantısıdır. Ve TC kontrgerillası hala ulusalcı-batıcı faşist karakterdedir. Ergenakon ve Balyoz operasyonlarıyla güç kaybetmesine rağmen, hala devletin en önemli belirleyici unsuru konumundadır. (15 Temmuz darbesi sırasında özel kuvvetlerdeki Fetocu unsurların tasfiyesiyle birlikte milliyetçi ve batıcı güçlerin kontrgerilla içindeki güçleri eskiye nazaran çok daha büyümüştür. Daha doğrusu, deyim yerindeyse kontrgerilla da meydan onlara kalmıştır.) Ve TC kontrgerillası, Fetullahçılarla AKP'nin savaşının kızışmasının, Gezi ve 6-8 Ekim isyanlarının patlamasının ardından, 2014'de AKP'yle, adeta düşman kardeşler olarak yeniden ittifak yapmasına ve 15 Temmuz darbesinde AKP'yi yokoluştan kurtarmasına karşın, AKP'nin devleti tümüyle ele geçirmesine, devletleşmesine karşıdır. En azından ciddi itirazları bulunmaktadır. Kontrgerilla bir yandan, AKP'yle ittifakın devamını isterken, diğer yandan iplerin önemli ölçüde AKP'nin eline geçmesini sağlayacak başkanlık sistemini keskinlikle ret ediyor. TC kontrgerillasının küçük ama etkili uzantısı Aydınlık gazetesinin "Milli Seferberliğe devam, başkanlığa hayır" çağrısı bu tutumun açık ifadesidir.

Ve Devlet Bahçeli faşistinin AKP'nin zorlamasıyla başkanlık meselesini yeniden gündemleştirmesi ve referanduma vardırmasının ardından, MHP'de yaşanan büyük yarılma, MHP milletvekillerinin neredeyse yarısının referandum oylamalarında ya hayır ve çekimser oy vermeleri yada oylamaya katılmamaları, ardından MHP'de yaşanan irili ufaklı istifalar, önemli faşist çete başlarından ard arda gelen "hayır" oyu verilmesi çağrıları, MHP'de kongre isteyen tüm faşist yöneticilerin "hayır"cı olması, tümüyle TC kontrgerillasının karşı müdahalesi olarak okunmalıdır. (2016'nın baharından bu yana Bahçeli'yi devirerek, Meral Akşener veya başka bir muhalifi başkan yapmak için yaşanan kongre savaşları da esas olarak bu çatışmanın geride kalan parçasıdır.)

Tayyip bütün bunları, yani kontrgerillanın bu değerli mücehveri MHP'yi çatlatıp, parçalayacağını bilmesine rağmen Devlet Bahçeli'yi zorlamıştır. Dahası bunu özel olarak istemektedir. Yani Tayyip, yine bir taşla birkaç kuş vurmak istemektedir.

Niyet sadece MHP'nin desteğiyle referandumu kazanmak değildir. Daha da ötesi var. MHP'yi, en azından büyük bir bölümünü AKP içinde eritmek istemektedir. MHP'nin siyasal duruşu ile AKP'nin duruşu arasında en azından mevcut konjonktürde neredeyse hiç bir farkı bulunmamaktadır. "MHP'nin kendisi değilse de, fikri iktidarda" belirlemesi boşuna değildir. Daha da ötesi, MHP'ye yağlı iktidar nimetleri sunulduğu da açıkça dillendirilmektedir. Bakanlıklar, devlet içinde büyük kadro kontejanları sunulduğu artık sır değil. Tabii ki, burjuva siyasetinde adet olduğu üzere, büyük parasal rüşvetlerde muhtemelen buna eşlik etmiştir. Bu noktada, hedef, MHP içindeki AKP ile Kontrgerilla arasındaki güç savaşında MHP'nin bölünmesi durumunda, MHP'nin referandumda destek veren kesimlerinin kısa-orta vadede AKP'ye katılması yoluyla zayıflayan AKP'nin tahkim edilmesidir. AKP kitlesi ile MHP kitlesi arasında siyasal akrabalık ve geçişkenlik ve verilecek bakanlıklar, devlet kadroları vb. bu süreci, özellikle referandumunda evet oyu çıkması durumunda oldukça kolaylaştıracaktır. Buna halen devlet içinde yuvalanmış olan yüzbinlerce MHP'li memur, asker ve polis gücü ise çok daha kolay biçimde razı olacaktır. AKP ve Tayyip, MHP'yi eritme, parçalama ve oldukça yağlı bir parçayı yutma yoluyla kendine MHP aşısı yapmak istiyor. Böylece yüzde 50 sınırlarına takılıp kalmış toplumsal desteğini kesin biçimde yüzde 50'nin üzerine taşımak, hatta yüzde 60'lara ulaştırmak istemektedir.

Geriye kalacak MHP, küçülmüş ve etkisi oldukça azalmış olarak kontrgerillayla yoluna devam edebilir. MHP herşeye rağmen parçalanmaz ve Devlet Bahçeli bir biçimde partideki kontrolünü sürdürebilirse, ki referandumda evet çıkması durumunda ve MHP'ye vaadedilen yağlı kemiklerin verilmesi halinde, bu olasılıkta söz konusudur, MHP esasen yine de özgün kimliğini tümüyle yitirerek, AKP'nin doğrudan uzantısı haline gelecektir. Ki bu olasılıkta, AKP ve Tayyip için başlı başına önemli bir başarı anlamına gelir. Yanı sıra, TC kontrgerillası oldukça önemli bir bileşenini kaybeder ve AKP karşısında bir büyük mücadeleyi daha kaybetmiş ve zayıflamış olur.

AKP ve Tayyip'in MHP hamlesinin özü budur.

- Güçlü ve Zayıf Yanlarıyla AKP ve Sistem

Çok açık ki, AKP ve Tayyip, daha ötesinde bir bütün olarak Türkiye kapitalist sistemi tarihinin en karmaşık ve en zayıf dönemlerinden birinden geçiyor. Ancak toplumsal yapının bütün unsurlarının büyük bir altüst oluş yaşadığı böylesi bir süreci analiz ederken basitçe zayıf veya güçlü tespitleri yapmak her zaman doğru ve/veya verimli tespitler üretmez. Zayıf olduğu tespitini yapalım ama hala şu veya bu düzeyde büyük bir gücü kontrol eden, bunlarla iç içe geçmiş olan bir olgunun (AKP ve Tayyip) hala güçlü olduğu yanları da görmek gerekir.

Peki nedir bu güçlü ve zayıf yanlar? Bir kısmı tekrar olacak ama bütünlüklü açısından en temel olanları ifade edelim. AKP'nin güçlü ve zayıf yanları üzerinden aslında ülkedeki toplumsal ve politik tabloyu da ana hatlarıyla ifade etmek mümkün olacak.

- AKP ve Tayyip'in Nesi Güçlü?

İttifaklar kurup bozmada ustalaşma...

Güçlü; özellikle de yeni ittifaklar kurmaya açık olmada, bu yönlü esnek politikalar geliştirmede ve başarmada oldukça güçlü. (Bu esneklikte, AKP'nin daha kuruluşunda farklı faşist eğilimlere sahip kesimlerin bir ittifak/koalisyon partisi olarak kurulmasının ve bu noktada kazanılan deneyiminde payı hiç kuşkusuz büyük.) 2013'e değin liberallere, hatta sol liberallere değin uzanan geniş bir kesimle değişik düzeylerde ittifaklar kurmayı başardı. HAS partiden, DP'ye, Saadet Partisine ve MHP'ye kadar tüm gerici-faşist partilerden değişik unsurları ve kesimleri yine bu esnek ittifak politikası ve elindeki gücün yardımıyla bünyesine katabildi.

Daha da önemlisi, Fettullahçılarla olan ittifakının yıkıldığı ve çatışmanın kritik bir noktaya geldiği 2014'de, TC kontrgerillasına hala egemen olan ulusalcı faşist kanatla Feto ve Kürt ulusal özgürlük hareketine ve toplumsal muhalefetin diğer kesimlerine karşı mücadele temelinde uzlaştı. Bu uzlaşmayla, Ergenkoncuları ve Balyozcuları serbest bırakıp, onları yeniden iktidar denkleminde güçlü kılan, ama kendisinin de hem içeride, hem de dışarıda yaşadığı "değerli yanlızlığı" en azından içeride bir süreliğine aşmasını sağlayan yeni bir iktidar ittifakı biçimlendirebildi. Kontrgerillayla yapılan ittifak sadece askeri alanı kapsamıyor, kontrgerillanın sermaye kanadını da içeriyor. AKP, oligarşinin geleneksel kesimlerini uyguladığı baskıyla ve "devletin bekası"nın tehlikede olduğu ve birlikte hareket etmek gerektiği konusunda ikna ederek önemli ölçüde frenledi ve kısmen yanına aldı. (TÜSİAD'ın başını çektiği bu kesimler esas olarak TC kontrgerillasının yada "derin devlet"inin en temel bileşenlerinden biridir.) Dahası, onların sistem içi alternatif bir siyasal parti/hareket üretmesini başta baskı olmak üzere her yoldan şimdilik engelleyebiliyor. Düşman kardeşler yeniden müttefik oldu. MHP örneğinde olduğu gibi, bu ittifak oldukça çatışmalı bir ittifaktır. (İlerde bu ittifak başarısının, aynı zamanda onun en zayıf yanlarından biri olduğunu gerçeğine de biraz daha ayrıntılı olarak gireceğiz.) Yine de, bu ittifak 15 Temmuz darbesinde onu yok oluştan kurtardığı gibi, hala iktidarını sürdürmesinde en önemli dayanak noktalarından biri durumunda. Tüm çatışmalı noktalara karşın, Türk kontrgerillasının AKP'ye, AKP'nin de onlara ihtiyacı devam ediyor.

Taktik ustalık ve burjuva siyaset alanını domine etme...

Güçlü; çünkü Tayyip ve AKP hala burjuva siyaset alanını domine ediyor, siyaseti belirlemeyi sürdürüyor. 15 Temmuz darbesi sonrasında MHP ve CHP dahil tüm burjuva partilerini Yenikapı alanındaki "milli birlik" tiyatrosuna dahil etmeyi, onların bağımsız politika yürütmesini engellemeyi başardı. MHP'yi, TC kontrgerillasının egemen unsuru ulusalcı faşistlere rağmen tümüyle kendi politikalarına entegre edebildi. CHP'yi ise devletin bekasını koruma safsatası temelinde tüm temel politikalarına/suçlarına (HDP'lilerin dokunulmazlığının kaldırılması, Ortadoğu'da savaş ve işgal politikalarına yönelik kararlar, Kürt özgürlük hareketine yönelik saldırılar vb.) ortak yaptı. Böylece MHP'yle açık, CHP'yle daha örtük ve sınırlı ama temel konuları içeren bir tür koalisyon yaratmayı başardı.

Hükmetmenin ideolojik, psikolojik aygıtlarını (medyayı) ele geçirme ve yetkinleşme...

Güçlü; çünkü kısmen uzlaşma, ama esas olarak baskı ve terörle de olsa, AKP ve Tayyip, tüm sistem içi iletişim/basın/medya alanına hakim durumda. Hitlerin Göbbels'inden öğrendiklerinden, ona taş çıkaracak ölçüde geliştirdikleri, yetkinleştirdikleri bir yalan üretme ve yayma ve kitle manipülasyonu sistemi kurmuş durumdalar. Binleri bulan yerel ve ulusal çapta gazeteler, radyolar, TV kanalları ve yayınevleri, onbinleri bulan maaşlı sosyal medya trolleri vb. ile devasa bir medya mekanizması söylemde dahi olsa herhangi bir tutarlılık gösterme zahmetine girmeden, artık tümüyle bir yalana dayalı bir söylem temelinde geniş kitleleri zehirliyor. Muazzam bir ideolojik hegamonya oluşturuyor. Muhalif medya ise tümüyle ağır bir baskı altında altına alınmış durumda.

Paramiliterleşen ve siyasal pratik olarak IŞİD'leşen AKP ve iç savaşa hazırlıkta büyük ilerleme...

Güçlü; çünkü Tayyip ve AKP arkasındaki yüzde 20'leri aşan bir kemik kitleyi özellikle son 4 yılda sıkı biçimde konsolide etti, sağlamlaştırdı. Ve bu sağlamlaştırma, kemikleştirme politikası esas olarak bir yanıyla bu kesimlerin paramiliter temelde yeniden örgütlenmesiyle birlikte yürütüldü. Böylece bir kısmı açıktan yarı-askeri, bir kısmı ise tipik kontrgerilla örgütlemesi benzeri daha örtük büyük bir askerileşmiş örgütler ağı oluşturdu. Lümpen proletaryanın önemli bir bölümünü bunlara kattı. Osmanlı Ocakları, SADAT, bunlara eklemlenen Alperenler, Ülkü Ocaklarının bir bölümü, başta Sedat Peker kuduzu olmak üzere mafya cenahı, silahlı faaliyeti olan tüm din tüccarı gruplar, daha da önemlisi yaygın biçimde silahlanmış geniş bir Parti kitlesi ve örgütlenmesi yaratıldı. Bu, aynı zamanda bir iç savaşa hazırlık sürecidir. Bu anlamda, AKP'nin kemik kitle tabanı kelimenin gerçek anlamıyla IŞİD'leştirildi. Son bir yılda Türkiye'de IŞİD'e sempati duyanların oranının yüzde 8'lerden, yüzde 20'lere fırlaması ve bu "sempatizanların" doğal olarak AKP kitlesi olması, AKP'nin çekirdeğinin ideolojik ve politik olarak İŞİD'leşmesi gerçeğini apaçık ortaya koyuyor. Pratik olarak da, bunu 15 Temmuz darbe girişimi sırasında, yakalanan asker ve subayların bir bölümünün boğazının kesilerek, bir bölümünün bina ve köprülerden atılarak, bir bölümünün yakılarak yada işkenceyle öldürülmesinde de apaçık gördük. Bir gün öncesinde, övgülerle yere göğe sığdırılamayan Ordu ve askerlerin darbe günü yaşattıkları ve yaşadıkları saldırganlık ve vahşet her iki kesiminde bırakalım tescilli muhalif kesimleri, daha düne kadar yol arkadaşlığı yaptıkları, ideolojik olarak neredeyse aynı oldukları kesimlere bile ne denli büyük bir vahşi faşist terör uygulama potansiyeline sahip olduklarını gösteriyor. Özyönetim direnişlerinin yaşandığı Kürt kentlerinde yaşanan yaralıları bodrumlarda yakmalar, sivil öldürmeleri vb. ise vahşet ve katliamda ne denli sınır tanımaz bir yapıya dönüştüklerini ortaya koyuyor. IŞİD pratiği aslında Türkiye ve Kürdistan için yeni sayılmaz. Dersim katliamı, 1950'lerdeki Rumlara yönelik 6-7 Eylül katliamı, Maraş, Çorum katliamları, daha yakın tarihlerde Sivas katliamı, Roboski katliamı, 90'lı yıllarda 15 bine yakın faili meçhul (belli) cinayet, 3000 köyün yakılması, vahşi ve sistematik işkenceler vb. IŞİD barbarlığının TC versiyonları olarak tarihe yazılmıştır. Belki bugün yeni olan, bu katliam ve barbarlığın IŞİD pratiğinde oldukça görünür hale gelmesi ve daha da vahimi açıkça savunulur ve övünülür bir durum olarak sunulmasıdır. AKP paramiliterleri artık IŞİD'in vahşet pratiğine gösterdikleri sempati ve savunuyla, vahşet politikalarını tarihte ilk kez ideolojik olarak kabul edilebir, gerekli ve açıkça savunalabilir hale getirmişlerdir.

Ancak AKP'nin oluşturduğu paramiliter örgütlenme ağı salt kendi kemik kitlesine dayanmıyor. Polis örgütüde önemli ölçüde AKP'nin doğrudan savaş aygıtı olarak dizayn ediliyor. 15 Temmuz darbesinde sokağa çıkan halk diye lanse edilenlerin önemli bir bölümünün sivil polis olması ve AKP'li kitleyi yönlendiren, koruyan ve saldırtanların yine bu polisler olması bu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Aynı zamanda, MİT'in denetiminde olan IŞİD kesimlerinden, El Nusra, Ahrar u Şam, Abdurahman Zengi, Sultan Murat Tugayları, vb. gibi Ortadoğu'da faaliyet gösteren çeşitli dinci tüccarı faşist örgütlenmelerde şu veya bu düzeyde AKP'nin oluşturduğu kemik paramiliter yapının birer parçası haline getirilmiştir. IŞİD'in vb. bu türden faşist çetelerin saldırılarının neredeyse tümüne yakınının devrimci, demokratik güçlere yönelmesi bu gerçeği en yalın biçimiyle ortaya koyuyor.

AKP ve Tayyip bütün bu yollardan gerici iç savaşda dahil her araçla iktidarını koruma ve muhalefeti ezmeye dönük dev bir savaş mekanizması yaratmıştır. AKP artık bildik bir burjuva siyasi parti olma sınırlarını çoktan aşmış, çekirdek kitle tabanını paramiliter faşist çetelere dönüşmüş insanların oluşturduğu, yarı-askeri bir örgüte dönüşmüştür. Bu büyük faşist çete aygıtı son 2 yıldır küçük ama etkili adımlarla çalışmaktadır. Bu baskı aygıtı yaygınlığı nedeniyle sadece örgütlü muhalefete değil, her hangi bir konuda AKP'ye muhalif tutum alan her insana karşı şiddetin de hemen devreye girdiği genel bir sindirme politikası yürütüyor. Bu noktada, AKP'nin sandığa, seçimlere, referanduma bel bağladığını, onun bu yoldan iktidardan uzaklaştırılabileceğini sananlar en hafif ifadeyle tam bir gaflet uykusundalar.

Kürt ulusal özgürlük hareketinin zayıflatılması, AKP'nin manevra kabiliyetinin büyütülmesi...

Güçlü çünkü; Kuzey Kürdistan kentlerinde yaşanan kent savaşlarında Kürt ulusal özgürlük hareketinin büyük direnişlere rağmen taktik yenilgi yaşayarak zayıflaması, AKP'nin manevra kabiliyetini büyütmüştür. AKP'nin karşısındaki en büyük sistem dışı halkçı demokratik muhalefet, Kürt ulusal özgürlük hareketi PKK'dir. Ve AKP ve TC kontrgerillası, PKK'nin Kuzey Kürdistan kentlerinde oluşturduğu muazzam etkinliği, 2015-16 yıllarında Kürdistan'ın yaklaşık 20 kilit kentinde süren hendek ve barikatlar savaşları sürecinde ciddi ölçüde zayıflatabilmiştir.

Tayyip, hem başkanlık için, hem de tüm gelecekteki seçimleri kazanmak için ve daha önemlisi sistemin "beka"sı için, deyim yerindeyse "rahat yüzü görmek" için Kürt ulusal özgürlük hareketini ciddi biçimde geriletmeyi olmazsa olmaz görüyor. Ve şu anda da, Kuzey Kürdistan kentlerinde kazandığı kanlı "zafer" üzerinden Hareketi geriletecek bir hamlenin fırsatlarını arıyor.

Faşist terörle sindirilen toplumsal muhalefet ve korku ikliminin yaratılması...

Güçlü; çünkü AKP geniş toplumsal muhalefet güçlerini, polis ve paramiliter güçlerin yaygın faşist terörü yoluyla önemli ölçüde sindirmiş ve muazzam bir toplumsal korku iklimi yaratmıştır.

Bu durum, toplumsal muhalefetin değişik kesimlerine farklı biçimlerde yansımakta ve ciddi bir saçılma, dağınıklık ve geri çekilme yaşamasına da neden olmaktadır. Tayyip ve AKP'nin bu taktik başarısı kendisini güçlü kılan önemli bir zemin yaratmıştır.

Devrimci öncülük pratiğinin yokluğu ve reformist solda gerçeklik duygusunun yitirilmesi...

Güçlü; çünkü AKP'nin karşısında geniş toplumsal kesimlere, muhalefet dinamiklerine öncülük yapacak bir devrimci (pek çok devrimci örgüt ve parti olmasına karşın) güç yok, oldukça cılız pratikler dışında devrimci eylem ve örgüt yok. Daha doğrusu, devrimci sosyalistler de dahil olmak üzere hiç bir devrimci güç hali hazırda öncülük kapasitesine sahip değil. Reformist sol ise AKP'nin devleti yeniden kurma sürecinde tüm toplumsal muhalefeti, devrimci güçleri ve sol kesimleri yok etme yönündeki çabasını ve pratiğini anlamaktan çok uzak durumda. Reformistler sinik bir söylem temelinde, Tayyip'in çizdiği sınırları aşmamaya çalışarak, bildik reformist politika ve pratikleri, geçmişe nazaran çok daha zayıf/geri düzeylere çekerek, bu büyük çatışma döneminde zevahiri kurtarabileceklerini sanıyorlar.

Bu tablo aslında, gerçeklik duygusunun ve bilincinin devrimci hareket ve reformist solda farklı biçim ve düzeylerde önemli ölçüde yitirildiğini de apaçık gösteriyor.

***

Yukarıda özetlediğimiz yukarıdaki tablo açıkça göstermektedir ki, AKP ve Tayyip'in güçlü yanları esas olarak ittifak ilişkileri kurmadaki becerilerinde ve baskı aygıtını çok yönlü olarak yetkinleştirerek toplumsal muhalefeti ve devrimci güçleri ciddi ölçüde baskı altına almasında somutlaşıyor. Buna, ana akım burjuva medyayı baskı ve uzlaşma yoluyla gönülsüzcede olsa yanına çekmesi, kendi devasa medyasını, ajitasyon propaganda aygıtın kurarak kitle manipülasyonunda zirve yapmasını da eklemek gerekiyor.

Bu tablonun belirleyici unsuru esas olarak toplumsal muhalefete ve devrimci güçlere yönelik baskı ve terördür. Yaptığı ittifaklar da esasen önemli ölçüde bunun sağlayacak temelde gelişiyor. Baskı ve terör aygıtlarını yetkinleştirmek en güçlü yanı olan bir iktidar, bu yola ancak toplumsal yaşamın bütün alanlarında zayıfladığını fark ettiği için girer. Evet, esasen Tayyip ve AKP, daha doğrusu bütün TC devlet aygıtı, Türkiye'nin yeni-sömürge kapitalist toplumsal yapısı her cephede zayıflamıştır. En zayıf döneminden geçmektedir.

- AKP ve Tayyip Neden En Zor Döneminde?

Yeni ittifaklar kurmada usta, fakat artık stratejik ittifaklar değil, düşmanlarıyla taktik ittifaklar kurabiliyor...

En zayıf dönemlerindeler çünkü, iktidarını ancak düşmanlarının bir bölümüyle, diğer düşmanlarına karşı kurduğu ittifaklar üzerinden koruyabiliyor. Bu tür ittifaklar çok sınırlı ölçülerde, nispi istikrar dönemlerinde de olabilir. Fakat AKP'nin kurabildiği ittifak ilişkileri artık her açıdan dar ve bir an için bile kendileri için güvenilebilir ittifaklar değildir. 2002'de yola çıkarken, hem uluslararası alanda, hem de ülke içinde ve Parti kuruluşunda stratejik, nispeten güvenilir ve uzun vadeli ittifaklar üzerinden başlangıç yapmışlardı. Aslında hem geçmişte, hem bugün otoritesini ancak ittifak ilişkileri üzerinden sağlayabilmesi, AKP ve Tayyip'in stratejik bir zayıflığına da işaret ediyor. AKP ve Tayyip daha baştan itibaren devleti yeniden inşa edecek bir kadroya sahip değildi. Gerekli kadroları hep ittifak güçlerinden (Fetoculardan, kontrgerillanın milliyetçi kanadından, kısmen MHP'den) sağlamak zorunda kaldı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ordunun, polisin, yargının ve dış işlerinin kritik kadrolarının neredeyse yarıya yakınının Fetoculuk suçlamasıyla tasfiyesi, Tayyip'in devlet olma çabasının altının kadrolaşma bağlamında ne denli boş olduğunu da gösteriyor. Bugün Fetocülerden boşalan yeri, 2005'lerden itibaren yine Tayyip tarafından tasfiye edilen MHP'liler, Kontrgerillanın milliyetçi kanadı vb. gibi "güvenilmez" ittifak güçlerine bağlı yada yakın kadrolar dolduruyor.

Bugün ulusalcı kontrgerilla güçleriyle girdiği ittifak ilişkisi, düşman güçlerin başka düşman güçlere karşı taktik ittifakıdır. Devletin çöküşünü engellemek gibi önemli, fakat bunun dışında hiçbir amaç birliği taşımayan, geleceği belirsiz bir ittifak ilişkisidir. Tayyip'in ana ittifakı olan ve kontrgerillaya hakim durumdaki ulusalcı faşist kesimler, daha şimdiden Tayyip'in ciddi bir güç kazanmasının önünü açabilecek başkanlık sistemine karşı olduklarını açıkça ortaya koymuşlardır.

Bu ayrışma, kontrgerillanın uzantısı konumundaki MHP'ye de doğrudan yansımış ve MHP ciddi biçimde çatlamıştır. (MHP, kontrgerilla ve AKP ilişkilerine, MHP'nin çatlamasının olası sonuçlarına yukarıda girdiğimiz için tekrar ele almayacağız.) Türkeş'in oğlu ve MHP'de ayrılarak şu anda AKP'de yer alan Tuğrul Türkeş'in, Devlet Bahçeli'nin başkanlık sistemini gündeme getirmesinde tuzak olasılığını görmesi de bundandır. Eğer böyle bir tuzak varsa bunu kontrgerillanın hakimi ulusalcı faşistlerden başkası hazırlamış olamaz. Referandumda çıkacak sonuç ne olursa olsun AKP'nin 2019'a kadar iktidarda olacağı hesap edilirse, referandumda çıkacak bir hayır, ya da çok az farklı bir evet sonucunda zayıf düşmüş, toplumsal meşruiyeti daha fazla sorgulanan bir AKP ile ittifakı sürdürmek ulusalcı faşistlerin daha çok işine gelecektir.

Dahası, AKP ve Tayyip, Fetöcü darbe girişimini bertaraf etmiş olsa da, ittifak yaptığı Ergenekoncuların da bir parçası olduğu kontrgerillaya hakim olan ulusalcı faşistlerin uygun kaos koşullarında ve üstelik "emir komuta zinciri" içinde yapacağı bir darbenin her daim olası olduğunu biliyor. Bu bir AKP paranoyası değildir. Herkes emin olabilir; Ergenekoncusundan, Balyozcusuna ve diğer tüm unsurlarına değin, bütün ulusalcı faşist kontrgerilla ekibi daha şimdiden kendi darbelerinin hesaplarını yapıyorlar. NATO'cularla, ABD'yle birlikte... Tayyip'in darbe sonrası atmosfer içinde bütün büyük kentlerdeki askeri garnizonları ve üsleri boşalttırıp, birlikleri bu kentlerden uzaklaştırması, askeri okulları, akademileri kapatması, ordunun tüm işleyişini bozacak düzenlemler yapması hep bu korkunun/tehlikenin bertaraf edilmesini hedefliyor. Daha da önemlisi, darbe sonrası oldukça zayıflamış olan ordunun Suriye'de işgale gönderilmesi, Güney Kürdistan'daki PKK'nin kurtarılmış alanları olan Medya Savunma Alanları'na dönük yeni bir maceraya hazırlanması bir yanıyla bu savaşlarda ilan edilen politik ve askeri hedeflerle ilgili olsa da, bir yanıyla da Ordu'yu büyük kent merkezlerinden uzaklaştırma ve ilgi odağını iç siyasal sorunlardan ve olası yakın darbe hazırlıklarından bu savaşlara yöneltmeyle ilgilidir.

AKP-Ulusalcı faşist kontrgerilla ittifakına iğreti biçimde eklemlenmiş olan CHP zaten git-gel dalgalarıyla hareket ediyor, "devletin bekası" meselesi gibi çok genel ve temel bir mesele dışında AKP ilie ortak bir paydası bulunmuyor. Ve kesin biçimde başkanlığa karşı, AKP'nin karşısında.

Oligarşinin belirleyici gücü ve kontrgerillanın bir uzantısı olan (TÜSİAD'da toplaşmış olan) sermaye kesimlerinin AKP'nin ekonomik baskıları ve sistemin bekası tehlikesi nedeniyle, AKP ile girdiği uzlaşma/ittifak ilişkisi de esas olarak geçici ve her an tersine dönebilecek bir ilişkidir. Kontrgerillaya hakim olan ulusalcı faşist kanat ile Oligarşinin hakim gücü olan geleneksel sermaye kesimlerinin kimi konularda özgün ayrışmaları olsa da, esas olarak AKP karşısında aynı düzlemde durdukları/durmaya çalıştıkları söylenebilir. Dolayısıyla, bu kesimlerin de AKP karşısında fırsat kolladıklarını söyleyebiliriz.

Kısacası, AKP hala devletin çekirdeğini oluşturan kontrgerillaya hakim değildir. Kontrgerillaya ağırlıklı olarak hakim olan ulusalcı faşist kanattır. Kontrgerillanın içindeki Fetöcü kesimlerin darbe sonrası temizlenmesiyle, bu kesimler nisbi olarak güçlerini büyütmüştür. Tayyip, düşmanı olan bu kontrgerilla gücüyle ittifak yaparken, onun gücünü zayıflatmak içinde Orduya dönük hamleler yapıyor. Fakat bu hamleler henüz ulusalcı faşistlerin kontrgerillaya hakim olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Ve kontrgerillaya hakim olamayan hiç bir Parti yada gücün sağlam bir iktidar temeline sahip olması mümkün değildir. Sonuç olarak; bir araya gelip ittifak yapan düşmanlar (AKP ve ulusalcı faşistler) her an birbirlerine nihai düşürücü darbeyi vurmak için fırsat kolluyor.

Bu manzara, yeni-sömürge Türkiye kapitalist sisteminin ve devletinin egemen iradesinin önemli parçalandığını, devletin ve sistemin bir biçimde sürdürülmesi ("beka"nın sağlanması) dışında her alanda çatışmalı olduğunu gösteriyor. Bu sıradan bir çatışmalı durum değil, her an bir gerici iç savaşda dahil, her yöne savurulabilecek bir çatışma dinamiğidir.

Trump ve Putin'in ayaklarına kapanarak rol dilenen, yerlerde sürünen, iflas etmiş dış politika...

En zayıf dönemlerindeler çünkü, AKP ve Tayyip'in ve doğal olarak TC devletinin tüm dış politikası dağılmış durumda. Tayyip'in, güçlü yanlarını sıralarken dış politika alanına hiç girilmedi. Çünkü TC'nin ve Tayyip'in dış politika alanında tek bir güçlü yanı, artısı bulunmuyor.

Tayyip, 2011'den sonra yeni-Osmanlı imparatorluğunu kurma hayallerini üzerine bina ettiği tüm kağıttan kuleler bir bir yıkılırken, bir anda kendini tüm dünya ile düşmanlaşmış, tek bir müttefiki kalmamış durumda buldu. Dış politika sadece uluslararası ilişkiler politikası değildir. Hele ki, tümüyle emperyalizme bağımlı yeni-sömürge bir ülke için, Türkiye için hiç değildir. Yeni-sömürgeyi yöneten bir güç olarak, emperyalistlerin desteğini almadığınızda çöküşünüz kaçınılmazdır. Hele ki, onlarla düşmanlaşmaya başladığınızda artık yolun sonuna gelinmiş demektir. Bu nedenle, dış politika denilen şey, aynı zamanda iç politikadır. Tayyip ve AKP'nin durum tam da budur. Dış ilişkilerini hayaller üzerine kuran Tayyip, 2016 itibariyle esas olarak yolun sonuna gelmiştir. 15 Temmuz darbesini gerçekleştiren güçlerin bu gerçeği gördükleri, hatta ABD emperyalizminin belli kesimlerinden kısmi destek aldıkları da açıktır.

AKP'nin devleti yeniden kurma, devlet olma projesinin en temel unsurlarından biri dış politikaydı. Özellikle de Ortadoğu politikasıydı. Zaten kendisi de varlığını, batılı emperyalistlerin Ortadoğu politikalarına, BOP'a borçluydu.

BOP'un sınırlarını aşmaya çalıştığı noktada, dış politikanın sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmayan dağılması adeta sökün etti. Mısır ve Tunus'da abilik yaptığı partilerin iktidarı kaybetmesi, İsrail'e yaptığı yalandan kabadayılığın sökmemesi, Suriye politikasının tam anlamıyla iflasa uğraması, Rusya ait savaş uçağının düşürülmesinin ardından Rusya'nın büyük öfkesi ve düşmanlığı, Irak'da sunni araplar üzerinden çevirdiği dolaplar ve bu kesimler üzerinden yeni bir IŞİD yaratma sevdasının Irak hükümetiyle düşmanlaşmaya yol açması, Suudi ve Katar'la her zaman örtüşmeyen politikalar, Rojava'ya yönelik saldırı planlarının çöküşü ve tabii ki, bütün bu politikaların toplamdaki sonucu olarak efendisi ABD emperyalizminin büyük öfkesini üzerine toplaması ve üzerinin çizilmesi, buna AB'nin belki daha yumuşak bir tonla ama aynı içerikle katılması... Sözde sıfır düşman politikasından herkesle düşman olan ve tam anlamıyla bataklığa saplanmış olan bir TC ve Tayyip-AKP tablosu... Dış politikanın özeti budur.

Ve tabii ki, bunun ağır siyasi, askeri ve ekonomik vb. bedelinin TC ve Tayyip'in üzerine binmesi söz konusu. TC ve Tayyip uluslararası alanda adeta kıpırdayamaz hale geldi. Daha 6-7 yıl önce, Ortadoğu'nun demokrat ve başarılı lideri olarak gösterilen Tayyip profili tüm dünyada giderek standart faşist diktatör profili oldu.

2016 yılı başları dış politikada ortaya çıkan durum, artık ne Tayyip için, ne de düşman kardeşi ve ittifakı TC kontrgerillası için artık altından kalkılamaz hale geldi. 2010 sonrası dış politikanın ve Yeni-Osmanlı hayallerinin mimarı Davutoğlu'nun Mayıs'da başbakanlıktan kovulmasının tek nedeni olmasa da en önemli nedenlerinden biri dış politikada içine girilmiş olan ve artık altından kalkılamaz hale gelmiş iflastı. Tayyip, durumun ne denli ağır olduğunu tümüyle kavrayayamış olsa da, dış politikada kısmi değişiklik yapmadan durumu sürdüremeyeceğinin farkına varmıştı. Bu alanda başlattığı ilk girişimleri daha sonuç vermeden 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. Ve darbe, Tayyip için dış politikada da dönüm noktası oldu. Dünyada yapayanlız kalmıştı. Hızla sorun yaşadığı tüm ülkelere yalvar yakar vaziyette tavizler vererek, ilişkilerini düzeltmeye girişti. Tükürdüğünü yalıyor, ağır hakaret ve aşağılamalarla saldırdıklarına artık majesteleri (Putin) diyor. Siyonist İsrail'le "one minute"le başlattığı parodi, tüm iddialarından vazgeçerek anlaşmayla sonuçlandı. Filistin hamisi, sunni İslamın fedaisi, İsrail karşısında diz çökmüştü. Rusyayla girdiği ilişki, diz çöküşün zirvesi oldu. Özür dilemekle başlayan, Şanghay Beşli'sine katılarak Rusya'nın kanatları altına girme çabasına kadar uzanan, Rusya'nın tüm isteklerini kabulle sonuçlanan büyük bir teslimiyet yaşandı. Şam'ın Emeviye camisine fatih olarak girip namaz kılma iddasının artık sözü bile edilmez oldu. Çöken Suriye politikası, Rusya'nın isteklerine bağlı olarak yeniden yapılandırılıyor. Irakla, Başika'daki askeri üs ve Musul operasyonuna katılma üzerinden yapılan sert tartışmalardaki üstenci yaklaşımların ardından, kuzu kuzu gidilip geri çekilme anlaşmaları imzalandı. Mısır'la gizli görüşmeler yapılıyor ve anlaşmanın yolları aranıyor. Mursi hapiste, hamisi Tayyip, Sisi ile gizli anlaşmalar peşinde...

Öte yandan, TC ve Tayyip açısından dış politikadaki en kritik ilişki alanı, bağımlılık ilişkilerinin ana unsurları olan ABD ve AB emperyalistleridir. Tayyip, bu emperyalistler tarafından üzerinin çizildiğinin farkında. Bu tabloyu değiştirmek ve bir yandan da Rojava devrimini boğmak için, özellikle Suriye üzerinden hamleler geliştirmeye çalışıyor. Geçtiğimiz aylarda, ABD emperyalizmine yaptığı, Rojavayı önce sınırlamak, daha sonra da eğer gücü yeterse yok etmeyi hedef alan, Minbici, El Bab'ı, Rakka'yı beraber alalım, IŞİD'i silelim teklifleri ilişkileri yeniden sıkılaştırmayı hedefleyen çabalardı. Hepsi birden boşa çıktı. ABD emperyalizmi açısından BOP'unda, Tayyip'in de zamanı çoktan doldu. Tayyip'den kurtulmak için sadece uygun koşulların oluşmasını esas alan bir politika izlendi/izleniyor.

Tayyip şimdi de umudunu ABD emperyalizminin yeni başkanı Trump'a bağlamış durumda. Bu umutların da boşa çıkacağı zamanlar çok uzak değil.

AB emperyalistleri de, ABD gibi Tayyip'in üzerini çizmiştir. Tayyip'in bu duruma karşı geliştirdiği hamle ise göçmen şantajı olmuştu. Tayyip'in göçmen şantajı kendisi için kısmi bir rahatlama sağlasa da, AB emperyalistleri açısından aslında bardağı taşıran son damla olmuştur. Şantaj politikasının bedelinin ağır biçimde ödetilmesinin hesaplarının, planlarının çoktan yapılmaya başlandığına kesin gözüyle bakabiliriz. (****DİPNOT; AVRUPA İLE YAŞANAN KRİZ...)

Dış politika alanında şu anda TC ve Tayyip'in yegane hamlesi El Bab'a değin uzanmış olan ve Suriyeli çetelerle birlikte yürütülen işgal operasyonudur. Rusya'nın izniyle giriş yaptığı Suriye topraklarında Cerablus ve Azez'i IŞİD'le anlaşarak deyim yerindeyse mermi patlamadan işgal eden Tayyip'in, huylu huyundan vazgeçmez misali kifayetsiz muhteris damarı burada da depreşti. Rusya'yla yaptığı anlaşmalardan anlaşıldığı kadarıyla, Cerablus ve Azez'in 15 km aşağısına kadar inilmesine izin verilen TC ordusu, bu sınırı aşarak, YPG güçlerinin Efrin kantonuyla bağlantısını kesmek için El Bab kapılarına kadar dayandı. El Bab'ı daha alamadan, yetmez Minbici'de alacağız, o da yetmez Rakka'ya kadar gideceğiz, Rojava'yı yok edeceğiz palavralarını ortalığa saçtı. Ve IŞİD'le giriştiği ilk gerçek savaş El Bab'da yaşanıyor ve ordu gerçek bir hezimeti yaşıyor. ÖSO çeteleri önemli ölçüde dağılırken, ordu yaklaşık 160 gündür El Bab'ın tek bir sokağını dahi alamamış durumda. Ve belgeli, fotograflı, videolu biçimde ortada duran tablo, El Bab'ın tek bir sokağına girilememiş olmasına karşın, yüzlerce özel harekat askerinin öldüğü (tabii, TC alışkanlık olduğu üzere yine kayıplarını gizliyor), onlarca tank ve zırhlı aracı ise imha edildiğini (Ocak ayı sonu itibariyle 54 tank ve zırhlı aracın imha edildiği iddia ediliyor) yada IŞİD'in eline geçtiğini gösteriyor. El Bab'da Tayyip'inde, TC ordusunun da bütün kabadayılıklarının, bostan kabadayılığını aşamadığı apaçık görülüyor. Daha şimdiden, TC ordusunun kredibiletesinin, savaş gücüne ilişkinin notlamanın ciddi biçimde düşmeye başladığı ifade ediliyor. Yaşanan burada da tam bir perişanlıktır.

Ve burada da yüz geri edilmiştir. Rakka ve Minbic kentlerinin işgali, Tayyip'in Ocak ayı sonlarında yaptığı açıklamalarda görüldüğü üzere hayal olmuş, El Bab'da yaşanan hezimet nedeniyle bir an önce Bab operasyonunun tamamlayıp ve daha derinlere inilmeyeceği açıklanmıştır. Tamamlayabilecekler mi? Meçhul... Cerablus ve Azez'de olduğu gibi, IŞİD'le bir anlaşma yapıp tavizler vererek, IŞİD'in El Bab'ı terk etmesini sağlamaları dışında, El Bab'da onlar için kolay bir zafer yok.

Suriye'ye yönelik işgal ve El Bab savaşının arkasındaki asıl neden olarak açık açık ifade edilen Rojava devrimini boğma, Kürt ulusal özgürlük hareketini Ortadoğu arenasında etkili bir unsur olmaktan çıkarma hedefi bugün TC'nin Ortadoğu'daki yegane politik hedefi haline gelmiştir. Yeni-Osmanlı hülyalarından, Rojavayı boğma, Kürt özgürlük hareketini bastırma, emperyalistlerin çizdiği sömürgeci sınırları koruma derdine düşmüş, bu noktaya kadar büzülmüş bir TC ve dış politikası gerçeği vardır karşımızda. Üstelik bu büzüşük politika gelip, düne kadar (hatta halen bir ölçüde devam eden) koruduğu IŞİD'in El Bab'daki duvarına toslamıştır. Rojavayı boğacağım derken, IŞİD'in tokatını yemek; kaderin Tayyip'e oynadığı şu oyuna bakın... Tabii, Tayyip'in en ufak bir umut ışığı görmesi durumunda, özellikle Rojava'yı ezmenin önünü açmak için yeniden Minbic'i, Rakka'yı da gündemleştirmesi mümkündür. Fakat bunların emperyalist politikaların etrafında çaresizce dolanmalar olduğu ve tam bir zavallılığı ifade ettiği de açıktır.

2017'ye gelindiğinde, dış politikada girilen maceraların ve uluslararası konjonktürün Tayyip ve AKP açısından birkaç temel sonucunu sıralayarak bu bahsi toparlayalım;

Birincisi, ABD emperyalizmi 2010'da başlayan Arap halk ayaklanmaları ve sonrasında gelişen sürecin toplamından hareketle, istediği sonuçları vermekten çok uzak olan kendi projesi BOP'u çöp sepetine atmıştır. AKP ve Tayyip, BOP'un ABD emperyalizmi için en önemli hayal kırıklıklarından biri olmuştur. Dolayısıyla, BOP'un model ülkesi Türkiye'de model alt projesi olan AKP ve Tayyip'in de üzeri çizilmiştir. Aslında ABD emperyalizminin koruyor gibi göründüğü ve BOP'un bir başka alt projesi olan Feto cemaatinin de üstünün çizildiğini söyleyebiliriz. 15 Temmuz darbesinde, ABD'nin elinin olduğu elbette tartışma götürmezdir. Fakat ABD emperyalizminin hesaplarının, Feto'yu iktidar yapmaktan çok, başarısız bir darbe yoluyla gücünü önemli ölçüde kırmak ve çok daha sınırlı bir alana çekmek olduğunu söylemek de mümkündür. Fetocu darbecilerin tek başına olmadığı, özellikle ulusalcı, Amerikancı kesimlerle işbirliği yaptığı, fakat son anda yanlız bırakıldıklarının gün gibi ortada oluşu bu durumu açıkça göstermektedir. BOP'un Ilımlı İslam ayağı için oluşturulan kurumlaşmalar önemli ölçüde tasfiye ediliyor ve bu devam edecektir. Oldukça zayıf düşürülen AKP'nin tasfiyesi ise yeni bir alternatifin ortaya çıkarılmasına bağlı olarak gündemleşecektir. Tez elden Türkiye'yi Libya ve Suriyeleştirme, zaten ABD ve AB emperyalizmine derinden bağımlı oluşu ve NATO ülkesi olması nedeniyle çok kolayca devreye sokulacak bir seçenek değildir. Ancak buna dönük senaryolarında başka seçeneklerin kalmaması durumunda orta vadede gündemleşmeyeceği söylenemez. Tayyip'in izlediği gerici bir iç savaş geliştirme yönündeki politikalarda böylesi senaryoların devreye sokulmasını kolaylaştıracaktır.

İkincisi, Tayyip'in başta Rusya olmak üzere, çevre ülkelerle ilişkileri düzeltme yönündeki sefil politikaları ancak çok sınırlı sonuçlar verecektir. ABD ve AB emperyalistleri bu ilişkilerin derinleşmemesi için ellerinden geleni yapacaklardır. Daha da ötesi, başta Rusya olmak üzere, çevre ülkelerin hiçbiri Tayyip'in politikalarına ilişkin zerre kadar bir güveni bulunmamaktadır.

Üçüncüsü, Tayyip'in artık orta ve uzun vadeli stratejik bir dış politikası kalmamıştır. İlişki içinde olduğu tüm önemli dış politika aktörleri için ya düşman, ya da güvenilmez bir "ortak" durumundadır. İttifakları dostluk ve uzun vadeli stratejik yaklaşımlar üzerinden değil, artık tümüyle kısa vadeli ve taktik durumlar üzerinden yürümektedir. Dostu olmayan, herkes tarafından her ters rüzgarda fikir değiştiren, her an düşmanlaşabilecek bir unsur olarak görülüyor.

Dördüncü ve son olarak, Tayyip ve AKP önümüzdeki dönemde de dış politika alanında daha da şiddetlenen yıkımlarla yüz yüze gelecektir. Dış politikada yaşanan perişanlık sadece uluslararası ilişkiler alanında yaptığı hatalar, işlediği suçlarla ilgili değildir. Daha bütünlüklü bir nedenden, esas olarak onun devlet olma politikasından kaynaklanmaktadır. Ve Tayyip'in bundan vazgeçmesi yokoluşu demektir. Dolayısıyla, dış politikada girdiği girdaptan çıkış şansı yoktur. Zayıflayacaktır, ta ki düşene kadar...

Türkiye ekonomi krize yuvarlanıyor, Tayyip'in yağma sisteminin temelleri çöküyor...

En zayıf dönemlerindeler çünkü, ekonomik kriz artık "teğet" geçmiyor. Emperyalist-kapitalist ülkelerde başlayan 2008 dünya ekonomik krizi kapitalizme içkin olan kriz dinamiğinin kaçınılmaz sonucuydu. Krizin emperyalist ülkelerde başlamış oluşu, sürekli krizli, inişli çıkışlı yeni-sömürge Türkiye ekonomisi için bir yıl gibi kısa bir süre önemli sarsıntı yaratsa da, daha sonra geçici bir fırsata dönüşmüştü. Emperyalist-kapitalist anayurtlarda değerlenme imkanı zayıflayan sermayenin bir bölümü, daha yüksek değerlenme imkanı sağlayan Türkiye gibi yeni-sömürgelere bol miktarda kredi, borsaya giriş vb. biçimlerde akmıştı. Piyasada bollaşan para ile birlikte toplumun bütün kesimlerine yayılan kredili, borçlu yatırımların yarattığı yalandan zenginleşme duygusu, sürekli akan dış kredilerle adeta sonsuza değin sürecekmiş gibi bir algı da yaratmıştı. Daha doğrusu, AKP medyası ve sahtekar burjuva iktisatçıları bu duygu ve algıyı özellikle yaratmaktaydılar.

Halbuki, bunun böyle devam edemeyeceği, bırakalım, devrimcileri, marksist iktisatçıları, burjuva iktisatçılar için de aslında çok açıktı. Ve 2016'da yolun sonuna gelindi. 2008 krizi iniş çıkışlarıyla sürüyor ve emperyalist efendilerin bir kez daha piyasadaki parayı bollaştırarak kriz öğelerini bertaraf etme şansları bulunmuyor. Aldıkları kredileri, borçları, yeni borçlar alarak çeviren Türkiye ve diğer yeni-sömürge ülkeler için artık deyim yerindeyse para muslukları iyice kısılmış durumda. Türkiye özgülünde, genel siyasi, uluslararası, askeri vb. tablosu iyice kritik hale gelen üke için bu musluklar daha da kısılmış durumda.

Ve 2017 başı itibariyle, Türkiye ekonomisi resmi tanımıyla krize girmiş durumda. 2016'nın son 6 ayında ekonomi sürekli bir küçülme gösteriyor. Büyüme oranları düşüyor. (Üç çeyrek boyunca küçülen bir ekonomi teknik olarak krizde sayılıyor. Türkiye ekonomisi 2016'nın son iki çeyreğinde küçüldü ve 2017'nin ilk çeyreğinde küçülmesine kesin gözüyle bakılıyor.) Döviz kurları 2016 ekimden bu yana olağanüstü bir hızla yükseliyor. Dolar karşısında değer kaybında dünya birincisi konumunda. Olası en kötü durum olan deflasyon yaşanıyor. Yani bir yandan döviz kurları yükselip, enflasyon ve faizler artarken, diğer yandan büyümede düşüş yaşanıyor. Ekonomiye güven endeksi aylardır düşüyor ve Ocak 2017 itibariyle, 2009'dan bu yana en düşük seviyesine varmış durumda. İşsizlik rakamları yeniden rekorlar kırıyor. Düşük göstermek için çarpıtılmış rakamlara rağmen, kasım 2016 itibariyle yüzde 12'yi çoktan aşmış durumda. Genç işsizlik oranı ise 22.6. Tarım dışı genç işsizlik oranı, yani kentlerdeki genç işsiz oranı ise 25.4'e ulaştı. Her 4 gençten biri işsiz. Çalışanların yüzde 33.3'ü kayıt dışı. Yani hiç bir güvenceye sahip olmadan çalışıyor. Kredi kartı ve kredi borçlusu 1.2 milyon kişi borçlarını ödeyemediği için icarlık ve mahkemelik durumda. Protesto olan senetlerin miktarında yüzde 20'lere ulaşan bir artış söz konusu.

ABD'nin yeni başkanı Trump'ın izleyeceğini söylediği ekonomi politikaları gereği, özelde ABD sermayesini, genel olarak tüm sermaye kesimlerini ABD'de yatırım yapmaya çağırıyor. ABD merkez bankası bu ve bağlantılı politikalar temelinde faiz oranlarını arttırıyor. Bunun anlamı, Türkiye'ye (ve diğer yeni-sömürge ülkelere) giren sermaye akışının kesin biçimde azalacağıdır.

AKP medyası bunun emperyalistlerin Tayyip'e komplosu olarak izah etmeye çalışsa da, sonuçta insanların yaşam koşulları krizle bağlantılı olarak sürekli biçimde kötüleşiyor.

Tayyip'in bu durumu telafi etmek için kamuya ait az miktarda kuruluşu satma, zaten kendileri giderek ekonomik olarak zorlanmaya başlamış olan Katar ve Suudi sermayesine yaslanma ve Fetöcülerden el konulan işletme ve sermayeyi devreye sokma girişimleri etkisi çok zayıf ağrı kesiciler olmaktan öteye geçemeyecektir.

Ekonomi alanı, Tayyip ve AKP iktidarının en önemli dayanaklarından biri olageldi. Borçlanmaya dayalı, üretken yatırıma dönüşmeyen, ağırlıklı olarak tüketim ve inşaat alanına dayanan sahte ekonomik gelişme, "ekonomik istikrar" olarak da özenle kodlanmaktaydı. Denklem basitti; Tayyip, zenginleşme anlamına gelen "ekonomik istikrar" yarattı, "ekonomik istikrar"ın devamı için Tayyip'i desteklemek gerek. Orta ve küçük burjuvazinin geniş kesimlerinin ve dağıtılan sadakalar yoluyla yoksulların küçümsenemeyecek bölümünün AKP'ye desteği bu yolla süreklileştirilmeye çalışıldı. Ve dış borç musluklarının kapanmasıyla (ve tabii pek çok başka faktörün devreye girmesiyle) ve ekonomik krizin belirginleşmesiyle birlikte, "Tayyip'le birlikte zenginleştik" söyleminin maddi temelleri artık tümüyle çöküyor. Bütün ekonomik göstergeler başlamış olan ekonomik krizin derinleşmeye devam edeceği yönünde. Bundan kısa ve orta vadede kurtuluşları yok. Krizin nisbeten adım adım gelişiyor oluşu, onun toplumsal etkilerinin ve Tayyip'e olan desteğe yansımlarının da yavaş yavaş ortaya çıkmasına neden oluyor. (Tabii, ani ve sert bir çöküş durumunun yaşanması da her an olasıdır ve bunun siyasal ve toplumsal yansımaları da aynı ölçüde sert, güçlü ve yaygın olacaktır.) Fakat daha şimdiden, "istikrar", "zenginleşme" söylemiyle AKP'nin arkasında duran orta ve küçük burjuva kesimlerde ve yoksullarda durumun daha da kötüye gideceği kaygısı ciddi ölçüde oluşmuş durumda. Zenginleşme illizyonu yerini, adım adım eldekini kaybetme korkusuna bırakıyor. Tayyip'e ve AKP'ye dönük kaygılar oluşuyor ve büyüyor. Siyasal alandaki çalkantılar ve kriz tablosuyla, ekonomideki krizin derinleşmesinin yarattığı/yaratacağı siyasal, moral, ekonomik durumun ciddi kopuşlara yol açmasına kesin gözüyle bakmak gerekiyor. Ekonomik kriz, AKP'ye muhalif olan kesimlerde ise zaten birikmiş öfkeyi iyice harlıyor ve büyütüyor.

Tayyip ve AKP'nin en güçlü göründüğü ekonomi alan, giderek onun en zayıf olduğu halkalardan birine dönüşüyor.

En güçlü oldukları yerde; AKP'de gri bölgeler artıyor, parti içi çözülmelerin zemini büyüyor...

En zayıf dönemlerindeler çünkü; Tayyip ve AKP, yüzde 20'lik kemik kitlesini konsolide edip, sağlamlaştırmasına ve paramiliter çeteler örgütleyerek gücünü büyütmesine rağmen, kendi içinde de aslında kaynıyor. Parti örgütü pek çok açıdan çözülüyor. Herşeyden önce, Parti içinde tam bir paranoya hakim. Kimse kimseye güvenmiyor. Tayyip hiç ama hiç kimseye güvenmiyor. Her an herkes yek diğerine çelme atarak öne geçme, iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanma derdinde; FETÖ'cülük, ABD ajanlığı veya başka bir iddiayla... Ve bu iddiaların tümü doğru... AKP bir ittifak partisi olarak biçimlendi ve bu ittifak ajanıyla, kumpascısıyla, hırsızıyla, tecavüzcüsüyle Türkiye kapitalizminin bütün cerahatını bünyesinde taşıyor. Onbinlerce insanın hapislere atıldığı anlı şanlı FETÖ operasyonları yapılırken, AKP içindeki gizli-açık FETÖ'cülere dokunulmuyor. İpin ucunun nereye kadar uzanacağını ve bunun ne sonuç yaratacağını kestiremiyorlar. Parti dağılabilir, en azından inanılmaz büyük bir karmaşa çıkabilir. Milli Görüş'den gelen kesimin önemli bir bölümü başta Gül-Arınç ekibi olmak üzere etkisizleştirilmiş durumda. İdeolojik olarak Parti İslam-Türk vurgusu yapmasına rağmen, Parti içinde ideolojik taşıyıcılık yapabilen Milli Görüşçülerin etkisinin azalmasıyla birlikte ideolojik ve moral olarak ciddi bir zayıflama yaşanıyor. Tayyip az çok istikrar oluşturan, ideolojik taşıyıcılık yapacak kendi kadrolarını yaratamıyor. Tayyip sağlam bir parti çekirdeği ve iskeleti üzerinden "tek adam" rolünü oynamıyor. Değişen dönemsel dengelere bağlı olarak kadroları değiştirerek yeni ittifaklar kurarak "tek adam" çizgisini yürütmeye çalışıyor. Bu pratik temelinde tüm gücü kendisinde topladığı ölçüde de, Parti de ideolojik bir mayası olan kadro ve işleyiş iskeleti oluşturamıyor. Bunu yapmasının koşulları da giderek azalıyor. Artık AKP örgüt yapısı tümüyle birbiriyle güç ve çıkar çatışmalarıyla bölünmüş insanlar ve gruplar zeminine oturmuş durumda. Sürekli aktüel gelişmelere bağlı olarak tasfiyeler yaşanıyor ve bir yiyiciler grubu giderken yeni bir yiyiciler grubu Parti içinde hegemonya oluşturuyor. Yani Parti örgütü olarak tarihlerinin en zayıf, en çürümüş dönemindeler.

Osmanlı Ocakları, SADAT, Alperenler, Sedat Peker mafyacıları vb. başka isimler altında toplaşan lümpen paramiliter cüruf ise meydan şimdilik boş olduğu için korku salabiliyor. Bu türden cerahatların küçükde olsa kararlı bir halk savunması karşısında nasıl etkisizleştiğini, 1970'lerin MHP, Ülkü Ocakları, TİT vb. faşist çetelerin yaşadığı ağır yenilgiden herkes iyi biliyor. Devrimci, demokratik güçlerin geliştireceği kararlı ve militan bir halk savunması güvendikleri bu "dağ" görünümlü çöp yığınlarına kısa sürede kar yağdırabilir. Bunların yarattığı korku ve sindirme atmsoferini tersine çevirebilir.

Kürt cephesini çökertme şansları yok ve Kürt ulusal özgürlük hareketi büyük bir karşı hamle potansiyeline sahip...

En zayıf dönemlerindeler çünkü; Kürt cephesini çökertme hayali boştur. Kürt ulusal özgürlük hareketi uzun yıllardır tüm dünyanın bildiği gibi, artık çökertilemeyecek büyüklükte bir siyasal, askeri, örgütsel, kültürel, ekonomik ve kitlesel zemine sahip. PKK'nin önümüzdeki süreçte hem Rojavaya, olmadı Güney Kürdistana yönelecek TC saldırısını boşa çıkarması ve daha büyük bir devrimci gerilla savaşıyla Kuzey Kürdistan'da kent savaşlarında yaşanan gerilemeyi tersine çevirmesi, Tayyip'in boş hayalinden daha büyük bir olasılıktır. Dahası, YPG'nin kararlı biçimde sürmekte olan Rakka'ya yürüyüşünün zaferi, Kürt ulusal özgürlük hareketine yeniden büyük bir moral ve prestij kazandıracaktır.

Bütün bu faktör ve olasılıklardan hareketle diyebiliriz ki, Tayyip'in Kürt ulusal özgürlük hareketini geriletme üzerinden yaratmaya çalıştığı güçlenme zemini boştur ve önümüzdeki dönem onun en zayıf olduğu alanlardan birine dönüşecektir.

Toplumsal muhalefet büyüyecek ve öfke derinlik kazanacak...

En zayıf dönemlerindeler çünkü; ağır bir faşist terörle sindirilmiş olsa da, toplumsal muhalefette büyük bir öfke birikiyor. Saflarıda ekonomik krizin derinleşmesiyle, savaşlarda ölen askerlerin sayısının ciddi ölçülerde artmasıyla, bütün muhalif ve dışlanmış kesimlere artan baskıyla giderek büyüyecek.

Biriken öfke ve büyüyen toplumsal muhalefetin, Haziran ve 6-8 Ekim isyanlarını da aşacak tarzda patlaması ve/veya AKP'nin gerici iç savaşa doğru attığı adımları büyütmesi durumunda daha da radikalleşerek yaygın bir savaş kitlesine dönüşmesi olasılığı büyüyor.

Böylesi gelişmeler, devrimci önderliklerin tüm zayıflıklarına rağmen, her alanda ciddi zayıflıklar yaşayan AKP için en büyük yıkım ve tehlike zemini olmaya adaydır.

Türkiye devrimci hareketi tüm zayıflıklarına rağmen derin ve büyük bir direnişçi damara ve bu zayıflıklarını aşacak birikimi sahiptir.

Devrimci güçlerin durumunun AKP açısından bir zayıflık mı, yoksa bir güçlenme imkanı mı yaratacağı oldukça karmaşık bir mesele. Her iki olasılığın gerçekleşmesi de, tümüyle devrimci güçlerin AKP'nin zayıflıklarına vurarak ortaya çıkan/çıkacak imkanları/potansiyelleri dinamik direniş ve devrim güçlerine dönüştürüp dönüştüremeyeceklerine bağlı. Devrimci güçlerin büyük muhalefet güçlerini arkasında saflaştırması için yeterince potansiyeli bulunuyor. AKP bu imkanları yok edememiştir. Devrimci güçlerin bu potansiyeli ideolojik, politik, ekonomik, kadın ve kültür cephelerinde biraz olsun toparlayıp, küçük fakat militan adımlarla aktifleştirmesi durumunda hızla büyük bir devrim cephesi yaratılması mümkündür. Böylesi bir gelişme, sadece AKP'nin değil, bütün sistemin çözülüşe gitmesini sağlayacak ve devrime doğru bir akış yaratacaktır.

***

- Kısa Sonuç

AKP üzerinden ülke manzarasına baktığımızda, genelleşmiş ve giderek derinleşen bir milli kriz, yani devrim bağlamındaki kavramlaştırmayla ifade edecek olursak, olgunlaşan bir devrimci durum tablosuyla karşı karşıyayız.

Bir kez daha ifade edelim; bu tablo'da sıraladığımız AKP'nin zayıf ve güçlü yanları esas olarak aynı zamanda AKP'nin ittifakı olan TC kontrgerillasının da güçlü ve zayıf yanlarıdır. Öte yandan, bu güçlü ve zayıf yanlar AKP ve kontrgerillanın birbirleriyle olan iç mücadelede de yek diğerine karşı silah kullandıkları/kullanacakları unsurlardır. AKP'nin (ve tabii ki TC kontrgerillasının,) zayıflıkları, güçlü yanlarına nazaran açık ara önde ve giderek derinleşiyor. Dahası güçlü olduğu birkaç alan da, aynı zamanda büyük zayıflıklar taşıdığı alanlar. Açıkça görülüyor ki, net olarak güçlü denilebilecek tek bir alan (belki TDH durumundan hareketle bu alan için denilebilir) yokken, neredeyse hayatın bütün kritik alanlarında net biçimde zayıf demek mümkün.

Burada vurgulanması gereken en temel noktalardan biri de, AKP'nin (ve TC kontrgerillasının) zayıflıkları olarak sıraladığımız noktaların neredeyse tümü, sadece AKP'nin zayıflığı değil, bir bütün olarak tüm Türkiye kapitalist sisteminin ve TC devletinin zayıflıklarıdır. Bunun istisnası ve AKP'ye özgü olanı parti yapısı ile ilgili zayıflıktır.


B- RUSYA VE ABD EMPERYALİZMİ İLE İLİŞKİLER BAĞLAMINDA TÜRKİYE

Türkiye oligarşisinin, Tayyip-AKP ve TC kontrgerillasına hakim olan milliyetçi kanat bağlamında yaşadığı yarılma ve büyük mücadele hiç kuşkusuz hayati ölçüde Türkiye oligarşisinin emperyalizmle bağımlılık ilişkileriyle bağlantılıdır.

Bu mücadelede son 1 yıl aşkın sürede, Ortadoğu'daki büyük savaş arenası ve özellikle de Suriye savaşı bağlamında yaşanan ABD emperyalizmi ve Rusya arasındaki bilek güreşi, Suriye'nin ardından Türkiye'ye de kritik biçimde yansıdı. Tayyip'in önce neredeyse birincil düşman ilan ettiği, 15 Temmuz darbesi sonrasında ise tam bir tornistanla birincil dostu ilan ediverdiği Rusya ile ilişkileri ve ardından Trump'ın ABD'de başkan seçilmesi, Türkiye'nin dış ilişkileri bağlamında pek çok spekülasyonu beraberinde getirmiş durumda.

Türkiye, batılı emperyalist kamptan kopup, Rusya emperyalizmi ile stratejik ittifak geliştirebilir mi? Trump, Obama hükümetinden farklı olarak Tayyip'e istediği desteği verebilir mi?, bütün bunlar olursa süreç ne yöne doğru ilerler soruları ve değişik beklentiler ortalığı kaplamış durumda.

Bu soruların doğru yanıtları, güncel bir takım söylemleri dayanak yapan genel geçer spekülasyonlarla değil, bağımlı Türkiye kapitalizminin ve TC devletinin tarihsel ve aktüel gerçekleri ve gelişme seyri esas alınarak verilebilir.

Nedir bu gerçekler?

I- Türkiye Başını ABD Emperyalizminin Çektiği Batı Emperyalizmine Bağımlı Bir Yeni-Sömürgedir

Türkiye siyasi, askeri, ekonomik, kültürel vb. her açıdan esas olarak batılı emperyalizme bağımlı bir yeni-sömürgedir. Ve bu bağımlılık ilişkileri özellikle ABD ve AB emperyalistleri ile olan ilişkilerde somutlaşır. ABD emperyalizmi başta olmak üzere, batılı emperyalist güçler Türkiyedeki kapitalist toplumsal yapının hücrelerine değin nüfuz etmişlerdir ve Türkiye oligarşisinin en kritik organik bileşenleridirler. TC devletinin çekirdeği olan kontrgerilla güçleri ise ABD emperyalizminin yeni sömürgecilik bağlamındaki temel devlet aygıtları Pentagon, CIA, Dışişleri bakanlığı vb. örgütler ve NATO tarafından organize edilmiştir. Dolayısıyla, ABD emperyalizminin (ve bir ölçüde tabii ki, AB emperyalistlerinin) ve NATO'nun üzerinden atlayarak, Türkiyeli yerli işbirlikçilerin herhangi bir kritik adımı atması, atabildiğinde de uzun vadeli devam ettirebilmesi düşünülemez. Hiç kuşkusuz, bu gerçek hiç bir merkez kaç tutumun olmayacağı anlamına gelmez. Fakat bu merkez kaç kuvvetler ve tutumların Türkiye'deki yeni-sömürge toplumsal, siyasal ve askeri yapıyı tümüyle değiştirmesi olağanüstü güçtür. Böylesi keskin değişiklikleri geliştirenlerin, ABD ve diğer batılı emperyalist güçlerin oldukça şiddetli bir direnciyle etkisiz hale getirilebileceği özellikle günümüz koşullarda kesindir.

II- Trump Politikası; Türkiye'den Asla Vazgeçmemek, Tayyip'i En Fazlasından İdare Etmek

Trump'ın genel olarak dünya politikasına, özelde Ortadoğu politikasına yukarıda ana hatlarıyla çok kabaca değindik. Trump, Ortadoğu için Obama'nın son döneminde netleşen Kaos ve Yıkım Planını çok daha sert biçimde uygulayacaktır. Ilımlı İslama dönüş kitabında bulunmuyor. Tersine, İsrail'e tüm saldırganlığı için açık vererek, İran'a yönelik savaş baskısını arttırarak bölgedeki tüm merkez kaç kuvvetlere açık, kaba ve vahşi bir şiddetle yüklü politikalarla saldıracaktır.

Obama yönetimi tarafından üzeri çizilen Tayyip ve AKP'nin beklentisi, Trump'ın kendisinin üzerini çizmemesi ve Rojava başta olmak üzere Kürt sorununda kendisine destek vermesidir. Fakat Trump'ın savunma ve dış işleri bakanlıklarının başına getirdiği unsurların karakteri ve genel söylemi düşünüldüğünde, Rojava'daki halkçı demokratik yönetim üzerinden yaptığı hesaplara bakılırsa, Tayyip'in beklentilerinin gerçekleşmemesi büyük olasılıktır. Elbette, izleyecekleri taktiklere bağlı olarak, Tayyip'e küçük teselli hediyeleri verebilirler. Fakat bunların Rojava üzerinden olmayacağı giderek belirginleşmektedir. Öyle görünüyor ki, Tayyip, Trump'ın "belirsizlik" girdabında epeyce bir süre daha kıvranamaya devam edecektir.

Sonuç olarak, güvenilmez ortak konumuna düşen, din tüccarı İslamcı fetih politikalarıyla, yeni Osmanlı hayalleriyle ABD'den rol kapmaya çalışan Tayyip ve AKP'nin, Trump'dan yana fazlaca şansı olmayacaktır. Obama'nın Türkiye'nin NATO üyesi olması nedeniyle çok sınırlı da olsa gösterdiği toleransın Trump döneminde daha da azalması büyük olasılıktır. Tabii, Trump'ın bu aşamada stratejik çizgisinin bütünlüklü olarak henüz belirginleşmemiş olması, işleri ağırlıklı olarak güncel taktikler, güncel kazanımlar/kayıplar hesabıyla yapmaya eğilimli olması her an süpriz gelişmeleri de ortaya çıkarabilir.

III- Türkiye, Rusya Eksenine mi Giriyor? Rusya Ne Kadar Güçlü?

Trump'ın neredeyse her konuda Tayyip'in söylemleriyle karşıt olan politiklarına rağmen, batı emperyalist güçlere ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel olarak bağımlı Türkiye kapitalizminin ve devlet aygıtının, Rusya eksenine girebileceğini düşünmek ise kısa ve orta vadede tümüyle boş bir söylemdir. Yeni-sömürge Türkiye kapitalizminin yapısal özelliklerinin buna izin vermemesi işin bir yanıdır. Fakat daha da boş olan, ABD ve diğer batılı emperyalistlerin Türkiye gibi büyük ve tarihsel olarak batı emperyalizmine milyonlarca bağla bağımlı bir ülkeyi, Rusya'nın yutmasına, kısa ve orta vadedeki güç dengeleri düşünüldüğnde izin vereceklerini düşünmektir.

Daha saçma olan ise, Rusya'nın Türkiye gibi büyük bir balığın yükünü bu aşamada kaldırabilecek denli güçlü olduğunu düşünmektir. Herşeyden önce, Rusya'nın gücünü abartmamak lazım. En başta da, Suriye'de son dönemde kazandığı başarıları abartmamak gerekiyor. Rusya, evet güç kazanıyor, ama eskiden beri stratejik ortağı olan Suriye'yi bile 6 yıldır hala kurtaramadı. Tam tersine, başta ABD emperyalizmi olmak üzere, batılı emperyalistler derinlemesine Suriye'ye girdi ve belli mevziler kazandı. Rusya bugün Suriye'yi kurtarabilse bile, artık eskisi gibi tam bir hakimiyetinin olamayacağı açık. Ukrayna'yı kesin biçimde olmasa bile önemli ölçüde kaybetti denilebilir. Ekonomik olarak ise vahim durumda. ABD'nin petrol hamlesiyle petrol fiyatları düştü ve en önemli gelir kalemi petrol olan Rusya gelirlerinin yarıya yakınını kaybetti.

Öte yandan, Rusya'nın imkanları da tümüyle göz ardı edilemez. Büyük bir ekonomik ve toplumsal altyapıya ve en önemlisi giderek güçlenen dev bir askeri güce sahip. Şanghay beşlisi temelinde, özellikle Çin'le kurduğu derin ilişkiler temelinde yeni bir emperyalist blok oluşturmaya/olgunlaştırmaya çalışıyor. Ve bütün bu zeminlerden hareketle, hiç kuşkusuz, her cephede durumunu toparlamaya çalışıyor. 1990'lı yıllara nazaran önemli ilerlemelerde kaydetti. Öncelikle de, kendi arka bahçesini (eski SSCB devletleri, geçmişte derin bağlara sahip olduğu bir takım ülkeler vb.) gücü yettiğince toparlamaya çalışıyor.

Yanı sıra, düşman güçlerin ittifaklarını bozmak, en azından yaralamak, yeni mevziler kazanmak için de elinden geleni yapıyor. Türkiye ile girdiği ilişkiler de bu mevzi kazanma savaşının bir parçasıdır. Fakat, son 6 aydır, Tayyip ve AKP ile girdiği yakın ilişkiler esas olarak gücünü aşan tarzda Türkiye'yi kendi eksenine bağlamaya yönelik stratejik bir ittifakın başlangıcı değildir. Tayyip'e zerre kadar güvenmedikleri gibi, batılı emperyalist güçlerin Türkiye'yi kendisine bırakmayacağını, bu aşamada Türkiye'yi yutmaya gücünün yetmeyeceğini de biliyor. Tayyip'in Şanghay Beşlisi'ne katılma isteğini geçiştirmeleri de, Türkiye'yi batılı emperyalist bloktan koparmada önemli bir aşama olarak ele alınabilcek bu adımı atmaya güçlerinin ve bu aşamada isteklerinin olmadığını da gösteriyor. Tayyip'le girdikleri ilişki esas olarak, düşmanı olan batılı emperyalist bloku yaralamaya, saflarını bozmaya dönük bir taktik adım olarak görülmelidir.

Tayyip ve AKP için Rusya'dan çıkacak ve kendisini kurtaracak, deyim yerindeyse ekmek yoktur...


C- SÜREÇ VE DÜZEN MUHALEFETİ

En genel anlamda düzen muhalefeti güncel referandum zemininde yeniden biçimleniyor. Referandum bağlamında düzen muhalefeti esas olarak AKP yanında saf tutmayarak, hayır yada boykot tutumuyla karşı safta duranların tümünü kapsıyor. Bu tablonun esas olarak referandum sonrasında da en genel hatlarıyla devam edeceğini söyleyebiliriz.

I- Düzen Muhalefeti; CHP, MHP'nin Hayırcı Kanadı Ve Diğerleri

CHP, MHP'nin hayırcı kanadı ve daha küçük İslamcı vb partilerden oluşan düzen içi muhalefet aslında, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında oluşan ağır kriz ortamında, devletin ve sistemin "beka"sını koruma temelinde AKP ve TC kontrgerillasının ittifakına dahil olmuşlardır.

Bu ittifakın düşmanların, başka düşmanlara karşı ittifakı olduğunu ve her bileşenin yek diğerini yok etmek için fırsat kolladığını daha önce ifade etmiştik. CHP ve MHP'nin hayırcı kanadı esas olarak TC kontrgerillasının arkasında saflaşmıştır. Tabii, TC kontrgerillasının bütün politikalarıyla birebir ortaklaştıkları söylenemez. Yine de, temel perspektifleri aynıdır, ortaktır. Bu anlamda, önemli ölçüde, TC kontrgerillasının siyasal alandaki yüzünü oluşturmaktalar.

II- MHP

MHP'nin macerasını yazımızın daha başında ele aldık.

Özetlersek; MHP, bir kontrgerilla örgütü olarak, AKP'nin devletleşme yolunda aldığı mesafeyle bağlantılı olarak parçalanma sürecine girmiştir. Bir yakası, MİT üzerinden AKP'nin elindedir. bir yakası ise TC kontrgerillasının milliyetçi kanadının elindedir.

Bu yarılmanın yazının başında da belirttiğimiz gibi, MHP'nin bölünmesi ile sonuçlanması olasılığı büyüktür. MHP, geçmişteki konumuyla gitmediği/gidemediği zaten çok açık. Fakat gelecekte, daha somut olarak referandum sonrasında da bugün olduğu gibi gitmeyecektir, gidemeyecektir. MHP'li muhalefetin önümüzdeki dönemde çok yönlü bir baskı altına alınması kesindir. Dahası, bu faşist çete partisinin geleceğinin belirsizleşmesi ve giderek erimesi süreci artık başlamıştır. İlk bölümde MHP'nin konumu ve olası gelişmeleri ele aldığımız için burada tekrar etmeyeceğiz.

III- CHP

CHP, bu noktada özgün bir karaktere sahiptir. Kendini sol bir parti olarak tanımlamaktadır. Fakat ne tarihsel olarak, ne de aktüel olarak hiç bir zaman sol yani emekten ve ezilenlerden yana olan, en azından bu yönlü kısmi bir politikayı bile esas almış ve yürütmüş bir parti değildir. Tam tersine, sol kimliği, 1960'lı yılların ikinci yarısında, TİP'in yükselişi ile birlikte siyasal yelpazede ilk kez yaşanan sağ ve sol yarılmasında TİP önünü kesecek tarzda saf tutmak, yükselen devrimci, demokratik muhalefetin yarattığı imkanlardan yararlanmak ve önünü kesmek için yarım ağızla telafuz etmiştir. Ve bu aşamadan sonra, Türkiye'deki Aleviler başta olmak üzere, sol, demokrat kitlenin, laiklerin ve ezilenlerin önemli bir bölümünün desteğini geleneksel olarak arkasına almıştır. Öte yandan, parti kuruluşundan itibaren, cumhuriyetin seçkinci, Kemalist bölüklerinin, kadrolarının partisi olmuş, yönetim ve siyaset tarzı hep bu seçkinci ve Kemalist söylem ekseninde biçimlenmiştir. Ne Alevilerle, ne demokratik bir laiklikle, ne de diğer ezilen kesimlerle özgün ve derinlikli bir bağı olmamıştır. Dahası asıl derinlikli bağı, klasik devlet partisi olarak esasta TC kontrgerillasıyla olmuştur. Kimi zaman siyasal açıdan sapmalar olsada, kontrgerillanın düzen siyaseti bağlamında soldaki uzantısı olarak konumlanmıştır.

CHP bu yapısıyla, daha baştan itibaren tabanının önemli bir bölümünü oluşturan Alevi ve sol kitleyle, yönetimi ve ana kadrolarını oluşturan kontrgerilla uzantısı seçkinci kesim arasında küçümsenemeyecek bir yarılma ile var olagelmiştir. Alevi ve sol taban ile laik ve seçkinci elit arasındaki ideolojik bağ ise herkesin kendine göre yorumladığı Kemalizmdir.

Devrimci hareket güçlü olduğunda CHP'nin bu kitle tabanının Alevi ve sol kesimi devrimci harekete ciddi bir yönelim göstermektedir. Bu durum laik kesimleri ve Parti yönetici elitini de çok sahici olmasa da nispeten sol'a doğru yaklaşmaya zorlamaktadır. 70'li yıllarda CHP tabanının ciddi ölçülerde devrimci güçlere yaklaşmasıyla birlikte, CHP yönetiminin ve elitlerinin "halkçı" ve "sol" söylemler geliştirmesi, devrimci hareketin büyümesinin doğrudan ürünüdür. Devrimci hareketin zayıf olduğu dönemlerde ise Parti bütünüyle sağ'a doğru kaymakta, gerici ve faşist çizginin net bir payandasına dönüşmektedir.

1992'de itibaren, Kürt ulusal özgürlük hareketine karşı başlatılan "topyekün savaş" konsepti ile birlikte bu sağ, faşist politikalara payanda olma, onun bileşeni olma durumu nettir. Bu dönem aynı zamanda, Türkiye devrimci hareketinin yavaş yavaş güç kaybetmeye başladığı dönemdir. Bu süreçte, özellikle kontrgerillanın geliştirdiği milliyetçi çizginin topluma yedirilmesinde CHP'de en az diğer faşist partiler kadar önemli bir rol oynamıştır. CHP tabanında bu süreçten sonra faşist/faşizan milliyetçi çizgi ciddi bir güç kazanmıştır.

CHP bu milliyetçi söylemler temelinde, daha önce bu tür eğilimleri olmayan, esasen sol bir çizgide duran Alevilerin (özellikle Türk Alevilerin) faşist eğilimlere yaklaştırılmasında önemli bir rol oynanmıştır. Bugünde bu noktadalar... Laiklik ise bilinen en gerici biçimiyle savunulmuştur.

1992 sonrasında, CHP elitleri/yönetimleri kontrgerillanın burjuva siyaset sahnesine egemen kıldığı milliyetçi gerici-faşist politikalarla bağlantılı olarak, siyasal çizgisini sürekli olarak sağ politikalar üzerine kurmuştur. Dönem dönem öne çıkan daha "sol", "sosyal demokrat" politikalar son 25 yılda neredeyse tümüyle silinmiştir. Bunu izahı sürekli biçimde sağ kitleyi kazanmak için, onların kabullenebileceği politikalar geliştirmek biçiminde yapılmıştır. Sağ politikalarla sağ kitleye yaklaşma polikası bugüne değin tek bir olumlu sonuç vermemesine karşın, bu tutum hala CHP'de egemen siyaset anlayışıdır. Sağ politikaları savunan, bu temelde kurulmuş partiler varken, sağ kitlenin sol görünümlü CHP'ye neden oy vereceği, aslı varken neden taklitin kabul edileceği sorusunun ise hiç bir yanıtı yoktur. Zaten gerçek de bu değildir. Gerçek; devrimci güçlerin zayıfladığı koşullarda, CHP'nin aslına rücu etmesi, kontrgerillanın faşist politikalarının arkasında saflaşmasıdır. Ortaya çıkan tek sonuç, CHP'nin çoğu kez faşist milliyetçi politikaların uzantısı konumuna düşmesi olmuştur. CHP'nin bu konumuyla gerçek bir "sosyal demokrat" politika üretmesi mümkün değildir.

CHP, esas olarak Türk kontrgerillasının belirlediği çizgide, milliyetçi ve gerici bir politikayı, muhalefeti sürdürecektir. Yukarıdaki bölümlerde kısaca CHP yönetiminin kontrgerilla politikalarının bir bileşeni olarak hareket etmekte olduğunu ortaya koyduk. Biraz daha açarak devam edelim. CHP'nin hemen hemen her politik hamlesi sağ politikalar temelinde, sağa politika yapmak olmuştur. 10 yıl önce Cumhuriyet mitinglerinde kitlesini milliyetçilik ve gerici bir laiklik temelinde ordunun (aslında TC kontrgerillasının) kuyruğuna bağlayarak sözde AKP'yi engelleyebileceğini sanmıştır. Son 1 yıllık siyasi pratiğinde ise Yenikapı mitingiyle devletin "beka"sı için, TC kontrgerillasının ittirmesiyle AKP'yle ittifaka girmiştir. Rojava ve Güney Kürdistan'a yönelik işgalleri meşrulaştıran meclis kararlarını AKP ve MHP ile birlikte onaylamıştır. Dahası, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını ortadan kaldıran ve paçavraya dönüşmüş olan TC anayasasına bile aykırı olan yasayı, "anayasaya aykırı olduğunu" bildiğini söyleyerek desteklemiş ve HDP'lilerin hapse atılmasının, siyaset yapmasının önünün kesilmesinin yolunu açmıştır. Tayyip'e yönelik başlıca suçlaması anayasaya aykırı davranması olan CHP'nin, anayasaya aykırı bir yasayı bilerek ve isteyerek açıkça desteklemesi siyaseten artık hiç bir tutarlılığının da kalmadığını apaçık göstermektedir. CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu, hiç yüzü kızarmadan, yüzlerce CHP'liyi katletmiş MHP'li faşistlere yaranmak için "bende ülkücüyüm" diyebilmiştir. CHP yönetimi ve elitlerinin TC kontrgerillasının uzantısı olduğu bu tutumlarıyla her seferinde apaçık ortaya çıkmaktadır. CHP'nin mevcut haliyle (ki bu halin değişmesi neredeyse olanaksızdır) düzen içi ve burjuva demokratik temelde bile olsa hiçbir demokratik mücadelenin tutarlı bir bileşeni olamayacağı açıktır.

Referandum sürecinde de CHP'nin Kürt düşmanı politikaları, özellikle başkanlık sisteminin "bölünme tehlikesi vb." yaratacağı söylemleri temelinde, çalışmalarının ana bir bileşeni olarak kullanacağı görülüyor. Siyasallaşmanın olağanüstü bir yoğunluk ve derinlik kazanacağı bu dönemde, bu politikaların CHP'nin Alevi ve sol tabanını daha da sağa çekme tehlikesi yüksektir.

Tam da bu noktada, CHP'nin başta Alevi ve sol tabanı olmak üzere, laikler dahil geniş kesimlerine devrimcilerin nasıl yaklaşması gerektiği sorusu öne çıkmaktadır. CHP tabanının ideolojik ve politik olarak ortak paydası Kemalizmin, bu tabanının her bir kesimi tarafından farklı biçimde algılandığını, her kesimin farklı bir Kemalizm tarifi olduğunu vurgulamıştık. CHP'nin yazılı belgelerindeki Kemalizm tarifi ve politikaları tabanın bütünü açısından özgün bir anlama sahip değildir.

Bu noktada, en kaba biçimiyle ikili bir ayrım yapılabilir.

CHP'nin Alevi ve yoksul emekçi kesimleri sol ve devrimci güçlerle hem kitle zemini olarak, hem de siyasal duruş olarak ciddi bir geçişkenliğe sahiptir. Ve bu kesim, Kemalizmi esas olarak halkçı, kamucu, demokratik ve ezilen din ve mezhep kesimlerini koruyan bir laiklik algısı üzerinden tarif etmekte ve savunmaktadır. Samimi dindar insanların dini inançlarına tüm olumlu ve insancıl anlamları yüklemelerinden hareketle yapılan "halk dindarlığı" (dini siyasi hedeflerinin bir aracı olarak kullanan ve din tüccarlığı yapan egemen sınıfların politik dindarlığı ile samimi dindarları halk dindarlığı kavramıyla ayırabiliriz.) kavramı bu noktada Kemalizm açısından da kullanılabilir. CHP'nin emekçi Alevi ve sol kesimlerinin Kemalizme halkçı, demokratik anlamlar yükleyen tarifine ve bu temelde konumlanışlarına, Halk Kemalizmi de diyebiliriz.

CHP'nin ağırlıklı orta ve üst sınıflara mensup ve Parti içinde asıl etkili olan kitle tabanının Kemalizm tarifi ise esas olarak cumhuriyetçilik, gerici-faşist milliyetçilik, batıcı taklit bir modern yaşam tarzı ve oldukça sağ ve gerici bir laiklik vurgusuna dayanmaktadır. Bu kesimlerin ideolojik çizgisi esas olarak faşizan karakterdedir.

Hiç kuşkusuz, her iki kesim kalın çizgilerle birbirinden ayrılmamaktadır. Hem kitle bağlamında, hem de yaklaşımlar bağlamında ciddi geçişkenlikler bulunmaktadır. Örneğin batıcı modern yaşam tarzı vb. pek çok söylem her iki kesimde de farklı ağırlıklarla söz konusudur. Bu iki kesimin, politik yaklaşım ve pratikleri de kimi zaman birbirine yaklaşmakta, kimi zaman ise uzaklaşmaktadır.

2008'lere, hatta 2010'lara değin, CHP'nin bütün tabanında asıl beklenti ordunun AKP'ye dur diyeceğidir. Bu hayaller artık çoktan tuzla buz olmuş durumdadır. Özellikle küçümsenemeyecek bir büyüklüğe sahip olan Alevi ve sol tabanında kısmen umutsuzluk, kısmen ise giderek devrimci değerlere yaklaşma söz konusudur. Devrimci değerlere yaklaşma özellikle Gezi İsyanı sonrasında giderek büyümüştür. Tüm sol ve demokratik güçler gibi, bu kitlede asıl gücün halkın devrimci, demokratik girişkenliğinde olduğunu görmeye başlamıştır. CHP gençliğinin çeşitli mitinglerde Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş yoldaşlar başta olmak üzere devrimci önderlerin fotograflarını taşımaları, devrimci sloganların haykırılması, sosyal medyada devrimci önderlere gösterilen ilgi bunun somut göstergesidir. Yine emekçi mahallelerde bu tabanın giderek devrimcilere yaklaştığı da açıkça görülüyor. AKP'nin faşist paramiliter güçlerinin saldırılarının artmasına paralel olarak bu taban ile devrimci güçlerin geçişkenliği artacak, devrimci saflara akış imkanları büyüyecektir.


D- REFERANDUM VE SONRASI SİYASAL SÜRECE İLİŞKİN OLASILIKLAR

Referandum herhangi bir anayasal değişiklik süreci değildir. Çıkacak sonuç ne olursa Türkiye ve Kuzey Kürdistandaki sınıflar mücadelesinin, siyasal gelişmelerin bundan sonraki gidişatı üzerinde kritik önemde belirleyici sonuçlar yaratacaktır. Referandumda yaşanacak bilek güreşi ve sonuçları mevcut güç dengelerinde önemli değişimler yaratacak ve sınıflar mücadelesi için yeni bir dönemsel-taktik zemin yaratacaktır. Dolayısıyla referandum ve olası sonuçlar, izlenecek devrimci taktik hem bugün, hem de yakın gelecekteki siyasal savaşımlar açısından özel bir önem taşımaktadır.

I- Referandum Meşru Değildir

Herşeyden önce, referandum zemini meşru değildir. Tüm toplumsal muhalefetin korku ve terör iklimiyle boğulmaya çalışıldığı, muhalif medyanın tümüyle susturulduğu, başta HDP olmak üzere tüm muhalif partilerin yönetici ve üyelerinin binlercesinin tutuklandığı ve adeta fiilen kapılarına kilit vurulduğu, muhalif dernek ve vakıfların bini aşkınının kapatıldığı, Kuzey Kürdistan kentlerin harabeye çevrildiği, "hayır" çağrısı yapan bildirileri dağıtan gençlerin, açık mekanlarda hayır içerikli konuşma yapanların gözaltına alındığı, OHAL ile ülkenin yönetildiği koşullarda yapılan bir referandum en gerici burjuva demokratik hukuk açısından bile meşru değildir.

Bu koşullarda yapılan referandumdan Tayyip lehine çıkacak herhangi bir sonuç da meşru değildir.

II- Referandum Sürecinde Devrimci Çalışmanın Hedefleri

Öyleyse referandum sürecinde devrimci, demokratik ve sol güçler nasıl bir yol izlemelidir?

Referandum sürecinde geliştirilecek tutum ve faaliyetlerin ekseninde, tüm devrimci, demokratik güçleri, sol ve diğer güçleri, anti-faşist temelde birbirine yakınlaştırmak, Haziran ve 6-8 Ekim isyanlarında ve 7 Haziran seçimleri öncesinde gelişen devrimci, demokratik, sol dalgayı yeniden canlandırmak olmalıdır. Dahası, bu süreçte elde edilecek kazanımları daha ileri sıçramaların kaldırıcı haline getirecek bir çalışma tarzı esas alınmalıdır. Çünkü, toplumsal muhalefetin, daha da ötesinde tüm muhalefetin yukarıda ortaya koyduğumuz tablosunun en belirgin özelliklerinin korku iklimi, sindirme ve bunlarla bağlantılı olarak gelişen saçılma, paralize olma hali olduğu açıktır. Toplumsal muhalefetin ezici çoğunluğu, farklı siyasal düşüncelere sahip olsalar da, Gezi ve 6-8 Ekim isyanlarında Tayyip ve AKP karşıtlığı paydasında birleşebilmişti. Tayyip ve AKP çok daha azgın biçimde hükmetmeye devam etmesine rağmen, toplumsal muhalefet hem birleştirici bir öncülüğün olmaması, hem de siyasal süreçlerin karmaşıklaşması nedeniyle paralize olmuştur. Daha da kötüsü, toplumsal muhalefetin neredeyse tüm öğeleri bakışımsız hale gelmiştir.

Referandum süreci, en sınırlı politik biçimiyle Tayyip ve AKP karşıtlığı paydasında toplumsal muhalefetin en azından bakışımlı hale gelebileceği bir sürece dönüştürülebilir. Bir adım daha öteye gidilerek, bunu da aşan biçimde geniş sol, devrimci ve demokratik güçlerin ortak mücadele birliklerinin zemininin döşeneceği, ortak paydaların öne çıkarılacağı bir sürece dönüştürülebilir. Mevcut referandum özgülünde ortak bir cephenin kurulmasının mümkün olmadığı, toplumsal muhalefetin değişik kesimlerinin yaptığı açıklamalarda görülüyor. Herkes kendi yolunda, kendi çalışmasıyla yürüyecek. Fakat bu süreçte özellikle tabanda geliştirilebilecek pozitif bir etkileşim, referandum sonrasında daha olumlu ilişkilenmeler için bir başlangıç oluşturabilir. Bunun yanısıra, CHP'nin devrimci demokratik kesimlere uzak duran, laik ve milliyetçi kanatlarının kitle tabanı ile yeniden daha olumlu bir ilişki kurabilmenin zeminleri bir ölçüde oluşturulabilir. Hatta çok daha sınırlı olarak, şu anda büyük bir krizle yüzyüze olan MHP'nin, özellikle hayırcı kanadında yer alan kesimlerinin işçi, emekçi, mahalleli olan bir bölümüyle devrimci, demokratik, sol güçler arasında sınırlı da olsa olumlu bir etkileşim kurmak mümkündür. AKP'nin devletleşme sürecinin başladığı 2010'dan itibaren, aslında MHP tabanında AKP karşıtlığının ilk emareleri ortaya çıkmış ve bugünkü yarılma Gezi İsyanı sürecinde daha da belirginleşmişti. Gezi'ye küçük de olsa MHP tabanından katılımlar söz konusu olmuştu. Bu imkan ilk kez büyük ölçekli olarak ortaya çıkmaktadır. Benzer biçimde, AKP'yi istikar, zenginleşme, islamın koruyucusu vb. sahte söylemlerin etkisiyle destekleyen ancak istikrarın, zenginleşme hayallerinin, islam koruyuculuğunun tuzla buz olduğu günümüzde AKP'yle bağları zayıflayan kesimleri en azından tarafsızlaştırmak için güçlü bir zemin oluşmuştur.

Öte yandan, referandumda ve genel olarak AKP faşizmine karşı savaşda önemli noktalardan birini AKP karşıtlığı temelinde eski yapıların ihyasını esas alan kesimlerle aynı konuma düşmemek oluşturuyor. CHP'nin ve burjuva liberallerinin parlamanter sistemi koruma, rejim değişikliğine karşı çıkma gibi safsataları esas olarak faşizmin, AKP öncesi yapılanmasını ihya etmeyi amaçlamaktadır. Devrimci, demokratik muhalefet kesin biçimde kendini bu söylemden ayırmak ve gerçek bir halk demokrasisi hedefini açık ve net olarak tüm siyasal çalışmasında başat unsur haline getirmek zorundadır. AKP karşıtı muhalefeti birleştirme vb. söylemlerin ayartıcı tuzağına düşerek, CHP ve liberallerin payandası haline gelmek tehlikesi hiç de uzak değildir. Özellikle reformist sol kesimlerin yürüttüğü propagandalar bu söyleme oldukça yakındır ve halk kesimleri içinde belli bir etkiye de sahiptir. AKP faşizmine karşı mücadele ederken, en az bunun kadar tehlikeli olan, faşizmin diğer versiyonlarını "demokrasi" olarak sunan ve işçileri, emekçileri, halkı bu eksene çekmeye çalışan politikalara karşı da mücadele devrimcilerin aktüel görevlerden biridir. Devrimciler kendi politik hedefleri ekseninde bir politik-pratik hat oluşturmak ve diğer tüm muhalif kesimlerle, bunu boşa düşürmeyecek bir ilişki tarzı geliştirmek göreviyle karşı karşıyadırlar.

Bu politik eksen, birincisi, AKP'nin ve devletin gerici-faşist yüzünü, ekonomik krizi ve diğer tüm yıkım uygulamalarını teşhir etmeyi ve ikincisi, emekçi halk kitleleriyle buluşabilecek bir söylem ve içerikle eşitlik, özgürlük, dayanışma, halk iktidarı, halkın yönetimi, halkların kardeşliği ve sosyalizmi esas alan ve direniş örgütlemeyi hedefleyen bir temele oturmalıdır. Genel toplumsal siyasileşme, devrimci ve sosyalist düşünce ve eylemin geniş işçi ve emekçi kesimlerine taşınması için önemli bir imkan yaratıyor. Ve bu imkandan sonuna kadar yararlanmak gerekiyor.

III- Referandum'da Devrimci Taktik: Hayır mı, Boykot mu?

Bu hedeflere uygun politik taktik esas olarak "hayır" temelinde yürümektir. Boykot vb tutumların yukarıdaki hedeflere denk düşen bir zemin yaratması mümkün değildir. Ya da çok sınırlıdır. Sistem ve Tayyip karşıtı genel kitleden de önemli ölçüde kopuş anlamına gelecektir. .

Öte yandan, yürütülecek çalışmaların, Tayyip'in zaten fiilen uyguladığı Tayyip tipi faşist başkanlık sisteminin teşhirinin yanı sıra, hatta ondan daha çok, AKP'nin kurduğu egemenlik sisteminin işçileri, emekçileri, yoksulları en derinden yaralayan sivri uçlarına yönelitilmesi gereklidir. Kendi çocuklarını askere göndermeyen bu faşistlerin emekçi çocuklarına şehit olun çağrıları yapması, kadınlara yönelik tepe yapan cinayetler ve baskılar, çocuklara yönelik cinsel istismarların bunların desteklediği vakıflar eliyle yapılması ve adeta meşru görülmesi, hızla artmakta olan işsizlik, ekonomik kriz ve bunun giderek belirginleşen ağır sonuçları, medya üzerindeki baskı vb. pek çok faşist baskı ve yıkım devrimci ajitasyonun temel unsuru olmalıdır.

Sadece bununla da yetinmemek, teşhirin yanı sıra, devrimci sosyalist alternatifleri en yalın biçimiyle ifade eden bir ajitasyonun geliştirilmesi de zorunludur.

Öte yandan, tüm devrimci, demokratik, sol kesimlerle, daha da ötesinde tek tek bireyler düzeyinde bile olsa tüm toplumsal muhalefet öğeleriyle yukarıdaki çalışmalar içinde birlikte hareket etmek, rekabeti değil, dayanışmayı öne çıkarmak özel olarak gözetilmesi gereken tutum olmalıdır.

IV- Kritik Anket Sonuçları, 2019'a Ertelenen Başkanlık Seçimi

Evet cephesine, yani Tayyip, AKP, evetçi MHP kanadı ve bunlara eklemlenen çeşitli gerici ve faşist güçlere gelince, bütün olanakları ellerinde toplamış olsalar da, onlarında işi hiç de kolay değil. Derinleşen ekonomik kriz, yoksullaşma ve işsizlik, Rojava'dan, Kuzey ve Güney Kürdistan'dan bir türlü gelmeyen zafer haberleri, Kuzey Kürdistan kentlerinin ağır bir yıkıma uğramasında Kürt halk kitlelerinin bunun sorumlusu olarak PKK'yi değil, Tayyip'i görmesi ve Tayyip'e olan desteğin Kürdistan fazlaca artmaması, Trump'ın ne yapacağının "belirsizliği"nin yarattığı gerginlik ve ilerleyen günlerde yaratacağı hayal kırıklığı ve kırılmalar, istikrar vaadiyle kazanılan 1 Kasım seçimine rağmen çok daha büyük istikrarsızlık öğelerinin ortaya çıkması vb. pek çok faktör Tayyip'in önünde devasa bir nesnel barikat olarak duruyor. Gerekli oy desteğini MHP'yle telafi etme çabasının da sınırlı bir destek getireceği giderek ortaya çıkıyor. Başkanlık sisteminin MHP'nin kadrolarında ve tabanında beklenin çok üstünde bir dirençle karşılaşması ve giderek çoğunluğun "hayır cephesi"ne kaydığı yapılan anketlerde ortaya çıkıyor.

Tayyip için bunlardan daha da kötüsü, AKP tabanında da belirli bir çözülmenin yaşanmaya başladığının yine kendi yaptıkları anketlerde ortaya çıkmasıdır. Anket sonuçlarından, AKP'ye oy verenlerin yüzde 20'sinin hayır oyu verme eğiliminde olduğu görülüyor.

Genel eğilimleri belirlemeye dönük anketlerde ise son süreçte hayır oylarının küçük bir farkla öne geçtiği ve belirleyici sonucun yüzde 20'lik kararsız kitlenin tercihleriyle belirleneceği ifade ediliyor.

Ve bu anket sonuçlarının ilk etkisi gecikmeden ortaya çıktı. Meclis'de konuşma hakkını bile sınırlayarak, referandum yasasının geçmesini hızlandırmaya çalışan Tayyip'in yasa meclisten çıktıktan sonra on günü aşkın bir süre beklemesi esas olarak durumun kritik olduğunu gösteriyor. Bu gecikmeler, Tayyip'in medyadaki çomarları tarafından, Tayyip'in kapsamlı bir kampanya yapmak istediği ve bunun için referandumun mevsimsel koşulların uygun olacağı Nisan ayına denk gelmesi için yasanın Tayyibe gidişinin geciktirildiği biçiminde izah edilmeye çalışıldı. Ve böylece Tayyip'in kritik durumu gizlenmeye çalışıldı. Referandumun Nisan veya mayıs ayında yapılması istense, yasaya direkt olarak bu tarihler konulabilir ya da ona uygun bir zamanlama/süre konulabilirdi. Gerçek ise Tayyip'in yaptırdığı anket sonuçlarının kendisi açısından kritik durumudur. Tayyip bu negatif anket sonuçlarını anlamaya ve bir strateji geliştirmek için zaman kazanmaya çalışıyordu

Hemen belirtmek gerekiyor. Tayyip kazanamayacağını düşündüğü ya da oyların kritik bir eşikte birbirine yakın olduğu bir referandumu kabul etmeyecektir ve geliştireceği bir provakasyonla veya herhangi bir nedenle (hatta toplumsal kutuplaşmanın çok keskinleştiği vb. gibi kendisine puan kazandıracak sözde "iyi niyetli" bir nedende ileri sürebilir) erteleyecek ya da tümden gündemden kaldıracaktır. Şubat 2017 başı itibariyle gelişmelere baktığımızda, bu referandumun yapılmaması da olasılıklardan biridir.

Tayyip'in hesabı, MHP ve diğer gerici faşist partilerle birlikte, tüm sağın oylarını alarak yüzde 65'leri bulan bir oy oranıyla referandumu kazanmaktı. Fakat oy desteği yüzde 50 gibi bir oy sınırında gezinmektedir.

Aslında Tayyip, bütün bu olasılıkları yasanın meclise geliş sürecinde bir ölçüde hesap ederek başkanlık sistemini getiren referandumla, başkanlık seçimlerinin aynı anda yapılmasını istememiştir. Tek hamleyle bu işin başarılmasının oldukça kritik olduğunu görmüştür. Başkanlık seçimlerinin tarihini genel seçimlerin tarihi olan 2019 olarak belirleyerek, referandumdan hayır çıkması durumunda, 2, 5 yıl daha hükmetmeyi garanti altına almıştır. Böylece, olası bir terslik durumunda, bu süre içinde saflarını yeniden toparlamayı yeni hamleler için güç biriktirmeyi hedeflemiştir..

Ve Tayyip, her yoldan ve her araçla, referandumda evet çıkması için tüm gücüyle yüklenecektir. Her yolu, her türlü provakasyonu deneyecektir. Her türlü entirikayı, oy hırsızlığını vb. sonuna kadar kullanacaktır. Daha şimdiden büyük bir oy hırsızlığı şebekesinin hazırlandığına kesin gözüyle bakabiliriz.

Peki, evet yada hayır çıkarsa, süreçde ne tür değişimler olabilir? Bizi ne bekliyor? Bu olasılıkların her biri, devlet içindeki büyük kapışmayı ve toplumsal muhalefet ile Tayyip ve AKP arasındaki büyük çatışmayı nasıl etkiler? Bu sorulara ilişkin öngörüler hayati önemdedir.

V- Hayır Çıkarsa...

AKP için sandığın ancak kazandığı taktirde bir değeri bulunuyor. Kaybettiğinde ise 7 Haziran seçimleri sonrasında gördüğümüz gibi 5 kuruşluk bir değeri yoktur. Sandığa tekmeyi vurup sonuçları geçersiz kılmak için herşeyi yapacaktır. Yani olası bir hayır sonucunu kabullenmesi söz konusu bile olmayacaktır.

Referandumdan hayır çıkması Tayyip'in tümüyle yenilgiye uğraması anlamına gelmeyecektir. Referandumdan hayır çıkması durumunda Tayyip'in fiili başkanlık sistemini bir kenara bırakıp, kendini hizaya çekeceği beklentisi ham hayaldir. Tam aksine, Tayyip, 2019 seçimlerine kadar olan 2,5 yılda, yada kendini güçlü hissettiği herhangi bir anda yapacağı erken seçimlere kadar, toplumsal muhalefet üzerindeki baskılarını olağanüstü düzeyde arttıracaktır. Tayyip, istemediği sonuçlar çıktığında sandığı tekmelemektedir. Fakat meşruluğunun tek dayanağı olarak da, kazandığı seçimleri göstermektedir. Dolayısıyla, yeni bir seçimle bu "meşru zemini" üretmesinin önündeki tüm engellere elindeki tüm araç ve olanaklarla saldırmak dışında bir yolu yoktur. Tayyip'in geride kalan burjuva siyaset normlarına,"normal"lerine dönmesi diye bir olasılık ise hiç yoktur. Başta da belirttiğimiz gibi, devleti kendi belirlediği eksende (paradigmayla) yeniden kuran her güç gibi, "durursa düşer".

Hiç kuşkusuz, Hayır'ın zaferi durumunda derin bir moral yara alacakları gibi, yeni ve büyük engellerle karşı karşıya geleceklerdir. Herşeyden önce, Tayyip'in üzerini çizen batılı emperyalist güçler, Tayyip'i yerinden etmek için daha büyük bir planlama ve enerjiyle çalışacaklardır. AKP'deki çatlaklar kaçınılmaz olarak daha da büyüyecektir. AKP'nin bölünmesi de olasılıklardan biridir. Oligarşinin geleneksel kanatları Tayyip'e yönelik muhalefetlerini yeniden daha güçlü biçimde ifade edeceklerdir. Ve ellerinde bulunan ve küçümsemeyecek bir gücü olan medya organlarını yeniden adım adım AKP ve Tayyip'in karşısında mevzilendireceklerdir. Tayyip'le ittifak halinde olan TC kontrgerillasına hakim olan ulusalcı kanat Tayyip'le mücadelesinde büyük bir güç kazanacak ve onun hareket kabiliyetini daha da zayıflatmak için hamleler geliştirecektir.

Daha da önemlisi, toplumsal muhalefet üzerindeki baskılar yoğunlaşsada, büyük bir moral, birlikte mücadele ve başarma duygusu güçlü biçimde geri gelecektir. Bu, kitleler içindeki tüm devrimci, demokratik çalışmalar için muazzam bir zemin yaratacaktır. Daha büyük hamlelerin, devrimsel çıkışların nesnel olarak önü daha güçlü biçimde açılacaktır.

Kısacası, hayır sonucu, Tayyip ve AKP için tam bir kabus sürecinin devreye girmesi anlamına gelecektir. Ve tabii ki, oldukça şiddetli çatışmalarla gelişen yeni ve tempolu bir siyasal ve toplumsal mücadele sürecinin de başlangıcı olacaktır.

VI- Evet Çıkarsa... Sömürge Tipi Faşizmin Yeni Bir Versiyonu...

Referandumdan evet çıkması durumunda, Tayyip toplumsal "meşruiyet"ini bir kez daha onaylatmış sayacak ve tüm dünyaya kendini bu temelde yeniden pazarlamaya çalışacaktır.

Referandumdan evet çıkması, esas olarak TC devletinin 1950'lerden bu yana biçimlenişini belirleyen sömürge tipi faşizm gerçeğini yeni bir tarihsel aşamaya sıçratacaktır; sivil açık faşizm. Sömürge tipi faşizmin alameti farikalarından biri, parlamenter görünümlü gizli faşizm ve askeri cuntalar yoluyla açık faşizm pratikleridir. 1990'lardan yani 4. bunalım döneminden itibaren, sömürge tipi faşizm, yeni döneme uygun değişik görünümleri de içermeye başladı. 1980'lerin ikinci yarısından itibaren uç veren ve 1990'larda somut olarak pratikleşen açık ve gizli faşizm uygulamalarının iç içe uygulandığı oldukça sert ve karmaşık bir faşizm uygulamasıydı söz konusu olan. Bir yandan 12 eylül cuntası uygulamalarına rahmet okutan onbeş bine yakın insanımızın faili meçhullere kurban edildiği, üç bini aşkın köyün yakıldığı, yaygın ve sert bir işkence ve infaz pratiğinin yaşandığı, bir yandan da burjuva parlamentosunun oldukça göstermelik biçimde de olsa çalıştığı, legal parti ve kurumların ağır baskılara rağmen varlığını sürdürdüğü bir faşizm pratiğiydi egemen olan. Esasen 2016 15 Temmuz darbesine değin olan süreci, kimi zaman açık faşizm, kimi zaman gizli faşizm uygulamalarının öne geçtiği (2002'den 2010 kadar nispeten gizli faşizm uygulamaları daha baskındır, dönemin geri kalanı açısından, 1990-2002 ve 2010-2016 dönemleri açısından da açık faşizm uygulamaları daha baskındır.) özgün bir faşizm pratiği olarak tanımlamak mümkün. 15 Temmuz 2016 darbesinden (başlangıç olarak 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasını da alabiliriz) sonraki süreci Tayyip "Reis" öncülüğünde açık faşizmin yeni bir versiyonunun başlangıcı olarak görebiliriz. Türkiye'de açık faşizm pratiği esas olarak askeri cuntalar yoluyla devreye sokulmuştu. Tayyip bunun sivil versiyonunu oluşturuyor. Referandumda evet çıkması durumunda bu sivil versiyon resmen yasallaşmış da olacak. Bu sivil açık faşizm versiyonu hemen hemen tüm boyutlarıyla askeri cuntalar dönemlerinden çok daha ağır baskı ve faşist terör uygulamalarıyla gelişiyor. Tüm toplumsal muhalefete yönelik baskılarda bu durum belirgin biçimde ortaya çıkıyor. Yasal mücadele alanları daha Tayyip referandumu yapmadan, yasal bir başkanlık statüsü kazanmadan sıfırlanmak üzere. Cuntalarda güç tümüyle askeri cunta konseylerinde toplanırken, Tayyip diktatörlüğünde tüm iktidar gücü tek kişide toplaşıyor. Cuntalar anayasaları ortadan kaldırsalarda, sınırlı da olsa yasallık arayışı içindeydiler. Tayyip'in pratiğinde anayasa olmadığı gibi, yasallığın da hiç bir önemi yok. Daha yasal olarak başkan olmadan bu pratiği geliştiren AKP ve Tayyip'in başkanlık referandumunda evet çıkması durumunda, kırıntı düzeyinde kalmış olan demokratik mücadele alanlarını yıkıp geçeceği açıktır. Ve faşist terör dalgası esasen dipsiz kuyudur. Onun sınırını ancak devrimci demokratik güçlerin direnme pratiği çizebilir.

Evet çıkması durumunda, Tayyip'in eli tüm burjuva muhalefet güçleri karşısında da rahatlayacaktır. Sivil açık faşizm başta MHP'deki muhalif güçler olmak üzere, ancak hızla CHP'yi de kapsayacak tarzda taaruza geçecektir.

Tayyip, ittifakı olan TC kontrgerillasının gücünü kırmak için yasal ve pratik adımları arttıracak, TÜSİAD'cı geleneksel tekelci burjuvaziyi iyice hizaya çekmek için "büyük baskı ve küçük ödünler" politikasını devreye sokacaktır. Tayyip'in referandum ve ardından da başkanlığı kazanma planının temel hedeflerinden birinin güç yarılmasına neden olan ittifak ilişkilerinden kurtulmak olduğunu ifade etmiştik. Bunun hiç de kolay olmayacağı açık. Çünkü birincisi, bugünkü temel ittifakı olan kontrgerillanın milliyetçi kanadı ordu, polis ve yargı içinde hızla güç kazanmaktadır. Tayyip'in özellikle ordu içinde herhangi bir kadro gücü bulunmuyor. Daha önce, Fetöcülerle ordu ve devlet içinde milliyetçi kanadı dengeleyen, daha sonra at değiştirip Fetöcülere karşı milliyetçi kanatla ittifak kuran Tayyip'in bugün özellikle Ordu içinde milliyetçi kanadı dengeleyecek bir gücü bulunmuyor. Ve kontrgerillanın milliyetçi kanadı, tekelci burjuvazinin geleneksel kesimlerinin, CHP'nin, MHP'nin bir bölümünün ve başkaca güçlerin desteğiyle direnişini sonuna kadar sürdürecektir. Tayyip ve müttefiki kontrgerillanın karşılıklı hamleleri bu daha şimdiden başlamıştır. AKP'lilerin dillendirmeye başladığı "Fetöcülerden nedamet getirenlerin af edilmesi" yönündeki söylemler, aslında hem Fetöcülerden kadro devşirme isteğini ortaya koyuyor, hem de müttefik kontrgerilla güçlerine yönelik çaresiz değiliz mesajını veriyor. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Tayyip'in müttefiki kontrgerillanın ulusalcı kanadının ABD ve NATO'yla birlikte yeni ve emir komuta zinciri içinde yapılacak bir darbeye hazırlıkları yaptıklarına kesin gözüyle bakmak gerekir. Dolayısıyla, referandum sandığından evet çıksa bile, önümüzdeki birkaç yıl içinde Tayyip'in bu ittifak güçleriyle girişeceği büyük güç mücadelesinde işinin hiç de kolay olmayacağı açıktır. Hatta yenilgiye uğraması olasılığı da oldukça güçlü biçimde bulunmaktadır.

Referandumu kazanmasının emperyalist güçlerde yaratacağı tereddütleri, kendi lehine çevirmek için tavizler ve boş kabadayılığın içiçe geçtiği yeni bir ilişki zemini yaratma çabası içinde olacaktır. Ancak ABD, Rusya, AB ve Ortadoğu'da Tayyip'i öngörülebilir, kısmen de olsa güvenilebilir gören tek bir gücün olmadığı gerçeği onunla stratejik ilişkilerin kurulmasının önünde önemli bir set olarak durmaktadır. Referandumu kazanması bu gerçeği değiştirmeyecektir. Olası ilişkilerin esasen bir katlanma ilişkisi olacağı ve gündelik yada kısa dönemli taktik ilişkiler temeline oturacağı ve bunun da Tayyip'in dış politika alanında hareket kabiliyetini önemli ölçüde daraltacağı açıktır.

Bu noktada, MHP ve diğer gerici güçlerin desteğine rağmen, yüzde 50 sınırlarında yada bir başka ifadeyle yüzde 60'lara yaklaşmayan bir "başarı" durumunda, esas olarak siyaseten çok da başarılı sayılmayacaktır. Ve atacağı adımlar nispeten daha da sınırlanacaktır.

VII- Kısa Sonuç

Sonuç olarak, referandum sandığından çıkan ister evet, ister hayır olsun, Türkiye ve Kürdistan'ı bekleyen şey, sınıflar savaşının çok daha şiddetlenmesi, baskı ve terörün daha da yoğunlaşması, katliam, infaz, gözaltı, işkence, tutuklama zincirinin toplumsal muhalefete dönük olarak daha da şiddetlenmesi, emperyalist müdahalelerin daha artmasıdır. Her iki olasılıkta da, devlet ve toplumsal alanda hegemonya savaşının büyük bir hız kazanacağı, Tayyip'in sivil açık faşizm pratiğinin derinleşmesinin kaçınılmaz olduğu açıktır. Tüm çelişki alanları daha da şiddetli çatışmalarla biçimlenecektir.

 

DİPNOTLAR
(1) Plan Kolombiya'nın gelişim seyri ve akibeti başkaca bir çalışmamızdan kabaca şöyle özetleyebiliriz:

"Latin Amerika, ABD emperyalizminin geleneksel "arka bahçesi"dir. "Tanrıya uzak, malesef ABD'ye yakın"dır. Latin Amerika'nın denetim altında tutulması, ABD'nin dünya hegamonyası açısından hayati önemdedir. Bu noktada, her dönem iki ana tehdit söz konusu olmuştur. Birincisi, küçük burjuva milliyetçi/bağımsızlıkçı akım ve hükümetler ve ikincisi ve daha önemlisi devrimci sosyalist hareketler.

Öte yandan, Latin medeniyeti yeni konsepte göre zaten medeniyetler hiyerarşisinin alt sıralarında yer almaktaydı. Latinlere düşmanlık, ayrımcılık ve küçümseme İslama yönelik olan kadar derin olmasada, ABD'de her dönem ciddi bir zemine sahip oldu. Ama daha ötesinde Latin Amerika mutlak biçimde ABD egemenliğinin sınır çizgisiydi. Latin Amerikada bırakalım devrimci, merkez kaç herhangi bir odak bile ABD emperyalizmi için tahammül edilemez bir durumdu. Halbuki 1990'ların sonuna doğru Latin Amerika'daki devrimci ve halk hareketlerinin yükselişi kırmızı alarm boyutlarını bile aşmış durumdaydı. Kolombiya da FARC ve ELN hareketleri ülkenin yüzde 70'inden fazlasında denetim sağlamış durumdaydılar ve iktidarı ele geçirmeye oldukça yaklaşmışlardı. Brezilya'da, Venezuella'da, Bolivya'da ve diğer tüm Latin Amerika ülkelerinde halkçı sol hareketler büyük bir yükseliş yaşıyordu. İşte Plan Kolombiya bu temelde gündeme geldi. Plana göre Kolombiya'daki devrimci hareketi bastırmak için Brezilya'nın (ABD emperyalizminin eksen ülkeler konsepti bağlamında belirlediği vasal ülkelerden biri de Brezilyaydı) öncülüğünde diğer Latin Amerika ülkelerinin katılacağı büyük bir ordu oluşturulacaktı. Bu ordu Kolombiya devletinin isteğiyle ülkeye girecek yani işgal edecek ve Kolombiya ordusu ile birlikte FARC ve ELN'yi yok edecekti. ABD ordusu da bu güçlere hava saldırılarıyla destek verecek daha sonra ABD kara birlikleri de ülkeye giriş yapacaktı. Böylece Latin Amerika'daki en önemli devrimci dinamik yok edilirken, bölge ülkelerindeki halkçı sol hareketlerde bu atmosfer içinde ağır baskı altına alınacaktı. Ve bölge pek çok açıdan tam bir kaos içine sürüklenecekti. Bu gelişmelere bağlı olarak bütün bir Latin Amerika yeni dönemin hegamonya planlarına uygun olarak yeniden dizayn edilecekti. İşgal ve savaş koşullarında bu yeniden dizaynın anlamının oldukça koyu bir faşist devlet yapılanması olduğu açık. Bu plan kısmen ilan edildi ve büyük bir bütçe hazırlandı. Ancak, 1999'dan itibaren tüm Latin Amerika ülkelerinde halkçı partilerin kazandığı başarılar bu planı önemli ölçüde kadük bıraktı. (...) Halk hareketleri bu planı önemli ölçüde etkisizleştirdi, uygulanamaz hale getirdi. Plan Kolombiya bu noktadan itibaren esas olarak FARC ve ELN'nin tasfiyesi için Kolombiya devletine askeri ve mali destek aktarılması ve diğer Latin Amerika ülkelerindeki halkçı demokratik hükümetlerin tasfiyesini hedef alacak tarzında revize edildi. Ve günümüze kadar başlangıçtaki halinden çok farklı biçimde geldi."

(2) Bu çalışma tamamladıktan kısa bir süre sonra (fakat yayınlanmadan hemen önce) Almanya ile başlayan giderek diğer batı Avrupa ülkelerinin de dahil olduğu, Recep Tayyip'de dahil AKP ve devlet yöneticilerinin Avrupa'da referandum çalışması yapmalarını engelleyeme dönük toplantı ve gösteri yasaklamalar başladı. Tayyip ve AKP islamcı faşist diktatör imgesi olarak kesin bir tutumla dışlanıyor. Bunun AB emperyalistlerinin ortak tutumu olduğu yapılan açıklamlardan anlaşılıyor. Hollanda ve Almanyanın seçim sürecinde olması ve gelişen ırkçı faşist partilerin önünü kesmek için merkez sağ partilerin bir atağı olduğunu söylemek mümkün. Ortaya çıkan krizin bir yönü budur. Ancak salt bu tespitle sınırlı kalan bir değerlendirme kesin biçimde sığ bir yaklaşım olacaktır ve işin arka planını gözden kaçırmak anlamına gelecektir. Esas olarak söz konusu olan üstü çizilen AKP-Tayyip çizgisine karşı güçlü bir duruş geliştirmedir. AKP-Tayyip faşizmi bir yıl önce Avrupa'nın geliştireceği saldırıları, Suriyeli göçmenleri Avrupa kapısına yığarak ve şantaj yaparak bertaraf edebilmişti. AB emperyalistleri son bir yıl içinde yoğun bir çabayla göçmenlere karşı Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarında alınan önlemler yoluyla yeni bir şantaj vakasının önünü önemli ölçüde kestikten sonra, şimdi karşısındaki pozisyonlarını net biçimde ortaya koyuyorlar. Bugün TC bakanlarını "istenmeyen kişi" ilan etme düzeyine değin sıçrayan aktüel krizi uzun bir döneme yayılacak çatışmalı sürecin ilk raundu olarak görmek gerekiyor. AKP'nin bu krizden milliyetçi duyguları istismar ederek referandum için oy devşirmeye çalıştığı açık olsa da, tüm prestijinin yerlerde sürünüyor olmasının tersinden bir etki de yaratması da güçlü bir olasılıktır. Önümüzdeki süreçte, AKP-Tayyip faşizminin siyasi, ekonomik ve askeri açıdan daha ciddi darbelerle karşılaşması süpriz olmayacaktır.

 

(Devam Edecek)

 
 

 


Barikat / Aylık Sosyalist Dergi