Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şafak Yargılanamaz 2. Cilt
Derleyen: Hasan Şensoy
Barikat Gazete ve Yayıncılık, Ekim 1993

VI. BÖLÜM
AÇIK FAŞİZM SÜRECİNDE TÜRKİYE

A) 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNDEN SONRA ÜLKENİN DURUMU
12 Mart askeri faşist diktatörlüğünün istenilen sonuca tam anlamıyla ulaştığı söylenemez. İki yıl boyunca istikrarlı bir hükümet bile kuramayan askeri yönetim bu süreçte, devrimciler başta olmak üzere ülkenin sol yelpazesinde yer alan her kesime saldırmaktan, toplumu sindirmeye çalışmaktan, işçi ücretlerini geriletmekten, taban fiyatlarındaki artışları durdurmaktan ve 1961 Anayasası'nda bazı değişiklikleri gerçekleştirmekten başka bir şey yapamamıştır. Sermayenin kendi iç çelişkilerinin çözümü ancak kısa bir süre için törpülenebilmiştir.
Oligarşik iktidar, siyasal planda kendi iç çelişkilerine ciddi çözümler getiremezken, askeri faşist yönetim aracılığıyla, işçi sınıfının sendikal haklarını gasp etmiş, DİSK'i kapatmış, ilerici yurtseverleri cezaevlerine doldurup, kendisi için en tehlikeli muhalefet hareketleri olan silahlı devrimci kesimi imhaya yönelmiştir.
THKP-C ve THKO'ya yönelik operasyonların özü yok etme biçimini almış, önder ve militan kadrolar katledilmiş, üçü idam sehpasına gönderilip, büyük bölümü cezaevlerine doldurularak, ağır işkencelerden geçirilmiş, ağır cezalara çarptırılmıştır.
Diğer birikmiş çelişkiler yumağının sorunları karşısında çaresiz kalan oligarşik iktidar bloğu, bu sorunlarını erteleyerek, 1970'li yıllara devretmiştir. Hem de toplumun üzerinde faşizmin yaratmış olduğu bütün olumsuzluklarla birlikte... Yapılan anayasa değişikliklerine ve ilerici yurtsever, devrimci militan çizgiye verilen gözdağına rağmen, 1973 sonrasında, devrimci - demokrat - yurtsever hareketlerle birlikte, işçi sınıfı ve kitle muhalefetinin hızı artmış, daha güçlü ve kitlesel bir canlılık oluşmuştur.
12 Mart açık faşizmini çözüm olarak gören işbirlikçi tekelci burjuvazi, bu sorunların sancılarını 1970 sonrasında tüm yakıcılığıyla hissetmiştir. Parlamenter faşizm uygulamasının sürdüğü bu dönemde burjuva siyasal partiler istikrarsızlıklarını her alanda sergilemişlerdir. Bu durum kısa aralıklarla çöküşlerinin, yürütmeye ilişkin çözümsüzlüklerin dönemsel temelini oluşturmuştur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin, 12 Mart'ın hemen ardından yüzyüze gelmiş olduğu sorunlar karşısında zayıf ve güdük önlemlerle yetinmek zorunda kalmıştır. Hala bir yandan işçi sınıfının ve öteki toplumsal güçlerin bastırılma sorunlarıyla karşı karşıyadır. öte yandan oligarşik ittifakın içinde önemli bir yer tutan büyük toprak sahipleriyle sanayi burjuvazisinin gerisinde kalan ve ülkenin az gelişmişliği nedeniyle var olabilen kesimler ile de mücadele etmek durumundadır. Bu konumlanışı, problemlerin soluk alabileceği tarzda çözümünü zorluyordu. Sorun nitelik olarak eskisinin aynıydı, ama 1970'li yıllarda aldığı siyasal ifade biçimi bir önceki döneme göre de farklı bir takım özellikleri de birlikte getirmişti.
1970'li yıllar sonrasında, AP bir kez daha oligarşi bloğunu oluşturan sınıf ve katların yanı sıra işçi ve emekçi köylü kitlelerin de potansiyeline oturmaya soyunarak, din ve sivil faşist militer olgular temelinde oy toplamış, diğer partileri yedeğine almıştır. CHP ise işbirlikçi tekelci burjuvaziye, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin oy desteğinde, çıkarları sanayi kapitalizminin gelişimiyle çelişen büyük toprak sahiplerini ve diğer kat ve sınıfları geriletme alternatifini sunuyordu.
1973 sonrasında bir kez daha yükselen devrimci hareketlenme ve kitle muhalefetinin sivil faşist terör eylemleriyle bastırılıp sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda, bu yeni kamplaşma olgusu, (siyasal üst yapının nesnel biçimlenmesi anlamına gelmese de) toplumsal muhalefet kesimlerinin ses bulması tarzında değerlendirilmelidir.
Oligarşi, siyasal bunalımına geçici çözümlerin peşinde koşarak, çeşitli burjuva partileri aracılığıyla koalisyon hükümetlerini denemiş, parlamenter faşizmin uygulandığı bu dönemde, toplumsal ve ekonomik sorunlara çözüm bulamamış, çözüm olarak gündeme getirdiği her yeni uygulamanın kısa zamanda yıpranıp tıkanması dolayısıyla siyasal planda bir açmazlar zinciri yaşamıştır.
Emperyalizmin denetimindeki politikanın gönüllü uygulayıcısı işbirlikçi tekelci burjuvazinin partiler üzerindeki politikaları sonucu, bu partiler hızla oy tabanlarından uzaklaşmışlardır. Devrimci hareketin nicel gelişimi, silahlı mücadelenin yaygınlık kazanması, milli krizin derinleşmesine ve suni dengenin kitleler lehine zayıflamasına yol açmıştır.
1977 sonrası yaşanan derin ekonomik bunalım ve açmazlar, işbirlikçi burjuvazinin ve ittifaklarının, önlerindeki engelleri çıplak bir biçimde görecekleri ve bunalımlarının çözümünün ertelenemez boyutlar kazandığı bir aşamaya ulaştı. Sermayenin eski birikim sağlama olanaklarının önü tıkanmış ve artık kısa vadede farklı seçenekleri ardı ardına gündeme getirmek zorunlu hale gelmiştir. Dolayısıyla, Türkiye kapitalizminin "yeni bir doğrultuda" gelişebilmesi için egemen ittifaka yeni "çözümler" gerekiyordu. Bu yol üzerinde, emperyalizmin istemleri ve çıkarlarıyla ortak paydalarda çakışan işbirlikçi tekelci burjuvazi, uzun vadeli-aşamalı planlar içine girmiştir.
Yükselen devrimci mücadele ve emekçi sınıfların genişleyen hareketliliğinin 12 Mart açık faşizmi döneminde olduğu gibi geçici olarak bastırılması doğrultusundaki çözümler, oligarşik iktidar açısından artık doyuruculuğunu yitirmişti. Çünkü 1973'ten itibaren sivil faşist terör çeteleriyle, MİT, kontrgerillanın ortak organizasyonunda gerçekleştirilen sindirme taktikleri geri tepmiş, karşıtını geliştirmiştir.
Sonuç olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazi, sistemin bir bütün olarak yeniden "düzenlenmesi"nin gerekliliğinin, kendisi açısından bir dayatma haline gelmekte olduğunu görmüştür. Geçici önlemlerle ancak belli bir zaman diliminde "idare edebileceğini", burjuva siyasal önderliğin bölünerek o süreçteki yetkinliklerinin de felce uğrayacağını anlayarak, genel bir panik yaşamıştır.
1979 İran İslam Hareketi'nin patlak vermesi, hem ABD emperyalizmini ürkütmüş hem de yerli müttefiklerini tedirgin etmiştir. Emperyalizmin Ortadoğu'daki sac ayaklarından biri konumunda olan Şahlığın devrilmesi sonucunda, ülkemizin emperyalizmin gereksinmeleri açısından önemi artmış ve bu planda daha fazla yüklemin öznesi olmak durumunda kalmıştır. ABD, bu görevi bir an önce devralması için ülkedeki düzenin yeniden sağlanması, güçlendirilmesi, sistemin onarılması gerektiğini hissetmiş, "Güçlü bir Türkiye" arzusunu gündem tahtasına asmıştır.
Türkiye toplumsal yaşamında o güne kadar ekonomik ve siyasal baskıların çeşitli biçimleri yaşanmış olmasının yanı sıra, 12 Mart açık faşist darbesiyle yönetim devresine giren ordu, toplumun geniş emekçi kesimlerinin yaşamını yeni bir karanlığa gömmüştür. Türkiye kapitalizminin emperyalizmin güdümündeki çarpık gelişimi, yeni-sömürge kapitalizmi özellikleri kapsamında, devlet aygıtının sürekli baskı unsuru olmasını ve faşizmle özdeşleşmesini beraberinde getirmiştir.
12 Mart, Türkiye'de , faşizmin yeni bir biçim denediği dönemdir. Faşizm açısından esas olan, devrimci ve ilerici hareketlerin gelişmesine olanak sağlayan görece demokratik 'özgürlükleri' kaldırmak, işçi sınıfının devrimci sendikal ve siyasal hareketinin gelişmesini önlemek, onu müttefiki olan sınıfı ve katlardan tecrit etmektir. Programlarını, parlamentoyu ve öteki demokratik kurumları yüzeysel işleyişleriyle de olsa koruyarak gerçekleştirebileceği zaman, kimliğini bir ölçüde de olsa maskeleme olanağı bulmakta, uygulamalarını bu şekilde sürdürmektedir.
12 Mart açık faşizmi, yönetimde cunta şeklinde cisimleştikten sonra, ilk yönelim olarak, ülkemiz koşullarında iktidara karşı savaşımın yeni ve ihtilalci hattı olan THKP-C ve onun yanı sıra THKO'yu seçmiştir. Bu hareketlerin başlatmış olduğu siyasal şiddetin biçimi olan gerilla savaşından birinci derecede etkilenen oligarşi, ülkenin özellikleri dolayısıyla, varlığını yalan, demagoji ve aldatma temeline dayamıştır.
Kitleler nezdinde, devrimci hareketlerin mücadelesinden ötürü teşhir olmaya başlamasının; varlık koşullarını yitirmeye başlamasının, ayağının altındaki zeminin kaymaya başlaması anlamına geldiğini bildiği için, devrimci güçlerin yok edilmesi yolunda bütün militarist, faşist kurum ve olanaklarını seferber etmiştir.
Emperyalizm ve oligarşi, bu dönemde ne yazık ki silahlı mücadeleyi kısa bir süre için de olsa kesintiye uğratabilme başarısını kazandı. İkinci olarak, devrimci hareketle birlikte işçi sınıfı ve emekçi köylü kitlelerinin uyanışını yine aynı şekilde boğma ve bu kesimlerin hareketliliklerini ezme programını gündeme sokabildi. 12 Mart açık faşist diktatörlülüğünün yarattığı sonuçlar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin gereksinimlerinin yanı sıra, ABD emperyalizminin ülke içindeki yerleşim seyriyle de bire bir çakışmış ve böylelikle yeni sömürgelere özgü, sömürge tipi açık faşizm uygulaması kurumlaştırılmıştır.
- 12 Mart açık faşist diktatörlüğü aracılığıyla, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yararına, diğer tüm sınıf ve katların zararına gelişmeler sonucunda, egemenliğin çıkarlarına uygun bir şekilde çözüm bulunamasa da soluk aldırılmıştır. Gereksinimlere uygun olarak, kısmi bir reorganizasyon süreci yaşanmıştır.
- Silahlı mücadelenin etkileri nedeniyle zayıflayan suni dengeyi yeniden onarıp, pekiştirmenin koşulları yaratılmıştır.
- Geçici de olsa, oligarşi içi çelişkileri erteleme olanağına kavuşulmuştur. Bu süreçte işbirlikçi tekelci sermayeye etkinlik kurabilmesinin olanakları sağlanmıştır.
- Devlet yapısı içindeki feodal toprak sahiplerinin etkisi azaltılmıştır.
- Ordu içindeki radikal personel tasfiye edilip, ordu gerçek bir iç savaş ordusu haline getirilmiştir.
12 Mart açık faşizminin kendine sağladığı olanakları iyi değerlendiren işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri, oligarşinin diğer kesimlerinin iktidardaki etkilerini zayıflatmış, kendi yararına bir dizi önlem alınmasını sağlamıştır. Oligarşi, baskı yöntemlerini pervasızca kullanarak işçi sınıfının öncülerini saf dışı bırakmış, sömürüyü katmerleştirerek, tekel karlarını azami düzeye çıkarmıştır.
12 Mart açık faşizmiyle birlikte oligarşi lehine genel planda tatmin edici gelişme sağlanamasa da özellikle işbirlikçi tekelci burjuvaziye, Türkiye'nin politik ve toplumsal yaşamında daha etkin olmasının yollarını açmıştır.
Açık faşizmin uygulanışından en önde ve tüm aktivasyonuyla görev yapan Türk Ordusu, halkın gözünde o süreç içinde caydırıcı bir etki sağlamakla birlikte geleneksel güven ve sempatisi zedelenmiştir. Dolayısıyla, ordunun daha sonraki dönemlerde ihtiyaç duyulacak fonksiyonları açısından, halkın yeniden sempatisini kazanabilmesinin yolları aranır hale gelmişti.
Ordunun yürütme, yasama ve yargılama işleyişleri üzerindeki rolünün bir önce azaltılması, yeniden sömürge tipi faşizmin diğer biçimine hızla geçilmesi, askerlerin perde gerisindeki konumlarına çekilmesi hem gereksinim, hem zorunluluk olarak değerlendirilmiştir. Cuntanın denetiminde dönemin ekonomik-politik sorunlarını çözmekle görevlendirilen 'sivil hükümetler' kurdurularak, 12 Mart faşizmi meşru kılınmaya çalışılmıştır.
26 Mart 1971'de Nihat Erim'in başbakanlığında 1. Erim Hükümeti kurdurtulup, dönemin ekonomik, politik sorunlarının çözülebilmesi savıyla yasal düzenlemelere gidilmiştir. Bilindiği gibi işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemi, toprak sahiplerinin iktidar bloğundan dışlanıp, "toprak reformunun" yapılmasıydı. Ancak her şeye rağmen egemen olmayan tekelci burjuvazi, toprak sahiplerinin büyük direnciyle karşılaşmıştır ve problem çekmeceye geri konulmuştur.
Bu ortam ve birbirini dışlayan, çatışan istemler, iktidarın yönetsel erk olarak ta, egemen sınıflar olarak ta iç siyasal bunalımının artmasına neden olmaktaydı. Fakat asıl "büyük tehlike", hızla kitleler üzerinde daha fazla etkiye sahip olmaya başlayan silahlı devrimci mücadelenin devamlılığından kaynaklanan sorundur. 1. Nihat Erim Hükümetleri, bu önemli sorunları çözümleyemediği için, hem halkın gözünde, hem de oligarşi nezdinde çok kısa sürede yıpranarak, 3 Aralık 1971 günü istifa etti.
Hemen peşinden yeni bir denemeye girişilip, 11 Aralık 1971 günü II. Nihat Erim Hükümeti kurdultuldu.
Türkiye'nin ciddi birikimlerle yoğunlaşmış ekonomik, politik boyutlu sorunlarının çözümü iddiasıyla görev alan Nihat Erim Hükümetleri, açık faşizmin tüm desteğine ve olanaklarına rağmen, çözümü öngörülen yeni bir ekonomi-politika uygulayabilmenin koşullarına sahip değildi.
Ülkenin ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, tarihsel özelliklerinin sonuçları ve biçimlenişinden kaynaklanan, işbaşındaki egemen sınıfların bileşimi olan oligarşik yapılanmanın değişimi, ancak ve ancak bu koşulların değişimi, onun yapılanma sürecinde varlık verisi olmuş olguların farklılaşması ile olanaklıydı.
Oysa, ülkedeki yapı, bu güçlerin birbirlerini tamamıyla tasfiye edebilmelerini, tek başına işbirlikçi tekelci sermayenin egemenliğini engelliyordu.
II. Nihat Erim Hükümeti, açık faşizmin programatiği kapsamında devrimci mücadele çizgisinin yok edebilmesinin tüm "yasal" çerçevesini düzenleyip, "balyoz" harekatı olarak adlandırılan askeri operasyonlara başlamıştır.
Faşizmin azgınca saldırılarına ve bütün evrensel düzeyde politik saptamalar ışığında nitelikli bir mücadeleye girişen THKP-C (ve yanı sıra THKO) direnci, bu süre içinde askeri bir yenilgiye uğradı. Aynı dönemde, sözde komünistler, sosyalistler, ideolojilerine ve siyasal anlayışlarına uygun tarzda, bavulları eşliğinde faşizme teslim olmuşlardır. Türkiye işçi ve köylü emekçilerinin mücadelelerinin, revizyonizmin pasifizmin insafına kalması nedeniyle, genel sonuç açısından açık faşist teröre karşı direnilememiştir.
Ekonomik planda ise, tıkanıklığın önünün açılabilmesi, özellikle döviz gelirlerinin artırılması gerektiğinden, ABD emperyalizminin önerisiyle, 12 Mart dönemi boyunca geçici tedbirlerle, yarı reorganizasyon güdüklüğü sürdürülmeye çalışılmıştır.
Dünya bankasının 1971 Türkiye Raporu tehlikenin boyutlarını saptıyor ve yapılması gerekenleri sıralıyordu. Rapor:
"...eğer Türkiye gelecekte hızlı bir sanayileşme yapacaksa, sanayileşme politikasının başlıca (temel) amaçları;
a) Koruma engellerinin giderek kaldırılması,
b) Piyasa ekonomisine (AET ile bütünleşme de dahil) hızla geçiş,
c) Sanayileşme önceliklerinin dikkatle, ekonomiye öncelik verilerek yeniden saptanması,
d) Büyüme potansiyeli olan belli madencilik, orman ürünleri, sanayi ve mühendislik-müşavirlik alanlarında yapısal ve kurumsal değişikliklerin hızlandırılması,
e) Yabancı sermaye ve işletmecilik, teknik bilgi ve pazarla bütünleşme gibi konularda, yabancı sermaye holdinglerinin baskısının sağlanması.
." ana hatlarını içermekteydi.
Bu politikanın öngörülmesinin başlıca nedenleri; ABD emperyalizminin kendi ekonomisinin askerileştirilmesi, yeni sömürge Türkiye'ye sanayi yatırımlarının yapılmasına ilişkin bir gereksinimi olmaması ve uluslar arası düzeydeki son bunalımdan ötürü güç kaybetmesi, yeni sömürgelere dolar akıtmak istememesidir.
Dolayısıyla uluslar arası finans kurumları aracılığıyla, Türkiye'de daha sistemli bir sömürü mekanizması yaratmanın yollarından biri de, ülke kapılarının AET emperyalizmine de açılması, böylece bir yeni sömürgenin ona yüklediği modern angaryadan bir ölçüde kurtulabilmesidir.
Kısaca, yeni sömürgecilik ilişkilerinin daha ileri boyutlar içinde, yeniden düzenlenip uygulamaya konulması öngörülüyordu. ABD emperyalizminin boynu bükük uydusu işbirlikçi tekelci burjuvazisi ise bu politikayı uygulamaya karşı tümüyle "hazırol" durumundadır.
Böylelikle, Cumhuriyet tarihinin 3. büyük devalüasyonuyla Türk Lirası'nın değeri büyük ölçüde gerçek değerinin altında tutularak, uygulamanın beklentileri önemli oranda karşılanacak, devalüasyonun etkisiyle ihracat artacak ve işçi dövizleri girdileri hızlanacaktır. Ne var ki 1970'in başlarında 2 milyar dolarak varan rezerv birikimi, izleyen yıllarda tamamen erimiştir.
Türkiye ekonomisinin bunalımdan çıkabilmesinin olanaksızlığı nedeniyle ülkenin istikrar vaat etmemesi, hükümetlerin peşpeşe düşmesini ve bunların yerine bir başkasının getirilmesini de kaçınılmaz kılmaktaydı. Parlamenter faşizme geçişin taktikleri olarak, halk nezdinde iyice prestij yitimine uğrayan II. Nihat Erim Hükümeti'nin istifa edip, yerine bir yenisinin kurulması programı hayata geçirilmeden önce, bu hükümet üç THKO liderini idam sehpasına göndererek son görevini yerine getirmiş, ve 17 Nisan 1972'de de istifa etmiştir.
22 Mayıs 1972'de ise Ferit Melen başkanlığında yeni bir hükümet kurdurtulmuştur. Oligarşik Diktatörlük, sorunların çözümsüzlüğünün ordunun ya da diğer devlet kurumlarının güçsüzlüğünden değil, işbaşındaki hükümetlerin beceriksizliğinden kaynaklandığını kitlelere kabul ettirmeye yönelik bir propaganda sürecine girmiştir. Melen Hükümeti'nin de kısa sürede yıpranmasıyla, önce hükümetin sadece başbakanı değişiyor, diğer yöneticileri yerlerini koruyorlardı. Bir dönem de bu şekilde idare edildikten sonra, 10 Nisan 1973'te Melen Hükümeti istifa etmiştir. İzleyen günlerde aynı niteliklere sahip olan Naim Talu Hükümeti kurulmuş, ve 1973'ün 16 Aralık'ında da bu hükümet görevden ayrılmıştır.
Nihayet 14 Ekim 1973'te genel seçimlere gidilmiş, bu seçimlerde geçmiş dönemin bütün yıpranmışlığını taşıyan AP, iktidara gelecek sayıda milletvekili çıkartmayı başaramamıştır. CHP ise eskiye oranla seçimden güçlü çıkmasına rağmen, tek başına yürütme erkini ele geçirebilecek sayıya ulaşamayınca, oligarşi'nin etkin güçlerince çeşitli güçlerince partiler arasında bir koalisyon hükümetinin kurulması öngörülmüştür. Bu doğrultuda 26 Ocak 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonu temelinde Bülent Ecevit Hükümeti kurulmuştur.
"12 Mart açık faşizminden çıkan Türkiye ekonomik ve politik sorunlarını çözmemiş, aksine daha da yüklü problemlerle yeni bir sürece girmiştir. Her ne kadar demokrasicilik oyununun bir perdesi CHP-MSP koalisyonuyla açılmış olsa da sistemin doğal krizi çözümlenememiş, bunlara 1973 petrol krizi de eklenince, döviz girdilerindeki açık ve dış borçlar giderek yükselmiş, kitlelerin yoksullaşması hızlanmıştır…" (MLSPB 3. Olağanüstü Konferans belgelerinden.)
Tarihin akışı, rejimin istikrarsızlığına, bunalımın çözümsüzlüğüne ve derinliğine ilişkin olarak, emperyalizmin ve oligarşinin hiçbir koşulda kalıcı ve ciddi dönüşümler sağlama şansının olmadığını, ekonomik ve siyasal krizin hafifletmek bir yana, giderek kültürel ve siyasal krizlerle beslenip, büyüyeceğini, bu objektif veriler temelinde tek şansın halka ait olduğunu en fazla bu dönemde göstermiştir.
Parlamenter faşizmin uygulayıcısı olan burjuva siyasal partiler ve hükümetler hukukun burjuva hukuk sistemine, demokrasinin metropollerdeki burjuva demokrasilerine benzemediğini ve artık yeni sömürge demokrasilerinin parlamenter faşizmle özdeş olduğunu belirgin ve çarpıcı yönleriyle deşifre etmek zorunluluğuyla karşı karşıyaydılar. Çünkü toplumsal yükselişle orantılı olarak faşizmin ibresinin de yükselmesi kaçınılmazdı.
1967'lerden beri ciddi bunalımın içende olan emperyalizmin ikameci politikaları, ülkenin özgün koşullarından kaynaklanan yapısal sorunlarıyla birleşince sürekli bir bunalımın en geniş zemini ortaya çıkmaktadır. Türkiye ekonomisinde, 1970'lerin başından itibaren bu krizin her alanda hissedilir hale gelmesi ile, uygulanan bazı değişik programlara rağmen durum hep aynı kapsamda biçimlenmiştir.
1975 yılının ülke ekonomisi panoramasında, gerek ulaşılan düzey ve hedeflerin, gerekse de sorunların boyutları açısından ilginç veriler gözlemlenmektedir. Emperyalizm dünya ekonomisinde bir sıçrama kaydetmiş, buna koşut olarak az da olsa, Türkiye ekonomisi kısa vadede göreli bir gelişme göstermiştir. Ancak bir yandan hammadde ve petrol fiyatlarının beklenmeyen artışı, öte yandan izlenen enflasyonist politika, fiyatlarda %20'yi geçen artışlara neden olmaktadır. CHP-MSP koalisyonunun bir süre ertelediği zamların gerçekleşmemesi politik ortamı yumuşatmıştır. Kısa bir dönemin sonunda, uygulanmakta olan yeni ikame ekonomisinin işleyebilmesi için gerekli olan yöntemler, işçi ücretlerinin dondurulması ya da ücret artışlarının durmasına karşı, temel kullanım maddeleri üzerinde zam paketlerinin açılmasını içermekteydi.
ABD emperyalizminin denetiminde çarpık bir biçimde geliştirilen bu ekonomi, alt ve üst yapıların doğal dokusuyla tamamen çelişti. Yukarıdan aşağıya yeni bir yörünge sistemine oturtulmaya çalışılan Türkiye'nin emperyalizme tabi ve girift ilişkileri nedeniyle, sanayisinin gelişimi, ABD ile bağımlılık ilişkilerinin artışına paralel bir rota izlemiştir.
ABD emperyalizmi özellikle Vietnam devrimci hareketinin direnciyle karşılaşıp yenilgiye uğrayınca, Nixon istifa etmiş, ancak daha önceki konuşmalarında, "1975 yılı çok iyi bir yıl olacak, 1976 da Amerikan tarihinin en iyi yılı olacak " kehanetinde bulunmuştur. Vietnam yenilgisi sonucunda bunalımı artmış, ülke içinde %10'a varan işsizlik ve %10'un üzerinde bir enflasyon hızıyla ABD emperyalizmi, "özgür dünyayı" son kuşağın yaşadığı en şiddetli ekonomik krize sokmuştur.
Böylesi ciddi bir bunalıma giren ABD emperyalizmi, bu bunalımı kaçınılmaz bir biçimde ve zaman geçirmeksizin yeni sömürge ülkelerle mevcut kanallarından bu ülkelere akıtmaya başladı. Ödemeler dengesi bozulan, dış borçları tehlikeli boyutlara ulaşan geri kalmış ülkelerin ekonomilerinin güçlükleri yoğunlaştı, zor anlar yaşanmaya başlandı. Emperyalist sanayi tekellerinde klasik birikimin aşırı üretim bunalımı ortaya çıktı ve genel kar oranı düştü. Doların değeri ve dünya para sisteminin işlerliğinin duraklaması, emperyalistlerin ve emperyalist tekellerin arasındaki çelişkilerin artması, bunların birbirlerinden şikayetleri arasında, daralan pazardan pay kapma uğruna dalaşmalarının orta yerindeki kurbanlıklar elbette ki yeni sömürgelerdir. Böylece emperyalist kapitalist dünya, 1974-75'te (gerçek anlamda petrol krizinden önce, 1973 ortasından başlayarak) %10 ve %15'e varan üretim düşüşleriyle, savaş sonrasının en ağır resesyonuna girdi.
1960 öncesi temelleri atılan yeni sömürgecilik ilişkileri kapsamında yeni sömürge ülkeleri de kendi içlerinde kategorilemeye tabi tutmak zorunludur. Kapitalizmin (-ister metropolde olsun, ister yarı sömürgelerde ya da yeni sömürgelerde olsun-) eşitsiz ve dengesiz gelişimi nedeniyle, her ülkenin ekonomisinin gelişim düzeyi farklılıklar gösterecektir. Emperyalizmle ilişkilerin karakteri de aynı şekilde bağımlılık düzeyi, yöntem ve işlerlikte değişiklikler gösterir. Yukarıda değindiğimiz gibi bazı yeni sömürge ülkelerde sanayileşme oranı daha yüksek olabilmektedir.
Türkiye sanayisinin temelleri esas olarak 1930'lu yıllardan itibaren devlet eliyle atılmıştır. 1945 sonrasında yeni sömürgecilik ilişkilerinin gelişimiyle birlikte, montaj karakterli özel sanayi kuruluşları, mamul madde ya da yarı mamul maddeleri buralardan kolayca temin edebildiğinden yeni sömürge ülkeler içinde sanayisi görece ileri olan ülkelerden biri olduk. Bu gelişim aynı zamanda ülkenin kabuk değiştirmesini de sağlamıştır. Öte yandan kapitalist ilişkilerin empoze bir süreç izlemesi dolayısıyla, emperyalizmle girilen ilişkiler doğal olarak, ülke ekonomisinin gelişim seyrini de belirlemeye başladı. Ve metropoldeki her hareketlilik direkt olarak izdüşümünü yarattı. (Gerileme, iniş, durağanlaşma, rahatlama.)
Ülkemizin sanayisini belirleyen ve "bacasız fabrika" olarak adlandırılan, montajcı sanayileşmenin özelliklerinden kaynaklanan sonuçlara göre, ithal ikameci sanayileşmede dönem dönem gözle görülür gelişme izlenmiştir. Ancak emperyalizmin ülkede yaratmış olduğu yıkıcı etkiler nedeniyle bu gelişmeler kendisini yok edecek olguları da kendisiyle birlikte geliştirmiştir.
ABD emperyalizminin eski sömürü biçimini tüketmesi ve meta ihracının yerini ağırlıklı olarak sermaye ihracına bırakmasıyla; teknoloji, teknik bilgi, yedek parça, teknik eleman, isim, patent hakkı faktörlerinin ağırlık kazanması, özünde bağımlılık ilişkilerinin ekonomik olguları olmuştur. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ise montajcı sanayileşme sürecinde, çıkarları emperyalizmin çıkarlarıyla özdeşleşen ülkede bu ilişkilerin çıkrığı olmuştur.
Başlangıçta küçük ölçek ve kolay teknoloji ile yürütülen üretim başarı göstermiş, fakat bir süre sonra, Pazar sorununun gündeme gelmesi ile çözümsüzlük baş göstermiştir. Montaj sanayi ürünü olan sanayi malları artışı sürdükçe, biriken malları pazarlayabilmek için, kendisine Pazar arama mücadelesi içine girmiştir.
Bunun ilk örneği olarak, tekstil ürünlerinin ülke pazarına doldurması sonucu, tekstil mallarına yeni Pazar arama çabası içine giren sermaye çevreleri Avrupa'ya açılmaya çalıştı. Ancak AET'li emperyalist tekeller ve ülkeler, özellikle İngiliz emperyalizmi, buna şiddetle karşı çıkıp, uluslar arası finans tekellerini harekete geçirerek (sermaye transferlerinin kısıtlanması, durdurulması, gümrük duvarlarının yükseltilmesi vb. yöntemlerle), Türkiye tekstil ürünlerinin dış pazarda yer edinme girişimlerini engellemiştir.
İthal ikameci sanayileşme süreci 1970'lerin başına kadarki aşamada belli bir seviyede tutularak ve bu bağlamda da, önemli bir güçlükle karşılaşmadan sürdürülmüştür. 1970'lerden itibaren ise daha zor olan, daha "ileri" teknolojiye dayanan dayanıklı- tüketim malları buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon vb- bunun yanı sıra otomotiv sanayi hızlı bir gelişim gösterdi.
Ülke özgülünden kaynaklanan nedenlerle başlangıçta ithal ikameci sanayileşmede yeni ikameci geçiş kolay olmuştur. Daha önce devlet eliyle kurulmuş olan ve ülke sanayinin temelini oluşturan demir-çelik vb. üretim ürünleri, montaj sanayinin işini kolaylaştırmıştır.
Ayrıca ABD emperyalizmi bu dönemde bütün diğer dönemlere oranla daha fazla doları Türkiye'ye ayırmaktadır. Bu dolarlar, iç sermaye birikimini hızlandırıp, belirli bir seviyeye gelmesini sağlamanın yanı sıra, işbirlikçi burjuvazinin tekelci karakter kazanmasını da sağlamıştır. Özellikle Koç Holding'in tutumlarında rahatlıkla izlenebileceği gibi, devleti, kendi istemleri doğrultusunda bir takım düzenlemeler yapmak için rahatlıkla yönlendirebilecek güçler haline gelmişlerdir.
Öte yandan ithal ikamecilğin bu d önemlerindeki uygulamalarında ve bir sonraki aşamaya geçişte, ülke içinde ciddi politik engellerle karşılaşılmamış, bu durum emperyalizmin ve tekelci sermayedarlarının işlerini bir hayli kolaylaştırmıştır.
Diğer önemli avantaj da 1960'lardan itibaren Avrupa'nın çeşitli ülkelerine yönelik işçi akımının gündeme gelmesi ve bunlardan sağlanan döviz gelirlerinin ciddi bir kaynak oluşturmasıdır. Söz konusu döviz gelirleri, emperyalist sermaye, fon, kredi borçlarının girdi olarak akışıyla birleşince, işbirlikçi tekelci sermayenin gelişimi hızlı bir ivme izlemiştir.
İthalatın ihracattan fazla olması durumunda ekonomiyi yürütmenin yolu böylece bulunmuş oluyordu. Gelir dağılımının bütün dengesizliğine karşın, toplumun önemli bir kesimini oluşturan kent küçük burjuvazisi artı esnaf, artı hizmetliler ve işçi kesimi ürünlerin kentlerdeki pazarını oluşturuyorlardı.
Kapitalizmin gelişiminin alt yapıya yönelik işlevlerine koşut olarak kırsal alanlardaki değişimler nedeniyle (yollar, elektrifikasyon vb.) kırsal kesimin önemli bir bölümü de bu ürünlerin pazarlanabilmesini olanaklı kılıyordu.
Kendi bunalımı nedeniyle döviz girdilerinin emperyalistlerce kısıtlanması ve ülkenin sürekli artan dış ticaret açığını, 1970'lerin başından itibaren AET ekonomistlerinin döviz girdileri, borçlar, krediler, borç sermaye akışıyla kapatmaya çalışan Türkiye, bu açmazlar ortasında bunalımının kısa sürede oldukça derinleşeceğini görmeye başladı. Borçların artması, faizlerin birikmesi dolayısıyla ödemede çekilen güçlük, mevcut krizin derinleşmesinin en somut ve boyutlu sonucu oldu. Nitekim, 1974'ten sonra ödemeler dengesi darboğazı etkisini her alanda göstermiştir.
Petrol üreten ülkelerin (OPEC) ve uluslararası petrol tekellerinin petrole yaptıkları zamlar, Türkiye sanayisini derinden etkilemiştir. Sanayinin belkemiğini oluşturan KİT'ler ve montajcı özel sanayi kuruluşları, eski teknolojinin ürünleri olarak, petrol fiyatlarının düşük olduğu dönemin hesaplarına göre kurulmuştur. Petrol ithalatının kısıtlanması sanayinin felç olması anlamına geleceğinden petrol fiyatlarındaki artış, Türkiye ihracat gelirlerinin ancak petrol ithalatını karşılaması sonucunu doğurdu. İthalatın diğer kollarının da gerçekleştirilebilmesi için ise, yine temel kaynaklara dönülmesi zorunluydu. Genel bunalımın bu durumla çakışması sonucu, ülke ekonomisi tam bir açmaza girmiş oldu.
Tüm bunların üstüne 1974'ün 20 Temmuz'unda Türk işgal ordusunun Kıbrıs'a çıkarma yapması, başta ABD olmak üzere AET emperyalizminin görünürde tepkisini kazanmış, (1) bu vesileyle emperyalizm muslukları kapatmış, daha önceki yıllarda olduğu gibi düşük faizlerle kredi alabilmenin koşulları ortadan kalkmaya başlamıştır. ABD emperyalizminin sözkonusu durumunun yanısıra, AET'li emperyalistler de, kendi bunalımları temelinde dışarıya döviz akışını önleyebilmek amacıyla, Türkiye kaynaklı işgücü talebini azaltıp, orada çalışan Türk işçilerin sayısında indirim yaparak, ekonominin bu avantajını da tehdit etmeye başlamıştır.
Petrol fiyatlarının artması karşısında, dolaylı olarak krizi belirleyen bir diğer faktör de, ABD ekonomisinin ve devletinin dünya ölçeğindeki egemen pozisyonunun zaafa uğraması, AET ve Japon emperyalizminin fon transferlerinin yol açacağı tıkanıklıktan yararlanmaya başlamalarıdır. ABD doları karşısında bu ülke paralarının değer kazanması, dolar imparatorluğunu zor durumda bırakmıştır.
Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin lideri ABD, artık eskisi gibi rahatça dolar harcayamamaya, dünyayı saran fon transferinin yerine ticari kredi sistemini önermeye başlamıştır.
Açık faşist diktatörlüklerin gündeme getirilmesini belirleyen toplumsal koşut, devrimci mücadelenin yükselmesi ve halk kitlelerinin düzeni tehdit eden hareketliliğidir. Fakat bu süreçlerin yoğunlaştırılmış faşist terörü ve baskısıyla ne denli ezilmiş, yıpratılmış, pasifize edilmiş olursa olsun, ülkede bir sol potansiyel varlığını sürdürmektedir. Bu durum, dönem sonrasında da oligarşinin gözetmek zorunda kaldığı en önemli olgu olmuştur. Bu olguyu oldukça dikkatli ele aldığı görülen oligarşilerin ve emperyalizmin, açık faşist diktatörlük dönemlerinden sonra, genellikle bu dönemi birinci dereceden çağrıştıran partileri değil, olanaklar el veriyorsa, sol imajlar da yüklenmiş düzen partilerini, yoksa çeşitli nedenlerle tali konularda cuntalara karşı konumlanma görüntüsü yaratmış partileri tercih ettikleri görülmektedir.
Bu durum demokrasi görüntüsünü pekiştirmeye hizmet etmekte, hem de sol potansiyelin pasifikasyonunun yeni bir yöntemle sürdürülmesi avantajını yaratarak, solun belli kesimlerini potasında eritebilmektedir. Aynı şekilde ilk genel seçimlerde oligarşinin bu yöndeki gereksinimlerine yanıt veren parti CHP olmuştur.
Devrimci savaşın, yenildiği halde sarsılmayan prestijiyle, halk muhalefetinin gizli devrimci olguların da bilincinde olan egemen sınıflar, sözkonusu politikaya denk düşen demagojik sloganlarla, CHP'nin siyasal arenadaki etkinliğinin büyümesinin arkasında olmuşlardır.
1973 seçimleri esnasında CHP'nin sürdüreceği politika daha 12 Mart dönemi içinde saptanmıştı. Bu dönemde ülkede var olan her siyasal yapı gibi CHP'de ciddi bir iç çalkantı ve bunalım yaşamıştır. Geleneksel kesimi ve geleneksel başkanı tasfiye edilen parti, işbirlikçi tekelci sermayenin yeni dönemdeki sorunları için daha rahat manevra yapabilecek yeteneklere kavuşturularak, B. Ecevit'in parti başkanlığı dönemine geçmiştir. Ecevit'in emekçi halkın gözünde "bir umut" olarak görünmesinin temel nedenleri de açıktır.

B) CHP'nin Durumu
CHP'nin tarihsel kökleri 1908 meşrutiyetine kadar uzanır. Onun burjuva devrimciliği, geçmişi Anadolu Harekatı ile taçlandırılan Kemalist harekette yatar. Emeki halk kitlelerinin üzerinde şekillenmiş ve varlık kazanmış olmasına karşın, CHP, komprador ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, sivil ve asker bürokratlarının elit kesiminin partisi olarak, toplum yaşamında yer almıştır . Kuruluşundan bu yana programı devletin programının ta kendisi olmuştur. Devlet ve parti özdeşliğini kurumsallaştıran yapı CHP'dir.
27 yıllık iktidarı boyunca, "halkçılığı" halkın ensesinde boza pişirerek; köylülüğü ağır vergiler altında ezerek gerçekleştirmiştir. Harap olmuş ülkeyi ve ekonomiyi, emekçi sınıfların üzerinden onarmış, tam takır olmuş devlet hazinesini halkın alınteriyle doldurup, savaşın yıkıntılarını emekçileri zorla çalıştırarak, kölelik koşullarında temizlemiş, ve bütün bunları burjuvazinin elit kesimi ve toprak feodalleri , tefeci-tüccar sermayesi adına yapmıştır.
O günden bu yana karakterinin esas öğelerinde değişim olmadan, fakat bazı biçimsel değişme ve evrimleşmelerden geçerek ilerlemiştir. Sınıfların gelişip farklılaşmasına koşut olarak, CHP de kendi bünyesinde taşıyamaz hale geldiği unsurları zaman zaman temizlemiş ve her kopuşta, egemen sınıfların elitlerine hizmet etmeyi sürdürmüştür.
DP, yıllarca CHP içinde, yönetim kademelerinde yer alan unsurlar tarafından kurulmuştur. Bazı çevrelerin öne sürdüğü gibi, CHP, hiç bir zaman radikal-küçük burjuva kesimin 'sol'cu misyonunu taşımamıştır ya da burjuva reformistlerin sistemlerini yerine getiren bir siyasal parti olmamıştır.
Devrimci hareketin 12 Mart açık faşizmine büyük oranda hazırlıksız yakalanmış olması, sadece iki yıllık somut mücadelesi sonucunda yenilgiye uğraması ve dolayısıyla ülkenin siyasal gerçeklerini her planda kitlelere ulaştıramamış olması geçici yenilgisinin temel nedenlerdir. Fakat bunun yanında, öteden beri, CHP'yi kendine müttefik olarak seçen reformist ve revizyonist akımların CHP'nin sosyal demokrat, halkçı vb. olduğu yönünde propaganda yürütmelerinin etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, işçi ve emekçi kitlelerin, CHP'nin "halkçılık", "devrimcilik", ortanın-solu vb. gibi, demagojik sloganlarına kapılmasının, CHP'ye umut bağlamasının solun başarısızlıklarında önemli bir etkiye sahip olduğu görülecektir.
1965 seçimlerinde parlamentoya giren TİP, kendisine devrimci olmayan bir çizgi çizmiş ve CHP'yi en yakın ittifakı olarak görmüştür. Türkiye solunun, o güne kadar ki süreçte CHP'ye bakış açısı değişmemiş, dolayısıyla CHP'nin kanatları altına girilmiştir. İktidara karşı siyasal mücadeleye yönelen hareketler dahi bu -Türk solunda bir anlamda gelenekselleşmiş- CHP değerlendirmelerinin etkisini uzun yıllar taşımışlardır.
CHP, 1973'te iç bunalımının son bulmasıyla, yeni sömürge kapitalizminin siyasal gerekliliklerine göre yeniden biçimlenmiş, işbirlikçi tekelci sermayenin siyasal temsilciliğini her yönüyle sahiplenir hale gelmiştir. Bu dönem içinde ezilen sınıfların özellikle sanayi proletaryası ve şehir küçük burjuvazisinin potansiyeli CHP'ye akmıştır.
Egemen güçler dönemin siyasal çatışmasından, bir hayli deneyim kazanmış olarak ve toparlanmış, örgütlenmiş, taktik planda güçlenmiş olarak çıktılar.
Burjuva siyasal partiler, kimliklerini çok yönlü olarak ifade etmeye başladıkları bu dönemde anti demokratik, dinci, muhafazakar, faşist programlarla donatılmış olarak köşeleri tuttular. Demokratik mücadele yönelimindeki kitlelerin kendilerine CHP'yi seçmelerinin nedeni ise, henüz siyasal kimliklerine erişememeleri ve örgütlülükten yoksun olmaları, devrimci alternatifle buluşamamış olmalarıydı.
MSP, MHP, ve CHP seçenekleri karşısında, işçi ve emekçi kitleler tercihlerini daha fazla CHP'den yana yaptılar. Solun zaaflarından yararlanan CHP, genel demokratik güçlerin desteğini aldı. 1973 ve 1977 seçimlerindeki başarısı bu kapsamda özenle değerlendirilmesi gereken siyasal bir içerik taşımaktadır. Oligarşik devletin, özellikle işbirlikçi-tekelci burjuvazinin daha gerici faşist kesimlerinin, toplumumuzun önüne koyduğu siyasal koşulların alternatifsizliğinin bir sonucudur bu... Yoksa CHP'nin özel yapısından, ciddi farklılığından ve izlediği politikaların tutarlılığından kaynaklanmamaktadır.
Türkiye İşçi Sınıfının siyasal partisinin (THKP) yaşamının ve mücadelenin her alanında siyasal kimliğiyle var olmadığı koşullarda, her zaman işçi ve emekçi kitlelerin potansiyelinin, burjuvazinin çeşitli kliklerin denetimi altına girmesi kaçınılmazdır.
İşbirlikçi tekelci sermaye CHP'yi bir sübap olarak kullanmıştır. CHP "düzen değişikliği" sloganını atarak, kitlelerin tepkilerini pasifize etmiştir. Değişim umudunu sistemi pekiştirmenin bir aracı olarak kullanmıştır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi için kredi musluklarının açılmasını sağlayarak, emperyalizmle olan bağımlılığı daha da pekiştirmiştir. Devletin tüm olanaklarını bu yönde seferber ederek; ithalatı artıracak, ihracatı özendirecek önlemlerin yanında, 13 milyar dolara ulaşan dış borçlara ek olarak, yeni kredi olanakları sağlamış ve sermayenin sadık savunucusu olduğunu kanıtlamıştır. 5 Haziran seçimlerinde sermayenin elit kesimleri bu nedenle CHP'den desteklerini çekmemişlerdir.
Ve bilinmektedir ki;
".... hiç bir sınıfa başka bir sınıftan almaksızın bir şey verilemez." (Karl Marx)
Dolayısıyla, CHP'nin de burjuvaziden almadığı, bizzat onu temsil ettiği gerçekliğinin yanısıra emekçi kitlelere verebileceği herhangi bir şey yoktur. Fakat emekçi kitlelerden alıp, oligarşiye verebileceği çok şey vardır.
Bu partinin bir dönem çok sözü edilen köy-kent projesi de bu gerçeğin ışığında değerlendirildiğinde; kuramsal açıdan da Türk toplumunun nesnel gerçeğinden hareket edilerek formüle edilmediği, neyi hedeflediği görülmektedir. Köy-kent projesi, meta üretimini geliştirici, kentlere yığılan ve kapitalizmin planlanan düzenini tehdit eden işsizler ordusunun yarattığı endişeyi hafifletici bir önlemdir. Tarımsal üretim biçimi değiştirilmediği, radikal bir toprak reformuyla birlikte ele alınmadığı için, köy-kent projesi, özünde MHP'nin tarım-kent projesinden çok farklı nitelikler taşımamaktadır.
Bu partinin siyasal yapısını, tam ve doğru olarak yansıtan olgunun, onu destekleyen seçmen kitlesi olmadığı, partinin siyasal öngörüleri, programları ve siyasal temsilcilerinin niteliği olduğu gerçeğinden hareketle, CHP'nin siyasal yapısının "sosyal-demokrat" diye adlandırılan kesimden çok, işbirlikçi-tekelci sermayenin siyasal temsilcilerinin yönetiminde olduğunu, söylemek gerekir.
CHP, kendisini destekleyen yığınların gerisinde kalmamış, onların gerçeklerine tamamen aykırı bir konumla ülke siyasal düzleminde yer almıştır. Onun için CHP'yi sosyal demokrat, reformist burjuva hareket partisi vb. olarak benimsemek önemli bir yanılgıdır.
CHP işçi sınıfının ve kitlelerin istemlerinin karşısında konumlanmıştır. Grev yasasıyla birlikte lokavtı da yasallaştırmıştır. CHP'nin siyasal liderleri bilinçli tutarlı anti-komünistlerdir. İktidarı aldıkları her dönemde devletin baskıcı kurumlarını işçi ve emekçilerin üzerinde kullanıp, onların siyasal örgütlerine yönelik karşı devrimci tavrı sürdürmüşlerdir.
Teorik olarak sosyal demokrasi, emperyalizmin ilk evrelerinin ürünüdür. İleri kapitalist ülkelerde, tekelci sömürüden belli bir payın, sistemin esenliği açısından işçi sınıfının elit kesimine ayrılması temelinde oluşan işçi aristokrasisinin siyasal ifadesi olmuştur. Çağımızda ise bu koşullar değişmiştir. Özellikle yeni sömürgelerde bu anlamda bir işçi aristokrasisinden söz etmenin olanağı yoktur. Ne var ki yeni sömürge kapitalizminin palazlanabildiği bazı ülkelerde değişik özellikler arzeden bir işçi eliti oluşabilmektedir. Bunu da unutmamak ama iyi ayırdedebilmek gerekir.
Yeni sömürge kapitalizmine göre kabuk değiştiren, biçimlenen emperyalizmin ve onun uzantısı işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, tekel karlarından azami ölçüde yararlanabileceği biçimde siyasal üst yapının da düzenlenip, kurumlaşması politikası sonucu; sömürge tipi faşizmin uygulandığı -açık ya da gizli işlediği- ülkemizde, sosyal demokrasinin varlığından söz etmek aynı bağlamda gündeme gelen çeşitli konularda ciddi yanılgılar yaratmaktadır. Burjuva demokrasisi koşullarının olmadığı bir toplumsal yapılanmada, kurumlaşmış burjuva demokrasisi olguları aramak için, boyutlu siyasal körlüğe ihtiyaç vardır.
Ülkemizde 1960'tan sonra, geniş mesleki örgütlerin bünyesinde, işçi sendikaları, kooperatifler, konfederesyonlar vb.'de azımsanmayacak bir işçi bürokrasisi doğmuştur. Bu kesim, işçi sınıfından kopuk, bu işi meslek haline getirmiş yöneticiler niteliğindedir. İşçi sınıfı adına, işverenlerle toplu sözleşme 'uşlaşmalarına' varan, grev kararı veren, çeşitli demokratik hakları düzen olanakları içinde 'savunan' bu kişiler, maaş ve ödenekleri, yaşam düzeyleriyle, temsil ettikleri sınıftan farklılaşırlar. Günlük kazanımların sınırları içinde elde edilen, küçük ve kalıcı olmayan başarıları giderek temel kazanımlar olarak değerlendirmeye başlar ve genellikle devrimci hareketi çağı geçmiş çocukça hevesler olarak tanımlama, devrimci ideolojiyi güzel ama gerçekleşmesi olanaksız düşünceler ütopyası olarak niteleme tavrında tipikleşirler. Ancak bunlar Türkiye'nin özgün koşullarında, sosyal demokrasi olayının siyasal temsilcileri değil, mesleki ve demokratik kitle örgütlerinin bürokratik kesimleridir.
Tüm bu gerçekler ışığında, CHP ele alındığında, sosyal demokrat, ortanın solu, halkçı söylemlerinin yanıltıcılığı bir kez daha görülmektedir. Karl Marx; sosyal demokrasinin en olduğunu, Louis Bonaparte'nin 18: Broumaire'sinde şöyle açıklıyordur:
".... sosyal demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi demokratik kurumları bir araç olarak istemesinde; iki ucu, sermaye ile ücretli emeği ortadan kaldırmak değil, bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde özetleniyordu. Bu amaca ulaşmak için, ileri sürülebilecek önlemler, en kadar çeşitli olursa olsun, amacın bürüneceği görüşlerin aç-çok devrimci niteliği en olursa olsun içerik hep aynı kalıyor. Bu toplumun demokratik yolla dönüşmesidir. Ama bu, küçük burjuvazi çerçevesinde bir dönüşümdür."
Gerçekte sosyal demokrasi bir burjuva ideolojisidir. Dahası tekelci kapitalizmin ideolojisidir. Tekelci burjuvazi işçi sınıfına sınırlı bir takım ödünler vermek yoluyla, işçi sınıfıyla kendisi arasında kasıtlı bir köprü kurmuştur. Bir 'uyum' sağlayarak varlığını koruyabileceğinin bilincine vardıkça, bu sınıfın belirli istemleri karşılanmış, İsveç tekelciliği, Batı Alman emperyalizminin tekelci burjuvazisi sosyal demokrasi bayrağı altında büyük atılımlar yapabilmiştir. Kapitalizm çoktan iflas etmiş, klasik burjuva ideolojisiyle ayakta duramayacağını iyice anlamış olduğundan, kendi sonunu geciktirecek, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri daha iyi avutabilecek sosyal demokrat ideolojiyi, sözcüğün tam anlamıyla kullanmaktadır.
CHP de tekelci sermayenin istemlerini bu çerçevede yerine getirmek amacıyla, İsveç ve Alman tekelci sermayeleri temsilcisi partilerle bir diyalog başlatmıştır. Bunun temel nedeni, yukarıda açıkladığımız nedenlerle ABD'nin kredileri durdurması, IMF ve Dünya Bankası'nın öngörüleri doğrultusunda, AET emperyalistleriyle ilişkilerin geliştirilmesine yönelmeyi doğuran bir sürecin sorunlarıdır.

C) KIBRIS OLAYI, NEDENLERİ VE SONUÇLARI
CHP bu özellikleri çerçevesinde, 1973 seçimlerinde kitlelerce desteklenerek, seçimlerden ciddi bir oy potansiyeliyle çıkmasına rağmen tek başına hükümet kuracak oranı bulamamıştır. Bir iki ay içinde oligarşi içi sınıfların uzlaştırıcı girişimleriyle, Anadolu burjuvazisinin, orta ve hafif sanayi savunan dinci akımın temsilcisi MSP ile koalisyon kurarak, yürütme görevini üstlenmesi sonucunda, 26 Ocak 1974 tarihinde, CHP-MSP koalisyonu kurulmuş oldu. Temsil ettikleri güçler arasındaki çelişkilerin bir yansıması olarak, bu iki partinin iktidarı, bir hayli sorunlu ve siyasal planda istikrarsız bir iktidar olmuştur. CHP-MSP koalisyon iktidarı döneminin başlıca problemlerinden biri 'Kıbrıs' olayıydı.
Kıbrıs sorunun tarihi kökleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun işgalci niteliğine dayanmaktadır. Ada, 1571'de Osmanlı İmparatorluğu'na katılmasıyla onun statüsü içinde yer almış, 1878'de İngiliz sömürgecilerinin denetimine girmiştir. Başlangıçta adayı yeniden Osmanlılara devredeceğini söyleyen İngiltere, güçlü askeri donanmalara sahip olması nedeniyle, bir süre sonra Kıbrıs'ı kendi toprakları olarak benimsemekte sakınca görmemiştir. Stratejik bir konumu olan Kıbrıs, aynı zamanda İngiltere'nin doğu Akdeniz'i ve Ortadoğu'yu denetim altında tutmasını sağlıyordu. Ve asıl önemi, askeri üs olarak kullanılmasının yarattığı avantajlardan kaynaklanmaktaydı.
Ancak ikinci emperyalist savaşı sonunda, Kıbrıs halkının bağımsızlık eyleminin güçlenmesi, adada bulunan iki milliyetten özellikle Rum toplumunun bu yönde silahlı mücadeleye başlamasıyla gelişen olaylar, 5 Şubat 1959'da Kıbrıs'ın 'bağımsız' bir devlet olarak tanımlanmasını getirdi.
İngiltere, Türkiye, Yunanistan ile Kıbrıs'ın Rum ve Türk kesimlerince onaylanan anlaşmaya göre, Kıbrıs bağımsız bir cumhuriyet oluyordu. Başkan Rum, yardımcısı Türk olmak üzere, iki milliyet kendi içişlerini kendi toplum meclisleriyle yürüteceklerdi. Hem Yunanistan, hem Türkiye "garantör ülkeler olarak, askeri müdahalede bulunabilme hakkına" sahiptiler.
Bu anlaşma demokratik bir cumhuriyet görünümü altında Kıbrıs halkının anti-emperyalist, anti-sömürgeci eğilimlerini dizginlemeye denetim altında tutmaya yönelik bir anlaşmaydı. Amaç, göstermelik bir bağımsızlık çerçevesinde, adada bu ters eğilimlerin önünü alarak, İngiliz emperyalizminin orayı bir askeri üs olarak kullanabilme ve üslerini koruyabilme statüsünü devam ettirmesini sağlamaktı.
Türkiye'nin Kıbrıs'a yönelik düzenlediği işgal harekatının sonucu olarak ada ikiye bölünmüş, ancak emperyalistlerin askeri üslerine hiç bir zarar gelmemiştir. Tersine, Kıbrıs emperyalizme daha sıkı kenetlenmek durumunda kalmıştır.
Kıbrıs işgalinin bir diğer yanı da emperyalizmden bağımsız girişimlerde bulunmak eğilimi taşıyan Türkiye'den bu tarz çıkışlarının tekrarlanmamasının istenmesidir. Aynı zamanda Türkiye'nin emperyalizmin saldırgan askeri gücü olan NATO üyesi olması nedeniyle, bu hareketin dünya kamuoyunda, NATO'nun prestijini kendi çıkarları doğrultusunda kullanması şeklinde yansıması emperyalizmin izin verebileceği bir durum değildir. NATO'yu kullanabilecek durumda olan müttefikler elbette sadece ve sadece emperyalist devletlerdir.
Ayrıca Vietnam işgalinin ABD'nin yenilgisi ile sonuçlanması, bu savaşın neden olduğu ekonomik ve siyasal krizin yanında ABD'nin emperyalist-kapitalist sistemin egemen gücü olma özelliğini sarsmış, 1974 petrol şokunun yarattığı bunalım, ABD'nin böyle bir karar almasında etkili olmuştur. Nitekim 1974 sonrası ABD'nin tüm ülkelere yaptığı yardımları önemli ölçüde azalttığı görülmüştür.
Türkiye açısından ise CHP-MSP koalisyon hükümetinin iktidarda bulunduğu 1974 yılında ekonominin açmazlar içinde olması, 12 Mart'la birlikte geçici olarak ertelenen tüm sorunların boyutlanarak yeniden gündeme gelmesi ile birlikte, hükümetin sorunları büyümüştür. Öteden beri Yunanlılara duyulan kin ve nefret, Kıbrıs'taki Türklere yönelik saldırılar, Türkiye halkının devletin radyo-TV'sinin ve basının kampanyası doğrultusunda şovenist duygularının kamçılanması gibi nedenlerle, geniş bir kesim oligarşinin politikasını desteklemiştir.
12 Mart askeri faşist darbesinin, üç yıl boyunca, halkın üzerindeki terörist uygulamaları ve bunun halkın devrimci öncülerince teşhiri nedeniyle, ordunun gerçek yüzünü büyük ölçüde görmüş olan halk kitlelerin, ordunun kurtarıcılığı yönündeki geleneksel görüşü sarsılmıştı. Aynı biçimde büyük umutlarla iktidara getirilen CHP'nin uygulamaları nedeniyle, geniş kitlelerin beslediği sempati ve güveni yitirmeye başlayan bu partinin yeniden prestij kazanması gerekiyordu. Ve sonuçta tüm bu olguların vektörü olarak, Kıbrıs işgali için harekete geçilmiştir.
Böylelikle CHP, üstlendiği misyonu büyük ölçüde yerine getirip, orduya tekrar sevimli bir giysi diktiği gibi, kendi prestijini de önemli oranda tesis etmeyi başarmıştır. Bütün bunların yanısıra, işgal altında tutulan Kıbrıs toprakları işbirlikçi-tekelci sermaye açısından bir Pazar görevini de görmektedir.
İşgal harekatının düzenlendiği 1974'ten günümüze kadarki süreçte savaşın yıkıntılarının onarımı tamamen Kıbrıs Türklerinin omuzlarına yüklenmiş, yaşam düzeyleri daha geri bir noktaya çekilmiştir. Kıbrıs Türklerinin Türkiye'den ve ordusundan bekledikleri kurtarıcılık, orada kalıcılaşan ordunun masraflarının da büyük ölçüde Kıbrıs Türklerinin sırtına yüklenmesiyle gerçekleşmiştir!
Kıbrıs konusunun iç çelişkilerini bir süre yumuşattığı CHP-MSP koalisyonu, bu konudaki işlevlerinin tamamlanmasının akabinde bir arada bulunamaz hale gelerek, 16 Eylül 1975'te istifa etmek zorunda kalmıştır.

D) AP-MSP-MHP-CGP HÜKÜMETİ
CHP-MSP koalisyon hükümetinin istifası, hükümet bunalımını gündeme getirmiş, bunalım Meclisin kendi içinden, yürütme görevini üstlenecek bir iktidar organı çıkaramaması sonucu iyice derinleşmiştir. Oligarşi içinde etkinliğini büyük ölçüde sağlamış olan işbirlikçi tekelci sermayenin elit kesimi, aylar süren görüşmeler sonucunda, kendi siyasal temsilcisi olarak öngördüğü AP'nin önderliğinde, Anadolu ticaret burjuvazisinin çıkarlarını savunan, dinci, gerici parti MSP ve faşist devlet kurumlarının temsilcisi CGP ile birlikte faşist ideolojinin sivil-militer çetesi MHP, yeni bir koalisyon oluşturarak "Milliyetçi Cephe" adı altında bir hükümet kurdular. (31 Mart 1975)
Türkiye'de faşizmin kurumlaşmasının hızlanması ve derinleşmesi; yüzeysel yerleşimin kurumlar bazında ve bütünlüklü olarak; niteliği dönüştürme, dokuya nüfuz etme şeklinde evrimleştirilmesi, ekonomik büyümenin durması, bunların tümüne bağlı olarak durgunluk ve gerilemenin başlamasının yanı sıra, MHP aracılığıyla sivil faşist terör çetelerinin oluşturulup faşizmin saldırılarının azgınlaşması sürecin belli başlı olgularıdır.
Ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında çok yönlü tıkanıklarının başladığı, toplumsal huzursuzluğun boyutlanmaya yüz tuttuğu bir ortamda, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin devrimci kıpırdanışları yanında demokratik güçlerde de canlılık, egemen sınıflarca kabullenilmeyecek olgularıdır.
1972'de askeri ve örgütsel planda yenilgiye uğrayan ama kendisinden sonraki devrimci kuşaklara evrensel çapta ideolojik-stratejik bir miras, yüksek bir prestij ve zengin deneyim bırakan THKP sempatizanlarının bu dönemde çeşitli oluşumlar şeklinde siyasal mücadelede yer almaya başlamaları ve diğer devrimci-demokrat, yurtsever örgütlenmelerin gelişim göstermesinin yol açtığı huzursuzluğu ile oligarşi, toplumsal durumu nötralize etmek, sindirmek amacıyla, sivil faşist çetelerin ayaklarının altına devletin tüm olanaklarını sermiştir. İşbirlikçi-tekelci sermayenin temsil ettiği MHP ise, kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmiştir.
1. MC hükümeti döneminde, MHP ve yan kuruluşlarının hızlı bir şekilde örgütlendiği, geniş mali olanaklarla Türkiye'nin her yanında lokal, dernek vb. açıldığı, halkın duygularının demagojik propaganda ile sömürüldüğü görülmüştür. Faşist ideoloji, yerel özelliklerden kaynaklanan farklı eğilimleri de kullanmasını da bilmiştir. 1. MC dönemindeki ekonomik gelişim seyrini anlayabilmek açısından bir önceki iktidar dönemini bu bağlamda kısaca anımsamak yararlı olacak.
1974 program tahminlerine göre, 1973 yılı toplam yatırımları %8.5, sanayi yatırımları %18.3 artmıştır. Hedefler ise sırasıyla, %15.9 ve %24.3 olarak görülmüştür. Sonuç olarak plan ve programda öngörülen %21.3'lük yatırım/GSMH oranına varılamamış ve bu oran %18.9 olarak gerçekleşmiştir. Bununla birlikte sanayi yatırımlarında görece daha hızlı artış olmuş, sanayi yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı %44.1 olarak gerçekleşmiştir.
Yatırımların %47.3'nü kamu kesimi (KİT), %52.7'sini özel kesim gerçekleştirmiştir. Çünkü kamu kesimi yatırımların GSMH'ya oranı %11.4 olması öngörülmüşken, bu oran %90'da kalmıştır. Oranlama, özel kesim yatırımları için hedefe uygun olarak %9.9 olarak gerçekleşince, özel kesim yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı da artmıştır. Buna göre, üçüncü beş yıllık kalkınma planına konulan hedeflere, daha dönemin ilk yılında oldukça uzak düştüğü görülmektedir. (2)
Türkiye gibi, yeni sömürge kapitalizmi modelinin yerleştirilmeye çalışıldığı, emperyalizmin dayattığı ekonomi ve politikaları izlemekle yükümlü ülkelerde planlı ekonominin hayata geçirilmesinin koşulları yoktur. Ya da iyimser bir yorumla; planlı ekonomi politikaları izlenmeye kalkılsa bile, ülkenin emperyalizmle mevcut bağları nedeniyle, kısa vadeler içinde, çevreleyen etkenlerin ağırlığı ve gündeme getirdiği zorunluluklar nedeniyle ekonomi sık sık dalgalanmalara itilmekle kalmayıp, siyasal açıdan bir istikrar söz konusu olamamaktadır.
Fakat ekonomi ne kadar cılız bir seyir izlese de, işbirlikçi sermaye çevreleri tekelci karlarını yükseltebilmektedirler. Ülkemiz ekonomisinin, dolayısıyla sanayi kapitalizminin temelleri olan KİT'ler, yönetimde bulunan siyasal partiler aracılığıyla, egemen sınıfların çıkarlarına göre işletilmektedir.
Emperyalizmle olan bağımlılık ilişkilerinin ve tekelci sermayenin isteklerinin azami ölçüde karşılanabilme çabasının karakteri değişmediğinden, politikaların özü de değişmemekte, fakat dönemin özgünlükleri temelinde, aynı amaçlara dönük olarak, değişik isimler altında hayata geçirilen program ve uygulamalar gündeme getirilmektedir. Bunlardan biri de 1. MC iktidarı tarafından devreye sokulan 'dövize çevrilebilir mevduat' sistemidir.
Petrol fiyatlarının ani yükselişi, petrol ihraç eden ülkelerle kısa dönemde, -aynı zamanda uluslar arası petrol tekellerinde- ciddi ödemeler bilançosu fazlalıkları oluşturmuştur. Aynı dönemde içinde yeni sömürge Türkiye'nin de bulunduğu bir dizi yeni sömürge ülke, emperyalizmin uyguladığı ve dayattığı politikalar nedeniyle, yeni fiyat yapısına adapte olmakta direnerek, büyük ödemeler bilançosu açıkları vermeye başlamışlardır.
Türkiye'nin iç tasarruflarını, hızlı sanayileşme için gerekli düzeye çıkarabilecek seferberliğin bir türlü yapılamaması nedeniyle, daha önceki burjuva hükümetler, açığı emperyalist sermayeyi kaynak olarak kullanmakla kapatmaya çalışmışlardır.
1970'lerin ortalarına kadar, emperyalizme borçlanmada, uzun vadeli krediler tercih edilmişti. Fakat bu tercihin yanı sıra Türkiye ekonomisinin hiçbir şekilde karşılaması-geri ödemesi- olanaklı olmayan kısa vadeli, yüksek faiz oranlarıyla da uluslar arası emperyalist finans kurumlarına borçlanmaya gidilmiştir. Emperyalist finans kurumlarıyla girilen bu işbirliği politikası, ülkenin uzun süre altından kalkamayacağı ve giderilmesi olanaksız yükü oluşturmuştur.
Bu politikanın uygulanmaya sokulmasından kısa süre sonra, emperyalist finans kurumlarının verdikleri borçların faizlerinin ödenmesini istemeleri karşısında, borç veren ya da faizlerinin ödenmesini istemeleri karşısında, borç veren ya da faizlerini isteyen emperyalist tekeller (ödenmemesi durumunda borçların artması ve Türkiye'nin ekonomik, özellikle de siyasal istikrarını koruyamaması karşısında) çıkarlarının esenliği açısından paniğe kapılmışlardır.
Nitekim alınan krediler ve faizlerin ödenmemiş olması, MC hükümetini işçi ücretlerini dondurmaya, tüketim mallarına yüksek zam yapmaya zorlamış ve kitlelerin derinleşen çelişkilerinden kaynaklanan istemleri yönünde hareketlenmelerinin başlaması, bunalımın büyümesini de beraberinde getirmiştir.
Derinleşen çok boyutlu kriz ortamına öteden beri var olan ödemeler dengesi bozuklukları da eklenince, emperyalist borç sermayesinin yükünden kurtulmak için, yeniden diğer emperyalist finans kurumlarına başvurulmak zorunda kalınmış ve daha da ağır yükümlülükler altına girilmiştir.
Yapay olarak şişirilen efektif talebi bu kez yapay olarak (dış dengeyi derhal sağlayacak biçimde) düşürülmeye çalışılıp, 'büyümenin yerini durgunluk hatta küçülmenin aldığı istikrar' dönemi gündeme getirilmiştir. Böylelikle son çalınan kapı, emperyalizmin yeni finans kurumu IMF olmuştur.
Petrol fiyatlarındaki artış ve ani yükseliş, petrol ihraç eden ülkelerde kısa dönemde ciddi ödemeler bilançosu oluşturmuş, bu şekilde ortaya çıkan, yeni sömürgelerin, yeni fiyat yapısına adapte olamamasının yarattığı ödemeler bilançosu açıklarını, dünya kapitalizminin finans sisteminin doldurması durumu, DÇM tanımıyla, Türkiye ekonomisine yansıtılmıştır.
Böylece, yeni sömürgecilik politikasının bir biçimi olan, devletten devlete borç sermaye verilmesine ek olarak, uluslar arası emperyalist finans kurumları devreye girip T.C devletini çok yönlü borçlar altına koymuştur.
Gelişme çabaları içinde bulunan yeni sömürge Türkiye'nin ekonomisi-sanayisi açmaza sokulup, gelişmesi önlendiği gibi, sömürünün çapı da büyümüştür. Türkiye'nin ekonomik, sosyal, siyasal yapısında egemenliğini kuran işbirlikçi tekelci sermayenin iktidara getirdiği siyasal partiler, uluslar arası emperyalist finans kuruluşlarının kapısını daha sık çaldıkça, daha fazla yaptırımı kabullenerek, ülkenin kapılarını emperyalizme biraz daha açarak, Türkiye halklarının sömürüsünü; sömürüyü sürdürebilmek için de, baskı, tahakküm ve terörü tırmandırmışlardır.
Dövize çevrilebilir mevduat adı altında uygulamaya konan politikanın sonucunda, sadece bir bunalıma yol açılmamış, var olan krizin uzun süreli kalıcılığının yanı sıra, derinleşmesi tanımlanmıştır. 1. MC döneminde uygulamaya konulan DÇM politikası, bir anda ortaya çıkan bir politika değildir. Öteden beri izlenen politikaların sonucunda, onların bir süreci olarak gündeme gelmiş ve emperyalizm tarafından bizzat önerilmiş bir uygulamadır.
TC Merkez Bankası 1977 Şubat ayında tıkanmış, döviz transferleri resmen durdurulmuştu. Bir önceki dönemin ekonomik ağırlıkları katlanarak artmıştı. Türkiye ekonomisi, yapısal bozuklukları nedeniyle aynı duruma 1970 yılında da düşmüştür. Egemen sınıflar, iktidardaki siyasal temsilcileri aracılığıyla, başta devalüasyon olmak üzere yeni bazı kararları uygulamaya koymuşlardır. Ancak bu kararlar ekonomiyi içinde bulunduğu açmazdan kurtarmaya yetmemiş, özellikle petrol faturasındaki büyük artış nedeniyle, ekonominin sorunları kısa sürede yoğunlaşmıştır. Sürdürülen 'hızlı kalkınma hamleleri'nin, uygulanan açık finansman yöntemlerinin, artan enflasyonun ve döviz yokluğunun etkisiyle, ekonomi sık sık beyaz bayrak kaldırır olmuştur.
1977'den sonra, "istikrar programı" adı altında uygulanmaya çalışılan politikaları şu şekilde maddeleştirelim:
1) 1977 Ağustos ayında Süleyman Demirel hükümeti tarafından uygulanan "Enflasyona Karşı Mücadele Paketi",
2) 1978 Mart ayında Ecevit Hükümeti'nin "Yapısal Değişim Programı",
3) 1978 Eylül ayında Ecevit Hükümeti'nin "Para Kredi Tedbirleri",
4) 1979 Mart ayında Ecevit Hükümeti'nin "Ekonomiyi Güçlendirme Programı",
5) 1980 yılı Ocak ayında Süleyman Demirel Hükümeti'nin uygulamaya koyduğu "24 Ocak kararları".
Bu paket ve programların en büyük özelliği, büyük ölçüde zamlara ve 'kur ayarlamalarına' dayanmaları idi. Ve Türkiye'ye yeni dış krediler ve borç erteleme olanaklarının sağlanmasını amaçlıyordu. Fakat 'kur ayarlaması', gerçek adıyla devalüasyonlar emperyalistlerden yeterince kredi ya da, döviz bulmadan yapılmış, bu tür uygulamalar amaçlananların da gerçekleştirilememesini doğurmuştur.
Yukarıda sıraladığımız beş ayrı 'önlem paketi'nin ardından, Türk Lirası dolar karşısında yaklaşık 19 liradan, 70 liraya düşmüştür. Aynı 2,5 yıllık süre içinde enflasyonun toplam artışı % 240 dolayında seyretmiştir.
Ülke ekonomisi 1970'li yılların başından itibaren, bu açmazlar sürecine başlarken, sorunun çaresi hep emperyalist ülkelerden ve uluslar arası emperyalist finans kuruluşlarından aranmıştır. Bunun sonucunda OECD, IMF, Dünya Bankası, ülke ekonomisinin başlıca yönlendiricisi ve uygulayıcısı olmuştur. Özellikle 1974 yılından sonra başlayan koalisyonlar döneminde hiçbir burjuva hükümet, ülke ekonomisinin sorunları üzerine ciddi biçimde gidememiş, ekonomi 1977 yılının Şubat ayında döviz transferlerinin yapılamaz duruma gelmesiyle tıkanmıştır. Tıkanma olayının boyutları ve olumsuz ekonomik göstergeler her geçen gün biraz daha yükselmiş ve ülke tamamen emperyalist finans kuruluşlarının inisiyatifine girmiştir.
Uluslar arası emperyalist tekellerin ve ülkelerin, çıkış yolu olarak Türkiye'den izlenmesini istediği politikanın temel hatları ise;
1) Enflasyonu yavaşlatmak için sıkı para politikasının uygulanması ve KİT sorununa çözüm bulunması, kamu ve özel sektörde çalışanların ücret artışlarının durdurulması.
2) Devalüasyon yapılması, Türk Lirasının değerinin korunması.
3) Yatırımlara kaynak ayrılmaması, kalkınma hızının düşürülmesi.
4) Emperyalist kurum ve devletlere güvenilmesi, darboğazdan çıkış için başka hiçbir kurum ve kuruluştan yardım istenmemesi, vb.
Sonuç olarak; sıkı para politikası uygulaması, KİT açıklarının hazineden değil sağlam kaynaklardan, yani zamlardan karşılanması, yeni vergi yasalarının çıkarılması gibi konularda IMF'nin dayattığı politikalar benimsenmiştir.
Aynı dönemde AP genel başkanı S. Demirel, CHP'nin AET anlaşmalarını eleştirirken:
"... devletten devlete para aldınız mı, bunların ardında çok şey yatar. Biz Türkiye'yi devletten devlete para almaktan çıkarmıştık.", "yeniden hükümet olurken, devletten devlete kredi almak istemiyorum. Bu alanda yabancı bankalarla görüşeceğim." şeklinde söz konusu politikayı vurguluyordu.
Böylelikle, Türkiye'nin tamamen IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist finans kurumlarına teslim edilmesini kolaylaştırmanın zemini oluşturuluyordu. Esasta işbirlikçi tekelci sermayenin siyasal temsilcileri olan CHP ve AP, 'emperyalist ülkelerden mi yoksa uluslar arası emperyalist ülkelerden mi kredi alınmalı' biçimindeki demogojilerle, ülkeyi emperyalizme hangi biçimde daha iyi teslim edebileceklerini tartışıyorlardı. 24 Ocak 1980 kararlarına kadar, MC Hükümetleri ve Ecevit'in başkanlığındaki hükümetlerin izledikleri politikalar birbirini tamamlayan bir işleyiş çerçevesinde sürdü.
Ecevit Hükümeti, IMF ile Paris'te anlaşmaya vardıktan sonra, emperyalist sermayenin bankalarıyla 407 milyon dolarlık bir kredi anlaşması imzalamıştır. Süreç içinde Merkez Bankası'nın 1977'de kepenkleri kapattığı ortamda, emperyalistler nezdinde, Türkiye'nin 'sömürülebilme güvenliği' tehlikeye düşmüş olmaktadır. Yeni kredi olanaklarının bulunması iyice zorlaşmıştır. Ülke hızla tam bir yoksullaşma yolunu tutmuş, ekonominin çarklarını döndürmek için zorunlu olan döviz kaynaklarına ulaşmak olanaksızlaşmıştır. Karaborsa fiyatları, döviz dahil hızla yükselmiştir.
Bu ortamda Ecevit Hükümeti her türlü olanağı kullanarak, yeni kredi, 'dış yardım' ve borç erteleme çabası içine girip, olağanüstü yardım için OECD ve NATO'ya başvurmuştur. 1978 Haziran ayında IMF ile tam bir teslimiyet belgesi imzalamış, ancak ülkenin hassas siyasal dengeleri nedeniyle bunu uygulamaya koyamamıştır. Aynı günlerde IMF Türkiye şefi Charles Woodjaid Türkiye'ye gelip durumu şöyle tanımlamaktadır:
"... bu ekonomi tıkanmıştır, ciddi önlemler alınması gerekmektedir." elbette 'önlemlerin' başında her zaman olduğu gibi, Türk Lirasının değerinin düşürülmesi, tüketim mallarına zam yapılması vardır. Ancak o süreçte ekonomik yapı devalüasyona uygun olmadığı gibi, politik ortam da elverişli değildir. CHP Hükümetinin maliye bakanı Z. Müezzinoğlu, bu konuyla ilgili olarak: "... IMF'yi reddetmiyoruz, ancak ülkemizin bugünkü koşullarında, bu kuruluşun her isteğini kabul etmememiz mümkün olmamaktadır. Hükümet olarak kendimiz bir istikrar programı hazırladık, bunu yakında uygulama alanına koyacağız. Eğer bize yardımcı olmak istiyorsanız, IMF koşullarına bağlı olmadan yardım edin... " demekteydi.
Emperyalizmin örgütlü, uluslar arası güçlerinden biri konumunda bulunan OECD ülkeleri ise, bu isteğe karşı çıkmışlar, "... Türkiye mutlaka IMF politikalarını uygulamalıdır," dayatmasını getirmişlerdir. Çaresizlik içinde kıvranan CHP Hükümeti, Alman Emperyalizmine başvurup, Başbakan Schmidt ile görüşerek; "... IMF yerine bizim getireceğimiz istikrar programını kabul edin ve yardım verin... ekonomi çözülmektedir..." demektedir.
Ancak AET emperyalistleri IMF konusunda direnmekte ısrar edince, ABD'ye Türkiye'den bir heyet gönderilip IMF'yle görüşülmüş, istenilen politikaların uygulanmasının dışında bir çıkar yol bulamayan siyasal temsilciler, yüksek zam paketlerini uygulamaya koymuşlardır. Akaryakıt, şeker, demir-çelik, çimento vb. zamları açıklanmıştır.
Zamlar karşısında beliren kitlesel tepkiye yönelik endişe duyulması üzerine OECD Genel Sekreteri Van Lennep Türkiye'ye gelip Ecevit'le görüşmeler yapmış ve "..... devalüasyon yapılmayacak" görüşünde uzlaşılarak kitlelerin tepkileri geçiştirilmeye çalışılmıştır. Ülke öyle bir hale gelmiştir ki, artık siyasal yönetimde yer alan burjuva koalisyon hükümetleri kitlelere söz geçirip yönlendirememektedir.
Uygulanan politikalar üzerinde ise, sadece emperyalist kurum ya da kuruluşların yöneticilerinden medet umulmakta, bunların demeçleriyle güvence verilmeye çalışılmaktadır. OECD ülkeleri başta olmak üzere Türkiye'nin yardım beklediği her kuruluş, IMF'nin ekonomik politikalarının kabul edilmesi yönündeki baskı görevini yerine getirmiştir.
Bu süreçten sonra, TL'nin değeri ABD doları karşısında, 25 liradan, 26.5 liraya düşmüş, bir ay sonra da doların değeri 47.10 liraya yükselmiştir. IMF yönetim kurulu, CHP aracılığıyla, emperyalist bankaların Türkiye'ye akıttıkları finansmanların kredilerini şartlara bağlayarak 'stand-by' anlaşmasını onayladı.
14 Kasım seçimleri yaklaştığında, CHP'yi destekleyen 'bağımsız' milletvekilleri desteklerini çekince, IMF kararları uygulamaya sokulamadı. CHP içinde yer alan ve oligarşinin çeşitli kliklerinin temsilcileri olan bakan ve milletvekillerinin istifa etmeleri, işbirlikçi tekelci sermaye çevrelerinin müttefikleriyle olan çelişkilerinin de arttığını göstermekteydi. CHP'nin kontrol etmek istediği tarım alanlarındaki büyük toprak sahibi zengin köylülüğün, ürünlerinin taban fiyatlarını büyük ölçüde artırması da, konulan IMF limitleri üzerinde daha anlaşmanın başından itibaren çatlaklara neden olmuştur.
14 Ekim 1979 ara seçimlerine doğru gidilirken, ülke ekonomisi gerçek bir felç durumundaydı. Döviz bulunamamasının yanı sıra sermaye transferleri durmuş, enflasyon hızlı bir tırmanışa geçmişti. Üretim düşük kapasitelerde seyrediyor, dolayısıyla işçi ücretleri aşağıya çekilmeye çalışılıyordu. KİT ürünlerine olağanüstü büyük oranda zam yapılmıştı.
Ve bu ortamın kitlelerin yaşamını derinden sarsması kaçınılmazdı. Toplumsal hareketlenme ve huzursuzluk had safhaya çıkmıştı. İşçi sınıfı başta olmak üzere, esnaf ve zanaatkarların yıkıma uğramaları nedeniyle demokratik kitle hareketine akmaları, sendika, kooperatif, demokratik dernek ve mesleki örgütlenmelerin politize olma düzeylerinin artması, genel devrimci mücadelenin kitlesel kabarışının yanı sıra, silahlı mücadelenin ivme kazanmış olması, işbirlikçi tekelci sermayeyi ve ittifaklarını ciddi olarak ürkütmüştü.
Bunun için kendileri açısından köklü değişim istemleri artmış, açık faşizmin tüm koşullarının hazırlanmasına girişilmişti.
Fakat doğal olarak bu kez daha programlı ve uzun vadeli işlemler bütünü, daha doyurucu ve kalıcı sonuçlar istiyorlardı. 24 Aralık 1978'de, devrimci potansiyeli kırmak, siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyi yükselen işçi ve emekçi kitlelerin hareketinin kontrollerinden çıkmasının önünü setlemek amacıyla; öteden beri kullandığı MHP ve sivil faşist terör çeteleri eliyle uygulanan sindirme yönteminin boyutlarını yükseltmiş, halkın dini ve yerel farklılaşmalarından hareketle alevi-sünni çatışması kisvesi altında kitle katliamlarına girişmiştir. Kahramanmaraş'ta bu uygulamalar doruk noktasına çıkmış, bu kez de oligarşinin ordu kolu devreye sokularak sınırlı bir sıkıyönetim ilan edilmiştir.
12 Mart açık faşizminden itibaren, parlamenter faşizmi burjuva hükümetler aracılığıyla uygulayan oligarşinin son sivil iktidarı, 12 Kasım 1979'da göreve başlayan Demirel Hükümeti olmuştur. Oligarşi içi sınıfların (başta işbirlikçi tekelci burjuvazinin) ve ordunun üst yönetimindeki generallerin, AP-CHP koalisyon hükümetinin denenmesi yolundaki girişimleri olumlu sonuçlar vermemişti. Bu girişimin nedeni, egemen sermaye kesimlerini barındıran iki partinin daha geniş bir düzlemden güç olarak, oligarşi içi çelişkileri yumuşatabileceği, nerdeyse işlemez hale gelen devlet aygıtının onarılmasının kolaylaşabileceği düşüncesiydi. Bu sağlanamayınca, AP'ye hükümet kurma yetkisi verildi.
Türkiye sanayinin, dolayısıyla ekonominin tıkandığı 1970'li yılların sonunda, ülke ekonomisinin emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olduğu gerçeğinden hareketle, sisteme eklemlenme biçimi uzunca bir süredir sermaye birikiminin temelini oluşturan ithal ikameci sanayileşmeden vazgeçilmesini zorunlu kılıyordu. Çünkü sermaye birikiminin süreklilik kazanmasının önünde, işbirlikçi-tekelci burjuvazi açısından engel oluşturmaya başlamıştır.
En azından ithal ikameci politikalarda belli değişiklikler yapılarak, bazı onarımlara gidilerek bunalımı aşmak istenmesi doğaldır. Kullanılabilecek tüm yedekler kullanılmış, verili düzenin sunduğu bütün işletme materyalleri, olanakları tüketilmiştir.
Bu koşullarda 1979'da işbirlikçi-tekelci burjuvazi açısından, yeni sermaye birikiminin modeli olarak emperyalizm tarafından öngörülen ihracata yönelik sanayileşmeye can simidi olarak sarılmaktan, başka bir seçenek kalmamıştı. 1978'de Dünya Bankası'nca hazırlanan "yeni modelin" temeli sayılan prensipler, dönemin hükümetlerinden CHP içindeki bazı kadrolar ve bakanlar tarafından kabul edilmemiş, meclis aritmetiğindeki hesaplar tutmamıştır.
Hükümet içindeki bazı kesimlerin muhalefetine rağmen, 1979 yılında IMF ve Dünya Bankası'ndan alınan kredilerin diyeti olarak yeniden sermaye birikimi temelinde bir dizi karar alınmıştır. "Ekonomiyi Güçlendirme Programı" adıyla sunulan bu kararlar, daha sonraki dönemde uygulamaya konulacak olan "24 OCAK KARARLARI"nın öncülü olmuştur.
Ne var ki siyasal iktidarın farklı sınıflar bileşiminden oluşması, ketlelerin devrimci potansiyelinin yükselişi vb. nedenler, izlenmek istenen politikanın tam anlamıyla eklektik olmasına neden olmuştur. Bu eklektik yapı, onun varlığının bu bağlamda daha baştan başarısızlığa mahkum oluşunun ifadelerinden biridir.
Sermayenin yeniden birikiminin sağlanabilmesinin ve merkezileşmesinin önünde ciddi engeller bulunan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin huzursuzluğu, devlet olanaklarının kendi sınıf çıkarları yararına yeniden düzenlenmesine uygun "yasal" zemin oluşturulması yönündeki baskıları artırmıştır. Bu nedenle üzerinde durduğu sonuçlar, iki temel konunun kapsamındadır.
1) Sermaye emek ilişkisinin yeniden düzenlenmesi, ekonomik-demokratik hakların kısıtlanması, çalışma yaşamında daha otoriter ve baskıcı kuralların egemen kılınması, son tahlilde açık faşist diktatörlüğün uygulanması ve bunun kurumsallaştırılıp kalıcı hale getirilmesi.
2) Küçük şirket ve sermaye kesiminin tasfiye edilmesi, sermayenin işbirlikçi-tekelci burjuvazinin elinde merkezileşmesi, dolayısıyla toplumsal yaşamda etkinliğin artırılması, tek egemen sınıf olabilmesinin koşullarının yaratılması, bunun için de uluslar arası emperyalist finans tekelleri ve emperyalist tekellerle sıkı köklü ilişkilere girilmesi, var olan ilişkiler temelinde yeni bir yapılanmanın yaratılmasına gidilmesiydi.
İşbirlikçi-tekelci sermayenin kendi içinde "dönüşüm" sağlayabilmesi için ise ihracata yönelik üretimin gerektirdiği büyük ölçekli fabrika sistemini kurmak üzere, "kapitalistlerin kapitalistlerce mülksüzleştirilmesi" biçiminde, sermayenin daha çok merkezileştirilmesi, üretken olmayan karların üretken sermayeye akışının sağlanabileceği koşullar istenmektedir.
Sermayenin tamamen merkezileştirilebilmesinin tek yolu ise, devletçe alınacak olan önlemlerden geçmektedir. Başka bir deyişle, temel işlevlerinden birisi, sermayenin birikim koşullarını yeniden üretmek olan devletin, ihracata yönelik sermaye birikimi koşullarına baskıcı yöntemlerle müdahalede bulunması gerekmektedir.
Bir çok burjuva ekonomistinin öne sürdüğü görüşün tersine, bu model diğerleri gibi devlet müdahaleciliğini arka plana atmamakta, tersine ihracata yönelik sanayileşme için her düzeyde (ekonomik-politik) yoğun devlet müdahalesini gerektirmektedir.
Ve bu politikanın, sömürge tipi faşizmin parlamenter biçimiyle uygulanabilmesinin olanağı yoktu. Devlet aygıtı yıpranmış, kurumlarına çeşitli akımların temsilcileri yerleşmiş durumdaydı. Devlet müdahalesinin biçimi ve araçları, belirlenen amaçlara uygun bir geçişin koşullarını sunuyordu. Bu koşullar, ülkeyi gerçek anlamda sanayileşmenin oldukça uzağına atan, metropol sanayisinin esenliğinin hizmetkarlığı anlamına gelen emek yoğun tüketim malları uzmanlığı ve fason üretim biçimi idi.
Dayatılan politikaya koşulları uymayanlar derhal tasfiye ediliyor, böylelikle üretimin ölçeği de istenilen kapsamda büyütülmüş oluyordu. Yerleştirilmek istenen bu model temelinde üretimin yoğunlaşacağı alanlar yeniden belirlenirken , işbirlikçi tekelci burjuvazi bu alanlarda kendi dışındaki diğer sömürücü sınıflara yaşam hakkı tanımamaktaydı.
Piyasada "örgütlenmemiş para" olarak tanımlanan, halk dilinde "tefecilik" olarak adlandırılan kesimin iş hacmini büyüttüğünü gözlemleyen işbirlikçi tekelci burjuvazi, bu kesimin gelişim potansiyelinin yarattığı endişenin büyümesi ile, faiz oranlarının serbest bırakılması kararını almıştır. Toplam mali kesim içindeki payları %79 olan mevduat bankaları, bu paylarının 1978'de %74'e ve 1979'da %72'ye düştüğünü fark edince telaşa kapılmış ve "organize olmamış para piyasasından" şikayetler artmıştır.
İhracata yönelik ekonomik politikaların uygulanmaya konulmasından hemen sonra, kapitalizmin doğası gereği, işbirlikçi tekelci sermayenin elit kesimi, tekelleşemeyen, oransal olarak cılız kalan sermaye kesimlerini, hafif ve orta sanayiyi çöküntüye uğratmış, sermayenin merkezileşmesi sağlanırken ve bunun olanakları yaratılırken, oligarşinin güçlü sınıfı kendi müttefiklerinin de erimesini hızlandırmıştır.
Süreç içinde, ticari karların yönünü değiştirip sanayisine katan işbirlikçi tekeller, aynı zamanda büyük tüccarların kredi alanlarını da daraltmıştır. Büyük toprak ağalarının elinde biriken sermaye de, aynı biçimde merkezileşmeye katılmıştır. Bağlantılı olarak, söz konusu sınıfların devlet üzerindeki egemenliği zayıflamıştır. Bir sınıfın çıkarlarının başladığı, genişlediği yerde, bir başka sınıfın çıkarlarının azalması, zayıflaması kaçınılmazdır.
"...merkezileşme yoluyla bir gecede bir araya toplanıveren sermaye kütleleri, tıpkı diğer sermayeler gibi, ama büyük bir hızla ürer ve çoğalır. Ve böylece toplumsal birikimde yeni ve güçlü kaldıraçlar halini alırlar." (3)
Ülkemizde bu süreç, sermayenin merkezileşmesi, bazen özendirmelerle (vergiden bağışıklık, kredi olanakları, sübvansiyonlar vb.) bazen zorlamalarla (banka sermayelerinin olanaklarının artırılması) olabildiği gibi, bazen de devletin kapitalistler arası rekabette, uluslar arası emperyalizmin ve onun uzantısı olan işbirlikçi tekellerin lehine ve daha küçüklerinin aleyhine yönelik "yasal düzenlemelerle" gerçekleşmektedir. Bu da ağırlıkla, sözettiğimiz yöntemlerin izlenmesiyle yapılır. Ayrıca ithalattaki sınırlamaların kaldırılması, küçük ithalatçıların yokoluş sürecini hızlandırmaktadır.
Üretimin yoğunlaşacağı alanların yeniden belirlenmesi için, emperyalizmin öngörülerine dört elle sarılan işbirlikçi tekelci sermaye grupları, kaynaklarını bu alanlara yöneltmişlerdir. Bu eksenden sapmadan, "uzmanlaşabilecekleri" alanların neler olduğu, devlet politikasına kısa zamanda yansıyarak yeterince belirginlik kazanmıştır. Üretim alanları olarak, maden ve ağır sanayi kollarında değil, ara malları üretimi sektörüne ağırlık verilmesi öngörülmüştür. Hammaddesi bol emek yoğun alanlarda, dayanıklı-dayanıksız tüketim malları üzerinde yoğunlaşılmalı, turizm geliştirilmeli, ara mallarında ise, dünya piyasasına yönelik fason üretim benimsenerek parça üretimine başlanmalıdır.
Devlet Planlama Müsteşarı Y. Aktürk, 2. İktisat Kongresi'nde sunduğu tebliğde, sermayenin izleyeceği rotayı şöyle açıklıyordu:
"... piyasa mekanizması içinde rekabet gücü olabilecek, karşılaştırmalı avantajlarımızı azami ölçülerde kullanan, ithalatta boy ölçüşebilecek, daha doğrusu rahatlıkla ihracat yapabilecek sanayi dalları olmalıdır. Bu tariflere uyan sanayi kollarından bir kaçını aşağıdaki ek de özetlemek mümkündür;
Tekstil, Gıda Sanayi, Konfeksiyon, Cam, Seramik, Sıhhi Tesisat, Ambalaj, Deri Eşya, Dayanaklı Tüketim malları, Traktör, Kamyon, Otobüs, Profesyonel elektronik cihaz, Metal parça, (özellikle döküm parçaları isteyen yan sanayi...)
Kısa dönemde yatırımlara yönlendireceğimiz kapitalin en verimli kullanımını sağlamak için sermaye/hasıl oranı düşük sahalara öncelik verilmesi, isabetli olacaktır..
"
Emperyalist ülkeler, kendi ülkesinin işçi sınıfını ucuza beslemek, ve ucuz giyim gereksinimini karşılayabilmek ve aynı zamanda kendi üretim ve sömürü alanlarında yeni rakiplerin çıkmaması için, gereken önlemleri alıyordu. Yeni sömürge ülke ekonomilerini biçimlendirirken, bu ülkelerin sanayi kuruluşlarını söz konusu amaçlarına göre biçimlendiriyordu.
Konunun diğer bir yanı ise, emperyalizmin bunalımını omuzlamaya hazır bir yedeğin her an elinin altında hazır bulundurulmasıdır. Bu bağlamda yeni sömürge sanayisini, ekonomisini, emperyalizme hizmet sanayisi ve ekonomisi haline getirmeyi başından sağlamış bulunmaktadır.
Emek gücünün ucuz, tarım ürünlerinin bol ve ucuz olduğu Türkiye'de, bu ürünlerin üretimini yapıp ithal etmek, emperyalizm için en uygun yöntemdir. Bugün emperyalist ülkelerin işçilerinin ve diğer halk kesimlerinin büyük bir bölümü Hong-Kong, Singapur, Filipinler, G.Kore, Türkiye vb. ülkelerden ucuza sağlanmaktadır. Ve bu yeni sömürgelerdeki işçi ücretlerinin ortalaması, emperyalist ülkelerdeki emek gücü üretiminin %10'unu geçmemektedir.
Dolayısıyla sözkonusu ülkelerde işçi ücretleri sürekli düşük tutulmaya çalışılmış, işçi hakları sınırlandırılmış ya da genişletilmesine olanak tanınmamakta ısrarlı davranılmış; ekonominin gıda, giyim, hafif ara mallarına yönelik olması sağlanmaya çalışılmıştır. Üretimin iç pazara değil, dışa yönelik olması ve bu durumu daha elverişli kılmak için, programlar iç talebi kısıcı yöntemlerle donatılmıştır. Yapılan sürekli devalüasyonlarla, TL'nin değeri daha da düşürülmüş, ucuza mal ithalatı sağlanmıştır. Bu şekilde sözde Türkiye bazı alanlarda uzmanlaşmış oluyor, bunun adına da "ihracata yönelik sanayileşme" deniliyordu.
Hemen belirtmeliyiz ki, bu tezler ve öngörüler ne 1979 Türkiye'sinde ortaya çıkmıştır, ne de daha yenidir. IMF'nin 1963 yılındaki raporunda yer alan bu tez, daha o yıllarda ortaya atılmıştır. Uygulamasına ise 1960'larda Güney Kore ve Tayvan'da başlanmış, 1979'da ise sıra Türkiye'ye gelmiştir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi, ihracata yönelik ekonominin uygulanmasına bir an önce geçilmesi için, yürütme kademelerine baskıları artırmış, önlemler alınmasında yeni düzenlemelerle programın gündeme getirilmesinde sabırsızlanmıştı. Ancak ülkedeki demokratik girişimler ve sınıfın hareketliliğinin yanı sıra, devrimci mücadelenin giderek nitelik kazanması, bu politikanın gündeme alınmasına olanak vermiyordu. O durumda çareyi, programını bütünlüklü değil, adım adım uygulamaya sokmakta bulan AP hükümeti; fiyatların serbest bırakılmasından iki sonuç bekliyordu:
1) İhraç edilebilir ürünlerin fazlasını sağlama,
2) Özellikle KİT ürünlerinde uygulanan ikili fiyat sonucu, karaborsa ticareti yapan tüccarın karının ortadan kaldırılması.
Hükümet bunları öngörürken, işbirlikçi tekelci burjuvazi daha fazlasını; üretimin artışı için her şeyden önce, hammadde, ara malı ve petrol alımı için dövize olan gereksinmenin karşılanmasını, bunun için de işçi ücretlerinin tamamen sınırlandırılmasını, üretim aksatan işçi sınıfı eylemlerinin son bulmasını istiyordu. Bu nedenle, işçi ücretlerine gem vuracak, eylemlere meydan vermeyecek düzenlemelerin yapılmasında acele ediyordu.
Öte yandan, tarım girdisi kullanıldığı için, tarım ürünlerinin taban fiyatlarının düşük tutulması, bu olmadığı taktirde, iç ticaret hadlerini iyice tarım aleyhine geliştirecek şekilde, sanayi malları fiyatlarının arttırılması isteniyordu.
Genel olarak, uygulaması düşünülen ihracata yönelik ekonomik program belirlendikten sonra, bu programı oluşturacak ekonomik kararlar ve onu izleyen, tamamlayan kararlar da peşinden gelecektir. Bu tezler ve kararlar, Türkiye'nin toplumsal yaşamı tam bir baskı altında tutacak, askeri faşist diktatörlük dönemi öncesi ve sonrası, uzun bir dönem uygulamada yer alacaktır. Bu tezleri öteden beri öngören IMF, ihracat ekonomilerinin yapması ve yapmaması gereken şeyleri şöyle sınıflandırmaktadır:
"... Yapılması gerekenler; ihracatın teşviki ve farklılaştırılması, ticaret özgürlüğü, makro dengelerin yeniden kurulması, ihracattaki dalgalanmaların önlenmesi. Yapılmaması gerekli şeyler ise şunlardır; fiyat kontrolleri, ithalat kısıtlamaları ve paranın yüksek değerde tutulması, ikili anlaşmalar, çoklu kur uygulamaları..." (4)
Öngörülen kararlar doğrultusunda davranmayan, finansman nedenleriyle tıkanan, uyum gösteremeyen sanayi kesimlerinin tasfiye edilmesi, işbirlikçi tekelci burjuvazi açısından kaçınılmazdı. Sermayenin bu iç çelişkisi, bazılarının yok olmasını, bazılarının daha da büyümesini getirecek, dolayısıyla sermayenin merkezileşmesini sağlayacaktır.
Marx'ın deyimiyle; "... daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin toplulaşması, bağımsızlıklarına son verilmesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi" (5) olayıdır.
Orta ve hafif sanayi kuruluşlarının önemli bir bölümü, tekelci sanayi sermayesinin yoğunlaştığı alanlarda iflasa sürüklenmiştir. Tekelci sermaye, aynı girdiyi birden fazla firmaya yaptırmakta ve fiyat üzerinde genellikle egemenlik sağlamaktadır. Bu sanayi alanlarında ihracat yapılmaması/yapılamaması özelliğine, aşırı değerlenmiş kurun ihracatı olumsuz yönde etkilemesi de eklenince, zaten devlet yardımlarını geri çektiğinden, bu sanayi kolları çöküntüye uğramıştır.
Sermayenin kendi içinde yeniden yapılanmaya gitmesi, genel olarak yaratılan artı değere (kar, toprak rantı, ticaret karı, faiz vb.) el koyan sömürücü sınıfların çeşitli kategorilerde etkinleşmelerini doğuracak, bu sınıflarla işbirlikçi tekelci sermaye arasındaki mücadele süreci, daha sonraki yıllarda sermayenin en güçlüsü lehine bir seyir izleyecektir.
Türkiye'de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması 1960'lardan sonra belirginleşmiştir. Ülke standartlarına göre "büyük" sayılabilecek işyerlerinin sayısı artmış, bu tip kuruluşların toplam işyerleri içinde sayıca yoğunlukları olmasa da belli bir ağırlıkları olmuştur. Diğer alanlarda da bu mücadele sürmüştür. Tekelci sermayenin bu amaca ulaşmada faaliyet göstermesidir. Daha somut bir deyişle, bina ve toprak sahibi olarak kiraya vermemek, ürettiği malı kendisi pazarlayarak veya kullandığı girdiyi kendisi satın alarak, ticaret karını başkasına kaptırmamak; bankacılık-bankerlik yaparak, faiz giderini asgaride tutmak, kısacası "dikey" birleşmelere gitmek bu amaca ulaşmanın başlıca yöntemidir.
Türkiye kapitalizminin en etkin sınıfı olan işbirlikçi tekelci sermayenin de amacına ulaşmada başvurduğu en bilinen yöntemi, sermayenin oluşumundaki tüm aşamalarda faaliyet göstermesidir. Açılımıyla; sanayi üretiminin sahipliğini, ürünlerin pazarlanmasını, dağıtımını kendi eliyle organize ederek, ticaret karının dışarıya akmasını büyük ölçüde önlemektedir. Sanayide kullanılan girdilerin halini de kendi kurumlarıyla organize etmeye başlamıştır. Aynı süreç içinde kredi ve finansman sorununu kendine ait kurumlarla çözmeye çalıştığı gibi, devletin tüm olanaklarını kullanabilmenin yollarına sahiptir ve sübvansiyonları kendi lehine kullanabilmiştir.
Tarım alanında, tarım girdileri ve kredi sisteminde de aynı biçimde faiz oranlarını artırmak yoluyla, bankaların dağıttığı kredileri tefeci-tüccarın ele geçirmesini büyük ölçüde önleyip, tarımdaki feodal, yarı-feodal ilişkileri dönüşüme uğratmış, tarımda kapitalizmin gelişimini sağlamıştır. Tarımdaki sermaye birikimi devlet aracılığıyla tekelci kesime aktarılmış, dolayısıyla tarımda da bu kesimin etkinliği artırılmıştır.
Pazar için üretimin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, karikatür bir kapitalist ilişkinin kökleşmesi sağlanmıştır. Fakat bu kapitalizm, kimliksiz ve ucube kapitalist ilişkileri içerdiği için, 'kökleşme' kaçınılmaz olarak, toprağın yüzeyinde ve her an sökülüp alınmaya, her rüzgarda savrulmaya aday bir kökleşmedir.
Sanayi, tarım ürünlerinin merkezi alımını üstlenen devlet aygıtı, bu alanlarda devlet tekellerini oluşturmuştur. Üretimin cinsine göre belirlenen bu kuruluşların başlıcaları Fiskobirlik, Şeker Fabrikaları, Çay-Kur, Çukobirlik, Köy-Koop, Tariş vb.dir. Tarıma modern girdi sağlayan üretim aletleri üretimini gerçekleştiren devlet kuruluşları da mevcuttur. Donatım Fabrikaları, Gübre Fabrikası vb.
Tarımdaki ürünlerin taban fiyatlarının belirlenmesi de devlet eliyle gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla, biriken sermaye devlet tarafından işbirlikçi tekelci sermayenin damarlarına zerk edilmek amacıyla kullanılmaktadır. İhracata yönelik sanayileşme politikasında ülkenin uzmanlaşacağı alanlardan biri olarak da tarım öngörülmüş, ancak daha önce değindiğimiz nedenlerle bu işleyiş, bütünlüklü olarak bir türlü yerine getirilememiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin Oligarşi içindeki ağırlığını artırması, özellikle 'kara para' diye adlandırılan, yasal olmayan yollardan sermaye birikimine sahip olan, yasal koşullara bağlı kalmaksızın ticaret yapan kesimle de bir hesaplaşmaya girişmesini doğurmuştur.
1970'in ikinci yarısında şiddetlenen döviz darboğazı koşullarında Merkez Bankası'nın dışında döviz toplayan ve bunları da ya resmi kurun çok üstünde fiyatlarla taliplilerine satan, ya da bu dövizlerle çeşitli mamül, yarı mamül malları alıp, kaçakçılık yoluyla ülkeye sokarak, yüksek fiyatlarla pazarlayan kesimin durumu dikkate değer bir yer işgal ediyordu. Bu kesim, silah, içki, sigara kaçakçılığından, sanayide kullanılan elektronik cihazlara, iş aletlerine kadar bir çok malı yüksek fiyatlarla satmakta ve önemli oranda ticari kar sağlamaktaydı.
Aynı şekilde karaborsacılık alanında KİT yöneticileriyle anlaşıp, bu ürünlerin (demir, çelik, çimento, sigara vb.) karaborsa ticaretini yaparak büyük karlar sağlamıştır. Ayrıca yüksek faizle borç para verme yoluyla da önemli faiz gelirleri elde etmekteydiler. İstanbul Tahtakale Piyasası olarak adlandırılan bölgede sağlanan kazançlar milyarlarla ifade edilmekteydi. Bu kesimin kaçakçılık faaliyetleriyle elde ettiği karlar o denli yükselmiştir ki, IMF bile durumdan şikayetçi olmaya başlamıştır.
IMF tarafından hazırlanan, Türkiye ekonomisinin Mart 1980'deki durumunu irdeleyen "gizli" kayıtlı bir raporda ilk kez ülkedeki kaçakçılık sektörünün önemi vurgulanmakta ve şöyle denilmekteydi:
"... yetkililer ülkeye yasadışı yollardan yapılan ihracatın çekiciliğini önleyebilirler ve kapsamını azaltabilirlerse ödemeler dengesinde belirgin bir düzelme elde edebilirler. Bu açıdan en iyimser yaklaşım bile açığın 2 milyar dolar dolayında olacağını göstermektedir." (6)
Sonuç olarak ekonomide iki açık faşizm dönemi arasında izlenen politikalarda, sık sık değişik hükümetlerin değişik tanımlarla ortaya koydukları programlara rağmen özde değişiklik olmamış, emperyalizmin çizdiği rotanın ve genel kapsamın, ülkenin ekonomik, siyasal, sosyal niteliğinin elverdiği sınırların dışına çıkılmamış/çıkılamamıştır.
Demirel-Ecevit-Erbakan, MC hükümetleri; ithal ikamecilik, DÇM politikaları, ihracata yönelik sanayileşme vb. tanımlar altında, değişmeyen yöntem olan devalüasyonlar ve emekçi kitlelerden daha fazla, daha fazla isteme işlevleriyle, uluslar arası tekelci sermayenin 'önlem ve tedavi paketlerini' ülkenin sırtına yüklemişlerdir.

E) MHP'NİN ROLÜ, TOPLUMSAL YAŞAMDAKİ ETKİLERİ
1970'li yılların başından itibaren üretici güçlerin gelişimi ve toplumsal yapının ulaştığı boyut, sınıf çelişkilerinin derinleşmesine neden olmuştur. Türkiyeli emekçilerin ekonomik, demokratik nitelikli istemleri sistemin açmazlarıyla bütünleşince, çelişkiler hızla siyasal boyutlara sıçramış, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve müttefiklerini tedirgin eder hale gelmiştir.
12 Mart açık faşist diktatörlüğü boyunca devletin tüm olanakları işbirlikçi sermaye çevreleri yararına kullanılarak var olan çelişkilerin daha da derinleşmesine neden olunmuştur. 1970 öncesi ve sonrasında oligarşi, ülkede gelişebilecek sınıf mücadelesinin boyutunu saptadığı için, bu mücadeleyi etkisizleştirmenin yöntemlerinden biri olarak, sivil-faşist örgütlenmeyi tüm olanaklarıyla destekleyip, gelişmesini sağlamıştır. Söz konusu saptama, elbette ne Türkiye Oligarşisinin derin siyasal kültüründen ne de siyasal öngörü yeteneklerinden kaynaklanmaktadır.
Yeni sömürgecilik politikasının uluslar arası düzeydeki uygulamaları gözlemlendiğinde, bizim gibi ülkelerde emperyalizmin neredeyse gelenekselleşmiş tavsiyelerinden ve destek odaklarından biridir sivil-faşist çeteler.
Rockafeller adlı uluslar arası emperyalist tekel grubunun bir raporunda; "...açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli ama, saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar bazen bir iç savaş biçiminde, bazen devrimci hareket biçiminde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçiminde karşımıza çıkmaktadır... Bizim amacımız, bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır... Bu zorunlulukta yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçim ve niteliği vardır..." denilmektedir. (7)
Hemen tüm yeni sömürge ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de bu tip sivil faşist örgütlenmenin ve devrimci kitle hareketine karşı saldırıların; sadece yerel özelliklerinden, ülkenin özgün durumu ve tarihsel motiflerinden kaynaklanan bir sonuç değil; emperyalist politikanın uluslar arası nitelikler kazanmış yöntemlerinden biri olduğu net bir gerçektir. Bu konuda daha önce de, önceli diyebileceğimiz dar yapılanma ve işlevler görülmüş olmakla beraber, durumun etkin bir nitelikle somutlaşması, MHP ile olmuştur.
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi içinde yer alan, 1969'da bu partiye başkan seçilen Alparslan Türkeş'le birlikte partinin ismi de Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmiştir. Tüm faşist yapılanmaların bilinen liderlik prensipleri dahilinde, MHP'nin parti programının yürütülüşü ve partinin bileşiminin saptanması, işleyişi, yetkileri, güçlü bir lider olarak adlandırılan Türkeş'te toplanmıştır. Türkeş inisiyatifinde ve çevresinde, faşist ideolojinin ülkede bir parti yapısı çerçevesinde biçimlenişinin prensipleri oluşturulmuştur. Irkçılık, Türkçülük genişletilip; Pan-Türkizm, Turancılık anlayışına göre bir çizgi yaratılmış, tamamlanmış oldu.
Temel sloganlarından biri "Güçlü Devlet, Güçlü Lider" olan MHP, özellikle milliyetçilik-Türkçülük temelinde faşizmin tipik demagojik propagandasıyla, hem anti-kapitalist olduğunu hem de anti-komünist olduğunu belli bir kesime empoze etmeyi başararak, yerel, bölgesel, geleneksel özelliklerin çarpıştırılan materyaller olarak kullanılmasını yöntem edinerek, azımsanması mümkün olmayan bir taban oluşturmuştu. Orta sınıfların özlemlerinden yararlanma alışkanlığı olan faşist ideoloji, bu sınıfların hem iktidarı ele geçirip, büyük kapitalistlere dönüşme özlemi iye yanıp tutuşma durumu hem de kapitalizmin gelişme özellikleri üzerinde yükseldi. Giderek mülksüzleşen bu kesimlerin özlemleriyle ve endişeleriyle sıkıştıkları statüde tutunabilmek için güç arayışlarının kaçınılmazlığı, MHP'nin onlara seslenme zeminini yaratan koşullar olmuştur.
Aynı şekilde kırsal kesimde de gelişime kapalı, aydınlanma durumu son derece geri bir kitleyi, öteden beri var olan alevi-sünni çelişkisini körükleyip dini istismar ederek faşizmin çıkarları doğrultusunda kullanabilmiştir. İşçi sınıfı içinde ise, devletin tüm olanaklarıyla, işbirlikçi tekelci burjuvazinin maddi ve politik desteğiyle sendikal örgütlenme yaratabilmiş ve Milliyetçi İşçiler Sendikaları Konfedarasyonu'nu kurmuştur.
MHP, MC Hükümetleri dönemi boyunca devletin önemli bakanlıklarını ele geçirmiş, böylelikle bir yandan faşist hareketin kitleler içinde taban bulması sağlanırken, diğer yandan da devlet kurumlarına kadrolar düzeyinde militan-faşist özellikler kazandırılmaya başlanmış ve kurumsallaşma önemli oranda gerçekleştirilmiştir.
Siyasal bir parti kimliğiyle toplum yaşamında yer alıp, giderek gençlik, işçi sınıfı, köylüler, öğretmenler gibi kategoriler içinde örgütlenerek, kitlesellik sağlamıştır. Yığınlara ulaşmada önemli bir olanak olan yayın politikasında ise günlük gazeteden bidirilere, kitaplardan dergilere, broşürlere kadar hemen her türden basın yayın, faşist ideolojiyi kitlelere sunmuştur.
Bunlara, MHP özelinde gösterilen faaliyetin, devlet olanakları başta olmak üzere diğer bazı parti taraftarı gerici ve faşistlerin olanaklarından yararlanma durumunu da eklemek gerekir. Öte yandan ABD emperyalizminin uluslar arası komplo ve terör organizatörü CIA desteğinde ETKO, TİT gibi özel faşist terör timleri oluşturulmuştur.
MHP'yi finanse eden iş çevreleri, bu destekleme işlemlerini çoğu kez A. Türkeş'in ve yakın çevresinin şahsında gerçekleştirmişler, yüklü paralar işlevlere ve örgütlenmeye transfer edilmiş, Avrupa'daki Türk işçileri içinde de bir örgütlenme yaratılmıştır. Aynı biçimde işçilerden alınan önemli miktarda maddi yardımın yanı sıra, Batı Almanya'nın neo-nazi örgütleriyle çeşitli ortaklıklar gündeme getirilmiştir.
1973 seçimlerinde az bir oy almasına rağmen, 1977 seçimlerinde %6.4 oy potansiyeline ulaşarak, 16 milletvekilini TBMM'ne sokan parti, daha sonra bu oranı %10'lara kadar yükseltmiştir ki, durumun çözümlenmesi ve çeşitli aşamaların değerlendirilmesi açısından bir yeni sömürgede bu nitelikte bir partinin elde ettiği söz konusu oran, üzerinde büyük bir dikkatle durulması gereken bir noktadır.
Sivil-faşist terörün boyut kazanması, MHP'nin gücünü besleyen, onu siyasal gündemin önemli olgularından biri yapan faktör olmuştur. Devrimci güçlerin emperyalizm ve oligarşiye yönelmesi gereken savaşlarının rotasında ibrenin MHP'den yana gerektiğinden fazla kayması; hatta bazı sol çevrelenme ve örgütlerin teoride de işlevlerinin odağına MHP'yi koymaları, MHP olayının oluşturulmasında ve beslenmesinde güdülen amaçların bu bağlamda gerçekleşmiş olması anlamına gelmektedir. Direkt devlete yönelik bir mücadelenin önüne, devletin amaçları doğrultusunda ve devrimcilerin devlete yönelmenin gerekçelerinin bir anlamda mercekle büyütülmüş hali olarak çıkarılan yem, oltaya büyük ölçüde takılmıştır.
AP'nin MHP'yi kollamasının temelinde , aynı sınıfların çıkarlarını temsil etmelerinin yanı sıra, MHP'nin gelişen sınıf hareketine karşı, sivil faşist örgütleri aracılığıyla ortaya koyduğu saldırganlığın etkilerinin, kendisi açısından bir kalkan işlevini görmesiydi.
1975 sonrasında ülkede gelişen silahlı mücadele, işçi sınıfının demokratik kitle hareketlerine yönelmesi, kitlelerin devrim saflarına akışı, suni dengeyi büyük ölçüde zayıflatmış; hükümetler, emperyalizmin sunduğu reçeteleri uygulayamaz hale gelmişlerdir. Devletin yukardan aşağıya müdahalesiyle açık faşizme geçmek için vakit erken olduğundan, bu durumun gerekleri sivil faşist çetelerin omuzlarından karşılanmaya çalışılmaktadır. MHP, bir anlamda devletin paravanı, bir anlamda kalkanı, bir anlamda açık faşizmin mikro düzeyi, bir anlamda açık faşizme geçişin köprüsü ve esasta emperyalizmle oligarşinin kitlelere-kitlelerin çıkarlarına karşı, kitlelerden koparabildiği unsurlarla oynadığı kanlı çatışma oyununun piyonlarının birliğidir.
Oligarşinin bu politikaları, devletin yıpranmasını belli ölçülerde geciktirmiş ve devletin "tarafsız"lık görünümünü koruma çabasına hizmet etmiştir. Hükümetler, durumu "sağ-sol" çatışması demagojileriyle istedikleri şekilde kullanmış, devrimci politika ve eylemin zaaflarıyla olanakları genişleyen bu demagojik yaygara, kitlelerin kulaklarında bir hayli etki bırakmıştır.
MHP sadece devrimci harekete saldırmamış, aynı zamanda MSP'nin etkisini kırmak için de mücadele etmiş, Suudi Arabistan petrol tekelleriyle ilişkilerini geliştirip mali destek almış, tarikat düzeyindeki gerici, dinci akımları çatısı altında toplamış, MSP ile bu platformda çatışma içine girmiştir.
Politik bir savaşın her geçen gün boyutlandığı, açık bir devrim-karşı devrim hesaplaşmasına dönüştüğü bir süreçte doğaldır ki emperyalizmin Türkiye üzerindeki duyarlılığı da bu savaşın nitelik ve çapına bağlı olarak artacaktır. Emperyalizm, sömürgelerine öteden beri salt maddi kaynak alanları ve askeri planda stratejik kullanım noktaları olarak bakmamış, sosyalizmin güç kazanmasıyla bu durum, bu olguların yanı sıra emperyalizmin kendi yaşamını devam ettirme temelindeki çabalarıyla yeni boyutlar kazanmıştır. Hatta özellikle İkinci Paylaşım Savaşı'ndan sonra, ulusal-sınıfsal kurtuluş mücadelelerinin kritik evrelerinde, sözünü ettiğimiz ikinci olgu ön plana geçmiştir. Çok iyi bilmektedirler ki "…yerel devrimci savaşlar, kapitalizm ve emperyalizme karşı olan dünya çapında savaşın bir parçasıdır…bütün ulusal kurtuluş hareketlerinin bu nedenle ezilmesi gereklidir." (8)
ABD Başkanı Johnson, 1966'da Türkiye'den söz ettiği konuşmasında durumu son derece gerçekçi bir şekilde vurgulamaktadır.
"…. Komünist saldırganlar -Vietnam'da başarıya ulaştıkları taktirde- kurtuluş savaşı yoluyla başarıya ulaşma inancına kapılacaklardır." (9) Evet, gerçekten kazanılan zafer, gelişmeyi evrensel planda pekiştiren adımlar olmuştur.
Emperyalizmin dolaylı saldırısının niteliği açıktır. Faşizm açık terörcü diktatörlüğünü kitle temeli yaratarak iktidara gelir, ya da "….devletin silahlı güçlerine dayanarak gelen faşizm, aynı zamanda devlet organlarını da kullanarak temelini geliştirmeye çalışır." (10)
Her iki durumda da sonuçta kitlelere faşizm için "evet" dedirtilir. Ama metropollerde faşist ideolojinin kitlelere empoze edilmesinden sonra yeni sömürge faşizmine ironik bir simetri getirilmiştir. Artık açık faşizm, iktidar ve hatta "devlet" olduktan sonra, devleti yeni durumuna uygun olarak yeniden örgütledikten sonra kitlelere "evet" dedirtilir.
Bağımlı, yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerde faşizm, emperyalizmin ülke içinde yaratmış olduğu kendine bağlı kurumlarca uygulanan baskıcı yöntemlerle yansıtılmakta ve bunu bünyesinde taşımaktadır. Bu tip ülkelerde faşizmin sürekliliği devlet olgusunda yatmaktadır. Varlığının korunması ise, parlamenter yöntemle "halkın seçtiği" burjuva partileri aracılığıyla sağlanmaktadır. Gerekli görüldüğünde mevcut görevi hak ve özgürlükler, yeni sömürge demokrasileri (faşizmleri)nin bütün kurumları, yine yukardan aşağıya askıya alınarak, ordu her şeye kadir tek kurum olarak devleti ipotek etmektedir. Ama bu durum faşizmin kitle tabanına yönelik işlevlerini dıştalamaz, yadsımaz. Özellikle sivil dönemlerde, bütün işlevlerin ordu tarafından yüklenilmediği evrelerde, çeşitli parti, örgüt vb. bileşimlerle taban arar ve belli oranda da bulur.
"…. Öncelikle toplumun desteğini kazanmak gerekir. Toplumun desteği sağlandığı ölçüde o topluma kendi görüş ve ideolojimizi empoze edebiliriz…" (11)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi yeni sömürge ironisi faşizmin ideolojisini yayarak kitle tabanı aramak yerine, tavanı tuttuktan sonra ("toplumun desteğini sağladıktan sonra") ideolojisini benimsetmeyi uygun görür. Bu desteğin nasıl sağlandığını ve benimsetme yöntemlerinin neler olduğunu halkımız somut olarak yaşamıştır.
Tüm bunlar uygulamaya sokulmadan kitlelerin hareketliliğini bastırmak, devrimci gelişimi engellemek için öngörülen, "…. bir siyasal partinin kılavuzluğuna gereksinme" olduğu belirtilerek özellikle "… daimi kuvvetler için, devamlı yardımcı kuvvetler temin etmek", "yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olmak…" (12) gibi gereklilikler yine ülkemiz pratiğinde karşılığını bulmuş görüşlerdir.
ABD emperyalizminin bu konudaki taktiklerini The New York Harold Tribune Dergisi şu şekilde açıklıyor: "… Yerli kuvvetleri, komandocu yöntemlere göre eğitmeli ve gerekli silah ve malzemeyle donatmalıdır."
"…. Halkı direnişçilerden ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerine, zulme kadar varan haksız muamele örnekleriyle sahte operasyonlara başvurması tavsiye edilir." (13)
Burada da vurgulanmış olduğu gibi ülkemizde, MHP'nin organize ettiği ve bizzat CIA ajanlarınca eğitilen faşist kadrolar tarafından yönlendirilen sivil faşist terör çetelerinin pratiklerinin, terör ve provokasyon yöntemlerinin nereden esinlendiğini daha açık ve çarpıcı olarak sergilemek için Ülkü Ocaklarında ele geçen belgeleri anımsatalım: "Komünist Gençlik Teşkilatı" amblemli teksirler, Ankara Yeni Mahalle Savcılığı'na verilen emniyet raporunda belirtilen ABD propaganda broşürleri…" (14)
Faşist ideolojiyle donanmış siyasal bir parti olarak ortaya çıkmış diğer yan örgütlenmeleriyle birlikte bir güç haline gelmiş olan MHP'nin çok yönlü saldırılarının finansmanı, ABD emperyalizmi ve onun yerli türev uşağı işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından sağlanmıştır. Emperyalizm, dünyanın tüm yeni sömürge ve bağımlı ülkelerinde, en gerici, şovenist, bağnaz akımları ve özelinde ise faşist ideoloji ile birlikte bunların örgütlerini yaratır. Bunları hem devrimci halk hareketlerine karşı kullanarak hareketi sekteye uğratmaya hem de sıradan, henüz hareketsiz halk kitlelerine karşı kullanarak hareketlenme potansiyelini kırmaya çalışır.
MHP, yeni sömürge ülkemizde, yükselen sınıf ve devrimci hareketi sindirebilmek uğruna, yüzlerce devrimci demokratı katlettiği gibi, çeşitli provokasyon eylemleriyle de bulanıklık yaratmaya çalışmıştır. CIA patentli MHP, yeni sömürge kapitalizminin toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini yine toplum üzerinde kullanarak bu temeldeki demagojileriyle de kitle tabanı yaratabilmiştir. Toplumun dejenere kesimi lümpen proleterler sivil çetelerin en fazla kullanılan elemanları olmuştur Lümpen kesim açısından ve faşist örgütçüler açısından bu yoldan karşılıklı bir çekicilik son derece doğaldır. Her ne kadar 12 Eylül açık faşist diktatörlüğünün gündeme gelmesiyle sürecini dolduran MHP yöneticileri ve liderleri, açık faşizmin temel motifi olan "sağ-sol çatışmasını önlemek için devreye girdik" demagojisini temelinde cezaevlerine (geçici bir süre için) doldurulmuş olsalar da; MHP merkez davasında yargılama sürerken MHP davasının diğer sanıkları; ".. biz cezaevindeyiz, fikirlerimiz iktidardadır" diyerek durumun gerçekliğini ortaya koymuşlardır.

F) TARIM SORUNU, KIRSAL KESİMİN VE KÖYLÜLÜĞÜN DURUMU
Bugüne kadar ki süreçte, ülkemiz solunda tartışılan konulardan biri olan iktidar bloğunun değerlendirilmesinde ve tanımlanmasında, egemen blok içinde egemen konuma yükselen tekelci burjuvazisinin özellikleri önemli bir yer tutmaktadır. Ülkenin ekonomik, sosyal ve politik yaşamına yön veren iktidar bileşimi, oligarşi içinde her geçen gün etkinliği artan, süreçlere damgasını vurmaya başlayan işbirlikçi tekelci burjuvaziden anlaşılması gereken nedir?
Bugün ülkemizde ağırlıklı faaliyetleri sanayi olmakla birlikte, bankacılık, sigortacılık, müteahhitlik, taşımacılık, iç ve dış ticaret, turizm, kısaca tarım dışı hemen hemen her alanda yatay ve dikey bütünleşmelerle faaliyet gösteren yaklaşık 50 sermaye grubu vardır. Çoğunlukla holding, şirketler grubu, bazen da banka merkezli olarak işlev gösteren bu gruplar, faaliyet gösterdikleri sektörlerin egemenleri konumundadırlar.
Türkiye'de en büyük 500 şirketten 406'sı özel mülkiyetindir. Bunlarda yaratılan katma değerin %53'ü bu sermaye gruplarından 25'ine aittir. Bu grupların bünyesinde yer alan 26 ihracatçı şirketin Türkiye ihracatındaki payı %42'dir. Yine bu gruplara ait 7 büyük banka, 1986'da toplam mevduatın %70'ini toplamış, kredilerin %60'ını da dağıtmıştır.
Tüm bu sermayelerin ortak özelliği uluslar arası emperyalizm ile bütünleşmiş olmalarıdır. Başlangıçta aracılık-ticaret yoluyla gerçekleşen bu ilişki, yeni sömürgecilik sürecinde ortak yatırımlara dönüşmüş ve söz konusu kesim emperyalizmin işbirlikçisi durumuna gelmiştir.
Dolayısıyla işbirlikçi-tekelci sermaye gruplarının izlediği rotalar emperyalizmin rotasıyla bütünleşmiş, fakat özdeşleşme durumunun olanaksızlığı nedeniyle bu bütünleşme ona altlık olma niteliğinde somutlaşmıştır. Ülkede uygulanan ekonomik politikalar, siyasal bileşimler, devlet aygıtı ve organlarının biçimlenişleri emperyalizmin ve dolayısıyla işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarının korunması, karlarının artırılması yönünde düzenlenmiştir. Bu elitin öncüleri, tarım ürünlerinin dış ticaret yoluyla belirli bir sermaye birikimine ulaşmış ve daha sonra sanayi yatırımlarına yönelmişlerdir. Bunların en çok bilinen örneği Çukurova kökenlik işbirlikçi tekelci burjuvalardır. Bunlar, Sabancı, Sapmaz, Has aileleri ile Mersin-Tarsus yöresindeki Karamehmet/Eliyeşil/Çukurova Holding aileleridir.
1950'den itibaren hatırı sayılır bir birikime ulaşan burjuvazi, bu birikimi ile kapitalist çiftlikler kurma yoluna gitmemiştir. Dünya Bankası, Marshall Fonu gibi kurum ve kuruluşların, sulama başta olmak üzere verimliliği artırıcı teknikleri tarıma sokması bile, sermayenin bu alana yönelmesinde çekici olamamıştır. Burjuvazinin yöneldiği alanlar esas olarak sanayi, bankerlik, ticaret, müteahhitlik ve benzeri sektörler olmuştur. Kapitalist tarım işletmeciliğinden uzak durulmasında, sektörler arasındaki karlılık oranının değerlendirilmesinin rolü büyüktür. Doğal olarak karlılık hangi sektörde fazla ise burjuvazi o alana yönelir, sermayesini o alana yatırır.
"... Tarımın özelliği ise; tarımsal üretimin, doğal koşulların ve olayların etkisi altında bulunması, göreli olarak uygun konjonktür dalgalanmalarından az yararlanabilmesi gibi nedenlerle tarımda oluşan sermaye geliri genellikle düşük olmaktadır. Ticaret ve sanayi sektörlerinde sermaye yılda 4 defa devir etmesine rağmen, tarımda sermayenin devir hızı yılda bir defadır." (15)
Tarımda sermayenin devir hızının bu denli düşük olmasının nedeni de üretim sürecinin, uygulanan çeşitli tekniklere rağmen uzunluğudur. Verili koşullar altında, tarım kesiminde sermayenin devir hızının düşük olması ve bu kesimin diğerlerine oranla daha fazla risk ve belirsizliklerle karşı karşıya olması, işbirlikçi tekelci burjuvazinin tarım işletmeciliğinden uzak durmasını doğurmuştur. Özünde bu seçim işbirliği içinde bulunduğu emperyalizmin politikalarının sonuçlarına göre belirlenmiştir.

1970-80 ARASINDA TÜRKİYE TARIMINDAKİ GELİŞMELER
Türkiye ekonomisinin uzun yıllar temel dayanağını oluşturan tarım, önemini bugün de korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze kadarki süreç içinde, sanayi toplumu olabilmek uğruna sürdürülen yoğun çabalar, gerçek anlamda istenilen boyuta ulaşamamıştır. Bunun olanaksızlığını ve nedenlerini daha önce incelemiştik.
Köylülük sorununda ya da tarımsal çözümlemelerde somut gerçeklikten hareket ettiğimizde; çağımızda tarımsal sorunların kapitalist gelişme denkleminin diğer ayağı olma kimliğine girdiğini görüyoruz. O halde bu konuda soyutlamacı bir çözümleme mümkün değildir.
Marksist kuramda, köylülük kendi başına bağımsız bir rol oynamaz. Bu kavram, genel olarak kendi tüketimleri ve Pazar için üretim yapan, aile emeği kullanan, kendi üretim araçları üzerinde bir dereceye kadar kontrolleri olan kırsal üreticileri ifade etmektedir. Böyle bir köylülük kavramı arkasında ise hangi sınıfsal ilişkilerin yattığı belli değildir. Bu nedenle Marksist-Leninist yaklaşımda köylülük kendi başına bir çözümleme konusu olarak ele alınamamaktadır. Lenin'de köylülük, karışık sınıf ve grupların bileşimi olarak ele alınmakta ve egemen sınıflarla ilişkilerinin çözümlenmesi sonucu konumlandırılmaktadır. Marksist kuramda, "köylü" genellikle tarımsal meta üreticisi ya da feodal, yarı feodal toprak işleyicisi anlamına gelmektedir.
Lenin için temel soru, kapitalizmin gelişme koşulları ve bunun tarımsal üretim ve örgütlenme üzerindeki etkisinin ne olduğudur. Bu bağlamda, tarımda kapitalizmin gelişmesinin yapısal özellikleri ve küçük üreticilerin kapitalizmin etkisi altında uğradıkları dönüşümler, Lenin'in bakış açısını oluşturmuştur. Bu çerçevede yapılan çözümlemeler, akademik kaygılardan öte Bolşevizmin tarım programına yön verdikleri için devrimde yaşamsal öneme sahip olmuştur.
Kapitalizmin tarıma girmesi, sanayideki gelişme sürecini izlemez, ama bu iki süreç birbirine taban tabana zıt ta değildir. Son çözümlemede tarım ile sanayideki gelişmeler aynı sürecin unsurlarıdır.
Tarımdaki gelişme çizgisi sanayidekinden farklı bir ivme gösterir. Sanayideki büyük ölçekli fabrikaların küçük işletmelerin yerini alması görülebilen bir gerçektir. Sanayide olduğu gibi tarımda da kapitalist üretim proleterleşmeye ve üretim araçlarında artan bir yoğunlaşmaya neden olur. Ama bu gerçeklik, sanayide olduğu kadar çıplak gözle kolaylıkla ayırt edilemez. Çünkü daha sinsi bir süreç izler ve çok daha karmaşık problemler yaratır.
Genel olarak Türkiye tarımında kapitalist üretimin genişlemesi, kapitalist çiftliklerin toprak alanlarının genişlemesi biçiminde olmaktadır. Fakat büyük toprak sahiplerinin el attıkları alanların çoğalması ülke dokusunun genel çözümlemesine bağlı olarak, diğer yöntemlerle iç içe geçen yöntemleri de uygulamaya başlaması biçiminde olmaktadır. Sanayide olduğu gibi, sermayenin yoğunlaşması, tarım alanında benzer biçimiyle geçerli değildir. Bu olmadan da kapitalizm tarım alanında gelişebilmektedir, fakat elbette bu gelişme de ülke koşulları temelinde bir gelişmedir.
Sonuçta, bu süreçte tarımın genel özellikleri olarak somutlaşan noktaları şöyle ifade edebiliriz.
1. Tarımın bazı alanlarında makinalaşma henüz mümkün değildir, veya geniş toplumsal işbölümünü doğuracak kadar yeterli değildir.
2. Toprak kolayca bölündüğü için, tarımda miras kurumu, mülkiyetin yoğunlaşması eğilimini sınırlayıcı bir rol oynamaktadır.
3. Tarımda toprağın belli ellerde yoğunlaşması olasılığı sanayide rastlanmayan bir takım fiziksel ve toplumsal engellerle karşılaşılmaktadır.x
4. Tarımda çalışma genellikle mevsimsel olduğu için, büyük toprak kapitalistleri kendileri için gerekli işgücünü, yılın bir kısmında ücretli işçi olarak çalışan küçük toprak sahiplerini ya da yoksul köylüleri kullanarak sağlamaktadır.
5. Bir kesim köylüler genel ücret seviyesinin altında bir gelir getirse bile, küçük toprak parçasını işlemeye devam etmektedirler.
6. Tarımda tekelci sermayenin müdahalesi, tarımsal kesimdeki sermaye birikimini esas olarak sanayiye aktarmaktadır.
Tarımda çok çeşitlilik gösteren üretimin gizemi, tarımsal etkinliğin çeşitliliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Tarımda kapitalizmin gelişimi, artan yoğunlaşma prensibi varsayımından hareketle; toprak mülkiyetini genişletmiş ve üretim araçlarının belli ellerde toplanmasını doğurmuştur. Köylülerin proleterleşmesi, köylüler içinde artan bir farklılaşmanın ortaya çıkmasını getirmiş ve büyük toprak sahiplerinin, zengin köylülüğün, orta ve küçük köylüleri, yoksul köylülerin ve en son tarım proleterlerinin, mevsimlik işçilerin kategorileşmesine neden olmuştur. Türkiye tarımından söz ederken, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin belirlediği toplumsal sınıf ve tabakalara göre belirlemeler yapmak güç olsa da son çözümlemede gereklidir. Köylülük kitlesel homojenliğini yitirip oldukça heterojen bir yapıya ulaşmıştır.
Türkiye kapitalizminin gelişiminin seyri, klasik kapitalizmin gelişiminden farklı olduğu için, feodalizmi tasfiye etme durumu olmamış, ancak bir önceki toplumdan kalan geri üretim ilişkilerinin özellikleriyle sürekli bir alışveriş içinde gelişme koşulları bulmuştur.
Kendisi feodalizmin kriterleri ile biçimlenirken, feodal kesimlere de kendi özelliklerini aktarmış, bu ilişki kaçınılmaz olarak, giderek daha fazla, burjuva kimliği şaibeli görüntüler yaratmıştır.
Sanayideki etkinlik de bu tarzda biçimlenmiştir. Evrensel geçerliliği olan bu kural uyarınca, kapitalizm geliştikçe, kapitalist üretim ilişkileri tarım alanlarına girer. Kapalı ekonominin parçalanması, pazara yönelik üretimin ağırlık kazanmasını doğurur. Tarımdaki ilişkileri belirleyen meta karakteri yerleştikçe de tarım alanında kapitalist sömürünün ilkeleri yaygınlaşır.
Türkiye'de burjuva devriminin gerçekleşmemiş olması, kendini elbette en yakıcı biçimde tarım alanında göstermiştir. Bu "ilk günah" daha sonra burjuvazinin kendine karşı çevrilmiş bir silah haline gelmiş, tarım sorunu, TC'nin kuruluşundan beri en başta burjuvazinin bir karabasanı olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Bunun sonucu, tarımsal planda üretkenlik artışının sanayinin çok gerisinde kalması ve tarımsal artığın boyutlarının sanayi sermayesi birikiminin önünde sınırlayıcı bir etken olarak yükselişi olmuştur. Fakat sorun burada da bitmemektedir.
Tarımsal artığın yeterince büyümemesinin yanı sıra, burjuvazi var olan tarımsal artığın sanayi kesimine aktarılmasında büyük güçlüklerle karşılaşılmıştır. Bu sorunun temelinde de TC'nin kuruluş döneminden beri, büyük toprak sahiplerinin kırsal bölgelerdeki egemenliğine kesin bir darbe indirmemiş olmasının da ötesinde, birbirini koşullayan bir biçimde iktidarı paylaşmaları yatmaktadır.
Ama farklı tarımsal sınıflar arasında, belli konularda şehirlerdeki sınıflara karşı var olan çıkar ortaklığı, sorunu daha da başa çıkılmaz hale getirmektedir. Tarımın, kısa istisna evreler dışında, Cumhuriyet dönemi boyunca vergilendirilmemesinden, yüksek tarımsal taban fiyatlarının sanayi üzerindeki olumsuz etkilerine kadar, bir çok sorun sanayi burjuvazisinin siyasal etkinliğini sürdürmek için tarımsal sınıflarla, özellikle de büyük toprak sahipleriyle giriştiği ittifakın kaçınılmaz bedellerinde ifadesini bulmaktadır.
Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı Türkiye'de burjuvazinin kendi devrimini yapabilecek konumu olmadığından, T.C.'nin kuruluşundan beri, iktidar bloğu büyük toprak feodalleriyle de paylaşılmak zorundaydı. Burjuvazi çeşitli dönemlerde bazı 'toprak reformu' tasarıları gündeme getirdiyse de, feodal toprak ağalarının direnciyle karşılaşmışlar ve tasarılar geri çekilmiştir. En son 1970'lerdeki toprak reformu tasarısından ve bu tasarıyı gündeme getirme, geri çekme nedenlerinden ilgili bölümde söz etmiştik.
Kapitalizmin tarımda boy göstermesiyle modern tarım girdilerinin artması, iç ve dış pazara açılma, eski feodal ilişkilere her geçen gün biraz daha fazla müdahale ile, yine çarpık nitelikli kapitalist tarım karakteri sonucu doğmuştur.
Türkiye kapitalizmi, hemen hemen bütün yeni sömürge ülkelerde olduğu gibi; kendi tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasal özellikleri kapsamında, belirgin olarak emperyalizmin üçüncü bunalım dönemindeki ilişkiler doğrultusunda ve ağırlıklı olarak emperyalist ülke ve emperyalist tekellerin çıkarlarına göre belirlenmiş, ilişkiler bu yönde karakterize olmuştur. Emperyalizmin yeni sömürgesi olan Türkiye'yi tarımsal hammadde kaynağı olarak kullanmak amacıyla bu yönde yoğunlaştırdığı ilişkiler ağı ülkenin üretim bileşimini belirlemiştir. İşbirliği içinde bulunduğu emperyalizmin ülkedeki uzantısı olan egemen sınıflar ve bu sınıfların içindeki en etkin kesimler emperyalist politikaların 'bayileri' olmuştur.
Emperyalistlerin yarı mamül hammadde alanı görevini üstlenen Türkiye'de, örneğin tekstil alanında bir numara sayılan İngiltere, bu yöndeki çeşitli girişimleriyle, tekstil sanayinin hammaddesi olan pamuk üretimini, ucuz hammadde elde edebilmek amacıyla teşvik etmiş, ülkedeki pamuk rekoltesi dört kata varan artışlar sağlamıştır.
Emperyalizmin sanayi gelişimi için gerekli tarımsal ürünleri sağlama girişimleri, böylece ülke toprakları üzerindeki tarım ürünleri bitkileri çerçevesindeki politikaları da belirlemiş, sözkonusu ürünlerin 'dış pazara açılması' olayı da bu temelde gerçekleşmiştir.
Kapitalist tarım ilişkilerinin yaygınlaşmasında en temel girdi olan makineleşme planında özellikle traktör kullanımı ele alındığında;
- 1948'de 1756,
- 1974'te 2000,
- 1980'de 436,369 rakamlarıyla karşılaşmaktayız.
Modern tarım girdilerinin yaygınlaşması, ürün yapısındaki değişimler, tarımdaki işletme biçimleri ve üretim ilişkilerinin çözümlenmesi sonucu görülen tablo kısaca şudur: Eski toplumdan arta kalan feodal, yarı-feodal üretim ilişkilerinin çözülüşü, kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlık kazanması... Dolayısıyla genel olarak ülkemiz tarımında, Pazar için üretim ağırlık kazanmış ve meta-para ilişkileri belirleyici hale gelmiştir.
Bu ilişkiler sonucunda, tarımdaki sınıf yapısı da değişikliğe uğramıştır. Kapitalist üretim ve mülkiyet biçiminin kazandığı etkinliklerle birlikte; 1970 ve sonrasında, vurguladığımız içerikte bir tarım kapitalizminin gelişimi hızlanmış tarımda modern girdiler artmış, sulama projeleri gelişmiş, ulaşım ağı genişletilmiş, Pazar için üretim yaygınlaşmıştır. Ancak kapitalize olan tarımda, toprakta merkezileşme olayı ileri boyutlara varmamıştır.
Gerçek anlamda, bu modern tarım girdileri ve toplumsal gelişmelerin sonucunda köylülüğün homojen yapısı dağılmaya, farklılaşmaya, sınıfsal kategorilerde kendi özgün yanlarıyla yer alma olayı belirginleşmeye başlamıştır. Genelde bu farklılaşma sürecinin bir yanında, emeği sömüren büyük toprak kapitalistleri, öteki yanında, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan tarım proleterleri bulunmaktadır.
Tarımdaki bu iki temel toplumsal sınıfın arasında ise bir hayli çeşitlilik gösteren, ülkedeki diğer sınıflarla buluşan veya onların arasında bulunan kesimler oluşmuştur. Bu yapının gösterdiği çeşitlilik, Türkiye tarımında meydana gelen gelişmelerin direkt sonuçlarıdır.
Yeni sömürge kapitalizminin, ülkenin toplumsal kesimleri üzerinde yıkıcı etkiler yapan programları, tarımdaki gelişmelerde de çarpıklığın zemini olmuş, yapısal sorunların çetrefilli tabloları doğmuştur. Sınıfsal gösterge değişikliği, kategorit alışkanlık, kimlik sorunu ve çizgisizlik olmuştur.
Aynı zaman dilimlerinde geliştirilen bu ilişkilerin sınırları ve bölgelere bu ilişkilerin girişindeki gecikmelerden doğan yapı farklılıkları da önemli faktörler yaratmaktadır. Bu nedenle, ülkenin çeşitli bölge ve yörelerinde bu gelişme özellikleri farklılıklara yol açmıştır. Bunun yanı sıra, coğrafi özellikler nedeniyle, (ve sulama tesislerin yetersizliğinden kaynaklanan) ekilebilen bitkisel ürün farklılıkları, Pazar için üretim yapıları da bu farklılıkların oluşumunda etkili olmaktadır. Burada Türkiye Kürdistan'ı bu genel özelliklerin ötesinde , farklı bir politikanın, TC'nin de sömürü ve ekonomik, sosyal, kültürel, baskı ve tahakküm politikasının çarkları içinde olduğu için, bölgesel ve coğrafi özellikler kapsamında yaptığımız bu tanımların kapsamında değildir.
Kısaca, tarımdaki üretim ilişkilerinin emperyalist üretim tarzıyla bütünleşmesi sonucu, köylü topluluğu şu kategorilerde farklılıklar göstermektedir:
- Oligarşi içinde yer alan ve burjuva özellikler gösteren büyük toprak sahipleri,
- Zengin Köylüler,
- Orta köylüler,
- Küçük üreticiler,
- Yoksul köylüler,
- Mevsimlik çalışan tarım yarı proleteri,
- Tarım proletaryası,
- Sömürücü asalak kesimi oluşturan tefeci-tüccarların kırsal kesimdeki uzantıları.
TC'nin kuruluşundan 1960'lı yıllara kadar, devlet eliyle tarımda kapitalizmin "geliştirilmesi" ve özendirilmesi girişimleri olmuştur. Tarımcılık, hayvancılık alanlarında Devlet Üretme Çiftlikleri örgütlendirilmiş, ancak bu örnekler teşvik edici olamamış, amaçlanan hedeflere ulaşamamıştır. Aynı şekilde tarım kesimini kredilerle besleyen, kapitalizmin dikey genişlemesini sağlamaya çalışan oligarşik devlet yapısı içerisindeki tarım kapitalistleri, bu kredileri kendi yararlarına kullanmaya çalışmışlardır.
Bir yandan kaynağını emperyalist sermayeden alan yeni teknolojilerin tarıma girmesi, bir yandan devletin tarım alanındaki sübvansiyonlarıyla kapalı tarım ekonomisinin pazara açılması, büyük toprak kapitalistlerinin yanı sıra, tüccar/tefeci sermayesinin köydeki küçük ve orta sınıfları sömürerek yoksullaştırması ve tarımsal nüfusun artışı nedeniyle toprağın parçalanması sonucunda, 1970'in ilk yarısında tarımsal yapının geniş ölçüde dönüşüme uğraması somutlaşmıştır.
Bu belirgin dönüşüm birkaç doğrultuya yönelmiştir. Büyük toprak kapitalistlerinin üretimini genişletmeleri ve topraklarını büyütmeleri, buna uygun olarak makineli üretime geçmeleri, tarımsal üretimde uzmanlaşma ve bu alanlarda işbölümüne gitmeleri sonucunda, kapitalist üretim ilişkileri hız kazanmıştır. Bir yandan kapitalist ilişkiler, feodal, yarı-feodal ilişki ve sömürü biçimini çözerken, aynı süreç içinde tarımdaki yoksul ve küçük üreticileri daha da yoksullaştırıp mülksüzleştirmiştir. Böylece bir kesim küçük üretici ya tüccar/tefeci sömürüsü sonucunda, ya da büyük toprak burjuvazisine topraklarını satmak zorunda bırakılarak mülksüzleştirilmiştir.
Dolayısıyla sanayi şehirlerine büyük göçler hızlanmış, kentlerde, yerleşimden işgücüne kadar her planda bir çevre kesim ortaya çıkmış, bunlar sanayi proletaryasının yedek gücünü oluşturmuşlardır. Aynı süreçte feodal toprak sahiplerinin, kiracılık, yarıcılık ilişkileri ile kendilerine bağlı tuttukları köylüleri topraklarından uzaklaştırmaları -modern tarım girdilerini kullanmaya başlamalarıyla birlikte emek yoğun üretimden vazgeçmeleri- bu potansiyeli daha da büyütmüştür. Böylece topraktan kopan köylülerin bir kesimi tarım proletaryasını oluştururken, bir kesimi de yine sanayi proletaryasının yedek ordusuna dahil oldu.
Kuramsal olarak tarımda kapitalizmin gelişmesiyle, küçük toprak mülkiyetinin ortadan kalkacağı öngörülmekle birlikte, ülke tarımında pratik yaşamda bu süreç çok yavaş gerçekleşmekte, gelişmeler her biçimiyle karikatür, ilkel ve güdük olduğu için ülke küçük üreticiler ülkesi olma özelliğini korumaktadır. Yeni sömürgelerde bu tarzda biçimlenen ekonomik doku, hemen her sınıf ve kategoride bileşeni bulunan, nitelik olarak küçük burjuva gerçekliğiyle aydınlanma temelinde buluşamayan, ama toplumsal açıdan yoğun bir küçük burjuvalar dünyası ortaya çıkarmaktadır.
Bu süreç içinde köylülerin büyük kesiminin, üretim araçlarını tümüyle yitirmeleri olası değildir. İstatistik verilerden yola çıkıldığında;
"... 1970 sayımında 10 dönümden az işletmeler %24.4 iken, 1980 sayımında %11.6'ya düşmüştür. 1970 sayımında 50-200 dönümlük işletmeler, toplamın %23.7'si iken, 1980 sayımında %34.2'ye çıkmıştır." (16)
1973'te toprağın büyüklük dağılımı şöyledir:

Toprak Dilimleri (dekar)
hane
toprak %
1-20
43.3
7.4
21-50
25.2
13.9
51-100
16.2
18.9
101-200
8.5
19.8
201-500
3.7
18.6
500'den fazla
1.1
21.4

500 dönümden yukarı toprak işleyen işletmelerin durumuna gelince; bunlar 1950 yıllarında toplam işletmelerin %1.6'sıdır. 1973 yılında bu oran %1.1'e düşmüştür. Bunların işledikleri toprakların toplam topraklar içindeki payı, 1950'de 26.34'ten 1973'te 21.4'e düşmüştür. Bu işletmelerin ortalama toprak büyüklüğü 1950 yılında 1.357 dönüm iken, 1973 yılında bu alan 1.337 düşmüştür.
Verilerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye tarımında Avrupa ülkelerindeki gibi büyük çiftlikler şeklinde bir yapılanma, ya da Amerika'daki gibi bir toprak yığılması olgusu olduğunu ileri sürmek olası değildir. Ancak bu sonuç, Türkiye'de büyük toprak sahipliği olayını ortadan kaldırmamakta, yalnızca büyük plantasyonlar biçiminde toprak yığılması ve büyük tekelleşmenin olmadığını ortaya koymaktadır. Kaldı ki, Türkiye'deki tarım alanındaki kapitalistleşme sürecinin niteliği ve teknolojik yapı, bu düzeyde bir toprak yoğunlaşmasında elverişli olmayan koşulların dışında gereksinim göstermektedir.
".... Bölgelerin tümünde 50 dönümden küçük işletmelerin sayısında görece ağırlık artmaktadır. Bunun yanında 50 dönümden küçük işletmelerin en yoğun olduğu bölgeler, Karadeniz Bölgesi hariç (Karadeniz'in yapısı gereği küçük işletmeler yoğundur, ayrıca 1950-1973 arasında ancak 2.9 puanlık bir değişme gözükmektedir.) Akdeniz (1950'de %60.9 olan bu oran 1973'te %82.9'a çıkmış ve oldukça durağan kalmıştır), Ege ve Marmara bölgeleridir. Bu bölgelerde toprakta görülen parçalanma, kapitalist rasyonele ters bir gelişmeyi yansıtmaktadır..." (18)
Gerçeğin yansıttığı, küçük üreticilik yaşamının sürdürüldüğü ve yaygın olduğudur. Bu yolla bir yandan sanayi şehirlerindeki burjuvazinin her an başvuracağı potansiyel emek gücü ordusunun varlığı hiçbir ödeme yapılmaksızın korunmakta, öte yandan kapitalizmin yarattığı ara sınıflar aracılığıyla, bu kesim üzerinde ağır bir sömürü uygulanmaktadır.
İç Anadolu Bölgesi'nde 50 dönümden küçük işletmelerin oranında bir artış olmamakla birlikte bunların işledikleri toprakların toplam topraklar içindeki payının düşmesi sözkonusudur. Bu bölgede toprağın parçalanması daha hızlıdır. Öte yandan 1973'te İç Anadolu'da ve Kürdistan'da 500 dönümden çok toprağı olan büyük işletmeler ve bunların toprak payları artmıştır. Buna karşılık Karadeniz, Ege, Marmara bölgelerinde bu paylar düşmüştür. Akdeniz bölgesinde ise büyük işletmelerin sayısında bir düşme olmamakla birlikte, bunların işledikleri toprakta artış olması, bu yönde de gerçek bir yoğunlaşmanın varlığının kanıtıdır. Başka bir deyişle, toprakların giderek daha az sayıda toprak burjuvasının elinde toplanması, öte yandan toprakların hızla parçalanması, mülksüzleştirme eğilim ve olguları, belirgin olarak Akdeniz bölgesinde yaşanmaktadır.
Topraktaki mülkiyet yapısında değişmeler, bu yapıdaki dengesizlikler, kapitalizmin gelişme sürecinin (gerçek anlamda kapitalistleşmenin) niteliğini belirleyen önemli bir olgudur.
On yıl içinde küçük toprak sahipliğinde geniş ölçüde bir kırılma ve parçalanma gözlenirken, büyük toprak sahipliğinin elinde yığılma olgusu yaşanmaktadır. Küçük toprak sahipliği oranının toplam içindeki payı artarken, bunların sahip oldukları toprakların oranı düşmektedir.
1963'te %86.9 olan 100 dönümden az toprak sahipliğinin ağırlığı 1973 yılında %90 dolaylarına çıkmış bulunmaktadır... Sahip olunan toprakların, toplam topraklar içindeki payı ise aynı yıllarda %51'den %48'e düşmüştür.
500 dönümden çok toprak sahipliğinin toplam aileler içinde oranına baktığımızda, %5'ten %8'e çıkan bir payı kapsadığını görüyoruz. Ancak bu ailelerin sahip oldukları toprakların, toplam topraklar içindeki payı: 10.7'den %15.4'e yükselmektedir. Bu oran 1968 yılında daha yüksek düzeydedir (%19.3). 1973'teki düşüşün önemli nedeni, işbirlikçi tekelci sermayenin dayattığı toprak reformu ve toprak dağıtımı kaygıları ile büyük toprak sahiplerinin, mülkiyetlerini yakınlarından birkaç kişiye satarak, ya da feragat ederek, yapay, hileli bir biçimde toprağı bölme yoluna başvurmalarıdır. Kiracılık, yarıcılık, vb. ilişkilerin varlığı süreç içinde toprakların eski sahiplerinin eline kolaylıkla geçmesini sağlamıştır.
Bu sonucu, pazara açılma, makinelaşma ve toprak tasarruf biçimleriyle karşılaştırdığımızda, eski ilişkilerin geniş ölçüde kırıldığını söylemek olasıdır. Buradan hareketle çıkartılabilecek sonuçlar; aile emeği kullanan ve meta üretimi yapan küçük üretimin yoğun olduğudur. Büyük toprak sahipliği, gerek yapının kendisini yeniden üretmesi bakımından, gerekse nitelik olarak kapitalize tarım üretimiyle egemenliğini sürdürmektedir.
Bu belirlemelerimizin dayanak noktalarından biri de tarımda modern girdilerin kullanım boyutudur.

TARIMDA MODERN GİRDİ KULLANIMI

 
1970
1975
1978
1982
Suni gübre (ton)
2215
3692
7474
7452
Traktör (000) adet
106
243
370
491
Traktörle işlenen toprak (%)
-
74.3
-
-
Sulanan alan (%)
-
9.5
10.5
-
Tarımsal müc. ilaçları (ton)
51
48
68
-

(19)

Modern tarım girdilerinin etkinlik kazanması, bir yandan verimliliği artırırken, diğer yandan toprak mülkiyet ilişkilerini etkileyerek, topraktan kopmaların, mülksüzleşmenin nedenlerinden biri olmuş ve aynı zamanda topraktaki yoğunlaşmayı doğurmuştur.
1970'lerin ikinci yarısından itibaren, kapitalize ilişkilerin etkinliğinin artmasıyla feodal toprak ağalarının kapitalist ilişkilerle karşı karşıya kalmaları sonucunda, var olan toprak yoğunlaşması daha da belirginleşmiştir. Giderek bu feodal toprak ağaları, modern tarım girdileri kullanmaya, sulama ve Pazar olanaklarının artmasıyla birlikte, büyük toprak burjuvazisi özelliklerinin kazanmaya başlamışlardır.
Gerçek anlamda bu modern ağalar, tarımda üretim ilişkisine egemen olmuş, oligarşik yapı bileşimindeki rolü, kapitalizmin savunuculuğuna dönüşmüş egemen sınıf bileşiminin diğer unsurlarıyla birlikte, tarımdaki üretim ve onun pazarlanmasında, taban fiyatlarının belirlenmesinde etkin bir rol oynamış, devletin banka ve değişik kurumlarınca tarıma ayrılan kredi ve sübvansiyon politikasının, sınıf çıkarlarına akıtılmasını sağlamış, denetleyip yönlendirebilmiştir.
TC'nin kuruluşundan sonraki süreçte, tarıma kredi veren temel kurum, TC Ziraat Bankası olmuştur. Bu devlet bankası statüsünde bulunan krediler ve çeşitli alt kurumlarıyla tarım alanında denetim kurmuştur. Verdiği krediler, devlet tarafından örgütlenmiş kredilerdir. Bu örgütlenmiş kredilerden en çok yararlanan kesimler, büyük toprak sahipleri, zengin köylüler ve tüccar/tefecilerdir.
Tarımda uzun yıllar etkinlik kuran, bu etkinliğini faizcilik, tefecilik biçiminde geliştiren, küçük üreticileri sömürü ağı içine çeken örgütlenmemiş krediler de önemli bir işleve sahiptir. 1968 yılında DPT araştırmasının sonucu, köylerde kullanılan kredilerin ancak %44.5'inin kredi kurumlarından sağlandığını ortaya koymuştur. Ancak, yoksul küçük üreticileri ve orta köylülüğü yoğun sömürü altında tutan tüccar/tefeci kesiminin denetlenemeyen 'kredilerinin' hangi boyutlarda olduğu kesin rakamlarla saptanamamakla birlikte; kesin olan yan, tarımdaki alt sınıfların kullandıkları kredilerin bu asalak sermayeden sağlandığıdır. Öte yandan Ziraat Bankası'nın tarıma akıttığı kredilerin %59'unun tarım dışı işlerde kullanıldığı tesbit edilmiştir.
Devlet eliyle modern tarım girdileri üretilip tarıma aktarılmıştır. Zirai donatım fabrikalarının yaygınlaşması, pulluk, traktör diğer makineların tarıma aktarılmasının yanında, gübre üretimi gerçekleştirilip köylüye krediler biçiminde verilmiştir. Bu girdiler tarımdaki üretimi artırırken, sınai üretimin yaygınlaştırılmasına, Pazar ilişkilerinin gelişimine hizmet etmektedir. Böylelikle, bu ürünleri işleyen devlet kurumlarına kar aktarımı sağlanmaktadır.
Sınai ürünlerin başında da pancar, fındık, çay, zeytin, yağlı tohumlar yer almaktadır. Bu ürünlerin devlet kurumlarınca devralınması yoluyla, tarımdaki sermaye birikiminin devlet aracılığıyla, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yararına kullanılması sağlanmaktadır. Şeker fabrikaları, Çay-Kur, Tekel; Fiskobirlik, Tariş, Köy_Koop, TMO, vb. devlet kurumlarıyla köylünün ürettiği bu ürünleri devlet bizzat toplarken, diğer yandan aynı alım işini tüccar sermayesi de gerçekleştirmektedir. Tüccara borçlanan köylüler, ucuz fiyatla ürünlerini tüccara vermekte ve sermayenin bir kesimi bu sınıfın elinde toplanmaktadır. Dolayısıyla, tarımdaki sömürünün tekelci burjuvazinin denetiminden çıkması, Oligarşinin egemen gücünü rahatsız eder hale gelmiştir.
Özellikle tarımın pazara tümüyle açılmasıyla, küçük toprak sahiplerinin başvurduğu örgütlenmemiş kredilerin içerdikleri faizler, küçük topraklı köylülerin yoksullaşmasını artıran faktörlerden biri olmuştur. Zamanla genel olarak tarımın kredi gereksinimleri artmış, (dış tarım girdilerine olan gereksinim) pazara yönelik üretim yaygınlık kazanmıştır. Böylece köy üreticilerinin hem tarım girdilerini satın alabilmek, hem de ürünlerini satabilmek için, pazara gereksinimleri artmış, dolayısıyla ciddi bir finansman sorunu belirmiştir. Tarımda devletin izlediği kredi ve sübvansiyon politikalarında, kredilerin faizlerinin düşük olmasının temel nedeni, tarımdaki eski ilişkilerin çözülmesi ve köylü üreticilerin ürünlerinin devlet tarafından değerlendirilmesi tüccar/tefeci sermayesinin etkinliğinin kırılmasının hedeflenmesidir. Ancak bu politikanın sonuçlarından da anlaşılacağı gibi, işbirlikçi sermayenin yönlendirdiği politikalar kendisi açısından önemli sonuçlar yaratmamış, tefeci/tüccar sermayesinin etkinliği kırılamamıştır.
Tarımda kapitalizmin yer edinme sürecinde, tarım kesiminde uzun yıllar etkisini sürdürecek sancılı ve yakıcı yanları tüm boyutlarıyla yaşayan köylüler, sömürünün en ilkelinden en modernine kadar hepsini bir arada yaşadılar.
Tarımda kapitalizmin ilk öncülerinin boy göstermesinden 1970'li yıllara kadar, çeşitli dönemlerde topraktaki mülkiyetin dokulaşmasında; küçük toprakların büyük toprak sahiplerine geçişini kolaylaştıracak, bunu hızlandıracak yasalar devletçe düzenlenmiştir. Önce 1926'da Medeni Kanun'la toprağın özel mülkiyeti hukuksal güvence altına alınmıştır. Bu yasayla toprak alımı, satımı ve dolayısıyla, küçük toprakların büyük toprak mülkiyetine aktarımı önündeki engeller kaldırılmış oldu.
Başka bir yasa adı altında (1934'te İskan Kanunu) küçük topraklar şeklinde devletçe parsellenen hazine arazilerinin, topraksız köylülere dağıtılması yoluyla, işlenmeden boş arazi olarak duran toprakların, köylü emeğiyle tarıma açılması sağlanmıştır. Aynı şekilde bir çok bölgede, bataklık durumunda bulunan işlenmeyen alanların tarıma açılabilmesi için,yine aynı politika izlenmiş, ekilebilir alan haline getirilebilmesinde yoğun köylü emeği kullanılmıştır. Bu arazilerin miktar olarak kesin bir rakamı belirlenememişse de, DİE'nin incelemelerinde, 4606659 dönüm toprak belirlemesi yapılmaktadır. Süreç içinde, siyasal iktidar yönetiminde ağırlığı olan büyük toprak sahiplerince bürokratik mekanizmalar kullanılarak, bu topraklar çeşitli hilelerle köylülerin elinden alınmış ya da köylüler satmak zorunda bırakılmışlardır.
Yine, 'Çiftçiyi Topraklandırma' adı altında yürürlüğe giren (1945) bir yasayla birlikte, 1947-1950 yıllarında köylülere toprak dağıtılmıştır. Dağıtılan bu topraklar, 1463837 dönüm genişliğindedir. Ancak bu toprak dağıtımı, hazine arazileriyle sınırlı kalmış, söz konusu dağıtımların büyük toprak mülkiyetine herhangi bir zararı olmadığı gibi yararı olmuştur.
Ülkenin yeni sömürgeleşmesiyle birlikte, tarım nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan küçük toprak sahiplerinin bir bölümü kapitalizmin etkileriyle mülksüzleşirken, bir bölümü kalıcılaşmak için mülkiyetini elde tutmanın yollarını bulmuştur. Siyasal iktidarda kalabilmek yolunda geniş emekçi kitlelerinin oy potansiyelini kullanmak isteyen siyasal partiler, çeşitli dönemlerde, küçük köylü mülkiyetinin ayakta kalabilmesine de ödün vermişlerdir.
Oligarşik iktidar bileşiminin yönlendirici gücü olan işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri, tarımdaki gelişmeleri yakından izlemekte, sömürü alanlarının genişlemesi ve emekçi köylü kitlelerini en ince ve zengin yöntemlerle sömürebilmek için devlet aygıtını kullanabilmektedirler.
Emekçi köylü kitlelerinin mülksüzleşmesine hizmet eden bir olgu da vergi sistemidir. Zaman zaman vergi muafiyetleri politikaları izlenmişse de, sonuçta, bu vergi muafiyetlerinden yararlanan sınıf ve katmanlar, büyük toprak sahipleri ve zengin köylüler olmuştur. Tarımın vergi yükü minimuma indirgenmeye çalışılmışsa da, geçilen yeni vergi düzenlemeleriyle küçük üreticiler ve yoksul köylü kitleleri gelir vergisinden muaf olamadığı için, orta ve büyük üreticiler vergi yükünü hafifletmenin yollarının açıldığını bilmektedir.
1970'lerdeki vergi düzenlemesinde arazi vergisi, yerini toprak değeri ve toprak değerindeki artışı esas alan Finansman Kanunu'na bıraktı. Toprak değerinin saptanmasında yazım esasından bildirim esasına geçildi. Böylece toprak mülkiyetinin ve toprak değerindeki artıştan sağlanan sermaye birikiminin ciddi bir biçimde vergilendirilmek istemiş olmasının temel nedeni, tarımdaki küçük toprak mülkiyetinin parçalanması, yıkımın hızlanması, tarım kesiminden bu yolla elde edilen sermaye birikiminin, devlet aracılığıyla ve aktarım kanallarıyla işbirlikçi tekelci burjuvaziye akıtılması amaçlanmıştır. Ama bu işleyişin önünde ciddi sayılabilecek engellerin olması nedeniyle, tarım alanları (küçük ve orta toprak mülkiyeti hariç) gerçek anlamda vergilendirilmemiştir. 1976'da yapılan değişikliklerle, tarımdaki vergi muafiyetinin sınırları, büyük toprak ve tarım sahiplerinin lehine genişletilmiştir.
1970-1980 Türkiye'sinin tarım alanındaki sınıfsal farklılaşma tablosunda büyük toprak-tarım sahipleri ile tarım proletaryası arasında tanımlanacak sınıflardan birisi de orta köylülüktür.
Orta köylülük, küçük toprak mülkiyetinin bir üstünde yer alan, mülkiyetindeki toprak büyüklüğü genellikle 100-200 dönüm arasında olan köylüleri içermektedir. Toprağın verim düzeyine göre ve tarım girdileri kullanılabildiği oranda belli bir birikim elde edebilen kesimdir. Ancak bu kesim de tüccar/tefeci sermayesinin sultası altındadır. Büyük toprak sahiplerince ve zengin köylülerce el konulan örgütlenmiş kredi kaynaklarından (banka ve benzeri krediler) yararlanabilme olanakları sınırlıdır.
Öte yandan bu kesim, Pazar ilişkilerinden sahip olduğu toprak ölçeğine kadar, gerek tarım girdilerinden gerekse destekleme alımlarından ve hükümetlerin tarım ürünlerindeki fiyat politikalarından etkilenmektedir. Gerektiğinde emek gücü (geçici ya da sürekli) kullanabilmektedirler. Bu köylülerin büyük bir bölümü modern tarım araçlarına sahiptir, ya da kiralayabilmektedir. 1978 sonrasında hükümetlerin politikaları gereğince tarım girdilerinin pahalılaşması, petrol zamları, bu sınıfın egemen iktidar blokuyla çelişkilerinin artmasına neden olmuş, bu kesim, muhalefet güçlerine katılma eğilimi içine girmiştir.
Orta köylülük te, tarımdaki kapitalist ilişkilerin geç kalmış eğilimi ve gelişimi nedeniyle homojen bir yapı oluşturamamaktadır. Kapitalist ilişkilerin daha gelişmiş bölge ya da yörelerdeki özellikleriyle, tefeci/tüccar sermayesi sömürünün keskinleştiği, emek gücü ve makineli üretime başvurma olanaklarının sınırlı olduğu, üretim yöntem ve sınırlamalarının arttığı bölgelerdeki özellikleri farklılık göstermektedir.
Genel olarak bu sınıfı iki kategoride değerlendirmek olasıdır.
Birincisi, toprak sahipliğine dayanan orta köylülüktür. Üretim verimliliğine göre, tefeci/tüccar sömürüsü ve geniş ölçüde toprak bölünmeleri nedeniyle parçalanmaya, dalgalanmalara uğramakta, fakat köylü mülkiyet tutkusuyla, bir üst sınıfa geçişin düşünü ve çabasını taşımaktadır.
İkincisi, toprak sahipliğinden çok, toprak kiralayan kesimdir. Geniş ölçüde, başkalarının ya da kamu topraklarının işletilmesinde yer almaktadırlar. Bu kesim gelişme potansiyeli taşıdığından, kapitalist ilişkilerin yoğun olduğu bölgelerde bulunup, yan olanaklarının yardımıyla makineleşmekte, tarımda kapitalist ilişkileri benimseyen sömürücü karakter taşımaktadır. Fakat kendiside sömürülmektedir.
Genel olarak bu sınıf, kapitalize ilişkilere adapte olmuştur ve büyük toprak burjuvazisi başta olmak üzere tüccar ve tefeci sermayesinin sömürüsü altındadır.
Uzun süre kapitalist ilişkilere direnen köylülük, geleneksel kapalı ekonominin parçalanmasıyla, daha ileri üretim teknolojisine ve üretim biçimine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz köylü toplumu içinde, yaşanılan uzun zaman diliminde tarımda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte en kolay dönüşüm, büyük toprak sahipleri ve zengin köylülük bazında olmuştur. Kapitalizmle birlikte bir parçalanmanın yaşanması homojen olarak bazı sınıfların şeklini de belirlemiş oldu.
Büyük toprak sahipleri, yeni ilişkilere uyum sağlamakta güçlük çekmişlerse de, süreç içinde yarı feodal ilişkiler çözülmeden önce, elektroliz olayına zamansız katılan materyaller gibi, yenileşen ilişki ve çelişkiler içinde kendi dokuları ve çevre etkenleriyle süren çatışmayı bitirememişlerdir. Son tahlilde ülkenin tekelci burjuvazisini, yarı feodal boyutlardan , yarı feodal kesimlerini de aynı şekilde -hem egemenlerini ve hem de ezilenlerini- diğer sınıf ve katmanlara özgü soyutlamanın olanağı yoktur.
Tarımda kapitalize ilişkilerin bir başka gelişme göstergesi kooperatif örgütlenmeleridir. Ülke tarımında kapitalizmin ilk tesislerinden olan Devlet Üretme Çiftlikleri ile tarımsal sınai ürünlerinin işlenmesine yönelik, devlet eliyle kurulan fabrikalar gelişimin temelleri olmuştur. Ancak devlet çiftliklerinin büyük toprak sahiplerine örnek oluşturacak özendirici fonksiyon taşımadığını daha önce de belirtmiştik.
Süreç içerisinde, devlet kuruluşları aracılığıyla, köylü kitlelerin ürettikleri ürünler toplanmış, tarım ürünlerinin fiyat politikaları yine bu kuruluşlarca belirlenip, yaratılan artı-değerin büyük bir bölümü tekelci sermayeye aktarılmıştır. Bu politikaların ana ekseni oligarşi blokunun içinde egemen olan işbirlikçi tekelci sermaye tarafından çizilmiştir. Türkiye tarımının temel özelliklerinden birisi küçük üretimin yaygın olmasıdır. Bugüne kadar Türk tarımı üzerinde inceleme, araştırma yapan değişik akım ve ideolojilerin temsilcisi olan araştırmacıların birleştiği nokta, "Türkiye küçük üreticiler ülkesidir" belirlemesidir.
Kapitalizmin genel gelişim seyri, tarım kesiminde bu doğrultudaki ilişki ve çelişkileri koşullamış, toplumsal tabakalar arasındaki farklılıkları ve sınırları belirleyen özellikler de bu kapsamda oluşmuştur. Hemen belirtmeliyiz ki süreç içinde köylülerin büyük bir kesiminin toprağını tamamen yitirmesi söz konusu değildir. Ancak bunların ellerinde kalan topraklarını işleyecek olanakları sınırlıdır. Ailesinin geçimini sağlamak için, aynı zamanda mevsimlik tarım işçiliği yapmaktadırlar.
Aynı süreci yaşayan, kaynağını kapitalist gelişmelerin oluşturduğu, ancak tarım proletaryasına katılmamakta direnen ve bir başka gelişme doğrultusuna giren, hem kendi toprağını işleyen hem de emeğini satan yoksul köylülük, ülkemiz kırsal kesiminde önemli bir yer tutmaktadır. Bu kesim, tarımdaki küçük toprak sahipleridir, ya da şehre göçmüş küçük toprak sahiplerince kiraya verilen küçük toprakları çalıştıranlardır. Genellikle 1-20 dönüm toprak üzerinde üretim yapan bu üreticiler, daha çok tek tip üretim yapmakta ve geri kalan zamanlarında yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini satmaktadırlar. Ve bu kesimin göreli ağırlığı artmaktadır. (1970'lerde toplama oranları %31 olan bu tabaka, 1973'te %45 dolayına ulaşmıştır.) Bu özellikleri nedeniyle, ister istemez, emek gücünü sattığı zaman dilimi dışında, üretebileceği ürün türüyle uğraşmak zorunda kalmakta ve bu nedenle kıt kanaat geçinebilmektedir.
Bu köylüler, tarım proletaryasının ve süreç içinde kente göçün ve sanayi proletaryasının kaynağını oluşturdular. Diğer bir deyişle şehirlerdeki yarı proleterlerin, ya da işsizler ordusunun temel kaynağıdırlar.
Türkiye tarımında ilişkilerin en önemli olgusu, üretim araçlarına sahip olmakla birlikte, yeterli düzeyde üretim olanaklarına erişemeyen, ama mülkiyetin sahibi olan ya da kiralayabildiği topraktan geçimini sağlayan küçük üreticiliğin çok yaygın olmasıdır. Küçük köylülük tıpkı sanayi şehirlerindeki gibi, içinde bulunduğu koşullar içinde doğacağını düşündüğü geleceğin burjuvası olma düşüyle yaşayan sınıf olma özelliğindedir.
Özellikle işbirlikçi tekelci sermaye, büyük toprak sahipleri, aracı, tefeci ve tüccar sermayesi tarafından yoğun sömürü altında bulunmaktadır. Bu sınıf, yeni sömürge kapitalizminin yaratmış olduğu bütün sömürücü sınıfların baskısı altında yaşamaktadır. Ancak, emek güçlerini satmadan ve kendi üretim faaliyetlerinde kullanmak üzere de emek gücü satın almayan bu küçük üreticiler, emek güçlerini satmadıkları için ne tarım proleteri ne de emek gücü kiralamadıkları için tarım işverenidirler. Kullandıkları teknoloji genellikle ilkel ve geridir. Bu nedenle, bu sınıf için toprağa bağlılık yeni birikimlerin kaynağı değil, yaşamını sürdürme aracıdır. Bu sınıfın toplam işletmelerdeki ağırlığı, 1950-1973 arasında hemen hemen sabit kalmıştır denilebilir.
1973 yılları da dahil söz konusu tanımdaki küçük üretimin büyük bir değişikliğe uğramamış, yaygın ölçüde varlığını korumuştur. Tarımda başlamış olan kapitalist ilişkilerin hızla gelişmesine ve etkinlik kazanmasına karşın, emek üzerinde ilkel yöntemlerle gerçekleştirilen sömürü sürmüştür.
Bu sömürü, küçük üreticilerin geleneksel değer yargılarına dayanması ve öteden beri tefeci/tüccar sömürüsünün varlığı, (özellikle bu asalak sınıfın aracılığıyla sürdürülen sömürü nedeniyle) küçük üreticilerin bir çeşit emek kölesi değil, sürekli borçlu köle durumuna gelmesi temelinde işlemeyi sürdürmektedir. Oysa bu yapı, kapitalizmin iç dinamiğiyle geliştiği ülkelerde, kapitalizmin gelişimine koşut olarak yok olabilmekte, küçük üreticiler de sanayi ve tarım proleterleri haline gelmektedir. Ülkemizde bunun tersi olmasa bile, sürecin bu şekilde tanımlanmasının koşulları yoktur. Bunun temel nedeni, iç dinamikle gelişmeyen bir kapitalizm, dolayısıyla burjuva demokratik devrimin gerçekleşmemesi, yönetimde burjuvazinin temel ittifakı olarak, feodal toprak ağalarının bulunmasıdır. Bu durum, kapitalizmin tarımda gerçek anlamda gelişiminin önünde set oluşturmuştur.
Tarım alanında hala yaygın olan küçük üreticilerin her geçen gün biraz daha yıkıma uğramasına, mülksüzleşme olgusunun yaşanmakta olmasına, işlenebilir toprakların azalmasına rağmen, bu kesim varlığını korumakta ve küçük topraklar tekrar tekrar parçalanmaktadır. Küçük üretimin tarım alanlarındaki genel nitelikleri belirgin olmasına karşın, bu kesim de kendi içinde bir bütün olarak ele alınamaz. Coğrafi bölgelere, yetiştirilen ürünün cinsine, pazara göre üretimin yapılıp yapılmamasına ve benzeri nedenlere bağlı olarak da birbirine göre bir hayli farklı görünümler sunmaktadır.
Bu tiplemelerin ya da kategorilerin her birinde, aile emeğinin üretime sevki, hanenin dışındaki ekonomiye eklemlenme şekli, gelir elde etme stratejisi ve emeğin pazara sunuluşu değişik biçimler altında olmaktadır. Bu tiplemelerin kavramsal ayrımını yapmadan önce, küçük üretici ailelerin içinde bulundukları sosyo-ekonomik bağlamı saptamak gerekir.
Türkiye tarımında sosyo-ekonomik bağlamın köy olduğunu söylemek zorunludur. Yani küçük üretici ailenin ekonomik ve sosyal davranış biçimlerinin, öncelikle içinde bulunduğu köy toplumu tarafından belirlendiğini söylemek sakınca doğurmamaktadır. Bu köy tipi, küçük üreticiliğin geçirdiği dönüşümleri de belirleyen en yakın düzeydir. Köyün analiz birimi olması sadece içindeki tüm ailelerin aynı fiziki ortamı paylaşmaları nedeniyle değil, aynı zamanda köyün ortak tarihinin oluşturduğu birikimler nedeni iledir. Örneğin göç etme kararlarında, yeni tekniklerin kullanılmasında, ürünlerin ekilmesinde, yeni toprak açılmasında vb. kararlarda köyün sosyalitesi büyük rol oynamaktadır.
Hububat ekiminin yoğun olduğu köylerde, iki yıllık nadas devresi uygulanmakta; köyün bir bölümünde tarlalar ekilirken, diğer bölümündeki tarlalar topluca nadasa bırakılmaktadır. Bu durum, belirli bir cepheden de olsa köy ailesinin tek başına iki yıllık devrenin dışına çıkmasının olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Bütün bunlar, küçük üreticilerin içinde bulundukları ortamı, dolayısıyla da dönüşüm olanaklarını tanımlıyor.
Küçük üreticilik içinde Pazar için üretim/geçimlilik oranı, farklılıklar göstermektedir. Sabit olan unsur, aile bireylerinin emeği ile hane içinde kontrol edilen bir üretim sürecinin olmasıdır. Köylülerin bir çoğu 1970-1980 döneminde pazara açılmış durumdadır. Geçimlilik üretim, geçimlilik gelir sağlama stratejisi olarak yorumlayabileceğimiz çeşitlenmiş meta üretimi, birikime yönelik tamamen meta üreten küçük üreticilik...
Bu tipolojiyi, ekonomiyle bütünleşmeleri açısından ele aldığımızda şu sonuçlara varıyoruz: Köylülük, geçimlilik üretimin egemen olduğu yerlerde aynı zamanda ulusal emek pazarına sürekli olarak akarak (işgücünü satarak) katılmaktadır. Farklılaşmış meta üretimi yapan bölgelerde ya da yörelerde meta üreterek mal pazarına, mevsimlik göç ile emek piyasasına bağlanmaktadırlar. Birikime yönelik bölgeler-yörelerde ise, büyük hacimlerde mal satılırken, emek piyasasına fazla katılım olmamaktadır.
Yukarıdaki tipolojik değerlendirme içindeki küçük üreticileri bölümler halinde ele alırsak:
1) Geçimlilik Üretim Yapan ve Sürekli Göçün Yoğun Olduğu Bölgelerin Küçük Üreticileri:
Bu nitelikte bulunan küçük üreticilerin yoğun olduğu bölgelerin başında Orta Anadolu gelmektedir. Kapitalizmin bu bölgelere girişiyle birlikte, modern tarım girdilerini kullanamayan bu kesimlerin tüketim düzeyi üretim düzeyini aşmıştır. Köylüler, zengin ve büyük toprak sahiplerine ya da tefeci/tüccarlara toprağını ipotek etmiş ya da borçlarını ödeyemediğinden toprağını bırakmak zorunda kalmış, sanayi şehirlerine göç başlamıştır. Çalışabilir nüfusun büyük bir bölümü köyünü terk ederken, bir kesim küçük üreticiler kalıcılaşmanın yollarını aramış, yaşlı nüfusu ise göç etmemekte direnmiştir. Ülkenin kırsal kesiminde bu olaya örnek olacak çok sayıda köy ve hatta kasaba birimi bulunmaktadır.
2)Çeşitlenmiş Meta Üretimi İçinde Bulunan Küçük Üreticiler, Mevsimlik Göç:
Bu tarz küçük üreticilerin bulunduğu bölgeler, bir yandan birden fazla aile emeğinin yoğun olarak kullanıldığı, diğer yandan ailenin bazı bireylerinin iş gücünü satmasıyla karakterize edilebilir. Köy dışına sürekli göç ender görülür, ancak köylü, kendi ürününe ayırdığının dışındaki zamanında ek gelir için mevsimlik işçi olarak emeğini satar. Bu tipolojinin içinde küçük çaplı ticaretle uğraşanlar da bulunmaktadır. Bu kesimin genel durumu canlı bir Pazar ekonomisini yansıtır. Yeni teknoloji ve tarım girdilerine açık, zaman zaman bunlardan yararlanabilen özellikler taşırlar. Ürettikleri ürünler genellikle çeşitlidir. Ve Pazar için üretim özellikleri de taşırlar. Bu tip üreticilerin yaygın olduğu bölgeler, Batı Anadolu, Trakya, Akdeniz genelidir. Bunun yanı sıra serpilmiş olarak hemen her yörede görülebilirler. Bu tip yerlerde topraksız köylülere pek rastlanmaz, ancak toprak dağılımı eşit olmadığından, bunların bir kesimi, biriktiren niteliğinden dolayı zengin köylü sınıfına dönüşme eğilimleri de taşır. Mevsimlik göçten ek gelir sağladıklarından, toprağını terk etmek ya da satmak eğilimleri azdır. Toprak mülkiyetinin yoğunlaşması sınırlıdır. Zorunluluk dışında toprak el değiştirmemektedir ya da el değiştirme durumu ender görülmektedir.
3) Biriktiren Küçük Üreticiler:
Bu tipoloji içinde yer alan küçük üreticiler tümüyle pazara yönelik üretim üzerinde uzmanlaşma özellikleri taşırlar. Her aile elindeki toprağını, aile fertlerinin emek potansiyelini tümüyle kullanarak üretim sürecine katar. Bütün modern tarım girdilerinden yararlanma olanağına sahiptirler.
Aile emeğinin dışında işgücü satın almazlar, çünkü bu faktör yeni boyutlar getireceğinden, farklı gereklilikleri de dayatacaktır. Genellikle sınai ürünleri üretiminde uzmanlaşma olanaklarına sahiptirler. Tütün, pamuk, fındık, pancar, zeytin gibi ürünler yetiştirirler. Bu üretim bazındaki üreticiler, ürününün tümünü pazara yönelik yapar ve tüm geçimini pazardan sağlar. Bu nedenle fiyatlara karşı çok duyarlıdırlar. Hele tarım girdilerinin fiyatları, hem de ürünlerinin taban fiyatlarının belirlenmesi sonucunda çıkan farklılıktan dolayı, burjuva iktidarına karşı sürekli muhalefet içindedirler. Ege, Akdeniz, Marmara bölgelerinde bu tip üreticilere rastlanır. Ürünün verimlilik düzeyine ve taban fiyatlarının uygunluğuna göre, birikim elde edebilirler. Bu kesim de tüccar ve tefeci sermayesinin sömürüsü altında olduğu için, ürettiği ürünleri, değerinin altında, tüccara borcu karşılığında devretmektedir.
Tarımda hep tartışılagelen konu, küçük meta üretiminin tarihsel belirlenişi ve güncel yapısıdır. Türkiye'deki küçük üreticilerin çoğu aile emeğine dayalı küçük meta üreticileridir. Çözümlemelerimizde yer alan küçük üreticilerin toplumsal formasyon tipolojileri aynı zamanda, tarımdaki küçük üreticilerin genel karakterini de içermektedir. Böyle bir sınıflandırma aracılığıyla; olası davranışların, gelişmelerin, çözümlemelerin, olabilirliğini de göz önünde bulundurarak küçük meta üretiminin karakterini daha somut olarak anlayabiliriz. Bu durumun toplumsal dönüşüm kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini bir kez daha vurgulayalım.
4) Tarım işçileri ve Topraksız Köylüler:
Türkiye tarımında kapitalizmin (ilgili bölümde açıkladığımız gibi) ilişki ve çelişkilerinin boy göstermesiyle birlikte, bu ilişkilerin yaratmış olduğu, yine aynı özel yanları taşıyan tarım kapitalistlerinin yanı sıra, tarım proleterleri de önemli bir sınıfsal kesim olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye tarımında ilk çiftlik özelliği gösteren kuruluşların devlet eliyle oluşturulduğunu daha önce belirtmiştik. Devlet Üretme Çiftlikleri, tarımcılık, hayvancılık, bağ ve bahçecilik amaçlarıyla kurulmuş ancak istenilen hedeflere ulaşamamıştır. Fakat süreç içinde, yapay olarak oluşturulan bu kapitalist çiftlikler yoluyla ilk tarım proleterleri ortaya çıkmıştır.
Bu nokta bizi doğal olarak, tarımdaki kapitalist ilişkilerin boyutunu incelemede özenli davranmaya zorunlu kılıyor. Yoksul ve küçük topraklı köylülerin mülksüzleşmesi sonucunda bunların nerede ise ¼'den daha azı tarım proleterleri haline dönüşmüştür. Bunların büyük bir bölümü sanayi proletaryasının yedek gücünü oluşturmuşlardır. Bu da gösteriyor ki, Türkiye tarımında görülen kapitalize ilişkilere rağmen, büyük tarım plantosyonları, çiftlikleri vb. bulunmamaktadır. Tarihi koşulları içinde, modern tarım girdilerinin yoğun akışı, teknolojik değişim gibi nedenlerle; köylü emeğinin gereksiz kılınması, büyük toprak ağalarının yarı feodal üretim ilişkilerini terk edip modern tarım araçlarını benimsemesiyle, makine kullanacak işçilerin dışındaki köylülerin topraklardan soyutlanmasının ülkemiz açısından sözkonusu olmamasının bir nedeni de ürün türleridir. Ve hala genellikle emek-yoğun üretimin zorunlu olduğu alanlarda mevsimlik işçilerden yararlanılmaktadır.
"... 1970'te köylü nüfusunun %16'sının topraksız olduğu, fakat bunların sadece 1/10'unun ücretli tarım işçisi olduğu ortaya çıkmıştır. %4'ü zanaatkar, %2.6' sı devlet memuru, %1.6'sı tarım dışı ücretli işçi, %4 kadarı da diğer kategorilerdeydi." (20)
Bu istatistiklerin sonucunda köylülerin %1.7'si tarım işçisi olarak kalıyordu. Yani her 60 kişiden biri tarım işçisiydi. 1970'te bu oran 100.000'den az sürekli tarım işçisi anlamına gelmekteydi. (Kendi toprağı olup da sürekli tarım işçiliği yapanların dışında....) Ayrıca tarımdaki bu tür ilişkilerde, her ücretli tarım işçisinin tam anlamıyla kapitalist ilişkiler içinde olduğu düşünülemez. Türkiye'de 40.000'nin üzerinde köy bulunmaktadır. Her köyde bir çoban üzerinden hesap yapıldığında dahi 40.000 işçi sayısı ortaya çıkar. Öte yandan Devlet Üretim Çiftliklerinde çalışan ücretli sayısı 5.000 kadardır.
Yine 1970 sonrasına ilişkin çeşitli araştırma rakamlarına göre mevsimlik işçi olarak tarım alanlarında çalışan işçilerin ortalama sayısı da 200.000-300.000 arasında değişmektedir.
Teorik olarak teknolojik değişme köylü emeğini gereksiz kılınca toprak sahipleri, köylüleri kendi topraklarının dışına çıkarmışlar, üretimi, traktör, biçerdöver ve çeşitli makinelerle sürdürmeyi daha karlı bulmuşlardır. Böyle durumlarda tarım işletmeleri, yanaşma, hizmetkar, traktör sürücüsü, makine kullananlar türünde az sayıda ücretli işçiye gereksinim duymaktadır. Bu insanlar genellikle topraksız köylülerden olduğu için, ücretli işçi durumundadırlar. Ne var ki, bu durum Güney Asya, Latin Amerika ülkelerindeki plantasyon ya da latifundiya sistemine benzememektedir. Yani çok sayıda işçinin emek-yoğun üretim içinde örgütlenmesi Türkiye'de görülmemektedir. Ancak bazı sanayi ürünlerinin üretim sürecinde geçici ya da mevsimlik emek-yoğun çalışma biçimleri vardır. Bunlar da az topraklı yoksul köylülerden ya da küçük üreticilerden oluşmaktadır.
Topraksız köylülerin sürekli çalışmasından anlaşılması gereken, Güney Asya ve Latin Amerika örnekleridir. Türkiye'de büyük kapitalist çiftliklerin bulunmamasının paralelinde, tarım işçiliğinde sürekli büyüyen bir artış da görülmemektedir. Bu durumda, tarım alanlarında mülksüzleşen köylü kitleleri için, sanayi şehirlerine göç ederek yedek sanayi ordusuna katılmaktan başka çıkar bir yol kalmamaktadır.
Genel teorik açıdan, tarımda kapitalizmin gelişmişlik düzeyinin ele alınmasında çeşitli yanılgılar görülmektedir. Somut verilerle hareket edildiğinde ise, ülke tarımında kapitalist ilişkilerin etkili gücüne ve meta üretiminin yaygınlığına rağmen büyük dönüşümler yaşanmamıştır. Özellikle küçük üreticiler açısından sadece sömürünün genel çerçevesi değişmiştir. Tarım işçilerinin sayısal artışı ise büyük boyutlarda olmayıp niteliği, niceliğiyle zorlayan sınırlara ulaşmamıştır.
Sonuç olarak, modern kapitalist toplumun sınıfsal yapılarına göre değil, emperyalist üretim ilişkilerinin sunduğu koşullara göre biçimlenen, daha elverişli sömürü koşulları yaratan ve sanayideki gelişimlere uyarlanan yarı modern kırlar, kır özellikleriyle bütünleşen yarı-kentler oluşmaktadır.

TARIMDAKİ İLİŞKİ VE ÇELİŞKİLERİN GENEL SONUÇLARI:
"... 1960'ların sonlarından itibaren egemen sınıfların yoksul köylü potansiyeline müdahalesi, özellikle hayvancılık, ormancılık, arıcılık vb. adlar altında orman köyleri alanında yoğunlaştı. Uluslar arası emperyalizmin ve onun finans kurumları olan Dünya Bankası ve uydu kuruluşlar, bu alanlarda çeşitli projeler empoze etmişlerdir. Türkiye Kalkınma Vakfı gibi emperyalizmle bağlantılı kuruluşlar da, yine politik saptamaları doğrultusunda Antep, Çukurova vb. yerlerde eksenleri üzerinde küçük köylüleri pazara bağlayacak arıcılık, tavukçuluk vb. projeleri hayata geçirdiler." (21)
1970 ve sonrası yıllarda tüm belli başlı tarım ürünlerinin pazarlanması, büyük toprak burjuvazisi ve tüccarlar lehine düzenlenebilecek örgütlenmelerin hızla hayata geçirilmesiyle gerçekleştirilmiştir.
Bu kuruluşlara küçük çiftlikler üye yapılmış ancak girdi ve daha iyi koşullarda satış olanakları, büyük toprak burjuvazisine ve ticaret burjuvazisine kullandırılmıştır. Ticaret Bakanlığı denetiminde, fındıkta Fiskobirlik, ayçiçeğinde Trakya Birlik gibi kuruluşlara, İhracatçı Birlikleri, KMO, EBK gibi kuruluşlar eklenmiştir. Büyük toprak kapitalistlerine ve tefeci/tüccarlara kredi sağlayan Ziraat Bankası (küçük üreticilere verilen krediler genelde göstermeliktir) ve Tarım Kooperatiflerinin yanı sıra, sözde demokratik bir yapıda olan Köy Kalkınma Kooperatifleri de hızlı bir gelişim göstermiştir.
Genellikle emperyalizm tarafından yukardan aşağıya doğru empoze edilen projeler çerçevesinde örgütlendirilen bu kooperatifler, aynı zamanda Avrupalı emperyalistlere ucuz işgücü sağlama temelinde destek olmuş, köylüleri yurtdışına işçi olarak da göndermişlerdir. Bu kooperatiflerin zaman içinde hemen hemen bütün uygulamaları büyük başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Faaliyetini sürdürenler ise uzun yıllar büyük toprak kapitalistleri başta olmak üzere zengin köylü, tefeci/tüccar kesimine olanak sağlamaktan başka bir şey yapamamışlardır.
Bu işleyiş, bir yandan tarımda sermaye birikimine neden olurken, diğer yandan yoksul ve küçük köylü kitlelerinin yıkımını, yoksullaşmasını ve mülksüzleşmesini hızlandırmış, onları daha fazla yoksulluğa itmiştir. Tarımdaki sermaye birikiminin, devlet aracılığıyla tekelci sermaye yararına kullanılmasına ağırlık verilmiştir. Aynı zamanda tarıma akıtılan bu krediler, oligarşinin kırsal kesimdeki gerici ittifakını güçlendirmek amacıyla kullanılmıştır. Ve büyük toprak sahiplerinin yeni özellikler kazanması, kapitalizmin değer yargılarını ve amaçlarını fazla benimsemeleri sağlanmıştır.
1970'lerin sonlarına gelindiğinde tarımda uygulanmakta olan politikalar artık sürdürülemez hale geldi. Bunun yanında, yoksul ve küçük toprak sahibi köylülerin bağımsız örgütlendirilmesi önlenerek, bu potansiyelin en az 10 yıl gibi uzun bir süre pasifize edilmesi görevini partiler üstlenmiştir.
1978 sonlarında ülke ekonomisinin krize girmesi, petrol zamlarıyla birlikte geldi. Modern tarım araçlarındaki modern gübredeki ve zirai ilaç fiyatlarındaki artış nedeniyle bu girdilerin kullanılamaz hale gelmesi, küçük ve orta köylü kitlelerinin büyük bir yıkıma uğramasına neden oldu. Bütün bunlar köylülerin, ellerinde bulunan bir kısım tarım araçlarını da elden çıkarmaya başlamaları sonucunu doğurmuştur.
1980 24 Ocak Kararları'ndan kaynaklanan sıkı para politikası ve serbest faiz politikaları, tarımdaki büyük toprak burjuvazisinin ve zengin köylülerin dışındaki tüm kesimleri etkilemiş, çelişkiler keskinleşmiştir. Köylülerin bankalardan kredi alabilmelerinin olanakları kalmamıştır. 24 Ocak Kararları'nı tamamlayan yasaların yürürlüğe girmesiyle birlikte, bankaların yüksek faiz politikalarını uygulamaları, tüccar ve tefeci sermaye kesimlerinin de kısmi yıkımını getirmiştir.
Henüz tamamlanmayan bir süreç olan Oligarşi bloğu içindeki büyük tüccar sermayesinin siyasal iktidardan tasfiyesi eylemi gündeme getirilmiştir. İhracata yönelik ticaret yapabilen tarımdaki büyük tüccarlar varlıklarını sürdürebilmiş, diğerleri ise ithalat ve ihracat şirketlerine katılmaya başlamışlardır. Böylece tarım alanında biriken sermaye, kapitalizmin yasası gereği merkezileşmeye ve işbirlikçi tekelci sermayenin denetimine daha fazla girmeye başlamıştır.
Uluslar arası emperyalist finans tekeli olan IMF'nin ülkeye dayattığı politikalar, tarım alanlarında da karşılığını bulmuş, küçük ve yoksul köylülerle birlikte orta köylüler de olumsuz yönde etkilenmişlerdir. Bu işleyiş, aynı zamanda tarımda büyük toprak sahiplerinin egemenliğinin artmasını, işbirlikçi tekelci sermayenin finans kurumları aracılığıyla tarımın sanayi ile iç içe geçmesini ve sermaye birikiminin sağlanmasını getirmiştir.
Ancak bu süreç, toprakta görece merkezileşmeye neden olmuşsa da, küçük üretimin tasfiyesi sözkonusu olmamıştır. Türkiye emekçi köylülerinin öteden beri bir sınıf örgütlülüğü, hareketlilik geleneği, alışkanlığı olmadığı için, bağımsız köylü kitlelerinin kendiliğinden tavır alışları gündeme gelmemiş, bazı tarım örgütleri, kooperatifler aracılığıyla da mevcut pasifikasyon güvence altına alınmaya çalışılmıştır.
Tarım kesiminde ortaya çıkan tarım proletaryası da farklı bir tablo çizmemiştir. Sınıf temelinde bir mesleki ya da politik örgütlenmesi olmadığı gibi, var olan politik hareketlerin bu sınıfa ulaşmaları ve bir program çerçevesinde mücadeleye kanalize etmeleri gündeme gelmemiştir. Demokratik bilinci gelişmemiştir ve kendiliğindenciliğe terkedilmişlik konumu, zorlanması güç bir statiklik arzetmiştir.
Bu konuda sözedilmesi gereken bir başka nokta da şudur: Tarım ürünlerinin taban fiyatlarının Oligarşi'nin istediği biçimde belirlenmesi nedeniyle, yeni tarım girdileri alabilecek gücünün kalmayışı sonucu toprağını terk etmesine neden olunan köylü kitleleri, tarım üretiminden da kopmuş, milyonları bulan işsizler ordusuna gizli bir biçimde katılmışlardır.
Başta tarım proletaryası olmak üzere, yoksul köylüler ve küçük toprak sahibi köylüler, siyasi iktidar mücadelesinde proletaryanın direkt müttefikleri olmasına karşın, proletaryanın temsilcisi olduğunu iddia eden onlarca irili ufaklı sol hareket bu kesimlere gerçek anlamda ulaşma becerisini gösterememiştir.
Sistemin kendisinden kaynaklanan çelişkilerin yoğun bir biçimde yaşanmasına rağmen, isyana yüz tutmuş geniş emekçi köylü kitleler (1970 sürecindeki kısmi gelişmeler, 80 sürecindeki hareketlilikler ve Kürdistan özgülü dışında genel olarak), kendi kaderine, Türkçesi Oligarşi'nin insafına terkedilmişlerdir.
Yeni sömürgecilik ilişkileri aracılığıyla, tarımda sürdürülen sömürünün devamlılığı sağlanır. Öte yandan Türkiye tarımsal yapısı, ülkenin kapitalist kutuplaşma olgusunun, olanakların elverdiği ölçüde geriye atılmasına neden olabilecek bir yapıdır. Bir başka deyişle, Türkiye'nin tarımsal yapısındaki gelişme ve dönüşüm, dünya kapitalist sisteminde yer alan ve yeni sömürge kapitalizmi yoluyla sanayileşmek isteyen tüm ülkelerde olduğu gibi kapitalizmin bunalımının yanında kendi yapısal bunalımlarını da aşamayan bir özelliktedir. Yani bizim gibi ülkelerde hem kapitalizmin genel bunalımları yaşanır, hem de ülkenin kendi özgül ve katmerli bunalımları...
Politik stratejimizde belirlendiği gibi, tarımda kapitalizmin yarattığı tahribat, emekçi köylülüğün devrimdeki önemli rolünü değiştirmemiştir. Çözülen ve değişen kırlara giderek çok daha örgütlü ve organize bir şekilde sokulmaya çalışılan küçük burjuva mantalitesi de bu büyük kitleyi karşı devrim saflarında tutmaya yetmez. Çünkü bu çözülme onları egemenlere değil, proletaryaya yakınlaştırmakta, onların yaşam ve üretim koşullarını bu sınıfa doğru çekmektedir.

-1970-1980 ARASINDA İŞÇİ SINIFININ DURUMU
Ülkemiz işçi sınıfının sözkonusu tarihsel kesit içinde, toplumsal güçlerin gelişimlerine bağlı mücadelelerinde, bu güçlerin ön saflarında yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Sanayi kapitalizminin bulunmadığı bir toplumda modern işçi sınıfından da söz edilmesi olanaksızdır. Fakat işçi sınıfı mücadelesinden söz ederken nitelik olarak, mücadele bilinci olarak gelişmiş bir sınıf aranmamalıdır.
Türkiye toplumunun özellikle 1960 sonrasında girdiği yeni dönem ülke tarihinin çok özel bir evresini oluşturur. Bir bakıma, ekonomiyi artan biçimde sarıp sarmalayan yeni sömürge sanayisi ile birlikte, eskiye oranla güçlü bir işçi sınıfı oluşumuyla, kapitalist topluma özgü sınıf mücadelesi biçimleriyle, kitlesel gösteri ve eylemleriyle, sınıf çıkarlarını koruma ve daha fazla geliştirmeye yönelik protesto vb. olaylarla yavaş yavaş sınıf kimliğine ilişkin özelliklerle buluşmaya başlamıştır.
Yeni sömürgelerde, sınıfın politik öncüsüyle buluşma sürecinden önce veya bazen yaklaşık aynı evrelerde önce kendi kimliğiyle buluştuğunu görüyoruz. Bu durum, sözkonusu ülkelerde hemen tüm sınıfların gerçek karakterlerinden ve özgün dinamiklerinde uzak gelişim seyirleri nedeniyle son derece doğaldır. Bu süreçteki gelişmeyi birkaç maddeyle özetleyelim:
1) Sermayenin belirli bir birikime ulaştığı, emperyalizmle bütünleşerek gelişen işbirlikçi tekelci burjuvazinin sanayi yatırımlarına yöneldiği (montaj karakterli de olsa), fabrika sisteminin yaygınlaştığı, sanayi kapitalizminin ortak çıkarları doğrultusunda birleştikleri yeni-sömürge kapitalizmine özgü ilişkiler sonucunda işçi sınıfının niteliksel durumunun güçlenmesi.
2) Türkiye sanayisinin temeli olan devlet sanayi sektörünün yeni kuruluşlarla güçlenmesi (İskenderun İş-Demir, Seydişehir Aliminyum Fabrikası vb. ) dolayısıyla Kamu İktisadi Kuruluşlarının işçi sınıfının artışında önemli bir rol oynaması,
3) Bu gelişmeler doğrultusunda işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidar bloğu (Oligarşi) içinde güç kazanmıştır. Tüm devlet olanaklarını ve emperyalizmin kredilerini kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanıp güçlenmesine koşut olarak, toplumsal muhalefet güçleri içinde işçi sınıfı güçlenmiştir,
4) Kapitalizmin gelişme koşullarına uygun, gerçek anlamda bir işçi sınıfının kitlesel karakter kazanması, ülke tarihinde ilk kez toplumsal muhalefetinde kitlesellik kazanmasının ortamının oluşması.
Birbiriyle bağlantılı bu konular ve gelişmeler dikkate alınmadıkça ülkenin bu tarihsel dönemini anlayabilme olanağı olmadığı gibi işçi sınıfının gelişimi, tarihsel rolü ve misyonunu da anlayabilmek olanaksızdır.
Türkiye kapitalizminin 1961 Anayasası'yla -kısa duraklama dönemleri bir kenara bırakılırsa- önündeki çeşitli engellerin kaldırılması, yeni dönemdeki şekillenişini de sağlamıştır. Eskiye oranla hızlı bir genişleme dönemi yaşadığı, bunun da temelinde sanayi kapitalizminin iç pazara yönelik işlevlerinin belirleyici olduğu gerçeği önemlidir. İç pazara yönelik işlevlerinin belirleyici olduğu gerçeği önemlidir. İç pazara yönelik sanayi sermayesi birikiminin, tarım alanlarında da etkili olmaya başlaması, yine devlet politikasıyla bu yönde desteklenmesi, bu sürecin hızlanmasını sağlamıştır.
Oligarşik iktidar, kendi sınıf çıkarları ve karları doğrultusunda sömürge tipi faşizmin uygulayıcısı olan devlet aygıtını yeniden düzenlemiş, toplum üzerindeki baskı organlarını yenileştirmiştir. Uygulanmakta olan politikalar, sanayi şehirlerindeki işçi kitlelerinin protestolarına, gösterilerine neden olmuş, topluca işi bırakma ve grev eylemlerini gündeme getirmiştir.
Aynı süreci tarım alanlarında her geçen gün yoksullaşan köylü ve küçük üretici kitleler de yaşamıştır. Varlık koşullarının ortadan kalkmasına karşı mücadele eden yoksul köylü kitleler mülksüzleşmekten kurtulamayıp sanayi proletaryasının saflarına katılmakta, aynı mücadeleyi, farklı boyutlarda, hem de tüm yakıcılığıyla yaşamaktaydı. Kapitalizmin hızlı gelişimi, mülksüzleşenlerin iş bulabildikleri fabrikalarda işçi sınıfına katılmasını sağlamış, ancak bu katılım sınıf bilincine ve demokratik bilince erişmeleriyle paralel olamamıştır.
1970-71'deki kısa dönemli bunalım, işçi kitlelerinin o güne kadarki mücadelesinin görülmemiş boyutlarda patlak vermesini ve 15-16 Haziran kitlesel eylemini gündeme getirebilmiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve sermaye çevreleri, sermayenin tarihsel gelişimi içinde sürekli olarak, bir yandan kendi içinde ya da ittifaklarıyla mücadele ederken diğer yandan ve belirleyici olan mücadelesi, karşıt sınıfla (işçi sınıfı) ve emekçi kitlelerin hareketlerinin engellerine ilişkin olarak sürmüştür.
1961 Anayasasının işçi ve emekçi kitlelerin ekonomik demokratik hak ve istemlerine görece elverişli ortam sağlamıştı. Fakat bu ortam, işçi sınıfının çıkarlarına ne kadar yardım etmişse, bir o kadar da işbirlikçi sermayeye yardımcı olmuştur. Fakat elde edilen bu elverişlilik koşulları kendi karakterlerinin engel ve çelişkilerini de beraberinde getirmiştir. Sermayenin gelişim tarihi aynı zamanda bu engelleri kaldırmanın ve koşulları sermaye sınıfının çıkarlarına daha uygun hale getirmenin tarihidir. Bunun yanı sıra işçi sınıfı açısından da; varolan görece elverişli koşulların kendi sınıf kazanımları doğrultusunda dönüştürülmesi ve yeni mevziler kazanılması mücadelesi doğurmuştur. Bu durum sermaye açısından ciddi bir engel haline gelme dinamiği taşıdığı için egemenlik açısından, bu süreçte öncelikle işçi sınıfının "etkisizleştirilmesi" gerekiyordu.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi açısından koşulların uygun hale getirilmesi; çelişkilerin nötralize edilmesi, programlarını pürüzsüz biçimde gerçekleştirmek istemesi yolunda bir teknik ve düzenleme olayı değildi. Problemlerini, askeri faşist darbenin getireceği baskı, tahakküm ve zulüm ile giderebileceğini umuyordu. Bu bölümde, burjuvazinin karşılaştığı ve ortadan kaldırmak için mücadele verdiği koşullara bunun yöntemlerine değinmeyeceğiz. Konu başlığıyla sınırlı olarak işçi sınıfının mücadelesinin bu dönemdeki tarihini ele alacağız.
Türkiye işçi sınıfının kitleselleştiği, hızla gelişen toplumsal hareketliliğin içinde yer almaya başladığı, sendikal ve siyasal eylemlere katıldığı dönem esas olarak bu yıllardır. İfadesini, hızla yükselen grevler ve diğer eylem biçimleriyle canlı tutmuş, 15-16 Haziran 1970'li yılların yürüyüş ve protestolarında ekonomik-demokratik istemlerin siyasal eylemlere dönüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Eylemlerin çıkış noktası ne olursa olsun hızla politik özellikler kazandığı görülmektedir. 70'li yıllar aynı zamanda militan devrimci çizginin politik etkilerinden sonra, sendikaların örgütsel planda burjuva siyasal partilerden görece bağımsızlaşmaya başladığı, revizyonist-reformist, uzlaşmacı akımların da etkisinin azaldığı yıllardır. 15-16 Haziran kitlesel işçi eylemlerinin kendiliğinden ağırlıklı gelişi de bunu göstermiştir. İşçi sınıfının bileşenlerinin taşıdığı önemli zaaf ve eksikliklerine rağmen, bu yükseliş, sınıf mücadelesinin siyasal rejim üzerinde sarsıcı etkiler yaratmasına neden olmuştur.
Ülkemiz işçi sınıfı, kapitalizmin iç dinamiği ile geliştiği metropol ülkelerdeki gibi Burjuva Demokratik Devrimler öncesi ve sonrası uzun ve kanlı mücadeleler sonrası gerçekleştirilen demokrasi mücadelesi içinde eğitilmiş, sınıf bilincini almış olmadığı için kendi gücünün ve niteliğinin farkına varması da esas olarak bu döneme tekabül eder. Metropoller işçi sınıfı, hem sendikal örgütlülük alanında, hem siyasal mücadele içinde, sınıfın birliğinin öneminin bilincini pratikte kazanmıştır. Toplumun demokratikleşmesi için burjuvaziye karşı kıyasıya bir mücadele içinde olmuştur. Kendi sınıfı için sınıf olma/olabilme özelliğine, yüzyılları kapsayan kanlı yengi ve yenilgilerle kavuşmuş, sahip olduğu her hak ve attığı her adım için onlarca yıl mücadele etmiştir.
Türkiye'nin önce yarı-sömürge ve akabinde yeni sömürgecilik süreçleri, sınıfın gerçek anlamda geç doğumunu, kapitalizm ve emperyalizm tarafından çarpık bir biçimde geliştirilmesini, işçi sınıfının örgütlülük ve sendikacılık mücadelesinde de gecikmesini ve oluşan çarpıklıklarını belirlemiştir.
Doğaldır ki, emperyalist sömürgeciler, yeni sömürge Türkiye'de her zaman toplumsal muhalefet güçlerini, özellikle de işçi sınıfını kendi denetimleri altında tutmayı arzu etmişlerdir/etmektedirler. Bu amaçları doğrultusunda, işçi sınıfının, emperyalizmin bir ülkedeki uzantısı olan işbirlikçilerin çıkarlarına uygun bir biçimde örgütlenmesini, sendikalaşmasını sağlamak için kendi elleriyle sendikal örgütler oluşturmuşlardır.
Bu yönde bir çok yeni sömürge ve bağımlı ülkede işçi sınıfının "haklar"ı emperyalist sömürgeciler tarafından sendikal düzeyde "örgütlenerek", sınıf için değil, sermaye için güvenceye alınmaktadır. Amaç işçi sınıfını "evcilleştirmek"tir. Örgütlenme eğiliminin doğal, meşru ve gelişme olduğunu bilen emperyalistler, işçi sınıfının bu eğilimlerini denetim altına almak ve yönlendirebilmek için her türlü "yardımı" sağlamaktadır.
Bu konumda olan ülkelerde emperyalizmin yerli müttefiklerinin amacı; işçi sınıfını örgütlenme, haklarını arama, sorunlarından uzak tutmak, yönlendirmek, devrimci düşünce ve ideolojilerden "korumaktır"!... Ülkemizde bunun en çarpıcı örneği, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde 1952'de Amerikan sendikacılık anlayışı ile kurdurtulan ve finanse edilen TÜRK-İŞ'tir.
Şimdiye kadar söylediklerimiz, konunun sadece bir yanını oluşturmaktadır. Emperyalistler ve yerli müttefikleri, işçi sınıfına karşı siyasal zoru ve şiddeti, baskıyı, işçi sınıfının en haklı vazgeçilmez eylemlerini yasadışı saymayı ihmal etmezler. 'Güzellikle' yola gelmeyen işçi sınıfını zor yoluyla sindirerek, bu amaç çerçevesinde sınırlarını belirlemeye çalışırlar.
İşçi sınıfının sisteme karşı tavrı çeşitli etmenlere bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Burjuvazinin, sınıf sendikalarına karşı tavrını belirlemesinde etken olan faktörlerden biri de, sanayileşme sürecinde benimsenen stratejilerdir.
Sermaye birikiminin ve teknolojisinin çok geri olduğu ülkelerde, devlet aktif bir biçimde bu sürece müdahale eder. Doğmakta olan işçi hareketi üzerinde yoğun bir baskı kurulur, bilinçli bir politikayla işçiler arasında din, mezhep, ırk ayrılıkları körüklenir, sınıfın birliği parçalanır. Yukarıda sayılan faktörler temelinde, işçi sınıfı ayrı sendikal örgütlerde yer alır, böylelikle yönlendirilmesi burjuvazi açısından daha kolay olur.
Nispi sermaye birikimine ulaşan, sanayileşme süreci içinde emperyalizmle bütünleşerek belli bir seviyede konumlanıp kapitalize (yeni sömürge kapitalizmini kastediyoruz) ilişkilerde etkinlik kuran burjuvazi, değişen tüketim kalıplarıyla birlikte iç pazarı genişletmiştir. üretimine yeni başlanılan birçok sanayi ürününün ülke içindeki üretiminde çalışan emekçi kesimler, demokratik kamuoyunun hareketliliğinin de etkileriyle, çok fazla sıkıntıya düşmeden bazı demokratik haklara, örgütlenme ve grev hakkı kazanımlarına erişti. Bu soruna bağlı olarak, yeni sömürge kapitalizminin toplumsal süreç içinde işlerlik kazanması, eski engellerin (hukuksal, siyasal, kültürel vb.) de ortadan kalkması zorunluluktu. Bu zorunlu düzenlemeler işçi kesimine de belirli ölçülerde serbestlikler sunmak kaçınılmazlığını doğurdu. İşçi örgütlenmeleri bir çok durumda, yeni işçileşmiş işçileri çalışma yaşamında disipline etmenin araçları olarak da kuruldu ve kullanıldı.
Çok partili sisteme geçişle birlikte, CHP'nin kurdurttuğu işçi derneklerine, DP ile bu işçi derneklerinin oy potansiyelini kullanabilme yolunda çelişkilerine, partilerin işçileri iktidar olmak için eğitme istemlerine dikkat edilmelidir.
1952'de kurulan TÜRK-İŞ'in her dönemde iktidarın yanında yer alması, hükümetler Amerikan dış politikalarına ters davranışlar izlediklerinde onlara tavır alması, HAK-İŞ ve MİSK gibi sendikaların işlevleri hep aynı durumun sonucudur.
Türkiye işçi sınıfı dönem dönem atılım gösteren, mücadele ivmesi artan, kendi hakları için kısa süreli fakat ciddi eylemlere girişebilen özelliklerinin yanında, bir sınıf tarihine ve mirasına sahip değildir. Nispi demokratik ortamın sağlanmasından sonra, 1961-70, 1974-80 dönemlerinde bilinçlenme ve örgütlenme düzeyi artmış, kendisi için sınıf olma kavramını mücadele içinde, asgari ölçüde de olsa öğrenmiştir.
Genel olarak ekonomik, demokratik ve siyasal hakların sağlanması karmaşık etmenlerin sonucudur ve tek bir gerekçeyle açıklamaya kalkışmak son derece yanıltıcı olur. 1960 sonrasında ve 1961 Anayasasının getirmiş olduğu nispi demokratik ortamda, hakların anayasaca kabul edilmesiyle bazı uygulamalara geçilmesinin özü, ülkenin yeni sömürge kapitalizmine göre yeniden biçimlendirilmeye çalışılması planında, egemen sınıfların işçi sınıfının durumunu da gözlemleyerek, ipin ucunu kaçırmamak amacıyla verdiği ödünlerdir. Durum, işçi sınıfının 'demokratik' endişe yaratmayacak ölçüde kullanabileceği kadar hakkın sağlanmasını belirlemiştir. 1963'te CHP'nin genç çalışma bakanı Bülent Ecevit bu yönde işçilere grev hakkının tanındığını açıklarken, burjuvaziye lokavt hakkını tanımıştır ve yasallaştırmıştır.
"1963 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası kabul edilip, sendikaların siyasetle uğraşması yasağı kaldırıldı.
1965 yılında memurların sendikalaşma hakkını düzenleyen, memurların sendikalarının kurulmasını olanaklı kılan 624 sayılı Kanun Personeli Sendikalar Yasası kabul edildi.
1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası 1317 sayılı yasa ile değiştirilip, işçilerin sendikal örgütlenmesi zayıflatılmış ve kapatılmıştır. (DİSK)
1971 yılında Anayasa Değişikliği ile işçilerin ve memurların hakları kaldırıldı.
1973-1980 döneminde işçilerin örgütlenme haklarında herhangi bir genişleme olmadı. Mevcut haklar pratikte genişletilerek, işçi sınıfı ve demokratik hareketler tarafından kullanıldı. Faşizmin 12 Eylül darbesiyle bu hakların tümü askıya alındı. 1982 Anayasası ile, 1983 yılında kabul edilen 2821 sayılı sendikalar yasası ile sendikaların siyasetle uğraşması yeniden yasaklandı.
" (22)
Bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, işçi sınıfı 1961 Anayasası'nın getirmiş olduğu demokratik hakları kullanmakla işe başlayıp, süreç içinde zaman zaman bu haklarını sınırlayan, ortadan kaldıran askeri faşist diktatörlüklere karşı herhangi bir eyleme geçmediği gibi, kendi haklarını arama, savunma yönünde hareketlenmemiş, tam bir suskunluğa gömülmüştür. Faşizmin parlamenter uygulama dönemlerinde, yeniden eski haklarını kullanabilmenin mücadelesini vermiştir. Ancak haklarını daha ileri boyutlarda arama ya da kalıcılaştırma yönünde tavrı yoktur, tam tersine tavırsızlığı vardır.
Ayrıca, 1961 Anayasası'ndaki işçi haklarına ilişkin yasal düzenlemeleri abartmamak gerekir. Bunların bir kısmı daha önce de vardır. "… Türkiye, toplu pazarlık hakkını tanıyan bu sözleşmeyi 8 Ağustos 1951 tarihinde onaylamıştır. 1961 Anayasası'na toplu pazarlık hakkına ilişkin olarak konan hüküm 1951 yılında onaylanan 98 sayılı İLO sözleşmesiyle zaten Çalışma Mevzuatının bir parçasıydı. Anayasaya konulması mevzuat ve hak açısından bir yenilik oluşturmuyordu…" (23) Yukarıdaki alıntıda da belirtildiği üzere, 1924 Anayasası'na, 1951'de eklenen İLO anlaşması doğrultusundaki bu yasayı, burjuvazi yürürlüğe koymamış, işçi sınıfı da istememiştir. Ta ki 1961 anayasasıyla var olan bir hakkın ihsan edildiği ilan edilinceye kadar…
1961'den sonra kabul edilen grev hakkının 1963'e kadar yasaklı olarak kalması, siyasal iktidarın emperyalizmle girmiş olduğu girift ilişkilerin çok boyutlu sonuçlarından biridir. 1963-1980 arasında (12 Mart ve 12 Eylül dönemleri dışında) birey hakkı ile birlikte kullanılan Toplu İş Sözleşmesi hakkı, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirme ve korumada bir araç olarak sendikalar bir ölçüde kullanılabilmiştir.
Burjuva siyasal partiler, çok partili dönemden günümüze kadarki sürede, iktidara gelebilmek için, giderek büyüyen işçi kitlelerinin oy potansiyelini partilerine aktarabilmek yolunda, işçilerin grev ve toplu sözleşme, yaşama sorunlarını ağızlarından düşürmemek zorunda kalmışlar; ancak iktidar olduklarında demagojiden başka hiçbirşey söylememişlerdir.Yine aynı dönem boyunca, sınıfın sendikal faaliyetleri ve işçilerin bu haklarını kullanabilme yolunda, hatta sadece çıkarılan yasaların uygulanması yolunda sık sık eylemlere başvurduğunu görüyoruz. Ve bu dönemde grev hakkı oldukça yaygın bir biçimde kullanılmıştır.
Sınıfın siyasal tavır alışkanlığı kazanmasına genellikle ilk çıkış noktalarını oluşturan hakların zaten mevcut olması, yaşam koşullarına ilişkin düşünce ve tavrının uzun zaman apolitik bir zeminde seyretmesinde oldukça önemli rol oynamıştır. Sözgelimi oy hakkı, seçme seçilme hakkı için uzun ve zorlu mücadeleler vererek politikleşen ülkelerin proletaryası, sınıf tavrına bu etkinliklerinin kazandırdığı mücadele olgularıyla yönelir. Oysa ülkemizde kendi başına bir anlam ifade etmeyecek bu haklar egemenlik tarafından bahşedilerek bir tavır kanalı daha tıkanmıştır.
1960-80 dönemleri arasında sendikalar ve işçi sınıfı yeni koşullardan kaynaklanan yeni siyasal haklar ve özgürlükler için mücadeleye girmemiştir. Özetle sınıfın siyasal haklar mücadelesinde önemli bir tavrı olmamıştır. Anayasada yer alan, işçi sınıfının ve onun ideolojisinin kısıtlanmasını öngören 141-142. maddelere karşı aktivasyonu olmadığı gibi, sınıfın devrimci mücadelecilerinin genel olarak karşısına çıkardığı madde olan 146. madde tartışma gündemine bile girmemiştir. Çünkü hala işçi sınıfı ideolojisiyle işçi sınıfı haklarının ayrı düzlemlerde cereyan ettirilmesine yönelik senaryoyu parçalayabilme başarısını gösterememiş durumdayız.
Burjuvazi, devrimci düşüncelerin etkisinin kırılması, legal ve illegal mücadele içinde örgütlenen sol düşüncelerin sınıftan soyut kalması için koyduğu bu kısıtlayıcı, yasaklayıcı maddelere gerek duymuş; ancak işçi sınıfına bu anti-demokratik, anti-komünist maddelerin anayasadan kaldırılması yönünde tavır geliştirememiştir. Sadece legal örgütlenmeyi amaçlayan, düzen koşullarını fazla zorlamak endişesi içindeki revizyonizmin girişimlerinde ise 141-142'ye karşı tavır salt bir protesto çerçevesinde kalmıştır. Ancak sonuç alıcı hiçbir girişim uzun soluklu eylem gündeme getirilememiştir.
1970-80 döneminde, kapitalizmin önünde çeşitli engeller olmasına rağmen (bir önceki süreçten sarkan eski üretim ilişkileri-sanayileşme boyutunun geliştiği, burjuva üretim ilişkilerinin yaygınlık kazandığı gerçeğinden hareketle, kapitalizmin - ne tarzda olursa olsun- geliştiği her toplumda olduğu gibi ülkemizde de, toplumsal süreç içinde belirleyici olan sanayi kapitalizmi olmuştur.
diğer bir deyişle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ekonomik, politik, sosyal ağırlığı artmıştır. Toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeği paralelinde, ülkemizde de kapitalizmin iki temel gücü, işçi sınıfı ve burjuvazi, birbirleriyle yalın olmayan ama son tahlilde ve kaba bir indirgeme ile çelişkinin iki ucunda bulunma konumlarıyla mücadeleye girmişlerdir.
İşçi sınıfının nicel ve nitel gelişiminde önemli süreçler yaşandığını aynı dönemde gözlemlemekteyiz. Fakat her iki durumdaki gelişme de ne mekanik yorumlanmalı, ne de özgün durumlar gözden kaçırılarak yeni stratejik ufuklar keşfedilmemelidir. Bunu gerektirecek ölçüde bir farklılaşma görmüyoruz, ülkemizde bu farklılaşmanın koşulları yoktur.
İşçi sınıfının nicelik durumu, öncelikle onun büyük üretim birimlerinde bir araya toplanmasından, sayısal durumunun yoğunlaşmasından kaynaklanmaktadır. Nitelik sorunu da; işçi sınıfının üretim içerisinde oynadığı rolde somutlaşarak, bu rolün mücadele seyrindeki işlevleriyle ifadesini bulur.
Rolünün örgütlü bir güç olarak devrim mücadelesine aktığı/yönlendiği, ideolojisi ile buluştuğu oranda da belirleyici misyonuna ulaşır. İşçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolü buradan kaynaklanır ve kapitalist toplumun yaratmış olduğu devrimci sınıf olma özelliğini alır. Burjuvazi tüm toplumu yoksullaştırıp mülksüzleştirerek, bir anlamda proleterleştirir ya da o sürece hızla sokarken, kendi toplumsal sisteminin mezar kazıcısı işçi sınıfını, kendisinin gelişim zemininde yaratır.
İşte Türkiye İşçi Sınıfı da bu evrensel çelişkiler temelinde doğmuş, genel bağlamda bu çelişkiler üzerinde yükselerek bir sınıf olma özelliğine erişmiştir. Her toplumda olduğu gibi, çağımızın özelliklerinden dolayı, bizim ülkemizde de bize özgün bir kapitalizmin yapılanma boyutlarına uygun bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Ve bilinmektedir ki, işçi sınıfının niceliksel artışı olmadan, niteliksel bir karakter kazanabilmesi olası değildir. Çünkü onun gücünün temeli, üretim ilişkilerindeki konumlanışı, onu diğer emekçi sınıf ve katmanlardan ayıran, bu ilişkiler içinde kazandığı fonksiyonlar ve o ilişkilerin özelliklerine göre oluşan tarihsel misyondur.
Ülkemizde 1970'li yıllar içinde kapitalizmin "gelişmişlik" boyutu, yeni sömürge ülkeler kategorisindeki ortalamanın biraz üstünde bir düzeydedir. Bu düzeye uygun olarak, sınıfın nicel olarak ta arttığını görüyoruz. Konuya ilişkin istatistik veriler;

Yıllar İş gücü (milyon)
1965 13.5
1970 14.9
1977 16.1

rakamlarını sunmaktadır. (24)
1960'dan sonra çalışan nüfus içerisinde ücretlilerin oranı 1960'da %18.8, 1965'te %22.4, 1970'de %27.6, 1975'te %31 ve 1980'de %33.4'tür.
Kapitalist ilişkilerin tarım alanlarında da etkili olup yaygınlaşmasıyla, tarımda çalışanların oranı sürekli azalmakta, sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışanların oranı ise sürekli yükselmektedir. 1960'a kadar tarımda çalışanların oranı artmışsa da, genel içerisinde, ücretliler ve işverenler açısından gerilemeye başlamıştır. 1965'te 9.75 milyon iken, 1970'de 9.28 milyon olmuştur.
Sanayi ve hizmet sektöründeki gelişme ise, daha çok hizmet sektöründe dikkat çekicidir.


İşgücünün (Sivil İstihdam) Sektörler Arası Dağılımı:

    1000 Kişi   Yüzde Dağılımı  
Sektörler 1962 1967 1972 1962 1967 1972
Tarım 9.220 9.070 8.770 77.1 71.3 65.0
Sanayi 995 1.175 1.520 8.3 9.2 11.3
Hizmetler 1.660 2.150 3.070 13.9 16.8 22.7
Bilinmeyen 80 340 130 0.7 2.7 1.0
Toplam 11.955 12.735 13.480 100.0 100.0 100.0


(25)

1977'ye gelindiğinde yüzde olarak bu oran

Tarım % 61.3
Sanayi % 16.2
Hizmetler % 22.0

1970'lerin başında sanayinin belirli coğrafi bölgelerde yoğunlaşması ve bu yoğunlaşmanın artması paralelinde, aynı birimlerde yoğunlaşma durumu da gerçekleşmiştir. "… 1973 yılında imalat kesiminde 10 veya daha fazla işçi çalıştıran büyük işletmelerin %75'i (%44'ü İstanbul, %9.7'si İzmir, %7.4'ü Ankara…) 8 büyük ilde toplanırken, geri kalan 59 ilde yatırımların %25'i bulunmaktadır. Ancak yabancı sermayeli şirketlerde, gelişmiş bölgelerdeki yığılma daha belirgindir. Örneğin 1973 yılında imalat sanayinde, faaliyet gösteren şirketlerin %75'i İstanbul'da geri kalan %25'i diğer gelişmiş bölgeler sayılan Ankara İzmir, ve Bursa yörelerinde toplanmıştır." (26)
Konumuz gereği burada, tüm ülkede çalışan nüfus açısından değil, sanayi sektörlerinde, hizmet vb. sektörlerde çalışan işgücü ve işçi sayısını ele alacağız.



Sektörel İstihdam
(Bin Kişi)

  1978 1979 1980 1981 1982
Tarım (gizli işsizler de dahil) 9537.2 9528.6 9520.0 9511.5 9431.4
Sanayi 1826.2 1793.9 1770.3 1821.9 1855.3
inşaat 526.1 577.6 580.6 582.1 584.4
Ulaştırma 500.0 492.2 480.4 491.1 498.3
Ticaret 645.8 637.7 628.2 656.0 675.3
Diğer Hizmetler 1905.0 1935.6 1978.5 2032.3 2099.7
Bilinmeyen 273.0 273.0 273.0 273.0 273.0

Bu tabloda, Türkiye'de işkollarının artmasının yanı sıra, işçi kitlelerinin sayısal yoğunlaşması ve özellikle tarım alanındaki yığılma somut olarak görülmektedir.
Sanayileşme süreci işçi sınıfının yapısını ve dinamiğini belirleyen, toplumsal rolünü açığa vurmasını sağlayan etkenlerin sürecidir. İşçi sınıfının toplumsal üretimdeki payının artması, onun üretimdeki rolünü açığa kavuşturur.
İşkolları düzeyinde sınıfın nicelik artışını yıllara göre şöyle sıralayabiliriz.
- Madencilik sektöründe: 1970'te 108.000 olan sayı, 1980'de 129.000'e ulaşmıştır. Bunların yaklaşık %80'i kamu, geri kalanı özel sektörün madencilik işletmelerinde çalışmaktadır.
- İmalat sanayinde sayı 1970'te 831.000 iken, 1975'te 1.066.000'e, 1980'de 1.500.000'e çıkmıştır.
- On ve üstünde işçi çalıştıran işyerlerinin sayısal olarak fazla olması, aynı zamanda bir yoğunluğu da ifade etmektedir. DİE verilerine göre, bu durum 1970'de 510.00, 1979'da 786.000, 1982'de 837.000 olarak geçmektedir.
- 25 ve üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde de (1983'teki verilere göre) 800.000 işçi çalışmaktadır.
- TEK, DSİ, Elektirik İşleri Etüd İdaresi, Çukurova Elektirik TAŞ ve İller Bankası gibi elektirik, gaz, su sektöründe ise, 1970'te 15.000, 1979'da 19.000, 1980'de 33.000 işçi çalışmaktadır.
- İnşaat ve Bayındırlık alanlarındaki sayı 1978'de 414.000, 1975'de 463.000 iken, 1980'de 709.000 yükselmiştir.
- Devlet Demir Yolları ve bankalarda çalışan işçi ve hizmetliler, 1980'de 3 milyonun üzerindedir.
Bu arada şunu da belirtmek gerekiyor ki, DİE araştırmaları sonucunda ortaya çıkan istatistik verilerle, Türkiye toplumu üzerinde sistemli araştırmalar yapan ekonomistlerin istatistiksel verileri birbirini tutmamaktadır. Verdiğimiz rakamlar bu durum gözetilerek, değerlendirilmelidir.


1980 Nüfus Sayımına Göre Ücretli Sayısı
(12 ve daha yukarı yaşta olan çalışanlar)

Ziraat, Avcılık, Ormancılık, Balıkçılık……………………...588.646
Madencilik…………………………………………………...128.582
Gıda, Tütün, İçki Sanayi……………………………………297.778
Dokuma, Giyim, Deri Sanayi……………………………...387.827
Orman Ürünleri ve Mobilya………………………………..131.676
Kağıt Ürünleri ve Basın Sanayi…………………………...45.497
Kimya, Petrol, Plastik Sanayi……………………………...99.838
Taş Ve Toprağa Dayalı Sanayi…………………………....95.813
Metal Sanayi………………………………………………....99.880
Metal Eşya, Makine İmalat Sanayi………………………...291.656
Diğer İmalat Sanayi………………………………………....62.604
Elektirik, Gaz, Su………………………………………….....33.105
İnşaat Ve Bayındırlık İşleri……………………………….....708.730
Ticaret, Lokanta, Oteller………………………………….....343.911
Ulaştırma, Haberleşme, Depolama……………………....275.594
Mali Kurumlar, Sigortacılık……………………………….....248.833
Toplum Hizmetleri, Sosyal Ve Kişisel Hizmetler………...2.249.476
İyi Tanımlanmamış Faaliyetler……………………………..85.256
GENEL TOPLAM……………………………………………..6.162.002

Her şeyden önce 1970-80 dönemi bir bütün olarak ele alındığında, işçi sınıfının sayısal anlamda kitleselleşmesinin yanında, mücadeleciliğinin de arttığını, kitlesellik kazandığını, dolayısıyla işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve iktidar blokunun bütününün önünde giderek büyüyen, etki alanının sınırları genişleyen bir gücün geliştiğini görmek güç değildir. Sayısı ve militanlık düzeyi yükselen grevler, toplu sözleşmeler, protesto ve mitingler, sürekli yeni taleplerin gündeme gelişi, uzlaşmacı sendikalardan yavaş yavaş kopuşu da sağlamıştır.
Türk-İş'in uzlaşmacı ve burjuvazinin denetimindeki bağımlı sendikacılığından farklı bir çizgide örgütlenme ve mücadeleye atılan DİSK'in bütün reformist ve revizyonist görüş ve tavırlarına rağmen demokratik sınıf sendikacılığı mücadelesinde olumlu işlevleri de olmuştur. Sınıfın bir kesimini kendi mücadele perspektifi içinde eğitmiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı; ücretler, sınıfın hakları konusunda alışılmadık bir mücadele içine girmiş, DİSK çerçevesi içinde bazı haklar elde edilmiştir. Bu dönemde işçi ücretleri cumhuriyet döneminin en yüksek artışını sağlamıştır. İşçi sınıfı, özellikle büyük ölçekli üretim birimlerinde eskiye oranla daha ileri haklar elde etmiş ve fabrikalarda nispeten ileri örgütlenme olanaklarına kavuşmuştur.
Ancak tüm bunlar olurken, kendi sınıfının ideolojisi ile donatılıp, bağımsız siyasal örgütüne kavuşamamış, bu koşulları bulamamıştır. Bu nedenle işçi sınıfı, emperyalizmin ve oligarşinin, sendikacı uşaklarının ve revizyonizmin insafındaki sürecini devam ettirmek durumunda kalmış, mevcut devrimci pratiğin ona ulaşmaktaki zaaf ve yetersizlikleri dolayısıyla, hızla yükselttiği ve genişlettiği mücadelsesini çok daha büyük bir hızla -12 Eylül'de olduğu gibi- faşizme teslim etmiştir.
1970'li yılların başından itibaren, yaşanan genel bunalım seyri içinde, artan ücretler ve işçi hakları sermaye çevreleri için giderek gözde daha fazla büyüyen bir "yük olmuş"tur. Bu durumu dilinden düşürmediği ve her geçen gün daha çok yinelediği bir demogoji konusu haline getiren oligarşi zorla gaspettiği hakların ötesinde, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin elinde bulunan her şeyin ülkenin çıkarları için gönüllü teslimi de istemeye başlamıştır.
Bu dönem, işçi sınıfının ücretlerini ve haklarını alma yönündeki hareketliliği, Oligarşiyi iki temel noktada rahatsız etmeye başlamıştır. Bir yandan, artan işçi ücretleri, aşırı tekel karlarını sınırlandırırken, işbirlikçi tekelci burjuvazinin uluslar arası alanda rekabet gücünü etkiliyebiliyordu. Öte yandan, işçi sınıfının militan eylemlerinin giderek siyasal boyutlar kazanması, sol hareketlerle organik ilişkiler içine girmesi ile, siyasal ve ekonomik istikrarı bozucu özellikler göstermeye başlamıştı. Hareketlilikler, emperyalistlerin yatırımlarının durmasını, var olan yatırımlarının tekel karlarının düşmesini, ya da istenilen boyutlara ulaşamamasını doğuran önemli etkenlerden biri olma özelliğini kazanmıştı.
Oligarşi, istikrarlı bir ortam sağlayabilmek için, her şeyden önce, her istenileni yapan, kendisine verilenle yetinen bir işçi sınıfına gereksinim duymaktadır. Oysa Türkiye'nin ekonomik, toplumsal ve siyasal konumu, her geçen gün biraz daha fazla istikrarsızlık göstermeye, var olan krizi daha da derinleşmesine doğru gidiyordu.
Oligarşinin siyasal temsilcisi, gizli faşizmin (ve gerektiğinde açık faşizmin) uygulayıcısı olan burjuva partiler ve hükümetler peşpeşe iktidardan düşmekte, yerlerine getirilenler istikrarsızlığa yeni boyutlar kazandırmaktan öte bir şey yapamamaktaydılar. 1970'deki bunalımını hafif atlatan oligarşi, özellikle 1977'den sonra daha derin bir bunalım içine girmiş ve toplumsal muhalefet güçleriyle birlikte işçi sınıfının muhalefeti ve eylemleri ciddi sorunlar yaratmıştır.
Açık faşizm koşullarının var olmasına karşın, oligarşik yönetimin devlet örgütü parçalanmaya, parsellenmeye yüz tutmuş, baskıcı militarist kurumların içindeki birlik bozulmuş, hemen hemen her kurum, toplumsal muhalefetten ve demokratik, devrimci kamuoyu ve eylemlerden etkilenmeye başlamıştır.
Parlamenter faşizm ve sivil faşist terör eylemleriyle durumu bir noktaya kadar idare etmeye çalışan oligarşi, bu süreçte işçi sınıfının haklı istem ve eylemleri karşısında ödünler vermekten de kaçınmamıştır.
Şurası da açık bir gerçektir ki, işçi sınıfı ileri bir bilince erişemediğinden, 1961 Anayasası'nın getirmiş olduğu hakları savunmanın ötesine geçememiştir. Tarihin bir cilvesi denilebilecek olay ise, 1961 Anayasası'nı yürürlüğe koyan Oligarşi'nin süreç içinde kendi siyasal programına kısa bir süre sonra sırt çevirmek zorunda kalışıdır.
İşçi sınıfı üzerinde uzun yıllar etkinliğini sürdürmüş olan revizyonist-reformist akımlar, sınıfın ve diğer toplumsal muhalefet güçlerinin ekonomik-demokratik ve kendiliğindenci mücadelenin sınırları içinde hapsedilmelerini sağlamıştır.
Bu anlayışlar doğrultusunda işçi ve emekçi kitlelerin siyasal iktidara alternatif bir örgütlenme içinde savaşa hazırlanabilmesinin olanaksız olduğu, bu dönem tüm yakıcılığıyla kendini göstermiştir. Bu yanlış anlayışlar, 1975-80 döneminde, oligarşi ile kitleler arasında oluşturulan suni dengenin kitleler lehine bozulduğunu hissetmemiş, silahlı mücadele örgütlerinin karşısında devletin acizliğini görmezlikten gelmiştir. Böylesine tarihsel bir dönemde işçi sınıfının eylem çizgisini programlı bir biçimde yükseltmeyi öngörmeyen revizyonist-reformist çizgi sahipleri, yükselen silahlı mücadele muhalefetinden işçileri "kurtarmak" için, burjuvaziyle dirsek temasına girmişlerdir.
Sınıfın mücadelesi 1977'lerde, emperyalizmin ve oligarşinin büyüyen paniğiyle geri çekilmeye, durdurulmaya çalışıldı. Bunun en çarpıcı örneği 15-16 Haziran büyük işçi eyleminde yaşandı. İşçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi,yine esas olarak spontane bir biçimde politik bir boyut kazanmış, devletin ordu ve polisiyle kıyasıya bir çatışmaya girdiği anda ise, oligarşik iktidarın istemleri yönünde, revizyonizmin sendikal temsilcisi olan ( DİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve MADEN-İŞ Sendikası Başkanı) Kemal Türkler, radyodan işçilere, eylemi bırakmaları yönünde çağrı yapmış, kendilerini kışkırtanların karanlık güçler olduğunu söylemiştir.
Sonuç olarak, işçi sınıfının bu şanlı eylemini, yüz kızartıcı bir biçime sokmaya, işçilerin suçlu olduklarını anlatmaya başlamışlar, yüzlerce işçi işinden atılmış, yüze yakını tutuklanmış ve olaylardan yargılanmıştır.
Diğer yandan işçi sınıfının güncel sorunları çerçevesindeki mücadelesini örgütlemeksizin sınıfın politik mücadeleye atılmasını beklemek, kendiliğindenciliğin bir başka biçimidir. Siyasal iktidar mücadelesinde işçi sınıfının kazanımlarının korunması, yeni kazanımlar uğruna mücadele edilmesi ve bunların kalıcılığının sağlanması yollarının aranması zorunluluktur.
Hareketimiz, Marksist-Leninist ideoloji ve stratejisi doğrultusunda 1975-80 sürecinde THKP-C çizgisini bir kez daha yükselterek Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni hayata geçirirken, işçi sınıfıyla organik bağlar kurmak ve onu kitleselleşmek doğrultusunda gerekeni yapamamış, kuruluş yıllarında bu konuda ortaya koyduğu merkezi işlevleri zaman içinde zaafa uğramış, ancak bölgesel düzeylerde sınıfımızın mücadelesi içinde olunabilmiştir.
Örgütsel planda proletaryayla kurulması gereken ülke çapındaki organik bağların ve ekonomik-demokratik mücadele perspektiflerimiz çerçevesinde gerçekleştirilecek merkezi denetimli çalışmaların zaafının yanı sıra, silahlı propaganda eylemlerimizin içeriğinin de sınıfın güncel istemleriyle zenginleştirilememesi önemli eksikliklerimizden biri olmuştur. Çünkü silahlı propaganda, tüm diğer işlevlerinin yanı sıra hak ister, sorgular, sınıfın somut yaşam taleplerini dile getirir.
Yeniden, revizyonizmin sergilediği tabloya dönersek; bunalımın arttığı, siyasal iktidarın yıprandığı dönemlerde işçi sınıfının eylemlerini sınırlaması, "faşizm gelir, zaten tırmanıyor" mantığıyla davranarak neredeyse, işçi sınıfının eylemliliği nedeniyle ortaya çıkan durumdan sorumlu olarak işçi sınıfını göstermiş, onun kendi sınırlarını zorlayan gelişimi karşısında paniğe kapılmıştır. Burjuvazinin demogojik açıklamalarını destekler içerikte davranışlar sergileyerek, işçi sınıfı adına işçi sınıfını açmazlara, onun mücadelesini güven bunalımına sürüklemişlerdir.
Burjuvazinin bunalımının artması ve sınıfın mücadelesinin yükselmesiyle niteliğini daha fazla vurgulayan antagonizma, böyle bir süreçte de her türlü uzlaşmanın sınıf adına yadsınmasını zorunlu kılar. Keskinleşen çelişkiler, siyasal öncünün eylem ve örgütlenme platformundaki tutarlılığı ile devrim sürecine sunulan yeni olgulara dönüşür. Oligarşiye bu mücadele ekseninde vurulan her darbe nihai darbenin adımları olur. "Bizim revizyonistlerimiz ise yüzlerini uzlaşmanın kıblesine çevirerek (tabii ki sırtlarını işçi sınıfına) devrim hayalleri kurmaya çalışırlar. Kendi ülkesinin koşullarına gözlerini kapayarak, ütopyalarındaki işçi sınıfını ve devrimi yaşatırlar.

1970-80 Döneminde İşçi Sendikalarının Üye Durumları
1961 anayasası çerçevesinde yapılan hukuksal düzenlemelerle grev ve sendika haklarına sahip sendikal örgüt kurma ve böylece sendikalara üye olma "hakkı" işçilere tanınmıştır. Dolayısıyla kamu kesiminde memur statüsünde çalışanlar, sosyo-ekonomik açıdan işçi niteliğini taşısalar bile, yasal açıdan işçi sayılmadıkları için bu hakkın kapsamı dışında kalmaktadır. Bu sorun 12 Mart Askeri Faşizmi döneminde, memurların sendika kurma haklarının tümüyle yasaklanmasına yönelik anayasa değişikliği sonucunda ayrı bir önem kazanmıştır.
Türkiye'de toplam sendikalı işçi sayısı konusunda bilgi sahibi olabilmek oldukça güçtür. Bir yandan işçi sendikaları genellikle üye işçi sayılarının abartmalı bir biçimde ilan ederken, diğer yandan bir işçinin birden fazla sendikaya üye olmasının yasal açıdan mümkün olması, sendikalı işçi sayısının doğru dökümüne engel oluşturmaktadır. Çalışma Bakanlığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu'nun istatistikleri de doğruyu vermemektedir.
Çalışma Bakanlığı'nın kayıtlarına göre, bu yıllarda toplam sendikalı işçi sayısı 3,5 milyon dolayındadır. Toplam sigortalı işçi sayısının 2,5 milyon olduğu düşünülecek olursa, sendikalı işçi sayısının bu oranla sınırlı bir düzeyde ve toplam olarak en fazla 2 milyon kadar olduğu düşünülebilir. Son yıllarda toplam çalışan nüfus yaklaşık 18 milyon ve ücretli sayısı 5 milyonun üzerinde olduğuna göre, abartılı olduğunu düşündüğümüz verilerle saptanan toplam sendikalı işçi sayısından hareket edilse bile yüksek bir sendikalaşma oranının bulunduğu söylenemez.
Çalışma Bakanlığı'nın kayıtlarına göre, sendikalı işçilerin yarısına yakını mevcut konfederasyonlardan birine üyedir. Bu yıllarda 4-6 arasında konfederasyon bulunmaktaydı. 2 büyük konfederasyonun üye sayısıyla ilgili olarak çelişkili açıklamalar yapılmakla birlikte:
- TÜRK-İŞ'in üye sayısının, 400 bin-1 milyon arasında olduğu,
- DİSK'in üye sayısının, 400 bin-800 bin arasında olduğu belirtiliyor. (bazı kaynaklara göre daha fazla, bazı kaynaklara göre daha az.)
- HAK-İŞ ve MİSK ise, üye sayıları MC iktidarları döneminde artış gösteren, zaman zaman düşen, ciddi bir işçi kitlesini çatısı altında bulunduramayan sendikalardır. Türkiye çapında işlevi olan işkolu sendikalarının sayısı 300'ün üstündedir. Sendikalı işçilerin büyük çoğunluğu bu sendikaların bünyesinde toplanmıştır. Yine bu yıllarda yaygın olan küçük işletmelerin, atölye düzeyinde üretimde bulunan işyerlerinin kesin sayısı ve çalıştırılan işçi sayısı da tam olarak belli değildir. Ayrıca küçük işyerlerinde çalışan işçilerin hemen hemen tümü sendikasızdır. Bunların işçi sınıfının büyük bir kesimini oluşturduğunu bilmekteyiz.
Bunlar, Türkiye işçi sınıfının sayısal rakamlarını tam olarak çıkarabilmenin güçlüğünü göstermektedir. Aynı biçimde tarım işletmelerinde çalışan işçi sayısı da net olarak belirtilmemiştir. Ancak tarım sendikacılığının hemen hemen hiç bulunmadığı göz önüne alınırsa durum kavranabilir. Devlet Üretme Çiftlikleri'nde, Orman Müdürlüklerinde, DSİ-YSE, vb. işletmelerinde sürekli ya da sezon işçiliği yapan emekçilerin kesin sayısı belli değildir. Yine tarım alanlarında yarı-proleter niteliğiyle yer alan insanların sayısı da belirgin değildir.

DİPNOT VE KAYNAKLAR:
(1) ABD'nin tavır almasının bir diğer nedeni ise, Vietnam işgal hareketinde binlerce genç ABD askeri personelinin yitirilmesinin ABD kamuoyunda savaş aleyhtarlığının gelişmesine neden olmasıdır.(geri dön İ)
(2) 1974 Türkiye İktisadi Durumu, Özel Sorunları, Ekonomik ve Sosyal Etütler Konferans Heyeti Raporları, s. 2, Erdoğan Aklin (geri dön İ)
(3) K. Marks 1867, s 645(geri dön İ)
(4) "Türkiye Üretimden Vaz mı Geçiyor?" Doç. Ergün Türkcan/Sosyalist İktidar'dan(geri dön İ)
(5) Kapital C. 1, s. 643(geri dön İ)
(6) Milliyet Gazetesi, 19 Mart 1980 (geri dön İ)
(7) Amerikan Harp Doktrinleri Tarihi, M.Fahri, s. 297-298(geri dön İ)
(8) CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, M. Emin Değer, s. 143,1977(geri dön İ)
(9) Aynı yapıt, s. 144(geri dön İ)
(10) Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, s. 132 Birinci Kitap(geri dön İ)
(11) Amerikan Harp Doktrinleri Tarihi, M. Fahri, s. 309(geri dön İ)
(12) CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, M. Emin Değer s. 116(geri dön İ)

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19