Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şafak Yargılanamaz 2. Cilt
Derleyen: Hasan Şensoy
Barikat Gazete ve Yayıncılık, Ekim 1993

III. BÖLÜM
ANADOLU HAREKETİ VE KEMALİZM

A- SÜRECİN GENEL TABLOSU
Birinci ve İkinci bölümlerde devlet yapısını ve toplumsal dinamiklerini incelediğimiz Osmanlı Devletinin özellikle 18. yy'dan başlayarak, yaşam damarları hemen hemen tümüyle tıkanmış, iç çelişkileri, onun çözülüşü ve çöküşü yönünde ağırlaşmaya başlamıştı.
Dünyanın konjoktürel gelişimi emperyalizmi doğuruyor, 1914'lerde ise ilgili bölümde sıraladığımız çelişmeler kaçınılmaz çatışmayı gündeme getiriyordu. Emperyalistler arası 1. Paylaşım Savaşı sırasında Alman Emperyalizmi, kısa bir süre için de olsa hedeflerinin önemli bir bölümüne gerçekleştirerek Berlin'den Basra Körfezine dek uzanan alanda egemenliğini ilan etti. Öte yandan Rusya ve Polonya'da geniş topraklar ele geçirdi.
Bu gelişmeler, ABD'nin savaşa katılmasında önemli rol oynamıştır. Nitekim Wilson şöyle diyordu: "Onların planları Ortadoğu çekirdeği ile Akdeniz üzerine, Asya'nın kalbine Alman askeri gücünü ve denetimini sağlayacak geniş bir hat çekmektir. Almanların fiilen denetimleri altında bulunan alan, Hamburg'dan Bağdat'a dek uzanıyor. Böylece Alman gücü bütün heybetiyle dünyanın kalbine saplanmıştır."
Dolayısıyla ABD, Almanya karşısında terazinin kefesine tüm ağırlığını koyma mücadelesine girdi. Esas ilgi alanları Latin Amerika, Uzakdoğu ve Avrupa olmasına karşın, gelişmelerden ötürü bu ilgi bir süre Ortadoğu'ya kaydı. Ve Ortadoğu, başını Standart Oil'in çektiği ABD petrol tekelleri ile, Shell önderliğindeki İngiliz petrol tekellerinin çatışma alanı oldu. Klasik sömürgeciliğin 'demode' yöntemlerine rağbet etmeyen ABD, Birleşmiş Milletler'de 'Manda Sistemini' kabul ettirmek yoluyla, Alman sömürgelerinde, Suriye, Ermenistan, Mezapotamya, Filistin, Arabistan üzerindeki egemenlik yöntemlerini onaylattı.
Savaş sırasında petrol tüketiminin büyük ölçüde artması, hükümetlerin gözlerini gelecekte işletebilecekleri kaynaklara yönelmişti. Yapılan araştırmaların, ABD'deki kaynakların en çok 30-35 yıllık bir süre için tüketimi karşılayabilecek durumda olduğunu göstermesi nedeniyle, deniz aşırı kaynaklar önem kazanmıştı. 1919'da, petrol bulunabilmesi olası bütün bölgelerdeki konsolosluklara birer genelge gönderilerek, buralardaki petrol kaynakları üzerinde denetim durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol üretimine ABD'nin karışabilme olanaklarını bildirmeleri isteniyordu. Böylece Ortadoğu'da, Fransa ile işbirliği yapan İngiliz petrol tekelleri ile ABD tekelleri arasında bir çatışma başlıyordu.
1. Paylaşım savaşını izleyen uluslararası anlaşmaların başlıca hedefi de, Almanların Balkanlar ve Ortadoğu ile olan doğrudan bağlantısını koparmak olacaktır. Genç ve güçlü emperyalist ABD, o ölçüde programlarında başarılı olmak şansına sahipti. Nitekim bütün çabasına karşın Alman Emperyalizmi ağır bir yenilgi aldı.
Aynı süreçte, 1917 Ekim Devrimi'nin uluslararası etkisinin de rolü ile Almanya'da Spartakistlerin mücadelesinin yükseldiğini görüyoruz. Yine aynı şekilde, proletarya ve müttefiklerinin bu büyük zaferi, Ortadoğu halklarının sömürgecilik karşısındaki ulusal kurtuluş mücadelelerine yeni bir soluk, daha güçlü bir zemin, olgunlaşmış perspektifler ve en önemlisi olgu haline gelmiş somutluklar sunacaktır.
Zafere ulaşan Sovyetlerin 3 Aralık 1917'de "Rusya ve Şark'ın Tüm Emekçi Müslümanlarına" seslenen bildirisinin perspektifi, emperyalizm ve dünya gericiliğinin bütün engelleme çabalarına karşın Ortadoğulu yurtseverlerce duyulan, onların büyük özverilerle yürüttükleri ve el yordamıyla yollarını çizdikleri ulusal kurtuluş savaşlarına yeni boyutlar getirdi. "Doğulu, İranlı, Türk, Arap, ve Hindistanlı müslümanlar, siz hepiniz, kafaları, özgürlükleri ve yurtları ticaret adına yüzyıllardır Avrupa'nın hızlı talanına peşkeş çekilenler, ülkeleri savaşa başlatan yağmacılar tarafından paylaşılmak istenilenler... Alaşağı edilen Çar'ın İstanbul'u zorla işgal etmek için yaptığı gizli anlaşmaları yırtıyoruz ve açıklıyoruz... İran'ın paylaşılması konusunda yapılan anlaşmanın yırtıldığını ve yokedildiğini açıklıyoruz... Zaman yitirmeyin ve yüzyıllardır ülkenizi sömürenleri sırtınızdan atın. Artık yurdunuzun bir parça toprağının bile yağmalanmasına izin vermeyiniz. Kendi ülkenizin efendisi kendiniz olmalısınız;kendi hayatınızı kendiniz yapınız ve ülkenizi zenginliklerine uygun biçimde kendiniz kurmalısınız. Bunu yapmaya hakkınız var. Kaderiniz kendi ellerinizdedir."
Büyük Ekim Devrimi'nin muzaffer proletaryasının çağrısı yanıtsız kalmadı.
Büyük Britanya İmparatorluğu'nun yüzlerce yıllık sömürgeciliği, birbiri üzerine yediği tokatlarla kökünden sarsıldı. İngiltere'nin hammadde deposu ve geniş pazarı Hindistan'da Mahatma Gandi önderliğindeki Hindular ve Müslümanlar, emperyalizme karşı ayakladılar. Sömürgecilerin baskı ve tahakküm yasalarının yetmediği, terör ve her çeşit zulümle karşı durmaya çalıştığı bu isyan sürecinde, yüzlerce kişinin kurşuna dizildiği Amritsar Katliamı, hala Hindistan halklarının olduğu kadar, bütün dünyanın mazlum halklarının belleklerindedir. Mısır'da önemli bir direniş söz konusudur. Sait Zaghlul önderliğindeki ulusal hareket, katliamlara, zorbalıklara rağmen İngiliz Emperyalizmi'nin genel etkinliğinin kırılmasında rol oynamayı bilmiştir. Yine bir İngiliz sömürgesi olan İrlanda'da 1916 Paskalya Ayaklanması'ndan sonra, emperyalizmin "böl, parçala, yönet" politikasına karşı ulusal kurtuluşçuların bayrağı açılmıştır. İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA) ve İrlanda Milliyetçi Örgütü Sinn Fein, İngiliz egemenliğini zorlamaya başladılar ve İRA bu yolda uzun bir mücadeleye atıldı...
Alman emperyalizmi'nin yediği darbeler ise çok daha etkili idi. Almanya'nın Avrupa cephelerinde aldığı yenilgiler, Filistin'deki Türk-Alman cephesinin parçalanmasına yol açtı. Önce İngilizler, ardından Fransızlar tarafından aldatılan Araplar, Kudüs'e girdiler. 1918 sonbaharında Almanlar, emperyalizmin işbirlikçisi Osmanlılar, kayıtsız şartsız teslim oldular.
Emperyalistlerin birbirleriyle yarışarak koştuğu Ortadoğu'da halkların başkaldırıları da, sömürgecilerin üstünlük yarışının materyali haline getirilmeye çalışıldı. Bu amaçla İngiltere ve Fransa, Arapları Almanlarla karşı karşıya getirirken, kendi aralarında da ödünleşiyorlardı. İngiltere bir yandan Avrupa'da Fransa'ya belli ödünler veriyor, bir yandan da Arap Şeyhleriyle işbirlikleri kurarak Ortadoğu'da Almanlara karşı durumunu güçlendirmeye çalışıyordu. (1)
Savaşla birlikte çelişkilerin çözüm platformu da değişmişti. Bazı nüfuz alanlarındaki çıkar çatışmalarına rağmen, Alman saldırganlığının hızlı ve başdöndürücü gelişimi karşısında endişeye kapılan İngiliz ve Fransız sömürgecileri kolkola girmişlerdi. Ortadoğu'nun paylaşımı konusunda uzlaşan bu iki emperyalist güç, söz konusu durumu Sykes Picot anlaşmasıyla somutlaştırmışlardır.
Ortadoğu'nun İngiltere için anlamı, iki önemli boyut taşıyordu: Birincisi, Asya'daki sömürgelere uzanmak; ikincisi, petrol yatakları... Ve Sykes Picot anlaşması uyarınca; Hicaz, Basra, Körfez ülkeleri, Gazze, Beyrut ve Akdeniz sahillerine uzanan İngiltere, Mısır'a da egemen olduğundan, Doğu ve Hint yollarının denetimini eline geçirdi. İngiliz emperyalizmi'nin Mısır'daki etkinliğinin devamı olmak üzere, Akdeniz kıyı şeridinde güçlü bir tampon bölgeye gereksinim duyması ise, Siyonizm'in yönlendiriciliğinin el değiştirmesine neden olmuştur.
O sürece kadar Alman Emperyalizmi'nin denetimindeki Siyonist hareket, şimdi İngiltere güdümündedir. Teodor Herz'in rüyası gerçekleşmek üzeredir. Filistin halkının vatansızlaştırılması.... Katliamlarla başlayan ve Ortadoğu'da ABD jandarması İsrail devletinin oluşturulmasıyla tırmandırılacak süreç, İngiliz Emperyalizminin o yıllardaki talan politikasıyla karakterini belirlemiştir. Ne yazık ki, bu politikanın aleti sadece Siyonizm olmamış, bölgedeki Arap halkları da kışkırtılarak zaman zaman İngiliz çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Sonuçta Balfour Deklarasyonu (31 Aralık 1918), ABD Emperyalizmi tarafından da onaylandı ve İsrail'in Filistin topraklarında yerleştirilmesi resmileştirildi. Ardından İngiliz çıkarlarının temsilciliğine gönüllü yazılan Faysal, Siyonist lider Weizmann ile anlaşma imzalayarak, Filistin'deki Siyonist varlığın meşrulaştırılmasında aktif rol oynadı.
I. Paylaşım savaşından yenik çıkan Almanya, büyük bir çalkantı içindeki Ortadoğu'dan, "siyasal danışmanlarını" ve "kültür taşıyıcılarını"da çekmek zorunda kaldı. Ancak bu durum, Ortadoğu halklarının, Alman militarizminin ve emperyalizmin tehditlerinden bütünüyle kurtulması anlamına gelmiyordu. Birtakım monarşiler yerlerini cumhuriyetlere bırakmışsalar da tekellerin egemenliği esasında bir dönüşüm olmamıştı. Deutche Bank'ın Ortadoğu planları, bu kez ilk sosyalist ülkeye yönelik Fransız, İngiliz, ABD saldırganlık politikalarıyla sürdü.
Paylaşım savaşının başladığı 1914'te, İngiliz Parlamentosunda, dönemin başbakanı Arguit şöyle konuşuyordu: "Osmanlı Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır. Türk İmparatorluğu savaşa girmekle intihar etmiştir." Sir Adam Blach'de savaşın başladığı yıl İstanbul'u terk ederken şu görüşü savunur: "Eğer Almanya kazanırsa siz de kazanırsınız ve Alman sömürgesi olacaksınız, eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz."
Ne var ki, bu ideologlar yanılmaktadır. Çünkü açık işgaller ezilen ulus milliyetçiliğine yön verecek, onu bizzat geliştirip besleyecek ve emperyalistler arası savaşlar, ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşlarını hızlandıracaktır. Materyalistlerin öteden beri gördüğü ve saptadığı bu gerçekleri burjuvazinin de anlaması için ancak söz konusu durumu dünya somutunda bizzat yaşaması gerekiyordu.
İngiltere'nin durumuna gelince; o sürece kadar Osmanlı komprador burjuvazisi aracılığıyla tek bir pazarı sömürmek, İmparatorluğu bir an önce parçalamak gayretindeki Çarlık Rusya'sına karşı bu çıkarı paralelinde denge kurmak durumunda olan İngiltere, şimdi tavır değiştiriyordu. Çünkü Alman Emperyalizmi'nin sahnede büyük bir aktivasyonla yer alması güçler dengesini değiştirmişti. Ve 1907 yılında İngiltere bu kez Rusya ve Fransa yanında saf tutarak üçlü ittifaka katıldı. Ortadoğu'da artan Alman nüfuzu karşısında diğer emperyalistlerin duydukları endişe, bir bütün olarak egemenliklerini devam ettirebilme şanslarının kalmadığını görerek bölgeyi olabildiğince parçalayıp yönetme seçeneğine yönelmeleri, Osmanlı Devleti'nin söz konusu emperyalistlerce hep birlikte işgal edilmesini doğuran etmenlerdi.
19. yy'da (1838) resmen Avrupa kapitalizminin açık pazarı haline gelen İmparatorluk, şimdi fiilen teslim olmaktaydı. Mondros Mütarekesi bu teslimiyetin resmi belgesinden başka bir şey değildi. Anlaşma uyarınca Türk Orduları silahlarını bırakarak terhis edildi. Sadece iç güvenliği sağlayacak küçük birlikler silah altında kalacaktı. (Madde 9) Anlaşmanın 7. maddesine göre savaşı kazanan emperyalist ülkelerin güvenliği tehdit edildiği zaman, ülkenin stratejik yerlerinin işgali de yasallaşır. Ayrıca yine bu devletlerce belirlenen "6 Ermeni ilinde" (Sivas, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ) "karışıklık" çıkması durumunda emperyalistler ülkeyi yasal olarak işgal edebileceklerdi....
Emperyalistlerin, diledikleri zamanlarda dilediklerince kullanabilecekleri bu teslimiyet belgesinden 'resmi biçimde' yola çıkarak, ülkenin bütün zenginliklerini ve olanaklarını denetlemeyi açık işgalle sürdürmeyi seçtikleri bu süreçte, bazı yöneticiler de ülkeyi kurtardıklarının propagandasını yapmaya soyundular. Ülkeyi kurtarmaktan, emperyalistler arası bir tercih yapmayı anlayan bu çevre, bir dizi gizli anlaşmayla açık işgalin yaygınlaşmasında gönüllü hizmet verdiler.
İngiltere'nin, savaştan galip çıkmasına rağmen çeşitli açılardan bir hayli zayıflamış olması dolayısıyla, açık işgaldeki rolünün sınırlı tutulması ve Yunanistan gibi diğer bağımlı ülkelerin ordularını kullanarak işgale değişik ve dolaylı bir boyut verilmesi, direniş hareketlerinde ve mücadelenin kazanılmasında etkili olmuştur.
Savaş yıllarında İngiliz Emperyalizmi cephesinden görünüm nasıldı? Büyük devletlerden Rusya iç savaş halinde idi. Ege ve İran Körfezi'nden Asya ve Pasifik'e kadar uzanan alan üzerinde Rus baskısı artık söz konusu değildi. Alman sömürge imparatorluğu çözülmüş, Afrika'daki stratejik açıdan önemli olan ve Almanya'nın elinde bulunan topraklar, İngiltere'nin eline geçmişti.
Fransa, kıta Avrupa'sında üstün durumdaydı. Akdeniz bölgesinde zayıf İtalya'nın İngiltere'ye gereksinimi sürüyordu. Rus ve Türk gücünün yıkılmasını Boğazlar bölgesinde doğurduğu boşluğu doldurmak için Lloyd Geoge, Yunanlıların İzmir'i işgalini teşvik etti. (İzmir daha önce Fransa, İngiltere, Çarlık Rusya ve İtalya arasında yapılan anlaşma gereği İtalyanlara verilecekti.) Rusya'daki Devrim sonucu Sovyet hükümeti tüm anlaşmaları iptal edince, İngiltere de İzmir'in İtalyanlara bırakılmasını istemiş oldu. İngiltere, İtalya'yı Yunanistan gibi denetleyemeyeceğini düşünüyordu. İtalya'nın aradaki çelişkiler nedeniyle Paris Konferansı'nı terk etmesini değerlendiren İngiltere, İzmir'in Yunanlılara bırakılmasını onaylattı.
Daha sonra konferansa katılan İtalya için iş işten geçmişti. Bu nedenle İtalya, işgal ettiği bölgelerde daha yumuşak davrandığı gibi, Ankara hükümetine de zaman zaman -doğru yanlış- emperyalist cepheye ilişkin bilgiler veriyordu. Ege'nin hem Avrupa hem de Asya kıyıları, emin bir şekilde Yunanistan'ın eline bırakılırken, Hindistan'a Akdeniz'den kestirme ulaşım yolu kapanmamış oluyordu. Uzakdoğu'da Amerika ve Japonya arasındaki sürtüşme, Japonya'nın İngiltere ile ilişkilerini koruyacağını gösteriyordu. Ancak Amerika'nın deniz silahlanmasına hız vermiş olması, İngiltere'nin denizdeki üstünlüğünü tehdit eder nitelikteydi.
Bütün bunlar çerçevesinde Mondros Mütarekesi ertesinde İngiltere şunu kavramıştı ki; diğer emperyalistlere oranla daha güçlü durumda olmasına rağmen Türkiye'ye asker çıkararak uzun süre tutabilecek durumda değildi. İngiltere'yi direkt askeri müdahaleden alıkoyan ekonomik olguların yanı sıra, kuşkusuz yüzbinlerin eylemleriyle somutlaşan ve her gün giderek yaygınlaşan savaş aleyhtarlığı olgusunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. İngiliz işçi sınıfı ve halkı her fırsatta İngiltere'nin savaşı durdurmasını istiyordu.
Bütün bunlar savaşın başından beri parçalama, kışkırtma taktiklerinin kullanılmasına neden oldu. İngiltere 5 Kasım 1914'de Osmanlı Devletine savaş ilan etmeden önce 3 Kasım'da Kuweyt'i "İngiltere'nin himayesinde bağımsız bir devlet olarak" tanıdı. 5 Kasım'da Kıbrıs'ı ilhak ettiğini, 18-19 Aralık'ta Mısır üzerinde himaye kurduğunu açıkladı. Daha sonra, 30 Nisan 1915'de Yemen'in kuzeyindeki Sabya topraklarının Şeyhi İdris-i Seyyid'le, 25 Aralık'da da Suudi Şeyhi İbni Suud'la, 3 Kasım 1916'da Katar Şeyhi ile anlaşmalar yaptı. Osmanlı Devleti 23 Kasım 1914'de "Kutsal Savaş" ilan ederek din unsurunu İngiltere'ye karşı kullanmak istediyse de Mezopotamya'nın petrol yönünden önemi nedeniyle Araplarla sürekli ilgilenmiş olan İngiltere, onları ustalıkla Osmanlılara karşı ayaklandırdı.
Ruslar'ın bağlantılarını kesmek amacıyla Çanakkale'ye çıkarma yapmayı amaçlayan İngilizler, Yunanistan'a baskı yapıyordu. Yunanistan'ın tedirginliğini kırmak için 11 Ocak 1915'te bu ülkeye İzmir Bölgesiyle Kıbrıs ve Ege Adaları vaat edildi. Sovyet Devrimi'nden sonra ise Batı kapitalizmi ve İngiltere açısından durum oldukça endişe verici bir grafik çizmeye başladı. Bir yandan Boğazların denetimini kaptırmak istemeyen İngiltere, diğer yandan ne diğer emperyalistlerin ne Sovyetlerin tepkisini toplamak istemiyordu. Çünkü yeni bir savaş için ekonomik, sosyal ve askeri açıdan elverişli koşullara sahip değildi. O halde Boğazları dolaylı bir biçimde denetlemeye çalışmalıydı.
Ayrıca, Ekim Devrimi'nden Rusya'ya yapılan müdahalenin yanlışlığı konusunda dersini alan İngiliz Emperyalizmi, Türkleri dize getirmek için İngiliz askerlerini Türkiye'ye yollamayı bu yönden de istemiyordu. Ve çözüm olarak "Büyük Yunanistan" ideali peşinde koşan Venizelos kullanılacaktı. İşte günümüzde yeni-sömürgeciliğin "bölgesel savaş" kışkırtıcılığı ve dolaylı işgal taktiklerinin ilk olguları, I. Paylaşım Savaşı'nın bu çelişme, çatışma ve "çözüm"lerinde yatar...
Anadolu topraklarındaki açık işgalle, Anadolu Direniş Hareketi'nin de nesnel koşulları doğmuştu.

B) ANADOLU DİRENİŞ HAREKETİ'NİN VE "KEMALİZM"İN TANIMI
Anadolu Direniş Hareketi'nin ve Kemalizm'in çözümlemesine geçmeden önce bu konudaki genel saptama noktalarını koyalım:
"1. 1919 Anadolu Hareketi asker-sivil aydınlardan oluşan politik askeri kadrolar önderliğinde, burjuva program çerçevesinde, burjuvazi-feodalite temeli üzerinde yükselmiş ve zafere erişmiştir. Bir başka anlatımla, burjuva ideolojisi önderliğinde kapitalist karakterde bir harekettir.
2. Anadolu Hareketi, emperyalist açık işgale karşı siyasal bağımsızlığı hedefleyerek, anti-emperyalist içerik taşımakla birlikte, sınıf karakterinin kaçınılmaz sonucu olarak emperyalizme karşı kararlı ve radikal tavır takınamayarak emperyalist ekonomik etkinliklere karşı tavır alamamış, imtiyaz ve teşvikleri sürdürmüştür. Tek parti yönetimi süresince emperyalizm ile ekonomik ve siyasal ilişkiler, özellikle 1930'lu yıllarda giderek yoğunlaşmış, 2. Paylaşım Savaşı sonucunda Anadolu Harekatı'na önderlik yapan aynı kadroların önderliğinde Türkiye, emperyalizmin boyunduruğuna tamamen sokulmuştur.
3. Üst yapıda feodal kurumlara ve ideolojiye tavır alınmakla birlikte alt yapıda feodal etkinliklere tavır alınmamıştır.
4. Kurulan T.C Devleti burjuva karakterde, inisiyatif burjuvazide olmak üzere burjuvazi feodalite ittifakının siyasal mekanizmasıdır.
5. "Kemalizm", feodal siyasi mekanizmayı yıkması, feodal ideolojiye karşı tavır takınması ve göreceli olarak kapitalizmi geliştirici yönleriyle "ilerici" özellikler gösterirken, "Güneş Dil Teorisi", "Türk Tarih Tezi" ve Kürt ulusu üzerinde jenoside kadar uzanan asimilasyon politikası ile şovenist ve gerici özelliklere sahiptir.
6. "Kemalizm" bir ideoloji değildir. Yerli burjuvazi bir dönem, özellikle 1930'lu yıllarda "Kemalizm'i bir ideoloji olarak geliştirmeye çalıştırmış olmakla birlikte, Kemalizm'in ulaştığı tarihsel evre ve bu anlamda yerli burjuvazinin gelişim dinamiği buna olanak tanımaktan uzak kalmıştır. "Kemalizm" kendi içinde oturmuş bir sistematiğe sahip olmayan, herkesin istediği şekilde yorumladığı ve sistemin tıkandığı noktalarda esasta yerli oligarşinin egemenliğini meşrulaştırmak için ve kitleleri bir ideoloji etrafında toparlamak amacıyla zorla bir ideoloji gibi sunulmaya çalışılmaktadır.
7. "Kemalizm"in Türkiye solu içinde rağbet görmesi, 60 darbesinden sonra, bu darbenin getirdiği "nisbi demokratik ortamın" sınıfsal bir analizden geçirilmeyip yanlış değerlendirilmesinin sonucudur. Ve "Kemalizm'in "ilerici" yönleri aşırı abartılmış ve hatta çeşitli çevrelerce "sosyalist" bile ilan edilmiştir.
8. Yukarıda sıraladığımız niteliklerinden dolayı "Kemalizm" anti-oligarşik, anti-emperyalist devrimde dolaysız ittifaklar içinde değerlendirilemez. (MLSPB III. Olağanüstü Konferans Kararlarından)

C- ANADOLU HAREKETİ SÜRECİNDE SINIFSAL DURUM
Paylaşım savaşı sonrası, İmparatorluğun emperyalistlerin açık işgaliyle karşı karşıya kaldığı evrede ülkemizde, nicel ve nitel olarak güçlü, içinde bulunduğu üretim ilişkileri temelinde yapısallaşmış, karakterini bulmuş bir işçi sınıfından söz edebilmek olası değildir.
Bu konuda rakamlara başvurduğumuzda, 1923 yılında 33.058 işletmede ancak 76.216 işçinin çalıştığını görüyoruz. Durumun bir başka ifadesi, işletme başına ancak 2-3 kişinin düşmesi demektir ki, sınıfın konumlanışına ilişkin olarak çok şey anlatmaya yeterlidir. Bu işyerlerinde, genel olarak el sanatlarından öte bir işlev söz konusu değildir. Bütün bu veriler ışığında, işçilerin örgütlenmesinin gündeme gelmesi henüz ufukta görünmüyordu. Söz konusu işletmeler, emperyalizmin işgali altındaki İstanbul, İzmir gibi illerde yoğunlaşmıştı. Bu durum ise işçileri fiili olarak mücadelenin içinde olmamalarına rağmen köylülüğe oranla daha politik ve işgale karşı duyarlı kılıyordu. Henüz yeterli bir tavra dönüşmese de emperyalizme karşı mücadele gerekliliğinin fikir olarak belirginleştiği söylenebilir.
Bu dönemde beliren sol oluşumlar, dünyadaki iki hareketten etkilenmişlerdi. Birincisi ve elbette en önemlisi Rus Bolşevik Hareketi; ikincisi ise, Alman Spartakisleridir. Bu hareketlerin etkileriyle 1919 yılında "Osmanlı Mesai (Emek) Fırkası" kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun son Meclis-i Mebusan seçimlerine katılan bu parti, İstanbul'dan bir de milletvekili çıkarmıştır. Emperyalizmin işgali altındaki bölgelerde, özellikle İstanbul'da gösteriler düzenlemiş, grevler yapmıştır. 1919-23 yılları arasında İstanbul işçileri kurtuluş mücadelesini her yönden desteklerken, Tünel, Şirket'i Hayriye, Haliç-i Seyrü Sefain, Şimendifer, Havagazı gibi emperyalistlerin denetimindeki belli başlı işletmelerdeki grevlerde, ücret artırımının yanı sıra, 8 saatlik işgünü, gece çalışmalarında çift ücret, sağlık hizmetleri, kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi ve parasız eğitim sağlanması gibi taleplerde de bulunmuşlardır.
Ne var ki, bunların hiçbiri işçi sınıfının kurtuluş savaşına önderlik edebilecek durumda olmasının verileri değildi. Genel olarak İstanbul emekçileri çerçevesinde kalan bu işçi hareketleri, Anadolu Hareketine düşünce ve eylem planında önemli bir faktör sunamadı.
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve yıllardır en acımasız sömürü koşullarının cenderesi içinde olan köylüler ise, Balkan Savaşı'ndan beri ardı ardına girilen savaşların -asker deposu olarak- tam anlamıyla içindeydiler. Bu savaşların sürekli insan malzemesi olan Anadolu köylüsü, savaşların kendi yaşamlarına yönelik en ufak bir düzelme ışığı vermediğini, tam tersine açlık, sefalet, sömürü ve salgın hastalık getirdiğini görmüşler ve savaşa karşı soyut bir tepki içine girmişlerdi.
Aynı nedenle, daha birinci paylaşım savaşının son dönemlerinde bile köy kökenli askerlerin 'asker kaçaklığı' yaygın bir olgu durumuna gelmişti. Bu şekilde yasa dışı konuma düşen söz konusu insanlar, yaşamlarını sürdürme yolunu 'eşkıyalık'ta buluyorlardı. Asker kaçağı eşkıyalar genellikle Müslüman, gayri-müslüm ayrımı yapmadan, bulundukları bölgelerde gerçekleştirdikleri soygunlarla Anadolu'da gözardı edilmeyecek bir gerçeklik haline gelmişlerdi. Ne var ki bu insanların eylemlerinin kurulu düzene yönelik bir içeriği olmadığı için (varlıklılar üzerinde yoğunlaşan baskıları, zenginden alıp fakire dağıtma tavırları olsa dahi) çoğu kez bulundukları yerlerdeki aşiretlerin denetimine giriyor ve onların vurucu gücü haline geliyorlardı. Daha sonra ise bu eşkıya köylüler, Kuvay-i Milliye içinde ve onun örgütlenmesinde rol oynayacaklar, savaşın önemli gücünü oluşturacaklardır.
Osmanlı ülkesinde, toplum yapısının özelliklerinden dolayı "ceberut devlet", "yıkılmaz devlet" psikolojisinin en köklü olduğu kesim olan köylüler, bulundukları koşullar ne denli olumsuz olursa olsun, bu koşulların kaynağının devlet olduğunu en azından yerel otoriteler düzeyinde görseler de, ona karşı durulabileceği yolunda bir düşünce somutluğuna varamıyor, dolayısıyla bu temelde bir tavır içine de giremiyorlardı.
Yine aynı yapısal özelliklerin bir sonucu olarak klasik feodal toplumlara özgü köylü isyanları yaşamamış olan Osmanlı Köylüsü, politik bir pasiflik içindeydi. Birinci Paylaşım Savaşı yıllarında gündeme gelen yeni güçlüklerle ve baskılarla sıkıntısı ağırlaşan köylülüğün, aynı dönemlerde bazı tavır alışlarına uygun koşullar yaratabilecek otorite boşluğu da söz konusu olmadığından dolayı -politik pasifliğinin kırılabilmesinin çıkış yolu yine oluşmamıştır. Ayrıca eşrafa ekonomik, politik planda büyük ölçüde bağımlı oluşu da bu durumu pekiştiren önemli bir faktördür.
Emperyalizmin ülkemizdeki doğrudan ya da dolaylı organları, hem Hıristiyan hem de Müslüman Osmanlı yurttaşlarınca oluşturuluyordu. Ve gerek uluslar arası pazara yönelik büyük tarım işletmelerinin mülk sahipleri, gerekse hem devlet hem de Osmanlı Bankası ya da Düyun-u Umumiye gibi emperyalizm tarafından yaratılan kurumların görevlileri olarak köylülerle doğrudan ilişkide somutlaşıyordu. Sonuç olarak, tarımda dolaysız emperyalist denetim olgusu, sömürge koşullarının geleneksel köylü isyanlarının önüne dikiliyordu.
Büyük politik pasiflik içinde bulunan köylülüğün, ülke koşulları ve bu koşullardaki sınıfsal konumlanışından ötürü, başlangıçta Ermeni sorununda, Yunan işgalinin olduğu bölgelerde savaşa girmeleri de eşrafın yönlendirme ve denetiminde gündeme gelmiştir. Meclisin açılmasından sonra ise köylülük, çeşitli yasalarla savaşa koyulmaya çalışılmıştır.
Köylülüğün savaşa katılımını sağlamak için çıkarılan yasalardan biri 'Baltalık Kanunu'dur. Bu kanun, yeni meclisin hemen hemen ilk yasalarından biridir. Her orman köylüsüne iki hektar ormanın mülk olarak verilmesini kayıt altına alır. Orman köylüsünün savaşa katılımını sağlamak için çıkarılan bu yasanın uygulanması, Anadolu Harekatı'nın bitimi ve Lozan Barış Antlaşması sonrası durdurulmuş, 1924 yılından itibaren ise ormanlar yerli ve yabancı sermayeye devredilmiştir. Ancak, özel sermayenin ormanları telef etmesi sürecinden sonra 1937 yılında da ormanlar devlete devredilir.
Yine aynı yıl çıkarılan bir yasayla da, köylüler 50 hektar büyüklüğünde alanları 'mükellefiyet'le ağaçlandırmaya zorunlu kılınmıştır. Köylüyü savaşa sokmak için bir yandan orman verilirken, diğer yandan İstiklal Mahkemeleri uygulamaları ve Zorunlu Askerlik Yasaları gündeme getirilmiştir.
Son çözümlemede, köylü kitlelerinin örgütsüzlüğünde somutlaşan ve Osmanlı İmparatorluk düzeneğinin özelliklerince yüzyıllar boyu gerçek atalet çemberinde biçimlendirilen Anadolu Köylüsünün, elbetteki savaşa sınıfsal durumuna uygun isyanlar temelinde katılması veya savaşın önderlik yükünü paylaşması söz konusu olamazdı. Sömürülen sınıflarla anti-emperyalist mücadele arasındaki nesnel ve evrensel bağa rağmen, o koşullarda işçi ve köylülerin konumları böyle bir mücadeleye önderlik etmelerine elverişli değildi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi feodal yapısının daha önce incelediğimiz evrelerinde şekillenen özelliklerinden dolayı, ülkede emperyalist sömürüye ve emperyalizmin açık işgaline karşı tavır alabilecek bir ulusal burjuvazi de gelişmemişti. Emperyalistler, ülke üzerindeki sömürülerini, Rum, Ermeni, Levanten denilen azınlıklar tarafından yürütüyorlardı. Özellikle ticaret alanında belli bir sermaye birikimi sağlayan bu emperyalist burjuvazi, açık işgali bütün gücüyle destekliyordu.
Türk-müslüman burjuvazisi ise son derece cılızdı. Alman Emperyalizmi'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun 'bütünlüğünden' ve yerli burjuvazinin aracılık etmesinden yana tavrı, son dört yılda İttihat ve Terakki'nin ulusal burjuva yaratma girişimleriyle çakışınca, savaşın özgün ortamı belli ölçülerde de olsa belirlenmişti.
Sonuçta, özellikle spekülatif kazançlı bir Müslüman-Türk burjuvazisinin İstanbul'da yoğunlaştığı görülüyor. 1922 yılında İstanbul'da dış ticaret işletmelerinin %4'ü, taşımacı firmaların %25'i bu kesimin elindeydi. Kuşkusuz bu Müslüman-Türk burjuva kesiminin emperyalist sömürüye ve onun işgaline tavır almasını beklemek gerekmiyordu. Nitekim açık işgalin kapıyı çaldığı koşullarda İngiliz yanlısı "Hürriyet ve İtilaf Partisi"ne girerek, emperyalizmle uzlaşmakta gereken gayreti gösterdiler. İttihat ve Terakki'nin 4 yıllık politikasından memnun olmayan ve çelişki içinde olan Anadolu'da, 'eşraf' diye adlandırılan kesim içinde yer alan Anadolu ticaret burjuvazisi ile çelişkiler sürdü ve bunlar Anadolu Harekatı'nı desteklemeyerek dışında kaldılar. Bu kesim, Anadolu Hareketinin başarıya ulaşacağını anladığı andan sonra ise, İstanbul'da hızla harekete geçerek yarı-müslüm komprador burjuvazinin konumunu devralmak için örgütlenmeye başlamıştır.
Türk ticaret burjuvazisi, 1922 yılında Milli Türk Ticaret Birliği'ni kurarak emperyalist sömürüde aracı olma isteğini duyurur. Bu birliğin kuruluş amacı, kuruculardan Ahmet Hamdi Başar'ın açıklamasına göre, Batı sermayesinin işbirlikçisi gayrı-müslümlerin tasfiyelerinden doğacak " ticari boşluğu hızla Türk ticaretinin doldurmasını sağlamak... Bunun için Avrupa ve Amerika'nın büyük ticaret kurumları ile doğrudan ilişkiler kurulmasına (çalışmak); onlara Türk olmayan temsilciler yerine Türk işadamları önermek" idi.
İstanbul ticaret burjuvazisinin bu politikaları, Anadolu Hareketini yöneten kadroların politikasıyla çatışmıyordu. Tersine tam bir uyum içindeydi. Dolayısıyla savaşın dışında kalmış olan İstanbul burjuvazisinin Anadolu Hükümeti ile anlaşması zor olmamıştır. Ankara Hükümeti ile anlaştıktan ve onların onayını aldıktan sonra İstanbul Ticaret Odası'nı ele geçirmeye yöneldiler. Diğer taraftan da Anadolu Hareketi'nin önderleriyle ilişkilerini geliştirmek ve böylelikle konumlarını güçlendirmek uğraşı içine girdiler. 1923 Ocak ayında İstanbul'da bir Dış Ticaret Kongresi hazırlığı başlatmışlarsa da Ankara Hükümeti bu kongreyi gerçekleştirmemelerini isteyerek İzmir'de geniş çaplı bir İktisat kongresi toplanacağını belirtir. 17 Şubat 1923'de toplanan İzmir İktisat Kongresi'nin hazırlıklı, etkili grubu elbetteki İstanbul Ticaret Burjuvazisidir. Böylelikle Anadolu Hareketi'nin dışında kalan bu kesim, zaman geçirmeksizin toprak ağaları ve Anadolu burjuvazisi ile gereken anlaşma ve uzlaşmaları gündeme sokarak, yeni devletin sınıfsal temelini oluşturur.
Eşrafın durumuna gelince;farklı sosyo-ekonomik koşulların özelliklerini taşıyan bir kategoridir. Ama egemenlik, toprağa bağlı yapısını sürdürdükçe, toprağa bağlı aşiret beyleri, yarı-feodal ağalar ya da kapitalist tarım üretiminde büyük mülk sahipleri en önemli unsurlar olmayı sürdürür. Bunlara, tarım alanındaki üretimle, Osmanlı ya da hıristiyan burjuvazisi arasındaki aracıları, Anadolu burjuvazisini de eklemek gerekir. Bu kesim, küçük oranda ticari ve mali sermayeye, fakat herşeyden önce büyük tarım makinelerinin toprağa dayalı sermayesine dayandığından, henüz ilkel bir nitelik göstermekteydi.
Ayrıca, tefeci tüccar ve özellikle Ege'de kapitalist çiftliklere dayanan oluşum halindeki burjuva sınıfı, emperyalizmle ve onun ülkedeki uzantısı olan komprador bürokrasiyle çelişki içindeydi. Emperyalizmin esas işbirlikçileri, Rum, Ermeni, Levanten kesim olduğu için Anadolu burjuvazisi sömürüden yeterince pay alamıyordu. Bürokrasinin ise merkeziyetçiliğinden ve aşırı müdahaleciliğinden yakınmakta idiler.
Öte yandan son 4 yıllık dönemde İttihat Terakki'nin yaratma ve geliştirme politikasıyla İstanbul ticaret kesimini desteklemesi, bu kesimin İttihat Terakki'ye tavır almasını getirmişti. Çelişkilerin kaynağı, emperyalist sömürüde aracılık rolünü üstlenmek arzularıydı. Ve elbette bu kesimden de burjuva demokratik devrim için bir tavır beklemek söz konusu değildi.
Bir bütün olarak feodal niteliklerin ağırlığını taşıyan eşrafın dolaysız biçimde emperyalist işgale karşı duruşundan söz edemeyiz. İşbirliği arzusundaki Türk-Müslüman eşraf için emperyalist devletlerin doğrudan varlığı, yalnızca onun işlerini kolaylaştıracak bir durumdu. Feodalizmin özelliklerinin ağır bastığı bir ülkede en verimli sömürü, emperyalizme bağımlı, toprağa ve ticarete dayalı burjuvazi aracılığıyla gerçekleştirilir. Çünkü yabancı sermaye doğrudan doğruya sınırlı olarak toprak sahibiyle işbirliği yapma olanağı bulur, yaygın olarak mülk sahibi köylüler topluluğunun olması durumunda da yerli tüccar kesimini tercih etmek zorunda kalır. Eşraf açısından bu biçimde bir yapının oluşturulması temel arzu olduğu için, İngiliz ve Fransız işgaline karşı tavır almamıştır.
Ne var ki, emperyalizmin açık işgalde Yunan ve Ermeni unsurunu kullanması, eşrafın sınıfsal çıkarlarını tehlikeye sokar. Emperyalist sömürüde azınlıkların aracı olarak kullanılması, eşrafın ticari rantını azalttığı gibi, toprak mülkiyetini de önemli ölçüde tehlikeye sokuyordu. Emperyalist sistem içinde hammadde ihracatçısı görevini üstlenecek sömürge bir Türkiye'de, o güne kadar ticari faaliyete ağırlık verip kentlerde kökleşen azınlıkların, doğal olarak temel üretim aracı olan toprağa yönelmeleri, bir kolonileşmeyi beraberinde getirecekti. Bu durum, kırsal alandaki feodal yapıyı sarsacak, büyük toprak sahiplerini topraklarından edecekti.
İşte bu tür bir sömürgecilik, eşrafın ve küçük toprak sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını tehdit edince, son derece uzun bir döneme yayılan sınıf üstünlükleri karşısında Rum, Ermeni faktörlerini görünce emperyalist açık işgale tavır aldılar. Bu noktada, Anadolu Hareketinde ezilen sınıf ve katmanlar değil ama, sömürüden pay alan kesimler, durumlarının sarsılması endişesi içinde bir anlamda sınıfsal tavır almışlardır, demek yanlış olmaz. Eşraf, emperyalistlere karşı olmadığını, Yunan işgaline karşı çıktığını, 19 Ağustos 1919 günü Alaşehir Kongresi'nin tüm delegelerinin imzasıyla İngiliz Generali Milne'ye çekilen şu telgrafla da göstermektedir. "İtilaf kuvvetlerine karşı çıkma fikri kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir. Yunanlıların işgal ettikleri yerlerden çekilmesini istiyoruz."
Emperyalist açık işgal karşısındaki asker ve bürokratların tavrını iki ayrı kategoride ele alarak incelemek gerekiyor. Bunların bir kısmı sarayla bütünleşerek kayıtsız şartsız teslim olmuş, emperyalizmle her yönden tam bir işbirliğine girmiştir. İkinci kesim ise, tam tersine emperyalizmin açık işgaline açık ve erken tavır alanlardı, fakat bunların da homojen bir yapıları yoktu. Bir bütün olarak sınıfsal-siyasal kimlik ve bilinç faktörleriyle yönlenmediklerinden dolayı, ne iç tutarlılık, ne de kategorik tutarlılık gösteriyorlardı. Bakış açılarının "Amerikan mandacılığı'ndan işgale karşı açık fiili tavır önderliğine kadar uzanan yelpaze içinde gezindiği, bazı görüşlerin de zaman içinde değişen, farklılaşan bir çizgi izlediği görülüyordu.
Ordu ve bürokrasiden gelme bu kadrolar, Anadolu Hareketi'nin önder siyasi ve asker kadroları oldukları gibi, savaş sonrasında da, kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yönetim ve idari organlarını oluşturmuşlardı. Bu kesimin savaştaki konum ve rolünü değerlendirirken, sorunu sınıfsal temellerinde tanımlamak çeşitli karışıklıklara yol açmaktır.
Biraz geriye dönersek, özellikle Tanzimat Dönemi'nden sonra Osmanlı Aydını, Batı kültürü ve ideolojisiyle ancak tanışmaya başladı. İmparatorluğun yarı sömürgeleşme sürecine girmesiyle birlikte, subaylara ve mülkiyelilere, batılı eğitmenler tarafından batı kültürü de aktarılmaya başlandı. Tepeden inme bir burjuva ideolojisi olayıyla karşılaşarak, Batı'daki gelişmeleri, reformları, devrimleri öğrenip, bunların soyut ve yüzeysel etkileriyle donanan bu insanlar tarafından, söz konusu çerçeve içinde 'batılılaşma' akımı başlatıldı.
Burjuva devrimlerinin sempatisi içine giren, ancak yukarıda dile getirdiğimiz koşullar ve ülkenin ekonomik, siyasal, toplumsal yapısı temelinde spesifik bir aydın karakteri sunan kesimce gündeme getirilen değişme, Batı ile özdeşleşme savları, Batı'nın gerçekleştirdiği burjuva devlet ve kurumların kendi ülkelerinde de kendileri tarafından yukarıda aşağıya bir eksen izleyerek gerçekleştirilmesi soyutlamasından öte bir anlam taşımıyordu. 'Osmanlıcılık' kapsamında çıkış yapan anlayış, çok uluslu Osmanlı devletinde ulusal hareketlerin gelişmesiyle birlikte Pan-Türkizm, Pan-İslamizm aşamasından geçerek, Anadolu Hareketi sürecine yine gerçek kıstaslarına oturmayan 'Türk Milliyetçiliği' noktasına ulaştı.
Empoze burjuva ideolojisiyle çarpık donanmış bu milliyetçi kesim, ülkenin batılılaşması, yerli Türk-Müslüman burjuvazisinin geliştirilip Müslüman bir devlet olarak emperyalist sistem içinde yer alınması amacındaydı. Sömürü sistematiğindeki yerli Türk-Müslüman burjuvazisinin de desteğiyle iktidarı ele geçiren İttihat Terakki, esasta bu politikayı uygulamaya çalışmıştır. Alman emperyalizminin güdümünde yaşama geçirilen söz konusu politika ile, emperyalistler arası I. Paylaşım Savaşı'nda Alman emperyalizminin yedeğinde yer alınarak ülke savaşa sokulmuştur. Sonuç, bilindiği gibi, ağır bir yenilgi ve ülkenin savaş galibi emperyalistler arasında dilimlenmesidir.
Savaş sonrasında ise, İttihat Terakki iktidarı sürecinde görece gelişme gösteren İstanbul burjuvazisi, İttihat Terakki'den desteğini çekmişti. Savaş suçlusu ilan edilen İttihat Terakki önderleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. Kaçak İttihat Terakki önderlerinin bir kısmı, dışarıda Türklüğü ve İslamiyet'i kurtarma diye ifade ettikleri bir çaba içine girdiler. Diğer bir kısım İttihat Terakki kadrolarının Anadolu'ya geçerek savaşa katılmalarına karşın Anadolu Eşrafı ve halk bu insanları yadsıdı, onlarla ilişkiye geçmek istemedi. Çünkü halk, son on yıldır biteviye süren savaşlardan İttihat Terakki'yi sorumlu tutuyordu. Bunun yanı sıra eşrafın da İttihat Terakki'nin İstanbul burjuvazisini desteklemesinden ve tepeden inme tavırlarından dolayı, bu kesime karşı oluşmuş bir tepkisi vardı. İşte bu nedenlerle, Anadolu Hareketi içinde asker ve siyasi kadro olarak yer alan eski İttihat Terakki'liler, İttihat Terakki ile ilişkilerini gizlemek ya da reddetmek zorunda kalıyorlardı.
Anadolu Hareketi'ni yönlendiren asker-bürokrat kadroların tavırlarının, temelde İttihat Terakki programlarına aykırı içerik taşımadığını belirtmeliyiz. Aradaki en önemli fark, öncekinin 'Türk İslam Dünyası' çapında savlarla yola çıkmasına karşın Anadolu Hareketi önderlerinin konuyu Misak-ı Milli sınırları çerçevesinde ele almalarıdır. Başta 'düşmanın topraklardan kovulması' teması ile yola çıkan kadrolar, sistemli programlar çerçevesinde davranmamış, tutumları sürecin seyrine göre gelişen koşullarla belirlenmiştir. Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türk devleti kurulması ise, emperyalist sömürüye Müslüman-Türk burjuvazisinin aracılık etmesi paralelinde bir çıkış noktasıydı.
Emperyalistleri ve sarayla bütünleşerek işbirliği tavrını öne çıkaran kesimi bir tarafa bırakırsak, asker-bürokrat kadroların açık işgale karşı tutum içine girmelerinin bir nedeni de, orduların yenilgisinin kabul edilebilir bir hale dönüştürülmesidir. Diğer bir neden ise, ülkenin açık işgal altında olmasından dolayı emperyalizmin orduyu tasfiye etmesi, bu kesimin de tasfiyeyle çakıştığı için, içine düştükleri her açıdan tecrit durumudur.. Bütün bunların yanı sıra, kafaları yeni olgularla dolmuştur ve yeni bir ideoloji demenin doğru olmadığı bu birikimler, onları tavra yönelten ciddi etmenler olarak belirmiştir.
I. Paylaşım savaşının en önemli faktörlerinden biri olan Ortadoğu petrol alanları zaten ülkenin elinden çıkmıştı. Bu bölgelerde artık Türk etkinliğinden söz etmek olası değildi. Söz konusu kadrolar, anti emperyalist bilinçten yola çıkan bir anti-emperyalist tavır içinde değildiler. Ulusal sınırları çizilmiş ve görünürde siyasi bağımsızlığı olan, emperyalist sömürü sistemi içinde yerini alan, Müslüman Türk burjuvazisinin başını çektiği bir kapitalist devlet oluşturulması amacındaydılar. Bu amaç ve programlarını, emperyalizmin işgaliyle savaşırken, daha o süreçte emperyalizme dayanarak hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bu noktada sözgelimi, emperyalizmin ülkeyi fiilen parçalama girişiminden vazgeçtiği, sömürü aracısı olarak bu kesimi yedeklemediği ve açık işgalde ikinci devletlerin kullanılmadığı koşullarda asker-bürokrat kadroların tavırlarının da farklı olacağını belirtmek gerekiyor.
Savaşın kesin olarak yenilgiyle biteceğinin anlaşılması üzerine 1918 Ekimi'nde Mustafa Kemal, padişaha mektup yazarak, Tevfik Paşa Hükümeti'nin Meclis-i Mebusan'dan güvenoyu alamayarak düşürülmesi ve kendilerinin içinde yer aldığı bir hükümet kurulması için uğraşmıştır. Bu da olmayınca, aynı amaçlar için bu kez Mustafa Kemal, Padişahla görüşür. Fakat yine olumlu bir yanıt alamayınca gizli bir dernek kurarak hükümeti düşürmeyi dener. Ne var ki, planlarını gerçekleştiremeyince İtalyan ve İngilizlerle ayrı ayrı görüşerek sorunu direkt emperyalizmle çözmeye çalışır.
Bütün bu girişimlerden sonuç alınamayınca, geriye tek seçenek kalıyordu; Anadolu'ya geçerek eşrafın desteğiyle, var olan çeşitli örgütlenmeleri merkezileştirmek, daha kolektif ve güçlü kozlarla emperyalizmin karşısına çıkarak onu açık işgale son vermeye zorlamak...
Fakat yine de emperyalizmle ilişkiler çeşitli biçimlerde sürmektedir. 1921 Kasımı'nda Rafet (Bele) Paşa, İngiliz Generali Harrington'a, İngiltere'nin siyasi desteğine karşılık olarak İngiliz sermayesine kolaylık gösterileceğine ilişkin güvence sunar. 22 Kasım 1920 tarihli bir İngiliz raporunda, Mustafa Kemal'in İngiizler'le anlaşma isteği bildirilir. Savaş durdurulur ve ülkenin bağımsızlığı tanınırsa her Türk valisinin yanına bir İngiliz danışmanı verilmesi gibi İngilizlerin pek çok isteğinin kabul edileceği ileri sürülür ve Bolşeviklerle ilişkinin kesileceği bildirilir. Yapılan kongrede, emperyalizme karşı olmadıklarını, daima işbirliği yapmak yanlısı olduklarını çeşitli şekillerde vurgulaşmışlardır.
Aynı bağlamda, Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul Hükümeti'yle ilişkileri kesilince, emperyalist ülkelere, hareketlerinden ürkmemelerini, endişe duymamalarını belirten güvence içerikli bildiriler yollamışlardır. İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya, Sırbistan, İsveç, Danimarka ve İspanya elçiliklerine gönderilen bildirilerde, İstanbul Hükümeti'nden şikayetçi olduktan sonra şöyle demektedirler. "....gerek milletimizin ve gerekse Avrupa ve Amerika'nın gelecekteki yüksek çıkarlarına uymakta olan bu günkü milli durumumuzun, arayışı bozacak hiçbir fikre dayanmadığını ve genel emniyeti bozacak hiçbir olayın gelişmeyeceğini ve bütün anlamıyla müslihane bir hareket hattı izleneceğini" belirttikten sonra da, Sivas Kongresi'nin, "Cihana adalet vaadeden büyük devletlerin manevi desteğinden ve kefaletinden emin olduğunu" bildirmektedirler.
Ordu ve bürokrasinin üst kademelerinden gelen ve Anadolu Hareketine önderlik eden siyasi ve askeri kadrolar, yukarıda değindiğimiz anlayış ve tavırlarının yanı sıra, devlet yönetme konusunda deneyime sahiptiler. Bu avantajla da ülke çapında yaygınlaşan dağınık örgütlenmeleri merkezi bir odak çevresinde toplayıp kendilerinin siyasi ve askeri kadrolar olarak benimsenmelerini, eşraftan başlamak üzere fazla zorlanmadan sağlayabildiler.

D) SAVAŞ DÖNEMİNDE SİYASAL GELİŞME VE İLİŞKİLER

1) Kongreler ve Meclis
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra İstanbul'da Ege'de, Güney'de ve Doğu'da yerel eşrafın, aydınların, bürokrat ve asker kadroların içinde yer aldığı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Reddi İlhak Cemiyetleri kurulmuştur. Askeri, mülki ve siyasi işlevleri olan ve içinde eşrafın ağırlıkta olduğu bu örgütler, bölgesel özellikler taşımaktadır ve birbirinden bağımsızdır.
Bulundukları bölgelerde, hatta kent ve kasabalar çapında örgütlenmiş olan bu derneklerin başlangıçtaki amaçları, Paris Konferansı'nda, yazışma ve görüşmeleri baskı gücü olarak kullanarak, bölgenin Türk bölgesi olduğunu emperyalist ülkelere kabul ettirmek yoluyla ulusal sınırların çizilmesidir.
Bu kapsamda, bölgesel kongreler toplayarak izleyecekleri yolu ve politikaları tartışmışlardır. 1919 İzmir Konferansı, Balıkesir Kongreleri, Alaşehir Kongresi, Gümülcine Kongresi, Lüleburgaz Kongresi, Erzurum ve Sivas Kongreleri önemli toplantılardır. Bu örgütlenmelerin Anadolu'da olanları, özellikle işgal karşısında, Kuvayi Milliye diye bilinen askeri örgütlenmelere giderler.
Anadolu Hareketi'nin ilkelerinin derli toplu belgelendiği ilk kongre, Erzurum Kongresidir. Erzurum Kongresi'ne; Trabzon, Van, Bitlis, Sivas ve Erzurum delegeleri katılmıştır. Kongreye 18 çiftçi ve tüccar, 5 emekli subay, 4 emekli memur, 5 öğretmen, 4 gazeteci, 5 hukukçu, 2 mühendis, 1 doktor, 6 din adamı, 3 eski mebus, 1 kumandan, 1 eski nazır katılmıştır. İşçi ve köylü ise yoktur. Katılan memur, öğretmen gibi kesimlerin de büyük çoğunluğu eşraf çocuğudur.
Kongreye Mustafa Kemal ve arkadaşlarının katılımını, daha önceden bölgenin eşrafıyla sıkı ilişkileri olan ve onlar adına hareket eden Kazım Karabekir sağlamıştır. Erzurum Kongresi'nin önemli özelliklerinden biri de, savaşa önderlik edecek kadroların birleşmelerinde önemli bir adım oluşudur. 14 gün süren bu kongrede Misak-ı Milli sınırları belirlenmiştir. İstanbul Hükümeti'nin milli iradeye dayanmadığını, Milli Meclis'in hemen toplanması gerektiğini belirleyen Kongre, hükümetin Kürdistan bölgeleri konusunda nasıl davranacağını kestiremediği için de kendince önlemini almıştır: "terk edildiği ve önem verilmediği halde Hilafet ve Osmanlı Saltanatına olan bağlılığımızın korunması ve vatanı Rum ve Ermeni ayakları altında çiğnetmek üzere derhal Doğu Anadolu'da geçici bir irade oluşturulacaktır." Ülkenin çözülüp dağılması halinde ise diğer illerle işbirliği içinde vatanı kurtarmak, bu yapılamazsa Doğu Anadolu'yu tek başına da olsa savunmaya devam etmek kararına varılıyordu. Kongre, örgütlenme amacını ve yönetim biçimini belirleyen bir 'tüzük' hazırlamış ve bir 'heyet-i temsiliye' oluşturmuştur.
Emperyalist devletlerle ilişkiler konusunda ise; Türk milletinin iyi niyeti ifade ediliyor, Misak-ı Milli sınırlarının kabul edilmesi, bu sınırlar içinde bağımsız bir devlet istemi dile getirilecek, bu koşulları kabul eden emperyalistlerin ekonomik, teknik vb. yardımlarının sevinçle karşılanacağı ilan ediliyordu.
Ülkedeki tüm örgütlenmeleri merkezileştirme amacı taşıyan Sivas Kongresi'nde gündemde iki temel konu vardı: Erzurum Kongresi'nde belirlenen ilkeler ve 'Amerikan Mandası'... Bu kongrede, Erzurum Kongresi'nde toparlanan ilkeler, tüm Anadolu'yu ve Trakya'yı da içerecek biçimde genişletilerek kabul edilmiştir. Bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmiş; ayrıca "heyeti temsiliye vatanın heyeti umumiyesini temsil eder" kararına varılmıştır.
Sivas Kongresi'nde tartışılan diğer önemli konu, 'Amerikan Mandası' olmuştur. Kurtuluş savaşına askeri-siyasi önderlik eden kadroların bir çoğu manda savunucusuydu. Bu kadrolar arasında mandaya karşı çıkanlar, Mustafa Kemal ve o süreçte kongreye katılmayan Kazım Karabekir idi. Ayrıca alt rütbedeki subaylar da bu görüşe katılmıyordu. 'Mandacılar', ülkenin ekonomik-politik durumunun kötü olduğunu, tek başına bağımsızlığı elde etmenin mümkün olmadığını, büyük bir devletin korumacılığının gerektiğini ileri sürüyorlardı. Kongre, bu konuyu uzun boylu tartışarak bir sonuca ulaşamayınca Amerika'dan bir kurulun gelip ülkeyi incelemesini isteyen bir telgrafın Amerikan Meclisi'ne çekilmesi kararına varılmış, ne var ki, bu istek Amerika tarafında ciddiye bile alınmamıştır.
Erzurum Kongresi'nde yalnız Rum ve Ermeni işgaline karşı çıkılırken, Sivas Kongresi'nde "her türlü işgal ve müdahaleye", "özellikle Rumluk ve Ermenilik oluşturma amacına" karşı çıkılmaktadır.
Görüldüğü gibi, emperyalizme karşı net ve tutarlı bir tavır alış söz konusu değildir. Bir taraftan Amerika davet edilirken diğer taraftan ' her türlü işgal ve müdahale" reddedilir. Ve kongrelerde esas olarak 'Rumluk ve Ermenilik gayesine' karşı çıkılması, konunun anlamı açısından diğer önemli noktadır.
Sivas Kongresi sonrası Heyet-i Temsiliye, Anadolu'da denetim kurmaya başlamış ve Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin Sivas Kongresi'ni etkisiz kılmak amacıyla aldığı Meclis-i Mebusan seçimlerinin yapılması kararını savsaklaması üzerine, seçimlerin hızla yapılmasına çalışılmıştır. Damat Ferit Hükümeti'nin düşürülmesinden sonra iş başına gelen Ali Rıza Paşa Hükümeti'yle anlaşarak yapılan ve azınlıkların katılmadığı seçimde, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti büyük başarı göstermiştir. Seçimlerden sonra Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusan'ın Anadolu'da toplanmasını istiyor, ancak Heyet-i Temsiliye'nin yüksek komutanlar ve mülki amirlerle yaptığı toplantı sonrası, Meclisin İstanbul'da toplanmasına karar veriliyordu.
Meclis-i Mebusan 17 Şubat 1920'de Misak-ı Milli'yi kabul etmiş ve barışın ancak Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde benimsenen ilkeler çerçevesinde yapılabileceğini duyurmuştur. Bir ay sonra, 16 Mart 1920'de ise İstanbul'un emperyalistlerce resmen işgal edilmesi üzerine Meclis-i Mebusan basılarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ileri gelenleri tutuklanmıştır. Bundan iki gün sonra Meclis-i Mebusan'ın kendini feshettiğini görüyoruz. Heyeti Temsiliye'nin, Meclisin Ankara'da toplanmasını ve yeni seçimlerin yapılmasını ilan etmesiyle, Ankara'da kurulacak Meclis'e, İstanbul'dan gelen milletvekilleriyle birlikte sancaklardan seçilecek beşer milletvekilinin katılması kararlaştırılmıştı. Böylece Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk tüzüğünün 4. maddesi doğrultusunda, ülke yönetimine alternatif olduğunu somutlaştırmış bulunmaktadır.
Sivas Kongresi'nden sonra başlayan ve Meclis-i Mebusan'ın dağılmasıyla devam eden ayaklanmaların bir çoğunun İstanbul Hükümeti'nin kışkırtmasıyla baş göstermesi önemlidir. Yeni Ankara Hükümeti'nin, özellikle işgal alanları dışındaki bölgelerde bu ayaklanmaları bastıramadığı koşullarda otorite kurmasının mümkün olmadığı açıktar. 1920'nin en önemli sorunlarından biri olan ayaklanmalar, 1920 Eylül başına kadar tam olarak bastırılamamış, sorunu çözümlemedeki en önemli güç ise Kuvayi Milliye olmuştur.

2) Anadolu'nun Askeri ve Örgütsel Açıdan Durumu
Savaş başlangıcında temel askeri gücün Kuvayi Milliye olduğu bir gerçektir. Kuvayi Milliye, Rus işgaline ve Ermeni hareketlerine karşı oluşan yöresel askeri örgütlenmelerdir. Homojen ve düzenli bir yapısı olmayan Kuvayi Milliye, ağırlıklı olarak bölge eşrafının desteğiyle, asker-bürokrat kadrolar tarafından oluşturulmuştur. Ve köylüler, gönüllüler, efeler, hapishanelerden çıkarılan mahkumlar katılmışlardır. Köylülük, başlangıçta eşrafın zoruyla seferber edilmesine rağmen, kazanılan başarılara bağlı olarak, hükümete ve düzenli güçlere karşı konulabileceği gerçeği somutlaştıkça gönüllü katılmaya başlamıştır.
Kuvayi Milliye*, gerek iç ayaklanmadaki başarısıyla, gerekse Yunan ordularına karşı cephelerde ve cephe gerisinde kazandığı başarılarla, Anadolu Hareketi'ni dünyaya kanıtlayan güç olmuştur. Fakat düzenli bir örgütlülük olmayışı, heterojen yapısı ve bileşiminin elverişsizliği çerçevesinde, ve yer yer bizzat halka yönelik soygunculuk benzeri olumsuz tavırlar, halkın tedirginlik ve güvensizlik duygusunu kısa sürede atamamasının etkenleri olmuştur.

* "Kuvayi Milliye", sözcük karşılığı olarak "Ulusal Kuvvetler" anlamına gelir

Bu arada dağınık Kuvayi Milliye güçlerini Çerkez Ethem ve kardeşleri bir araya toplayarak 'Kuvayi Seyyare (Gezici Kuvvetler)' adı altında seyyar çete birliğini oluşturmuşlardır. Bu birliğin elde ettiği bir takım başarılar ve aynı dönemde ordunun başarısızlıkları, Kuvayi Seyyare'nin hem ülkede hem de Meclis'te önemli bir prestij elde etmesini doğurmuştur. Düzenli ordu asker toplamakta zorluk çekerken, askerleri maddi olanaksızlıklar içinde çırpınırken, askerleri firar ederken, Ethem'in kuvvetleri daha bakımlı ve disiplinli bir tablo çiziyorlardı ve kaçak Kuvayi Milliye askerlerinin bir kısmının bunlara katıldığı görülüyordu. Bunlar, Anadolu Hareketi'nin önder kadrolarının durumunu tehdit eden faktörlerdi.
Kuvayi Seyyare de başlangıçta eşrafın etkisi ile oluşmuş olduğu halde, çıkarların çatışması sonucu bu ilişki kısa zamanda çelişki haline gelmiştir. Çetelerin bakımı ve gereksinmeleri için eşraftan vergi toplamasının, 'mülkiyetin kutsallığına' saldırı olarak değerlendirilmesinin yanı sıra, Kuvayi Seyyare'nin son derece yüzeysel olarak da olsa Bolşevizm'den esintiler denilebilecek bazı görüntüler sergilemesi, bu çelişkinin belli başlı nedenlerinden biridir.
Bütün bunlar, başlangıçta güçlerinin elvermemesi nedeniyle belirgin olmasa da, Anadolu Hareketi'nin önderlerinin Kuvayi Seyyare'ye karşı bir tutum içine girmesini doğurmuştur. Batı'da Ethem güçlerinin karşısına dikebilecekleri bir askeri varlıkları yoktur. Doğu'da süren Ermeni çatışması nedeniyle oradan da güç aktarımında bulunamamaktadırlar. Kuvayi Seyyare'nin halk içindeki prestijinden ötürü o aşamada bir yok etme hareketine girişmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla, 1920 sonbaharına kadar bu konuda sessiz kalmışlardır. Bir müddet sonra ise bu güçleri dağıtmak amacıyla, varlığı ve yokluğu kuşkulu bir 'Yeşil Ordu' ortaya çıkarılır. Bir taraftan bu Yeşil Ordu aracılığı ile Kuvayi Seyyare denetim altına alınmaya çalışılırken, diğer taraftan onun prestijini sarsmak için anti propaganda uğraşına girerler.
Öte yandan 1920 yılında Ankara'da bir grup Sovyet Devrimi sempatizanı, gizli Türkiye Komünist Fırkası'nı kurar. 3. Enternasyonal'in emperyalizme ve emperyalist işgale karşı tavır alan her türlü hareketi desteklediği bu dönemde, emperyalizmin açık işgali altındaki Türkiye'de, Sovyet Devrimini yüzeysel bir soyutlama ile ele alıp genel çizgilerini aynı şekilde izlemeyi amaçlayan bu örgüt, herhangi bir etkinlik kuramaz ve giderek sağa kayarak burjuvazinin denetimine girer. 1920 sonunda yasallaşarak Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla ortaya çıkar. İlk programından da sapan bu parti, halkla buluşabilmekten bütünüyle uzak düşmüş ve ancak çok sınırlı bir aydın kesimine seslenebilmiştir.
Yurt dışında ise, Osmanlı toplumunda ilk sosyalist özellikler taşıyan örgüt olan Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın saflarında mücadele veren, Rusya'ya sürgüne gönderilen, 1918'de Moskova'da Türk Sosyalistleri I. Kongresi'nin toplanmasına ve Moskova, Kazak, Samara, Saratov, Rezan, Asurahan gibi merkezlerde Türk Komünist Örgütleri'ni kuran ve burada Stalin'in başkanlık yaptığı "Milliyetler Halk Komiserliği"ne bağlı olarak kurulan "Doğu Halklarının Merkez Bürosunun Türk Seksiyonu" başkanı olan, 1918 Aralık ayında Petrograd'daki Uluslar arası Devrimciler Toplantısı'na ve 1919 Mart'ında yine Moskova'da toplanan 3. Enternasyonal'in ilk kongresine Türk delegesi olarak katılan Mustafa Suphi, 1920'de Bakü'de, Türkiye Komünist Partisi'ni İttihatçılardan temizleyip yeniden kurdu.
Bu partinin yapısı dört ana bölümden oluşmaktadır. Örgütlenme: TKP, Bakü'den başka İstanbul, Zonguldak, Trabzon, Rize, Nahcıvan, Kuzey Kafkasya ve Anadolu'nun Karadeniz kıyılarında şubeler açmış ve örgütlenmelere gitmiştir. Propaganda: TKP, kitap, gazete, duvar gazetesi vb.yayınlamış ve ayrıca parti okulunu kurmuştur. Haber alma (istihbarat) konusunda ise TKP, Doğu ülkeleriyle ilişki içinde olup, Türkiye'den 34 İstihbarat Görevlisiyle haber toplamaktaydı. Askeri örgütlenme: I. Paylaşım savaşının Türk savaş esirleri Bakü'de Türk Kızıl Ordu Birliği olarak örgütlendirilir. Bunlar Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesinden sonra Türkiye'ye getirilir, ancak savaşa sokulup sokulmadıkları bilinmemektedir.
TKP 3. Enternasyonal'in politik çizgisine bağlı olarak şekillenmesini oluşturmuştur. Bakü'de 10 Eylül 1920'de Türkiye ve Sovyet ülkelerindeki 15 örgütten gelen 74 delegeyle Birinci ve "Genel Türk Komünistleri Kongresini" örgütleyerek, Mustafa Suphi'nin başkanlığını ve mücadele merkezinin Anadolu'ya alınmasını karar altına alır.
TKP Merkez Komitesi raporunda şöyle denilmektedir: "Devrim başarıya ancak devrim ordusu olan geniş köylü yığınlarını bu devrim savaşına çekmek yoluyla, ancak böyle bir savaşın sonunda ulaşabilir... Köylü komitelerini kurmak, böylece köylülerin politik haklarını doğrudan doğruya savunabilmelerini sağlamak, çiftlik ağalarının, derebeylerinin tarım araçlarına, iş araçlarına, tohum ambarlarına hemen el koymak, bu malları köylü komiteleri eliyle dağıtmak... Anadolu'da yürütülen Milli Kurtuluş Hareketi, emperyalizme karşı bir savaştır. Bu savaşa bütün yeryüzü proleterlerinin dayanışma göstereceklerine inanıyoruz.. Memlekette bu milli hareketin gelişmesi ve derinleşmesi için en elverişli bir zemin hazırlanacaktır." Görüldüğü gibi emperyalist işgal altındaki ülkelerin devrim perspektifleri olan kırların temel savaş alanı olarak benimsenmesi ve halk ordusu gerçeği, tarım devrimi karakteri, yüzeysel de olsa saptanmıştır.
TKP, Türkiye'yi dört bir yandan işgal eden emperyalist kuvvetlere karşı yürütülen silahlı savaşı, emekçilerin, bütün halkın bir ölüm kalım mücadelesi olarak ele alarak, bu savaşı emperyalist sömürgeciliğe karşı topyekün yürütülen bir halk savaşına çevirme kararı vererek, ulusal bir parti olarak politik alana çıktı. Amacı, örgütsel yapısını koruyarak emperyalizmin açık işgaline karşı mücadele eden esasta burjuva karakterli önder kadrolarla yürümek, bu sırada da işçi ve özellikle de köylüler arasında örgütlenmeyi gerçekleştirerek Milli Demokratik Devrime yönelmekti.
Ne var ki, anti-emperyalist mücadeleyi Milli Demokratik Devrim'e dönüştürme olayında temel öneme sahip olan önderlik sorununa yanlış yaklaşımı dolayısıyla, savaşı işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluş mücadelesine dönüştüremediği gibi kendisi burjuva ideolojisinin tavrına yedeklenmek durumunda kalmıştır. Aynı biçimde, kitlelerle gereken bağları kurabilmesinde hem olanak tanınmamış, sürekli bir saldırı odağı olmuş, hem de kitlelerle savaş koşullarında buluşabilecek bir program yaratamamıştır. Esin kaynağı ve eğitim platformu Sovyetler Birliği olmuş, ama TKP bu durumu bir avantaja dönüştürmek yerine kendi potansiyelini ve platformunu görmesine engel olan dezavantaja dönüştürmüştür. Sonuç olarak, sağ pratiğin genel sorunları, sürecin özellikleriyle birleşince, başta önderlik konusundaki zaafı olmak üzere, hiçbir yönden savaşa inisiyatif koyamamıştır.
Partilerin önderlik olgusuna bakışları ve perspektiflerini hayata geçirişleri her zaman önemlidir, fakat buna benzer dönemlerde çok daha fazla önem taşır. Giderek TKP'ye egemen olan bu konudaki sakat bakış açısı, özellikle III. Enternasyonal'in "anti-emperyalist tüm hareketler desteklenmeli" doğru önermesinin ülke koşullarıyla özdeş bir yoruma oturtulmamasından kaynaklanmış ve önderliğin burjuva karakterli kadroların etkinliklerine terk edilmesi pratiğini doğurmuştur. Burada bir noktaya daha işaret ederek "diyalektiğin olgunlaşan sosyal ve siyasal nesnellikleri çerçevesinde, bunların ifadesi olarak teori ve pratikleri gündeme gelir" evrensel mücadele mantığının halkalarını tamamlamak gerekiyor. TKP bu döneme ilişkin hatalı saptamalarının yanı sıra, eğer o süreçte doğru saptamalarını o zaman diliminde yaşama geçirebilmesine elverişli değildi.
Anadolu'ya gelmek konusunda doğru bir karar alan Mustafa Suphi'ler bu girişimlerinde, -sanki ulusal mücadele burjuva önderliğin tekelindeymişçesine- onların bilgisi çerçevesinde gerçekleştirmeleriyle, katledilmelerine katkıda bulundular, olanak tanıdılar. Bir başka önemli yanılgılarını da 'ulusal sorun' konusunda sergilediler ve gerçek bir şovenist tutum içine girdiler. Kürt ulusu üzerindeki baskı ve katliamları, 'feodalizm tasfiye ediliyor", "önderlik gericidir" biçimindeki demagojilerle yorumlamak olağanüstü bir sosyal şovenizmin çizgilerini taşıyordu.
Mustafa Suphi döneminde , sürece rağmen ileri politik kavrayışlara karşın, pratiğin önündeki en kritik sorunlarda yanılmaları, daha o dönemden, Mustafa Suphi'den sonraki 'Aydınlar Kulübü' TKP'nin zeminini hazırlayan koşullara olmuştur. Nitekim giderek örgütün kadrolarının "Kemalist"lerin ideologları haline geldiklerini, 1930'lu yıllarda da kendilerini feshederek uzun yıllar tamamen kimliksizleştiklerini görüyoruz.
Bütün bunlara karşın gelişmeler doğal olarak Anadolu Hareketi'nin önderliğini tedirgin etmekteydi. Durum ara sıra gerçekten korku duymalarını gerektirecek boyutlar da kazanıyordu. Sözgelimi 4 Eylül 1920'de Halk Iştirakiyun liderlerinden Nazım Bey'in, Mustafa Kemal'in desteklediği adaya karşın İçişleri Bakanı seçilmesi olayı, bu nitelikteki gelişmelere bir örnektir. Ve elbette Nazım Bey, Çerkez Ethem de kullanılarak zaman geçirilmeksizin bakanlıktan alınır.
Ankara Hükümeti bu konuda giderek daha ciddi önlemler almak zorunda olduğunu görmektedir. 2 Eylül 1920'de Sovyet Rusya'ya gönderilen heyete yazılan mektupta, Sovyetler Birliği hakkında bilgiler sıralandıktan sonra, ülkemizdeki sol hareketler konusunda da şunlar eklenir: "Öncelikle doğu sınırlarımızdan ve çeşitli bölgelerden örgüte hafiye-ler sızdırmaya çalışan komünist tarikatına direnmek ve ılımlı bir akım olarak hükümetin bilinen idaresinde bulunmak, özellikle ordu içine Bolşevizm'in örgütlü hafiyesinin girmesine engel olmak amacındayız." Bu biçimde, önderliğin sol gelişmeleri bir bütün olarak denetim altına almak yöneliminde olduğu açıkça görülüyor.
Ankara'daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Nazım Bey püskürtüldükten sonra yurt dışındaki TKP'ye yönelik adım atıyor. 15 Haziran 1920'de Mustafa Suphi, Mustafa Kemal'e 'açık örgütlenme yapıp yapamayacaklarını' sormak üzere temsilci gönderdiği halde Mustafa Kemal, bu soruyu yanıtsız bırakır. Fakat iç isyanları esas olarak bastırdıktan sonra, 13 Eylül 1920'de Mustafa Suphi'ye şunları yazar: "Amaç ve ilke yönünden bizimle tamamen birlik olan Türkiye İştirakiyun Teşkilatı ile tamamen işbirliği edebilmek için BMM'ine tam yetkiye sahip bir temsilci göndermenizi rica eder ve bu vesileyle samimi hürmet ve selamlarımı sunarım."
Mustafa Kemal, 13 Eylül'deki bu davetkar ve samimi mektubundan sonra 16 Eylül'de (yani sadece üç gün sonra) Ali Fuat Paşa'ya yazdığı mektupta ise şunları söylemektedir: "Açıklamamdan anlaşılmaktadır ki, kayıtsız şartsız Rus bağımlılığı demek olan dahildeki komünist örgütlenmesi amaç olarak bizim aleyhimizdedir. Gizli komünist örgütünü her ne olursa olsun durdurmak ve uzaklaştırmak zorundayız...", "bir takım kimseler hileli bir tarzda komünizm ve benzeri örgütlere taraftar olduğumu yayıyorlar, fakat yanlıştır. Durum arz ettiğim gibi doğu ile bati ile belirli bir sonuca varmaktır ve bu nedenle Mustafa Suphi yoldaşa yazdığım gibi ve yapılacaksa hükümet aracılığıyla yapmaktır. Doğal olarak komünizm ile bolşevizme açık olarak aleyhtarlığı uygun görmem".
Aynı günlerde bir taraftan ortak hedefler konusundaki birlik üzerine yazılanların, diğer taraftan TKP'ye ülkeye girmesi için davet çıkaran fakat bu hareketin bastırılması ve ülkedeki komünist potansiyelin denetim altına alınmasını önemli bir gereklilik olarak gören düşüncelerin iç mantığını açıklamak için Mustafa Kemal'in mektuplarında ifade ettiklerine fazlaca bir şey eklemek gerekmiyor.
Aynı mantık, 1920 Sonbahar'ında, tehlikeli olmaya başlayan Kuvayi Seyyare için suni olarak Yeşil Ordu kurdururken, şimdi de sol gelişmeleri denetlemek amacıyla resmi komünist partisi kurduruyordu. Celal Bayar, Yunus Nadi gibi komünizm düşmanlarının yönetimini oluşturduğu bu partinin amacı; Bati Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa'ya, resmi Komünist Partisi Genel Sekreteri Hakkı Behiç ve Mustafa Kemal imzalarıyla çekilen şu telgrafta da ifadesini bulmaktadır; "Parti resmen kurulmuş olup faaliyetlerini düzenlediğinden ve eskiden kurulmuş olan gizli Yeşil Ordu dahil partiye dönüştüğünden dolayı, artık Bolşevizm, Kemalizm fikri ve esasları üzerine hiçbir dernek veya heyetin fotoğraf, belge ve yetkinamesi olmaksızın kim olursa olsun bir kişinin faaliyette bulunmasına bırakılmayacaktır. Keyfiyet iç işlerine bildirilmiştir." Aynı biçimde resmi komünist partisinin organı Yeni Gün gazetesinin başyazarı Yunus Nadi de kendi dışlarındaki komünizmi "tahripkar" olarak niteleyerek, hükümet dışında yapılacak her türlü propagandaya karşı mücadele edeceklerini ve Bolşevizmin ancak yukarıdan geleceğini, Türklerin getireceğini söyleyerek resmi komünist partisinin işlevini sergilemektedir.
Ancak resmi Komünist Parti'sinin amacı Rusya'daki TKP tarafından anlaşılmamış, hatta Resmi Komünist Parti'sinin yönetiminin eski ittihatçılardan oluşmasından ötürü, partiyi ittihatçıların kurduğu yanılgısına kapılınmıştır. Gerek bu nedenle, gerekse de Mustafa Suphi'ye , Kazım Karabekir Paşa kanalıyla yapılan ülkeye davetin niteliği anlaşılmadığından, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Türkiye'ye dönerler. Kars'ta coşkuyla karşılanan TKP'liler, 28 Ocak 1921 tarihinde boğdurularak katledilirler. Aynı tarihte Halk İştirakiyun Fırkası üyeleri tutuklanır. Yine aynı günlerde, (23-1-1921) Yeşil ordu dosyası mecliste onaylanır ve İstiklal Mahkemesi'ne verilir.
Bu gelişmelerin yaşandığı tarihsel kesitte, bütün bunların ülkenin siyasal eksenine yerleşmemesi ve önderliğin alternatif tavrını somutlaması için başarılara gereksinimi vardır. Bunun da en belirgin çözümü, sinirli da olsa askeri planda bir gösteridir. Söz konusu gösteri; İnönü Cephesinde, esasta ciddi bir çarpışmanın olmadığı, olan çarpışmada ise bırakalım başarıyı, dağınık bir şekilde geri çekilmenin yaşandığı, Yunanlıların geri çekildiğinin öğrenilmesi üzerine bundan vazgeçildiği 'Birinci İnönü Zaferi' gerçekleştirilir.
Toparlarsak, 1921 sonbaharında iç isyanlar bastırıldıktan ve işgal alanı dışındaki bölgelerde denetim kurulduktan sonra, önderlik, durumunu ve sınıfsal niteliğini zorlayabilecek, sarsacak güçlerle, Kuvayi Seyyare ve komünistlerle hesaplaşmaya girer. Ancak, askeri ve siyasi olarak gücünün yetersizliğinden ötürü, ilk etapta aktif bir tavra yönelmez ve önce dolaylı yollardan, kendi platformu içinde eritme yöntemleriyle bunları etkisizleştirme yolunu tutar. 3 Aralık'ta, Ermenilerle imzalanan anlaşmadan sonra Doğunun birinci dereceden zorlayıcı bir faktör olmaktan çıkması üzerine askeri ve siyasi gücünü daha rahat kullanabilme olanağına kavuşan önderlik, 'sol tehlikenin' üzerinde yoğunlaşmıştır.
Ne var ki, Ankara Hükümetinin katliamları, sindirme hareketleri ve siyasi dolandırıcılıkları ülke solundaki gelişmeleri tümüyle durduramamıştır. 1922 yılında yeniden sahneye çıkan Türkiye Halk İştirakiyun Partisi'nin inisiyatifi ile Mersin'de Adana ve Tarsus proletaryasının temsilcilerinin katıldığı 'Kilikyalı İşçiler Konferansı' toplanır. Konferansın aldığı kararların bir bölümü şu şekildedir: "Batı emperyalizmine karşı mücadelesinde hükümetin iç ve dış politikasını destekleyen, bu mücadelede oğullarını veren Türkiye işçi sınıfı, hükümet emekçilerin çıkarına ters hareket ettiği, iç reformları yavaşlatmaya devam ettiği zaman, kendisine diğer sınıflarla eşit haklar tanınmasında kararlılıkla ısrar eder.."
Öte yandan Ankara Hükümeti, askeri kazanımlarına paralel olarak, emperyalizme şirin görünme çabalarını da hızlandırmıştır. Daha "Büyük Taarruz'dan kısa bir süre önce (15 Ağustos 1921) Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın kongre yapmasına izin verilirken, Yunan işgalinin kırılmasının akabinde, (1922 Eylül) Fırka'nın eylemlerinin yasakladığını açıklar. Bir kaç ay içinde de Anadolu'da 700 kadar sosyalist ve sendika yöneticisi tutuklanır.
Sonuçta, bir bütün olarak sürecin ve ülkenin gerçeklerine ve gereklerine uygun özellikleri olan sistemli bir ideolojik-politik çizgi yaratarak bunu uygulayamamış olan sol hareket, Anadolu Hareketi'ne sınıfsal bir içerik kazandıramamıştır. Bu durum kaçınılmaz olarak burjuva ideolojisinin kuyruğuna takılmayı doğurmuş, ulusal sorundaki şövenist tutumla da mücadelenin merkezileştirilmesi olanağı yitirilmiştir. Özellikle küçük burjuva aydın kadrolarıyla şekillenen sosyalist düşünce; eklektik, sınıfsal kıstaslarına oturmayan, her türlü kaynaşmaya açık etmenlerle, başta öz deneyim ve birikim yoksunluğu olmak üzere, uluslararası hareketten alınan yanlış şablonlarla biçimlenmiştir.
Dolayısıyla, kitlelerle gerekli bağlar oluşturulamamış, Sovyet Devrimi'nin prestijinin yarattığı potansiyel toparlanamamış, Anadolu halkında öteden beri var olan Moskof düşmanlığı ve komünizm antipatisine karşın gelişen, olgu haline gelen sol düşünce, Ekim Devrimi'nin büyük başarısıyla çakışan açık işgal koşullarının ve sonrasının avantajlarını kullanamamıştır.
Yeterince bilinmeyen sol düşünce adına sol arenada boy gösteren çeşitli eğilimlere sahip yari-aydınların tutarsız, bilinçsiz tavırları da ülke sosyalizm sürecini büyük ölçüde zaafa uğratmış, böylelikle, 60'ların sonlarına kadar Türkiye solunda reformizmin, revizyonizmin, cuntacılığın egemen olmasının harcı daha o günlerle atılmıştır.

3) Halk Fırkası
1921 yılı başında, temel hak ve özgürlüklerden söz edilmeyen ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk nüvelerini taşıyan yeni Anayasa'nın ilanı üzerine, saltanatın ve hilafetin kaldırılacağını sezinleyen birçok Müdafaa-i Hukuk, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk'undan ayrılarak "Muhafaza-ı Mukaddesat Cemiyeti"ni oluşturmuştur.
Mustafa Kemal'le saltanat ve hilafet yanlısı kişiler arasındaki yeni düzenin kurumlaştırılmasına yönelik bakış açısı farklılıklarına karşın, Mustafa Kemal'in bunlara da saltanat ve hilafetin kaldırıldığını ilan edinceye kadar açık bir tavır almadığı görülür. Meclis'te 1921'de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun oluşturulmasının akabinde, 1922 ortalarında da saltanat ve hilafet yanlılarının bir ikinci grup oluşturdukları görülür. Kazım Karabekir'in bu grup dolayısıyla duyduğu endişe nedeniyle, Mustafa Kemal, Karabekir'e çektiği telgrafta halkçılık ilkesini savunarak, bir program yapmanın zorunluluğunu, bunun da o koşullarda ancak grup tarafından yapılabileceğini belirtiyordu ve "Türkiye'nin başında Halifiye-i İslam olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır" güvencesini veriyordu.
Söz konusu iki farklı grup, ileride kurulacak olan HF (Halk Fırkası) ve TPCF'nin (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) nüveleridir. İkinci grubun nüveleri, 1923 Nisan başında erken seçim kararından sonra yapılan seçimlerde meclise giremezler. Erken seçim kararının alınmasından bir hafta sonra ise, Mustafa Kemal, meclisteki grubun Halk Fırkası'na dönüşeceğini açıklayan "Dokuz Madde" bildirisini yayımlar.
Mustafa Kemal, ülke işgalden kurtarıldıktan sonra, 7 Aralık 1922 tarihinde Ankara Gazetesi'ne verdiği bir demeçte, barış sağlanınca Halk Fırkası adında bir parti kurulacağını açıklamıştır. Bu kararı açıklamasından sonra ise 15 Ocak 1923'de başlayan ve Mart sonuna kadar süren bir yurt gezisine çıkar. Bu gezide özellikle piyasa ilişkileri gelişmiş, kapitalist üretime daha elverişli ve yatkın olan bölgeleri gezerek, bu bölgelerin varlıklı kesimleriyle, kuracağı parti konusunu görüşür, büyük tüccarlardan, arazi sahiplerinden, kendisini ve kuracağı partiyi desteklemelerini ister, onların çıkarlarını savunacağını bildirir.
Adana bölgesindeki büyük arazi sahiplerince Türk Ocağı'nda onuruna verilen yemekte şunları söylemektedir: "Vicdanı saf ve nazik kalbli... muhterem çiftçiler... millet beni tekrar seçerse bu yeni meclise dahil olurum... görevini emniyetle yapabilmek için bir halk fırkası teşkili emelindeyim. Partinin programını.. bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerleri... düzeltirim." Tarsus'ta da bu arazi sahiplerine güvence vererek şunları söyler: "Şimdiye kadar sizi anlayan, sizin büyük ruhunuzu takdir eden bu arkadaşınızın sizin için, sizin refahınız ve istikbaliniz için..." Büyük toprak sahiplerine ve tüccarlara bu yönde güvenceler verildikten bir süre sonra da partinin programı ilan edilmiş, seçimler yenilenmiş ve 9 Eylül 1923'de HF resmen kurulmuştur.
Yeni bir partinin kurulacağı açıklandıktan sonra adının 'Halk Fırkası' olmasına ilişkin çeşitli tartışmaların gündeme geldiğini görüyoruz. Halk sözcüğünün, toplumun ezilen ve sömürülen yoksul kesimini, işçi ve köylüleri ifade etmesinden ötürü özellikle İstanbul ticaret burjuvazisi konuya endişeyle yaklaşmış ancak Mustafa Kemal, "mesele programdır, isim değişikliğiyle kimseyi kandırmayız" diyerek gerçeğe açıklık getirmiştir.
Halkçılık kavramı, daha önceki süreçlere dayanmaktadır. 1920 sonbaharında benimsenen halkçılığının temel amacı, bolşevizmin sempatisini törpülemek, o sırada mecliste bulunan halk zümresini denetim altına almak ve hala görece Sovyetlerin etkisi altında bulunan bazı İttihat Terakkicilerin radikal program ve düşüncelerini kendi bünyelerinde eritmektir. Nitekim 16 Eylül 1920 tarihinde, Ali Fuat Paşa'ya yazdığı mektubunda Mustafa Kemal şunları söylüyor: "Mecliste yeni olarak meydana çıkan Halk Zümresi bizim tanıdığımız arkadaşlardı. Bunlar memlekette bir sosyal devrimin-kısmen olsun- gereğine inananlardır. Bu girişimin nedenini anlayamamışlardır. Hükümetten ayrı bir zümre oluşturmaktan vazgeçirmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı adı altında hükümetçe bir program kabul ettik. Halk zümresi kendiliğinden dağılmış gibidir."
Görüldüğü üzere, soldaki güçleri ve oluşumları etkisizleştirmek amacıyla gündeme getirilen bu yaklaşım, daha sonraki süreçlerde de 'sınıfsız toplum', 'kaynaşmış bir ulus', 'tüm ulusun partisi' türünden demagojilerle sınıf mücadelesinin gelişiminin önüne geçilmek üzere sürekli taşınan bir öğe haline gelecektir.
Halk Fırkası'nın oluşturulma sürecindeki gelişmeler, Fırka'nın niteliği ve programının dayandığı güçlerin ifade ettiği anlam, programının kapsamı; TC Devlet olgusunun ve yürütmenin temel özelliklerinin anlaşılması açısından büyük önem taşır. Bu nedenle sözkonusu ünlü '9 madde'yi buraya olduğu gibi almadan önce özellikle vurgulayalım ki, bu ilkeler İzmir İktisat Kongresi'nin sonuçları uyarınca biçimlendirilmiştir.
"1- Ulusal egemenliğe bağlılık ve yönetimle ilgili şu yeni yasalar çıkarılacaktır: Bakanlar Kurulu'nun görev ve sorumlulukları. (1921 Anayasası gereği) Şuralar-Genel Müfettişlikler-Bucaklar.
2- Saltanatın kaldırılması kararının değişmezliği, TBMM'ne dayanan halifeliğin İslamlar arası yüksek bir makam olduğu.
3- İç güvenlik ve asayişin sağlanması.
4- Mahkemelerin hızlı işlemesi yeni yasalar yapılması.
5- Alınacak ekonomik ve toplumsal önlemler:
(1) Aşarın sakıncalarının düzeltilmesi
(2) Tütün, tarım ve ticaretin desteklenmesi
(3) Tarım, endüstri ve ticaretin desteklenmesi
(4) Ziraat Bankası'nın sermayesinin artırılması
(5) Tarım makineleri
(6) Endüstrinin teşviki
(7) Demiryolları yapımı
(8) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve bütün okulların geliştirilmesi
(9) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşma
(10) Orman, madencilik ve hayvancılık
6- Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, okur-yazarlığa göre daha azaltılması, orduda görevli kişilerin gelirlerinin sağlanması.
7- Yedek subaylara, malül gazilere, emeklilere, dul ve yetimlere yardım.
8- Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan, kamu görevlilerinden yararlanılması.
9- Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının sağlanması ve kişisel girişimlerin kollanması."
Bildiri, doğrudan doğruya ticaret ve sanayi burjuvazisinin istemlerinin bir özetidir. Emekçilerin hiçbir gereksinimini ve istemini içermediği görülmektedir. Bu biçimde, Halk Fırkası'nın; burjuva ideolojisi temelinde, dönemin ekonomik-siyasal ve toplumsal koşulları üzerinde, 'kendi kavlince' yükselmeye çalışan, kendi normlarına sahip olmayan komprador burjuvazi, büyük toprak sahipleri ittifakının siyasal örgütlenmesi olduğu somutlaşmış bulunmaktadır.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Halk Fırkası'na dönüştürülerek yasama, yürütme, yargı çerçevesinde ülkeye kendi ilkelerini koyan bu kesime yönelik olarak ülkenin verdiği herhangi bir tepki olmamış mıdır?
Ne yazık ki, hayır. Ama komprador burjuvazi ve büyük toprak sahipleri, öteden beri başka hiçbir konuda göstermedikleri bir bilinci billurlaştırmayı bilmişlerdir: Kendileri dışında bütün eğilim ve çizgileri safdışı bırakmak... Görüldüğü gibi başarıya da ulaşılmıştır...

4) Sovyetler Birliği ile İlişkiler:
Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçtiği dönemde K.Karabekir'e çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafıyla, daha o zamandan Rusya ile ilişkilerinden ne beklediğini, açıkça ortaya koymaktadır; "Sorumlu bazı delegelerin kabulü ve gelecekteki durumlarımız, silahlar, mühimmat, teknik araçlar, para ve ihtiyaç olduğunda insan vermek gibi işler üzerinde görüşmeler yapılabilir. Bu surette anlaştıktan sonra kendilerini sınırda tutmak ve itilaf kuvvetlerinin memleketi terk etmesi için silah olarak kullanmak... pek münasip olur..." Dönem dönem değişik görünümlere bürünse ve bazı 'solcularımız' için ciddi yanılgılara neden olsa da yakınlaşmaların amacını özellikle bu telgraf net koymaktadır.
Anadolu Hareketi'nin başından beri anti-komünist tavırlarını belirtmiş olan önderleri, Sovyet Rusya'ya, anti-emperyalist tavırlarını (açık işgalin son bulması yolundaki istemlerini) desteklediği ve çıkarlarının gerektirdiği çerçevede ilgi duymuşlardır. Rusya ise o dönem hiçbir çıkar ve karşılık beklemeden Anadolu Hareketi'ne ciddi yardımlarda bulundu. Bu noktada, Türkiye topraklarında gerçekleştirilecek nitelikli bir anti-emperyalist mücadele, genç Sovyet İktidarının emperyalistler tarafından kuşatılmışlığını da parçalayacak, belli ölçülerde etkisizleştirecekti.
Sovyetlerin ulusal mücadelenin demokratik bir halk devrimine dönüştürüleceğine, iktidarın sosyalistlerce kucaklanabileceğine ilişkin bir beklentisi olmamasına karşın, 3. Enternasyonal'in bağımlı ülkelere ilişkin "emperyalizme darbe vuran her ulusal hareket desteklenir" temel görüşü kapsamında Anadolu Hareketine destek verilmiştir. Emperyalizmin açık işgaline karşı mücadeleyi öngören önderlik, Sovyet Rusya ile ilişkilerinde tümüyle faydacı bir yaklaşım geliştirdiği gibi, bu ilişkileri aynı zamanda emperyalizme karşı bir koz, bir denge materyali, tehdit aracı olarak kullanmıştır.
Sovyetler Birliği açısından ise, Türkiye'nin anti-emperyalist bir çizgide tutulması önemliydi. Boğazların, emperyalistlerin denetimi altında tutulması, Rusya'daki iç savaş ve Vrangel'in bu yolla desteklenmesi, Karadeniz'in denetimi Sovyet limanlarının işgalinin yanı sıra Sovyet Rusya'ya düşman olan Kafkas hükümetlerinin (Taşnak Ermenistan'ı ve Gürcistan ) desteklenmesi ve buralardaki petrol bölgelerinin tutulması, Sovyetlerin önemli rahatsızlıklarındandı. Kafkasya'nın ve Karadeniz'in emperyalistlerin denetiminden kurtarılması, Sovyetler'in Türkiye'ye yardımının da önünde engel oluşturuyordu. Bütün bunlardan ötürü öncelikle Kafkasya'nın işgalinin kırılması gerekiyordu.
Biraz geriye gidip, o süreçteki gelişmelerin bazı yönlerini daha iyi kavramak amacıyla, Bolşeviklerin Çarlığa karşı kazandıkları zafer günlerine dönerek Türk-Sovyet ilişkilerini irdelemek gerekiyor. Çünkü Sovyet Rusya'nın hangi nedenlerle Anadolu Hareketi'ni desteklediğinin ve yardım ettiğinin, Türk-Rus ilişkilerinin dönüm noktasını oluşturan bu ilişkilerin Türkiye egemen sınıf ve katmanlarınca nasıl çarpıtıldığının ve kullanıldığının bazı kesimlerce de niçin anlaşılmadığının görülmesi önemlidir.
1917 Ekim Devrim ile Çarlığı yıkarak iktidara gelen Bolşevikler, bir yandan sosyalizmin yapılanmasına çalışırken, diğer yandan da Çarlık Rusya'sının Türkiye ve diğer ülkeler üzerindeki paylaşım planlarını dünya kamuoyuna açıklayarak, bu planların yırtıldığını ve artık geçerliliğinin kalmadığını, tüm ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceğini ilan ediyorlardı. Bu kapsamda Çarlık Rusya'sı zamanında işgal edilmiş olan topraklardan da zaman geçirmeden çekileceğini bildirmiş oluyordu. Nitekim 3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk anlaşmasının 4. maddesi gereğince Rusya, "Doğu illerini boşaltarak Ardahan, Kars ve Batum bölgelerinden birliklerini çekiyor, bu bölgelerin yeniden örgütlenmesini başta Türkiye olmak üzere komşu devletlere ve bu bölgede yaşayanlara bırakıyordu.
Kendisine ait olmayan topraklardan hiçbir koşul öne sürmeden ayrılan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun emperyalistler tarafından paylaşılmasına karşı çıkan Sovyet Rusya, Dışişleri Bakanı Çiçerin aracılığıyla da 13 Eylül 1919 günü Türkiye işçi ve köylülerine bir çağrı yayınlayarak, emperyalist işgale karşı Sovyet Rusya Hükümeti'nin kendilerini destekleyeceğini ilan ediyordu. Bununla da yetinmeyen Sovyetler, emperyalistlerin ve kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulmak için uğraşan veya uğraşacak olan Doğu halklarına her türlü maddi ve manevi yardımı yapacağını söylüyordu.
Nitekim Sivas Kongresi'nden (4 Eylül 1919) bir-iki ay sonra Kafkasya Bolşevik Orduları Komutanı Chalva Eliava, Osmanlı İmparatorluğu'nun son durumunu incelemek ve Türk Milli Teşkilatı ile ilişki kurarak emperyalistlerin karşısında Türkiye'nin ulusal haklarını savunacaklarını ve bu uğurda her türlü yardımı yapacaklarını bildirmek için İstanbul'a gönderilmiştir.Fakat emperyalizmle bütünleşme emelleri ile dolu olan Anadolu'daki önderliğin niteliğinden dolayı, Sovyetlerin bu çabalarından sonuç almaları mümkün olmamıştı.
Ancak 16 Mart 1920'de İstanbul'un emperyalistler tarafından işgali ve ardından 11 Mayıs 1920'de Sevr anlaşmasının gündeme gelmesi, önderliğin emperyalizmle bütünleşme rüyalarını boşa çıkarıyordu. Böylelikle emperyalistlerden umduklarını bulamayan 'kurtuluşun önderleri' hemen aynı gün Sovyet Rusya'ya heyet gönderiyorlar ve Moskova'ya giden Türk heyetinin başkanı Bekir Sami, amaçlarını şöyle açıklıyordu: "Sovyetler'le bir dostluk anlaşması yapma olanağını araştırmak ve gereksinimimiz olan para ve her türlü malzeme yardımını sağlamaktı."
Söylenen sözler ve yazışmalar, yapılacak her türlü yorum ve anlatımdan çok daha somut bir biçimde gereken verileri sunduğu için durumu nitelemeyi, izlediğimiz bu yöntemle sürdürelim. Mustafa Kemal yine aynı dönemde Kazım Karabekir'le olan yazışmalarında, Moskova'ya gidecek olan heyetin oraya götürmesini gerekli gördüğü mantığı da açıklar: "Memleketimiz kapitalist değildir. Çiftçi memleketidir. Fabrikalarımız da yoktur. Emperyalist olan Fransa ve İngiltere, İslam dünyasını Asya ve Afrika'da boğmuş ve her yerde esir aşamasına getirmiştir. Dolayısıyla Bolşevik amaçlarında, bir tahribatın yıkılarak tüm milletleri kardeş gibi yaşatmak varsa, biz emperyalist olan bu devletlerin ve özellikle İngilizlerin düşmanıyız. Ve bu noktada Bolşeviklerle sonuna kadar birlikteyiz. İslam kuralları tümüyle özgür ve özerk bırakılmalı. Çünkü Kuran-ı Kerim yoksullara, işçi ve emekçilere ait ve bizce bilinen ne kadar Bolşevik ilke varsa içeriyor." Savaşın önderleri, bu şekilde bir taraftan emperyalistlerle uzlaşma olanaklarını ararken öte yandan Bolşevikten çok Bolşevik geçinerek abartmalı ve yapay yaklaşımlarla da Sovyetlere övgüler dizmektedirler. Elbette bu yaklaşımın altında, özündeki bütün anti-komünist düşüncelere rağmen, ülkedeki sosyalist hareketlenmeyi denetim altına almak ve Sovyetlerle ilişkide olan Enver Bey ve diğerlerine yapılan yardımları kendilerine kanalize etmek amacı da yatmaktadır.
Ankara Hükümeti, Sovyetlerle yapılacak anlaşma görüşmelerinin uzaması üzerine Moskova'daki delegelerle şu kararı gönderir: "Moskova'daki delege kurulumuzun en son 29 Ağustos 1920'de ulaşan raporundan ve genel durumdan anlaşıldığına göre Bolşevik Rusya'nın kalbinde İslam ve Türk ülkesinde kesin bağımsızlık arzuları egemen olmaktadır. Türkiye'nin bakışını; bütün ülkesinin İslamiyet ile coğrafi ve siyasi ilişkisinin derinliğini saptamış bulunması belirlemektedir. Bir de savaş koşulları ve tekniği açısında pek fakirleşmiş olduğundan bu konuda çok büyük bölümü Müslüman olmak üzere dünyanın her tarafından gelecek yardımları israf edemeyecek bir halde bulunmaktadır. İç durumu nedeniyle İslam dünyasını tatmin etmek ihtiyacından henüz vazgeçecek durumda olmadığı gibi Batı kuvvetleriyle denge sağlayabilmek için İslam dünyasına tavır koymak, iktidarını korumak ve göstermek zorunluluğu da Batılılarla ittifak oluşturulmasına kadar geçerlidir."
Ankara Hükümeti, Sovyet Rusya'nın kendilerine duyduğu yakınlığı ve dostluğu Rusya'nın sadece İngiltere pazarlığında kullanacağı bir malzeme olarak görmektedir. Ayrıca kendilerine yardım edemeyecek kadar da yoksul olduklarını söylemektedir. Oysa aynı dönemde, Sovyet devriminin önderi Lenin, kendileri hakkında söylenen ve alınan karardan habersiz, Türkiye'ye büyük elçi olarak göndereceği Aralov'a şunları söylemekteydi: "Kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa sosyalist değil ama görünüşe göre iyi bir örgütçü, yetenekli bir kumandan, ulusal burjuva devrimini yönetiyor. İlerici tabiatlı bir insan ve akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlıyor ve Sovyet Rusya'ya olumlu bir biçimde yaklaşıyor. İşgalcilere karşı kurtuluş savaşını yönetiyor. Ve ben emperyalistlerin burnunu kıracağına ve saltanatı da tüm çetesiyle temizleyeceğine inanıyorum. Halkın da ona güvendiğini söylüyorlar, ona yardım etmeliyiz. Ona yardım etmek gerekir. Türk halkına saygılı davranınız. Büyüklük taslamayınız, işlerine müdahale etmeyiniz. İngiltere, onların üzerine Yunanlıları saldırttı. Aynı İngiltere ve ABD bizim üzerimize de bir sürü ülke saldırttı."
Lenin, Mustafa Kemal ve Anadolu Harekatı için bunları söylerken yardım konusunda ise çok daha açık konuşuyordu: "Biz fakir isek de Türkiye'ye maddi yardım yapabiliriz ve yapmalıyız." Fakat aynı dönemde Ankara Hükümeti saldırılarını sürdürüyordu. Moskova'nın kendilerine yaklaşımını:
"Batı devletleri ile anlaşma çerçevesinde Türkiye'nin feda edilmesi olasılığını korumak için bizimle net bir anlaşmaya girişmemek, İslam milletleriyle Türkiye'nin aralarındaki ilişkiyi engellemek, Ermeni'ler nedeniyle Hırıstiyan Batı dünyası karşısında Türkiye aleyhinde yerleşen düşünceyi kışkırtmaktan sakınmak, kendilerine ve Batı devletlerine karşı Türkiye'nin bağımsız bir politika oluşturmasını engellemek için Bolşevizmi Türkiye içinde emrivaki hale getirip Türkleri bağımsızlıkla uyuşmayacak bir hale sokmak, memleketin idaresini Moskova'ya bağlamaktan ibarettir." Şeklinde özetliyorlardı. Kısacası, Türkiye egemenleri, emperyalizmin açık işgaline karşı tavır alırken bile onlarla nasıl uzlaşacağının yollarını aramaktadır. Bu arada da Rusya kozunu çok yönlü olarak kullanmaktadır.
Sovyetlerin Türkiye'den herhangi bir çıkar sağlamak ya da emperyalizmle ilişkilerinde Türkiye üzerinde bir ödünleşmeye girmek tarzında herhangi bir niyet ve tavrı olmadığı halde, Ankara Hükümeti tarafından 2 Eylül 1920'de, Sovyet Rusya'nın İngiltere ile Türkiye üzerinde pazarlık yapacağı öne sürülerek şöyle deniyordu: "İşte bu programı izleyen Bolşevikler, şimdiye kadar hiçbir fedakarlık karşılığında olmayarak Türkiye'nin kendi ellerinde bulunduğu propagandasını yapmışlar ve bu propagandayı İngilizler'le pazarlıkta kıymetli bir mücadele metası olarak kullanmışlardır. Türkiye'ye bir kuruş vermeyerek onu avutabilmişlerdir." Oysa bu dönemde Sovyet Rusya, bırakalım ilerici, demokrat olmayı, İngiltere'ye karşı savaşan başta Türkiye olmak üzere İran, Afganistan, Hindistan gibi ülkeleri desteklemiş ve onlara dostluk elini uzatmıştır. Anti-komünist Ankara Hükümetinin düşünce ve kararları, gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmadığı gibi tam bir kavrayışsızlık ve gericilik örneğidir.
Sovyet Rusya'nın "Türkiye enkazı üzerine" İngilizlerle pazarlığa oturacağının söylendiği dönemde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin önderlik ettiği Komünist Enternasyonal, bunun tam tersini söylemektedir. Komünistler, "Sömürgecilik ve Ulusal Politika Sorunları ve 3. Enternasyonal" adıyla çıkardıkları kitapta şöyle demektedirler: "Sovyet Rusya'ya karşı savaş, ihtilalci doğuya karşı savaş demektir. Ve bunun tam tersi de doğrudur. Doğuya karşı savaş Sovyet Rusya'ya karşı savaş demektir." Yine aynı kitapta şu görüşler yer almaktadır: "İngiltere ve Fransa için Rusya'da sosyalist iktidarın kalıcı olarak kurulması, doğudaki ve hepsinden de önce Küçük Asya'daki tüm İngiliz ve Fransız emperyalist planların yıkılması demektir. Bu yüzden Sovyet Rusya'ya karşı kudurmuş Leh Köpeklerinin, uyanan Türkiye'ye karşı da Klikya ve Suriye'deki Fransız birlikleriyle, Mezopotamya'daki İngiliz kuvvetlerine yardım etmek için Yunan köpeklerinin zincirlerinden serbest bırakılmalarının aynı zamana gelmesi boşuna değildir." Bu şekilde, emperyalistlerin Türkiye ve Rusya üzerinde oynamak istedikleri ve oynadıkları oyunu ortaya koyuyorlardı.
Nitekim emperyalistler Vrangel'i destekleyerek ve Karadeniz'i kontrol altında tutarak Sovyet Rusya'nın denizden Türkiye'ye yardım yapmasını engelleyeceklerdi. Ayrıca Kafkasya'da Menşevik Gürcistan'ı ve Taşnak Ermenistan'ı destekleyerek denetim sağlanmış, Sovyet Rusya, Türkiye ve Hindistan tehdit edilerek birbirleriyle ilişki kurmaları engellenmeye çalışılmıştır.
1920 Eylül ayında Bakü'de toplanan ve Türkiye'nin de resmi delegelerle katıldığı Doğu Halkları Kongresi'nin açılış konuşmasında Zinovyev, Mustafa Kemal'in neden desteklenmesi gerektiğini şöyle dile getiriyordu: "Bizimle beraber olmayan hatta bazı nedenlerle bize karşı olan grupları sabırla destekleyeceğiz. Örneğin, Türkiye'nin durumu böyledir. Bildiğimiz üzere Sovyet Hükümeti Kemal Paşa'yı desteklemektedir. Kemal'in yöneteceği hareket, düşmanların elinden Halifeliğin kutsal kişiliğini kurtarmak istiyor. Bu bir komünist görüş müdür? Hayır... Bir daha tekrarlayalım. Türkiye'de halka dayalı hükümetin siyaseti bizim siyasetimiz değildir. Ama biz yinede şu anki İngiltere Hükümetine karşı devrimci her türlü mücadeleyi desteklemeye hazırız."
Doğu Halkları Kurultay'nda bu görüşler dile getirilirken "Türkiye'nin enkazı üzerine" İngilizlerle anlaşmaya oturacaklar diye feryat eden Ankara Hükümeti'nin 1921 başlarında Londra Konferansı'na gönderdiği Bekir Sami başkanlığındaki Türk heyeti, İngiltere Başbakanı Llyod George ile görüşerek İngilizlerin güdümünde Sovyet Rusya'ya karşı savaşma önerisinde bulunuyordu. Yine 1921 yılında Fransızlarla bir ayrıcalık antlaşması imzalanmış ve Fransızların Romanya, Polonya ve Türkiye'yi Sovyet Rusya'ya saldırtma durumları söz konusu olmuştur.
Tüm bunlar Sovyet Rusya'nın Türkiye'ye kuşkulu bakmasına yol açıyordu. Ne var ki, bütün endişelere rağmen, bir yandan Enver Paşa ile ilişkilerin sürdürülmesi denenirken öbür yandan, Ankara Hükümetine çeşitli biçimlerde yardım edilir ve itici davranılmamaya çalışılır. Fakat nitelikleri konusundaki yargıdan ötürü, söz gelimi Ankara'nın 1920-21 yıllarındaki askeri ittifak girişimleri, güvensizlik temelinde geri çevrilir.
Ankara Hükümeti'nin 1921 Şubat'ında Moskova'ya 'dostluk ve barış anlaşması' yapmak üzere bir heyet göndermesiyle gündeme gelen gelişmeler de, bu durumu çeşitli yönleriyle ifade etmektedir. Görüşmeler sırasında, Sovyet yetkilileri Türklerin tutumunu hiç de güven verici bulmadıklarını bildirirler. Çiçerin, Türk yönetimini, gümrüğü işgal etmekle, Ermenistan'da ayaklanarak Erivan'ı ele geçiren batı yanlısı Taşnaklar'a yardım etmekle, Sovyetlerden Ankara'ya gitmek üzere yola çıkan TKP önderi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesiyle ve Ankara'daki komünistlere baskı yapmak ve tutuklamakla suçlar. Bu durum karşısında dostluk anlaşması yapılamayacağı, ancak bir barış antlaşması imzalanabileceği bildirilir. Bu arada, bu anlaşmaya yanaşılmamasında aynı dönem İngiltere ile yapılmaya çalışılan bir ticaret anlaşmasının da rol oynamış olduğunu belirtmek gerekir. Stalin, Ali Fuat Cebesoy'a şöyle der: "İttifak yapamayız. Çünkü İngilizlerle ticaret anlaşması yapacağız. Fakat asıl amacımız olan mücadeleye kapalı veya açık olarak devam edeceğiz. Biz muhtaç olduğumuz maddeleri İngiltere'den alır ve İtilaf Devletleri'nin birliğini parçalarsak, önemli bir başarı elde etmiş oluruz. Dolayısıyla, bu ticaret anlaşmasına zarar verecek bir şey yoktur."
Fakat Sovyetler, Türkiye'ye ilişkin bütün endişe ve güvensizliklerine rağmen, yukarıda vurguladığımız nedenler kapsamında, Anadolu Hareketi'ne ilişkin tutumunu değiştirmemiştir. Yine bu konudaki bir ikincil faktör olarak, Yunanlıların Anadolu'da yeniden ilerlemeye başlamalarını ve askeri açıdan emperyalist tehlikenin artmaya başlamasını da saymadan geçmeyelim. Sonuçta 16 Mart 1921'de bir dostluk anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre, Sevr anlaşması uluslar arası düzeyde Sovyetler Birliği tarafından geçersiz kılınır ve Sovyetler, daha o tarihte, Misak-ı Milli sınırları içinde Ankara hükümetini tanıyan ilk ülke olur. Aynı zamanda, anlaşmadan sonra Türkiye'ye yardımı daha da arttırır. Sovyetler, bu anlaşmayı imzaladığı gün, İngilizlerle de biraz önce değindiğimiz ticaret anlaşmasını imzalar. Londra'da yapılan görüşmelerde İngiltere Başbakanı Lloyd George, söz konusu anlaşmaya 'Sovyetlerin Kemalistlere yardım etmemesi' koşulunu koymak istemişse de bu istek, Sovyetler Birliği tarafından reddedilmiştir.
Ankara, Sovyetlerin kendilerine yönelik tutumuna ilişkin ne düşünüyordu? Ali Fuat Cebesoy'un sözcükleriyle dile getirelim. Cebesoy yapılan yardımın büyük bir özveriden kaynaklandığını vurguluyordu: "İttifak antlaşmasında ısrarımızın nedeni, fazlaca sağlamayı düşündüğümüz yardımı bir yükümlülüğe bağlamak içindi. Bir hükümetin ötekine yapacağı yardımı bir ittifak anlaşmasına yüklemenin, emperyalist bir devlete karşı müdahale durumunda bulunan bir millete yapılacak bir prensip yardımından daha önemli olacağı kuşkusuzdu. Çok çetin mücadelelerden sonra para, silah ve savaş malzemeleri bakımından yapılacak yardımın, Sovyet Dışişleri Komiseri'yle Türkiye Büyükelçisi arasında karşılıklı olarak gizlice verilecek mektuplarla sağlanması ve bu gizli mektupların da imzalanacak dostluk anlaşmasının ayrılmaz bir parçası sayılması kararlaştırıldı. Kısa zamanda birkaç taksitle verilmek koşuluyla 10 milyon altın ruble ve iki tümeni tümüyle silahlandırabilecek miktarda tüfek, süngü, mitralyöz, top, cephane, kesim hayvanları sağlanmıştır. O tarihlerde Polonya yenilgisi üzerine Polonyalılara 30 milyon ruble gibi önemli bir savaş tazminatı verilmesi yükümlülüğü ve Kızıl Ordu'nun Polonya savaşındaki silah ve cephane kaybı göz önüne getirilirse bizim elde edebileceğimiz para ve silah yardımlarının Ruslar için büyük bir özveri olacağından şüphe edilemezdi."
Sovyetlerin Kurtuluş savaşına kendi zor koşullarına rağmen, en ateşli anti-komünistlerin dahi 'Sovyetler, Milli Mücadeleye askeri malzeme ve para yardımında bulunmuştur' yüzeyselliği içinde değinmek zorunda kaldıkları katkının son derece önemli boyutları olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir. Şu saptama, bu durumun en yalın ifadesidir. TBMM Hükümetinin 1920 ve 1921 yılları içinde Mecliste onayladığı Milli Savunma giderlerinin toplamı, Sovyetlerin iki yıl içerisinde Ankara Hükümetine yaptığı para yardımına denk düşüyordu.(2)
Anadolu Hareketi boyunca alınan tek dış kaynaklı yardımı gerçekleştiren Sovyetlerin bu dostluk tavrını bir Sovyet yetkili şöyle temellendiriyordu: "M.Kemal Hareketi, bir kurtuluş hareketidir. Ve şu ana kadar elimizden geldiği kadar desteklememizin sebebi de bu özelliğidir. Ama bu hareket başarıldıktan sonra Türkiye'deki eski gericilerin, ağaların ve beylerin iktidarı yeniden ele geçiremeyeceklerine dair hiçbir garantiye şahit değiliz. 1908 Jön Türk ihtilal örneği önümüzde duruyor. Şu anda M. Kemal milletin saygı ve sevgisini kazanmış durumda ama bir karşı müstesna onu desteklemeyen generaller ve politikacılar geridir. Daha şimdiden elimizde Fransız kapitalistleri ve emperyalistlerle ilişkide bulunduğuna dair işaretler değil kesin deliller var. Yarın eğer savaşı kazanır ve Yunanlıları Anadolu'dan ve Trakya'dan kovarlarsa, başında M. Kemal bulunsun bulunmasın Türkiye Batı'ya yönelecektir."
Bu öngörü, çok fazla zaman geçmeden gerçeklik kazanmış ve 1922 yılında, "Büyük Taarruz" dan önce Başbakan Rauf Orbay, savaşın kazanılacağı olasılığı kuvvetlenince Sovyetlerle ilişkiler konusunu kendileri açısından gereken bütün vurgulamalarıyla dile getirmiştir: "Bolşeviklere gösterilen dostluk, onlardan alınan para ve savaş araçları yardımından ötürüdür. Son Bolşevik armağanlarıyla birlikte Sovyet dostluğu bitecektir." Ve Büyük Taarruz'dan sonra Türkiye'nin savaşı kazandığı kesinleşince, Batı ile ilişkilerini açığa vurma konusunda özgürleşmiş olarak, Sovyetlerin daha dün büyük özverilerle gönderdikleri silahları, emperyalistlerle birlikte Sovyetlere çevirmekten kaçınmazlar. Rıza Nur, Lord Curzon'a, işbirlikçiliğinin, emperyalizme uşaklığının dilini döker: "Biz Rus'a karşı sizin bir savunma siperiniz oluruz. Irak'ta para harcayacağınıza biz size parasız jandarmalık ederiz."

5) Emperyalistlerle İlişkiler
Emperyalizme karşı tavır almak; emperyalizmin özellikleri ve girdiği geri kalmış ülkelerde gündeme soktuğu ilişki ve programlardan ötürü, temelde onun sömürü sistemine ve yerli işbirlikçilerine tavır almak demektir.
Özellikle dönemimizde 'siyasal bağımsızlık', siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel bağımsızlık bütünün bir faktörü olmaktan çıkmış, emperyalizmin sömürüsünü daha olgun ve rahat koşullar altında sürdürmesinin bizzat emperyalizm tarafından takılan yaftası haline gelen, içi boşaltılmış, suni bir kavram olmuştur. Bu nedenle emperyalizmin açık işgaline karşı verilen savaşların, doğrudan onun sömürü sistematiğine ve ülkedeki her türlü varlığına son vermeyi amaçlamadığı, buna yönelmediği hallerde, bir işgal biçiminden başka bir işgal biçimine geçişi sağlamaktan öte bir anlam taşıyabilmesi olanaksızdır.
Çağımızda, ulusal kurtuluş savaşlarının ancak proletarya ideolojisinin önderliğinde söz konusu olabileceği gerçeğinin gerekçesi budur. Bu karakterde bir kurtuluş, bu boyutlar ve kapsam içinde anti emperyalist tavır alış, ancak ve ancak proletarya ideolojisinin yön vermesi ve elbette aynı bağlamda proletarya ve müttefiklerinin önderlik tavrı, belirleyici işlevleri ile gündeme gelme şansına sahiptir.
Anadolu Hareketi'nin seyrinde ise, gerek önderliğin durumu açısından, gerekse aynı temel verilerden kaynaklanarak emperyalizmle girilen daha savaş yıllarındaki ilişkiler açısından tam tersi özellikler görülmektedir. Bu özellikler ki, ikincil nitelikli boyutlar taşımayan, hareketin egemen karakteri olan özelliklerdir. O halde Anadolu Hareketi, anti emperyalist bir içerik ve sonuç taşımamakta, salt açık işgale verilen bir savaş panoraması sunmaktadır.
Bir hareketin tanımlanmasına yol açan neden, hareketin sunduğu verilerin sentezi, tayin edici fonksiyonları niteliğidir. Dolayısıyla, gerek önderliğin tavırlarında, gerekse savaşın kapsadığı kesimlerin amaç ve niteliklerinde homojenlik aranamaz. Aynı şekilde, bizzat savaşan güçlerle olsun, fiili ittifak veya destek güçlerinin farklı çıkış noktalarından hareket ettikleri halde bir yerde buluşmaları, farklı sınıfsal ve politik karakterlere rağmen çakışmaları yanıltıcı olmaktadır. Nitekim söz konusu çakışmaların çok geçmeden çelişkiye dönüşmesi kaçınılmazdır. Öte yandan önderliğin küçük burjuva yapısı göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu çakışma perspektifleri, Marksizmin sınıf ve katmanlar çözümlemelerinde karşılığını bulmaktadır. Küçük burjuva kesimi, sınıfsal bir yapısallık arzetmeyen, halkın yön verdiği hareketliliklerde proletaryaya, aksi halde burjuvaziye yedeklenen, burjuva ideolojisi ve tavrını temsil eden bir kesimdir.
Bu çerçeve içinde Anadolu Hareketine baktığımızda, önderliğin, bir yandan açık işgale karşı dövüşürken bir yandan da emperyalizme eklemlenmenin, çizilecek ulusal sınırlar içinde emperyalizmin uluslar arası sistematiğine dahil olmanın canhıraş döğüşünü verdiğini görürüz.
Savaşın başından itibaren, hatta en güçlü oldukları anda, emperyalizmin bu yönde bir girişimi olmadığı dönemlerde dahi, emperyalistlerle anlaşmanın kapılarını zorlamışlardır. Deyim yerindeyse, emperyalistlerden emperyalist beğenmişlerdir. "Siyasi bağımsızlığın tanınması halinde" yabancı sermayeye karşı olmadıklarını, yabancı sermayenin ülkeye gelmesinden memnun olacaklarını özellikle ve sürekli olarak vurgulamışlardır.
Aynı sürecin bu tarz sömürü yöntemindeki başarılı ve cazip ismi ABD olduğundan, gönülde yatan büyük aslanın ABD olması da doğaldır.
Siyasal bağımsızlığın, ülkenin alt ve üst yapısının kayıtsız özgürlüğü demek olduğu gerçeğinin bilincini, Anadolu Hareketi'nin önderlerinde aramak anlamsızdır. Çünkü bu saptama, materyalizmin gerçekleriyle siyasallaşan sınıfların ve önderliklerin çıkarımıdır, onların tavırlarına yön verir, ışık tutar. Siyasal bağımsızlık, askeri bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık vb. soyutlamalar ise idealizmin safsatalarından öte, emperyalizmin demogoji riyasından başka anlam taşımaz.
Ve Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi'nin açış konuşmasında demektedir ki: "Ulusal egemenlik, ulusal ekonomi ile desteklenmelidir... Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun ekonomik zaferle taçlandırılmazsa sonuç kalıcı olmaz." Güzel! Fakat ne yazık ki Mustafa Kemal konuşmasını sürdürüyor: "Sanılmasın ki yabancı sermayesine karşıyız... Kanunlarımıza uymak şartıyla yabancı sermayelerine lazım gelen güvenceyi vermeye her zaman hazırız"... İzmir İktisat Kongresinde benimsenen, Misak'ta ise başından beri güdülen amaç açıkça görülmektedir: "Türk, diline, milliyetine, toprağına... düşman olmayan milletlere daima dosttur, yabancı sermayesine karşı değildir. Ancak kendi yurdunda kendi diline ve kanununa uymayan kuruluşlarla ilişkide bulunulamaz... her türlü ilişkide fazla aracı istemez".
Cumhuriyet'in kurulduğu ilan edilene kadar emperyalizmle ilişkiler konusunda bir hayli yol alınmıştır. Emperyalist devletlerle, hayata geçen geçmeyen bir dizi anlaşma imzalanarak çeşitli ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu anlaşmalar, Anadolu Harekatı'nın niteliğini, programını en iyi tanımlayan belgelerdir. Hemen hemen hepsinde, yapılacak yatırımlarda % 50 oranına kadar Türk sermayesinin katılımı öne sürülür.
1921 yılında Londra Konferansı'na katılan Bekir Sami, İtalyanlarla ve Fransızlarla teslimiyet niteliğini taşıyan anlaşmalar imzalamıştır.
Bu anlaşmalar, M. Kemal ve Meclis tarafından reddedilmiştir. Ancak aynı tutarsız karakteri doğrultusunda, M. Kemal bu kez kendisinin yönlendirdiği gelişmeler sonucunda, 20 Ekim 1921 tarihinde, Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşmasının devamı olan mektup alışverişi ile, daha önce karşı çıkılan imtiyazların hemen hemen tamamını tekrar Fransızlara vermiştir.
Olayın dikkat edilmesi gereken yönü, yapılan anlaşmalarda imtiyazlardan söz edilmediği halde, aynı dönemde gerçekleştirilen bir dizi gizli mektup alış-verişi ile bağlar kurulmasıdır. Türkiye adına Dışişleri Bakanı Yusuf Tengürsenk altı, Fransa adına Franklin Boulan beş mektup vermiştir. Mektuplara göre bir Fransız grubu, Hurşit vadisindeki demir, krom ve gümüş madenlerini %50'ye kadar hissesi Türk olmak üzere 99 yıl işletecektir. Ayrıca, Ergani madenlerinin işletilmesine Fransız gruplarının da girebilmesi sağlanıyordu. Savaştan önce Adana'da bir Fransız şirketinin almış olduğu pamuk arazi imtiyazının hayata geçirilmesinde çıkarılan zorlukların giderilmesi için çaba sarfedileceği bildiriliyor; varılan anlaşmalarla, Türkiye'deki Fransız sağlık, eğitim ve hayır kurumlarına dokunulamayacağı garantisi veriliyordu. Türk sanat ve jandarma okullarında Fransız öğretmenlerden yararlanmanın arzu edildiği bildiriliyordu.
Fransızlarla bu anlaşmaların yapıldığı süreçte Ankara'daki yabancı trafiği bir hayli yoğundur. Bu trafik akışında Amerikalılar dikkati çekmektedir. Daha sonra ABD ticaret ataşesi olarak Türkiye'de bulunacak olan Jullian Gillespre, 1922 başında davetli olarak Ankara'ya gelir. "Yusuf Kemal Bey, Fethi Bey, Dr. Adnan Bey ve Celal Bey'lerle tatmin edici bir çok görüşmeler" yapan bu Amerikalı, Washington'a gönderdiği 2 Şubat 1922 tarihli resmi raporunda şunları yazmaktadır: "Milliyetçi Türk hükümeti, gerçekten ABD ile yakın ticaret kurmak istiyor. Hem hükümet çevrelerinde hem de halk arasında Amerikalılara karşı uygun bir davranış var. Bu tutumun nedenleri şunlardır. 1) Milliyetçi Hükümet hemen maddi yardım istemektedir. Bu verilecek bir imtiyaz karşılığı avans, kredi ya da özel bir borç biçiminde olabilir. 2) Hükümet yetkilileri, Amerikan sermayesi yatırım yaparsa Amerikalıların Misak-ı Milli'de yazılı amaçlara müdahalede bulunmayacağına, siyasal amaçlarla hareket etmeyeceğine inanmaktadır. 3) Ayrıca Avrupa'da ileride yapılacak bir barış konferansında ticaret ve iktisadi haklar konusunda sorun çıkabileceğinden çekinmektedirler. Bu durumda, şu imtiyaz ya da bu ekonomik hak başkasına verilmiştir, diyebilmek istemektedirler. Açıkça, ticari imtiyazların Amerika gibi siyasal bir güç tarafından desteklenen güçlü finans gruplarına verilmesinden yanadırlar"
"Klikya'da Amerika ve Amerikan iş çevreleri konusunda olumlu bir eğilim var. Anadolu'nun en verimli köşelerinden biri olan Adana Ovası'nın sulama projesi daha kimseye verilmiş değil. Hükümet bu projeyi incelemekte ve şimdilik Amerikan kapitalistlerinin bir öneride bulunmasını beklemektedir. Güvenilir kişilerden öğrendiğime göre, böyle bir sulama projesi için büyük sermaye yatırımı gerekmeyecektir. Bu yapılırsa bütün Adana ilini ve Mersin Limanı'nı kapsayacak elektrik elde etmeye yeterlidir. Savaş sırasında bu konuda Alman mühendislerinin hazırladığı özel bir raporu ele geçirmeye çalışıyorum."
Özel raporları ele geçirmeyi sağlayacak ilişkiler içinde olan Amerikalı, Rauf Orbay aracılığıyla Türk Hükümeti'ne soruyor: "Hükümet tarafından şimdi ne gibi yatırım ve yapım projeleri üzerinde durulmaktadır? Bunların hangileri Amerikan sermayesinin incelenmesine açıktır?" Rauf Orbay'dan aldığı yanıtı da ülkesine şu biçimde bildiriyor: "Hükümet tarafından incelenmekte olan projeler şunlardır: Mersin Limanı, Adana Ovası'nı sulama projesi, Zonguldak ve Bayburt'un elektrik projeleri... Şu projeler de hemen incelenecektir: Bütün Karadeniz Limanları, bu limanları iç bölgelere bağlayacak demiryolları, bu bölgelerdeki madenler, Ankara-Sivas ve Erzurum-Sivas, Bayburt-Erzurum-Trabzon, Trabzon-Rize demiryolları, Harput-Ergani-Mardin-Diyarbakır demiryolları... Bu sayılan işler Amerikan sermayedarlarına açıktır."
Amerikan sermayesine açık olan projeler yalnızca bunlar değildir. Aynı bağlamda, sözkonusu Amerikalı raporunu sürdürüyor:
"Türk Milliyetçi Hükümeti, Musul ilinin Arap değil Türk nitelikler taşıdığını bildirerek kendilerine ait olduğunu ileri sürüyor. Buralardaki ve Van Gölü çevresiyle Erzurum'daki petrol yatakları çok önemli sayılıyor. Belki de bu ülkenin işlenmemiş en büyük kaynağı olarak kabul ediliyor. Bu yönde herhangi bir Amerikan grubu girişimlerde bulunursa olumlu işlem görecektir sanırım." Jullian Gillespre'nin tahmini doğru çıkıyor ve 1923 başlarında bir Amerikalı grup ile (Chester Grubu) Doğu'daki petrolleri kapsayan anlaşma imzalanıyordu.
Nisan 1923 tarihinde, TBMM tarafından onaylanan Chester Anlaşması'na göre, Amerikan grubu Ankara'dan Kerkük'e, Samsun ve Doğu Beyazıt'a kadar uzanan 4400 km. uzunluğunda demiryolu ile üç liman yapımı üstlenmiştir. Demiryolu ve limanların işletme hakkıyla, inşa edilecek demiryolu hatlarının her iki yanındaki 20'şer km.lik alanda, petrol dahil olmak üzere, tüm madenleri işletme imtiyazları 99 yıllığına bu şirkete veriliyordu. Önemli ölçüde vergiden muaf tutulacak ve özel kolaylıklardan da yararlanacak olan bu şirkete, azami %50 oranında Türk sermayesinin de ortak olması öngörülmüştür. Bu grupla imzalanan ikinci anlaşmayla da Türkiye'nin ithal edeceği tarım makine ve gereçleri grubun tekeline verilmiştir.
Ülkemizin yer altı kaynaklarının önemli bir kısmını 99 yıl Amerikan sermayesine teslim eden bu anlaşma, hükümet çevreleri tarafından "Ekonomik Zafer" olarak nitelenip, büyük coşkuyla karşılanmıştır. Başbakan Rauf Orbay, şu sözlerle meclisi de kendi coşkusuna ortak olmaya çağırmaktadır: "Cenab-ı Hak (Chester imtiyazı ile öngörülen) hududun rey ifasını Meclis-i Alinize mukadder kıldıysa.. meclisten alnınız açık vicdanınız sarih olarak gidebilirsiniz."
Türk yetkililerin "büyük başarı" olarak değerlendirdikleri bu ayrıcalık anlaşmasına, İngiliz ve Fransız emperyalizmi, tekel niteliği gösterdiği için karşı çıkmış, serbest rekabet şartlarının ve "açık kapı" ilkesinin bozulması olarak değerlendirerek "açık kapı" ilkesinin uygulanmasını istemişlerdir.
Anlaşma, Musul petrolleri üzerinde gündeme getirildiği ve esas olarak o tarihte Türk-Irak sınırı henüz belli olmadığı, Musul'un nerede kalacağı saptanmadığından dolayı, daha sonra Musul'un Türkiye sınırları dışında kalması üzerine Chester grubunun anlaşmayı feshetmiş, Türkiye'ye 50,000 liralık tazminat ödetmiştir. Türkiye ile Chester grubunun anlaşmasından önce, bir başka Amerikan grubu olan Standart Oil Company de İngiliz-Fransız sermayesi ile yine Musul petrolleri üzerine anlaşmıştır. Böylece iki taraflı oynayarak durumu kendisi açısından sağlama alan Amerikan emperyalizmi, her koşulda kazançlı çıkacağı bir politika izlemiş, Musul konusunda da İngiliz görüşlerini desteklemiştir.
Türk Hükümeti bir yandan Amerikan emperyalizmine hizmet ederken, diğer yandan Yunan işgalcilerin babası İngiliz emperyalizmini de unutmamıştır. Demiryollarının, limanların ve yer altı kaynaklarının önemli bir kısmını Amerikan tekeline verirken, İngiliz emperyalizmine de, dış ticaretin önemli bir kısmının tekelini vermiştir.
Londra'da yayınlanan Morning gazetesinin 6 Ocak 1923 tarihli sayısında, Leslio Urguhatt, "Türkiye İnkişaf-ı İktisaliyesi" adıyla kurulan Şirket için şunları yazıyordu: "İngiliz sermayesi Türkiye'nin ekonomide gelişmesine yardımda bulunabilmek için Lozan Konferansı'nın başarıyla sonuçlanmasını beklemektedir." Bu şirketin en önemli ortağı Russo Asiatik Corporation adlı şirkettir ve nominal sermayesi 250,000 İngliz Lirası olup, şartlar gerektirirse bir milyon veya daha fazla İngiliz Lirasına çıkarılacaktır. Şirketin amacı; madenleri -petrol dahil- geliştirip işletmek, demiryolları için resmi ve özel anlaşmalara girmek, hükümet adına iş yapmak veya takip etmektir. İdare heyeti, beş İngiliz ve dört Türk'ten kurulu olacaktır.
Mr. Urguhatt'ın şirketi ile, kapitülasyon özellikleri de taşıyan bir anlaşma imzalanıyor, yine Londra'da yayınlanan The Times, (22 Haziran 1923) bu konuda şunları yazıyordu: "Türkiye ticaret şirketi veya benzer bir isim altında, 145.000 İngiliz liralık veya yaklaşık olarak bir milyon TL'lık yeni bir şirket kurulması kararlaştırılmıştır. Bu yeni şirketle Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ. birbirinin dörtte bir hissesine sahip olacaklardır. Bu iki şirket en geniş bir biçimde işbirliği yapacaklardır. Yeni şirket Millet Meclisi'nin idaresi altındaki bölgelerde yapılacak ihracatta Türkiye Milli İthalat ve İhracat aŞ. tüm temsilciliğine sahip olacaktır. Millet Meclisi bu tasarıyı desteklediğinin bir göstergesi olarak Cardiff'e benzediği söylenen Karadeniz'deki (Zonguldak) kömürleri işletmesini bu şirkete bırakmıştır.
Türkiye'nin kalkınmasını, bütün ülkenin ithalat ve ihracatını kontrol eden ve geniş ölçüde parlamento üyelerinin ortak olduğu bir şirkete bağlamak, aslında Türkiye gibi ticaretin savaş dolayısıyla karmaşık, örgütsüz bir duruma girdiği bir ülke için dikkat çekici bir çözümdür. Şayet bu tasarı amacına ulaşırsa Türkiye ile ticaret yapmak isteyenler bunu ancak yeni şirket aracılığıyla yapabilecektir.
"
Bu anlaşma iki önemli nedenden ötürü uygulamaya girmemiştir. Birincisi, emperyalistlerle ilişkilerde İstanbul Ticaret Odası ağır basmıştır. Anadolu ticaret burjuvazisinin kendi yerini almaya çalışmasına ve hükümet destekli bir tekel kurmasına karşı çıkmıştır. İkinci muhalefet te Amerikan emperyalizminden gelmiştir. Amerika'nın söz konusu muhalefeti The New York Times'da (17 Haziran 1933) şu şekilde dile getirilmektedir: "Bu anlaşma uygulamada rekabeti ortadan kaldıracak güçte olup, İngiliz ve Fransız mallarına, Türk pazarlarına girişte mutlak bir öncelik tanımaktadır... Türk hükümeti şirkete herhangi bir müdahaleyi, serbest ticaret bahanesini öne sürerek reddebilecektir. Oysa yeni şirketin Türklere ait bölümünün hemen hemen tamamı Türk milletvekilleri tarafından kontrol edildiğine göre, uygulamada 'açık kapı' ilişkisinin gerçekleşmesini beklemek pek mümkün değildir."
Yine ABD emperyalizminin uluslar arası Standart Oil şirketi, ABD Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği 17 Mayıs 1987 tarihli mektupta şunları yazıyor: Bize bildirilenler doğruysa, Türkiye'deki yatırımlarımızın büyük bir tehlikeyle karşılaştığını belirtmek isteriz." Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyor: "Bu anlaşma hem Amerikan ticaretine, hem de Amerika'nın desteklediği 'açık kapı' ilkesine indirilmiş önemli bir darbedir." O günkü emperyalistler arası ilişkilerde, Amerikan çıkarlarına darbe indirilmesi sözkonusu olamayacağından, bu anlaşmaların hayata geçmemesi, Türkiye'nin emperyalizme tavrı açısından önem taşımaz. Önemli olan Türkiye'nin emperyalist sömürü karşısındaki anlayışı ve attığı adımlardır. Kaldı ki, anlaşmaların uygulamaya girememesinin nedenleri, o günkü koşullarda emperyalist ülkelerin birbirlerine karşı ve Türkiye'nin bunlara karşı tavır alamayışıdır.
Bu anlaşma ve tanınan ayrıcalıkların, ağırlıklı olarak politik nedenlerden kaynaklandığını, yapılacak Lozan Antlaşması'nda destek sağlamak amacından kaynaklandığını da söyleyemeyiz. Bu anlayışla hareket edilseydi, birine veya birkaçına karşı diğerine ayrıcalık tanınarak destek sağlama yoluna gidilirdi. Oysa, aynı süreçte barış anlaşması yapılacak bütün emperyalist ülkelere ayrıcalıklar dağıtılmıştır. Bu konuda esas olarak Anadolu Hareketi'nin sınıfsal ve ideolojik özellikleri, tali olarak da dönemin politik etkenleri rol oynamıştır. Çıkarılması gereken sonuç, "anti-emperyalist" bir hareketin, emperyalizmin askerlerini topraklarından çıkararak tekellerini davet etmesidir. Bu davetteki aşırı istekliliği nedeniyle şu espriyi dile getirmemek elde değil: "Sen askerlerinle beni sömüremezsin ama ben tekellerin aracılığıyla kendimi sömürtürüm!"
Bu arada belirtmek gerekir ki, üzerinde büyük fırtınalar koparılan 'kapitülasyonların kaldırılması' sorununda, kapitülasyonların reddi, emperyalizm açısından fazlaca önem taşımıyordu. Bir anlamda, uzun yıllar devlet üzerinde ciddi bir bağlayıcılık yaratmış bir sömürü mekanizması olan kapitülasyonların kaldırılması yeni devletin başarısıdır. Fakat bu başarıyı, zaman aşımına uğramış, bir hayli yıpranmış bir sistemin taşıdığı anlamla birlikte değerlendirmek gerekir. Bu durumda, azınlık burjuvazisinin eski konumunu yitirmesi dolayısıyla, emperyalizmin ülkeyi sömürmekte azınlıkları kullanmasının koşullarının da tükendiği görülecektir. Böylelikle ne emperyalizmin kapitülasyonlar üzerinde durmasının gerekliliği kalmıştır, ne de yeni devletin, bunları kaldırmak konusundaki tavrı dolayısıyla, emperyalistlerle o çok önem verdiği ilişkilerinin zaafa uğramasına ilişkin bir endişe duymasına gerek kalmıştır.
Lozan'da 29 Ekim 1914'ten önce yapılan anlaşmalar ile bu anlaşmalara daha sonra yapılan eklemeler kabul edilmiştir. Düyun-u Umumiye borçlarının Türkiye sınırları içinde kalan kısmının ödenmesi benimsenmiştir. Buna göre 5 Kasım 1914 yılına kadar ödenmemiş olan 139 milyon Osmanlı altınının %65'i ödenecektir. Musul sorunu da daha ileride görüşülmek üzere Milletler Cemiyetine bırakılmıştır. Milletler Cemiyeti, bir süre sonra Musul'un Irak'ta kalmasını kararlaştırmıştır.
Son olarak, emperyalizmle ilişkiler sorununun bir diğer boyutuna değinelim: Yukarıda ana hatlarıyla koyduğumuz, özellikle örnekler vererek ve tarihsel seyri somut adımlarıyla aktararak nitelediğimiz ilişkilerin durumuna rağmen, Anadolu Hareketi'nin emperyalizme hiçbir anlamda zarar verici işlevi olmamış mıdır? Kuşkusuz olmuştur. Bu soruya 'hayır' yanıtı vermek, olayın gereken kıstasları içinde anti emperyalist konuma oturmamış olmasına ve gelişmelerin kısa zamanda emperyalizme önemli kazanımlar sunmasına rağmen; emperyalizmin Osmanlı düzeneğindeki ilişkilerini, planlı programlı olarak yeni devletin yeni ilişkilerine dönüştürmesi şeklindeki açıklamaları gündeme getirir ki, durum bu değildir. Böyle bir açıklama Marksizmin tarihe yaklaşım yöntemiyle örtüşmez.
Durum, birebir benzerlikler içinde olmasa da, benzer süreçlerde benzer özellikler gösteren geri kalmış ülkelerin, açık işgal karşısında, emperyalizmin saldırganlığına tavır alması, ama sömürü mekanizmasını parçalayacak dinamiklere sahip olmaması olayıdır. Ülkenin 'geri kalmışlığı', üretim ilişkileri temelinde söz konusu olduğu için ve üretici güçlerin o süreçlerdeki nitel ve nicel seviyesi, emekçi kitlelerin önderliği ele geçirmesine elvermediği için az önce tanımladığımız sonuç ortaya çıkmaktadır.
Yine ülkelerin dönüşümlerinde, iç dinamiğin belirleyici olması evrensel gerçeği temelinde; Anadolu Hareketi sırasında olduğu gibi, ülkenin doğru tanımlanmasından, beklentilerin rasyonelliğine, pratikteki ciddi katkılara kadar, Lenin önderliğindeki Sovyetler gibi ülkelerin bile durumun niteliğini değiştirmede fazla şansları yoktur.
Bağlarsak, Anadolu Hareketi'nin emperyalizmin çıkarlarına ilişkin ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlar da sözkonusudur. Açık işgalin kırılmasının, diğer geri kalmış halklara en azından bu bağlamda güç vermesi, emperyalizmin o koşullarda önem verdiği bir politika olan Hindistan yolunun önüne engeller çıkması, Sovyetlerin kuşatılmasında en azından problemli bir bölge oluşması
hareketin tarihsel sürece soktuğu olumlu faktörlerdir.

E- SONUÇ
Anadolu Hareketi'nin tarihsel seyrini yer yer kısa saptamalarla birlikte genel olarak gözden geçirdikten sonra onun niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor. Bilindiği gibi bir hareketin niteliğini belirlerken; onun sınıfsal dokusu, önderliğin durumu, program ve hedefler göz önünde bulundurulur. Ki, 1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin çeşitli yerlerinde çarpışmayı soyutlayarak Anadolu Hareketi'ni salt işgal güçleriyle vuruşmaya indirgemek, olaya 'savaş' demek de doğru değildir. Çünkü durum, gerek bizzat kendi sürecinde savaşa koşut olarak gündeme sokulan, gerekse de daha sonra genel olarak aynı paralelde sürdürülen politikalarla, siyasal, sosyal, ekonomik, vb. çok yönlü bir hareket sunmaktadır. Dolayısıyla, genel bir nitelemeden önce başta nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı sorunların yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi bir sınıf ideolojisi temelinde mi gelişmiştir, yoksa bu şekilde gelişmeye tarihsel ve siyasal elverişlilik ortamı olmayan çeşitli hareketler gibi, görünümdeki farklılıklara karşı esasta bir sınıf ideolojisine bağlı, onun köklerinden sürgün vermiş ve sonuçta ona hizmet eden bir çizgi midir?
Başta egemen sınıflar olmak üzere, ülkemizin -bugünkü kapsamıyla- sol literatürüne kadar uzanmış 'Kemalizm' kavramı, kendi özel niteliği olan bir ideoloji midir? İdeolojiden öte, bir ekol, bir çizgi olarak özgünlük taşımakta mıdır? Bu kavramın böylesine geniş bir yelpaze içinde yerleşikliğinin nedenleri nelerdir? Ve ideoloji nedir? İdeolojiyi; ekonomik, siyasal, sosyal normlara sahip sınıfların düşüncelerinin sistemli biçimlenişi olarak genel bir soyutlamayla tanımlamak olasıdır. Ne var ki, ideolojiler bu genellemenin kapsamında ama bundan çok daha yüklü anlamlar içerir. Elbette düşünce, maddi koşullarca belirlenir. Düşüncenin kendi sistematiği içinde ciddi aşamalar, nitelik sıçramaları yapabilmesinin koşullarını, tarihsel boyutu içinde maddi yaşam sunar. Bu veriler dönüp yeniden maddi yaşamın gelişme dinamiği olur. Fakat önemli bir noktayı tam da burada gözden kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin yanı sıra, belli bir dokuya, kendi kendine yaşama özgürlüğüne kavuşan düşünce, o andan itibaren maddi yaşamdan göreceli bir bağımsızlık kazanır. Yaşamın verilerini alarak kavramak-tanımlamak basit denklemi, artık karmaşık, çok bilinmeyenli problemlerle yer değiştirmiştir. Ve düşünce kendine özel bir dünya yaratmış, kendi kurallarını koymuştur.
İşte eğer bu tablo sınıfsal ve siyasal boyutlar içinde çiziliyorsa, o artık bir ideolojidir. Ayrıca yine eklemek gerekir ki, bir düşünce sistematiğinin ideoloji olabilmesi için bilimsel olması şart değildir. Tıpkı idealizm gibi bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle de bezeli olabilir, ama bu onun bir sınıfın varlık koşullarını tanımlamasına engel olmadığı için ideolojisi olmaması anlamına gelmez. Konuya ilişkin olarak Engels'in 14 Temmuz 1893'de Franz Mehring'e yazdığı mektubu anımsamak yararlı olacak... Engels, sıradan soyutlamalardan öte, ideoloji üzerinde çok yönlü düşünerek diyor ki:
"İdeoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli olarak, ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir. Onu harekete geçiren gerçek güçler kendisi için meçhuldür, öyle olmasaydı zaten ideolojik bir süreç olmazdı. Bu yüzden sözde düşünür, yanlış ya da görünüşte kalan itici güçler tasarımlar. Düşünsel bir süreç olmasına bakarak, ister kendisinin ister kendisinden öncekinin düşüncesi olsun, ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır. İşin temeline bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar ve daha uzaklarda, düşünceden bağımsız kökenleri olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz. Onun gözünde bu doğaldır; çünkü düşüncenin aracılığıyla gerçekleşen her insan eylemi ona son çözümlemede, temelini düşünceye dayamış olarak görünür. Sanki tarihsel ideoloji, her özel alanda, daha önceki kuşakların zihninden bağımsız olarak meydana gelmiş ve birbirlerini izleyen bu kuşakların beyninde kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir. İşte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu görünüşte bağımsız tarihleridir ki, insanların çoğunu aldatmaktadır.
Luther ve Calvin resmi Katolik dininin hakkından geliyorlarsa, vb. bu, herhalde düşünce alanından çıkmayan olaylar nedeniyledir ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel bir yansısıdır. Aslan Yürekli Richard ve Philippe Auguste, haçlı seferlerine girişecekleri yerde serbest ticareti gerçekleştirmiş olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan ve budalalıktan kurtarırlardı. Buna ideologların şu aptalca düşüncesi de ekleniyor: Tarihte rol oynayan çeşitli ideolojik alanlara bağımsız bir tarihsel gelişme tanımadığımıza göre, onlara hiçbir tarihsel etkilik de tanınmamalı.. Bu iddia, diyalektiğe aykırı basit bir görüşe, karşılıklı etki üstünde kesin bir bilgisizliğe dayanmaktadır. Bu baylar, ekonomik olgular tarafından yaratılır yaratılmaz her tarihsel etkenin kendisinin de bir etki yarattığı ve kendi nedenlerine etken olabileceği olgusunu, çoğu zaman maksatlı olarak unutuyorlar. Gerçeğin bu biçimde çıkarımlarının yapılabileceği Aristo çağından günümüze kadar düşüncenin karakterinin üzerinden de çok fazla su aktı.
"
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın maddi yaşam koşullarınca belirlenen, onun çıkarlarını amaçlayan, dolayısıyla maddi hareket noktası üzerinde biçimlenen düşünsel olgular temelinde yükselip, koşul-düşünce ikileminde bir sürekli alış veriş içine giren, komünizme kadar da sınıfsal karakterini yitirmeyen sistematiktir. (Komünizm ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk kez toplumsal düşüncedir.) Komünizme kadar sınıflar dışında, sözgelimi ara tabakalara ilişkin, sözgelimi bir erk bileşimine ilişkin ya da ezilen katmanların bileşimine ilişkin 'özgün' ideolojiler yaratmak, materyalizmin temel kıstaslarını tepelemekle eş anlamlıdır. Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz. Onun düşüncesi, düzen statükoculuğu kapsamında burjuva ideolojisinin alt türevi, bir dipnotudur. Aynı biçimde, çağımızın devrimlerini tanımlarken sosyalizm aynı zamanda köylülüğün ezici nitel bölümüne hitap ettiği ve onun koşullarını, çıkarlarını tanımladığı halde, sosyalizm proletarya ideolojisidir, diyoruz.
Sonuçta Kemalizm, bir ideoloji olmadığı halde Türkiye egemenlerinin 'sınıflar üstü devlet politikası' demagojisinin içini kendi programlarıyla doldurduğu bir egemenlik ve muhalefet gömleği (hem egemenlik, hem muhalefet gömleği, karşıt bütün tezlerin ortak gömleği...) olarak sürrealist varlığını korumuştur.

Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide, Kemalizm'in ve idealizmin (burjuva ideolojisinin) arayışı içinde olan, bunu gerçekleştirmek için çırpınan, uluslar arası ilişkilerinde de daha o günden bu temelde varoluşun eklemlenişlerini arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü ne proletarya ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen olma, onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik, hem kendi kimliği, hem de programları açısından sürekli çırpınıp durmuş, otodinamiğinin verilerinin farkında olduğu için de kendisi emperyalizmi aramıştır. Bu sözlerimiz, M. Kemal'in tutumunu hoşgörüyle karşıladığımız, tarihsel bir alternatifsizlik olarak yorumladığımız şeklinde algılanmamalıdır. Marx'ın farklı bir konuda, burjuvazinin tarihsel görevini sona erdiğini belirtirken ifade ettiği gibi artık onun, "kendisinin çağırdığı bu cehennem güçlerinin maşası olarak" kendi ülkesini, alacağı işbirliği rüşvet (bu rüşvetler çoğu zaman 'iktidar'dır) karşılığı emperyalizmin ayakları altına döşediği aşikardır"...
Düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın dışında bir sistematik kurulabilmek te siyasal bilime aykırıdır. Ve elbette 'Kemalizm'e bir felsefe akımı demek hiçbir anlamda sözkonusu olmasa da 'Kemalizm'in toplumsal etkinliklerini düşünürken, Fransız Regar Garaudy'nin 'mızmız felsefeler' diye adlandırdığı burjuva akımlarını (3) anımsamamak olası değil. Burjuva ideolojisinin genel karakterinden kaynaklanan bu mızmızlık, onun bir takım temel normlarına karşı yola çıkıp, ona hizmet etmeye kadar varan çeşnidir. Ne var ki, bütün bu görünürdeki çeşniye karşın, son çözümlemede çağımız iki büyük kamptan ibarettir. Burjuvazi ve proletarya.
"Günümüze kadar varolagelen bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle, derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa, tek sözle ezen ve ezilen her an birbirlerine karşı olmuşlar ve kimi zaman alttan alta, kimi zaman da açıktan açığa sürekli bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga, her seferinde, ya bütün toplumun dönüşmesiyle ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanmıştır...
Feodal toplumun yıkıntılarından fışkıran çağdaş burjuva toplumu, yeni baskı koşulları ve yeni kavga biçimleri getirmiştir. Burjuva çağı, şu ayırt edici özelliği taşır: Sınıf çelişkilerini basitleştirmiştir. Bütün toplum giderek iki büyük topluma bölünmüştür. Burjuvazi ve proletarya. Ortaçağın toprak köleleri arasından kasabaların ayrıcalıklı halkı türemiştir. Bunların arasından da burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir... Burjuvazi, tarihsel süreçte son derece devrimci bir rol oynamıştır. Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal, ataerkil ilişkilere son vermiştir. Feodal bağları hoyratça koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar ve peşin para bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır. O güne dek el üstünde tutulan, baş tacı edilen en kadar meslek varsa hepsinin kutsal halesini yıkıp atmış; hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, ücretli işçileri yapmıştır."(4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince; bir hareket, önder kadroların sınıfsal kökenine bağlı olarak nitelenmez. Önemli olan bu kadroların hangi sınıftan, kattan gelirlerse gelsinler, o hareketin sürecinde hangi sınıfsal temellerden kaynaklanan amaç ve programlara hizmet ettikleridir.
Evet, çokça söylenegeldiği üzere, Anadolu Hareketi'nin önder kadroları, ordu ve bürokrasiden gelmektedirler. Buradan yola çıkarak devletin iki temel kurumu olan bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların, bürokrat ve askerlerin genellikle küçük burjuva hareketin 'ideolojik, sınıfsal' yapısını ve o anlamda niteliğini belirlediği söylenemez.
Küçük burjuva 'ideolojiler'in değil ama, küçük burjuva karakterli çizgilerin tipik 'mızmız'lıkları, yalpalamaları, burjuvazinin gücünü kollamaları ve kovalamaları, ihtilal ve yukarıdan aşağıya girişimcilik darbecilik tablolarıyla küçük burjuvanın çizebileceği çeşitli çizgiler çekmiştir döneme... Ne var ki, olayın sınıfsal niteliği bu çizgilerle değil, dayandığı temel ekonomik ve siyasal olgularca belirlenir ve ol belirlemeler burjuva rotayı ortaya koymaktadır. Önderliğin amaçları, toprak ağaları ve Anadolu komprodor burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin işlevlerini devralmak isteyen İstanbul ticaret burjuvazisinin amaçlarıyla buluşmuş, programın esası, devlet yönetiminde varlık çıkarları temelinde bürokrat ve askerlerin bu amaçlarıyla bütünleşerek oluşmuştur. (5)
Önderlik söz konusu kesimlerin siyasal ifadesi haline gelmiştir. Bu durum, bürokrat kesimin egemenlik güçleriyle ittifakı tarzında şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin görece bağımsızlığına rağmen bir buluşma gündeme geliyordu. Savaştaki ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile söz konusu 'bağımsızlık' artmış, yeni devletin inşasında önemli rol oynamış, onların rahatlığına ve işlevlerindeki hızına hizmet etmiştir.

Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse, bilindiği gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Ancak bu durum her zaman ve her koşulda bu denli yalın ve kaba çizgiler içinde değildir. Ve kendi içinde özgün biçimler oluşturur. Devlet sınıfsal bir baskı örgütlenmesi olduğu ve bu durum uzun vadeli programlarla belirlendiği halde, güncel anlamda toplumdaki diğer kesimlere karşı da yükümlüdür ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır.
Öte yandan devletin iki temel örgütü olan ordu ve bürokrasi de kendi içlerinde kurumsallaşır. Özellikle kapitalizmin güçlerini daha da geliştirip karmaşık bir hale getirdiği bu kurumların yönlendirilmesinin, aralarındaki eşgüdümün sağlanmasının mekanizması, siyasal iktidarın yönetim ve yürütme organıdır. Ve her siyasal iktidar gücünü toplumun egemen sınıflarından aldığı gibi egemen sınıfların bürokrasi, militarizm ve siyasal iktidarla ilişkileri de karmaşık dengeler üzerinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme, egemen sınıflarla ilişkilerinin kuruluşuna, tarihsel gelişimine, toplumun ideolojik, politik, hukuksal, kültürel vb. evrimleriyle toplumdaki güçler dengesine oturur. Günümüzün kapitalist devletlerinde birçok kurumlaşma özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların durumuna göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktaları da taşırlar. Toplumsal evrimdeki farklılıklar, devletin şekillenmesine de yansır. Ancak temelde bir sınıfın, burjuvazinin devleti olma niteliği değişmez.
Devletin yapısındaki karmaşıklık, doğal olarak üst yapı kurumlarına değişen özellikler getirir. Egemen sınıfların devlet içindeki konumlanışına, devletin biçimlenişindeki etkinlik ve rollerine göre bazı özerkliklerde şekillenir. Öte yandan kimi ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık bir karakter arzetmekte iken kimilerinde daha yalındır. Kimi ülkelerde siyasal mekanizmayla egemen sınıfların ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşmasına, siyasal mekanizmaya ve egemen sınıf ilişkilerine bakarken, sorunu bu perspektiflerle ele almak gerekir. Ülkenin toplumsal evriminin koşul ve verilerine ilişkin olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin gerçeklikten uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet Devleti, Osmanlı Devleti'nin sunduğu tarihsel veriler üzerinde varlık kazanmış ve onun kalıcı yanlarını içererek, dinamizm sunabilen yanlarında kısmi değişiklikler yaparak biçimlenmiştir.
Osmanlı devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine palazlandığı, siyasal mekanizmanın asker-bürokrat kadrolarca oluşturulduğu, bu kadroların mevcut belirsizlik ve otorite boşluğu ortamında egemen sınıf gibi davrandığı (aynı zamanda esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı) bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları bu durum, Anadolu Hareketi'nin kadrolarına daha fazla özerklik olanağı tanıyan bir özellikti.
İlk bakışta bu görece özerklik, söz konusu kadroların egemen sınıflarla ilişkilerini gizliyor, onlara bağımsız bir görünüm kazandırıyordu. Gerek bu olgu, gerekse de askeri-siyasi kadroların küçük burjuva kökenli olmaları, siyasi iktidarın ekonomik egemenlik güçlerinden ayrı olarak, küçük burjuvazinin elinde olduğu, (savaşın önderliğinin küçük burjuva kesimince üstlenilmesinin yanı sıra) yeni devletin de 'küçük burjuva diktatörlüğü' olduğu yanılgısına yol açmıştır.
Bu saptama yapılırken, gelişmelerin, siyasal, ekonomik ve sosyal plandaki karar ve uygulamaların, ağırlıklı olarak emekçilere mi yoksa egemen sınıfların çıkarlarına mı hizmet ettiği gözetilmemiş ve yanlış çıkarımlar yapılmıştır.
Öte yandan emperyalizmle acil bütünleşme tavrı, devlet olanaklarının hangi kesimlerin çıkarlarına sunulduğu doğru çözümlenememiştir. 'Kemalislerin' sol tandanslı bazı tavırları da ülkenin yobaz bir çevresince 'komünist' ilan edilmelerine yol açmıştır. Bismarkvari girişimlerle burjuva kültürü, işçi ve köylüye devletin ihsanı olarak sunulmuştur. Bu kültürün en ilkel ve yapay tarzı, bütün topluma şırınga edilmeye çalışılmıştır. Çözümlemelerdeki yanılgıların nedenlerinden biri de bu durum olmuştur. Söz konusu yanılgılar, daha sonraki dönemlerde de değişik şekillerde sürmüştür. İlginç olan, aynı durumun değişik dönemlerde, dönemin koşulları doğrultusunda tümüyle zıt saptamalarla tanımlanabilmesi ya da değişik kesimlerce yadsınması veya savunulmasıdır.
Oysa ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları durumu oldukça somut ifade ediyor: İşçiler, köylüler ulusal gelirden çok az payı alırken, aslan payı toprak ağalarına ve burjuvaziye gitmiştir. 1950'ye kadar ücretliler %70-80 oranında vergi öderken, tüccar ve sanayicilerin ödedikleri vergi tutarı ancak %10'du. Bütçe gelirlerinin en büyük bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı vergiler oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe gelirlerinin %38'i, 1930-34 arasında %28'i, 35-39 arasında ise %27'si dolaylı vergilerden oluşmaktaydı ve yine toplam kredilerin 1924-38 arasında %70'i tarım dışı alana giderken, %19'u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farklılık göstermeyen ama devlet müdahaleciliğinin, liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan yola çıkan değişik klikler oluşmuşsa da, oligarşik ittifakın temelinin (Oluşumunun değil) yeni devletin kuruluşunun hemen akabinde atıldığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin ekonomi anlayışını rehber edinen yeni devletin, bu anlayışı ülke koşulları ve kendi niteliği bağlamında çarpık ve ilkel tarzda hayata geçirmeye çalışmasının yanı sıra, tutarlılık gösterdiği tek konunun anti-komünizm ve şovenizm olduğu gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.

ANADOLU HAREKETİNDEN SONRA ÜLKENİN DURUMU VE ÖNEMLİ GELİŞMELER

A- Bazı Yönleriyle Sürece Bakış
Anadolu Hareketi'nin önderliği, savaştan sonra bu kez daha elverişli koşullar altında ve ülke çapında (ulusal, sınıfsal boyutlar egemen etmenler olmak kaydıyla) sosyal, siyasal, kültürel, psikolojik... bütün düzlemlerde geniş bir önünü açma maratonuna başlamış ve bu maratonu oldukça da hızlı koşmaya çalışmıştır.
Bir yandan her muhalif hareket ezilmeye çalışılırken, öte yandan egemen ittifakın hem dış destek ve bağlantılarının hem de iç işlerlik ve gücünün pekiştirilmesi, yeni devletin bu nitelikler çerçevesinde kurumlaştırılması hedeflenmiştir. Kitlelerin, devletle son derece mesafeli bir konumda, olabildiğince edilgen, seçeneksiz, apolitik bir durağanlık içinde tutulması başlıca amaçlardan biri olmuştur.
Bu yolda oldukça uzun bir süre egemen kesimlerin fraksiyonlaşmasına da izin verilmemiş, yasama, yürütme ve yargı sistematiği de söz konusu amaçlar doğrultusunda ki işlev ve fonksiyonlarla donatılmıştır. Egemenlik, kendi çerçevesi içinde bile herhangi bir muhalefete açık kapı bırakmayarak motorunu taşsız, çakılsız bir kulvarda sürmeyi tercih etmiş, bu durumun yaratacağı toplumsal basıncı bertaraf etmek için de her yöntem sevap sayılmıştır.
Üretim ilişkileri ve üretici güçlerin durumu, belirlenen politikalar kapsamında yukardan aşağıya ve her türlü yapay zorlama yolunun gündeme alınmasından kaçınılmayarak düzenlemeye çalışılmıştır. Üretim araçlarının yine bu temelde beslenip geliştirilecek Türk burjuvazisinin eline geçmesi programı, bir yerde Türk burjuva öncelleriyle kapitalist üretim araçlarının, emperyalizmin suyunu sağladığı bir çorbada buluşturulup (o suyun içinde ve normal gelişim, varlık kazanma, kimliğini yaratma seyrinden yoksun olarak) birbirini geliştirmesi anlamına gelir. "Devlet eliyle fert zengin etmek" şeklinde tanımlanıp meşrulaştırılan bu politikayla, devletin tüm olanakları egemenliğin ve egemen sınıf olma koşullarının ayakları altına serilmiştir.
Sermaye birikimi gereksinimini karşılayabilecek bir dış sömürü olanağı olmadığı için kaçınılmaz olarak bu amaçla emekçi kesimler son sınırına kadar azgın bir sömürü girdabına sokulmuştur. Oldukça dar bir nicel kesimi ifade eden egemen sınıflar ittifakına ilişkin vergiler ancak sembolik rakamlar karşılığı iken, emekçilerin çok az tutulan ücretlerinin üzerine de ağır vergiler yüklenmiş, geniş kitlelerin kullanmak durumunda olduğu temel tüketim mallarına yüksek tekel fiyatları saptanmış, dolaylı vergilerle bu kaynak güçlendirilerek teşvik ve desteklemeler şeklinde egemen kesimin hizmetine sunulmuştur.
Yine bu kesimin pratikte ortaya çıkan sorunlarına ilişkin olarak, vakit geçirilmeksizin yasal düzenlemelere ve yenileştirilmelere gidilmiştir. Devletin bu işlevinin ve egemen kesimlerin önünde onun yolunu açıcı, zemin hazırlayıcı, gücünün elvermediği her noktada onun adına ekonomide de kurumlaşan yedeği olma durumunun 'devletçilik' politikası olarak lanse edilme aldatmacası, daha bu yıllardan itibaren Cumhuriyet sürecinin temel demagojilerinden olmuştur.
Aynı dönemde emperyalizmle ilişkiler, çeşitli politik gerginliklerden ve uluslar arası platformlardaki genel çelişkilerin de yansımasından kaynağını alarak bir türlü Türkiye egemenliğinin istediği rotaya girmemiş, emperyalizmle bütünleşmek için gereken dönüşümler yeterince sağlanamamıştır. II. Bunalım Döneminin özellikleri gereği emperyalist sömürü, alt yapı yatırımlarıyla, ticari plandaki sermaye aktarımı ve dış ticaret açıklarıyla, feodalizmin tasfiyesine yönelinmeden komprador burjuvazi aracılığıyla sürmüştür. Ülkede yaratılan değerler, dolaşım düzeyinde etkin olan ticaret sermayesi aracılığı ile metropollere aktarılmıştır.
Lozan antlaşmasıyla Kürt ulusu, emperyalizmin planı uyarınca dört parçaya bölünmüş olarak konumlandırılmıştır. Bu konumlanışı, öncelikle, tümü yarı sömürge sürecindeki diğer ülkelerin sınırları içinde bırakılmasıyla, (Türkiye Cumhuriyeti Devleti dahil) sözkonusu ülkelere politik planda bir 'rüşvet' olmuştur. Öte yandan, görünürdeki çarpışma gücünün TC. olması ve uzun vadeli hesapları dolayısıyla emperyalizm açısından sürecin önemli bir tercihi olmuştur.
Kürt halkı, Anadolu Hareketi sürecinde hareketin sınırları içinde tutulmuş, fakat açık işgal son bulur bulmaz önderliğin bu konudaki tavrı her açıdan somutlaşmış, 1938'e kadar sürecek olan Kürt İsyanları başlamıştır. Katliamlar, sürgünler birbirini izlemiş, hareketlilik tümüyle yok edilemese de bir süre için büyük ölçüde susturulmuştur, söndürülmüştür.
Yeni devlet Lozan'da, uluslar arası planda hukuksal varlığını meşrulaştırdıktan sonra, 1923 Ekim'inde M. Kemal ve çevresinin senaryosu çerçevesinde TBMM'de Cumhuriyet ilan edilmiştir.
1921 Anayasası'ndan sonra saltanat ve hilafetin kaldırılacağını sezinleyen saltanat ve hilafet yanlılarının çelişkileri, Cumhuriyet'in ilanından sonra doğal olarak artar. Bu gerçeğin, programları açısından pürüz yaratmasını önlemek amacında olan M. Kemal'in politikası gereği, Cumhuriyet'in ilanından kısa bir süre önce Meclis'te subay maaşlarının artırılması gündeme getirilir. Olası çatışmaların önlemini önceden alma politikası, benzer şekilde Lozan'da söz konusu olmuş, İstanbul Hükümeti'nin de çağrılması üzerine alelacele saltanatın kaldırıldığı ilan edilmiştir. Hilafet ise aynı süreçte kaldırılmayıp bu konuda programda olan tavır ileri bir tarihe ertelemiştir.
Böylelikle bir yandan Lozan görüşmelerinde İslam duyarlılığı, hilafet vesilesiyle Ankara Hükümeti'nin kozu olarak cephe tutulmuş, öte yandan aynı davranış, ülkedeki dinci muhalif güçlere yönelik yeni politikanın kademe kademe gündeme sokularak hazmettirilmesi ve olası tavır alışlara meydan verilmemesi avantajı haline getirilmiştir. Dolayısıyla halifelik ancak 31 Mart 1924'te kaldırılmıştır.
Hilafetin kaldırılmasından önce ülkenin çeşitli toplumsal kesimleri bu doğrultuda hazırlanmış, uygun ortam yaratılmıştır. M. Kemal bu kesimlerin en önemli ve etkin olanlarıyla bizzat görüşmeler yapmış, konuya ilişkin olarak onları da arkasına almıştır. Sözgelimi o dönem İzmir'de tatbikatta olan ordunun ileri gelenleriyle, tatbikatı izleme gerekçesiyle, uzun süre birlikte olarak iki ay boyunca hem onlarla hem de basın ve üniversite ileri gelenleriyle konuyu görüşmüş, daha önce aynı konuda çıkan tartışmalar nedeniyle İstiklal Mahkemeleri'nde özellikle basın mensuplarına verilen gözdağı niteliğindeki cezaların yönünü de farklılaştırmaya çalışmıştır. Verilen cezalar ve bunların affından sonra dönem, gözdağının sonuçlarını toplamaya artık oldukça elverişlidir.
Halifeliğin kaldırılmasından kısa bir süre sonra (20 Nisan 1924) yeni Anayasa yürürlüğe sokulmuştur. Demokratik hak ve özgürlüklerin göstermelik biçimde de olsa yer almadığı bu Anayasa'nın TBMM'de tartışılması sırasında, Cumhurbaşkanı'nın ve yürütme organının son derece belirgin olağanüstü yetkilerine ilişkin olarak çıkan tartışmalar nedeniyle Cumhurbaşkanı'nın ve hükümetin yetkileri bir ölçüde kısıtlansa da son çözümlemede durum, diktatörlüğün kabaca tanımlanmasından öte bir anlam ifade etmemektedir. Halk kitleleri üzerinde özellikle yoğunlaşmak kaydıyla, toplumun hiçbir kesiminin hiçbir kıpırdanışına ve muhalefetine izin verilmeyecek mekanizmalar ve yaptırımlar, yeni devletin karakterinin temel faktörleri olarak somutlaşmıştır. Bu durumu sistematize edecek kurumlaşmaların temelleri de yeni devletin temelleriyle özdeşleştirilmiştir. Devletin gelişip kendi doğrultusunda ilerlemesiyle birlikte sözkonusu kurumlaşmalar da gelişmiştir.
Henüz Anadolu Hareketi'nin savaş sürecinde olduğu evrelerde de varlığını çeşitli şekillerde yansıtmış olan kadro çelişkileri, gelişmeler doğrultusunda şiddetlenmiş, ve (17 Kasım) 1924 de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Politik taktiklere ilişkin görüş ayrılıklarının, feodal kurumların tasfiyesi sorununa farklı yaklaşımların yanı sıra Mustafa Kemal'in dar çevresiyle birlikte diğer kadroların fonksiyonlarını dışlayıcı, onları iradesiz ve edilgen bir konuma sokucu tavırları, sorunun özünü oluşturuyordu. Trabzon Burjuvazisi, daha Erzurum Kongresi sırasında kongreye sunduğu bir önergeyle liberalizmi ve ademi merkeziyetçiliği savunmuştur. M. Kemal grubunun merkeziyetçi ve müdahaleci özellikleri karşısında 1922'de belirginleşen grup, TPCF'nin de nüveleri anlamına gelir.
Kurucuları ve yöneticileri içinde Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay'ın da yer aldığı TPCF'yi çeşitli kesimler, Halk Fırkasına karşı yedek bir güç olarak desteklemişlerdir. TPCF'nin kurulmasından sonra İsmet İnönü, sıkıyönetim ilan etmek doğrultusunda görüş belirtmişse de HF grubu bu öneriyi reddetmiştir. Bu, kendi açılarından daha mantıklı ve tutarlı bir yöntemdir. Çünkü henüz egemenlik katmanlarıyla her yönüyle bütünleşmemişler, bağlarını gerektiği şekilde güçlendirme sürecini tamamlamamışlardır.
Öte yandan Lozan görüşmeleri sırasında alınan erken seçim kararı doğrultusunda yapılan seçimlerde, ikinci grup ve eski ittihatçılar Meclis dışı kalmış olsa da, HF içinde henüz tam bir uyum sağlanabilmiş değildir. Dolayısıyla daha kapsamlı bir hesaplaşmanın koşulları olgunlaşmamıştı ve bu gereksinmeleri için 1925 yılına kadar beklemeleri gerekiyordu.
1925, İstanbul proletaryasının grevleri ve Kürt halkının isyanlarıyla başlar. O döneme kadar Kürt Ulusu üzerinde birçok oyun oynanmış ve işçi sınıfının göreli de olsa bazı haklarını gözetmek şöyle dursun, dönemin güçlükleri onların ve diğer emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılmıştır.
Sendikalar kapatılır, kalanların yönetimine hükümetin sadık adamları getirilir, sol örgütlenmeler tasfiye edilir. Fakat elbette bütün bunların ulusal ve sınıfsal fonksiyonların tümüyle ve kalıcı olarak dumura uğratılabilmesi için yeterli olma şansı yoktur. Bu durumun farkında olan hükümet ve egemen sınıflar, iktidarlarını pekiştirmede sözkonusu güçleri ciddi engeller olarak görmeyi sürdürmüşlerdir. Nitekim hükümet, egemen sınıflarla eklemleniş sürecinde ilerlemek, temel dayanaklarından olan Anadolu burjuvazisinin büyük kentlerdeki ticaret burjuvazisiyle öteden beri varlığını koruyan çelişkilerini çözümlemek, emperyalizmle geliştirmek istediği ilişkilerine daha elverişli bir zemin hazırlamak üzere, 'batılılaşma, uygarlaşma' kisvesi altında ülkenin dış görünümünü rötuşlayacak 'reform'ların aksamaması için, 4 Mart 1925'de Takrir-i Sükun yasasını çıkarır ve ülkeyi tam bir terör dönemine sokar.
Bu arada çeşitli toplumsal kesimlere ve sınıflara sus payı niteliğinde ödünler verilmekten de geri durulmaz. Hatta işçi sınıfına yönelik olarak dahi bu kapsamda değerlendirilmesi gereken girişimlerde bulunulur. İçeriği oldukça sınırlı ve göstermelik olan "tatil-i eşgal" yasası çıkarılır. Toprak ağalarına ise Aşar kaldırılarak ödün verilir. Aşar'ın kaldırılması ol güne kadar Meclis'te defalarca görüşüldüğü halde bir sonuç alınmamasına karşın, Kürt İsyanı'nın başlaması üzerine 17 Şubat'ta ivedilikle çözüm bulunur. Takrir-i Sükun yasasının gündeme sokulmasından bir ay sonra ise Ticaret ve Sanayi Odalarının işlerliğini düzenleyen bir yasa çıkarılarak bu odalara bir çok olanak tanınır. Ardından esnaf ve zanaatkarların örgütlenmesi yeni hükümlere bağlanarak bunlar sanayi odalarının denetimine sokulur.
Takrir-i Sükun yasasının çıkarılmasında,o günlerde pratik olarak ülke gündemini devlet açısından en fazla zorlayan tepki olan Şeyh Sait İsyanı'nın önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. Henüz kendi statüsünü ve niteliğini ispatlama çabası içinde olan TC Devletinin, sınırları içinde bırakılmış bir başka ulus üzerinde denetim kuramaması kendisi açısından endişe verici bir olgu idi.
Şeyh Sait Ayaklanması'na ilişkin tartışmalara genel olarak iki noktada yanlışlık yapar.Birincisi, hareketin görünümdeki dinsel motiflerinin niteliği çözümlenmediği için ulusal özelliklerinin küçümsenmemesi, ikincisi ise harekette İngiliz Emperyalizmi'nin rolü ve desteği olduğuna ilişkin savlardır. İkinci savın hatasının temeli, durumun emperyalizmin çıkarları açısından daha geniş ölçekli bir çerçeve içinde değerlendirilememesi, Kürt ulusu topraklarının bir bütün olarak görülememesi, Sovyetler Birliği tehlikesi karşısında emperyalizmin bu bölgede denetim altında tuttuğu devletlerin konumunun zaafa uğramasını tercih etmesinin sözkonusu olmadığının saptanamamasıdır.
Bu savın, bir diğer emperyalist değil de özellikle İngiltere'yi hedeflemesi ise, İngiltere'nin durumuna ilişkin ek faktörler nedeniyle yanılgının önemini artırmaktadır. Çünkü öncelikle I. Paylaşım Savaşının nedenlerinden biri olan Kürdistan'da (hangi yöresinde başlarsa başlasın) gündeme gelen bir ayaklanmanın bütün Kürtleri hareketliliğe sevkedebileceği gerçeğinin görülmesi gerekir. Fakat tersinden bakarsak, savunulduğu gibi olayın sadece dinsel faktörlerini ele aldığımızda ve halifeliğin tekrar tesisinin istendiğini varsaydığımızda, bu durumun en fazla İngiltere'nin çıkarlarını etkileyeceği görülecektir. Çünkü İngiliz Emperyalizminin egemenliği altındaki ülkelerde daha fazla Müslüman vardır.
Sonuç olarak,iki yıllığına çıkartılan fakat 1927'de iki yıl daha uzatılan Takrir'i Sükun yasası şöyle demektedir: "Gericilik ve isyana ve memleketin iç düzenini, huzur ve dinginliğini ve emniyet ve güvenliğini bozmaya neden olacak bütün örgütlenme, kışkırtma ve girişimleri ve yayınları hükümet, Cumhurbaşkanı'nın onayı ile doğrudan doğruya ve idareten yasaklamaya yetkilidir. Bu fiillere katılanları İstiklal Mahkemesi'ne verebilir." Burada da görüldüğü gibi Cumhuriyet tarihinde başlangıçtan günümüze, toplumsal hareketliliklerin de sol varlık ve eylemlerin de bastırılmasına yönelik girişimlerde 'irtica' motifinin vazgeçilmez öğe olarak kullanılmayı sürdürmesi, özelde incelenmesi gereken bir durum halini almıştır.
Takrir-i Sükun yasasının uygulanmasının uzatılmasını isteyen İsmet İnönü, amacı 1927 yılında şöyle açıklamaktadır: "İki yıl önce karşısında bulunduğumuz olayların en önemlisi Şeyh Sait Ayaklanması ile beliren eylem değildi. Asıl tehlike memleketin genel yaşantısında meydana gelen karışıklıktı, anarşik durumdu. Bu, memleketin birçok zamanlardan beri politik yaşantısına musallat olan başlıca derttir. Memleketin gelişip ilerlemesine ve samimi düzeltme isteklerinin bütün çabalarına engel olan budur. Ve bu, küçük çıkarları işletmeye alışmış soysuz aydınlarla, vicdan özgürlüğünü başkalarının vicdanına saldırmak için araç sayan politikacıların faaliyetidir."…. "Asıl tehlike, anarşistlerin, karıştırıcıların sağlıklı insan topluluklarının kafasına durmadan vurmalarında ve fakat düzenbaz bir saldırıcı olarak 'ne vuruyorsunuz' diye bağırmalarındadır. Aldığımız tedbir, yalnız doğudaki davranışın değil, memleketin gelişip ilerlemesine başlıca engel olan sosyal düzendeki karışıklığın ortadan kalkmasını sağlamıştır."
Takrir-i Sükun yasallaşır yasallaşmaz doğal olarak ilk yönelimi solculara olmuş ve ilk elde 83 solcu tutuklanarak İstiklal Mahkemesi'ne verilmiştir. Böylelikle, o döneme kadar legal konumdaki sol hareket, tutuklamalar sonucu geride kalan çok az sayıda kadrosuyla illegal konuma düşmüştür. T.C tarihine '1927 Komünist Tevkifatı' olarak geçen olay doğmuştur. Önemli ölçüde sindirilen TKP, 1930 Serbest Fırka denemesiyle tekrar su yüzüne çıkma girişimlerinde bulunsa da, 1930'dan sonra objektif olarak kendini feshetmiştir. Aralarından bazıları da, girdikleri cezaevlerinde başlamak üzere burjuvazinin ideologluğuna soyunmuş, bu durum, giderek TKP'nin bir anlamda resmi yazgısı haline gelmiş ve TKP daha sonraki dönemlerde de burjuvaziye ideolog üreten bir kurum haline gelmiştir.
Yasanın çıkmasından hemen sonra basına karşı 'cihad açılmış, gazeteler kapatılmış, gazeteler İstiklal Mahkemesine verilmiş, Kürt İsyanına karşı daha ilk günden Ankara Hükümeti'nin politikasını destekleyen 'Orak-Çekiç' te dahil olmak üzere her düzeydeki muhalif yayının kapısına kilit asılmıştır. İstanbul gazete ve dergileri olan Tevhid-i Efkar, İstiklal, Son Telgraf, Aydınlık, Orak Çekiç, Sebilürreşat'ın ilk elde kapatılmasının ardından, değişik yörelerde yayınlanmakta olan Yoldaş, Presse de Soir, Resimli Ay, Millet, Sada-yı Hak, Doğru Öz, Kahkaha, İstikbal, Tok Söz, Sayha gibi yayınlar da kapatılmış, benzer işlemlere tabi tutulmuşlardır.
Öte yandan TPCF'ye yönelik olarak kapsamlı bir tavrın uygulamaya sokulmasından da kaçınılmamıştır. Önce Kürt İsyanı'nı destekledikleri gerekçesiyle Şark İstiklal Mahkemesi'nin verdiği kapatma kararı, aynı günlerde hükümet tarafından da benimsenmiş ve yürürlüğe konmuştur. 17 Haziran 1926 tarihinde ise "İzmir Suikastı" gerekçesiyle, hem ittihatçılar ve hem de içlerindeki Anadolu Hareketinin önder kadroları olmak üzere bütün TPCF yöneticileri, İstiklal mahkemelerine verilerek yargılanmışlardır. İstiklal Mahkemeleri'nin verdiği idam ve hapis cezalarıyla, özünde egemenliği elinde tutanlardan farklı bir niteliği olmayan bu kesim, karşıt tutumları dolayısıyla sindirilmiştir.
Sürecin en önemli baskı ve terör organı olan İstiklal Mahkemeleri, daha sonraki sıkıyönetim mahkemelerinin kendi koşullarına uygun öncelidir. Bu mahkemeler daha savaş yılları sırasında kurulmuştur. Niteliği üzerine fikir oluşturabilmek için, sözkonusu yıllarda bu mahkemelerin isimlerinin belirlenmesi için yapılan çalışmalarda "terör mahkemeleri" adının tartışılmasına bakmak yeterlidir. İstiklal Mahkemeleri, Meclis'ten seçimle gelen bir başkan, bir savcı ve iki üye ile bir de yedek üyeden oluşmaktadır. Görülen davalarda yasal engel olmamasına karşın avukat bulundurulmamaktadır ve verilen cezalar genellikle hemen infaz edilirdi. Hukuki bir dayanağı olmayan bu mahkemeler, görev bölgesi olarak saptanmış alan içinde şehir şehir gezerek çalışırlardı.
Verdikleri cezalara rakamlar açısından bir göz atıp bu doğrultuda fikir edinmek istediğimizde, karşımıza çıkan tablo ürkütücüdür. Sözgelimi Takrir-i Sükun döneminde, Şark İstiklal Mahkemesi iki yılda 5010 kişiyi yargılayıp bunların 2779'u hakkında beraat, 420'si hakkında idam kararı vermiştir. Asker kaçaklarına verilen yoğun idam cezalarının bu rakamlara dahil olmadığını da belirtmeliyiz. Sadece bu mahkeme, son altı ayında 131 kişiye askerden kaçtıkları için idam cezası vermiştir. Askerlik ve insanların silah altında tutulması, savaştırabilmesi olgusuna, 'Kemalizm'i incelerken Anadolu insanının savaş karşısındaki konumunu belirlemenin önemi açısından değinmiştik. Ankara İstiklal Mahkemesi ise iki yıl içinde 2436 kişiyi yargılamış, bunlardan 1343 kişiye beraat, 240 kişiye idam cezası vermiştir. Yine asker kaçaklarının durumu bu rakamların dışındadır.
İstiklal Mahkemeleri, hükümete (daha doğru bir tanımla Mustafa Kemal'e) karşı sorumlu olarak çalışmaktadırlar. Bu mahkemelerin bağımsızlık olgusu açısından sergiledikleri vahim durumu ve o bağlamda ne ölçüde mahkeme, ne ölçüde terör ve infaz kurumu olduğunu bir örnekle açıklamak gerekirse; sözgelimi İzmir Suikastı Davası'na bakan İstiklal Mahkemesi'nin bir oturumunda, Kazım Karabekir, sorgusu sırasında: "Parti kurdurmak hükümetin elindeydi, kurulurken cesaret verenlerin başında hükümet vardı" der. Çeşme'de bulunan Mustafa Kemal, Karabekir Paşa'nın bu sözlerini duyunca çok sinirlenir ve bu tarz konuşmasına izin verdikleri için mahkemeyi suçlar, mahkeme kurulunun Çeşme'ye getirilmesini emreder. O gece verilecek balo gerekçe gösterilerek İstiklal Mahkemesi üyeleri Çeşme'ye getirilir. Mustafa Kemal onları bir odaya aldırtarak çok sert bir şekilde azarlar. Mahkeme Kurulu'nun baloda daha fazla duracak hali kalmamıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın önünden geçip gitmeye de cesaret edemezler ve pencereden atlayarak dışarıya çıkar, kimseye görünmeden Çeşme'yi terk ederler. [1]
Bu dönemde "devrim" olarak lanse edilen bir dizi batı adaptasyonunun halk kitleleri tarafından kısa sürede 'kabul' görmesi ve hayata geçirilmesi için, yenileştirme seferberliği, baskı ve zor seferberliği ile aynı paralelde ve aynı ağırlık içinde uygulanmıştır. Sözgelimi 'şapka devrimi' nedeniyle, bu konudaki yasanın çıkarılmasının hemen ardından Erzurum'da çıkan karışıklıklardan sonra hızla yargılanan sanıklar hakkındaki karar üç gün sonra açıklanmıştır. Bu ilk "hüküm"e göre üç kişi idam, iki kişi de onar yıl cezaya çarptırılmıştır. Bu tarz cezalar, yurdun pek çok yöresinde "seyyar" İstiklal Mahkemeleri tarafından oldukça sık ve yoğun bir biçimde verilmiş olup, ceza nedenleri ve cezanın ağırlığı karşılaştırıldığında, Cumhuriyetin niteliği ve programının anlaşılması yolunda önemli bir kesit sunacak, ciddi verilerle yüklü bir tablo ortaya çıkacaktır.
Aynı yılın Kasım ayında ise "Tekke ve zaviyelerle türbelerin reddine ve türbedanlıklarla bir takım ünvanların men ve ilgasına dair" yasa çıkartılarak din adamlarının etkinliklerine önemli bir darbe indirilmiştir.
Bunların dışında, emperyalizmle eklemlenmenin zemini, 'Batılılaşma' programı olarak lanse edilen uygulamalar çerçevesinde hızla yaratılmaya çalışılmıştır. Hafta tatili cumadan pazara alınmış, saat ve takvimde Batı Modeli benimsenmiştir. 1926 yılında İsviçre yasalarından kopya edilen "Medeni Kanun" ve "Borçlar Kanunu", Mussolini pratiğinin ifadesi olan İtalyan Ceza Kanunu ve yine İtalyan ve Alman yasalarından kopya edilen Ticaret Kanunu çıkarılmıştır. İzleyen yıllarda ise, Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usulleri, Deniz Ticaret, İcra ve İflas gibi mülkiyet kurallarını burjuva anlamda güvenceye alan yasalar çıkarılmıştır. Okuma yazma oranının son derece düşük olduğu bu dönemde Latin harfleri ve rakamları benimsenerek 'Batılılaşma' sürdürülmüştür.
Bu zorba 'reformizm' değerlendirilirken, Anadolu Hareketi'nin ve CHF'nin sınıfsal niteliği gözden kaçırılarak, sol'un özgücüne güvenmeyip dışındaki güçlerden medet umma tavrı, bir anlayış, bir çizgi haline getirilmiş, uzun yıllar bu bağlamda karşı-devrime azımsanmayacak bir hizmet paketi sunulmuştur. Bir ülkenin burjuvazisinin de, devlet erkinin fonksiyonerlerinin de, sol'ununda, potansiyel zaafları ve çeşitli biçimlerde kendi dışındaki güçlere bel bağlama tavrı, yelpazenin bütününde bağımlılık kimliği olarak ancak bu denli somutlaşabilirdi..
Çağdaşlaşma ve Batılılaşma kavramlarının ne denli gerçeklerden uzak olduğu; çağdaşlaşmanın üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişimi doğrultusunda toplumun evrimleşmesi sayesinde kazandığı dinamiklere bağlı olarak gerçeklik kazandığı, aksi taktirde sübjektif çerçevede dahi yapay kalacağı kesindir. Bu durum için laiklik konusundaki gelişmeleri gözlemlemek, önemli bir veri olacaktır.
Laiklik, feodal bir kurum ve ilişkilerin tasfiyesine bağlı olarak gündeme gelebilir. Oysa T. C. devletinin feodalizmi tasfiye etmek (edebilmek) şöyle dursun, iktidarlarını pekiştirmek için feodal güçlere de gereksinimi olmuş ve bu kesimler çeşitli ödünlerle beslenmişlerdir. Burjuva karaktere oturma amaç ve çabası da; burjuvazinin egemenlik bloğundaki etkinliği ve potansiyel gücü de bu gerçeği ortadan kaldıramaz.
Nitekim çelişkinin niteliğini çarpıtarak bir pratik yaratma işlevinin kaçınılmaz paradoksu, laiklik konusunda bütün T. C. tarihi boyunca ilginç görünümler sunmuştur. Bu yolda başlatılan hareketler, eğitimsiz ve bu konuda ilerleme koşulları olmayan kitlelerce, insanca saldırı biçiminde görülmüş, kendine laik diyen bir devletle laik olmayan bir toplum karşı karşıya kalmış, dine ilişkin konulardaki biçimsel düzenlemeler, baskı ve zor yoluyla uygulattırılmaya çalışılmıştır.
Kaldı ki verili koşulların bu tablosunda devletin de laik olabilmesi söz konusu değildir. Nitekim laiklik uygulamaları ancak çarpık kapitalist oluşumların önünü açma konusunda işlevi olabilen bir sonuç yaratmış, ama aynı zamanda bu 'laik devlet', din unsurunun egemen sınıflarca kitleleri pasifize etmenin ve uyutmanın bir aracı olarak kullanmanın bir aracı olarak kullanılmasının kurumu olmuş, din ve mezhep farklılıklarından yola çıkılarak toplumsal çelişkilerin yönünün saptırılması da cazip bir yöntem olarak kullanılmaya devam etmiştir.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, bir partinin sınıfsal konumunu, niteliğini belirleyen, onun ideolojik-politik çizgisi ve programıdır. Bu temelde, bir siyasal örgütlenmenin egemen sınıfların aygıtı olup olmadığını belirlemek, söz konusu örgütlenmenin yönetim mekanizmalarında, (egemen sınıfların üretim ilişkileri içindeki konumlanışına uygun olarak) sözgelimi mutlaka sermayedarların olması gerekmez. Esas olan, idare erkinin bu sınıfların çıkarlarının temsil edip etmediği, ona hizmet edip etmediğidir.
Bir partinin sınıflarla somut organik ilişkileri olmasının koşul olarak görmemek gerektiği gibi, bir ülkede aynı sınıfın hizmetinde olan birden fazla parti de olabilir. Bu örgütlenmelerin hemen hepsi egemen sınıf veya katlar tarafından çeşitli şekillerde desteklenir. Birden fazla partinin bulunması, bu partilerin (aralarında nitelik olarak bir farklılık olmamasına rağmen) programlarının göreli değişiklikleriyle ülkenin ekonomik-politik ve toplumsal temelde değişik dönemlerinin 'alternatif' yedek aygıtları olarak var olması ve toplumsal muhalefetlerin bu düzen içi seçeneklerde boğulması, çok partililiği, egemen sınıflar açısından genellikle daha cazip kılar. Elbette bu arada, söz konusu partilerin iktidar yarışının şiddeti içinde sınıf çıkarlarını zedelememeleri, temel ilkedir.
Günümüzde de tümüyle egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda varlık kazanmış, kendilerini bu şekilde programlamış olan partilerin hepsi, Oligarşi tarafından değişik ölçülerle ve çeşitli biçimlerde desteklenmektedir. Güncel gereklilikler paralelinde hangi partiye destekle öncelik tanınacağı, hangi partinin ne oranda arkasında olunacağı, hangi partiye ne şekilde müdahale edileceği (yönlendirileceği) belirlenmekte, iktidar partisi veya iktidar partileri seçenekleri de, bu faktörler ışığında saptanmaktadır
. Partilerin birbirleriyle mücadelelerinin kurallarını saptadıktan sonra güncel gelişmelere genellikle karışmayan egemen sınıflar, gerekli gördükleri durumlarda da fiili hakemlik rolünü oynarlar. Programlara açıkça müdahale ettikleri, eleştirdikleri ve somut programları bizzat ortaya koydukları da olur.
Ülkemizde de Halk Fırkası, Cumhuriyet Halk Partisi, ideolojik politik çizgisiyle, programlarıyla, egemen sınıfların, burjuvazi ve toprak ağalarının siyasal örgütlenmesi olmuştur. CHP, Takrir-i Sükun sayesinde bu sınıflarla ilişkilerini her açıdan pekiştirme, muhaliflerini bertaraf etme ve politik arenada tek parti olma mücadelesi vermiştir. Kaldı ki bu parti, egemen sınıflarla organik ilişkisi olmayan, sadece ideolojisiyle ve programıyla onlar için yönetmeye aday bir örgütlenme değildir. Anadolu burjuvazisinin, İstanbul ticaret burjuvazisinin bir kesiminin ve toprak ağalarının önemli kesiminin somut desteğine sahiptir. Ayrıca CHP'nin bütün hızlı ve etkin reformlar gerçekleştirme görüntüsüne karşın, bu girişimlerin ülkedeki sınıf dokusuna yönelik bir nitelik taşımamasının altı iyice çizilmelidir. Bir toprak reformunun gündeme gelmesi veya sözgelimi dış ticaretin ulusallaştırılması gibi radikal nitelikli tavırların değil, yüzeysel ve biçimsel konularda radikal yöntemli yaptırımların uygulandığını görüyoruz.

B- Feodal Güçlere İlişkin Tavır
Ticarileşme derecesini ve tarımı etkileyen faktörlerin en önemlisi, toprağın tasarruf biçimidir. Tarım, sözkonusu tarihsel dönemde, dünya ekonomisi ile ilişkide seçeneksiz bir alan durumundaydı. Ekonomik birikim yalnız tarım sektöründe yaratılabiliyordu. Sürekli, kalıcı nitelik taşıması mümkün olmayan bu durum çerçevesinde, 1920'ler Türkiye'sinin tarihsel kesitinde, gerekli ticari üretim düzeyine ulaşılması yalnızca tarım sektöründe olasıydı. Türkiye'de iş yapan ticaret sermayesi, diğer sektörlere nazaran tarımda hem daha yüksek kar oranı hem de daha büyük bir hacim elde edebildi. I. Paylaşım Savaşı başlarına doğru, büyük toprak sahibi ağalar (köy nüfusunun %1'i) tüm işlenen toprakların %39,3'ünü, küçük toprak ağaları ve zengin köylüler (%4), toprakların %26,2'isini ellerinde tutuyorlar, köylü ailelerinin (köy nüfusunun %95'i), payına ise işlenen toprakların %34,5'i kalıyordu.
1920'li yılların sonu ile 1930'lu yılların başında ise Türkiye'de büyük toprak ağaları tüm işlenebilir arazinin %40-50 sine sahipti. Orta çiftçi, işlenebilir toprağın %40'ına, tarım nüfusunun %65-70'ini oluşturan yoksul köylüler ise, işlenebilir toprağın %5-10'una sahipti. 1927 sayımına göre nüfusun %83,7'si kırsal bölgelerde yaşıyordu. Ekilebilir arazi bütün arazinin %38'i idi. Fiilen ekilen topraklar ise bütün ülke topraklarının ancak %4,86'sından ibaretti.
Bu durum, tarımsal planda feodalizmin etkinliğinin önemli bir göstergesidir. Ülkemizde fiilen kullanılan toprakların son sınırına gelinmesi özellikle 1950'lerden itibaren başlayan döneme denk düşer. 1920'ler ise bu olgudan henüz oldukça uzaktır. Ormanlar toprakların %18'ini, mezralar %35'ini, dağlar yararlanılmayan alanlar %13'ünü ve göller, bataklıklar %1'ini oluşturuyordu. Tahıl, fiilen ekilen alanın %90'ına yakınını, bakliyat %3,9'unu, sanayi bitkileri %6,6'sını kap
sıyordu. 1932 sonrasında, toprağın büyük ölçüde toprak sahiplerinin elinde yoğunlaşması hızlanmıştır.
Türkiye'de tarımsal yapı, bölgesel farklılıklar gösterir. Ortakçılıkla işletilen büyük mülkler yaygınlaşırken, ücretli işçi kullanan az sayıda kapitalist çiftlik ve yine yaygın küçük köylü üretimi mevcuttur. Tahıl üreten bölgelerde ve sınai ürünü üreten kıyı bölgelerinde de toprak kirası (rant) kural olarak ürünün 1/3'ünü, ½'sini oluşturmaktaydı. Ortakçılık kirası, feodal nitelik taşımakta ve köylülüğün artı ürününü aldıktan sonra köylü içir zorunlu geçim payının da önemli bir bölümünü kaplamaktadır. Türkiye'de yarıcılık, kesimcilik, marabacılık vb. şekillerle adlandırılan ortakçılık, aynı zamanda köylünün sömürülme tarzında bir geçiş biçimidir. Ve kapitalist üretim ilişkileri sürecine doğru bir evrimi simgeler. Bu dönemde ise ortakçılık, Kürdistan'ın dağınık nüfuslu dağlık doğu bölgelerinde ve güneydoğu yerleşiminde yarı-feodal bir ticaret anlaşması olarak sürdürülüyordu.
"Türkiye değişik toplumsal ekonomik biçimlerin alaca bulaca birleşmesiyle karışık bir örgüyü temsil ediyor. Doğu illerinde, Kürdistan'da ve Akdeniz'in bazı bölgelerinde henüz az bozulmuş doğal ekonomi temelinde çoban kabile biçimi ve feodal ekonomi görüyoruz." (2) Bu şekilde yarı-feodal ilişkilerin egemenliği temelinde, tefecilikle uyum sağlamış ortakçılık, köylülüğün sömürülmesinin başta gelen biçimi olmuştur. Ege ve Akdeniz'in verimli ovalarında, özellikle emek-yoğun ticari ürünlerin yetiştirilmesinde de ortakçılık daha çok sözleşmeli işgücü biçiminde gerçekleştiriliyordu. Böylece, genel olarak toprak kiracılığı biçimindeki küçük köylü işletmelerinin egemenliği ortaya çıkıyordu.
1922'de yapılan bir araştırmaya göre aile başına işlenen ortalama toprak miktarı 25 dönümdü. Bu durum, bölgelere göre değişiklik göstermekteydi. Büyük toprak mülkiyeti hızla büyümesine karşın bu toprakların kullanımında farklı bir gelişme görülüyordu. Ortakçılık anlaşmaları nedeniyle bu topraklar, genellikle parçalanarak işleniyordu. Diğer büyük toprak dağılımına baktığımızda ise; Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, ticari olmayan, yarı feodal tasarruf kategorisine denk düşen büyük mülklerin, kiracılık anlaşmalarıyla küçük birimler halinde işletilmekte olduğunu görürüz. Ticarileşmiş ortakçılıkta ürün cinsinin (pamukta olduğu gibi) belli bir mevsimde değil, tüm yıl boyunca emek gerektirdiği durumlarda, büyük çiftlikler yapısını korumuştur.
Tarım kesimindeki başlıca olgu, hangi biçimiyle olursa olsun büyük toprak mülkiyetinin sağlama bağlanması ve kullanma düzeyinde ortakçılıkla parçalanmasıydı. Gerçekte toprak kiracılığı biçimleriyle küçük tarımsal işletmelerin yaygınlığı, büyük toprak mülkiyetini koruyan bir olguydu. Büyük toprak mülkiyeti Anadolu Hareketi'ne katılan eşrafın, malını mülkünü bırakıp kaçan Rum ve Ermeniler'in boşalttıkları arazileri ve mücadeleye katılmayan bir kısım eşrafın topraklarını işgal etmesi şeklinde iki biçimde oluştu. Öyle ki, eşrafın temsilcileri, TBMM'de, azınlıklardan geriye kalan toprakların bir bölümünün savaşta ölen askerlerin dul eş ve yetim çocuklarına bağışlanması yolundaki öneriyi dahi reddetmişlerdir.
Bunun yanı sıra, Yunanistan'la yapılan insan değiş-tokuşu sonucu yurda gelen göçmenlere toprak dağıtılması zorunlu kılınmıştır. 600.000 hektardan çok toprak bu şekilde dağıtılır. Ancak devlet bu toprak sahiplerine tapu vermekten kaçınır, göçmenler hep tapusuz ve topraklarının kadastrosu yapılmamış durumda kalır. Büyük toprak sahiplerinin, göçmenlerin arazileri işlenir hale getirmeleriyle birlikte bu topraklar üzerinde hak iddia etmeye başladıkları görülür ve bu topraklara el koyarak göçmenleri ortakçılar haline getirirler.
Büyük toprak sahipleri, 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu temel alınarak hazırlanan Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden yararlanarak, topraklarının durumu hukuki açıdan da sağlama bağlamışlardır. "Devrim Kanunu" olarak yıllarca söz edilen bu yasayla, toprak üzerinde özel mülkiyet haklarının güvence altına alınmasının, kamu topraklarının ağaların mülkiyetine geçirilmesinin yasal hükümleri getirilmiştir. 1924 Anayasası her türlü "istimlak" durumunda "tam ve peşin olarak" bedelin ödeneceğini hükme bağlayarak, büyük toprak sahiplerini herhangi bir toprak reformuna karşı fiilen güvence altına alınmıştır.
Toprak reformu hakkında CHP'nin önde gelen milletvekili ve sözcülerinden Mazhar Müfit'le 1923 yılında geçen konuşmalarını Sabiha Sertel şöyle anlatmaktadır. "Müfit bu defa kızmadı. Düşünerek cevap verdi. M.Kemal bir çok reformlar yapmak istiyor, toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt vekillerinden Fevzi Beyler ve diğerleriyle konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi çok çetin bir mesele, bu reformu ele almak, bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapattık" Bu sözler, Türkiye'nin hep gündeminde olan ama ilginç bir biçimde bir türlü gerçekleştirilemeyen Toprak Reformu konusunun boyutlarını güzel koymuyor mu?....
İktidarın sınıfsal bileşiminin bir ayağını toprak ağaları oluşturunca, hükümetten toprak reformu beklemek 'abesle iştigal'dir. Ayrıca büyük toprak sahiplerinin, devlet topraklarını gasbetmesine ve küçük toprak sahiplerinin ortakçı durumuna getirilmesine göz yumulduğu gibi, bunlara çeşitli biçimlerde etkin yardım ve teşvikler de yapılmıştır.
Devletin tarıma ilişkin stratejisi dört politik çizgiden oluşmaktaydı: 1) Devletin, tarım girdilerinin sağlanması üzerindeki etkileri, 2) Tarım ürünlerinin pazarlanmasında etkili olan devlet politikaları, 3) Tarım kesimini ilgilendiren girdilerin Pazar fiyatlarının devletçe düzenlenmesi ve ya ondan etkilenmesi, 4) Vergilerle tarımsal üretimin bir kısmına aynen ve ya nakit olarak el konulması... Tarım alanında büyük toprak sahiplerine böylece etkin bir devlet desteği sağlanmış oluyordu.
1924'te kabul edilen bir yasaya göre; a) Bir çift öküzü olan çiftçi en az yüz dönüm toprak işlemekle yükümlü tutuluyor, b) Savaş yetimleri, dullar ve sakatlara ait topraklarda, her köylünün, haftada bir gün çalışması şartı getiriliyor, c) Devlete ait girişimlerde ilk 6000 TL. için 250 dönüm, ilave her 100TL. için de 25 dönüm toprak işlemesi zorunlu tutuluyor, d) Belediye Meclislerine, çiftçiye Ziraat Bankası kanalıyla tarım makine ve aletleri sağlamada yardımcı olma görevi veriliyordu.
Hükümet,üretici güçlerinin gelişmesine en belirgin katkıyı traktör alımındaki nakit para teşvikiyle geliştirdi. Ayrıca tarımsal araştırma merkezleri, denetleme çiftlikleri, danışma kurulları kurdu. Tohum dağıtıp belirli ürünlerin yetiştirilmesini teşvik etti. 1927 yılında Tarım Bakanlığı bütçesi ancak 5.727.000 TL. iken, makine kullanan çiftçiye devlet, 1926-30 yılları arasında 6.652.181 TL. hazine yardımı yapmıştır. 1930'lu yıllarda ise, traktör sahiplerine yapılan bu hazine yardımı kaldırılıyor, kaldırıldığı için de traktör sahibi çiftçilere 7.700.000 TL. tazminat ödeniyordu. Yine 1924 yılında kabul edilen yasaya göre 50 hektardan fazla toprakta işletme yapan çiftçi veya yardımcısı askerlikten muaf tutuluyor, ayrıca 20 hektardan büyük tarımsal araziyi makineyle işleyen çiftçilerin traktör vb. tarım makinelerinin yakıtları vergiden bağışık tutuluyordu. 17 Şubat 1925 tarihinde ise büyük toprak sahiplerinin uzun zamandır istediği gibi aşar kaldırılmış, yerine nakit olarak ödeme yapılan bir vergi konmuştur.
Buna göre, pazara sunulduğunda geniş kitlelerin kullandığı tahıl %10 vergilendirilirken, sanayi için kullanılan ve emperyalist ülkelere ihraç edilen sanayi ürünleri %7 olarak vergilendirilmiştir. Fakat bu vergi de bir yıl sonra kaldırılmıştır. Aşarın kaldırılmasıyla azalan devlet geliri, geniş emekçi kitlelerinin kullandığı tekel ürünlerinin fiyatının yüksek tutulması yoluyla sağlanan satış vergileri ile karşılanmıştır. Cumhuriyet'le birlikte büyük toprak sahiplerinin ödediği vergi oranı sürekli düşmüştür. Tarımda alınan arazi vb. dolaysız vergilerin gelirlere oranı 1924'te %27,5 iken, bu oran 1930'da %10'a düşmüştür.
Büyük toprak sahipleri bütün bunların yanı sıra, yüksek tutulan banka kredileriyle de desteklenmiştir. Çiftçilere kredi vermek amacıyla Ankara'ya taşınan ve yeniden örgütlendirilen Ziraat Bankası'nın yönetim kurulunu, Anadolu eşrafı, tüccar ve Konya mebusları oluşturuyordu. Büyük toprak sahiplerinin yönetimi oluşturduğu Ziraat Bankası'nın tarım kredileri, 1926 yılında 13 milyon TL. den 1930 yıllarında 29 milyon TL. ye çıkarılmıştır. Ziraat Bankası kredileri tümüyle büyük toprak sahiplerine gitmiş, tefeci sermayesi olarak kullanılmıştır. Bu bankanın tüzüğüne göre kredi kullanabilmek için ya kişisel kefil, ya da ipotek edilecek gayri menkul göstermek gerekiyordu. Bu durum doğal olarak küçük köylünün, banka kredisinden yararlanmasının önünde engeldi. Bankadan %12 faizle kredi alan eşraf, kefil göstermediği için bankadan kredi alamayan köylüye %200'e kadar varan faizle borç vererek, köylüyü her bakımdan kendine bağlayıp ağır bir sömürü altında tutuyordu.
Demiryolları yapımı, büyük toprak sahiplerinin İzmir İktisat Kongresi'ndeki en önemli istemlerinden biriydi. Bu dönemde Hükümet, 4000 km. yi bulacak demiryolu hattının yapımını kararlaştırmıştır. Ve 1929'a gelindiğinde 1000 km'nin yapımı tamamlanmış, geri kalanın inşaatı ise sürmektedir. O zamanın deyimiyle "şimendifer politikası"nın amacı, her ne kadar askeri gereksinmelerle açıklansa da, gerçekte; iç pazarı bütünleştirmeye, emperyalizmle bağları güçlendirmeye ve Kürdistan'a ilişkin sömürü politikalarına yönelikti. Böylece iç bölgelerdeki tarım ürünlerinin pazarlanması sağlanacak, gerekli iç Pazar aktarımlarının yanı sıra, emperyalizmin ülke üzerindeki işlevlerinin alt yapısı oluşturulacaktı...
1930 yılları başında meta ekonomisinin gelişmesinin yanı sıra, bir iç Pazar ve hatta emek gücü pazarı oluşturma süreci hızlanmıştır. Ancak ülkede kapitalist mülkiyet hala oldukça zayıftı. Devletin büyük destek sağladığı toprak ağası, tefeci ve zengin köylüler tarafından mülksüz bırakılan Türk ve Kürt köylülerinin tarımdaki konumu değişmemiş ve yarı feodal bağımlılık sürmüştür.
Bu dönemin tarım politikasını bir Sovyet araştırmacı şöyle özetler: "Bu ülke Asya'daki bir çok genç egemen devletten farklı olarak tropik Afrika ülkeleri bir yana, örneğin Hindistan, Pakistan ya da Burma'ya göre 2-3 kez daha çok kapitalist gelişmenin 'tarihsel stajına' sahip. Türkiye'de tarımsal devrim tamamlanamadı. Son zamanlara kadar köylülerin baskısı zayıf oldu. Yeni toprakların kazanılması ve kolonizasyonu, Türkiye kırlarında tarımsal devrimin ortaya çıkmasını ertelemeye yarayan sübab işlevini gördü. Bunun sonucu olarak Türkiyeli toprak ağaları 30-40 yıl görece sakin bir dönem geçirdi, ve bu dönemde yavaş yavaş kapitalist yönde evrim gösterdiler. Başka bir deyişle, bu ülkedeki eşit etkili sınıf mücadelesi, büyük toprak sahipleri sınıfının, toprak üzerindeki tekelini tümüyle korumayı başarması ve köylülüğün yıkımı ve farklılaşması ile aynı zamanda, tedricen kapitalist işletmelere dönüşmesiyle sonuçlandı."

C- Burjuva Kesime Yönelik Tutum

a) Teşvik ve Destekler:
Anadolu Hareketi'nin temel amaçlarından olan azınlık burjuvazisinin yerini Türk burjuvazisinin alması, bu dönemde önemli ölçüde gerçekleşmiştir. Yine ülkeyi emperyalist-kapitalist sistemin parçası haline getirme amacının bir kısmını oluşturan çeşitli hukuki düzenlemelerden daha önce söz etmiştik. Ayrıca, yerli sermaye birikiminin sağlanması için devletin tüm olanakları teşvik, destekleme vb. şeklinde burjuvazi tarafından kullanılmıştır.
Kapitalist bir yapının gerçeklik kazanması için, üretim düzeyinin düşük olduğu el zanaatlarının fabrikasyona geçişi zorunludur. Bu gerçeğin farkında olan burjuvazi, sanayi alt yapısı oluşturma amacı gütmüş olsa da ülkedeki geleneksel zanaat, fabrika sanayisine dönüşme birikimi ve dinamikleri taşımıyordu.
Bu konuda 1938 yılındaki bir Amerikan Komisyon raporunda şöyle deniliyor: "Türkiye hammadde üretiyor ve bunu daha da artırabilir. Ama bugüne değin üretimin genişlemesi için gerekli ne yeteneği ne sermayesi ne de gücü vardır."
1. Paylaşım Savaşına kadar Türkiye'nin imalat sanayi, İstanbul ve İzmir'de (tüm işletmelerin %75'i) yoğunlaşmıştı. İşletmelerin 3'3'ü devletin elindeki askeri gereksinmeler üreten fabrikalardı. 1915 yılında İzmir sanayi sermayesinin %75'i Rum, Ermeni ve Yahudilere aitti. 1923 yılındaki sanayinin durumunu aşağıdaki tablo açıkça göstermektedir.

İşletme sektörleri
İşletme sayısı
İşçi sayısı
Metalurji
3272
8020
Besin
1273
4493
Tekstil
20057
35316
Taş ve Kil
704
3612
Ağaç işleme
2067
6007
Ayakkabı
5348
17964
Kimya
337
803
Toplam
33058
76215

(1923 yılında (Kasım) Türkiye sanayinde işletme ve işçi sayısı)

 

Tablodan da somut olarak anlaşılacağı gibi, ülkedeki sanayi çok küçük ölçeklidir ve el zanaatçılığından öte bir özellik göstermemektedir. Sanayi alt yapısı oluşturmak için gerekli sermaye sorununu çözmek amacıyla, yabancı sermayenin yatırım yapması beklenmişse de bu durum beklentiden öteye geçememiştir.
Burjuvazinin sermaye birikimini hızlandırmak ve sanayi yatırımlarını özendirmek için çeşitli teşvik ve destek yasaları çıkarılmıştır. Daha önce de teşvik yasalarıyla özendirilen sanayi yatırımcılığına ilişkin olarak çıkarılan 'Teşvik-i Sanayii' yasasıdır.
1924 yılında çıkarılan bir yasayla Türk uyruklularının veya Türk şirketlerinin ithal edeceği gemiler; yine 1924 yılında sanayi işletmelerinin kullandığı bazı hammaddeler gümrükten bağışık tutulmuştur.
5 Nisan 1925 yılında çıkarılan bir yasayla da şeker fabrikalarına ayrıcalıklar tanınır. Bu yasayla, şeker fabrikalarının kuruluş ve işletmesi hükümet iznine bağlanmakta ve bunun yanı sıra bir çok ayrıcalık tanınmaktadır. Böylece hükümet şeker sanayinde istediği kesime hem tekel hem de ayrıcalıklar tanıyarak hızlı bir birikimin önünü açabilecektir.
Yasa, 1913 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun tanıdığı ayrıcalıklara ek olarak yeni ayrıcalıklar da getirmektedir. Şeker, 8 yıl süreyle tüketim vergisinden bağışık tutulmakta, fabrikaların kurulması için gerekli arazi on, onbeş dönüm olmak koşuluyla gerekirse istimlak edilerek bedava verilmektedir. Fabrikalar için gerekli nakliye ve taşımacılıkta vergi indirimi uygulanacak, hatta fabrikalara gerekli kömür, linyit, kiremit sağlayan ocaklar ile şeker pancarı üreten arazi de on yıl arazi vergisinden bağışık tutulacaktır.
Sanayiye gerekli kaynağın sağlanması için 1925 yılında devlet tarafından Sanayi ve Maden Bankası kurulmuştur. Bankanın kuruluşu ile ilgili olarak hükümetin meclise sunduğu yasa tasarısında, bankanın 'bizzat veya katılım yoluyla' yatırımlar yapması önerilmişse de, meclis komisyonlarında bankanın bizzat yatırım yapmasına ilişkin madde çıkarılmıştır. Banka ancak Osmanlı Devleti'nden kalan sanayi işletmelerini "Oluşturulacak şirketlere devredilinceye kadar idare etmek" "katılım yoluyla tesisatı sanayide bulunmak, işletmek" ile yükümlü tutuluyordu.
Görüldüğü gibi söz konusu bankanın kuruluş amacı, özel sermayeyi özendirmek, kredi sağlamak ve riskleri kendi üzerine alarak burjuvazinin gelişimine katkıda bulunmaktır. Yine 1925 yılında çıkarılan bir başka yasayla memur ve müstahdemlere dağıtılan ayakkabı, kumaş, elbise ve yatak gereçlerinin yabancı ürüne göre %10 daha fazla olsa da, yerli üründen dağıtılması kararlaştırılmıştır. Aradaki fiyat farkı ise genel ve karma bütçeden, özel idare ve belediyeler tarafından karşılanacaktır. 1927 yılında yürürlüğe sokulan ve en kapsamlı, derli toplu teşvikleri tanımlayan 'Sanayi ve Teşvik Kanunu', durumu şu şekilde ifade etmektedir.
"a) Belediye sınırları dışında işletme kurmak isteyen girişimcilere parasız olarak, gerekirse istimlak yoluna başvurarak, arazi sağlanır. Girişime, belediye sınırları içinde arazi gerekirse, kuruluşların on yıl içinde ödeme koşulu ile saptanacak bir bedel karşılığında arazi verilir.
b) Girişimlerle devlet şebekesi arasında bile resim, özel telgraf veya telefon hatları yapımına izin verilebilir.
c) Girişimler ve bunların bulundukları arazi ve müştemilat ile diğer tesisleri, sulama, arazi, kazanç, kesinti vergilerinden ve belediyenin belirli ruhsatlarından aldıkları resimden bağışıktır.
d) Sanayi işletme ve ya maden işletmesi oluşturmak için kurulacak şirketlerin hisse senetleri ve tahvilleri damga resminden bağışıktır.
e) Kuruluşların oluşumu, yapımı ve genişletilmesi için gerekli inşaat malzemesi, üretim için gerekli hammaddeler, makine, alet ve yedek parçalar, işletmelerin kendilerine ait olarak kuracakları nakliye, tahvil, tahliye ünitelerinin kurulması için gerekli malzeme, eğer yurt içinde bulunmakta ise, ya da yeterli derecede üretilmiyorsa, gümrük ve içeri girme ücretinden bağışıktır.
f) Girişimlerin ve ya girişimlerle ilgili tesislerin kuruluş, yapım ve genişletilmesi için gerekli malzemelerin makine ve aletlerin şimendifer ve vapurlarla naklinde %30 indirim uygulanır. İndirime olanak yoksa aynı oranda prim verilir. Bankalar kurulu girişimlere ait ham veya mamul maddelerin taşınmasında indirimli tarife uygulanmasına karar verilebilir.
g) Girişimlere Bakanlar Kurulu kararıyla, mamul maddelerin değerinin %19'u oranında prim verilebilir.
h) Tuz, ispirto ve patlayıcı maddelere girişimin faaliyeti için gerekli ise Bakanlar Kurulu kararı ile belirli bir indirim uygulanır veya (indirim olanaksızsa) prim verilebilir.
i) Devlet, özel idareler ve belediyelerle bunlara ait kuruluşlar ve Teşvik-i Sanayi Kanunu'ndan yararlanan girişimler, gereksinmeleri olan mallardan ülke içinde yeterli oranda üretilip te benzerlerinin gördüğü işleri görebileceği bilimsel olarak saptanmış olanları, ithal yoluyla gelen mallardan azami %10 oranında pahalı da olsa kullanmaya zorunludurlar.
"
Yasanın tamamından yararlanabilmek için, firmalarda belirli bir makineleşme (en az on beygir gücü) ve ölçek düzeyi arandığından dolayı, doğal olarak bu teşviklerden daha çok büyük işletme sahipleri yararlanabildiler. Küçük ölçekli işletmelerin bazı ayrıcalıklardan yararlanması olanaklı ise de bürokratik işlemlerin çokluğu, yalnızca büyük firmaların teşvik belgesi almak için başvurmasını getiriyordu.
1923 yılında 342, 1927 yılında ise 470 işletme, teşvik yasalarından yararlanarak işlevlerini sürdürürken, 1932 yılında bu sayı 1473'e çıkıyordu. Bu 1473 firmada, işyeri başına ortalama 38 işçi çalışmaktaydı. Sonraları teşvik yasasının olanaklarından yararlanarak kapasite fazlası yaratıldığı gerekçesiyle işler biraz daha sıkı tutulmuş olsa da, 1938 yılında teşvik yasasından yararlanan işletme sayısı 1150 olarak kalır.
Teşvik ve desteklerin yanı sıra burjuvazinin örgütlenmesine ve etkinliğini artırmasına olanak veren yeni yasalar çıkarılır. 1925 yılında Ticaret ve Sanayi Odaları Yasası çıkarılarak geniş haklar tanınan bu kurum, toplumsal yaşamı etkileyecek "kamu" kuruluşları arasına sokulur. Bu yasaya göre Ticaret ve Sanayi Odaları, "gümrük vergileri, posta tarifeleri, ticaret ve sanayinin iyileştirilmesi, devlet tekellerinin kurulması gibi konularda görüş bildirmek ve tasarı hazırlamak" haklarına sahip oluyordu. 1925 yılında çıkarılan bir başka yasayla da, esnaf ve zanaatkarların lonca örgütlenmesi kaldırılarak, esnaf ve zanaatkarların örgütlenmeleri, hükümet tarafından sıkı bir denetime alınıyordu. Örgüte önemli bir işlerlik verilmediği gibi, Ticaret ve Sanayi Odaları'nın denetimine sokularak, her türlü ticari işlemi Ticaret ve Sanayi Odaları aracılığıyla yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Böylece küçük esnaf, burjuvazinin dolaysız denetimine sokulmuş oluyordu.
Burjuvazinin etkinliğini artırmak için kurulan bir başka kurum da Ali İktisat Meclisi'ydi. 1927 yılında çıkarılan bir yasayla oluşan bu meclisin fahri başkanı Başbakan'dı ve meclis, 12'si devlet kademelerinden, 12'si Ticaret ve Sanayi Odaları'yla diğer meslek kuruluşlarından gelen kişilerden oluşmaktaydı. 6 ayda bir 15 gün için toplanan bu meclisin görevleri şunlardı:
a- Hükümetçe hazırlanacak ekonomik yasa ve düzenlemelere ilişkin görüş bildirmek;
b- Ekonomik düzenlemelerde gerekli görülen değişiklikleri gerekçeli teklifler halinde hükümete sunmak;
c- Ekonomik gereksinmelerimiz hakkında araştırmalar yapmak;
d- Çeşitli ekonomi akımlarını inceleyerek bunların Türk ekonomisine ilgilerini ve Türkiye'ye etki derecelerini araştırmak.
"
Ülkede bu özendirme-önlem paketinin uygulamaya sokulmasının yanı sıra, Lozan anlaşması uyarınca koruyucu gümrük tarifelerinin uygulanmasının, sanayinin gelişmesinin nedeni olarak gösterilmesi, durumun temel özelliklerinin yine bütünlüklü kavranamamasından kaynaklanmaktadır. Türkiye'de o dönem yüksek gümrük tarifeleri uygulanmasa da iç piyasada ithal malların fiyatları ve tüketim vergileri yüksek tutularak yerli sanayi korunmaya çalılşılmıştır. Bu durum aşağıdaki tabloda görülmektedir. Fakat sanayinin gerçek kapitalist boyut ve özellikler içinde gelişememesinin nedenleri, elbetteki ne alınan önlem ve özendirmenin eksikliği, ne de gümrük duvarları ile açıklanır.


Belli başlı sanayi ürünlerinin ithal ve iç piyasa fiyatları:

Yıl

Şeker İthal Fiyatı

kg/krş endeks

Şeker iç fiyatı

kg/krş endeks

1927 212,8 100,0 48,3 100,3
1928 20,8 91,7 45,2 93,6
1929 17,6 80,8 43,6 90,2
1930 14,5 66,5 41,0 84,9
1931 10,9 50,0 39,0 80,0
1932 10,2 46,8 40,5 83,8

 

Yıl

Petrol İthal Fiyatı

kg/krş endeks

Petrol iç fiyatı

kg/krş endeks

1927 8,5 100,0 20,9 100,0
1928 8,5 97,6 21,3 101,9
1929 7,6 83,1 21,9 101,8
1930 9,9 116,0 19,2 91,9
1931 6,1 71,7 17,3 82,8
1932 5,1 59,0 17,4 84,2

Özendirme-önlem yöntemleri, burjuvazinin birikiminin belli ölçüde hızlanmasına yardım etmiş olsa da, sonuç olarak ülkenin ekonomik sürecinin nitelik olarak farklılaşması bağlamında özellikler taşımaz. Devletin parasız verdiği topraklar spekülasyonda, gümrük bağışıklığı yalnızca aradan bir komisyon koparabilmek için ( işe yarasın yaramasın) her türlü hammaddenin ithalinde, satış tekelleri gerçekte ucuz fiyatla dışarıdan ithal edilen malların yüksek fiyatla pazarlanmasında kullanıldı. Sanayi Maden Bankası'ndan koparılan krediler ise hayali sermayelerle kurulmuş şirketlerin hissedarlarına dağıtıldı. Şeker sanayi bütün bu yolsuzlukların en somut örneğini oluşturur.
Özel sermaye katılımıyla kurulan iki şeker fabrikası, en büyük paya sahip sermayecilerin aynı zamanda şeker satışının tekelini de ele geçirmeyi başarmalarından sonra üretim kapasitelerini en aza indirmişlerdir. Bu sermaye sahipleri, ucuza dışardan ithal ettikleri şekeri yüksek fiyatla piyasaya sürerken, zararına çalışan fabrikaların açığını da, Sanayi Maden Bankası kapatıyordu.
Bütün bunlar elbetteki hükümetin pek uzağında gelişmiyordu ve birçok temel tüketim malında tekel oluşturup bunları özel şirketlere devreden ve yüksek fiyat politikası uygulayan bizzat hükümetti. Sermaye birikiminin hızlanması için yapılan bir çok yolsuzluk, rüşvet, siyasi nüfuz kullanma, hükümetin yakın çevrelerindeki kişiler aracılığıyla gerçekleştiriliyordu. Ve şeker yolsuzluğunu yapanların başında da İş Bankası geliyordu.
Durumun belli çevrelerin dışına taşması halinde (kamuoyuna yansıması terimini özellikle kullanmıyoruz) ise birkaç göstermelik soruşturma ve demagojik açıklamayla yetinmek problemi çözüyordu. Devlet desteğiyle sürdürülen bu olağan dışı ve azgın sermaye birikiminin faturasının ise, olağanüstü ağır vergi yükünün altında, en küçük sosyal haktan yoksun emekçilerin sırtına yüklendiğini bir kez daha vurgulamak sanırız gerekmez.
Sonuç olarak bu dönemde kısmi bir sanayi gelişimi olsa da bu çok cılız ve niteliksiz bir gelişimdir. 1927'de toplam sanayide mevcut 65.245 işletmenin 23.316'sında yalnızca bir kişi çalışmaktaydı. Bu işletmelerin %79'unda ise çalışanların sayısı 3 ve daha azdı. 10'dan fazla işçi çalıştıran işletme sayısı ise 321 idi.
Sanayide makine kullanımı da son derece sınırlıydı. Ve yalnız 2822 işletmenin motoru vardı. Toplam işletmelerin %75'i gıda, tütün, içki, elbise, ayakkabı, halı, deri iş kollarındaydı. Sanayinin önemli bir kısmı, birincil işi ticaret olan burjuvazinin dışarıdan ithal ettiği mamul maddenin montajı ve dışarıya ihraç edeceği fındık, tütün, zeytinyağı gibi tarım ürünlerinin ihraç edilmeden önce işlenmesinden, ambalajlanmasından oluşuyordu. Kısaca sanayi ile uğraşanların büyük bir kısmı ticari çevrelerdi. Ve sanayi bu temelde oluşuyordu.
Sermaye birikiminin yetersiz olduğu, var olan birikimin ise ticari planda geliştiği bir ülkede sanayide kapitalist normlardan gerçek ölçüler kapsamında söz edilemez. Belirleyici faktör olarak ülke hemen her yönüyle emperyalist sömürüye açıktır. Emperyalizmin 2. Bunalım Döneminde yabancı sermaye girdiği ülkede önce sanayinin normal gelişimini engeller ve var olan dinamikleri yerle bir etmeye uğraşır. Ülkenin doğal kaynaklarını metropole aktarırken, kendi ürettiği mamül maddeleri de bu ülkelerde pazarlar. Bu ülkelerde var olan sermaye birikiminin ticari nitelikte oluşu dolayısıyla söz konusu burjuvazi de komprador niteliktedir.
Türk ticaret burjuvazisinin, "Türkiye'nin ithal ürünlerinin başlıca satıcıları ve ihraç ürünlerinin başlıca alıcıları olan yabancı şirketler karşısındaki ekonomik ve hukuki statüsü(nün) hizmeti kiralanan ajan olmayı aşmadığı rahatlıkla söylenebilir." Bütün bu koşullarda sanayileşmeyi beklemek, üretim tarzlarının anlamını bilmemekle eşitlenir.
Ticaret burjuvazisinin niteliğinin kavranması açısından gazeteci Ahmet Emin Yalman'ın öyküsüne değinmekte yarar görüyoruz. A. Emin Yalman İstanbul'da Vatan Gazetesi'ni kurup İstanbul büyük dış ticaret burjuvazisinin sözcülüğünü yaparak Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar'la yakın ve iyi ilişkiler içinde olmasına rağmen TPCF'na üye değildir. Ancak Takrir-i Sükun ile bir çok gazeteci gibi hükümetin hışmına uğrayarak, İstiklal Mahkemesinde yargılanıp ceza almaz ama gazetecilik yapması, üstü kapalı şekilde yasaklanır. Gazetecilik yapamayan A. Emin "mali sıkıntılar içinde üzüntüden her gün biraz daha eriyip tükenirken" bir gün karşısına "iyiliksever bir aziz" çıkıyor. Bu "aziz" daha önce de sözünü ettiğimiz ve o sırada Türkiye'de Amerikan Ticaret Ataşesi olarak bulunan Julien E. Gillaspre'dir.
A.Emin, daha önce de tanıdığı Amerikalı ile yeniden karşılaşmasını şöyle anlatıyor: "Bir gün bu dostum İstanbul Kulübü'nde yanıma geldi ve şunları söyledi 'sen ne zamana kadar böyle boş gezecek ve üzüntüden kendini yiyeceksin? Bir iş tutman lazım. Hem geçimin imkanı sağlamak, hem de memleketine faydalı olmak için en iyi çare bir ticaret şirketi kurmandır. Ben bu şirkete birkaç önemli Amerikan şirketinin vekilliğini sağlayabilirim. Mesela Good Year lastik şirketinin bir temsilcisi bu sıralar İstanbul'dadır. Türkiye'de bir genel vekil aramaya gelmiştir. Bu vekilliği sizin yeni şirketinize vermesi pek mümkündür. Bunun arkasından da seri halinde diğer değerli vekaletler gelebilir."
A. Emin bu öneriyi yakınlarına açıyor. "Vatan Gazetesi'ni idare etmekte çok dirayet gösteren kardeşim Rıfat tasfiyeden sonra kendi hesabına bir ihracat şirketi kurmuştu. Teklifi ona açtım, cazip buldu. Dostlarımızdan Necmettin Molla Bey'in bacanağı olan Kemal Halil Bey'e açtık. Kendisi askerlik hayatında akıncı roller oynamış, Selanik'te İttihat ve Terakki hareketine de çok yakından karışmıştı. Karşımıza çıkan fırsatı kendisine söyler söylemez derhal değerini kavradı, dört elle buna sarıldı. Prensip kararı bir an içinde alındı. ilk adım olarak elli bin liralık bir sermaye bir araya geldi."
Ve Allah 'yürü ya kulum' dedi... "Ertesi gün Good Year temsilcisi ile görüşmelere giriştik ve anlaşmaya vardık. Bunu Dodge Breathers otomobilleri, Caterpiller traktörleri, Sullivan kompresörleri, Harnischfeger ekstravatörleri takip etti." "Bir taraftan da ben gazetecilik tecrübemi gazeteler için otomobil, lastik ve traktör ilanları hazırlamak için kullanmaya girişmiştim. Good Year ve Dodge, kalite bakımından da çok çabuk tutuldu. Acentalara ve müşterilere krediyle mal satmak lazım geldiği için gittikçe artan satışlar sermaye ve kredi olanaklarımızı aştı. Gillaspre hiçbir çıkarı olmadan sırf kendi görevini yapmak ve bize karşı dostluğunu belirtmek için tıpkı ortağımızmış gibi çalışıyor, derdimize çare buluyordu. Taksitli otomobil ve kamyon satışları için kredi sağlayan Kemoley Mellbonin adlı kuruluş ile bizi temasa geçirdi. Ve Good Year'da kredi sınırlarımızı genişletmek için başarıyla araya girdi. Bu sayede kısa zamanda Amerika'dan en çok mal getiren Türk kuruluşu haline geldik." Bu kadar açık... Ticaret burjuvazisinin niteliğini, ülkede nasıl organize edildiğini ve asıl patronun kim olduğunu bundan daha net belirtmek olası değildir.
Ticaretin fazla yatırım yapmadan kısa sürede fazla kar getirmesi, yatırımların ticarette yoğunlaşmasına neden olmuştur. İç ticaretle uğraşanlar, yüksek fiyat politikasından ve istedikleri gibi kar oranı koyabilmelerinden dolayı önemli ölçülerde kar sağlamışlardır. Dış ticarette ise hiçbir kısıtlama getirilmemiştir. Hatta hükümet, kibrit, sigara kağıdı, şeker, gazyağı, benzin, alkol, alkollü içkiler, barut ve patlayıcı ithalinde tekeller oluşturarak bunları yabancı sermaye oranının yüksek olduğu yabancı şirketlere bırakmıştır. Ülkede temel tüketim mallarının üretilmemesinden dolayı dışarıdan getirilenin yanı sıra her türlü lüks malın ithalinin de serbest bırakılması ve batılılaşma adına toplumun elit kesiminde lükse yönelik harcamaların fazla olması, dışarıdan getirilen her malın rahatça pazarlanmasına olanak tanımıştır.
Ayrıca tarıma ve sanayiye yapılan tüm teşvik ve destekler aynı zamanda ticaret burjuvazisinin desteklenmesine hizmet etmiştir. İhraç maddelerin tarım ürünlerinden, ithal mallarının ise temel tüketim malları ve sanayi için gerekli girdilerden oluşmasından dolayı, teşvikler ticaret burjuvazisinin çıkarlarına hizmet etmiştir. Aşağıdaki tablo, ithalat ve ihracatta başlıca mal gruplarının yapısını göstermektedir.

İhracat Cari Değerinin Başlıca Mal Gruplarına Göre Yapısı
Tablolarda görüldüğü gibi ihracatın %85'i tarım ürünlerine dayanmaktadır. İthalatta ise tüketim malları ortalaması %60 dolaylarındadır. Bunlar da açıkça, tarıma ve sanayiye sağlanan teşvik ve desteklerden aynı zamanda ticaret burjuvazisinin de yararlandığını, çoğunlukla da daha fazla yararlandığını göstermektedir. Bu tablolar ayrıca, uluslar arası işbölümüne göre, tarım ürünleri ihraç eden, mamul hammadde ithal eden bir ülke olunduğunu da göstermektedir. Bu işbölümü, bazı değişikliklerle halen sürmektedir.
Sonuç olarak, bu dönemde burjuvaziye toprak ağalarına geniş teşvik ve destek verilerek sermaye birikiminin hızlanması sağlanmıştır. Yerli sanayi oluşturma amaçlanmışsa da ülkenin her yönüyle emperyalist sömürüye açık olması, ülkedeki sermaye birikiminin ticari planda kalması, dış ticarete müdahalede bulunulmaması sonucu ticaretin daha karlı olmasından dolayı sanayiye yönelme gerçekleşmemiştir.
1929'a gelindiğinde ülkedeki ekonomik bunalım, dünya ekonomik bunalımının etkisiyle daha da şiddetlenmiştir. Bu ortamda ithal ikameci sanayileşme politikasına yönelinmiştir. 1932'ye kadar özel sektöre dayalı olarak izlenen ithal ikameci politika, 1932'den sonra, devletin de sanayi yatırımlarında bulunmasıyla başlayan ve 'devletçilik' diye adlandırılan dönemde de sürmüştür.

b) İş Bankası
Devlet olanaklarıyla burjuvazi geliştirme, "zengin yetiştirme" politikasının en güzel örneklerinden biri İş Bankası'dır. Hintli Müslümanların Anadolu Hareketi'ne, savaşa yardım amacıyla gönderdikleri 500 bin TL.nin 250 bin liralık bölümüyle 26.8.1924 yılında İş Bankası kurulmuştur.
Kurucuların arasında çok sayıda bürokrat ve milletvekiliyle Anadolu burjuvazisi yer almıştır. İlk yönetim kurulu tümüyle milletvekillerinden oluşmuştur. Genel Müdürü Celal Bayar olan bankanın Yönetim Kurulu Başkanlığı'na Siirt Milletvekili Mahmut Soydan getirilmiştir. Yönetim Kurulu üyeliklerine ise İzmir Milletvekili Rami Köker, İzmir Milletvekili Salih Bozok, Bozhöyük Milletvekili Kılıç Ali, Gaziantep Milletvekili Dr. Fikret Ertuğrul, Milletvekili Fuat Bulca, Rize Milletvekili Kemalizade Şakir gibi M.Kemal'e yakınlığıyla bilinen milletvekilleri getirilmişlerdir. Bu banka, sermaye çevreleriyle hükümet arasında önemli bir rol oynamış, Cumhuriyet Türkiye'sinin "has evlat"ı olmuştur. Bugüne kadar da devletin arkasındaki temel mali güçtür. Banka, arzu edilen kişilerin kolaylıkla iş yapıp palazlanmasında önemli bir araç olmuştur.
Kuruluşunda itibari sermayesi 1 milyon, ödenmemiş sermayesi 250 bin TL. olan banka 1927 yılında İtibari Milli Bankası ile birleştikten sonra sermayesi 4 milyon TL.ye çıkmıştır. İş Bankası'nın İtibari Milli Bankası ile birleşmesinin nasıl gerçekleştiğini bir Sovyet araştırmacı şöyle anlatıyor: "Cumhuriyet rejiminin kurulması, başında önceki hükümetlerle sıkı bağları olan kimselerin bulunduğu İtibari Milli Bankası'nın işlevini çok olumsuz yönde etkiledi. İş Bankası'nın kurulmasından sonra bu banka ile İş Bankası arasında mücadele başladı ve İş Bankası Hükümet'in yardımıyla İtibari Milli Bankası'nı etkisi altına aldı. İş Bankası'nın saldırısı, İtibari Milli Bankası'nın kurucularının yönetiminde olan Avundukzade ve kardeşi Kemalizade şirketinin iflasından sonra, özellikle başarılı oldu" Bu başarı, Takrir-i Sükun döneminde İttihat Terakkicilerin tırpanlanmasıyla somutlaşmıştır. İtibari Milli Bankası ve onun desteğindeki şirketler, İttihat Terakki'nin oluşturduğu, geliştirdiği şirketlerdi.
1930 yılında sermayesi 5 milyon TL.ye yükselen İş Bankası'nın iştirakleri arasında şunlar bulunuyordu: Anadolu Sigorta T.A.Ş, Kozlu Kömürleri T.A.Ş, Kilimli Kömür Madenleri T.A.Ş, Ergani Bakır İşletmeleri, Bulgurdağ Madenleri, İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları, Bursa Dokumacılık, İstanbul Telsiz-Telefon, Türk Kibrit İnhisarı T.A.Ş. Bu yatırımların birçoğunda yabancı sermaye ortaklığı söz konusuydu.

D- İşçi Sınıfının Durumu
Bu dönemde proletarya nitel ve nicel olarak gelişmemişti ve son derece cılızdı. 1927 yılına doğru üretimde çalışan işçi sayısı 60 bin kadar olmasına karşın, devletin sermaye yatırımlarını sanayiye doğru çekmeye çalışmasıyla birlikte proletaryanın da nicel ve nitel fonksiyonları artıyordu. Bu durumda hükümet, fazlaca sorun yaratmayacak biçimde işçi sınıfının sindirilmesi için bir dizi önlemi hemen devreye sokmakta gecikmemiştir.
Aslında proletaryanın sindirilmesi yönelik önlemler Anadolu Hareketi'nin savaş yıllarında başlamıştı. Açık işgalin kırılacağının anlaşılmasıyla birlikte burjuva önderliğinin proletaryaya bu bağlamda gereksinimi kalmamış ve emperyalizme "ne denli komünist olmadıklarını" kanıtlamak için işçi düşmanlığı paralelinde anti-komünist tavırlarını gayretle sahnelemeye koyulmuşlardır.
Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir dönemde sınıfa karşı sindirme operasyonuna girişerek tüm örgütleri etkisizleştirmeye çalıştılar. İlan ettikleri "Halkçılık ideolojisi" ile de proletaryanın ideolojik savunma ve donanma araçlarını denetimleri altında tutmak istediler.
Bütün bunlara rağmen işçiler yer yer grev yapıyorlardı. Grevler karşısında, işçi ve grev fobisi olan İkdam gazetesi, İktisat Bakanı Mahmut Esat'ın "Grevcilere hoşgörülü davrandığı" için Meclis'te istifasının istendiği yazmaktadır. Dönemin Başbakanı Ali Fuat Okyar ise hükümetin grevcilere karşı tavrına ilişkin olarak yabancı basına verdiği bir demeçte, "Hükümetin başlangıçta grevleri barışçıl yollarla durdurmaya çalıştığını, bunların sonuç vermemesi halinde yasaların bütün şiddetiyle uygulanacağını " söylemektedir. Bu açık ifadenin tanımladığı durum dışında bir işlev beklemek, komprador burjuvazi-toprak ağaları iktidarının niteliğinin doğası nedeniyle elbette söz konusu olamazdı...
İşçi sınıfının, kendilerine giderek daha büyük zorluklar çıkaracağını bilen Ankara Hükümeti, sınıfı bi tavrından saptırmak için her türlü önleme ve yönteme başvurmak tutumu çerçevesinde, sosyal reformizmden de medet umar ve uluslar arası sosyal reformizmin önde gelen temsilcilerindene F.Mc Donald'ı Türkiye'ye davet eder. İşçi sınıfının mücadelesini nasıl ve hangi yollarla engelleyebileceğini, bu sınıfı nasıl uyutabileceğini Mc Donald'dan da öğrenmeye çalışır. Ayrıca onon konuşmasını Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayınlatır. Mc Donald, bu konuşmasında şöyle demektedir. "Ben gericiliğe de, devrime karşıyım, işçi güçlü olmalıdır, adalelet sınırları içinde yönetilmelidir. Bu , sosyal bölünmelere yol açmadan gerçekleştirilmelidir." Gerçekten de egemen sınıflar Mc Donald'ın bu görüşlerini ve kavramlarını kılavuz edinerek uzun yıllar hatta günümüzde de sosyal reformizmin yöntemlerinden ve yaftalarından hakkıyla yararlanmışlardır.
Egemen güçler, sınıf mücadelesini bu yolla da engelleyerek onu düzenin sınırları içinde tutmakta büyük ölçüde başarılı olmuşlarsa da, uzun vadede sınıfın da, mücadelesinin de nitelik kazanmasını ve çapının genişlemesini engellemeleri kuşkusuz mümkün olmamıştır.
1925 yılı İstanbul proletaryasının grev yılı olmuştur demek, yanlış olmaz. Değirmen işçileri, Tramvay işçileri, Gaz Şirketi işçileri greve gitmişlerdir. Bu dönemdeki grevlerin iktidar tarafından zorbalıkla bastırılmasına çalışılmıştır. Öte yandan Takrir-i Sükun yasasıyla birlikte ülke çapında grevler yasaklanır, sendika kurma özgürlüğü gasp edilirse de işçi sınıfı bu azgın sömürü artı teröre karşı boş durmaz.
Nitekim 1928 yılında yabancı bir şirkete ait Tramvay işletmesinde yine grev başlattılar. Grevin patlak vermesi üzerine bu yabancı şirketin temsilcileri, Türkiye Cumhuriyeti'nin valisi, emniyet müdürü ve CHP müfettişi, elbirliği ile uyguladıkları zor yöntemleriyle direnişi bastırır, grevcileri cezalandırırlar.
1925 yılında bir yandan işçi grevlerinin bu şekilde bastırılması sürerken bir yandan da Ankara Hükümeti işçilerin mücadelesini engellemenin diğer bir yöntemini devreye sokar ve bazı "hak" yasaları çıkarma yoluna gider. Meclise sunulan iki tasarıdan biri, 21 Ocak 1925 tarihinde çıkarılan "Tatil-i Eşgal" kanunudur. Son derece güdük olan bu yasa, sadece büyük kentlerde çalışan işçileri kapsamakta ve 'açık havada' çalışan işçiler herhangi bir şekilde ondan yararlanamamaktadırlar. Bu yasanın önemli özelliği, sağlanan hafta tatillerinin ücretsiz oluşudur. Ayrıca geçici ve mevsimlik işçiler de kapsam dışıdır.
İkinci tasarı ise yine 1925'te Meclise verilen genel iş yasa tasarısıdır. Bu yasa tasarısı aslında daha 1924 yılında hazırlanmış ancak görüşülmemiştir. Görüşülmesi için bir yıl sonrasını beklemek gerekiyordu. Çünkü 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun yasasıyla ülkede terör yükseltilirken bu paralelde grevler durdurulmuş ve tüm işçi hakları gaspedilmiştir. İşçilerin mücadelesi bastırıldıktan sonra ise 1926 yılında bu yasa yürürlüğe girmeden geri çekilmiştir.
Ayrıca yine 1924 yılında hükümet tarafından hazırlanan ve 120 madde olarak Meclise verilen "Mesai Kanunu Tasarısı" vardır. Tasarı, ticaret komisyonunda 39 maddeye indirilerek 'İş Meselesi' adı altında Meclis'e sunulmuştur. Çalışma süresini indiren ve grev yasasını kabul eden bu tasarıyı, hükümet bizzat kendisi hazırlamış olmasına karşın Meclis'te savunmamıştır. Çünkü Takrir-i Sükunla ülkedeki sınıfsal, ulusal, politik muhalefet artık iyice kontrol altına alınmış olduğu için buna gerek kalmamıştır. O nedenle bu tasarı da 1926 yılında Meclis'ten geri alınıyordu. Mücadelenin yükseldiği dönemlerde sözkonusu yasaların Meclis'e sunularak propagandasının yapılması, birkaç yıl bekletildikten sonra koşulların dönüştürülmesiyle gereksinim kalmaması ve geri çekilmesi, sınıfı bir süre oyalama işlevi de görmüştür.
Cumhuriyetin ilk yedi yılında sermaye birikimini hızlandırabilmek için işçi ve emekçiler üzerinde azgın bir sömürü ağı kuran hükümet, dolaylı ve dolaysız vergilerin büyük bir bölümünü bu yoksul sınıfların sırtına yüklemekle de yetinmeyerek 1928-29 yıllarında işçilerin ücretlerini düşürme yoluna gider. Böylece 1930 yılında işçilerin ve emekçilerin sömürülmeleri korkunç boyutlar kazanmıştır.
Memurların durumu da işçilerden pek farklı değildir. Onlar için hükümet, ücretle müstahdem çalıştıran bir işverendi. Bu dönemde memurlar daha iyi iş koşulları ve daha iyi bir ücret için mücadeleye başlamışlardır. Ancak hükümet, memurlarının hareketlerini devlete karşı politik bir başkaldırı olarak değerlendirerek bastırmış, hükümetin görüşlerini savunmayan memurlar işten atılmıştır.
1926 yılında kabul edilen ilk kazanç vergisine göre, işçilerin vergiden bağışık tutulabilmeleri için, 18 yaşından küçük ya da 65 yaşından büyük olmaları ya da iki gözü kör, felçli ve ayağının ikisinden ya da birinden mahrum olmaları gerekiyordu. Oysa bu dönemde işçilerin ne sosyal sigortası ne de herhangi bir sosyal hakları vardı. Kısacası, genel olarak halkın durumu, gerek yaşam düzeyi açısından gerekse de üzerlerinde uygulanan baskı ve zorun ağırlığı açısından son derece olumsuz bir bütün oluşturmaktaydı.
1914'den 1930'un hemen öncesine kadar ki bu dönemde geçimini kabaca sağlayabilen bir kişinin zorunlu ihtiyaçları için yaptığı ödeme 17 misli artmıştır. 1923 yılından 1924 yılına kadar olan artış ise %50'dir.
Sonuç olarak, bu dönemde işçiler sayıca az olmaları ve sosyal bilinçlerinin yetersizliği nedeniyle, içinde bulundukları azgın sömürüye karşı bilinçli bir tavır alamıyorlardı. Tavra yöneldikleri zaman ise, bu tavırlar iktidar tarafından acımasız bir zorla bastırılıyordu. Kaldı ki, bu girişimlerin hemen hemen hepsi oldukça geri düzeyde sosyal hak ve ekonomik istemlere yönelikti. Ve yine kısmi, kalıcı olmaktan, bir sistem, örgütlülük, program içermekten uzaktı. Bu yüzden, bu dönemde proletaryanın siyasal etkinliğinden söz edemiyoruz.

E- Emperyalizmle İlişkiler
Daha önceki bölümde de incelediğimiz gibi, önderlerin amacı emperyalizmle ilişkileri kökten değiştirmek değil, ülkedeki gayri-müslim burjuvazinin ekonomik ilişkilerinin Türk-Müslüman burjuvazisi aracılığıyla sürdürülmesini sağlamaktı. Dolayısıyla, daha kurtuluş mücadelesi sırasında emperyalistlere bol bol ayrıcalık dağıtılmıştı. Lozan'da siyasal sınırların onaylatılmasından sonra da bu ayrıcalık dağıtma furyası sürmüştür.
Lozan sonrası Türkiye'ye gelmeye başlayan Avrupalı emperyalistlerin ve ABD'nin büyük spekülatörleri bu konuda zaten oldukça cömert davranan Ankara'dan ayrıcalık koparabilme yarışında her yola başvuruyorlardı. Ankara Hükümeti ise, daha çok yabancı sermayeyi çekmek için, yatırım yapmak isteyen yabancı şirketlerin durumunu dahi araştırmadan bol keseden ayrıcalık dağıtıyordu.
İsmet İnönü bu konuda şöyle diyordu: "Bize müracaat edenlere sorduğumuz ilk şey, ne kadar müddette işletmeye başlayacaksınız sorusundan ibarettir." Evet, burjuva önderler böyle düşündükleri içindir ki 400'den fazla imtiyazlı şirkete ikramda kusur etmemişlerdir...
1923 yılında Amerikan Emperyalistlerine sunulan ve "ekonomik zafer" olarak değerlendirilen Chester ayrıcalığının gerçekleşmemesi, Türkiye egemen sınıflarında şok etkisi yapmıştı. Chester ayrıcalığının gerçekleşmemesi üzerine bunun yerini dolduracak yeni ayrıcalıkların dağıtımı Cumhuriyet kurulduktan sonra da hızlanarak sürdü. İlk önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde de ayrıcalıklı olan İstanbul'daki tramvay, telefon, su, elektrik ve Aydın Demiryolları Şirketi ve daha bir çok şirketin ayrıcalıkları onaylandı.
1924 yılında Türkiye'de 94 yabancı şirket faaliyet göstermekteydi. Bunların, 7'si demiryolu, 6'sı madencilik, 23'ü bankacılık, 12'si endüstri, 35'i ticaret alanındaydı. Ayrıca 1924 yılında yabancıların Türkiye belediye sınırları içinde taşınmaz mal edinmelerini engelleyen yasa yürürlükten kaldırılarak kapılar emperyalizme iyice açılıyordu. İktidar bunlarla da yetinmeyerek 1925 yılında tümüyle yabancı sermayeden oluşan ve Osmanlılardan beri adeta devlet içinde devlet gibi çalışan Osmanlı Bankası'nın Ankara Hükümeti'ne kredi açması üzerine, bu bankanın ayrıcalık süresini uzatıyordu. 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi yasasıyla, yabancı sermayenin Osmanlılardan kalan sanayi işletmelerinin özel sermayeye devredilmesinde, %44 oranına kadar bu şirketlerin de pay sahibi olmaları sağlanıyordu.
1924 yılında emperyalistlerin ülkemizdeki yatırımları şöyleydi; Alman emperyalistleri yabancı yatırımların hemen hemen yarısına sahipti. ABD'nin payı ise %2'den biraz daha azdı. Alman emperyalistlerinin bu dönemde yabancı yatırımlarının hemen hemen yarısına sahip olmaları, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan Alman şirketlerinin bu dönemde de varlıklarını korumalarından ileri gelmekteydi. Çünkü iktidar, emperyalistlerin ekonomik çıkarlarını elinden geldiğince koruyordu.
Bu yabancı şirketlerin millileştirilmesi doğrultusunda en ufak bir adım bile atmıyorlardı. Ancak 1928 yılında ve 1931 yılında iki yabancı şirketi satın almışlardı. Bu girişimi "millileştirme" olarak lanse ettiler. TC'nin ilk yedi yılında emperyalizmin ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamımızdaki yeri Osmanlı İmparatorluğu'na oranla değişmiş, daha sonraki süreçlerin sistemli sömürüsünün temelleri atılmıştır.
24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasıyla birlikte Misak-ı Milli sınırlarının çizilmesine karşın, Batılı emperyalist devletlerle ve özellikle İngiliz emperyalizmiyle ilişkiler gergin durumdaydı. İngiltere'yle Türkiye arasında Türkiye-Irak sınırının düzenlenmesi için "Haliç Konferansı" diye bilinen bir konferans düzenlenir. Bu konferansta Türkiye'yi temsilen Fethi Okyar, Musul'un hem coğrafi bakımdan, hem de il halkının 2\3'ünün Kürt ve Türklerden oluşması nedeniyle Musul'un Türkiye'ye katılmasını ister. Ama İngiltere Musul konusunda kararlıdır ve Musul'u alabilmek için Hakkari'yi bile ister. Musul sorunu, 5 Haziran 1926'da Ankara'da Türkiye-İngiltere-Irak Hükümetleri arasında yapılan sınır ve iyi komşuluk anlaşmalarıyla Musul'un İngiliz emperyalizmine bırakılmasıyla sonuçlanır.
Musul sorunundan başka, diğer emperyalist ülkelerin de, Osmanlı borçları, Yunanlılarla insan değişimi, Patrikliğin durumu, yabancı şirketlerin durumu, yabancı okullardaki Türkçe eğitimi gibi konularda endişeleri vardı. Bu durum kaçınılmaz olarak politik ilişkileri gerginleştiriyordu. Bir ülkenin emperyalizmle ilişkileri, emperyalist sömürüye davetkar olması, sözkonusu ilişkilerin kısa sürede gelişip sistematik kazanması anlamına gelmiyordu...
Emperyalist sermayenin, yarı-sömürgeci ilişkiler için, savaştan yeni çıkan ülkenin belli bir dinginliğe kavuşmasını ve kendi işlevleri için daha elverişli koşulların oluşmasını, endişelerine neden olan konuların çözümlenmesini beklemesi sözkonusudur.
Bunun yanısıra; birkaç yıl sonra patlak veren 1929 dünya ekonomik bunalımı sermaye transferlerimize ilişkin olarak alınmak zorunda kalınan yeni önlemler, bir süre, Türkiye Hükümeti'nin istediği biçimde Türkiye ile ilgilenilmemesinin nedenleri olmuştur.
Yabancı sermayenin (emperyalist sömürünün) bütün bu olgulara karşın, hen geçen gün ülkeye bir adım daha atarak, önceleri yavaş, giderek hızlanan bir tempoda yolunda ilerlediği görülmektedir.
TC Hükümeti, Osmanlı döneminden kalan yabancı sermayenin şirketlerinin ayrıcalıklarını korumanın yanısıra; ticaret, ormancılık, madencilik, yapım ve taşımacılık alanlarında da yabancı şirketlere ayrıcalıklı statüler tanımıştır. 1924'te İstanbul-Seydiköy Gaz ve Elektirik Şirketi (Belçika sermayesi), 1925'de İsveç sermayeli İzmir Telefon şirketi, 1926'da Belçika sermayeli İzmir Elektirik ve Tramvay Şirketi, yine 1927'de Belçika sermayeli Rinful Ormancılık Şirketi ve Alman sermayeli Güney Anadolu Manganez Madencilik Şirketi, Fransız sermayeli Kireçli Krom Madencilik Şirketi, 1928 yılında Alman sermayeli Adana Elektirik Şirketi, İngiliz sermayeli Fethiye Simli-Kurşun Madencilik Şirketi, 1929 yılında Amerikan sermayeli Ford şirketi ve ayrıca Ford Motor Company, İstanbul'da montaj fabrikası için bazı serbest bölge haklarını da almıştır.
Ford Motor Company şirketinin İstanbul'da bir montaj fabrikası kurmasıyla birlikte, Türkiye'de Otomotiv Sanayi ile montaja dayanan ilk adım atılıyordu. Ve bu şirketin sözleşmesi de İstanbul'da ürettiği otomobillerin Türkiye ile sınırlı kalmayacağı, bu nedenle yılda 10 bin otomobil üretilerek Ford'un Balkanlara ve Ortadoğu'ya yapacağı ihracatını karşılayacağı planlanmıştı.
Ne var ki, dünya ekonomik bunalımı nedeniyle Ford'un bu amacı gerçekleşmemiş ve İstanbul'daki fabrikasının montaj işleri 1936 yılında durmuştur. Tesisler ise ithal edilen Ford otomobillerinin deposu olarak kullanılmaya başlanmıştır.
1920'lerde iktidar birçok yabancı şirkete ayrıcalıklı özel statüler tanırken bu ayrıcalıklardan yararlanmayan yabancı şirketler de Türkiye'ye yatırım yaparak yapım şubelerini açıyorlardı. Bunlar, biri Fransız'ların diğeri ise Belçikalı şirketlerin kurduğu iki çimento fabrikası, yine İngiliz Manchester şirketinin 1925 yılında Adana'da kurduğu Çırçır Fabrikası, İstanbul'da kurulan Nestle Çikolata Fabrikası, Colombia Plak ve bazı yabancı kimya sektörlerinin kurdukları ilaç fabrikaları ile Japonların kurdukları ipekli dokuma fabrikalarıdır.
1923-30 yılları arasında yabancı sermaye ile ortak kurulan ve faaliyet gösteren 201 Türk Anonim Şirketi bulunmaktaydı. Bu yabancı Türk ortaklı anonim şirketlerin 71 milyon TL. tutarındaki ödenmiş sermayelerinin %75'i yabancıların elindeydi. Bu rakam, ödenmiş sermayenin %43'ü demekti. Toplam sermayenin sektörlere göre dağılımı ise, yapım sanayinde %35 idi. Yabancı sermayenin yatırım yaptığı alt sektörlerdeki tekstil, gıda ve çimento sanayi ise aşağı yukarı eşit önemdeydi. Elektrik ve Havagazı işletmelerindeki karma sermayeli şirketlerin sermaye toplamı içindeki payı %17 idi.
Türk-yabancı sermayeli anonim şirketlerde Türk sermayeciler nicel olarak çoğunlukta olmalarına karşın yabancı sermayenin birer paravanı durumundaydılar. Ve bu şirketlerden komisyon alıyorlardı. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bu ortak şirketlerin sermaye tutarlarının büyük bir kısmı yabancılara aitti. TBMM üyelerinin ve nüfuzlu Anadolu Harekatı dönemi politikacıları ile M. Kemal'in yakın arkadaşlarının bu şirketlerde, kurucu üye, pay sahibi ve de yönetim kurulu olarak görev yapmaları, bu şirketlerin hükümetle ilişkilerini daha da sıklaştırıyor ve alınan kararları etkili kılıyordu. Aralarında C.Bayar'ın bulunduğu 30 kadar milletvekili, yabancı sermayeli 32 şirkette 52 yönetim kurulu üyeliği koltuğunu işgal etmekteydi. Bunların çıkarlarını daha iyi koruyabilmek için bir milletvekilinin 6 yabancı sermayeli şirketin birden yönetim kuruluna girmesine ilişkin örnekler vardır.
Yabancı sermayenin etkin ve yoğun olduğu bir diğer alan da kamu kesiminde sürdürülen inşaat işleriydi. 1927 yılında yapılan büyük bir ihale ile 1300 km.'lik bir demiryolu yapımı, İsveçli Nidgvist Holm ve Alman Julias Berger şirketlerine verilmiştir. 148 milyon liraya mal olacak bu demiryollarının yapılabilmesi için , bu iki şirket, hükümete orta vadeli krediler de vermiştir. Demiryollarının bina ve yan işlerinin yapımını ise bir Amerikan müteahhit firmasına devretmişlerdir. Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da 1920'lerde bu yabancı müteahhit firmaların hükümete açtıkları orta vadeli kredilerin dış borçlarda önemli bir yer tutmasıdır.
Emperyalistler bu yıllarda kendilerini Türkiye'nin şartlarına uydurarak ekonomik varlıklarını empoze etmişlerdir. Öteki sömürgelerde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarına doğru bu ülkede kendi mesleki örgütlerini kurmuşlardır. İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan, Alman vb. ticaret odaları faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Ancak Cumhuriyet Devleti'nin kurulması, yerli Türk-Müslüman kesiminin önem kazanmasıyla birlikte Türk Ticaret Odaları faaliyete başlayıp 1925 yılında yarı-resmilik kazanınca, yabancı ticaret odalarının "oda" sıfatı yasaklanınca, yabancı tüccarlarda belli bir güvensizlik oluşmuşsa da, 1927 yılında topluca Türk Ticaret Odalarına kayıtlarını yaptırarak yeni duruma kendilerini uydurmuşlardır. Böylece de Türk Ticaret Odalarının "Milli" yapısı içinde yerlerini almışlardır.
Tüm bunlara karşın yabancı sermayeye gözü doymayan Ankara Hükümeti, 1923-38 sürecinde yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekme çalışmalarını sürdürür. Bu dönemde bir Amerikan grubundan TC. Merkez Bankasının kurulması için 30 milyon dolar alınır. Ancak bunun sonu gelmez. Çünkü Amerikalılar vazgeçer. Böylece yabancı sermaye ile kurulacak Merkez Bankası bu dönemde suya düşer. Ancak, bu sefer de Kayseri'de bir lokomotif fabrikasının kurulması için başka bir Amerikan grubuyla görüşülür. Aldıkları yanıt yine hayır'dır. Ardından yine bir Amerikan grubuyla Mersin Limanı ve Ankara'nın alt yapı işleri konusunda görülmüşse de gereken sonuç alınamamıştır.
1929 yılında nihayet Türkiye, ABD ile bir ticaret anlaşması imzalar. Ne var ki böylece Amerikan dolarının Türkiye'ye akacağını sanan egemen sınıfların hevesleri kursaklarında kalır. Çünkü istenilen ölçüde Amerikan doları Türkiye'ye akmamaktadır. Yine de ABD'den ümit kesilmemiştir. 1930 yılında İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Aras; "Birleşik Devletlerin Türkiye'nin mali yardım için endişesiz olarak başvurabileceği tek ülke olduğu" görüşünden hareketle, ABD elçisinden yardım isterler. Ve aynı yılın sonlarına doğru İnönü, Ankara'ya gelen Amerikan Ticaret Bakanlığı Müsteşarı Klein'dan hala gündemde olan Merkez Bankasının kurulması için gerekli olan yabancı sermayenin sağlanmasına yardımcı olmasını rica eder.
1931 yılında Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nu Amerika'ya gönderir. Saraçoğlu, Türk egemen sınıflarının direktifleri doğrultusunda bayındırlık işleri, pamuklu tekstil sanayi ve bankacılık kesimi için 50-100 milyon dolar dolayında özel Amerikan sermayesini Türkiye'ye çekmeye çalışır. Ancak elleri boş bir durumda Türkiye'ye döner.
Bir yandan da aynı konular Fransızlar'la görüşülmektedir. Ülkemizin bu dönemine ilişkin bazı savlarda yer aldığı üzere; "küçük burjuva diktatörlüğü Kemalizm", emperyalizmin Türkiye'ye girişini işte bu şekilde "engellenmiştir".
İsimlerini daha önce belirttiğimiz yabancı bankaların en büyükleri, Fransız ve İngiliz emperyalistlerine aitti. En güçlü yabancı banka, sanayi ve sermayenin %62'sini denetim altında tutan ve devlet bankası gibi hareket eden Osmanlı Bankasıydı. Bu bankayla Ankara Hükümeti arasında imzalanan "1924-25 tarihli anlaşmalar ile 1863-75 tarihli ayrıcalıkların 3. maddesinin komiserin atamasına ait hükmü ile 7. maddesinin bütçe komisyonunda temsilci bulundurma hükmü, devletin kağıt para ihtiyacını yasaklayan 12. maddesi, hazinedarlık hakkına ait 13, olağandışı ödeneği onaylayan 14. maddeleri kaldırılmış ve banka tedavüldeki banknotları için hazineye %1,5 faiz ödemekle mükellef tutulduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin istediği zaman bir Merkez bankası kurma hakkı da alınmıştır."
Görüldüğü gibi siyasi bağımsızlığı kazanan burjuva önderlik, adeta bir Merkez Bankası gibi çalışılan Osmanlı Bankası'ndan, Merkez Bankası kurma hakkını, "Anlaşma" yoluyla kurtarmaya çalışıyor. Ancak yine de bir merkez bankası kurma "hakkını" 6 yıl geçtikten sonra kullanıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde faaliyet gösteren bir diğer büyük yabancı banka ise Alman Deutsche Bank'tır. Bu banka, 11924'ten itibaren işlevlerini yoğunlaştırarak, Birinci Paylaşım Savaşı'nda yenilenen Alman Emperyalizmi'nin Osmanlı İmparatorluğu'nda yitirdiği konumu, İş Bankası ve Milli Kredi Bankası aracılığıyla yeniden elde etmeye çalışmıştır. Bunların dışında, ülkede faaliyet gösteren 60 yabancı sigorta şirketi vardır.
1920'ler Türkiye'sinde yabancı özel sermaye, bankacılıkta olduğu gibi dış ticarette de büyük bir güce sahipti. Ve bunlar Türkiye ekonomisi üzerinde önemli bir baskı gücü oluşturmuşlardı. Bu dönemde para kredi piyasası önemli ölçüde yabancı bankaların ve ithalat-ihracat şirketlerinin elinde olduğu için, şirketlerin bir çoğu doğrudan doğruya metropoldeki şirketlerinin acentaları, yeni şubeleri durumundaydı. Birkaç örnek vermek gerekirse; tütün ihracatında Trieste'ye yerleşmiş olan firmalar büyük bir ağırlık taşıyordu. 1926 yılında yapılan bir araştırma tütün ihracatının değere göre %53'ünün Triste'ye yapıldığını, Triste'ye giden tütünlerin orada manipülasyona tabi tutularak daha sonra yüzde doksanının Almanya, Amerika, Çekoslavakya, Avusturya'ya satıldığını göstermekteydi. Tütün ihracatında genel olarak yabancı firmaların denetimi, ürün etkinliğine kadar uzanıyordu. Amerikalı tütün alıcıları bile Ege ve Samsun yöresinde livre sözleşmeleriyle tütüne tarlada sahip olmaktaydılar.
Diğer bir örnek ise, İtalyan Sıcmat şirketidir. Triste kökenli olan bu pamuklu kumaş üretim ve ticaret firması, 1924 yılında Adana'da bir şube açar. Türkiye'de gelişmeye hevesli bu faşist İtalyan şirketi, bir kaç yıl içinde Adana ve Mersin yöresindeki pamuk ticaretinde tekelci bir yer elde eder. Üretimi de doğrudan denetleyerek Çukurova'yı kısa zamanda Triste fabrikalarını besleyen bir pamuk bölgesi haline getirir.
1923'ü izleyen yıllarda biçimsel olarak devlet tekelinde bulunan birçok ekonomik faaliyet, ayrıcalıklı özel yabancı sermayeli şirketlere devredilmiştir. Kibrit ve Çakmak tekeli önce Belçika, daha sonra ise bir Amerika şirketine verilmiştir. 1925 yılında ise Belçika şirketi ile ortak kurulan Türkiye Kibrit tekeli T.A.Ş.'nin hissedarları arasında İsmet İnönü, Celal Bayar, Yunus Nadi ve Cemal Hüsnü Giray bulunmaktadır. Bu şirkette, yabancı sermayenin payı %51'dir. İspirto ve Alkollü içkiler Tekeli, 1926 yılında bir Polonya şirketi ile ortak kurulan İspirto ve Meşrubat, Kürliye Tekel İşletme T.A.Ş'ne verilmiştir. Bu şirketin %45'lik payı hazineye aittir.
Hazinenin çıkarlarını ise İş Bankası koruyordu. Keza Barut ve Patlayıcı Maddeler Tekeli de 1927'de bir Fransız grubuna verilmiştir. Bu anonim şirketlerin 1.500.000 TL sermayesinin 740.000 TL'sı 3 Fransız Şirketine, 10.000 TL'sı Fransız grubuyla anlaşmayı sağladığı ve aracılık ettiği için İbrahim Beyzade Lütfü'ye, geri kalan 750.000 TL ise hazineye aitti. Yine 1927 yılında Revolver ve Av fişekleri tekeli de aynı Fransız grubuna verilmiştir. Petrol-Benzin ithali ile ilgili tekel ise Amerikan Standart-Oil Şirketine bırakılmıştır.


Aşağıdaki tablo 1926-33 yılları arasında özel yabancı sermayenin yatırım ve karlarını gösteren ilginç bir belgedir.
Yabancı ve özel Sermayeli Yatırımlar ve Türkiye'deki Yabancıların Kar faiz ve diğer gelir transferleri (milyon T.L.)

Yıllar Yeni yatırımlar Transferler (kâr ve faiz gel.) Diğer gelirler Toplam tranfer
1926 6,5 8,3 4,0 12,3
1927 5,3 8,3 4,0 12,3
1928 8,0 7,0 4,7 11,7
1929 12,0 6,0 3,9 9,9

Görüldüğü gibi 1923 sonrasında Türkiye'de yabancı sermaye ne "millileştirilmiştir" ne de engellenmiştir. Tersine 1926-33 döneminde yabancı sermaye Türkiye'de önemli bir yer tutmaktadır. Üstelik iki misli kar yaparak bu karlarını metropollere aktarmıştır. Sonuç olarak bu dönemde emperyalizm Türkiye'yi "kalkındırmamış", Türkiye emperyalizmi kalkındırmıştır.

DİPNOT VE KAYNAKLAR
[1] Söz konusu çelişkiler fazla etkisi ve nüfuzu olmamasına karşın Hollanda'nın da yer aldığı Türkisch Petroleum Company (TPC) içinde de sürer. Bu şirketin sermaye bileşimi, %50 National Bank of Turkey, %25 Deutsche Bank ve Anglo Sakson Petroleum Co. şeklindedir. TPC içindeki Almanya-İngiltere çekişmesini İngiltere kazanmış ve 1924'teki TPC'nin sermaye artırımında, İngiliz tekeli Anglo Persium Oil Co. National Bank of Turkey'in %50 payını alarak Alman Deutsch Bank karşısında üstün duruma geçmiştir. TPC içindeki bu savaş, Alman saldırganlığına zemin oluşturan nedenlerden biri olarak, Birinci Paylaşım Savaşına yansımıştır.(geri dön İ)
[2] Söz konusu yardımların dökümü şu şekildeydi: 1920 yılında 600 tüfek, 5,000,000 kadar tüfek mermisi ve 17,660 top mermisi. 1920 Eylül'ünde 200,6 kg külçe altın (Erzurum'da teslim edilmiştir.) 1921 Ocak-Şubat aylarında 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası ve 4.000 şarapnel mermisi ve çeşitli türden bir kısım askeri malzeme. 1921 yılında 33,275 tüfek, 57,986,000 tüfek mermisi, 327 makineli tüfek, 54 top, 1,229,479 top mermisi, 1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi, 3 Ekim 1921'de Nisan-1922 Mayıs arası 5 taksitle verilmiştir ve TBMM Hükümetinin Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27,576,039 TL, 1921 yılında ise 54,160,058 TL. idi.(geri dön İ)
[3] Varoluşçuluk, Yeni olguculuk, İnancılık, Klerikolizm, Yeni Gerçekçilik, Aletçilik, Uygulayıcılık, Olay-bilimcilik, Kişilikçilik, vb.(geri dön İ)
[4] Söz konusu burjuvazinin niteliği konusunda (tarihsel kesitin özellikleri de gözetilerek) kompoze bir çıkarım yapmak istendiğinde, Anadolu Hareketi önderliğinin bünyesinin programlarla belirlendiğini fakat o süreçte her açıdan burjuva nitelik arzedecek kapasite olmadığını söylemek gerekir. Ama bu durum, son çözümlemede burjuva rotasının onda billurlaşması gerçeğini değiştirmez.(geri dön İ)
[5] Burada Marks ve Lenin'in bürokrasiye ilişkin düşüncelerinin bazı noktalarını anmsarsak: "Toplum, ortak çıkarlarının savunulması için iş bölümü yoluyla kendi özelliklerini doğurmuştur. Ne var ki devlet kurumunda uçlaşan bu gerginlikler zamanla kendi çıkarlarına hizmet eder hale gelmişlerdi, toplumun hizmetkarları durumundan kendilerinin efendileri durumuna gelmişlerdi" (K.M 18. Brumaire) "Bürokrasi, karşıtı olan feodalizm illetinin adil ve ceberut biçimidir." (Lenin)(geri dön İ)

DİPNOT VE KAYNAKLAR:
ANADOLU HAREKETİNDEN SONRA ÜLKENİN DURUMU VE ÖNEMLİ GELİŞMELER
(1)Aktaran Mahmut Goloğlu(geri dön İ)
(2)K. Vasiyevsky(geri dön İ)

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19