Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şafak Yargılanamaz 2. Cilt
Derleyen: Hasan Şensoy
Barikat Gazete ve Yayıncılık, Ekim 1993

NASIL BİR ÜLKEDE YAŞIYORUZ

II. BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN YARI-SÖMÜRGE OSMANLI TOPLUMUNA

OSMANLI TOPLUM YAPISI

A- OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN OLUŞUMU VE OSMANLI TOPLUM SİSTEMİ

Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemi olguları, çeşitli açılardan önem taşımaktadır. Öncelikle, bu sürecin dinamikleri, 15. ve 16. yy'lara kadar dünyanın önemli bir kesiminin ilişki çelişkilerini derinden etkilemiştir. Bunun yanısıra, Osmanlıların tarihsel seyrinin değişen yönlerini tanımlayabilmek için, onun varoluş koşullarını ve varoluş olgularını saptamak zorunludur. Ayrıca değişim ve gelişim çizgilerinin, bu olguların tarihsel, sosyal, ekonomik özelliklerince biçimlenmesi da konunun bir başka faktörüdür.
12. ve 13 yy.'lara göz attığımızda, Türklerin çok geniş bir coğrafi yüzeye dağılmış olduklarını ve hemen hemen her yönden heterojen bir tablo sergilediklerini görüyoruz . Bu tablo, konuştukları dilden dinlerine, yaşama biçimlerinden fiziksel yapılarına kadar değişik özellikler göstermektedir.
Türkler değişik karakterlere sahip oldukça çok sayıda kavim, kabile ve boylar olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunların ortak özellikleri ise, genel olarak aynı ırk kökeninden gelmeleri ile Ural-Altay dil grubunun çeşitli lehçelerini kullanmakta oluşlarıdır.
Söz konusu kavimlerin bazılarının adlarını anımsamak gerekirse; Yakutlar, Dolganlar, Tobal ve Baraba Türkleri, Kokçuklar, Kazaklar, Kırgızlar, Çıtaklar, Nogaylar, Gagavuzlar, Çavuşlar, Balkarlar, Başkurtlar, Mişerler, Kipterler, Kazan Türkleri, Kırım ve Karait Türkleri, Özbekler, Tarancılar, Sartlar, Kaşgarlar, Solarlar, Sarı Uygurlar, Tatarlar, Karapapaklar, Karaçaylar, Kumuklar, Kara Nogaylar, Urusbi, Khulen Türkleri, Altay Türkleri ve diğerleridir.
Oğuzlar ise, İran-Irak üzerinden Anadolu'ya yayılan bir Türk boyudur. Bu yüzyıllarda Türklerin yayılmış olduğu dünya yüzeyini Fahrettin Mübarekşah şöyle tanımlamaktadır.
"Dünya ülkeleri arasında Türkistan'dan daha büyük, daha geniş, daha düz olanı yoktur. Doğu'da bu ülkelerin sınırı Çin'dir. Batı'da onun sınırı Rum'la birleşir. (Bizans İmparatorluğu) Kuzey'de bu sınır Yecüc-Mecüc Seddi'dir. Güney'de de Hindistan Dağları bulunur ki, orada biteviye kar yağar."
Oğuzlarda han, beyler ve halk olmak üzere üç temel kategori görmekteyiz. Ne var ki, bu kategorileşmeyi klasik bir sınıflaşma tarzında değerlendirebilmek olası değildir. Aynı şekilde, temel ekonomik uğraşları hayvancılık olan toplumlardaki toplumsal kategorilerin belirgin özelliklerini de aramamak gerekir. Sözgelimi, halkın kahramanlık gösteren 'yiğitlerinin' her an 'ad' kazanma şansına sahip olması dolayısıyla, beyler arasına katılması olasıdır. Örf, adet ve geleneklerin korunmaya ve dinamik tutulmaya çalışılmasının, toplumun ana motifini oluşturduğu Oğuzlarda yasa, beylerin emirleridir. Ayrıca bir yürütme kuvveti olmadığı gibi yargı organı da yoktur. Beylerin üçyüzer kişilik çevrelerine bu bağlamda herhangi bir işlev yüklemek yersiz olur. Çünkü, gerçekte bu çevre bir tarz güç unsuru olarak var olmuş ve sosyal pratikte o şekilde gelişmiştir. Son tahlilde gerçek bir monarşi...
Bu özellikler, monarşinin zor unsurunu kullanmaması ve ekonomik yaşamlarının rahat olmasından ötürü halk tarafından kolayca benimsenmiştir. Oğuzların sınıf şeması Şerif Mardin tarafından şu şekilde çiziliyor: "... babadan oğla geçen bir aristokrasi vardır. Eski Türklerde basit bir sınıflama görülüyordu.En yukarda han, onun altında aristokratik bir tabaka olan "beyler" ve son olarak "halk". Aristokratik sınıfa dahil olabilmenin iki yöntemi vardır: Kan bağı bulunması ve başarılı olunması".
Oğuzlarda halk, sadece itaatle sınırlı bir kesim olarak düşünülemez. Han'ı bağlayan kural ve davranış biçimi geleneklerinin neredeyse bir kurum haline gelmiş gücünü görüyoruz. Öte yandan beylerin sahip olduğu güç de, diğer bir önemli etmen olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu beylerin oluşturduğu 'Kurultay'ların manevi otoritesi bir hayli belirgindir.
Oğuzların göçebelik ve hayvancılık özelliklerinin yanı sıra talancı ve haraççı özelliklerini de görüyoruz. Dede Korkut Masalları bu durumu şöyle aktarıyor: "Dokuz tümen Gürcistan'ın haracı geldi. Bir at kılıç, bir çomak götürdüler. Bayındır Han Katı Saht oldu. Aydur Niçe saht olmayan, her yıl altu akçe gelür idiyige bige virür idük hatırları hoş olur idi". Bunların yanı sıra, cılız da olsa ticari yaşamda varlık gösterdiklerini, tüccarlara ve bezirganlara sahip olduklarını eklemek gerekiyor. Türklerin hiyerarşisi, Moğollar gibi 10.yy'da oluşmuştur. Bu hiyerarşinin en önemli yanı, aile kökenlerine bağlı olarak gelişmesidir.
Daha önce "Tengri" diye adlandırdıkları ulu bir varlığa inanan ve bu varlığın evrenin egemeni olduğunu düşünen Oğuzlar'ın İslamiyetle tanışmaları, 10.yy'da ülkelerine gelen Müslüman tacirler dolayısıyla olmuştur. 11.yy'ın başlarından itibaren hızlı bir şekilde İslamiyete kanalize olan Oğuzlar'ın, İslamiyeti çok esnek anlayışlarla ele aldıkları ve uyguladıkları da bilinen gerçektir. Hiçbir zaman Ortodoks Müslüman özellikler göstermemelerine karşın, İslamiyet onlar açısından iki önemli tarihsel sonuç getirmiştir. Öncelikle güneye göç başlamış, bağlantılı olarak da bu hareketlilik, İslamiyetin Batı'ya ve kısmen Doğu'ya Türkler tarafından taşınmasını doğurmuştur.
Türklerin Anadolu'ya yönelmeleri binli yıllarla birlikte başlar. Binli yılların hemen başında Ermenistan'ın doğusunu ele geçirmeye çalışmışlarsa da sonuç alamamışlardır. Bu yol, Türklere ancak güçlü bir Selçuklu Devleti'nin varlığından sonra açılmıştır. "Orta Asya steplerine göre daha iyi coğrafi koşulları ve doğal sınırlarıyla insan yerleşmesine çok elverişli olan Anadolu çevresinde, bugünkü Türk toplumu tarih yüzüne böyle doğdu." (1)
Anadolu yarımadasında oldukça kısa zamanda son derece önemli değişiklikler yaratan , yeryüzünün bu bölgesini etnik bakımdan olduğu gibi farklılaştıran tarihsel nedenler, Türklerin fetih arzusu, vb. ile açıklanamaz. Bu noktada hem Türklerin o süreçteki dinamiklerini, hem de o dinamiklere zemin oluşturan Anadolu koşullarını tanımlamak gerekmektedir. Göçerliğin-egemen olsa da- tek olgu olmadığı Türkler, gelişen , değişen , büyüyen ekonomik, toplumsal durumlarını yeni ve elverişli bir çerçeveye oturtma gereksinimi duyuyorlardı. Onların bu yaşam koşullarına bağlı gereksinimi, kitlesel bir dinamik niteliğinde olduğu için büyük önem taşımaktaydı.
Ekonomik, tarihsel ve sosyal gereksinimlerden oluşan koşulları, ideolojide de tanımını bulmuş ve 'islami cihat' olgusuyla çakışarak kendisine bu bağlamda meşru bir platform yaratmıştır. Sözkonusu "meşruiyetin" hayata geçirilme zemini olan Anadolu'nun o süreçteki durumu ise, 'meşruiyet'e çanak tutan ek bir faktör sunmaktadır. Çünkü, II. Basileus'un ölümünden sonra hem devletin ve hem de bölge beylerinin katmerli vergilerinin yarattığı baskı, halkın nabzını iyice yükseltmiştir.
Her zaman olduğu gibi vergiler ve baskı koşut olarak tırmanıyor, Küçük Asya halkı, bir başka egemenliğe gönüllü gözüküyordu. Yine aynı paralelde, devletin dış düşmanlara karşı koyacak soluğu da kalmamıştı. Türkler işte bu koşulları zamanında kullanarak Anadolu'ya aktılar. Üstelik, bütün esirlere v e"paraiken" denilen ırgatlara özgürlük vererek, onları eski vergilerle kıyaslandığında oldukça hafif görünen bir vergi sistemine soktuklarını ilan ettiler. Aynı zamanda Türkmenler de yeni duruma hızla uyum sağladılar. "Yeni yeni köy, kasaba ve şehirler kuran, yaylalara mazide görülmedik bir canlılık veren Türk halk zümreleri, yeni vatanlarının doğal ekonomik gereklerine pek çabuk uymakta idiler. Halı, sof, kuru meyve, hayvan, kereste, şap gibi maddeler bol bol ihraç ediliyordu. Ayrıca Şark mallarını kervanlarla Bizans pazarlarına getirmeyi de Anadolu Türkleri üzerlerine almışlardı"(2)
Özellikle feodalizm tartışmasında gündeme gelen islami olguları, bu bağlaşıklık içinde ele almadan önce durumun genel verilerine değinmek gerekiyor. Çünkü Osmanlı Devleti'nin feodal üretim ilişkileri özelliklerini taşıyıp taşımadığı, özgün yanları, bu özgün yanların genel literatürde nereye oturtulması gerektiği, özel bir tanımlama zorunluluğunun olup olmadığının anlaşılabilmesi, ancak bu şekilde olasıdır.
Feodalizmin genel ölçüleri nelerdir? Bazı özelleşen yanlarıyla bir 'islam feodalizmi'nden söz edilebilir mi? İslamiyet üretim ilişkilerine böylesine özel bir etkide bulunabilmiş ve onun dokusunu salt kendi kurallarından kaynaklanan nedenlerle değiştirmiş midir, yoksa genel dokunun özellikleri korunmak kaydıyla, bu özellikler üzerinde yükselen bir takım toplumsal, kültürel, psikolojik... etkenlerden ve sonuçlardan mı sözetmek gerekiyor? Osmanlı ekonomik sisteminin bel kemiğini oluşturan ikta ve tımar kurumlarının niteliği feodal midir?
Bu soruların yanıtlarını ararken, elbette öncelikle 'toprağa bağımlı serf' olgusuna bakacağız. Bu arayışımız, bir tarihsellik içinde gelişen üretim ilişkileri sistemleri temelinde olacak. Üretim süreçlerinin eşitsiz gelişim kuralının, sadece zaman değişkenine bağlı olmadığını; bu kuralın, değişik tarihsel, sosyal, kültürel ve hatta coğrafi özellikler taşıyan toplumların farklı ekonomik potansiyellerinden ötürü de değişiklikler gösterdiğini vurgulamak gerekiyor? Bu farklılıklar, klasik şemayı alt üst eden karakterler taşımasa da , özellikle mekanik yorumları zorlar.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nda feodalizmin varlığından söz edebilmek olası değildi. Belli bir vergilendirme düzeni ya da üretim biçimi egemen olmadığı halde, devlet yapısını ve düzenini belirleyen bir takım kurallardan yola çıkarak üretim tarzı belirlemesi yapmak yanlış olur.
Konuyu toprak düzeni açısından ele alırsak; Anadolu Selçukluları'nda toprağın üç ayrı kullanım biçimi olduğunu görürüz.
Bunların ilki "mülk", diğeri "vakıf", üçüncüsü ise "miri" olarak tanımlanıyor. Gerçek bir kullanma özgürlüğünün söz konusu olduğu 'mülk'lerde toprağın sahibi, o topraklar üzerinde dilediğini yapmak, toprağı arzusuna göre kullanmak hakkına sahiptir. Toplumsal amaçlarla kullanılan vakıf topraklarının, aynı zamanda genel düzene bu bağlamda katkıları olduğu, yer yer, söz ettiğimiz ikinci kategori toprakların bilim adına da sosyal kullanıma sokulduğu görülüyor. Kısacası bu topraklar "vakfediliyor" Bu uygulamanın göstermelik olmadığını, toplumsal yaşamda herhangi bir olgu olarak değil, etkin, uygulaması genel düzene ciddi veriler sunan bir olgu olarak varolduğunu belirtmek gerekiyor. Üçüncü tür topraklar ise, görev temelinde sahip olunan ve aslında devlete ait olan topraklardı. Yani miri toprak, bir görev dolayısıyla bir kimseye devlet tarafından ayrılan bölümün gelirinden yararlanılması idi. Söz konusu görevin sona ermesi halinde bu topraklar da yeniden devlet tasarrufuna devrediliyordu.
Feodalizmde göçebelik tartışmasını var olan savlara dayanarak yapmak olası değil. Her ne kadar 'toprağa bağımlı serf'liği feodal düzen ilişkileri açısından mekanize etmesek de, göçebe kabile yapısının topluma nüfuz edici bir tablo çizmediğini, devletlerin bir hayli yüzeysel konumlanışları olduğunu, Osmanlı Devleti'nin belirginleşmeye başladığı süreçten sonra bu özelliğin de değişmeye başladığını görüyoruz.
İslamiyet, devlete teokratik nitelikler sunar. Egemenliğin sadece ve her alanda Allah'a ait olduğunu, yeryüzünde ise onun temsilcisi eliyle kullanılıp uygulanacağını tanımlayarak monarşinin kurallarını koyar. Kuran'da bu temsilciliğini nasıl kullanılacağı konusunda kayıtlar bulunmadığı, (ve ilerde değişik egemenlik biçimlerine de empoze edilecek) bu anlayışın temel faktörü yine bireysel bir temsil noktasında düğümlenmekte olduğu için, 'şeriat' devletinin cumhuriyet veya benzeri bir yönetim erkine uyarlanabilmesi, pratik gerçeklik bulamamıştır.
İslamiyet; ilk zamanlarda, moral değerleri bir hayli zayıf düşmüş, fakat bu durumu, bir yozlaşma ve çürümeye yol açmadan dönüştürme çabasında olan, gelenek, töre ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya sarılan, sınırlı birkaç el zanaatına ve ortak değerlerine olağan üstü önem veren Türklerin bu durumuna gereken yanıtları sunmuş, ,boşlukları hızla doldurmuştur.
Ne var ki, bir süre sonra, egemenliğin faktörü olarak kullanılmaya başlanır başlanmaz, toplumsal geri kalmışlığın da faktörlerinden biri haline gelmiş, Osmanlı statik yapısında din öğesinin belirginliğine yol açmıştır.
1500'lerde esen yenilenme rüzgarlarının Avrupa'yı şiddetle sarsmasına ve feodalizmin güçlü ögesi Hıristiyanlığı önemli ölçüde dönüştürmesine karşın, aynı süreçlerde (Osmanlı Devleti'nin merkezi otoritesinin görkemli durumunun da etkisiyle) İslamiyet kendi yolunda yürümeyi sürdürmüştür.
İslamiyetin, üretimin gelişmesi üzerinde hiçbir olumlu etkisi olmamıştır. Ticareti düzenleyen bir takım kuralların, belli bir süre bazı toplumlarda-ve bu arada ilk zamanlarda Türklerde de- prensip ve canlılık sağladığı görülmüşse de, Kuran'ın kendi içinde üretken bir mantığı olmadığı için, giderek ticarette dahi engel faktör haline gelmiştir. Bu tür engellerden dolayıdır ki, "Müslüman tebaa" ile "gayrı müslüm tebaa" arasına önemli farklar konulsa da, son tahlilde ticarette gelişmenin cılız dinamikleri de Müslüman olmayan kesime terkedilmiştir.
Müslüman olmayanların salt bu nedenle elde ettiği avantajlar, toplumsal yaşantıda geri bir kategoriye itilmelerine karşın, ekonomik planda ve hatta hukuksal planda daha elverişli koşullar sunuyordu. Zekat verme zorunda olmamaları, o dönem çeşitli açılardan oldukça ağır bir yük olan askerlikten muaf olmaları, şeriat hukukunca yargılanmayıp kendi iç sınırlılıkları içinde özel yargı haklarının bulunması, gözardı edilmeyecek avantajlardı. Öte yandan "haraç" adı altında bir vergiye tabi tutulmalarının da önemli bir yük olarak görülmesi gerekmiyor. Ki, bu tür özel vergilendirme durumlarında da din adamlarından, yoksullardan talepte bulunulmuyordu.
Üretim-tüketim mantıkları açısından ve bu mantıkları yerleşik sonuçlar haline getiren nedenler açısından bir doğu-batı ayrımı yapmak, Osmanlı devletini de bu çerçevede gündeme getirmek yüzeysel bir soyutlama olmaz. W.Bjerkman'ın "Şark ekonomisi bir tüketim ekonomisi olup katiyen üretim ekonomisi değildir" tanımının "katiyen" abartmasının eşyanın tabiatına ters yanının çıkartırsak gerçekten doğu toplumlarında üretim ekonomisinin değil, tüketim ekonomisinin egemen olduğunu, ticaretin bu temelde sürmesine karşın, ekonomik üretkenlik ve dinamizm fukaralığının, çağlar boyu tarihi de kendince biçimlendirdiği açıktır.
Yukarıda İslamiyetin toplumlarda kendinden önceki durumu henüz çözmediği dönemlerden söz ettik. Bunun anlamı, yer yer önemli boşluklar olsa da kurumlaşmada herhangi bir değişiklik olmaması değildir. İslamiyet'ten önce de salt gelenekler, vb. alanlarda değil, bir çok alanda belli kurumlaşmalar vardır. Belirttiğimiz süreçlerde ise hem islami kurumlar hem de eski kurumlar yan yana, iç içe varolmuştur. Böylesi süreçlerde yer değiştiren kurumlaşmalar arasında bir çatışmanın olup olmadığına bakmak gerekir. Çünkü bu çatışmalar, toplumların evriminde önemli dönemeçlerdir. Ve Türklerde, İslamiyet'e geçiş döneminde bu anlamda ciddi bir çatışma yaşanmamıştır. Sözgelimi Selçuklular İslamiyet'ten sonra da Göktürk, Uygur, Oğuz kabile geleneklerinin belirgin etkileriyle yaşamlarını sürdürmüşler ve bu etkilerin, İslamiyetin yeni olguları karşısında silikleşmesi çok uzun zaman almıştır. Aynı şekilde daha önce, Samaniler'de, Gazneliler'de ve Karahanlılar'da Göktürk ve Uygur kurumlarını son derece somut olarak -İslamiyet'e rağmen- görüyoruz. Osmanlılar"da 'eski'nin çözülmesi, özellikle Fatih zamanında gündeme gelmiştir. İslam ilke ve kurallarının 'eski'ye egemen olmasına en kısa zamanı biçen araştırmacılar dahi, araya kuruluştan sonra bir-iki yüzyıllık zaman dilimi koymaktadırlar. Öyleyse bu süreci; İslam motivasyonları artı, Türk gelenekleri altında yaşanan, henüz İslamiyetin toplumsal kurumlara egemen olmadığı, ama 'eski'nin yeni karşısında bir direnme koymadığı süreç olarak tanımlayabiliriz.
"Osmanlı toplumu, klasik feodal bir bünyeye sahip olmamasına rağmen feodal bir devletti. Tam deyimiyle-özellikle 15.yy'dan sonra, toplumsal yapı; askeri feodal bir yapıydı". Mahir Çayan yoldaşın 'merkezi-feodal' nitelemesi önemlidir. Bu 'merkezi-feodal' yapı, kuruluştan itibaren geçerli olmuş ve olduğu gibi korunmuş bir statik bünyeye sahip değildir. Klasik feodal özelliklere daha yakın olan ilk süreçler, aşiret gelenekleri nedeniyle daha özgün yaşansa da, ilerleyen süreçlerde feodalitenin gerçek bir merkezi etkinlikle yürütülmeye başlandığını, doğu toplumlarının yarı feodal özellikleriyle, (merkezin güçlenmesi oranında) klasik feodal dokunun farklılaştığını görüyoruz.
Feodalitenin bir boyutu, güçsüz ve ancak devlet topraklarının belirli bir bölümünde sınırsız tasarruf durumu olan merkezin yanı sıra, merkeze belli ölçülerde bağımlı olsalar da esas olarak kendi topraklarında bir anlamda kendi başlarına hükümran olan feodal beyler, (senyörler, derebeyler) bileşkesidir. İkinci ve ağır basan boyutu ise, toprağa bağlı serfliktir ki, tımar, bu durumu (yumuşatılmış ve güncelleştirilmiş hali olarak) karşılamaktadır.
Muzaffer Akdağ tımar'ı: "Devlet kendi hizmetindeki insanlardan bazılarına hizmetleri karşılığında maaş verecek yerde, belirli bir yerin vergilerinden bir kısmını kendi hesaplarına toplamak hakkını tanır ki, bu aşağı yukarı tımar demektir" biçiminde tanımlamaktadır. Özellikle ilk dönemlerde yeni 'fethedilen' toprakların, geniş yetkilerle birlikte sultan çevresinden insanlara verildiği bilinmektedir. Bu bey'ler bazen fetihlerde yararlılık gösterenler olduğu gibi bazen de sultan ailesinden olabilmektedir.
Bu noktada, daha sonraki tutumlarıyla birlikte ele alarak genel bir değerlendirme yaptığımızda ilginç bir sonuç ortaya çıkıyor. Osmanlılar gerek ekonomide gerek yönetimde ve gerekse dinde, uzun dönem zamandaş feodal yöntemleri yumuşatarak kullanmışlardır. Eski toplumsal olgularla İslami olguları yan yana yaşamışlar, toprak düzeninde, Anadolu Selçukluları'nın beylikler halinde parçalanışını merkezileştirmişlerdir. Bununla beraber, feodal yapının reaya olgusunu özgünleştirerek yaşatmışlar, yeni fethettikleri toprakların yerli kurumlarını tümüyle dağıtmaya gitmemişlerdir. Bunların, kendi koydukları kurallarla birlikte yaşamasına izin vermişlerdir. Sözgelimi Rumeli fetihlerinde, fetihleri gerçekleştiren komutanlara, oldukça geniş yetkilerle, sınır boyları mülk olarak verilmiştir. Ve bu komutanlar orada, yukarıdaki saptamalar temelinde bir düzen yaratmışlardır.
Osmanlılar'ın özellikle gelişme aşamalarında, duydukları gereksinim dolayısıyla, İslamiyetin 'gaza ve cihat' mantığını fetihlerde ciddi olgular olarak kullandıkları görülüyor.
Kuruluştan sonra çeşitli biçimlerde geçerliliğini sürdürmüş bir çok kurum ve tavır Fatih zamanında önemli ölçüde alt üst olmuş, değiştirilmiştir. Devlet gerçek bir imparatorluk anlayışıyla yönetilmeye başlanmış, dönüştürülmüştür. Cihad uhu vb. eski motiflerin yerini bu anlayıştan kaynaklanan yeni kurumlaşmalar almıştır. O döneme kadar devlet düzeninde somut bir etkinliği olmayan 'kapıkulu', artık devletin belli başlı faktörlerinden biridir. Yine o döneme kadar düzen üzerinde söz sahibi olan aristokrasi, neredeyse saf dışı edilmiştir.
Yalnız sözünü ettiğimiz bu aristokrasiyi, klasik feodal bünyeye sahip devlet yapılarındaki alışıla gelmiş aristokrat zümre ile karıştırmamak gerekmektedir. Merkezinde, hükümdar ve onun ailesi, bu merkezi çevreleyen bürokrat nitelikli fakat kalıtımsal bünyeli bir aristokrasi ve henüz palazlanmamış kapıkulları, erkin bütünüdür. Giderek bilginlerin, kadıların, şeyhlerin, zengin tüccarların, kırsal kesimde mülk ve nüfuz ile belirginleşen bir üst halkanın; merkez ile halk arasında tali bir erk , ara bir kat oluşturdukları, bir nevi aracı durumuna geldikleri görülüyor. Halkın durumu sadece üretici ve vergi ödeyici olmaktan öte bir veri göstermiyordu. "Toprağa bağlı reaya üretiyor; artı-ürün ikinci dereceden feodaller aracılığıyla merkezi otorite tarafından ele geçiriliyordu." (3)
Fatih zamanındaki değişikliklerin tanımı, merkezileşmenin netleşmesidir. O döneme kadar hükümdarların yanı sıra, -son çözümlemede yine tek ve mutlak erk olsalar da- kendilerini çevreleyen kesimin belli bir etkisi söz konusuydu. Bu etkinin temelinde; vezirlerin, beylerin, vb. kişilerin, padişahların tahta çıkmasında oynadıkları rol yatmaktaydı. Fatih bu duruma son vermiştir. Oğuzlardan beri süregelen ilkel aristokratik kesimin etkinliğini ortadan kaldırmış, kalıtımla, savaş yararlılıklarıyla, ahilik olgusuyla hükümdarı çevreleyen 'bey'lerin rollerini, bir anlamda hükümdar tekeline almıştır. Fatih, bütün bu tasfiyelerin doğurduğu boşluğu, (hükümdarlık erki açısından hiçbir tehlike yaratmayacağı gerçeğinden hareketle) büyük bir ustalıkla kapıkulu ile doldurmuştur. Bu devşirmelerin yönetici vasıflarla donatılmaları, herhangi bir manevi otorite ve 'hükümdarlara rağmen'lik tehlikesi yaratmadan, hükümdar memurluğu yapmalarından başka bir anlam taşımamaktadır.
Bu tasfiyelerin de son darbeyi vurduğu büyük toprak mülkleri erkinin yaşayabilmesinin koşulları da böylece ortadan tümüyle kalkmıştır. Gerçekte bu şekilde bir erkin oluşabilmesinin ve yaşayabilmesinin önünde öteden beri çeşitli engeller bulunmaktadır. Toplumsal yapı, klasik feodalitede önemli bir olgu olan miras'a değişik yaklaşmaktadır. İslam hukukunun oynadığı roller vardır ve aile ve toprak soyluluğuna karşı bir tavır sözkonusudur. Bu konuda ciddi araştırmalarda bulunmuş Türk tarihçilerinin hemen hemen hepsi, Osmanlı devlet-toplum düzeninin klasik bünye ile çakışmadığı sonucuna varmışlardır. Bunlar arasında Çağatay, Akdağ, Barkan, İnalcık, Köprülü, vd...'leri ni sayabiliriz.
Son tahlilde feodal beyin, merkezi devletin kendisi olmasından hareketle, merkezi-feodal yapı tanımlaması ortaya çıkmaktadır. Reayanın toprağa bağlılığı da, yine bu temel ve yukarıda sözünü ettiğimiz ek faktörler kapsamında, mutlak bir bağımlılık değildir. Ama bağımsızlık da değildir. Çünkü, "çift bozan resmi" denilen bir vergiyle, toprağı terk etmek isteyen reaya, devlete belli bir tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır.
"Reaya, başlıca ikta reayası (tımar, zeamet, has), vakıf reayası, malikane reayası ve ya bunlardan ikisinin ortak reayası olarak dört sınıftır. Köylü, elindeki toprağın geçici tapusunu kimin reayası ise ondan alır ve öşür resmini ona verirdi. Köylü, kendi elindeki yerleri sürüp ekmekle mükellefti; o toprağı bırakıp başkasının toprağına gidemezdi ve başkasının reayası olamazdı. Yalnız köylünün çalıştığı toprak, mülk iken vakıf vakıf iken borcuna karşılık sipahiye verilmiş ise, köylü de o suretle toprakla beraber vakıf, mülk veya sipahinin reayası olmak üzere yeni şekle göre isim değiştirirdi." (4)
Bilindiği gibi Marks; Çin, Hindistan ve Türkiye örnekleri temelinde, klasik sınıflamaların dışında, coğrafi çerçeve içinde, Asya tarzı üretim biçiminden söz etmiştir. Hala çeşitli tezlere kaynaklık eden birtakım arayışların düğümlendiği bu konuda genel bir fikir için, Grundrisse'nin "Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler" bölümünün 'Giriş'indeki görüşlerini anımsayalım.
"Mülkiyet, toplumun kendi varlığını yeniden üretme sürecinde, bu üretimin nesnel koşullarını, kendisine (yani üretimin özel koşuluna) ait şeyler, ya da kendi üretiminin koşulları olarak görmesi ve değerlendirmesidir; dolayısıyla, mülkiyet, bireyin bir toplum üyesi olarak varlığından ayrı düşünülemez. Birey ancak bir toplum üyesi sıfatıyla mülk sahibi olabilir ve her toplum üyesi, bu sıfatıyla toplumun mülkü üzerinde hak sahibidir. (Bu hakkın üç farklı çeşidi-Asya tarzı, Alman tarzı, Antik tarz-incelenecektir). Dolayısıyla bireyin toplum içindeki varlığını yeniden üretmek, onu bir mülk sahibi olarak yeniden üretmek demektir ve emek, mülkiyetten ayrı düşünülemez.
Öncelikle Marks'ın sunduğu üç toplum ve mülkiyet tarzı, ideal biçimlerde sınıf ayrımına yer vermeyen ilkel Komünal toplumlardır. İkincisi, üçü arasındaki ayrım tarihi değil coğrafidir. Asya tarzı diye adlandırılan biçim, özellikle (metinde sözü edilmese de Marks'ın başka yazılarından anladığımız kadarıyla) Çin, Hindistan ve Türkiye'de fakat aynı zamanda Slav ve Romen klanlarında, Meksika (Aztek) ve Peru (İnka) uygarlıklarında ve eski Keltlerde geçerlidir. (5) Antik tarz başlığı altında sadece Roma toprak düzeni tartışılmış ve bunun Yunan ve İbrani uygarlıklarında da geçerli olduğunu söylemiştir. Alman tarzı ise, büyük göçler öncesi Kuzey Avrupa Cermen aşiretlerinin tarzıdır. Moğol ve Kızılderili kavimlerine değinildiği halde, bunların Asya tarzı sayılıp sayılmayacağı açık değildir. İlkel Afrika kavimlerine ve İslam öncesi Arap aşiretlerine hiç değinilmemiştir."
Bütün arayışların ve tartışmaların ötesinde, buraya kadar belirlediğimiz noktalar, 'merkezi feodal' yapı saptamasına ilişkin veriler sunmaktadır. Bu genel bir çıkarımdır. Çünkü Osmanlılar'ın geniş ve sürekli büyüyen topraklarında, belli bir merkezi prosedürün uygulanmasının yanı sıra, ele geçirilen her yeni bölge için, o bölgenin koşullarına uyacak tarzda, değişik 'kanunnameler' düzenlenmiştir. Bunların herhangi biri tek başına ele alındığında, değişik bir tanımlama için kuvvetli veriler sunabilmektedir. Fakat doğrusu, bütün bu özgünlüklerin sentezi olan merkezi devlet yapı ve uygulamalarının esasta gözetilmesidir. Ki, o zaman belirleyici olanın merkezi otorite olduğu ve toprak düzeninin genel olarak bu merkezde cisimleşmiş bir feodal karakter taşıdığı anlaşılmaktadır.
Bu noktada, reaya ile tımar sahiplerinin ilişkilerinin düzenlenmesine, bu düzenin, klasik feodalite de feodal beyle serf arasındaki ilişkiyle karıştırılmasına bakmak gerekiyor.
Tımar sahiplerinin reaya üzerindeki tek hakları, yasalarla saptanmış belirli vergileri toplamak idi. Sahip ile reaya arasında bir anlaşmazlık çıktığında bunun incelenmesi ve çözümlenmesi yöresel kadılıklar yoluyla ya da merkezden verilecek emre göre yapılırdı. Reaya sahibi, köylüye karşı hakkını savunabileceği gibi, köylü de hakkını aramak yetkisine sahipti.
Çeşitli yasalarla belirtilmiş olduğuna göre, yani tımar sahibi için, köylüden öşürünü en yakın pazara iletmek ve köyde bir ambar yapmaktan başka özel bir hizmet önermek ya da parasız herhangi bir şey istemek yasaktı..(6)
Toprak düzeninin dışında, ticaret hayatının koşullarına ve durumuna genel olarak bir göz attığımızda; 16.yy'da dünyadaki gelişmelere paralel olarak Osmanlı ticaret hayatının da ölmeye başladığını görüyoruz. Çünkü kuruluştan beri kervan ticareti ve transit eşya olgularına dayanan belli bir canlılık vardır. Üstelik yerli ürünlerin devlet sınırları dışında da pazarı vardır. Fakat 16.yy'daki bilimsel, teknik, ekonomik gelişmeler bu yaşamı hızla öldürüp dönüştürmüştür.
Değişimin dışında kalan İmparatorlukta, kaçınılmaz olarak ticaret koşulları ölmeye başlamıştır. Daha önce stratejik ticaret yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması, İmparatorluk için çeşitli açılardan (hem ekonomik hem toplumsal olarak) büyük avantajlar sağlıyordu. Şimdi ise hızla zenginleşen Avrupa liman kentlerinde odaklaşmaya başlayan ekonomik canlılık, hammaddelerin Avrupa'ya akmasını doğuruyordu.
Dolayısıyla, avantajların tümü dezavantajlarla yer değiştiriyordu. Artık ticaret yolları Kuzey Avrupa ve İngiltere üzerinden Okyanus'a kaymış durumdadır. Bu değişimler birkaç yüzyıl çizgilerini korumuşlar ve sonuçta İmparatorluğun göreli ticaret yaşamını da azınlıklar, Rum, Ermeni ve Yahudiler ellerine geçirmişlerdir.

Osmanlıların devlet düzeninde devlet-toplum yapısındaki belli başlı olgular:

1) Erk'in Kullanımı:
Her koşul altında (onu çevreleyen, dönem dönem değişiklikler gösteren yönetim düzeni görüntüsüne rağmen) erk; padişahtır. Bu durumun zirvesi 15. ve 16. yy'lardır. Kuruluştan itibaren giderek yükselen grafik, sözkonusu yüzyıllardan sonra ise giderek alçalmıştır. Çünkü başlangıçta, yine son söz ve güç sultanda olmak kaydıyla "Türkmen aristokrasisinin", "ahilerin", "savaş Alplerin" ciddi etkinliği vardır. Grafiğin, padişah erki açısından inişe geçtiği dönemlerde ise, kapıkulunun, din adamlarının, saray bürokrasisinin etkinlikleri görülür.
Öte yandan, her ne kadar 'fetva' olgusu nedeniyle Şeyhülislamların önemli konumlanışı varsa da, son çözümlemede yasa, yine hükümdar buyruğudur. Hükümdarların bir yandan kendilerini şeriatla özdeşleştirmeleri ve dini kurumları onların temsil etmesi (ki halifelikle somutlaşmıştı), öte yandan şeriatın özel uygulamalarını Şeyhülislamlığa bırakmaları, gereksinim duyduklarında müdahale etmeleri, durumu en uygun şekilde yürütmeleri yolunda 'politik' bir tutum olmuştur. Hükümdarların şeriatla daha fazla çakışması, özellikle II. Beyazıt'dan başlamak üzere gündeme gelmiştir.
Bilindiği gibi Osmanlı erkinde padişaha en yakın halka olarak 'Divan' vardır. Ne var ki, Divan'ın bütün görkemine karşı gerçek işlevi, bir kurum olarak son derece yüzeysel ve göstermeliktir. Ancak, kişisel inisiyatif temelinde yer yer Divan üyelerinin önemli etkinlikler koyduğu ve o şekilde devlet yönetiminde söz sahibi oldukları da bilinmektedir. Diğer hallerde Divan, esas olarak padişahın danışma kurulu niteliğindedir. Vezirler, kazaskerler, defterdarlar ve nişancı Divan üyeleridir. Önemle belirtmeliyiz ki, kazaskerlerin dışında bütün Divan üyeleri, kapıkulu arasından çıkar. Sadece kazasker kapıkulundan gelmez ve özgün durumu, görece bağımsızlığı vardır.
Kazaskerlerin, şeyhülislam, medrese üçgenini tamamlayarak 'ulema' kategorisi bütününde özel bir güç oluşturdukları biliniyor.

2) Vergi Düzeni
Osmanlı vergi düzeninin iki önemli esprisi vardır. Her ikisi de merkez açısından pratik avantajlar sağlayan bu esprilerin ilki, memurlarına kendileri için vergi toplatılmasıdır. Bu durumun merkeze sağladığı yararları; devletin alan ve tekrar veren olma külfetinden kurtarılması, memurların maaşlarının tutarını reayadan bizzat alması şeklinde özetleyebiliriz.
Bu konuda ikinci önemli espriye gelince; Osmanlıların bütün imparatorluk topraklarını kapsayan bir vergi sisteminin olmadığına daha önce değinmiştik. Son derece geniş bir coğrafi yüzeye hükmeden imparatorluk, bu her bakımdan değişik özellikler gösteren bölgeler için aynı vergi programlarını uygulamamış, yörelerdeki eski düzenleri de gözetmiştir.
Öncelikle imparatorluğa yeni katılan bölgelerin yürürlükte olan sistemini incelettirmiş, bunu kendi isteklerine göre yeniden düzenlettirmiş ve üstelik hazırlanan özel kanunnameleri bir deneme sürecinden geçirtmiş, nihayet pratik sonuçlarını derleyerek son şeklini vermiştir.
Öte yandan savaş giderleri için alınan "avarız"dan söz etmek gerekir. Çünkü özel bir vergidir. "Erk'in kullanımı" başlıklı bölümde belirttiğimiz gibi merkezi yönetim, din kurallarının ağırlık taşıdığı durumlara fazla karışmamak yolunda tercih kullanırdı. Aynı durum vergilendirme alanında da geçerlidir. Dolayısıyla genel olarak vergilerin "şer"i ve "örfi" olmak üzere iki ana kola ayrılmış olduğu söylenebilir.
Önce Şer'i vergi alanına giren vergi türlerine bir göz atarsak, esas olarak öşür, cizye (haraç), zekat, ihtisap resmi, maden resmi'ni saymak gerekir. Öşür, tarımsal ürünlerin onda biridir. Cizye (haraç), Müslüman olmayanlardan sağlanır. Zekat, Müslümanların İslamiyetin gerekleri çerçevesinde ödedikleri paradır. Bu para, daha önce dini inançları dolayısıyla Müslümanlar tarafından yoksullar için gönüllü olarak ödendiği halde daha sonra vergiye dönüştürülmüştür. İhtisap resmine gelince, zanaatkar ve tüccarlardan toplanan bir vergidir. Pazar denetimcisi tarafından saptanır.
Özel mülk olan madenlerden de üretimin beşte biri alınırdı. Osmanlılarda tam seksen tür "şer"i vergi görüyoruz. Ama bunların en önemlileri öşür, haraç ve cizyedir. Osmanlıların öşür ve haraç aldıkları toprakları miri toprak şekline sokmaları, bu temelde bir bölüşüm doğurmuştur.
Örfi vergilerin düzenleyicisi Divan-ı Hümayun olmakla birlikte tek merkezden kararlarla sağlanan bu vergiler, her yöre için değişen özellikler gösterirdi.

3- Kapıkulu:
Kapıkulu kurumu, Osmanlılarda hem toplum, hem devlet, hem sınıf yapısı açısından önemli olmuş, özgün görünümler doğurmuştur. Öyle ki bazı araştırmacı ve tarihçiler, abartılı yorumlara giderek, Osmanlı sınıf yapısına bu kurumun damgasını vurduğunu söyleyebilmişlerdir.
Bu önemli kurumun, Osmanlılar döneminde ortaya çıktığını düşünmek ve onu Osmanlı Devleti ile özdeşleştirmek yanlış olur. Çünkü Selçuklular da dahil olmak üzere daha önceki Türk devletlerinde yaklaşık olarak aynı özellik ve işlevlere sahip olan "hassa kuvvetlerini" görüyoruz. Hassa kuvvetleri, kapıkulu gibi yabancı devşirmelerden oluşturulan ve direkt hükümdara bağlı, onun çevresini oluşturan bir nitelik göstermekteydi. Yine Türklerin alınmadığı bu kuvvetler Rum, Ermeni, Rus, Kıpçak vb. kökenli insanlardan oluşuyordu.
Kapıkulu, önce bir süre sadece kölelerden ve Müslüman olan ve olmayan insanlardan oluşturuluyor, fakat hemen ardından devşirme düzenine geçildiği görülüyor. Kapıkulunun en önemli bölümü yeniçeri birlikleridir. Ayrıca yeniçerilerin Bektaşilikle yakın ilgileri; Bektaşi tarikatının, yeniçeriler için bir tür danışmanlık ocağı oluşu dikkate değerdir. İlerleyen dönemlerde yeniçerilerin oynadıkları rollerde bu ilişkinin de yeri olacaktır. Bunun yanı sıra, kendi yaşam ve kurallarını düzenleyen özel yasalara bağlı olmaları nedeniyle sivil ve yerel yasalar karşısında bağımsız olmaları da önemli bir ayrıcalık olarak yeniçerilerin yine aynı bağlamdaki çeşitli davranışlarına zemin yaratmıştır.
Öte yandan merkezi çevreleyen güç olan kapıkulunun yanı sıra, illerde özel il muhafızları ve tımarlı sipahilerden oluşan eyalet kuvvetleri vardır ve bunların büyük bir yoğunlukları söz konusudur.
Müslüman Türklerin bu kesimden soyutlanmaları, kalıcı bir aristokrasinin Osmanlı yönetim halkasında yer almayışında rol oynamış ve öteden beri var olan bir tür aristokrasinin de zaman içinde niteliğini yitirmesine yol açmıştır. Ayrıca Osmanlı devlet-toplum yaşamı dinamikleri incelendiğinde, Müslüman Türk halkının ülke sorun gelişmelerinden soyutlanmalarında, edilgenleşmelerinde bu kurumun çok önemli rolü olduğu görülüyor.
Sonuç olarak, en genel tanımıyla kapıkulu; "saraya ya da padişaha bağlı yönetici ve savaşçı kesim"dir. Küçük yaşta ve belli kurallarla (ki bu kuralların her birinin siyasal, toplumsal psikolojik nedenlere dayandığı anlaşılıyor) toplanan devşirmeler ve Hıristiyan esirlerden oluşur, asker ya da yönetici olarak görev yapar ve "ulufe" denilen bir ücret alırlardı.

4- Tarikatlar ve Ahilik:
Ahi örgütlenmesi bir tarikat değildir. Esas olarak sanat ustalığı temelinde ve biçimsel yanlarını güçlü tutarak varlıklarını koruyan bu çevrenin yiğitliği ve cömertliği, dini ve bilimi gözetme yanlarıyla toplumsal yaşamda bir hayli etkili olmaları sözkonusudur.
Bu etkinlik dönemlerinin en önemlisi ve belirgini, kuruluş sürecidir. Ahilerin kuruluşta birinci dereceden rol oynadıklarını söylemek yanlış olmaz. Daha sonra da, kuruluşu sağlayan değil, fakat kuruluşta önemli faktör olan bu kesim, bir süre devlet içindeki etki ve gücünü korumayı bilmiştir.
İlk dönemlerde Anadolu'da yaygın olan Sünni tarikatların belli başlıları ise, mevleviye, rifa'iye, halvetiye, vb.dir.
Köken olarak ta, etkinlik anlamında da Abdal Kadir al Gilani tarafından kurulan Kadiriye tarikatının özel bir yeri vardır. Bütün bu tarikatların var olan düzenin sürdürülmesi, onun sosyal ve psikolojik açılardan gözetilip kollanması doğrultusundaki işlevleri gözardı edilmeyecek bir öneme sahiptir. Ve yine aynı ölçüler içinde etkin, fakat bu kez tam tersine giyim kuşamlarından adetlere, düşünceden davranış biçimlerine kadar varolan koşullara aykırılıklar sunan tarikatlar vardır.
Şeriata yönelik muhalif tutumlarıyla belirginleşen fakat geçmişlerini Ebu Bekir'e dayandırmaları nedeniyle Sünnilerin keskin tepkilerini çekmeyen, ulema için kabul edilir sayılan bu tarikatların başında Baba, Abdal lakapları taşıyan ve nüfuzları bir hayli önemli kişiler bulunur. Bir yanıyla Türk Şamanlarını çağrıştırır, onlardan da motivler taşırlar. Bu kategorideki tarikatların askeri güçler (yeniçeriler) üzerinde etkinlik kurması ve bir dönem onlarla bağdaşık bir tablo yaratması, Osmanlı tarihsel süreci açısından önemli olgular yaratmıştır.
Sözgelimi, 15. ve 16 yy'larda Bektaşilik'le yeniçeriliğin neredeyse özdeşleştiği görülür. Bu önemli özdeşlikte Bektaşilik bir anlamda yeniçerilerin resmi ideolojisi olmuştur. Gerçekte, Baba İshak'ın ardılı olan Hacı Bektaş Veli'nin somutlaştırdığı bu çizginin başından beri etkin olduğu görülüyor. Yunus Emre'nin, Pir Sultan Abdal'ın da kapsamında olduğu bu düşünce sisteminin tümüyle Anadolu'ya özgün olmadığı, Türkmenlerin buraya birlikte getirdikleri bir çok moral faktörle birlikte kimlik bulduğu gerçektir. Ve 'Baba' denilen Türkmen Şeyhleri'nin çevresinde toparlandığı görülür.
Yukarıda söz ettiğimiz tarikatlarla bunların bir ayrımı da, yukarıdakilerin kent çıkışlı, bunların da kırsal yörelerin tarihi-moral ikliminde karakter kazanmış oluşudur. Öte yandan ikinciler, bozulmalarına yönelen ve düzenin olanaklarını da içeren her türlü saldırıya karşı dirençli bir tavır içinde olmuşlardır. En önemli güçler dahi uzun zaman Baba'ların köylüler ve göçebeler üzerindeki etkileriyle boy ölçüşememişlerdir. Ve bu yörelerin insanlarının kapalı yaşamlarının belirleyicisi şeyhler olmuşlardır. Dağınık ve kapalı yapılar, daha önce Yeseviye, Kalenderiye, Haydariye gibi isimler altında varlık gösterirken, giderek Babailik adı altında toparlanmışlardır.
Anadolu Selçukluları zamanındaki ayaklanmaları nedeniyle katledilen Babailerin (Baba İshak Ayaklanması), daha çok bu durumdan sonra Bektaşilik adı altında biraz değişime uğrayarak varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir.
5- Bilim ve Din Adamları:
Ulema, İslam uzmanı Osmanlı demektir. Bunların görevleri; şeriat hükümlerini uygulamak ve bunun yanı sıra medreselerde verdikleri eğitimle yeni din adamları yetiştirmek olduğu için, bu eğitmen işlevlerinden dolayı 'İlmiye' kategorisini oluşturmuşlardır.
Eğitim, ilkokul düzeyinde camilerde başlatılır ve çeşitli aşamalardan geçerdi. Fatih zamanında sekiz dereceli bir eğitim düzeni haline getirilen bu sistem, küçük yerleşim birimlerindeki 'haşiye-i tecrid' medreselerinde başlar, kırklı, hariç, dahil ve sahn-ı seman aşamalarından geçerdi. Sahn-ı seman medreselerinde eğitilenler 'danişmend' (bilgin insan) payesi ile onurlandırılırdı. Öğretim konuları arasında; hat sanatı, arap dili ve gramer, güzel söz ve yazı, şiir, mantık, felsefe, astronomi, betimleme, inanç doktrinleri, peygamber sözleri, şeriat bilgisi, din bilgisi ve ahlak bulunurdu. Kanuni ile başlayan bir uygulama ile bunlar arasına tıp, matematik, fizik de katıldı.
Ulema sınıfından Şeyh-ül İslamlık şansı olabilenler, yalnızca Sünni olanlardı. Ve elbette bilimin lideri Şeyhülislamdı. Bu sınıfta müderrislerin yanı sıra, yasaları yorumlayan müftüler ve nihayet onları "mahkeme" yoluyla uygulayan kadılar yer almaktaydı.
Osmanlı hukuku; bir bütün olarak salt islami hukuk kuralları değil; Türk, İran ve İslamiyet hukuk anlayışı ile öteden beri var olan alışkanlıkların bir sentezi idi. Toplumun maddi yaşam kurallarının en önemli olgularından olan vergi düzeninde olduğu gibi hukuk ta, örf-i sultani ve din hukuku olmak üzere iki ana kola ayrılıyordu.
Bölge düzeninde ise mevleviyet denilen mollalar adaletin yönlendiricisi idi. Ulema boyutunda gerçek merkezileştirmenin yine Fatih zamanında başlatıldığını görüyoruz. "Habsburg"lularla yapılan barış, Kanuni'nin, 1548'de İran'a yeni bir sefere çıkana kadar yaklaşık 5 yıl İstanbul'da iç gelişmelerle uğraşmasına olanak sağlamıştır.
Üretici sınıfın, zamanın en büyük bilgini olan Şeyhül İslam Ebusuud Efendi önderliğinde, dini, kültürel hiyerarşisine ve örgütlenmesine önem verildi. Fatih Sultan Mehmet zamanında kağıda geçirilmiş olan Osmanlı ulemasının örgütsel yönetmelikleri, tam olarak uygulanmaya başlandı. Ancak en yetenekli ve bilgili kimselerin ulema sınıfına geçmeleri ve bunların hükümet müdahalesi olmadan, padişahın bütün uyruklarının haklarını koruma isteği göz önünde tutularak, namuslu ve etkin bir biçimde hizmet görmeleri sağlandı. Kadıların, yetkilerini din hukukundan değil de padişah tarafından atanmalarından aldıkları düşüncesini geliştirmiş olan Ebu Suud Efendi; daha sonra gelen padişahların, vezirlerin, mahkemelerin, yasaları uygularken padişahlarının iradelerine boyun eğmelerinin, adaletten önce geldiğini iddia etmelerine yol açmıştır. Dolayısıyla, Osmanlı hukuk düzeninin temeli olarak düşünülen pek çok standartın yıkılmasına olanak sağlamıştır.
Ebu Suud Efendi, padişahın topraklarındaki İslam hukuku uygulamalarını derlemiştir. Onun önderliği altında, Fatih Sultan Mehmet'in imparatorluğunun, idari, mali, askeri ve ekonomik temel düzenine ilişkin yayınlanmış olan bütün yasa ve yönetmelikleri kanunnameler haline getirmek işi de büyük ölçüde tamamlanmıştı. Bunlar, bir dizi fetva ile dinsel hukukun ilke ve kurallarıyla bağdaştırılmıştır. Ve böylece iki başlılığın tehlikeleri önlenmiş, zamanın gereklerine göre yasama yapılmasına olanak sağlanmıştır. Ebu Suud Efendi, Kanunname-i Ali Osmani'yi kendisi hazırlayarak, hukuku çiğneyenlere yeni cezalar getirmiş, vergi sistemini düzeltmiş reaya ve asker arasında bir hiyerarşi kurmuştur. Tımar sahiplerinin hukuksal ve mali durumları belirlenmiş, tımarlar gelirlerine göre üç sınıfa bölünmüştü: Has, tımar, zeamet... (7)

B- OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA TOPLUMSAL DİNAMİZM;
Mahir yoldaşın sözleriyle; "stratejik ticaret yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması ve dış talan, iç talanın-iç sömürünün-keskin olmamasını sağlıyordu.
Bu durum ve mevcut feodal yapının klasik tipte olmaması, iç çelişkileri belli ölçülerde yumuşatıyordu. (Yani üretici güçlerle feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişki kısa dönemde had safhaya gelecek kadar keskin olmadı)". (8)
Gerçekten belirtildiği gibi, yüzyıllar boyu devletin genişlemeyi sürdürmesinin ve üstelik yeni fetihlerin, devlet gereksinimlerini sürekli besleyecek stratejik bir coğrafi rota izlenmesi, merkezileşmenin yönetme gücü, bu gücün egemenliğini dengeleyecek özel ve yerel esneklikler, İslamiyetin tevekkül politikasının egemenliğe sağladığı olanaklar, toplumsal bir dinamizmin belirginleşmemesinin önündeki ciddi engellerdir.
Yüzyıllar boyu fetihlerin sağladığı doyumla iç sömürüyü yoğunlaştırma gereği duymayan devletin 'hakim ve kadir' imajı zaafa uğramadan sürdü. Koşullar değişmeye başladığında ise, bu yüzyılların yerleşik psikolojisinin dönüşmesi için yeni yüzyıllar gerekecekti.
Merkezi fonksiyonlarla yayılmacılık, paralel ve birbirini gerektiren bir nitelik gösterir. Yayılan ve olanakları artan devlet, güçlendikçe merkezi yapısını pekiştirir, sistematize eder. Merkezi yapı pekiştikçe, var olan mekanizmayı o haliyle koruyabilmenin ve egemenliğini sürdürebilmenin koşulu, yeni fetihler, yayılmacılığın sürmesi olur.
Her büyüme süreci bir rahatlama ve çelişki ikilemini gündeme getiren ve sürekli kendini tekrarlayan olgular dizgesi demektir. Fethedilen yeni bölgenin maddi olanakları merkezi bünyeyi semizletirken, yönetim ve bürokratik sorunlar, askeri sorunlar, güvenlik, asker-sivil kadro sorunlarıyla yeni yükler ortaya çıkıyor, bu yüklerin hafifletilmesi için yeni fetihler gerekiyordu.
Bir toplumda iç dinamikler zayıf olsa ve çelişkiler genel olarak nitelikçe keskinleşmese de mutlak bir statiklik, doğaya aykırıdır. Nitekim 'yükseliş' dönemlerinde bile Osmanlı Devleti'nde homojen olmayan alt yapı ve değişik faktörlerin çatışması nedeniyle birtakım isyanların ve iç karışıklıkların baş gösterdiğini görüyoruz.
İlk çelişki ve çatışmalar, daha ilk dönemlerde, kuruluşta rol oynayan beylerle hükümdarın çevresinde hızlı bir şekilde palazlanan ve egemenlikte ciddi bir faktör haline gelmeye başlayan kapıkulu arasında olmuştur. Bu çatışma, iktidar amacına yönelik bir boyut taşımaz ve iktidarda söz hakkı, etkileme gücü olanaklarının amacı ile sınırlıdır. Bir süre söz konusu beyler, kapıkulunun güçlenmesine karşı direnme yolunu, eski Oğuz geleneklerini canlandırmak vb. yöntemlerde aramışlardır. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Türk-Müslümanların kapıkulu olamaması, halkın devlete olağanüstü uzaklığını doğurduğu için, apolitikliği konusunda çok önemli bir rol oynamıştır. Bu durum giderek bir ilgisizlik haline gelmiş, edilgenlik had safhaya ulaşmıştır. Aynı şekilde egemenlik de halka yabancılaşmıştır. Yığınlar; askere alınan, vergi toplanan, başka bir fonksiyonu olmayan/verilmeyen, başka bir rol içerisinde düşünülmeyen/düşünmeyen ve ne yazık ki yüzyıllara yayılan tarihsel pasifikasyonla zincirlenmişlerdi.
Tarihsel seyir içinde belirginleşen bazı isyanlara değinerek, bunların oluşma koşulları temelinde, toplum-devlet yapısının özelliklerine bir kez daha yer verelim. Bunlar arasında Celali İsyanları, halklar arasındaki, ilişki, din faktörünün rolü ve geniş bir zamana yayılma özelliklerinden dolayı ilginç görünümler sunar. Sünni inançların Osmanlı hanedanının temeli haline gelmesi, sultanların Doğu seferlerinde 'huzursuzlukları' aradan çıkarmak amacıyla Türkmenler üzerinde katliamla geçmesi, önemli bir isyan potansiyeli yaratmıştır.
Söz konusu potansiyel, Doğu'dan da şii hükümdarlarca besleniyordu. Bu isyanların ilki, 1519 yılında, Celal adında bir Safevi'nin liderliğindeki 'göçebeler' ile patlak verdi. Vergilere karşı hoşnutsuzluğu olan köylülerle bazı kentliler, Mesih olduğunu söyleyen Celal'in çevresinde toplandılar. Daha sonra Şah İsmail adını alan Celal'in ordusunu yeniçerilerin imha etmesine ve isyanı tümüyle bastırmalarına karşın, bundan sonra Anadolu'daki çeşitli kalkışmalara Celali hareketleri denmeye devam edildi. Şah İsmail'e sığınan Şah Kulu'nun, isyan nedenlerini soran Şah İsmail'e verdiği yanıt ilginçtir:
"Beyazıt Han son derece yaşlı ve zayıf, yenik huylu ve naif olup yaşlılığın rahatsızlıklarını almış, gelişmelere karşı önlem almaz hale gelmiş ve İslam devleti uyruğunu vezirlerine teslim etmiştir. Böylece ülkeye ihtilal gelmiş, reaya ve bütün halk ayaklar altında sürünmüştü. Zulümlerine dayanamayıp düşmanlığı seçtik." (9)
Durum, ekonomik ve toplumsal olumsuzlukların, İstanbul'daki devşirmelere karşı Anadolu'daki Türkmenlerin düşmanlığı biçimine bürünmesi temelinde gelişiyordu. İstanbul'da ise yeniçerilerle daha çok Anadolu kökenli sipahiler çatışıyorlardı. Sipahileri, Sunullah Efendi adındaki eski bir şeyhülislam destekliyordu. 1603'te softaların da katılmasıyla İstanbul'da ayaklandılar. Sipahi kışlalarının ateşe verilmesi ve elebaşlarının öldürülmesiyle sorun İstanbul'da çözüldü. Fakat binlerce sipahi Anadolu'ya kaçarak Celali hareketlerine katıldılar. Gerek orduya yönelik, gerekse devletin işlevlerine yönelik bir görünüm yaratmasa da bütün Onyedinci yy. boyunca bu hareketlilik sürdü. Şeyh Bedrettin olayına gelince; toplumsal dilekleri somutlanması açısından oldukça önemlidir. Alaaddin Keykubat soyundan gelen Şeyh Bedrettin Mahmut; Bursa, Konya, Suriye ve Kahire medreselerinde köklü bir öğrenim görmüş, Tebriz'de Timur'un yakın çevresinin tartışmalarında bulunmuş, daha sonra da Batınilere yakın olmuştur. Bedrettin'in Anadolu'ya gelmesi, Fetret Devri'ne, yani Yıldırım'ın oğullarının taht için çatıştıkları, İmparatorluğun her açıdan bir kargaşa ve bunalım içinde olduğu yıllara denk düşüyor. Bu durum bir yandan Bedrettin için, görüşlerini yaymaya uygun bir ortam oluştururken, öte yandan onun, 'servetin halk arasında eşit dağılması', 'çeşitli dinlere bağlı insanlar arasındaki farklılıkların giderilmesi' biçimindeki görüşlerinin halk üzerindeki etki ve prestijinden yararlanmak isteyen Musa Çelebi'ye, Bedrettin'i kullanma fırsatını verdi. Bedrettin Şeyhülislamlığa atandı. Ne var ki Çelebi Sultan Mehmed'in Musa Çelebi'yi öldürerek iktidarı ele geçirmesi üzerine İzmit'e sürüldü. Bedrettin oradan Deliorman'a geçerek halkı ayaklanmaya çağırdı. Yandaşları Börklüce Mustafa Karaburun'daki, Torlak Kemal de Anadolu'daki çalışmalarını sürdürerek Manisa çevresini ayaklandırdılar. Bu ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. Ve Bedrettin yakalanarak Serez çarşısında asıldı...
Osmanlı tarihi boyunca halk hareketleri ve isyanlar incelendiğinde hemen dikkati çeken olgu, on dokuzuncu yy.'da yoğunlaşan Kürt isyanlarıdır. Çaldıran savaşı sonrasında 1514'te yapılan anlaşmaya kadar, kendi içerisinde bir devlet örgütleyememekle birlikte, aşiret ilişkileri temelinde ve bağımsız yaşayan Kürtler, bu anlaşmayla Osmanlı geleneğini kabullenmişlerdir. Anlaşmaya göre;
- Kürtler eski ekonomik ve siyasal konumlarını koruyarak özerk bir yapıya sahip olacaklardır.
- Kürtler prensliklerini eskiden olduğu gibi babadan oğla geçerek varlıklarını sürdüreceklerdir.
- Osmanlıların girecekleri savaşlarda, gerektiğinde Kürtler Osmanlılara, Kürt Prenslerinin bizzat kendilerinin veya yerlerine gönderecekleri birilerinin komutanlığı altında asker vereceklerdir.
- Savaşlar, Osmanlı bayrağı altında, Osmanlılar adına olacaktır. Ama Kürt Prensleri bu savaşlardaki yağmalardan elde edilecek ganimetlerden pay alacaklardır.
- Kürtler İranlılar'ın Kürdistan'ı geçmelerine izin vermeyecek, Osmanlılar açısından İran'a karşı burada bir tampon bölge işlevi görecekler, buna karşı, gerektiğinde Osmanlılar Kürtler'e askeri yardımda bulunacaklardır.
- İlişkiler bu şekilde sürdürülürken, Osmanlılar kesinlikle Kürtler'in iç işlerine karışmayacaklar ama Kürtler de Osmanlılara belli bir miktar haraç vereceklerdir.
Bu anlaşmanın nedenini, en temelde Kürdistan'ın önemli ticaret yollarını içermesi ve Kürt Beyleri'nin Osmanlı gücü karşısında olanakları onlarla paylaşmak zorunda olmaları oluşturuyordu. Anlaşma ile Osmanlılar uzun ve kanlı bir savaşa tutuşmak zorunda kalmadan Kürdistan'ı ele geçirmiş oluyorlar, buna karşılık olarak da; Kürdistan'a işgal ettikleri diğer ülkelerden değişik bir statü tanıyorlardı.
Buna göre Mir-i arazi sistemi Kürdistan'a uygulanmıyor, Kürt beylikleri iç ilişkilerinde serbest kalıyor, ancak vergilendiriliyor ve savaşlara asker göndermekle yükümlü tutuluyorlardı. Ayrıca savaşlarda, yağmalardan Kürt beylerinin pay almaları öngörülmekteydi. Olayı, Osmanlıların Kürdistan'ı organik olarak kendilerine bağlamalarının olanaksızlığını gördükleri andan itibaren, Kürtlerin feodal düzenlerini tanıyıp, onları İran'a karşı kullanmaları biçiminde özetleyebiliriz.
1639'da İran ile Osmanlılar arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile soruna yeni bir boyut geldi. Bu anlaşma ile Osmanlılar ile İran arasında sürekli savaşlara neden olan Kürdistan'ın paylaşılması tamamlanıyor ve bu topraklar İranlılar ve Osmanlılar arasında pay ediliyordu. Anlaşma bir yönüyle, coğrafi ve siyasi açıdan uygun özellikler taşıyan Kürdistan'ın iki ülke arasında tampon bölge olarak kullanılması anlamına geliyordu. Bu durum özellikle 19.yy'ın başlarında önemli ayaklanmaların patlak vermesiyle, siyasi özellikler yüklenerek sürecekti.
Söz konusu ayaklanmaların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
- 1804 yılında Van'da gelişen Derviş Paşa Ayaklanması sonucunda Kürtler bağımsızlık ilan etmiş ve hatta para bile basmışlardı. Genişleyen ayaklanma 1807 yılında İranlılar tarafından bastırılmış, ancak, çalkantıları uzun yıllar boyu sürmüştü.
- 1839'da yine Van'da, Mahmut Han önderliğinde patlak veren ayaklanma fazla yayılmadan bastırılmıştı.
- 1840'da öteden beri Kürdistan açısından önem taşıyan merkez durumundaki Cizre'de patlak veren, ulusal bilincin etken olduğu bir ayaklanma olan Bedir Han önderliğindeki isyan, Osmanlılar tarafından büyük kuvvetler kullanılarak ve çok güç bir biçimde bastırılmıştır. Ancak isyanın çok yönlü etkileri sürmüştür.
- Nitekim, 1877'de yine Bedirhanlar önderliğinde geniş ölçekli bir isyan patlak vermiş ve yine asker sayısı neredeyse isyancı Kürtleri aşan ordularla bastırılabilmişti. Aynı yıl patlak veren ve Kürtlerin ilk büyük ulusal isyanı kabul edilen Şeyh Ebadullah önderliğindeki isyan ise çok genişlemiş, uluslaşma kavramlarını tüm Kürdistan'a yaymıştır. Ebadullah'ın önderi olduğu Barzan Aşireti'nin bugün sahip olduğu başkaldırı özellikleri düşünüldüğünde durum daha iyi anlaşılır. 1871-81 arasını kapsayan isyan, yüzyılın en önemli Kürt isyanı olarak kabul edilebilir.
Ebadullah Hareketi, on dokuzuncu yy'da başlayan Kürt ulusal bilinçlenmesinin önemli ateşidir. Ancak ekonomik ve siyasal nedenler, aşiret yapılarının sahip olduğu karakter, uluslaşmayı çok ağır ve sancılı kılmış, zafere ulaşmasını engellemiştir.

C- İMPARATORLUĞUN ÇÖZÜLME SÜRECİNDE YAPISAL DURUM
Merkezi feodal devletin statik ve geleneksel dokusu her ne kadar diyalektiğe uygun olarak bir mutlaklık göstermese de, yüzyıllarca sözkonusu dokuyu parçalayacak güçte bir etmen, bir iç dinamik gündeme girmemiştir.
Ne var ki, Onbeşinci ya'a girildiğinde, dünyanın hızla değişen çehresi, imparatorluğu çevreleyen koşullar, ona dışardan bazı dinamikler akmasını doğurmuştur. Durum bu yönüyle, değişimin niteliğinin gelişme, ilerleme değil, yalnızca statik yapının değişime direnmesi, kendi çevrimi ile ilerlemeye elverişli olmaması, kaçınılmaz olarak 'farklılaşmanın', çözülme, gerileme ve sonuçta (her ne kadar ilerleyen yüzyıllar içinde merkezden taşraya kadar çeşitli boyutlarda yenileşme çabalarına girildiyse de, bu çabaların koşullara yanıt verememesi sonucu) çöküş sürecinin başlamasını getirmiştir.
Onbeşinci yy'da uç vererek Onaltıncı ve Onyedinci yy'larda karakterini belirginleştiren dönem, dünyanın gerçek bir tarihsel dönüşüm çağıdır. Kökleri Avrupa'da olan bu çağlar, bugünkü koşullara dek uzanan, onlara temel sunan özellikler taşır. Burjuvazi, feodalizmin alabildiğine karartılmış dünyasında, daha Ondördüncü yy'ın sonlarında 'ben varım' demeye, üstelik bilimden felsefeye, felsefeden sanata kadar uzanan hemen her planda varlığını ulusallaştırmanın koşullarıyla buluşmaya başlıyordu. Feodalizmin belkemiği kilise sarsılıyor, ulusalcılık Avrupa halklarını en fazla etkileyen kavram haline geliyordu. Değişen ekonomik ilişkiler, yeni bir alt yapının zeminini hazırlıyordu. Dolayısıyla, alt yapıya uzanan her değişim döneminde olduğu gibi (ve özel koşullardan ötürü o zamana kadar görülmemiş bir şiddetle) din, devlet, eğitim, ideoloji, vb. bilinen bütün kurumlar başdöndürücü bir depreme tutuluyorlardı. İnsanlık, inanmanın yerine düşünmeyi koymanın heyecanı içindeydi.
Bu heyecan; bilimde buluşlara, keşiflere, sanatta olağan üstü bir estetik ve üretkenlikle, dinde radikal reformlarla ve elbette ekonomide, önce ticaret kapitalizminin gelişmesiyle somutlaştı.
Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu bütün gelişmelere karşı ciddi biçimde direnmekteydi. Değişme dinamiklerinin bu boyutları içinde gelişen Avrupa, kuşkusuz kısa bir zamanda kendi mekanının ötesini zorlamaya başlayacaktı. 15.yy'da başlayan ticaret kapitalizminin egemeni ticaret burjuvazisi, doygunluğu sağlamayı; (coğrafi keşiflerle gelişen bu koşullarda) yeni ticaret yolları bulma, olanakların elverdiği ölçüde geniş bir coğrafi alana yayılma, özellikle henüz el değmemiş hammadde ve maden yataklarına ulaşmakta aramaktaydı. Bu arada ilk sermaye birikimine dayanan manifaktür sayesinde (gerekçeli hükmün kapitalizm-emperyalizm bölümünde ayrıntılı olarak üzerinde durduğumuz gibi) şehirlerde de kapitalizmin temelleri atılmaktaydı.
Üretimde bu koşulların tekniği beslemesi, tekniğin bu koşulları beslemesi devinimi içinde, Avrupa'nın askeri plandaki üstünlüğü de giderek belirginleşmeye başlıyordu.
- Ekonomik planda,
- Toplumsal planda,
- Askeri planda dünya gündemine giren bu değişmelerle çevrelenen ve ona kendi merkezi-feodal yapısının dengesini koruyarak direnmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu'nun direnişinin olanaksızlığı ortadadır. Dolayısıyla merkezi de içermek üzere, zorlama yapısal değişiklikler birbirini izler. Bu değişiklikler, amaçlanan sonucu almaya hizmet etmediği gibi, yeni açmazlar, yeni yozlaşmalar doğurur.
Yine daha önce vurguladığımız gibi, Doğu-Batı ticaret yolunun Akdeniz ve Anadolu üzerinden geçmesi sayesinde, bu durum üzerinde biçimlenen ekonomik doku, ticaret yolunun yukarıdaki koşullar doğrultusunda okyanuslara kaymasıyla felce uğrar. Batı'nın hızla zenginleşmesi sonucu oluşan altın gümüş stoku sayesinde İmparatorluktan yoğun biçimde hammadde isteminde bulunması, piyasa dengesini bütünüyle sarsan bir fiyat artışı ve enflasyon doğurmuştur.
İkincisi; tımar, kapıkulluğu, ulema ve medrese yapısı bozularak toplumsal plandaki denge alt üst olmuştur.
Üçüncüsü; Avrupa'nın gelişen tekniği doğal olarak askeri gücünün de yeni olanaklara kavuşmasını doğurmuş ve bu ordular karşısında Osmanlılar, denizde olsun karada olsun, askeri planda da tutunamaz hale gelmiştir. Fetihlerin sona ermesi, yalnızca askeri plandaki çözülmeye değil, (devletin en önemli gelir kaynağı olan bu durumun son bulmasıyla) ekonomik plandaki çözülmeye de yol açtığı için, temel sorunlardan biri olmuştur.
Özetle belirttiğimiz bu belli başlı olgularla mücadele edebilmek için başvurulan çözüm yöntemlerinin, olumsuz gidişi hızlandırdığını belirtmiştik. Konuya bir kez de bu çerçeveden baktığımızda, sözgelimi enflasyon sorununa karşılık olarak gündeme getirilen önlem (ki buna 'tağşiş' deniliyordu); halka yarattığı sıkıntılar nedeniyle her kesimden tepkiler almış, toplumsal bunalımların ve sık sık görülmeye başlanan ufak çaplı başkaldırıların en önemli etkenlerinden biri haline gelmiştir.
Fetih olanaklarının son bulmasıyla, devleti besleyecek yeni kaynak arayışı, kaçınılmaz olarak merkezin gözünü içeriye çevirmiş ve yeni vergiler birbirini izlemiştir. Bu döneme kadar egemenliğin temel olarak dışardan beslenmesi, dolayısıyla iç talanın esnek tutulması, halkın görece rahat olması şeklinde biçimlenen toplumsal doku da böylece alt üst olmuştur.
Halkın özelliklerini biçimlendiren ve toplumsal yapının karakterine yön veren bu durumun uğradığı değişiklik, geç kalmış hareketlenmelerin, cılız, parlayan sönen, yerel kalan sınırlı biçimlerde görülmeye başlamasını getirmiştir. Yozlaşma, merkezde kapıkullarını da kapsayarak, merkezi otoritenin 'bekaası'nın, bu en önemli olgunun çözülmesini getirmiş, kapıkulluğu 'devlet içinde devlet' haline gelmiştir.
Sistemi temelden sarsan en önemli durum ise, üretim sürecinin özelliğinden ötürü, toprak düzenine ilişkin gelişmeler olmuştur. Bu konuda uygulamaya sokulan çözüm/çözülme yöntemi, 'iltizam(*) sistemidir. Yerel otoritenin güçlenmesi ve merkezin zayıflamasında oldukça önemli bir rol oynayan iltizam, kısaca devlet topraklarının 'mültezim'lere(**) kiralanması anlamına gelmektedir. Devletin, kendi topraklarının gelirini kiralaması anlamına gelmektedir. Devletin kendi topraklarının gelirini kiralaması, sözkonusu topraklar üzerindeki köylüleri, hem mültezimi hem de mültezimin 'ev sahibini' doyurmak zorunda bıraktığı için, katmerlenen bir sömürü ile karşı karşıya bırakmıştır.

(*) İltizam: Devlet gelirlerinin toplanmasını üste alma
(**) Mültezim: Devlete ait geliri götürü olalarak üstüne alıp toplama

Hem bu yoğun sömürü hem de sömürünün uygulanabilmesi amacıyla mültezimin artan baskısı ve zoru, köylülüğün bir bölümünü topraktan kopmaya itmiş, "Büyük Kaçgun" denilen önemli bir olay gündeme gelmiştir. "Büyük Kaçgun" diye adlandırılan durum, çeşitli baskılar altındaki köylünün otoriteden kaçarak yaşam koşulları bulduğu herhangi bir yerde, kendi başına yurtlanmasıdır.
Böylelikle, üretim ve mülkiyet ilişkileri bağlamında ciddi bir farklılaşma doğmuştur. Merkezi otoriteye yerel otorite arasında sıkışan halk, sömürü ve baskısından bunaldığı yerel otoriteye karşılık, merkezi gücü kurtarıcı seçenek olarak düşleyip ona başvurduğunda; merkezi gücün yerel temsilcileri olan kadısından ulemasına, kolluk güçlerine kadar bütün hücreleriyle yozlaşan devletin bu uzantılarının da haracı, baskısı ile karşılaşmıştır.
"İltizam sistemiyle, devlet toprakları spekülasyon ve özel mülkiyet konusu olurken, Osmanlı gelenek yapısına aykırı olarak bir toprak aristokrasisi belirmeye başlamıştı. Böylelikle devlet topraklarını ele geçirerek kendi mülkleri gibi kullanmaya başlayan, ayan denilen yerel bir güçlüler sınıfı doğmuştur. Başlangıçta yönetim ve vergi toplama işlerinde devlete yardımcı olmak üzere seçimle konumlarını kazanan ve bir aracı olarak varlıkları tanınan ayanlarla, mütesellim(*) ve voyvoda gibi kişiler giderek güçlenmiş ve yerel otorite ve etkinliği ellerine geçirmişlerdir.

(*) Mütesellim: Vergi ve resimlerin alınmasında görevli kimse

Bu yerel güçler zamanla öylesine geniş bir etkinlik kazanmışlardır ki, merkezi yönetim, eyalet ve sancak beyleri, vergi toplama, askerlik işleri ve kamu düzenine ilişkin konularda açıkça onların yardımını istemek zorunda kalmıştır. İş bununla da kalmamış, birkaç yerde eyalet ve sancak beylerinin görev ve yetkileri bu kişilere geçmiştir. Böylece Onsekizinci yüzyılda Osmanlı geleneğine aykırı bir durum oluşmuş ve Osmanlı ülkesinin hemen her kesiminde aristokrasi , yerel topluluklara ve yönetime egemen olmuştur.
Bu süreç Ondokuzuncu Yüzyılın başlarında belirginlik kazanarak 1808 yılında Sened-i İttifak'la belgelenmiştir. Alemdar Mustafa Paşa'nın girişimiyle İstanbul'da toplanan ayan ve beyler, Padişah 2. Mahmut'la karşılıklı hak ve görevlerini belirten bir sözleşmeye varmışlardır. Her iki tarafın uyacakları bu sözleşmeyle ayan, merkezi otoriteye, yasa ve düzene uygun bir yönetim koşuluyla destek sözü verirken, kendi haklarını ve varlığını kabul ettirmiştir." (10)
Yazarın bu anlatımı, öz olarak doğru olmasına ve son cümlelere kadar açıklayıcı çıkarımlar içermesine karşın, gelişmeler merkezi devlet yapısının çözülmesinin önemli adımlarından olduğu halde bunun sağlanamaması saptaması doğru değildir. Bu ve aşağıda koyacağımız diğer belli başlı 'sözleşme'ler, temelde devletin monarşik karakterini başka bir şeye dönüştürmese dahi, çözmeye başlamıştır. Yazar diğer sözleriyle bunu kendiside belirtmekle birlikte, burada çoğu kez yapıldığı gibi 'bazı koşullara uyulması' tanımını kullanmaktadır.
Devletin baş aşağı gidişinin her alanda yaşanması ile, bunlara aranan çözümler III.Selim'e kadar genellikle çözülen eski kurallar ve uygulamalar canlandırılarak, yani tekrar tekrar geriye dönülerek gerçekleştirilmiştir. İlk kez III.Selim'le ve ondan önce de bir ölçüde 'Lale Devri' diye adlandırılan dönemde geriye değil, ileriye doğru giderek, bazı çözümler aranmıştır.
Devlet örgütlenmesinde, orduda düzenlemelere gidilmiş fakat bu kez de ulemanın tepkisiyle karşılaşılmıştır. İmparatorluk sınırları içerisinde ulusal bağımsızlık hareketlerinin uç verdiği ve merkezi otoriteyi neredeyse paylaşmaya başlayan odakların palazlandığı bu dönemde, bir sonraki padişah olan 2. Mahmut, özellikle bu sorunlara 'Batı yöntemleriyle' çözümler aramış, yeniçeri ocağını kapatmış, devletin merkezi yanını güçlendirmeye çalışmıştır. Ne var ki, salt askeri planda bile ne III.Selim'in Nizam-ı Cedid'i ve ne de Asakir-i Mansure-i Muhammediye, etkin çözümler olamamıştır.Ancak, taşranın sindirilmesini ve birbiri ardına patlak veren isyanların bastırılmasını, bunların karşısına yeniden merkezi otoriteyi çıkarabilmeyi sağlayan bu girişimlerin yanı sıra, özellikle Balkanlar'daki ulusal akımların çağdaş karakter kazanmasında, Rus gericiliğinin de rol oynadığını belirtmek gerekir.
Rusya'da , bir yandan sürekli savaşlar nedeniyle merkezi devlet zaafa uğruyordu. Öte yandan Rusya, özellikle Balkanlar'a kadar ulaşan ulusal hareketlenmenin önüne çıkan bir engel olarak belirginleşiyordu.
Osmanlı Devleti'nde yenileşmenin özellikle ve öncelikle ordu üzerinde uygulanması, doğal olarak orduyu diğer kurumlardan daha ileri ve etkin bir konuma sokuyor, batılı olma çırpınışlarının belli ölçüde de olsa bu kurumda gerçekleşmesini getiriyor, ona ilericilik misyonu yüklüyordu. Dolayısıyla, toplumun giderek hemen hemen bütün kesimlerinin gözünde ordu bu yönüyle simgeleşirken, siyasal gücü de gelişiyordu. Nitekim çeşitli fikir akımlarının ilk kez ordu içinde filizlenmesi, subayların Batı ile somut ilişkilerinden de kaynağını alarak belirginleşiyor ve izleyen süreçlerin belli başlı politik yönelim ve tutumları genellikle bu kesimden geliyor ya da mutlaka bu kesimi de kapsıyordu.
Bu bağlamda şekillenen Jön-Türk hareketi, İttihat ve Terakki ve Meşrutiyet ilanlarına gelmeden önce, sözkonusu yüzyıllardaki gelişmeleri kısaca yeniden özetleyerek, durumu çeşitli sektörler ve sınıflar açısından da inceleyelim.

a) Çözülüşün Nedenleri:
Serbest rekabetçi kapitalizmin egemen biçim haline geldiği ülkelerin en ileri olanlarının emperyalistleşmesiyle birlikte, eşitsiz gelişmeye dayanan bir sistem olan kapitalizmin düzeyinin, henüz bu tür bir dönüşümü olası kılmadığı ülkeler kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerinin egemen olduğu ülkeler, emperyalizmin boyunduruğu altına girdiler. Emperyalizm dünya toprakların paylaşırken, çeşitli ülkeleri sömürge ve yarı-sömürgeleri durumuna getirdi. Bu ülkelerden biri de Osmanlı İmparatorluğu idi.
Osmanlı ülkesinin etkin bir iç dinamikten yoksun olması, durağan bir nitelik taşıması, toplumun özgücü ile daha ileri bir toplumsal yapılanmaya dönüşümünün yolunu tıkayınca, Avrupa'nın gerisinde kalan Osmanlı ülkesi, süreç içinde gücünü yitirdi. Avrupa'nın güdümüne girdi. Avrupa kapitalizminin rekabetine dayanamayan toplum içindeki prekapitalist unsurlar ezildi ve emperyalist dönüşüm süreciyle birlikte ülke de yarı sömürgeleşme sürecine girdi.
Merkezi feodal Osmanlı devletinin çözülmesinin ve yerini yeni-sömürge bir ülkenin komprador, feodal karakterli ilişkilerine terk etmesinin önde gelen nedenlerini şöyle özetleyelim;
Birincisi; klasik Osmanlı düzeninde başlıca üretim alanı olan toprak üzerindeki özel mülkiyetin sınırlı ve üretim sürecinin özelliklerini belirlemekten yoksun bir düzeyde olmasıdır. Bu durum, topluma dinamizm kazandıracak güçlü bir rekabetin oluşmasını engelliyor, statikliği getiriyordu. Ticaretin ağırlıklı olarak merkezi feodalitenin denetiminde sürmesi de ticaret burjuvazisinin gelişmesine gem vuruyordu. Toplumsal oluşumların belirsizliği, sınıfların klasik karakterler göstermemesi ve iç içe geçmişliği, toplumsal faktörlerin özgünlüğü, sınıfsal gelişmeleri gözlerden uzak tutmuştu.
Bu koşullarda Osmanlı toplum yapısı kaçınılmaz olarak 'birey' insanı yaratamadı. Unutmamak gerekiyor ki, burjuvazinin varlığı, öncelikle 'birey' insanının varlığını gerektirmektedir. Sistemin güçlü teokratik özellikleri, Osmanlı toplumsal ve düşünsel oluşumlarının yapılanmasında bireysel bilinçlenmeyi dondurmuş, birey yüzyıllardır boyu kendi varlığına kayıtsız yaşamış, kendisi için düşünme ve kendisi için hareket etme eğilimi kazanmamıştı. Toprak, sultanın yaşama alanı idi. Yalnızca sultanın varlığı olarak kabul edilen toprağın en temelde tek elden yönetimi (ki sultanın bunları işletmek üzere geçici olarak tımarlı sipahi ve zaimlere verme koşullarını açıklamıştık) ve köylüden kapıkuluna kadar uzanan merkezi otoriteye çeşitli düzeylerde bağımlılıklar, toplumsal yapılanmaya bu özelliklere uygun pasif bir karakter kazandırmıştı. İmparatorluğun ekonomik ve politik sarsıntısına ve 19. yy'da iyice çözülerek bir yarı sömürgeye dönüşmesine kadar, bireyin bilinçlenerek varoluşu ve geleceğini arama tavrı yok gibiydi.
Diğer önemli nedenler ise şunlardı:
- Bulunan yeni ticaret yollarının etkisiyle Osmanlıların elindeki ticaret yollarının önemi kaybolmuş, bu sayede elde edilen gelirler azalmıştır.
- Amerika kıtasının yağmalanmasıyla zenginleşen Avrupa, İmparatorluğa besin ve hammadde sağlanan Pazar olarak bakmaya başlamış ve ekonomi batı için hammadde üreten bir niteliğe bürünmüştür.
- Onbeşinci yy. sonlarına doğru Batı, 'merkantilist' bir politika izlemeye başlamıştır. Böylece, imalat etkinliklerinin gereksindiği sermaye birikimi sağlanıyordu. Bu olgu, durgun ve bağımlı Osmanlı ekonomisinin benzeri önlemleri almamasına koşut olarak, (kapitülasyonlar merkantilist bir yaklaşımı engelliyordu) Osmanlı ekonomisinin Avrupa'nın gerisinde kalmasını getiriyor ve tarıma bağımlı durgun özelliğin aşılamamasına neden oluyordu.
- Ordunun giderleri çok artmıştı. Fetih kaynaklarının kuruması, savaş sonlarında alınan ganimetlerin yok olması, orduyu karlı bir sektör olmaktan çıkararak, ekonomi üzerinde ağır bir yük durumuna sokmuştu.

b) Yarı-sömürgeleşme süreci:
Devletin bunalımdan çıkabilmek için gelir kaynağı olarak toprağa el atması, tarım politikasında köklü değişiklikler yarattı. İltizam uygulamasının devreye girmesi ile artı ürünün reayadan alınış biçimi değişti. Aynı zamanda paranın değeri de düşüyor ve kapitülasyonlar süreklilik kazanıyordu. Tımarlı sipahinin dolaylı biçimde aldığını, mültezimin dolaysız olarak alması; mültezimin, piyasa mekanizmasının ilerleyişine uygun önlemler alabileceği ve kendisini birikime dayanan bir düzenin gereklerine göre düzenleyebileceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla daha çok kazanma isteği köylü üzerinde baskıyı yoğunlaştırırken, kent tüccarları, ayan ve bağlaşıkları, yeniçeriler, yüksek bürokratlar, mültezim durumuna geldiler.
Onsekizinci yy'ın ortalarında Balkanlar'da üretilen tahıl, mısır, pamuk, tütün ve sığıra Avrupa'da artan istem, kapitalizmin , zayıflamış Osmanlı Devletine, kendilerine daha çok ticari ayrıcalık vermesi için baskıda bulunmalarının nedenlerinden biri oldu. Kapitülasyonlar artık Osmanlılarca tek taraflı feshedilmeye çalışılan ikili anlaşmalar durumundaydı.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Karadeniz ticaretinde Osmanlı tekeline son veriliyor, Boğazlar Ruslara açılıyordu. Yabancı elçilik ve konsoloslukların giderek güçlenmesi, Müslüman olmayan Osmanlı uyrukluların vergiden bağışıklık gibi ayrıcalıklar elde etmelerini olası kıldı. Bu gayrı-müslüm kesim, Müslüman tüccarların hem kara hem de denizlerde zaten zayıf olan durumlarını daha da zayıflatmak üzere, Avrupalı ticaret burjuvazisinin şubeleri durumuna geldiler. Özellikle Balkanlarda, kapitalist ilişkinin yayılması ve ilerlemesinde kompradorlaşmaya yüz tutan bu unsurların önemli etkisi oldu.
Aynı dönem ilk kez, devletin ithalatı, ihracatı aştı. Bu gelişme, toplumdaki tüketim alışkanlıklarını dönüştürerek el zanaatlarının çökmesine neden oluyor, diğer yandan devleti hızlı biçimde borçlanmaya itiyordu. Devletin Avrupalı kapitalistlere giderek daha çok borçlanmasında, komprador tüccar anahtar rol oynuyordu. Çoğu kez, bir borçlandırma sistemi ile komprador tüccarlara, artı ürün üzerinden ve piyasa altında haklar tanımaya zorlandılar.
Ülkenin giderek artan biçimde Avrupa kapitalizmine bağlanmasına koşut olarak çeşitli toplumsal, siyasal düzenlemeler gündeme geldi. Bu düzenlemelerden sivil-asker bürokrasisinin kazancı, artı üründen alınan paylarla biriktirilen servetlerini güvence altına alabilmek; mültezimin kazancı, fiili olarak el koyduğu toprağın hukuki olarak da mülkiyetini kazanmak; kompradorun ve levantenin kazancı, kapitalizme bağımlılığın artması sonucunda başlıca egemen güç durumuna gelmekti. Sonuçta, gerçekleştirilen düzenlemeler, gümrük duvarlarının kaldırılmasını, ticaret ve mülkiyet hakkının yabancı uyruklara da tanınmasını, yabancıların can ve mal güvenliklerinin sağlanmasını getirdi.
Osmanlı Devleti'nin komprador-feodal bir karakter kazanma sürecinde önemli halka da , İngiltere ile yapılan Balta Limanı Antlaşmasıydı. Genellikle komprador-feodal devletin oluşumu yolunda bir dönemeç olarak kabul edilen antlaşmanın imzalanmasında, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile girişilen savaşta İngiliz desteğini elde etmek çabası önemli rol oynadı. Bu girişim, sarsılan ve giderek yozlaşan durumun düzeltilmesinin yolunu açmak amacıyla gündeme getirilse de, devletin çöküşünde önemli bir rol oynayan bir olgu oldu. Bu antlaşmayla ülke sınırları içinde yabancıların ticaretlerine geçmişte koyulmuş olan kayıtlar kaldırılıyor, İngiltere ülkenin iç ticaretinde dolaysız bir biçimde yer almaya başlıyordu. Ülkeyi kapitalist devletlerin denetimine götüren bu süreçte, söz konusu anlaşmayı, Gülhane-Hatt-ı Hümayun'u (1839), Islahat Fermanı (1856), Arazi Kanunnamesi (1858) gibi düzenlemeler izledi ve kapitalizmin gereksindiği hukuk oluşturuldu.
Kapitalizmin yükselmesine koşut olarak sermaye ihracının giderek daha yoğun kullanılan bir sömürü yöntemi haline gelmesi, Osmanlıların 1856'dan başlayarak Avrupa ülkelerine borçlanmaya başlamasını doğurdu. Bağımlılığı hızlandıran bu süreç, 1868 yılında sermayesi tümüyle yabancı olan Osmanlı Bankası'nın kurulmasını ve kağıt para çıkarma yetkisini tekeline almasıyla yoğunlaştı.
Yarı-sömürgeleşme süreci, devleti mali açıdan tam bir iflasa sürüklemiş ve 1875 yılında borçların faizlerinin bile ödenemeyeceği açıklanmıştı. Bu durum giderek tekelci bir karakter kazanmakta olan kapitalist ülkelerin, Osmanlı ülkesini tümüyle denetlemek için borçların ödenmesini güvence altına almak gerekçesiyle Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar)'yi kurmasını getirdi (1882). Artık ülke üzerinde sarayın yüzeysel bir görüntü haline gelmiş, denetim esasta Düyun-u Umumiye ve yabancı elçiliklerin eline geçmiştir.
Düyun-u Umumiye'nin kuruluşu ile ulusal gelir kaynaklarının bir çoğu rehine verilmiş, çok geçmeden de bir yabancı sermaye akını, bir ayrıcalık dağıtımı furyası başlamıştı. Borçlar rejimi, yalnızca borçların ödenmesinin güvenceye alınması için kaynaklar üzerine haciz konularak işlenmesi ve gelirlerin denetlenmesi işi değildi. Bu rejim aynı zamanda, borç durumundan işletme sermayesi durumuna çevrilen büyük bir yabancı sermaye korporasyonuna, bu kaynakların işletilmesi önerisinin verilmesi demekti. Devlet ya da özel girişim artık bunları işletme ve geliştirme işinden kendiliğinden uzaklaşacaktı. O koşullar altında reform yapmak gerekecekse, bu ancak kaynaklara egemen olan sermayenin kendi hesaplarının el verdiği, gerektirdiği ölçüde yapılabilirdi. (11)
Düyun-u Umumiye yalnızca borçlarla ilgili alacakları kollayan bir kuruluş değildi. Gerçekte Düyun-u Umumiye, emperyalist sermayenin ülkeye girişini, hangi alanlarda ne tür ayrıcalıklarla gerçekleşeceğini araştıran, organize eden ve emperyalist sermayenin en uygun koşullarda kazanç edinmesini amaçlayan bir kuruluş durumundaydı. Halk ve devlet durmadan yoksullaştığı halde Düyun-u Umumiye'nin geliri artmaktaydı. 1882-83 gelirlerine oranla örneğin 1911-12'de, yani 28 yıl içinde bu gelir %28 oranında artmıştı. 1911-12'de devletin gelir kaynaklarının üçte biri, 1910'da gümrük vergilerinin %95,4'ü ve kazanç vergisinin önemli bir kısmı Düyun-u Umumiye'ye gidiyordu. Böylece devlet bir kalkınma aracı değil, emperyalistlerin kazançlarını koruma şubesi oluyordu. (12)
Bu dönemde artık tüm sanayi, nafia (demiryolları, limanlar, sulama işleri) ve kamu hizmetlerinin çoğu, tüm madenler, ticaretin geneli, bankacılığın tümü, sigortacılık, deniz, göl, nehir, nakliyat işletmeleri bir kısım tarım yatırımları, emperyalist sermayenin denetimi altındaydı. Borçlandırma ve sermaye yatırımı bağlamında önde gelen ülke Fransa'ydı. Türkiye'de 3 Milyar frank Fransız sermayesi yatarken, bu ülkeyi sırasıyla Almanya ve İngiltere izliyordu.
Meşrutiyet'e gelindiğinde, Osmanlı Devleti faiz ve borç amortismanı karşılığı olarak yılda ortalama 7.5 milyon lira ödemeye zorunluydu. Abdülhamit döneminde yoğunlaşan ödemelere karşın, borç alımı durmamış, tersine sık sık alınan avanslar karşılığında, 23 milyon altın liraya yakın borç birikmişti. Bunlar Deutsche Bank, Türkish National Bank, İmperial Ottaman Bank, Banque Françoise, Banque de Selaque, Düyun-u Umumiye, Tütün Rejisi, Fenerler İdaresi gibi sermayesi tümüyle yabancı olan kurumlara verilmekteydi. Borç ve avans karşılığı olarak gösterilen gelir toplamı olan 16.5 milyon altın lira, devletin bütün gelirlerinin yarısıydı. Borç ve avansların hiç biri ekonomik yatırım için değildi. Devletin idari ve askeri harcamalarına, zabıta masraflarına (vb. kendisini ayakta tutacak alanlara) yönelikti.
Emperyalizmin ülke tarımı üzerindeki olumsuz etkileri de iki grupta toplanabilir:
Birincisi; ülke içinde ulaşım olanaklarının sınırlı olması nedeniyle, uzak yörelerden kıyılardaki büyük kentlere tarım ürünlerini aktarmak hemen hemen olanaksızdı. Aktarım olanağı olduğunda da uzun süren yol, ya ürünün bozulmasına, ya da maliyetin artmasına neden oluyordu. Oysa aynı kıyı kentlerine (örneğin İstanbul, İzmir) dış ülkelerden deniz yoluyla daha ucuza tarımsal ürünler getirilmekteydi. Böylece, yerli ürünlerin rekabet şansı ortadan kalkıyordu. 1860'lardan sonra demiryollarının yabancı sermaye tarafından yapılması, demiryolu çevresindeki çiftliklerin emperyalistler tarafından sömürülmesi olgusunu ortaya çıkarmıştı.
Ucuz tarım hammaddesinin Batı'ya açılması;pamuk, tütün, kuru üzüm, fındık gibi ürünler üzerindeki sömürüyü arttırmıştı. Demiryolları, geçtiği yerlerde kapitalist ilişkileri güç ve çarpık da olsa yerleştirirken, emperyalizmin tarıma yönelik sömürüsünü olanaklı kılıyor ve bu yöredeki etkinliğe katkıda bulunuyordu. Örneğin, İzmir-Aydın demiryolunun Dinar'a kadar uzatılmasından ötürü, bu bölgeden toplanan vergi gelirleri 1885-1906 arasında %42,5 dolayında yükselmişti. (13)
Orta Anadolu'da (Bağdat demiryolunun geçtiği alanlarda) ve Ege Bölgesinde Ondokuzuncu yy'ın sonlarına doğru, kapitalist ilişkilerin belirgin bir biçimde geliştiği görülüyordu. Bu arada Batı Anadolu'da, Menderes vadileri ve bu vadilerin kıyı alanlarında, büyük bir çoğunluğu İngiliz'lere ait olan yabancı çiftlikler de görülmekteydi. İngiliz, Rum, Ermeni ve Yahudilerin elinde bulunan çiftlikler 5-6 milyon dönüme erişmişti. (14)
İkincisi; dönemin özelliği, emperyalist sermayenin ve bu sermayenin ülke üzerindeki etkinliğinin ülke iç pazarının gelişimini aşan boyutlar kazanmasıydı. Giderek çeşitli sektörlerde oluşturulan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanmasının ve satışının tek yetkilisi olmaktaydılar. Örneğin bir önceki bölümde de değindiğimiz gibi bu tip bir kuruluş olan Tütün Rejisi, 40 yılı aşkın bir süre tütün üreticisini sömürdü. Rejinin ortalama yıllık karı 2 milyon altın liraydı. 130.000'i aşkın tütün üreticisini sömüren reji, beslemeleri aracılığıyla, reji sömürüsünden kurtuluşu küçük çapta tütün ekmekte bulan 20.000'den fazla yoksul aileyi öldürmüştü.(15)
Osmanlı toplumuna egemen olan süreç feodalizm, baş çelişme ise feodalizmle köylülük arasındaki çelişmeydi. Kuşkusuz bu çelişme, Batıdaki örneklerinden değişik özellikler taşıyordu. Ülkenin yarı sömürgeleşmesine bağlı olarak saray, asker-sivil bürokrasinin üst düzeyi, ulema, fiili olarak üretimi gerçekleştiren ana sınıf durumundaki köylülüğün sömürüsünden önemli pay almaktaydı. Ayrıca bu kesim, feodal karakterini yitirmeden, emperyalizmin ülkedeki sömürüsünün önde gelen aracı durumundaydı. Feodal karaktere eklenen komprador nitelik, oldukça karmaşık ve geri ilişkilerin üzerinde yükselen toplumsal yapılanmanın tepesinde yer alan kesimi bir anlamda yaşatan neden oluyordu. Ancak süreç, saray bürokrasisini, giderek yarı sömürge yapının gereksinme duymadığı bir fazlalık durumuna getiriyordu.
Komprador feodaliteyi oluşturan diğer kesim ise toprak ağalığı idi. Osmanlı toplumunda toprak ağalığı her dönem vardı. Örneğin Kürdistan'da toplumsal düzen bu temelde biçimlenmişti. Ancak, toprak ağalığının toplumsal yapının etkin bir unsuru durumuna gelmesi, yukarıda nedenleri anlatılan klasik toprak düzeninin bozulmasıyla gerçekleşti. Ondokuzuncu yy ise bu duruma daha belirgin bir karakter kazandırdı.
Burjuvazi ve işçi sınıfı, etkili sınıflar değildiler. (16) Ulusal burjuvazi oluşamamıştı. Yarı sömürgeleşme süreci, kapitalist ilişkileri İstanbul, İzmir, Selanik gibi kentlerde, Çukurova ve Ege gibi önemli tarım bölgelerinde etkili kılmış, ama toplumsal yapılanmaya yön veren ilişkiler durumuna sokamamıştı. Komprodor ticaret burjuvazisi böyle bir temelde, liman kentlerinde oluştu. Bu kesimin oluşumu, levantenlere ve emperyalizmle levanten arasında aracılık yapan bazı azınlıklara dayanıyordu. Sanayi burjuvazisi yoktu, işçi sınıfı ise kapitalist ilişkilerin yetersizliğine koşut bir güçsüzlük içindeydi.
Genel olarak özetlemeye çalıştığımız bu sınıfsal tabloyu şimdi biraz daha geniş olarak, Jön Türk Devrimine etkileri bağlamında ele alalım.

Saray:
Bu kesim,Ondokuzuncu yüzyıl boyunca gücünü önemli oranda yitirmişti. Klasik düzenin sınırsız yetkilerle donanmış sultanı, bu yüzyılda gücünü ve otoritesini, önce ayanların temsil ettiği yerel otoritelerle, sonra bürokrasi ve ulema ile, sonrasında ise emperyalizmle paylaşmak durumunda kaldı. Jön Türk İhtilali öncesinde sultan, bir nolu komprador duruma gelmişti. Abdülhamit yönetimi emperyalizmin, komprador burjuvazinin, yabancı elçiliklerin, Düyun-u Umumiye ve diğer rejilerin ülkeyi sömürüsünün bir aracı durumundaydı. Bu güçler arasında bir denge oluşturan ve bu durumu kullanarak emperyalist sömürüden belli bir pay da alan Abdülhamit'in yine de gelir kaynağı yoksul köylülerden toplanan vergilerdi. Ancak saray giderek idari masrafları bile emperyalizmin finansmanı ile karşılayabilecek bir pozisyona sürüklenmekteydi. Vergi gelirleri saray, bürokrasi ve ulemanın üst düzeyi tarafından yağmalanmaktaydı.
Birinci Meşrutiyetin ardından tahta geçen ve 33 yıl tahtta kalan Abdülhamit dönemi, kapitalist tekelleşme ve dünyayı paylaşma dönemiydi. Sultanın kendisi de bu sürecin ülkeyi sömürgeleşme ve parçalanmaya ittiğinin farkında idi. Böyle koşullarda, meşruti bir yönetimin ve göreceli de olsa özgürlük koşullarının, çeşitli ulus ve milliyetlerde bağımsızlaşma eğilimini açığa çıkaracağı ve hareketlendireceği olasılığı onu koyu bir zorbalığa itecekti.
Bunu yaparken, Birinci Meşrutiyet'i gerçekleştiren asker-sivil bürokrasi ve ulema ittifakına karşı, bu ittifakı parçalamaya yönelmiş ve ordu, bürokrasi ve ulemanın üst düzeyini kendisine bağlı unsurlardan yeniden oluşturmuştu. Varlık temelini Osmanlıcılığa ve İslamcılığa dayandıran Abdülhamit, bu durumuyla uluslaşma sürecinin önünde ciddi bir engel olmuş, "Türklük" kavramının her zaman karşısında yer almıştır. Muhaliflerini güçlü ve etkin bir zabıta ve istihbarat örgütüyle denetim altında tutan Abdülhamit'i böyle kritik bir dönemde 33 yıl tahtta tutan neden ise, denge politikasını büyük bir ustalıkla uygulaması ve din unsurunu etkili kullanımıyla halkı istismar etmeyi başarması olmuştu.

Bürokrasi:
Osmanlı merkezi bürokrasisi, yüzyıllar boyunca güçlenmiş ve sonuçta iktidar ortağı güçlü bir katman durumuna gelmişti. Abdülhamit, bürokrasisinin gücünü görerek, önce ulema lie bürokrasiyi dengelemiş, sonra da bu kesimlerin üst düzeyini kendisine bağlı kılmıştı.
Bu durum, bürokrasiye iç tutarlılıktan yoksun ideolojik bir karakter kazandırdı. Balkan ülkelerinin imparatorluktan ayrılmaları, geriye %90'ı yüzyıllardır aynı biçimde yaşamakta olan yoksul bir nüfus bırakmıştı. Kentli aydınlar, dış dünya ile ilişkilerinden dolayı, yapısal düzeylerinin elverişlilik sınırlarının ötesinde özlemler edindiler. Gelişmeme ve dolayısıyla gerileyiş, toplumsal ve siyasal çerçevenin engellemeleriyle açıklanıyor ve söz konusu engellerin kaldırılmasıyla hızlı bir gelişmenin yolunu açabileceklerini umuyorlardı. Ancak kendileri de böyle bir sıçramanın gerektirdiği bilgi ve beceriden geniş ölçüde yoksundular. Bu bürokratik kesim, gelişme örneği olarak Batı'ya bakıyor, emperyalist ülkelere kapitalizmi geliştirme yolundaki ülkelerden biri için yararlı olacak ilke ve tutumların, ötekinin zararına olacağını göremiyorlardı.
Bu durum süreç içinde bilinçli bir tutuma dönüştü ve Türkiye bürokrasisinin geleneksel çizgisi durumuna geldi. Sonraları İttihat ve Terakki dönemi ve Kemalist Diktatörlük dönemi bu olguyu oturtan örnekler olacaktı.
Bürokrasinin bu karakteri, kendi içinde hangi emperyalistin ülke yararına olacağına ilişkin görüş ayrılıklarından kaynaklanan bir çatışmaya neden oldu. Bürokrasinin yönetim üzerindeki ağırlığını azaltması, dolayısıyla 1. Meşrutiyet'in daha yerleşme olanağı bile bulamadan boğulmasında Abdülhamit'in başarılı olmasının nedenlerinden biri de buydu. (17)
Egemen üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak toplumsal artı ürünün kullanımında önemli payı olan Osmanlı bürokratı, yarı-sömürgeleşmeye bağlı olarak bu konumunu emperyalizmle paylaşmaya başladı. Bunun sonucu, artı-üründen giderek azalan bir pay alması ve tüketime yönelik devlet harcamalarının bu pay içindeki oranının artması oldu. Bu durum giderek Osmanlı bürokrasisinin en önemli sorunu haline geldi. Nihayet ekonomik durumun her yönden iyice sarsılması, Osmanlı bürokrasisini yenilenme çalışmalarına itecek, bu çabanın sonucu olarak 1. Meşrutiyet doğacaktı.

Toprak Ağalığı:
Klasik feodal düzende geleneksel Osmanlı toprak düzeni arasındaki temel ayrım, artı-ürünün alınış biçiminden kaynaklanıyordu. Ne var ki, Osmanlıların geleneksel düzeni Onaltıncı yy'dan sonra bozulmaya başlamıştı. Bu bozulma sürecinde kırsal kesimde reaya-saray-sipahi ilişkileri; yerini, mültezim, ayan ve toprak ağalarıyla topraksız köylü arasındaki ilişkilere bırakmıştı. Miri toprak düzeninin bozulmasıyla, kırsal alanda üretimi denetleyen güçler öne çıkmıştı. Bu, klasik feodal öğelerin Osmanlı toprağında uç bir belirişiydi. Klasik feodalizmin varlığı bazı koşulların da varlığını gerektirir. Derebeylik, öncelikle bireyin geniş ölçekli toprak sahibi olmasıyla bağlantılıdır. Bu durum Kürdistan bir yana bırakılacak olursa, Anadolu'da çok geç oluşmuştu. Kürdistan'da ise sistemli bir feodaliteden çok aşiret ilişkileri temelinde yükselen ham bir feodalizm egemendi.
Başlangıçta büyük toprak sahipliğinin ve ağalığın hukuki bir dayanağı yoktu. Ama Tanzimat'la birlikte oluşmaya başlayan yasal çerçeve, bu bağlamda geri adımların atılmasına neden oldu. 1847, 1858, 1870, 1880 ve 1913 yıllarında çıkartılan çeşitli yasa, yönetmelik vb. düzenlemelerle topraktaki özel mülkiyet güvence altına alınacaktı. (18)
Meşrutiyet'e gelindiğinde toprak ağalığı özellikle Kürdistan, Çukurova ve Ege'de yoğunlaşmıştı. Kürdistan'da durum zaten merkezi feodal düzenin egemen olduğu yüzyıllarda da aynıydı. Saray ve Kürt aşiret reisleri arasındaki özel anlaşmalar, feodal aşiret ilişkilerini bu bölgede öteden beri egemen kılmıştı. Ege ve Çukurova'da ise kapitalist ilişkilerin yavaş yavaş tarımcılıkta uç verdiği gözlemlenmekteydi. (19)

Köylülük:
Enflasyon dönemlerinin vurgunları, faizcilik ya da mültezim soygunculuğu ile kazanılan servetlerin büyük bir bölümü emin ve verimli bir yatırım alanı olarak tarımcılığa aktı. Ağır vergiler altında ezilerek ekonomik varlığı çok zayıflamış olan ve ucuz kredi kaynaklarından da yoksun bulunan köylünün elinden tarlaları alınarak büyük çiftlikler kuruldu. Böylece, Türkiye'nin geleneksel tarım düzeni bozuldu ve topraklarını yitirip tasfiye edilmeye başlanan eski müstakil çiftçilerin yerini zengin çiftlik sahibi zorbalar ya ağalık aldı. Öte yandan, bu sınıfın elinde ırgatlaşan topraksız köylüler oluşmaya başladı.
Ondokuzuncu yy. boyunca yaygınlaşan toprak ağalığı, aynı zamanda köylünün topraksızlaşması sürecinin yoğunlaşması anlamına gelmekteydi. Giderek topraksız ve yoksul köylülük, küçük üreticiliğin önüne geçerek, köylü kitlesinin en geniş kitlesi durumunu aldı. Bu süreç küçük üreticiyi de etkileyecek, tüccara, tefeciye borçlananlar, bürokrasi yerine toprak ağasına sığınacaktı.
Bunlara karşın, köylülük hareketlenme eğilimi taşımıyordu. Gerçekte Osmanlı tarihi, Batı'da örnekleri görülen tipte güçlü ve açık sınıfsal temele sahip bir başkaldırı geleneğine sahip olmamıştı. Ağır aksak ve çarpık başlamış bulunan uluslaşma süreci, köylülüğe uzanabilmiş değildi. Dolayısıyla Jön Türk İhtilali arifesinde köylülük, düzene karşı gelişecek bir hareketliliğin temel gücünü oluşturacak niteliğe ve özelliklere sahip değildi.(20)
Osmanlı ülkesinde köylülüğün mülksüzleştirilmesi olgusuyla çeşitli dönemlerde karşılaşmaktayız. Örneğin nüfus artışı tefeci sömürüsüyle birleşince köylülüğün mülksüzleşmesine neden olmaktaydı. Ama nüfus artışı, tefeci sömürüsü, ağır vergi yükleri, Celali isyanları, toprak düzeninin bozulmasından kaynaklanan etkenler, ağa baskısı, vb. nedenlerden doğan mülksüzleşme olgusu, mülksüzleşen unsurların genel anlamıyla ücretli işçi durumuna dönüşmesi gibi bir sonuç getirmemiştir. Batı'daki gibi, kapitalizmin gereksindiği ilk birikime kaynaklık eden, mülksüzleşen köylünün emek gücünü satın alacak sermayenin olmaması nedeniyle, benzer bir süreç yaşanamadı. Üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel duruma gelmiş bulunan feodal mülkiyet ve küçük üreticilik parçalanamadığı için mülksüzleşen yığınlar eski üretim biçiminin temeli üzerinde yeniden üretimi zayıflatan etkenler oldular.
Ülkede, sanayi sermayesine bağlı Batılı tüccarların, mamül madde yerine hammadde satın alması ve yerine mamül madde satması, bir iç pazar yaratılmasına olanak sağlayacak, ama bu iç pazar köylüyü tüccar aracılığıyla yabancı sermaye ile karşı karşıya getiren bir pazar olacaktı. Dolayısıyla bu iç pazarlar, içerde yıkıma uğrayan feodal üretim biçiminin bağrında serbest duruma gelen üreticilerin ücretli işçiler olarak üretime katılacağı, (bir başka deyişle, üretici güçlerin gelişmesini sağlayan) bir iç pazar olmayacak, üretici güçleri tahrip eden ve yıkan bir iç pazar olacaktı. Dolayısıyla zanaatçılık ve giderek ona bağlı yarı hammadde üretimine eklemlenmiş bulunan zanaatçılığı yıkacaktı. (21)
Köylü ailesinin kendi kendisine yeterli birliğinin parçalanması, iplikçiliğin ve dokumacılığın sermaye tarafından ele geçirilmesi ve iç pazar yaratılması, İmparatorlukta yabancı sanayi sermayesi tarafından gerçekleştirilmeye başlanmıştı. (22) Böylece yabancı sermayenin mülksüzleşen köylü kitleleri, kendisini mülksüzleştiren sermayenin karşısına ücretli işçiler olarak çıkmamakta, işsizleşmekte ve serfleşmekteydi. (23) Jön-Türk devrimi öncesinde köylülüğün durumu kısaca böyleydi.

Tefeci Bezirgan:
Geçmişte rekabet koşullarının olmadığı ya da bu yönde güçlü bir dinamizm taşımayan kır toplumsal ilişkisi, bağrında asalak bir katman olarak tefeciliği yaratmanın koşullarına sahipti. Bu bağlamda doğu toplumları, tarihleri boyunca rekabet ve otodinamizmin güçlü olmadığı üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak tefecilik olgusu ile birlikte yaşadılar. Osmanlı toplumu da bunlardan biri oldu. Merkezi feodal düzenin çözülüşü ve yarı-sömürgeleşme süreci, tefeciliği daha da etkili kılan nedenler olacaktı.
Tefecilik, özellikleri temel çizgiler bağlamında bugün de sürmekte olan iki ana biçimde görülmekteydi. Kentlerde para alım satımıyla uğraşan bir kesim, Jön-Türk ihtilali öncesi de iyece önem kazanmış durumdaydılar. Tarihe Galata Bankerleri olarak geçen tefecilik, bu yönüyle toplumun nabzını elinde tutan önemli bir güç ve dolayısıyla da devlet bürokrasisinin başlıca rakiplerinden biri durumundaydı.
Kırlarda ise tefecilik daha değişik özellikler taşımaktaydı. Mültezimin devlete borç vererek vergi toplama hakkına sahip olması, kır tefeciliğini güçlendiren önemli bir etken oldu. Tefecilik esas olarak dönemin koşullarında yaygın ama sarsılan bir güç olan küçük üreticiye yönelmişti. Bu özelliğiyle de sömürüyü yaygınlaştıran (örneğin, ortakçı olarak) ve toprağın belli ellerde merkezileşmesi sürecine eklemlenen etkin bir araç oldu. Dolayısıyla da hem burjuva sınıfını doğuracak ilk birikim engellendi, hem de küçük mülkiyetin yıkımını hızlandırdı.

Burjuvazi:
Osmanlı toplumu, kapitalist gelişimin bir ön koşulu olarak feodal ilişkilerin bağrında doğan ve giderek feodalizm ile çatışma durumuna düşen, onun aşılması sürecinin başını çeken bir burjuva sınıfa sahip değildi. Toplumda kapitalist ilişkiler daha çok Balkan bölgelerinde uç vermiş ve giderek gelişme yolunu tutmuştur. Bu bölgelerde burjuvazi, kendi ulusal sorununa sahip çıkıyor ve Osmanlılardan ayrılmayı amaçlayan ulusal mücadelelerin etkin gücü oluyordu.
Anadolu'da ise durum daha değişikti. Yüzyıllar süren merkezi feodal ilişkiler, özgür bir ticaret ortamını engellemiş, dolayısıyla bir ticaret ortamını engellemiş, dolayısıyla bir ticaret burjuvazisi oluşmamıştı. Merkezi feodal ilişkilerin yozlaşması süreci ise özel mülkiyeti yaygınlaştırmak gibi bir sonuç doğurmuş olsa da, geç kalmış bir süreç olarak bir burjuva sınıfının oluşmasına gerekli ortamını yaratmaktan çok, Anadolu'da öteden beri etkin bir güç olan tefeciliği beslemek ve geliştirmek gibi bir ortamın oluşmasına hizmet etmiştir. Böyle bir ortamda uç verme şansını bulabilen prekapitalist unsurlar ise, yarı-sömürgeleşmede emperyalizmin rekabetine dayanamayarak kavrulacaktı. Sonuçta, Osmanlı ülkesi kendi dinamiğiyle, toplumsal gelişmenin gereği olan ulusal bir burjuva sınıfı yaratamayacaktı.
Bu koşullarda Osmanlı burjuvazisi, yarı-sömürgeleşme sürecinin ürünü olan komprador karakterler taşıyarak doğdu. Emperyalizm, kendisine işbirlikçi olarak saraylı levantenleri ve müslüman olmayan tefecileri seçmişti. Dolayısıyla, sarayın kompradorlaşması ve bir komprador burjuvazinin doğuşu gündeme geldi.
Bununla birlikte, komprador burjuvazinin gücünü ve yaygınlığını fazla abartmamak gerekir. Sonraları bu yönde yaygın bir inanç oluşmuş ve neredeyse olmayan bir güçlü burjuva sınıf kurgulanmıştır. Kapitülasyonların özellikleri, emperyalizmin ülke içine sızmak için ille de komprador bulmasını gerektirmeyecek kadar avantajlı koşullar yaratıyordu. Osmanlı pazarı emperyalizm açısından son derece açık ve korunmasızdı. Bu nedenle de emperyalizmin kompradoru esas olarak saray oldu.
Yaygın eğilimin yanlışlığı, tefecilikle burjuvazinin karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Bu temelde, İstanbul, Selanik gibi kentlerde yuvalanan tefecileri burjuva olarak görmek;bu sürecin yoz niteliğinin bir sonucu olan tefeciliği salt parayla uğraşmalarından ve emperyalizmle ilişkilerinden yola çıkarak burjuva olarak nitelemek yanlıştır.
Yukarı da konular içinde gördüğümüz gibi emperyalizm ülkenin belli başlı sektörlerinde doğrudan kendisi yer almaktaydı. Bir komprador ticaret burjuvazisi, evet vardı. Ancak bu katman (yarı-sömürgecilik olgusunun niteliği göz önünde bulundurulursa), para alım-satımının üzerine yükselen tefecilerden değil, ülke hammaddesinin işlenmek üzere emperyalizme aktarılmasına hizmet eden ve bazı yan sektörlerde emperyalist ürünleri ülkeye pazarlayan bir kesitten oluşuyordu. Ortak özellikleri de, önemli bir kısmının ve bu arada palazlanmış olanların tamamının, gayri müslüm olmasıydı.
Komprador burjuvazinin gelişimi daha sonraları İttihat ve Terakki döneminde ve savaş yıllarında gerçekleşecek, Jön Türklerin "Türk" burjuva yaratma çabasıyla hız kazanacaktır. Jön Türk İhtilali arifesinde komprador burjuvazi önemli bir güç durumunda değildi.

İşçi Sınıfı:
İşçi sınıfının ortaya çıkması, sanayi birimlerinin ortaya çıkmasıyla bağlantılıdır. Ondokuzuncu yy'ın ortalarına kadar, (Balkan topraklarını saymazsak) üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun, yaşamak için emek gücünü satan (birey olarak değil) sınıf olarak işçiden söz edemeyiz. Ancak Ondokuzuncu yy'ın ikinci yarısında işçi sınıfının oluşmaya başladığını görmekteyiz.
Daha 1845 yılında, toplumda ciddi bir işçi sınıfı olgusu
olmadan çıkarılan bir yönetmelikle grev yasaklanmıştı. Ama bu yönetmelik, yaşamın zorladığı bir düzenden çok, önlem niteliği taşıyan bir 'nizamname' idi. Nitekim bugün belgelenebilmiş olan ilk grevler, bu 'nizamname'den çok sonra gerçekleşmişti.
17 Şubat 1872'den önce de işçi direnişleri olmuştu. Ama bunlar daha çok makineleşmeye karşı koyma, madenlere inmeme türünden direnişlerdi. İlk grev girişimi ise, 17 Şubat 1872 tarihli Beyoğlu telgraf işçilerinin eylemi idi. Bunu, 8 Nisan 1872 tarihinde İzmir Demiryolu işçileri izleyecektir. 1872-76 arasında dönemin koşulları içinde önemli sayıda grev olmuştu. Ancak özellikle 1. Meşrutiyet sonrasında yoğunlaşan grevler, Abdülhamit'in zorbalık yıllarında duracaktı. Yine de bu dönem oluşmakta olan işçi sınıfının artık sınıf olma bağlamında zayıf bir hareketliliğe sahip olduğu gerçekti.

Küçük Burjuvazi:
Burada küçük burjuvaziyi kategorik olarak belirlemek gibi bir eğilimden çok, düzenin çözülmesi ve sonraki yüzyıllarda toplumsal ilişkilerin tarihsel düzeyde gerilemesi ile, bu sürecin ülkeyi bir küçük mülkiyet ülkesi durumuna getirmesi üzerinde duracağız. Bu anlamda, küçük burjuvaziyi, köşeleri net bir oluşum olarak tanımlamaya çalışmak yerine, yukarıda sıraladığımız sınıf ve katmanların herhangi biri içinde değerlendirilemeyecek çeşitli katmanlar, küçük kategoriler bağlamında ele alıyoruz. Dolayısıyla, kır ve kent küçük mülkiyetine ek olarak, devlet bürokrasisinin orta ve alt kesimleriyle, üretimde fiili olarak yer almayan sektörlerdeki yığınları da küçük burjuvaziyi kabartan etkenler arasında değerlendirmek gerekmektedir. Bu durum, Yirminci Yüzyıl'da da katlanarak sürmüştür.
Küçük üreticiler, Osmanlı toplumunun her döneminde en yaygın kesimlerden birini oluşturuyordu. Kent küçük üreticisi, esnaf ve zanaatkar olarak nitelediğimiz gruplardan oluşmaktaydı. Bunlar, küçük birimlerde üretim yapmakta ve gene aynı yerlerde bu ürünlerin satışını gerçekleştirmeye çalışmaktaydılar. Pazarın sınırlı oluşu, piyasa ilişkilerinin bu alanda bir rol oynaması, küçük üreticiliği sürekli bir yoksulluk içine itmişti. Örneğin İngiliz kumaşının girmesiyle, Osmanlı piyasasına egemen olan küçük dokuma tezgahlarının çıkrıkları duruyordu. öte yandan emperyalist ticaret şirketleri, bazı değerli el ürünlerini piyasadan toplayarak, o alandaki emeğin üzerinden önemli bir sömürü gerçekleştiriyorlardı. İngilizlerin Batı Anadolu'daki küçük halı dokuma tezgahlarını örgütlemeleri, bu nitelikteki sömürünün bir başka örneğiydi. (24)
Kır küçük üreticiliğini ise, geçimlik toprağı içerisinde kapalı bir ekonomi biriminin kendine yeterliliği oluşturuyordu. Çevredeki toprak ağaları, bu nitelikteki küçük üreticinin emeğini; yarıcı, ortakçı, maraba, vb. çeşitli biçimlerde sömürmeyi başarmaktaydı. (25)
Kır küçük burjuvazisinin bir diğer kesimini de yerel eşraf oluşturmaktaydı. Taşra kent ve kasabalarında etkin bir unsur olarak yer alan eşrafın önemli bir bölümü tefeci ve toprak ağası kategorilerine girmekteydi. Palazlanma olanağı bulamayanlar, küçük burjuva özelliklere sahiptiler. Eşrafın bu kesiminin emperyalizmin varlığından zarar görmesi, uluslaşma sürecine yatkın bir karakter kazanmalarına neden oluyordu.
Küçük burjuvazinin bir diğer kesitini de üretimde fiili olarak yer almamakla birlikte, tefeci olarak bu kat içinde yer alan unsurlar oluşturmaktaydı. Geniş bir insan potansiyelini kapsayan ve hantal bir yapısı olan devlet bürokrasisinin aynı zamanda en yaygın kesimini oluşturan alt kademeleri; öğretmenler, doktorlar, hukukçular, vb. küçük burjuvazinin sayısını daha da kabartmaktaydılar.
Küçük burjuvazinin bu bölümünün özelliği, aydın ve yarı-aydın karakterine uygun olarak, toplumun duyarlı bir kesitini oluşturması ve toplumun kendi kendini aşması yolunda rol oynamaya elverişli niteliklere sahip olmasıydı. Bu özellikleri söz konusu kesite, Jön Türk Hareketine temel olma sıfatını kazandırdı. Ulusal bir burjuvazinin olmadığı koşullar, burjuva sloganları bu kesitin sırtına yüklüyordu. Bu bağlamda söz konusu kesit aynı zamanda uluslaşma sürecinin de dinamiği olma işlevini kazandı.

c) Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet:
Osmanlı asker-sivil aydınları, Tanzimat sonrasında yaşanan sürecin etkisiyle, burjuva toplumuna özgü liberal düşünceleri, burjuva değerleri ve yaşam biçimini yakından tanımaya başlamışlardı. Bu durum, kendine uygun bir kültür yaratmakta gecikmedi ve toplumun asker-sivil, aydın ve yarı aydınları arasında ses buldu.
Türkiye'de kurulan, sonra 1867'den itibaren etkinliklerini Avrupa'da sürdüren Yeni Osmanlılar Hareketi, düşünsel düzeyde net bir birlikteliğe sahip değildi. Yalnızca Sadrazam Ali Paşa'nın devrilmesi amacı, o koşullarda birlikte hareket etmeye yetmedi.
1860'lı yıllarda filizlenip giderek yaygınlaşan Yeni Osmanlılar Hareketi, (26) o günün koşullarında ülkenin ekonomik, toplumsal ve kültürel düzeyde ilerlemesi gibi bir amaca sahipti. Ancak bu amaç, hareketin disiplinli bir alternatif örgüte dönüşmesi ve etkin sivil ve asker kadrolarla donanmasına yetmemişti. Bununla birlikte bu çevre, 'parlamento', 'halka karşı sorumlu yönetim', 'siyasal özgürlük', 'yurt' ve 'ulus' gibi burjuva sınıfla birlikte anlam kazanan kavramların tartışılması ve yaygınlaşmasını sağlamış ve böylece Jön-Türk Hareketinin düşünsel temelini atmıştı. (27)
Ülkede bu kavramlara gerçeklik kazandıracak bir burjuva sınıfının olmayışı, bu kavramların oldukça sınırlı bir aydın çevreden gelmesi gibi bir durum yaratıyordu ki, bu durumda kitleselleşebilme olayı yaşanamıyor ve dolayısıyla da anayasa ve meşrutiyet kavramları düşünsel düzeyde kavramlar olmayı aşarak, bir mücadelenin anahtarı olma özelliğini kazanamıyorlardı. Tartışmanın sürdüğü aydın çevresi de ülkedeki düşünsel düzeye orantılı olarak, tartışmayı, oldukça geri ve kavramların sulandırıldığı bir çizgide sürdürüyordu. 1875 yılına gelindiğinde, bu türden tartışmalar giderek yaygınlaşmış ve daha geniş çevrede, asker ve sivil bürokrasi içinde ses bulur olmuştu. Bu tartışmaların ve dolayısıyla Yeni Osmanlılar Hareketi'nin en önemli sonucu, değişim isteğini uyandırmaları ve sınırlı da olsa çevreye mal edilmeleriydi.
1875 yılında Osmanlı ekonomisi o güne kadar yaşadıklarının tümünden daha sert ve daha büyük bir krize tutulmuştu. Dış borç kaynakları azaldığı gibi, borçların ödemeleri de olanaksızlaşmaktaydı. Nitekim 1875 yılının ortalarına doğru Bab-ı Ali bir iflasın eşiğinde olduğunu resmen kabul ediyordu. Bunu, Bosna-Hersek'te büyük bir köylü başkaldırısı izledi. Eylül 1875'de ise Eski Zagor dolaylarındaki Bulgarlar başkaldırdı. Bütün bu hareketlilik ve ekonomik sarsıntı, Avrupa'da Doğu sorununu yeniden tartışma gündemine sokuyordu. Bu arada Sultan Abdülaziz'in, muhaliflerine karşı Rus elçisi Ignatiev ile birlikte siyasal bir cephe oluşturması, bürokrasi içinde kendisine karşı güçlü bir grubun doğmasına neden olmuştu. Sonuçta ordu bürokrasisinin iki önemli adı, Hüseyin Avni Paşa ve Süleyman Paşa ile sivil bürokrasinin önde gelen iki adı, Mithat Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa, Şeyhülislamın ve bu arada yabancı elçiliklerin destekleriyle Abdülaziz'i alaşağı etmeyi başarıyorlardı. (28)
Bu gelişme anayasa sorununu da gündeme getirmişti. Ancak bu konuda, darbeci cunta kendi içinde görüş birliğine sahip değildi. Anayasanın varlığını, ülkeyi batılı ülkeler düzeyine çıkarmanın bir ön koşulu olarak gören kesimler başlangıçta güçsüz olmalarına karşın sonra etkinlik sağlayınca, bir anayasa ilanı sonuçta başarıldı. Ama güçlü bir dayanaktan yoksun olması, anayasanın ve dolayısıyla ilan edilmiş bulunan Meşrutiyetin zayıf ve sağlıksız bir temelde yükselmesi sonucunu doğuracaktı.
İlk meclis, 19 Mart 1877'de açıldı. Ünlü Ahmet Vefik Paşa'nın başkanlığındaki meclis, akıl almaz düzeyde despotik bir yönetim altında çalıştı. Daha ikinci dönemin başında, Ruslarla Ayastefenos Antlaşması'nın imzalanmasının hemen ardından, 13 Şubat 1878'de padişahın emriyle tam otuz yıl sürecek bir tatile girdi.
1876 Anayasası'nın maddelerinin incelenmesi, egemenliğin temelde yine padişahta olduğunu göstermektedir. Birinci anayasa, içerdiği hükümler ve kurumların da açıkça gösterdiği gibi, egemen sınıf ve katmanların bu konumlarına bir çerçeve oluşturmaktan çok, o egemenliği pekiştirici bir belge niteliğinde idi. Gerek Yeni Osmanlıların düşünsel doğrultusu, gerekse Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabaları bu yönde olmadığı halde, koşullar Abdülhamit zorbalığına zemin olacak bir anayasayı doğurmuştu.
Anayasa, ne Osmanlı komprador burjuvazisini ne de köylülüğü, küçük burjuva ve işçi kesitlerini memnun edecek düzeydeydi. Zaten bu sınıflar, bütün bu mücadelenin dışında ve bir yerde seyircisi durumundaydılar. Anayasayı isteyen, onu kuran ve sonuçta savunulmasını da üstlenenler, asker-sivil bürokratlardı. Geçmişteki gelişmeler de dikkate alınacak olursa, Sened-i İttifak'tan 1876 Anayasası'na kadar, Osmanlı sultanının egemenliğini paylaşmaya çalışan ve bu yolda önemli adımlar atan, bürokratik kesimdi. Bürokrasi tek başına bir sınıf olmadığı için, bu yolda çabaları iniş ve çıkışlarla doluydu. Zaman zaman ordu ya da dış güçleri yanına alabildikçe bir adım daha ilerleme sağlıyordu. 1876 Anayasası bu dalgalanmanın bir kesitiydi. Ne var ki, elde edilen ürün, yani anayasa, ne bürokrasi ne de burjuvaziye ileri bir mevzi kazandıracak nitelikte olmamıştı.
İlk meclis, giderek emperyalizmin isteklerine karşılık veren bir karakter kazandı. Bütün bunlar, burjuva demokratik hakların ülkede ulusal burjuvazinin istek ve gereksinmelerinin bir dayatması olarak değil, emperyalizmin ve komprador burjuvazinin gereksinmelerinin karşılığı olarak gündeme gelmesinden kaynaklanıyordu. Bu olgu, adı ve özellikleri ne olursa olsun, geçmiş feodal ilişkilerin üzerinde yükselen kurumlaşmanın ilerisinde sayılması gereken bir yasal çerçeve idi. Sözkonusu çerçeve, düşünsel ve kuramsal aşamanın, emperyalizmin gereksinmelerine karşılık verecek bir araç durumuna gelmesi sonucunu doğuruyordu.
Bu türden girişimlerin belli çevrelerle sınırlı kalması, olayın temelde halkın dışında, uzağında yaşanması, onları halktan soyutlayacak ve halkın dışına itecek, giderekte onların kitle karşısında konumlanmalarını getirecekti.
Bu çelişki çok sonraları da sürüp gidecek ve sınıflar mücadelesinde izlerini gösterecekti. Ancak ülke sınıfsal yapısının daha sonraki dönemde görece belirginleşmesiyle; meclis, anayasa mücadelesi, demokrasi mücadelesinin başlıca özelliği olma niteliğini yitirecekti.
Teolojik hukuk ve sultan iradesiyle, burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin birbiriyle uzlaşması olanaksız görünüyordu. Teolojik hukuk (İslam hukuku ya da şeriat) ile sultan iradesi, kendi aralarında, geçmişi yüzyıllarla ölçülen bir ittifak oluşturmuşlardı ve bu yönde bir birikimin üzerinde yükseliyorlardı. Asker-sivil aydınların eliyle ses bulan burjuva demokratik hak ve istemler ise toplumsal gelişmelerin bir sonucu olarak, halkın bir istemi olarak değil, Batı etkilerinin ve burjuva demokrasisinin bir yansıması olarak doğmuştu. Sonuçta, sultan-islam hukuku bağlaşıklığı bu hareketi ezdi.

d) İttihad Terakki ve Jöntürk İhtilali:
Abdülhamit'in otuz yıllık sultanlık dönemi aydınlar için tam bir karabasan dönemiydi. En sıradan hak ve özgürlüklerin kaldırıldığı, nefes aldırmamacasına katı bir düzenin hüküm sürdüğü bu dönemin bir başka özelliği de ülkenin yarı-sömürgeleşme sürecinin tamamlanmasıydı. Emperyalist boyunduruk, kırlarda, madenlerde, limanlarda, kısacası her yerde değişik düzeylerde de olsa etkisini gösteriyordu.
Meclis-i Mebusan'ın kapatılmasından sonra, ilk on yıl içinde Abdülhamit istibdadına yönelik olarak, Ali Süavi ve Kleontin Skalyeri'nin darbe girişimlerinin dışında herhangi bir direnme görülmemiştir. Anayasacı davranışların eyleme dönüşmüş son çırpınışlarıydı bunlar. Ne var ki, eylem alanındaki bu yenilgi, düşünsel düzeyde bir çöküntüyü birlikte getiriyordu. Her şeye karşın, Tanzimat'tan başlayarak ağır da olsa gelişen ve 1870'lerden sonra etkinliğini artıran burjuva içerikli hareket, Abdülhamit zorbalığı koşullarında serpilmeyi sürdürüyordu. (29)
Önce düşünsel düzeyde kalan çırpınmalar, 1889'dan sonra eyleme dönüşmeye başladı. Bu dönüşümde ilk adım, gizli örgütlerin kurulmasıydı. Bilinen gizli örgütlerin ilki, 'Askeri Tıbbiye' öğrencileri arasında kurulmuştu. Başlangıçta etkinliği muhalif yayınları okumak olan örgüt, yabancı yayınları da izlemekteydi. Örgüt kendisine Carbonarilerin ve Formasonların örgütlenmelerini model almıştı. Hücreler durumunda örgütlenme, hızla büyüdü ve kısa sürede diğer okullara da sıçradı. Örgüt genişledikçe bürokrasi içinden de yandaş buluyordu. Bu süreç giderek eylemlerin yeni boyutlara ulaşması gibi bir sonuç doğuracaktı.
Nitekim 1894'teki Ermeni kalkışması, bu eğilimi açığa çıkardı. Bu tarihte İstanbul'da ciddi bir Ermeni katliamı başlatılmıştı.. Olaylar sırasında gizli örgüt ilk propaganda bildirisini yayınladı. Bildirinin altında o güne kadar görülmemiş olan bir imza yer alıyordu. Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti...*

(*) Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti: Osmanlı Birleşme ve İlerleme Derneği

Bildiri önemli bir ilkeyi de sergilemekteydi. Şöyle ki; Ermenilerin tek başlarına hareket etmeleri kınanıyor, buna karşılık Osmanlı İmparatorluk sınırları içinde yer alan tüm halkların ortak eylemi öne çıkarılıyordu. Halklar ayrımının üstünde, etnik, dil ve din etmenlerini ortadan kaldıran tek bir 'Osmanlı Ulusu' kavramı, Jön Türk Hareketi'nin sahip olduğu ideolojik perspektif olarak beliriyordu. (30)
1895-96 yılları arasında örgüt tüzüğü yayınlandı. Bu tüzüğün, örgütün ilk merkez komitesinin kurulduğu dönem oluşturulduğu sanılmaktadır. Tüzüğün içerdiği ana ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Osmanlı İ.T Cemiyeti; adalet, eşitlik, özgürlük, vb. insan haklarını çiğneyen tüm Osmanlıların ilerleme ve gelişmelerine engel olan ve vatanı yabancıların ellerine bırakan şimdiki hükümetin hareket şeklini değiştirmek üzere, kadın-erkek tüm Osmanlı yurttaşlarına açıktır.
2) Örgütün görevleri, şimdiki hükümetin yerine insan haklarının koruyucusu ve uygarlık yolunda ilerlemenin kaynağı olan meşrutiyet yönetimini geri getirmek ve korumak, genel eğilimin ilerlemesine, tüm insanlığa ve uygarlığa hizmet etmektir. Bu hayırlı amaçlara ulaşılmasına engel olanlara ve örgütü ne türden olursa olsun zarar ve tehlikelere uğratanlara vatan haini gözüyle bakılacaktır.
3) Örgüt, Osmanlı sülalesinin saltanat ve hilafet haklarını kabul etmektedir. Ne var ki, hanedanın şeriata ve yasalara aykırı hareketlerde bulunması, meşrutiyeti kabul etmemesi ve insan haklarını korumaması durumunda, şeriata ve yasalara uygun olarak gereken önlemler alınacaktır.
4) Osmanlı hükümeti, bağımsızlıktan ve ilericilikten yana eşitlikçi bir hükümet durumunu aldıktan sonra, örgüt, devletin politik bütünlüğü ve bağımsızlığı, eğitimin yayılması, ahlakın yükseltilmesi, zenginliğin artırılması, ticaretin çoğaltılması ve bayındırlık gibi, vatan ve ulusa ruhça ve maddeten yararlı her türlü girişimde hükümete yardım etmeyi ve onu arkalamayı kutsal bir görev sayar.
Bu tüzük, Genç Osmanlı düşünüşü açısından bazı yenilikler getiriyordu. Her şeyden önce devrim bir olgu olarak kabul edilmekteydi. Burjuva liberal çizgi burjuva devrimci bir doğrultuda gelişmeye başlamıştı. Diğer yandan üyelik için kadınlara da erkeklere benzer eşit haklar tanınıyordu. Kadın-erkek bütün Osmanlı vatandaşlarına eşit yaklaşım, o günün koşullarında yeni ve cesur bir yaklaşımdı. Cemiyet, amaçları arasında ekonomik kalkınmayı destekleme konusunu da sayıyordu. Zenginliğin artırılmasının vurgulanması, (bunu GSMH'ın büyümesi şeklinde de tanımlayabiliriz) Jöntürkler'in ekonomik sorunlara ve çözümlerine öncelik ya da başka bir deyimle ağırlık tanımasının somut bir kanıtıydı.
1899 Yılı Jöntürk tarihinde bir dönüm noktası oluyordu. Çünkü bu yıl, Almanlar'ın Bağdat Demiryolu tasarısı somutlaşmıştı. Almanya ile Abdülhamit yönetimi arasında yoğunlaşan dostluk, İngiltere'ye bağlanmış bulunan bazı Osmanlı çevrelerini tedirgin ettiğinden, bunların desteği hatta katılmasıyla, Jöntürk akımı önemli bir canlılığa kavuştu. Görülüyordu ki özgürlükçü mücadele, Osmanlı Devleti'ndeki İngiliz-Alman rekabetinin değişik düzeyde bir boyutu durumuna gelmişti. Almanlar'ın yönetim üzerindeki ağırlıklarının artması ölçüsünde, İngiltere muhalefete destek oluyordu.
Sonraki süreç, toplumsal ilişkiler açısından önemli bir dönüm olacaktı. Bu sürecin öne çıkan niteliklerinden biri de Anadolu eşrafının burjuvalaşma eğilimleri ve bu eğilimin emperyalizm tarafından önemli oranda bastırılması oldu. 1890'lara kadar Anadolu ticareti ağırlıklı olarak Rus ve Ermeni tüccarların elinde idi. 1894-95 olaylarından sonra, Anadolu'nun birçok yerinde ticari etkinlik Türklerin eline geçti. Ama Türk tüccarları bu kez daha büyük bir engelle karşılaştı: Kendilerine her türden ayrıcalığı kolaylıkla tanıyan ve Türk burjuvazisini girdiği her yerde yıkan emperyalizm..
Bu noktada komprador-feodal yönetimin de emperyalizmin yanında yer alması, Anadolu eşrafını Jöntürkler'in yanına itti. Anadolu eşrafının böyle bir eyleme girişmesinde,ülkenin çeşitli yerlerine sürgün edilmiş bulunan Jöntürk'lerin önemli rolü olmuştu.
1905 yılında patlak veren Rus Devrimi, tüm az gelişmiş ülkeleri olduğu gibi Osmanlı ülkesini de etkilemiş ve bu etki Jöntürkler'de somutlaşmıştı. Lenin bu durumu şöyle açıklamaktaydı:"Dünya kapitalizmi ve 1905 devrimi Asya'yı kesinlikle uykusundan uyandırdı. Ortaçağ durgunluğu içindeki ezilen milyonlar, horlanan insanlar demokrasi için, en insanca hakları için savaşa, yani yeni bir hayata doğru uyandılar." (31)
Ağır sansüre karşın İstanbul dışındaki basında 1905 Devrimi'ne ilişkin haberler çıkmaktaydı. Örneğin Sofya'da yayınlanan Feryad Gazetesinin 2 Kasım tarihli sayısında "kendi halkının da bu örneği izleyeceğinden ve askerlerin silahları kendisine çevireceğinden korkan Abdülhamit'in sansürü sertleştirdiği" yazılmaktaydı. (32)
Bu önlemler, Karadeniz'deki Rus Donanması denizcilerinin eylemlerinin, Potemkin olaylarının genç Türk subayları arasında geniş yankılar uyandırmasını engelleyemedi. Bu ilgi daha sonraki hareketlilik döneminde etkisini gösterecekti. Avrupa'nın en otokratik ülkesinde ayaklanma olabileceği yolunda güçlü bir sonuç olan 1905 Rus devrimi, doğallıkla baskı ve zorbalık altında ezilen ve geçmişten gelen bir karşı mücadele geleneğinden yoksun Türkiye gibi ülkelerin aydın ve yarı-aydını için ışık olmuştu.
Nitekim 1905 sonrasında Türkiye ordusu içinde kalkışma eylemlerinin giderek yaygınlaştığını görürüz. 1906-7 yılları arasında bu durum önemli oranda yaygınlaşmıştı. Bu hareketlerin büyük bir bölümü yerel nitelikte idi ve ordu yönetimindeki belirli aksaklıklara yönelikti. Özellikle Yemen'e gönderilen birliklerde görülen bu eylemlerin en yaygın türü, görevden kaçma niteliğindeydi. Bütün bu silahlı ya da silahsız kalkışma eylemlerinin ortak yanları, 'Osmanlılık' anlayışından yoksun ve örgütsüz hareketler olmalarıydı. Ama önemli olan örgütsüz olmaları değil, 'kalkışma' düşüncesini yaygınlaştırmaları ve gelecekte gerçekleşecek bir kalkışmanın etkisiz kalmamasına temel olmalarıydı.
1906 Yılının Eylül ayında, Selanik'te on kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir toplantı sonucunda, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Bu, Jöntürk Hareketi açısından çok önemli bir olaydı. O zamana kadar geçen zaman, Osmanlı Terakki ve İttihatı adlı örgütün güçlenmesine ya da var olan potansiyeli değerlendirmesine yetmemiş, örgüt Abdülhamit'e karşı yükselen Jöntürk potansiyelini toparlayamamış, kendi içinde dönüşümü sağlayamamış ve bu yönde ciddi eylemler koymadan önemli darbeler yemişti. Sonuç olarak yurt dışına çıkan Terakki ve İttihat önderleri, orada da iç bütünlüklerini koruyamamış ve bölünmüşlerdi.
Oysa Osmanlı Hürriyet Cemiyeti daha başlangıçta önemli adımlar atan bir örgüt olacaktı. Balkan uluslarının ulusal mücadelelerinin giderek yükseldiği Rumeli'de bir sıcak savaş ortamında doğan örgüt, büyük bir gizlilik içinde ve hücreler biçiminde örgütlenip diğer çeşitli grupları da toparlayıp hızla gelişti. Örgütün gelişimini kendi yararına bulduklarından, Mason Locaları da örgüte önemli bir destek vermekteydi. Ayrıca örgüt çeşitli eylemlere kalkışmak amacıyla askeri bir kol olarak 'fedai bölümleri' oluşturmuştu. Böylece çok yönlü bir etkinlik ve gelişme amaçlıyordu. Ancak bir süre sonra örgütün gelişmesinin İstanbul Hükümeti'nin örgütün üzerine yürümesi gibi bir sonuca yol açması, örgüt önderlerinin bir kısmının 1907 Mart'ında yurt dışına çıkmalarına neden oldu.
Paris'te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ve Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti önderlerinin birbirleriyle çeşitli düzeylerde süren tartışmaları birleşme sonucunu gündeme getirince bunun çözümü ve genel anlamda Jöntürk Hareketi'nin toparlanması amacıyla bir kongre düzenleme yolu tutuldu. Bu kongre, Jöntürk Hareketi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilecekti.
27 Aralık 1907'de Paris'te toplanan kongre 20 oturum sürecekti. Kongrede şu üç noktada anlaşma sağlandı:
1- Tüm örgüt üyelerinin oybirliğiyle sultanı tahttan feragata zorlamaya ve ancak ondan sonra silahlarını bırakmaya karar vermeleri,
2- Örgüt üyelerinin tüm Osmanlılar için eşitlik ve özgürlük temeline dayanan bir temsili parlamentonun toplanmasına karar vermeleri,
3- Bu amaçlara ulaşmak için, barışçı ve devrimci yolların araştırılmasına yönelik sürekli bir komitenin kurulmasının onaylanması.
Bu son noktaya ilişkin çeşitli eylemlerin tartışılması sonucunda, dört eylem biçimi üzerinde uzlaşma sağlanmıştı. Bu dört eylem biçimi şunlardır:
Genel ayaklanma,
Hükümete karşı silahlı direnme ve genel grevlerle oluşturulacak silahsız karşı koyma eylemleri,
Vergi ödememe gibi pasif direnme yöntemlerinin uygulanması,
Ordu içinde örgütlenerek devrim sırasında ordu gücünün kazanılması. (33)
Kongre, Jöntürk Hareketi'nin burjuva liberal niteliğinin giderek burjuva, devrimci içerik kazanması yolunda ve Jöntürk politikasının Avrupa'daki sürgünlerin denetiminden çıkarak Osmanlı ülkesinde, özellikle Rumeli'de yoğunlaşması yolunda bir dönemeç oldu.
Meşrutiyet'in ilanıyla sonuçlanacak olaylar zinciri, İngiltere'nin 3 Mart 1908 genelgesiyle ve Makedonya konusundaki girişimiyle sürdü.
İngiliz tasarısının uygulanması durumunda Makedonya bağımsız olacak, Arnavutluk elden çıkacaktı.
İT'nin varlığını resmen duyurması Mayıs ayı içinde oldu. Manastır'da Rusya dışındaki emperyalist devlet konsolosluklarına bir tasarı sunuldu. Bunu izleyen olay, Temmuz 1908 günü, Resne'de kolağası Niyazi'nin ikiyüz kadar asker ve ikiyüz kadar sivilden oluşan oldukça kalabalık bir güçle dağa çıkması oldu. İttihat-Terakki'li başka subaylar da dağa çıkmaya başladılar. Ve hareket örgütün malı oldu. 5 Temmuz'da Manastır örgütü kentin sokaklarına Meşrutiyetçi bir bildirge yapıştırdı. 23 Temmuz günü yine Manastır'da 21 pare topla İT tarafından Meşrutiyet ilan edildi. (34)
İmparatorluğun son dönemindeki bütün ekonomik, siyasal ve sosyal olgular doğrudan doğruya Anadolu Harekatı'nın zemini ve onun önderliğinden sınıfsal niteliğine kadar çeşitli özelliklerinin de biçimleniş süreciydi..

DİPNOT VE KAYNAKLAR
(1) Muzaffer Akdağ, Osmanlı İmparatorluğu'nda Kuruluş ve İnkişaf devresinde Türkiye'nin İktisadi Vaziyeti. (geri dön İ)
(2) Muzaffer Akdağ, age.(geri dön İ)
(3) Mahir Çayan, Toplu Yazılar (geri dön İ)
(4) İ.H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri. (geri dön İ)
(5) Grundrisse "Ekonomi Politiğin Eleştirisi için ön çalışma" (Karl Marks)
Grundrisse yayıncısının burada bir dipnotu var. Bize de daha doğru gelen bu notu da buraya almakta yarar görüyoruz.
"Marks'ın buradaki Asya tarzı toplum anlayışı, çeşitli tartışmalara konu olmuştur. Bireyin toplum karşısında özel mülkiyete ve ona dayalı bir iradeye sahip olmadığı tüm toplum biçimlerini Asya'ya mal etmek Hegel'den kaynaklanan bir tavırdır. (Hukuk Felsefesi) Hegel ve Marks'ın Çin, Hindistan ve Türkiye'de bulunduğunu varsaydıkları bu düzenin anlatılan biçimleriyle, bu ülkelerde herhangi bir tarihte var olup olmadığı tartışılabilir. İkincisi, bu üç ülkede adı geçen düzen tüm toplumların üst birliğini temsil eden devlet ve hükümdar ile toplumlar arasındaki ilişkiye dayanır. Bu derece karmaşık bir toplumsal örgütlenişi ve sınıf yapısını içeren bir düzen ile Slav, Romen, Moğol, vb. kabileleri gibi henüz devlet ve sınıf olgularını tanımayan ilkel toplumları aynı başlıkta toplamanın doğruluğu tartışılabilir. Üçüncüsü, örneğin Türkiye gibi bir yerde bu düzen bin yılı aşkın sürede özel/kamusal toprak mülkiyeti ikiliğine dayalı düzende bir bin yıldaha bunun çözülmesine ve yarı feodalleşmesine dayalı Bizans döneminden sonra kurulmuş olduğuna göre "Asya" tarzının örneğin antik tarzdan "daha ilkel" oluşu da tartışılabilir." (geri dön İ)
(6) Ö.L. Barkan, Toprak Meseleleri. (geri dön İ)
(7) Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C.1. (geri dön İ)
(8) Mahir Çayan, Toplu Yazılar. (geri dön İ)
(9) Cemal Bardakçı, Anadolu İsyanları. (geri dön İ)
(10) Muzaffer Sencer, Türkiye'nin Yönetim Yapısı. (geri dön İ)
(11) Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu. (geri dön İ)
(12) Son ve Kesin Tasfiyesi 25 Mayıs 1954'de ancak tamamlanabilen Düyun-u Umumiye'nin gücünü ve halk üzerindeki sömürüsünü bir örnekle anlatalım. 1910 yılında %5,58 gibi yüksek bir faizle 550.000 altın lira değerinde İtalyan hisse senedi alınmıştı. Düyun-u Umumiye'nin istekleri ile sağlanan bu alışverişten elde ettiği 550.000 altın lirayı İtalya, Osmanlı Devleti ile tutuştuğu Trablusgarp Savaşının masraflarında kullanacaktı. Dolayısıyla komprodor feodal Osmanlı Devleti, niyeti ve amacı çok açık olan İtalya'nın kendisine karşı hazırladığı savaşın finansmanına katılmış oldu. Savaş sonrasında Türkiye'ye tazminat olarak 50.000.000 Frank ödedi. Ancak bu paraya Düyun-u Umumiye el koydu. Gerekçesi ise, Osmanlı Devletini gerçekte kimin yönettiğini ortaya koyuyordu. (Bakınız: Niyazi Berkes, age) (geri dön İ)
(13) O.Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi. (geri dön İ)
(14) O.Kurmuş, age. (geri dön İ)
(15) H.Avni Sonda, Yarı Sömürgeleşme Tarihi. (geri dön İ)
(16) Burada kapitalizmin giderek egemen süreç olduğu Balkanları saymıyoruz. Bu bölgede kapitalizm daha 17. yy.'dan itibaren etkili olmaya başlamıştı. 19.yy'a gelindiğinde ise egemen süreç durumundaydı. Bu sürece uygun olarak Balkanlar'da zaten oldukça azalmış topraklar, Osmanlıların denetiminden çıkacaktı. (geri dön İ)
(17) Nitekim 19. yy'ın son çeyreğinde Osmanlı bürokratları, Osmanlı Devletinin yanısıra İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya'ya da kapılanmaya başlamışlardı. Keçizade Fuat Paşa, Ali Paşa, vb. Fransızcı, Mahmut Emin Paşa Rusçu, İngiliz Kamil Paşa adı üstünde İngilizci, nihayet son dönem ittihatçıları da Almancıydı... (geri dön İ)
(18) Ö.L. Barkan, age. (geri dön İ)
(19) Bu bölgelere buharlı nadas makineleri 1881, harman makineleri (patoss) 1840 tarihlerinde girmiştir. Bu türden araçlar dönemin koşulları içinde modern makinelerdi ve bu erken giriş önemli etken oldu. (geri dön İ)
(20) Osmanlı tarihinin geniş bir kesitini kapsayan Celali İsyanlarını, köylülüğün bir sınıf olarak, temel üretici güç olarak hakları için hareketlendiği başkaldırılar olarak nitelemek, abartılı olur. Celali İsyanları, köylülüğün düzene karşı tepkisinin dolaylı bir biçimde dile getirilişiydi ama genellikle tımarın, sipahilere değil devşirme kapıkullarına verilmesinden dolayı, tımardan yoksun kalan sipahilerin başını çektiği Celali İsyanları, temel kadrolarını yoksul ve topraksız köylülüğün oluşturmasına karşın önderliği, amaçları ve yönelimleri bağlamında Batı'nın gelenek yaratan ve feodalizmi sarsarak yıkıma sürükleyen köylü hareketinden oldukça uzağa düşmekteydi. (geri dön İ)
(21) Geçmişte ipekli dokuma alan tacir, daha sonra ipek işçiliği alarak, önce ipekli dokuma sanayini yıkacak daha sonra ipek ipliği yerine yalnızca ham ipek alarak küçük üreticinin yan uğraşı olan ipek ipliği eğiriciliğini yıkacak ve daha sonra da ham ipeği de kendi üreterek bu uğraşı esas iş edinen küçük üreticileri de yıkacak, ama yıkıma uğrayan üreticiler kendilerini yıkıma uğratan sermayeye ücretli işçiler olarak emeklarini satmayacaklardı. (geri dön İ)
(22) İsmail Hüsrev, Türkiye Köy İktisadı. (geri dön İ)
(23) Muzaffer Erdost, age. (geri dön İ)
(24) T.Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürgeleşmesi. (geri dön İ)
(25) T.Çavdar, age. (geri dön İ)
(26) 1867'de kişisel nedenlerle Fuat Paşa ile çekişen ve sonuçta Paris'te zengin bir sürgün hayatı yaşayan Mısır Prensi Mustafa Fazıl Paşa, Osmanlı ülkesindeki meşrutiyetçi akımın içinde olduğunu göstermek amacıyla Fransızca'dan bazı mektuplar yayınladı. Bunlardan birinde kendisini "Genç Türkiye Partisi'nin temsilcisi olarak gösteriyordu. Bu yakıştırma Avrupa'da tuttu. Osmanlı Devletini liberal yoldan geliştirmek gibi bir amaç güdenlere ya da bu içeriğe sahip görüntü verenlere Jöntürk dendi. Bilindiği gibi 19.yy'da Avrupa'da feodalizme karşı mücadele eden liberal hareketler "Genç" nitelemesiyle anılmaktaydı. Avrupa'da gerek 1. Meşrutiyet için mücadele eden Mahmut Kemal'ler kuşağına, yani Genç Osmanlılar Hareketi'ne, gerekse 2. Meşrutiyet için mücadele edenlere yani İttihat ve Terakkili'lere Jöntürk denildiği halde, Türkiye'de Jöntürk terimi daha çok 1889'dan sonraki dönemde, 2. Meşrutiyet için mücadele edenleri tanımlamak için kullanılmaktaydı. (geri dön İ)
(27)T.Çavdar, age. (geri dön İ)
(28) T.Çavdar, age. (geri dön İ)
(29) T.Çavdar, age. (geri dön İ)
(30) T.Çavdar, age. (geri dön İ)
(31) V.Lenin. (geri dön İ)
(32) Niyazi Berkes, age. (geri dön İ)
(33) T.Çavdar, Türkiye'de Burjuva Demokratik Düzene Yönelik İlk Hareketler. (geri dön İ)
(34) Sina Akşin, Jöntürkler ve İttihat Terakki. (geri dön İ)

 

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19