Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

"Açılım"ın Çivisi Yerinden Oynadı
Yeni Bir Saldırı/Direniş
Dalgasına Hazırlanmalıyız

15 Aralık 2009

"Tarihi bir fırsat" söylemleriyle başlatılan ve Kürt ulusal hareketinin tasfiyesini amaçlayan ABD-AKP ortak planı "Kürt Açılımı" karaya vurdu. Anayasa Mahkemesi, "bize bu işi neden yıkıyorsunuz" gibilerden bin bir türlü şikayetle ve başkan Haşim Kılıç'ın yüzüne yansıyan belirgin bir sıkıntıyla DTP'yi kapatma kararını verdi ve böylece aslında bir sürecin de sonunu ilan etmiş oldu. Haşim Kılıç'ın yüzü sıkıntılıydı; çünkü aslında siyaseten verilmiş bir kararın yükü Anayasa Mahkemesi'ne yıkılmıştı. Daha doğrusu AKP'nin çocuk kandırır gibi öne sürdüğü birkaç cılız madde ile Kürt ulusunun derin özgürlük arzusu arasındaki gerilim haftalardır tansiyonu öylesine yükseltmiş, siyasi ortam öylesine yay gibi gerilmişti ki, gelinen noktada artık DTP davası Habur'daki gibi "hukuk hileleri" ile geçiştirilemez hale gelmişti. Zamanı belli bir bomba gibi geriye sayan kapatma dosyası, patlamak zorundaydı ve patladı. Açıkça kendisini ortaya atan ve dolayısıyla artık bu riski göze alan DTP açısından da aslında çok büyük bir düş kırıklığı yaşanmadı.
Şimdi artık başka bir düzlemdeyiz. Daha doğrusu, bir süreç bitmiş gibi görünüyor ama aslında şimdi satranç oyununun başka bir kompozisyonu ile karşı karşıyayız.
Sosyalist Barikat'ın 61. sayısında "açılım"ın kaderinin AKP/ABD planının "verdikleri" ile Kürt ulusunun "istedikleri" arasındaki gerilime bağlı olduğunu ve PKK'nin de bu tür bir tasfiye planına razı olmayacağının işaretlerinin görüldüğünü söylemiştik. Bazı çok "zehir hafiye" solcular "işlerin gizli görüşmelerde tümüyle bağlandığını", "satış işlemlerinin tamamen gerçekleştiğini" düşünmekte ve söylemekte biraz acele ederlerken doğrusunu söylemek gerekirse Kürt ulusunu da, PKK'nin yönetimini de hafife alıyorlardı. Oysa mesele bu kadar basit değildi; Kürt ulusal hareketinin son yıllarda girdiği ideolojik rota konusunda birçok şey söylenebilir elbette, bunlar biliniyor. PKK önderliğinin bir yandan yıllardır eklektik/postmodern tezleri bir araya getirip reformist bir konsept yarattığı, diğer yandan da mevcut Ortadoğu güçler dengeleri üzerinden düzen içi yollar aradığı bilinmeyen şeyler değil. Ama öte yandan pratik hayatta somut gerçekler rol oynar. Ortadaki somut gerçek ise Kürt ulusunun yirmi beş yıldır kanıyla canıyla emeğiyle yarattığı büyük bir birikimin ve direniş noktasının tasfiye edilmesi planıydı. Bu gerçek karşısında Kürt halkı, teorik/ideolojik çizgi meselesinin de ötesinde, bir anlamda yaşamına kastedilen her canlının içgüdüsel davranışına benzer biçimde tutum almış ve kendisini kolay lokma zannedenlere etkili yanıtlar vermiştir. Bu basit bir şey değildir. Onca yıllık deneyimin ve hatta Ağrı'dan Dersim'e dek uzanan geçmiş tarihsel derslerin her Kürdün ve her Kürt direnişçisinin kulağına fısıldadığı uyarı, silahsız ve örgütsüz olmanın felaketli sonuçlarıdır. Her Kürdün kulağındaki küpe; "saygı görmek istiyorsan, harcanmamak istiyorsan, ayakta dur ve kendini başkalarının insafına terk etme" şeklindedir. Çıplak Kürt, sokakta kendini savunmayan Kürt, hiçtir ve bugün sokaklardaki binlerce insan bu gerçeği iliklerinde, hatta genlerinde hissetmektedir. Kürt ulusu, şimdiye dek her ne kazanmışsa bunu son yirmi beş yılın kanlı emeğine borçludur ve bu duygu İmralı'da üretilen mitolojik teorilerin de üstünde bir şeydir; dolayısıyla bu emeği ucuza kapatmayı planlayanların işi çok kolay değildir.
Sürecin başından beri olup bitenler bir kez daha özetlenebilir: Özellikle son birkaç yılda inisiyatifi elinden kaçıran ve Zap gibi maceralarla da direksiyonu toparlayamayan oligarşi, bu kez AKP kadrolarının eliyle "yeni" bir hamle denemeye karar vermiştir. Daha doğrusu, bölgedeki çıkarlarını ve Türkiye'deki işbirlikçilerine vermek istediği yeni rolleri ve bir çok başka faktörü hesaplayan Amerikan emperyalizmi, uşaklarıyla birlikte oturup bizzat bu planı hazırlamış, ordu gibi muhtemel direnç odaklarının ikna edilmesinde de rol oynamıştır. Evet, 1990'ların başında Türkiye'ye bütün kontr-gerilla taktiklerini ve eğitimlerini veren, Vietnam'dan bu yana edindiği deneyimleri aktararak son yirmi yıldaki bütün kirli-savaş uygulamalarını bizzat örgütleyen de aynı ABD'dir; ama bu bir çelişki değildir. Hedef yine Ortadoğu'daki en önemli direnç odaklarından birinin tasfiye edilmesidir; bu odak, mevcut ideolojik yöneliminden de bağımsız olarak özellikle dağlarda yarattığı atmosferle bölgeye ilham veren, deyim yerindeyse "kötü örnek" olan bir odaktır ve emperyalizm açısından şöyle ya da böyle tasfiye edilmesi gereken bir güçtür. Ama bu kez koşullar değişmiş, yöntem değişmiştir. Bugün ortaya "açılım" diye konulan planın özü, şu anda parlamentoya yirmi milletvekili gönderebilen, büyük kitleler tarafından kucaklanan ve hatırı sayılır miktarda eğitilmiş silahlı güce sahip olan PKK'yi önce çeşitli küçük adımlarla marjinalize etmek, Kürt ulusuna yönelik yüzeysel jestlerle sorunu yumuşatmak ve sonra ya tam teslimiyeti ya da tümüyle tasfiyeyi dayatmaktır. Kürt ulusunun gerçekliğini ve ulusal demokratik haklarını asla tanımaksızın, meseleyi "bireysel ve kültürel haklar" üzerinden ele alan, kısmi rahatlamalarla PKK'ye verilen desteği azaltmayı uman bu yaklaşım, eninde sorunda da asıl amacına, yani tasfiyeye ulaşmayı önüne hedef olarak koymuştur.
PKK ve DTP'nin ve genel olarak Kürt halkının bütün bunları koyun gibi izleyeceği ve kendilerine verilenlerle yetineceği elbette umulmamıştır. ABD/AKP planlamacılarının tümüyle saf oldukları varsayılamaz. Elbette işlerin biraz karışacağı ve pazarlık düzeyinin zaman zaman yükselebileceği de öngörülmüştür. Ama yirmi beş yıllık savaştan yorulmuş olduğu varsayılan Kürt halkının en küçük adımlara bile aç olduğu, bunlara sarılarak kendi temsilcilerini terk edebileceği fikri süreci belirlemiştir. İsim değişiklikleri, dil ve yayın konusunda zaten fiilen gerçekleşmiş olanların ilanı, en ayyuka çıkmış kontr-gerilla şeflerinin harcanması gibi sahne gösterileri, mecliste kullanılan seçilmiş sözcükler, 38 konusundaki manevra, Cumhurbaşkanının bayram değil seyran değilken yaptığı geziler, vb. vb... hepsi böyle bir "barış" ve "kimlik" açlığına oynayan taktik adımlar olarak planlanmıştır. Böyle bir yoldan gidildiğinde Kürt cephesinde bir çatlak ve kuşku atmosferi yaratılabileceği; bu doğrultuda biraz mesafe alındığında ise PKK'nin artık "pişmiş aşa su katan", ille de kan akıtmak isteyen bir "bozguncu"lar grubu düzeyine düşürülebileceği umulmuştur. Biraz çatışma, biraz pazarlık, biraz Fettullah Hoca yurtları ve okulları, biraz yozlaştırıcı araçlar, ama sonuçta kazanç... Beklenen, aşağı yukarı böyle bir sonuçtur...
Beklenen budur; ama gerçekleşen bu olmamıştır!
Habur kapısında olacakların bir bölümüne razı olan, bir bölümünü de mümkün olduğunca az hasarla atlatabileceğini uman AKP (ki bu geliş konusunda en azından DTP ile bir ön anlaşma yapılmış olduğu anlaşılıyor) beklediğinden başka bir tabloyla karşılaşmış, PKK bu noktada sert bir inisiyatif ele geçirme hamlesi yapmıştır. Mızrak artık çuvala sığmaz durumdadır. PKK'nin Habur-Diyarbakır hattında yaptığı müdahale açıkça kendi varlığını dayatma, kendisi olmaksızın kurulan bu işlerin yürümeyeceğini deklare etme hamlesidir. Gerçekten de Habur'dan itibaren işin rengi değişmiş, çatlak ve kuşku yaratma politikası boşa düşmüş, dahası PKK için yıllardır uydurulan dağıldı/dağılıyor propagandası çökmüştür. "Bensiz yaprak kımıldamaz" diyen PKK iradesi bunu Diyarbakır meydanında bir biçimde kanıtlamıştır.
Öte yandan bu hamle, son derece riskli ve geri dönüşü zor bir süreci de başlatmıştır. DTP bu olayla birlikte PKK ile arasındaki bütün sınır çizgilerini silmiş, "halk-PKK-DTP" üçlüsünün bir bütün olduğu vurgusu özellikle öne çıkarılmıştır. Böylece artık tutuklamalara, saldırılara açık, bütün bunların göze alındığı yeni bir dönem başlamıştır.
Daha sonra gelen Öcalan'ın hücresi meselesi bir yanıyla artık bir ayrıntıdır. Asıl mesele, Kürdün ayağa kalkması ve inisiyatif koyarak ben buradayım, bana sormadan, benim temsilcilerime sormadan, uyduruk akbaba kılıklı Kürtlerle, soyadı ne olursa olsun değersiz uşaklarla tek bir adım bile atamazsınız, demesidir. Sokakta AKP'ye "neye dokunamayacağı" açıkça söylenmektedir; İmralı hücresi bu anlamda dokunulmaması gereken bir simge olarak önemlidir.

Şimdi Neredeyiz? Nereye Gidiyoruz?
Şimdi gelinen noktada denklemler yeniden oluşacak, karşılıklı adımlar yeniden planlanacak. AKP'nin ""canım onlar olmasa da olur, biz açılımı sürdüreceğiz" demesi, komiklik olarak hoştur ama gerçek bir anlam ifade etmez. Sonuç itibarıyla kim Kürt meselesinde şöyle ya da böyle bir şey yapmak istiyorsa, bunu "kendim çalar kendim oynarım" havasıyla yapamaz.
Gelinen noktada ihtimallerden, daha doğrusu "çözüm"(!) yollarından biri çok açık: Kürt halkının iradesi ve temsilcilerine olan desteği bu kadar açıkça ortadaysa eğer, ithal yada tamamen "ulusal" üretimle bol miktarda kimyasal silah bulmak ve Kürt illerini tümden haritadan silmek... Bunun için isminin önüne "Kimyasal" ekini koyabileceğiniz birilerini de bulursunuz mutlaka; ama doğrusu bu "çözüm" günümüzde pek kolaymış gibi görünmüyor, ayrıca "tam" ve "kesin" bir garanti de oluşturmuyor. Bu tür işlerde geriye tek bir kişi bile bırakmamak gerekir, ki bu da neredeyse imkansızdır; eninde sonunda gazlara bombalara dayanıklı birileri çıkar her zaman!
İkincisi, daha kolay ve daha az masraflıdır. Bu kez gerçekten "Kürt realitesi"ni, yani Kürtlerin bir ulus olduğunu ve kendi kaderini belirleme hakkına sahip olduğunu tanırsınız ve ortaya çıkıp (hangi yöntemi tercih ederseniz onunla) Kürt ulusuna ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini sorarsınız ve ne cevap alırsanız ona razı olursunuz.
Üçüncüsü ise bugünkü muhatapsız ve tek yanlı "açılım" edebiyatını sürdürürsünüz ama bir yandan da hem dağlarda, hem de sokaklarda 92 tarzı bir "topyekun savaş"ı sürdürürsünüz. Bir yandan "açılımı sürdürmekte kararlıyız" dersiniz, diğer yandan sınır ötelerine zafersiz seferler düzenleyip tabur arazilerinde yeni gizli mezarlar açarsınız; "terör yandaşlarına tepki gösteren vatandaşlar" söylemini tırmandırarak metropolleri ve batı illerini cehenneme çevirirsiniz. Bir yandan "ben elimden geleni yaptım ama anlamadılar" edebiyatını yaparken, diğer yandan iradesini size teslim etmemek suçunu işleyen Kürtleri cezalandırırsınız, vb. vb...
Bugünkü noktada henüz tüm taşlar oynanmış gibi görünmüyor belki. DTP'nin parlamento alanını tümden terk etme kararı ilan edilmiş olmakla birlikte pratikte nasıl davranılacağı netleşmiş değil. Ama her ne olursa olsun bugünkü noktada hükümetin ve planın Atlantik ötesindeki diğer mimarlarının elinde çok seçenek bulunmuyor. Ayrıntılar ya da uygulamadaki düzeyler nasıl olursa olsun yukarıdaki olasılıklardan üçüncüsü elde kalan tek alternatif gibi görünüyor. Bir taktik uygulanmış ve öyle görünüyor ki umulan sonucu vermemiştir. Ellerinde yeni bir plan var mıdır, bilemeyiz; ama yapısı gereği hantal olan ve yıpranmaktan da korkan bu "açılım" cephesinin hızla yepyeni ve bugüne kadar denenmemiş bir taktik üretmesi de olası değildir. Aralarında çatışan ve hesaplaşan çok karmaşık güçlerden oluşan devlet cephesi böyle bir yeteneğe sahip değildir.
Şüphesiz bir süre daha süreç zorlanacak, planın henüz iflas etmediği, "terör örgütünü dışlayarak" açılımın yürütüleceği söylenecek ve bunun için adımlar da atılacaktır. Kürt ulusal hareketinin onaylamadığı herhangi bir adımın başarı şansı olmadığı "Mahmur Kampı" gibi olaylarda açıkça kanıtlanmış olduğu halde bu yol yine de denenecek, elden gelen yapılacaktır. Ama bütün bunların da sınırı bellidir. Sonuç itibarıyla sokakların bastırılması ve dağların kurutulması gereklidir ve bunun da yolu açıktır. Zaten düğmeye basılmış ve bütün illerde onlarca insan tutuklanmaya başlanmıştır bile. Kürt halkını "başa döneriz" diye tehdit eden Tayyip Erdoğan aslında çoktan "başa" dönmüştür. Daha kötüsü, artık "döndüğü" yer "başlanan" yer de değildir. Arada köprülerin altından çok sular atmış, deyim yerindeyse "cin şişeden çıkmış"tır. Yani ortam altı ay öncesinin ortamı değildir. Sokaklarda dövüşmenin coşku verici atmosferini yıllar sonra yeniden hisseden ve davranış kalıplarını hızla benimseyen Kürt halkı inisiyatifi terk etmedikçe bu iradeyi bastırmak her geçen gün daha fazla şiddeti gerektirecektir. İpin ucu kopmuştur; evet, bu ipin çeşitli yerlerinden yeniden düğümlenmesi için çalışılacaktır ama bu düğümlerin tümü de artık çok sağlam olmayacaktır.
Bu artık kestirilmesi zor bir süreçtir. Uzun süredir Bahçeli aracılığıyla aslında önemli ölçüde kontrol edilen (Türkeş'in son notlarında onun için "ajandı" demesi boşuna olmasa gerektir) ve doğrudan saldırılara yönelmesi engellenen faşist hareketin ana gövdesinin ve onca yıldır yalanlarla kandırıldığı için Habur olayında serseme dönen "normal vatandaş"ların nasıl ve ne kadar kışkırtılacağı, bu kışkırtmaların nereye varacağı yakın geleceğin önemli sorularıdır. Bunun tam bir felaket tablosu olacağını görmek için kahin olmak da gerekmiyor. Bu, devletin ve medyanın bugün körüklediği ama sonuçlarından da ürktüğü bir şeydir. Çünkü metropoller ve Batı taşrasındaki Kürtler, küçük azınlıklar (Ermeniler, Rumlar, vb...) gibi ürkek ve savunmasız değillerdir; dolayısıyla bu tür bir kaos "saldıranlar-saldırıya uğrayan mazlumlar" modeline uymayabilir ve uymayacaktır. Sonuç itibarıyla metropoller ve Batı illerinde de, (en azından önemli bölümünde) Kürtler güçsüz ve aciz değildirler. Belki başlangıçta değil ama saldırı gemi azıya aldıkça kendilerini koruyacaklardır, ki bu durumda kelimenin tam anlamıyla bir kan banyosu sonucuna varılacaktır.

Sonuçlara Katlanmak ve İleriye Yürümek
Sonuç olarak çok kestirme bir deyişle, önümüzdeki günlerde sürecin bütün aktörlerinin kendi karar ve eylemlerinin, politikalarının sonuçlarına katlanacağını söyleyebiliriz.
DTP cephesi için durum böyledir. Kürt ulusal hareketi, son birkaç ayda çok keskin bir viraj alarak bütün yasallıklarını riske sokmuş, kurumları arasındaki zaten zayıf olan sınır çizgilerini silmiş ve sonuç almak için bütün varlığını ortaya koymuştur. Eylemler boyunca yapılan yoğun tutuklamalar yalnızca bir işarettir. Bugün artık bütün DTP yöneticileri, üyeleri ve Kürt hareketinin diğer kurumları ayan beyan ateşin ortasındadır. Tutuklanma, katledilme, kaybedilme, vb. vb... DTP, ortaya koyduğu çizgiyle bütün bunları göze almıştır.
Diğer yanda AKP cephesi de riske girmiş durumdadır. ABD'nin de "arkadan itmesiyle" zaten zor ve yıpratıcı bir yükü omuzlayan AKP, şimdi iyice zor durumdadır. Onca yıldır söylenen milyonlarca yalanın narkozundan kurtulamamış olan ve dolayısıyla şoklara sürüklenen bir toplumsal yapıda bugün yaşanan travmanın siyasi sonucu kesinlikle yıpranma olacaktır. Bu tür projeler zaten her zaman sıkıntılıdır. Örneğin Özal hakkında yaratılan uydurma efsanelerin de "gerçek" olan tarafı böyledir. Savaşın belli bir aşamasından sonra bu işlerin böyle batağa doğru gittiğini tüccar sezgileriyle anlayan Özal, yine emperyalizmin akıllarıyla aslında çok çok korkakça birkaç söylem geliştirmiş, zemin yoklamış ve daha ilk adımlarda da aynı korkaklıkla geriye tornistan etmiştir. Muhtemelen onun kafasındaki belirsiz fikir de PKK'yi marjinalize ederek eritme ve tasfiye etmedir; yani ortada bir "sorunu çözme" iradesi yoktur. Ama bu kadarı bile siyasal olarak ona pahalıya patlamıştır. AKP ise bugün daha berbat durumdadır ve yıpranmanın bedelini -kriz ve işsizliğin de yoğun etkisiyle- şimdiden ödemeye başlamıştır. Ama gerçek bedel daha da ağır olacaktır. Kurmay heyetlerinin parti binalarında ve bakanlık/MİT koridorlarında yaptığı hesap "çarşıya" uymadığında, ki uymamaktadır, daha ağır sonuçlar orta çıkacak ve AKP'yi tarihe gömebilecek kadar derin etkiler yaratabilecektir. Son ABD ziyaretinde Tayyip'in Obama'dan ne sözler ve talimatlar aldığını tabii ki tam olarak bilmiyoruz; ama sonuçta maç bu topraklarda ve bu sahada oynanmaktadır; oradaki hesabın da "çarşı"ya ne kadar uyacağı şüphelidir.
Düzen açısından işin asıl kötü olan yanı, halihazırda ortada ve hatta ufukta başka bir burjuva alternatifin de gözükmemesidir. Yedek kulübesinde oturan ya da kenarda ısınan bazı yeteneksiz oyuncular tabii ki vardır ve tümü de "bir parçacık şans" için teknik direktörün gözüne gözüne bakmaktadır ama hiçbirinin durumu da bu çapta oyunlar için uygun değildir. Bu durum süreci iyice sıkıştırmakta, sakatlansa da, beli de kırılsa mevcut oyun kadrosuyla devam etmek -bugün görüldüğü kadarıyla- bir zorunluluk olmaktadır. Ve tabii öte yandan -yine futbolun klasik deyimiyle söylersek- bu maçın karakolda ya da hastanede biteceği şimdiden bellidir. Yaygın fıkrada olduğu gibi: Titanik filmini kendisine hararetle tavsiye eden arkadaşına adamın verdiği yanıt şöyledir: "Filmin sonu belli, gemi batıyor işte!"
Ve nihayet sosyalistler/devrimciler de eğer işler böyle bir karmaşaya doğru giderse sürecin değişik etkileriyle yüzleşeceklerdir. Tırmandırılan şovenizm ve toz duman ortamında emekçi kitlelerle zaten zayıf olan bağlar sıkıntıya girecek, özellikle yerelleşen çatışmalar, ırkçı saldırılar ortamında kopan büyük gürültü içinde kendi sözlerini klasik politik araçlarla ifade etmeleri zorlaşacaktır. Kendi amaçlarını rafa kaldırıp bütün siyasi varlıklarını bu sürece "armağan etmiş" olanlar ayrı bir kategoriyi oluşturuyor. Öte yanda ise buna karşı bazıları mümkün olduğunca bu işten uzak durarak yaşamayı ve emekçi kitlelerle bu olguyu yok sayan bir dalga boyu üzerinden temas kurmayı tercih ediyorlar; politik hatlarını tek bir gündem maddesine kilitlememe anlamında yaptıkları doğru gibi görünüyor, ama bu yalnızca bir görünüm; aslında böylece niyetlerden de bağımsız olarak sosyal şovenizmin çeşitli dozlardaki zehrini damarlarına kabul ediyorlar.
Devrimci sosyalizm için ise durum daha çetrefilli ve daha zordur. Bugün bu topraklarda bir belediye otobüsünde şöyle bir cümleye kulak misafiri olunabilmektedir: "işçi memur hakkını arasa tepesine biniyorlar; adamlar yakıp yıkıyor hükümetten tıs yok!"
İşte bu cümle, tam da çözülmesi gereken bir Gordiom düğümüdür. Gerçekten de tarihin hiçbir döneminde emekçi kitlelerin aklı bu kadar karışmamış, bu kadar büyük bir zihin karışıklığı ortama hakim olmamıştır. Bu zorluğun üstesinden gelmek, yukarıdaki cümleyi söyleyen emekçinin kalbine, ruhuna ulaşabilmek, onun damarlarındaki şovenizm zehrini temizleyebilmek için klasik olmayan müdahale yollarını bulup uygulamak bugünün en zor işidir, ama en çok yapılması, en çok kafa yorulması gereken işidir.
Önümüzdeki görev budur. Daha kolay yolları seçmek mümkündür ama doğru ve yararlı değildir.
Biz kolay olanı seçmeyeceğiz. Zor olacak biliyoruz; ama doğrudan sapmayacağız. Çünkü biliyoruz ki, oportünizm eğik ve kaygan bir düzlemin adıdır. Hem emekçilerin düzene karşı tepkilerini örgütlemek ve o tepkilerin ifadesi olmak, hem de Kürt ulusunun yanında durmak, ne kadar zor olursa olsun önümüzdeki dönemin görevidir.

15 Aralık 2009



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul