Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Yoksulluk ve Çocuklar
Üzerindeki Etkileri

Kaynak: ttb.org.tr

SUNUŞ
İçimiz Acırken
"Gerçek acıtır" sözü bu kitaptaki veriler için ne kadar da geçerli. Önemli olan ise "acıtan gerçeği" kanımsamamak. Bunu yapmanın yani kanımsamamanın ilk adımı, bilgiyi paylaşmak, sonraki adımı da ortaklaştırılmış bir "itiraza" dönüştürmek. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi bu adımlar konusunda herşeyi yapmaya hazırdır ve yapacaktır. Sizleri acı gerçeği paylaşmaya ve değiştirmeye çağırıyoruz.
Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
Kasım 2002

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen ve şimdiye kadar 140 ülke tarafından kabul edilen “ Çocuk Haklarına Dair Sözleşme”, çocuk haklarıyla ilgili en kapsamlı metin özelliği taşımaktadır. Bu sözleşme, başta Avrupa Konseyi olmak üzere uluslarası kuruluşlarca 1950'den beri üretilen belgelere dayanmaktadır. Yakın zamanda Prof. Dr. Semih Gemalmaz'ın kapsamlı ve örnek çalışmasıyla “Çocuk ve Genç Haklarına İlişkin Ulusalüstü Belgeler”in hemen tümü Türkçe'ye kazandırılmıştır. “Çocuk Hakları Sözleşmesi” ve diğer ilgili belgelerde çocukların “hukuksal konumu”nun ön planda olması, bu belgelerin “çocukların sosyal ve tıbbi korunması” konusundaki yaklaşımlarının göz ardı edilmesine yol açmıştır. Oysa, “Avrupa Parlementer Meclisi”nin 1979 tarihli “Çocuk Haklarına Dair Bir Avrupa Şartı Hakkında Tavsiye Kararı”ndan başlayarak, bir çok belge “ Bütün üye hükümetler, çocukların ücretsiz tıbbi muayene görmelerini zorunlu kılan bir sistemi kurmalıdırlar” fikrini temel alan maddeler içeriyor. Prof. Gemalmaz'a göre “çocuk haklarının büyük ölçüde özel hukuk formasyonlu bakış açısıyla değerlendirlimesi önemli bir ihmal nedenidir ve konunun insan hakları hukuku bakımından da ele alınması gereklidir”. Hem bu ihmalin giderilmesi hem de çocukların “sosyal haklarının” ön plana çıkarılması için başta çocuk hekimleri olmak üzere “hukukçular” dışındaki ilgililerin daha fazla çaba göstermesi gereklidir.
Yetkililer tarafından kof bir edebi metin haline getirilen “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” nin gerçek mesajı şudur: “İster zengin ister yoksul olsunlar dünyadaki bütün toplumlarda en yoksul, en dezavantajlı ve genellikle en ihmale uğrayan çocuklar, gerek eldeki kaynakların kullanımında gerekse gösterilecek çabalarda birinci derecede önceliğe sahip olmalıdır”. “Yoksulluk ve Çocukluk” konusunu inceleyen elinizdeki dokümanın amacı, sözleşmenin yukarıdaki cümlelere yansıyan ruhunu 13 yıl sonra hatırlatmak ve herkesi “ saatlerini çocuklara kurma” ya çağırmaktır.

SAATİMİ GÜNEŞE KURUYORUM
-Saatimi güneşe kuruyorum
Çocuklara kuruyorum saatimi-
Bir oğlan, kır kokuyor saçları
Bahçe önü bacısının elleri
Toprak ve de çiçekli vişne dalı
Çalışmaya kuruyorum saatimi
Bir güzel işe kuruyorum
Otlar arasında mavi mine
Çocuk adlarına: Satı, Sevgi, Emine
Okullardan, istasyonlardan, odalardan
İğde kokulu gecekondulardan geliyorlar
Ceplerinde leblebi ile şeker
Fotoğraflarını çekiyorum teker teker
Yüreğimin ozan albümüne
Saçlarında örgü, tırnaklarında kına.
-Yaşamaya kuruyorum saatimi
Çın çın etsin çocukların sevinci-


Ceyhun Atuf Kansu

Bir Şiddet Biçimi Olarak Açlık ve Yoksulluk
Açlık, organizmanın yeterli enerji alamadığında hissettikleri ve bu hissetiklerini yansıtmasına verilen isimdir. Yoksulluk ise, başta maddi olmak üzere insanın yaşadığı zamana göre belirlenen asgari ihtiyaçlarının karşılanamaması demektir. Açlık, ilk insandan beri bilinen ve insan gelişimi için önemli motivasyon sağlayan bir organizma cevabıdır, yoksulluk ise modern çağla birlikte kullanılan sosyal bir tanımlamadır. Yoksulluğun en doğrudan sonucu açlıktır.
Herkesin kendi deneyimlerinden bilebileceği gibi aç kalındığında önce “mide bölgesinde kazınma”, “baş ağrısı”, “huzursuzluk”, “sinirlilik”, “halsizlik” gibi bulgular ortaya çıkar. Bu bulguların hemen hepsi enerjisi tükenen organizmanın bir tür yardım çağrısıdır. Organizma, enerji sağlayan besinleri alamadığında “ani stres” durumlarındaki olduğu gibi davranır ve hem açlık hem de herhangi bir nedene bağlı stres durumlarında “stres hormonları” adı verilen hormonların düzeyi yükselir. Normal koşullarda hepimiz günlük enerjimizi yediğimiz besinlerle sağlarız. Herhangi bir nedenle aç (8-10 saat) kaldığımızda, önce karaciğerde depolanan şeker ( glikojen) kullanılır, sonra başta yağ dokusu olmak üzere diğer dokular (kas dokusu gibi) enerji kaynağı olarak kullanılır.
İnsan beyni en fazla enerji (şeker) harcayan dokudur ve normal koşullarda dakikada 2-4 mg/kg glükoza ihtiyacı vardır. İnsan organizmasının açlığa karşı iki temel cevabı vardır. İlki hızlı bir şekilde yedek enerji depolarını kullanmak, ikincisi ise nöronal hücreler dışındaki enerji kullanımını mümkün olan en az düzeye indirmektir. Bu nedenle uzun süreli açlık durumlarında (bunu son açlık grevlerinden de biliyoruz) akut dönemin zorlukları geçildikten sonra organizma yeni bir “homeostaz”(denge) oluşturur ve bütün metabolizmasını “azla yetinmek üzere” yeniden düzenler. Organizma açısından esas zor dönem açlıkla ilk karşılaştığı dönemdir, bu dönemde ayağa kalkan ve kan gkükozunu sağlama gayretindeki hormonların etkisiyle gerçek bir alarm yaşanır. Bu nedenle yenidoğan döneminden itibaren açlık en önemli uyarandır ve hemen herkes “açlık huzursuzluğu” nu bilir. Bebekler acıktıklarında ağlayarak uyanırlar ve annelerini emmeye başladıktan kısa bir süre sonra “huzura” kavuşurlar. Yenidoğan döneminden itibaren şekerli besinlerin bebekleri mutlu ve huzurlu yaptığı bilinir ve bu nedenle de anneler “emzikleri” şekerli besinlere (en çok balla) bulaştırarak bebeklerine verirler. Aç bir bebeği, annenin meme vermesi dışında hiç bir çaba rahatlatmaz.
Açlık organizma için gerçek bir şiddetdir, çünkü açlık sırasında harekete geçen hormonlar “yıkıcı” hormonlardır. Başta glukagon ve katekolominler olmak üzere açlıkla harekete geçen hormonlar önce karaciğerdeki glikojeni, sonra yağ dokusunu ve son olarak da kas dokusunu yıkar. Şiddetin en önemli özelliği “yıkıcılık” olduğuna göre, açlığı biyolojik/hormonal bir şiddet olarak tanımlamak yalnızca “mecaz” değildir. Tam da bu nedenle en önemli açlık nedeni olan yoksulluğu Mahatma Gandhi “Yoksulluk, şiddetin en kötü formudur” diye tanımlamıştır. Bu söz hem yoksulluğun biyolojik etkilerine dikkat çektiği için, ama esas önemlisi piyasa ekonomisinin bir sonucu olan yoksulluğa farklı bir anlam kazandırdığı için doğrudur.
Gerçekten de açlık sırasında “şiddet” dönemlerine benzeyen bir organik/ruhsal huzursuzluk/düzensizlik yaşanır ve böyle olduğu için de açlık geleceğe sarkan etkilere neden olur. Son yıllarda psikiyatride popüler olan “postravmatik stres bozukluğu” kavramı tam da böyle bir süreci anlatır. İnsan (belki de memeli) organizması “ homeostaz” değişikliğine yol açan ani ve kuvvetli stresleri bir travma olarak yaşar ve bu travmanın biyopsikolojik izleri daha sonraki yaşamı etkiler. Bu sarsıntının başta endokrin , bağışıklık ve sinir sistemi olmak üzere bir çok sistem üzerinde izleri kalır. Bir başka deyişle organizmanın biyolojik bir belleği vardır ve bütün “stresler” insan vücudunda birikir. İnsan organizması için en önemli stres beklenmedik ve niteliği değişen etkilere maruz kalmaktır. Açlık çekmeye başlayan ve buna uyum sağlayan bir organizma için kısa bir süre de olsa bol besine kavuşmak önemli bir strestir. Belki bu nedenle işkence sırasında organizma “çelişkili” etkilere maruz bırakılarak “yıkılmaya” çalışılır.
Yoksulluğa bağlı bu “içsel/hormonal” şiddetin yanı sıra ortaya çıkan “duygusal-sembolik şiddete” ise Necmi Erdoğan şu sözlerle dikkat çekmektedir: “...Görüştüğümüz kişiler açısından yoksulluğu kritik kılan şey, yalnızca giderek artan ve derinleşen toplumsal eşitsizlik ve maddi sefalet değil, aynı zamanda bunların kendileri üzerinde yarattığı duygusal-sembolik şiddettir. Yani yoksul-madurlar, yalnızca açlık, hastalık, soğuktan donma vb. tehlikelerle karşı karşıya değildirler; aynı zamanda onurlarına, özsaygılarına ve özgüvenlerine yönelen bir tehditle, sembolik şiddetle karşı karşıyadır”( Yoksulluk Halleri, Erdoğan, 2002, s.45). Yoksulluğun insanın manevi yaşamında açtığı belki en büyük yara, yoksulluk nedeniyle onurlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarıdır. Diyarbakır Tabip Odası Eski Başkanı Dr. Mahmut Ortakaya günümüzde yoksulluğun en önemli nedenlerinden olan göç sorununu anlatırken bu ilişkiye dikkat çekmektedir: “Üretim insanı koruyan, insan onuruna sahip çıkan bir faaliyettir. İnsanı üretimden uzaklaştırdığınızda onurunu elinden alırsınız, onuruna el koyarsınız. Üretim ibadettir, üretim onurdur. Bunu bilenler insanları köylerinden evlerinden uzaklaştırdılar ama esas önemlisi üretimden uzaklaştırdılar. İnsanı üretimden uzaklaştırınca onu ekmeğe muhtaç haline getirirsiniz ve onurunu elinden alırsınız. Onur çok önemlidir, özgürlük ise görecedir. Onur kaybedilmemesi gereken bir kavramdır, bir seviyedir. Biz bölge insanı olarak özgürlüğü ararken onurunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldık”.

Bir Hüzün ve Paradoks Olarak Açlığa Uyum
Açlık karşısında kahramanca “direnen” oraganizmanın en hüzünlü dönemi uzayan açlığa uyum dönemidir. Bu dönemde her şey yavaşlar ve organizma kendisini bir tür “kış uykusu” olarak tanımlanabilecek “hüzünlü” bir döneme sokar. Bu dönem biyolojik bir “depresyon” olarak da tanımlanabilir. Enerji yetmeyince bir çok dokudaki “insülin reseptörü” daha az çalışır ve organizma bu sayede tasarruf ettiği glükozu beyine göndermeye çalışır. Bu dönemde esas itibarıyla “tasarruf” ilkesi geçerlidir; başta büyüme ve metabolizma olmak üzere her şeyden tasarruf yapılmaya çalışılır. Bir başka deyişle organizma bu dönemde “azla yetindiği” gerçek bir “idare lambası” dönemine girer. Daha az ışık daha az yaşam demektir ama yine de ışıklar “kısılmak zorunda kalınır”. Uzun süreli açlık çeken organizmada bütün bunlar çıplak gözle görülebilir; çünkü insan organizmasındaki “büzülme” hemen insan davranışlarına yansır. Bu nedenle Necmi Erdoğan “ ..Yoksul bedeni aynı zamanda ezik, kısıtlanmış, kendi kendini inkar etmek isteyen bir bedendir” derken sonuna kadar haklıdır (Yoksulluk Halleri, 2002). Öte yanda bu “azla yetinen” yaşam adaptasyonu insanı zor durumlara hazırlar. Belki bu nedenle askerlikte ve savaşlarda “muhallebi çocukları” yerine yoksul köy çocuklarına daha fazla güvenilir ve bu onlar için aynı zamanda handikap olur. Bu nedenle savaşlarda en çok onlar ölür. Azla yetinen organizmanın tek handikapı bu değildir; son yıllardaki araştırmalar uzun tarihsel dönemler boyunca az besinle yetinmeye uyarlanmış bir genotip taşıyan insan biyolojisinin, insan bedenlerini bir tüketim aygıtına dönüştürmeye çalışan yaşam tarzı karşısında çaresiz kaldığını göstermektedir. Bu süreci anlamak için “azla yetinen” çöl farelerinden edindiğimiz bilgilere ihtiyacımız vardır. Son yıllarda çöl fareleri (bu fareler Psammomys obesus olarak isimlendiriliyor) üzerinde yapılan araştırmalarda , uzunca bir süre az yiyecekle yetinen ve bu nedenle de “azla yetinen genotipe” (thrifty genotype) sahip olan farelerin laboratuvar ortamında yoğun kalori içeren besinlerle beslendiklerinde şişmanlık,daha önemlisi ise şeker hastalığına (Tip 2 diyabet) yakalandıkları gösterilmiştir. Bu bulgu, hem kronik açlığın paradoksal bir sonucudur hem de “uygarlığın” insan biyolojisi üzerindeki tahripkar etkisine bağlıdır. Bu nedenle şimdi dünyanın yoksul bölgeleri bulaşıcı hastalıklardan sonra, sıklığı giderek artan şişmanlık, diyabet ve kalp hastalıkları gibi kronik hastalık dalgası ile boğuşmak zorunda kalmaktadır.
Unutulmamalıdır ki açlık ve yoksulluğa karşı uyum ve direnmede gerçek “kahraman” kadın vücududur. Kadın vücudundaki yağ dokusu fazlalığı, erkeklerin “yumuşak bir dokuya” dokunma ihtiyaçlarını karşılamak için değildir; kadınlar fazla yağ dokuları sayesinde hem kendileri hem de esas önemlisi çocukları için daha fazla enerji depolama kapasitesine sahiptirler. Bu nedenle kadınlar uzun süreli açlığa daha kolay adapte olurlar ve bunun örnekleri ülkemizde yaşanan açlık grevleri sırasında görülmüştür. Kadın vücudu “azla yetinme” yeteneği daha iyi bir organizmadır ve belki bu sayede eşitsizliklerden en çok etkilenen ülkelerde ortalama kadın ömrü erkeklerden daha fazladır. Esas önemlisi kadınlar, hamilelik sırasında kilo alırlar, çünkü bu sayede yağ hücreleri içinde bebekleri için enerji depolarlar ve emzirme döneminde kadınların yeterli süt salgılayabilmesi için gerekli günlük 700 kalori garanti edilmiş olur. Kadınlar, yoksulluk ve açlığın sonuçlarına bedenlerini siper etmelerinin ötesinde Aksu Bora' nın sözleriyle “ Olmayanın idare edilmesinde” de oynadıkları önemli rollerle hanelerini yoksulluğun etkilerinden korumaya çalışmaktadırlar ( Bora, Yoksulluk Halleri, 2002 s.65).

Global Bir Sorun Olarak Yoksulluk ve Sağlık İlişkisi
Yoksulluk, ekonomik bir terim değildir ama güncel literatürde yoksulluk ölçütü olarak kişi başına günlük gelir miktarı kullanılmaktadır. Dünya Bankası kişi başına günlük 1 dolar kazancı “uluslararası yoksulluk sınırı” olarak kabul etmektedir.Bu sınıra göre belirlenen yoksulluğa “gelir yoksulluğu” denmekte, su, beslenme için gerekli minimum kalori ve çocukların okula başlayamaması gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması “ Temel ihtiyaç yoksulluğu”, bütün gelirin besin için harcandığı ve buna rağmen yeterli besin sağlanamadığı durum ise “ekstrem yoksulluk” olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)'nün 2002 Sağlık Raporuna göre dünya nüfusunun 1/5'i günde kişi başına 1 dolardan daha az, yarıya yakını ise günde 2 dolardan daha az gelire sahiptir. Aynı rapora göre sağlık için en belirleyici risk faktörü yoksulluktur. Yoksulluğun sağlık üzerindeki olumsuz etkileri sayılamayacak kadar çoktur ama, uzmanlar global ölçekte yoksulluğa bağlı sağlık sorunlarını Tablo I'deki gibi özetlenebilir. Yakın zamanda yayınlanan, global ve gölgesel ölçekte hastalıkarın ortaya çıkmasına neden olan major risk faktörlerini inceleyen bir araştırmada “çocuk ve annelerin düşük ağırlıklı olması”, en önemli risk faktörü olarak belirlenmiştir.


Çocuklar Üzerine
Çocuklar kökleri anne karnında (toprakta), gövdesi yeryüzünde ve dalları erişkinlikte (uzayda) olan selvi ağacına benzetilebilir. Bu benzetme hem yaşamın sürekliliğine hem de çocukluğun önemine bir göndermedir. Ovumla spermin “kavuşmasıyla” oluşan insan organizması anne karnındaki 40 haftalık olgunlaşma süreci sonunda ağlayarak “dünyaya” gelir. Dünyaya gelen bebeğin ilk bakışta diğer canlı yavrularından- örneğin penguen yavrusundan- bir farkı yoktur ve esas itibarıyla yenidoğan bebek biyolojik potansiyelleri olan bir canlıdır. Doğarken sahip olduğu en önemli yetenek “emme” gücüdür ve ilk günler bebeğin anne memesinin dışında bir ihtiyacı yoktur. Bütün bebekler -eğer bir sorun yoksa- yaklaşık 50 cm boyunda, 3000 gram ağırlığında doğarlar; oysa çocukluk dönemi bittiğinde boyları 160-180 cm'ye, ağırlıkları 50-80 kg'a çıkar. Hemen anlaşılacağı üzere çocukların iki temel özelliği vardır: Öncelikle sürekli büyür ve gelişirler,ama esas önemlisi yaşamlarının çok uzun bir dönemi boyunca “başkalarına” bağımlıdırlar. Annesi tarafından emzirilmeyen bir yenidoğan bebek en fazla 6-8 saat açlığa dayanabilir, ormanda kaybolan 3 yaşındaki bir çocuk ise bir hafta sonunda açlık ve susuzluktan ölebilir.
Çocukluk kendi içinde üç döneme ayrılır: ilk bir yıl bebeklik dönemidir ve bu dönem sonunda hem beyin gelişmesi büyük ölçüde tamamlanır hem de bebek ayağa kalkar. Bebeklik ile ergenlik arasında uzun bir çocukluk dönemi yaşanır ve bu dönem dünyayı tanıma/anlama dönemidir. Çocuklar bu dönemde özerkliklerinin ve oyunun tadını çıkarırlar. Çocukluğun son dönemi olan “ergenlik” döneminde organizma hem fiziksel hem ruhsal “atılım” dönemine girer. Her iki cinste de gözle görülür fiziksel değişiklikler olur ama esas önemlisi cinsel farklılaşmanın tamamlanmasıyla birlikte “karşı cins” bir aşk öznesi olarak fark edilir.
Çocukluk anne ve babalara göre daha çok fiziksel değişikliklerle değerlendirilse de gerçekte çocukluk, doğarken getirilen 100 milyar sinir hücresinin serüvenidir. Bir bebeğin doğduğunda farkında olmadığı bir bedeni, en iyi süt sağma makinasından daha güçlü bir emme refleksi, ama esas önemlisi 100 milyar beyin hücresi vardır. Bu hücrelerin arasında ya bağlantı yoktur ya da var olan bağlantılar “kılıfsız” olduğundan işe yaramazlar. Beynin gerçek mucizesi, hücreler arasındaki trilyonlarca bağlantının oluşmasıdır ve bebeğin anneyi tanıyıp ona gülümsemesi bu mucizenin ilk adımlarının gerçekleştiğini gösterir. UNICEF Raporu bu gelişmeyi “hassas bir dansa” benzetmektedir: “ Bir çocuğun beyni, ne üzerinde belirli bir yaşam öyküsünün yazılabileceği boş bir kağıt ne de yerleri değiştirilemez genlerin planlayıp denetledikleri sımsıkı kurulu bir devredir. Beynin gelişmesi, ilk hücre bölünmesinden başlayarak, genlerle çevre arasında hassas bir dansa benzer. Genler normal gelişmenin birbirini izleyen aşamalarını düzenlerken, bu gelişmenin niteliğini de hem gebe hem de emzikli anneyi hem de küçük bebeği etkileyen çevresel etkenler belirler. İnsan beyninin biricikliği yalnızca büyüklüğünden ve karmaşıklığından değil, aynı zamanda onu deneyimle olağanüstü etkileşime sokan özelliklerinden kaynaklanır. Her dokunuş, hareket ve duygu genetik ivmeyi ileri taşıyan ve çocuğun beynindeki ilişkileri belirli belirsiz değiştiren elektriksel ve kimyasal etkinliğe dönüşür. İnsanın etkileşimleri, beyindeki bağlantıların gelişmesi açısından, yiyecek yemek, işitecek ses ve görecek ışık kadar önemlidir” Bu bilgiler, insan beyninin yaşam boyu şekillenmeye açık olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte insanın doğuştan getirdiği biyolojik olanakların serpildiği ve çevreyle etkileşime daha açık olduğu “fırsat kapıları” olarak nitelenen “kritik dönemler” vardır. Bu dönemlerde olan gelişmelerin veya duraklamaların izleri yaşam boyu sürmektedir. İşte beyin gelişim sürecinin büyük ölçüde tamamlandığı ilk üç yaş bu tür kritik dönemlerden birisidir. Bu dönem boyunca iki gözle birlikte görme, duygu denetimi, özel tepki verme biçimleri, dil ve diğer bilişsel beceriler gelişmektedir. Hem fiziksel hem zihinsel gelişmenin en hızlı olduğu bu dönemde gösterilecek bakım ve özen 100 milyar hücrenin kaderini büyük ölçüde etkilemektedir. Aynı rapora göre, “Beynin kendini koruma ve onarma anlamında dikkat çekici yetenekleri vardır. Bununla birlikte çocukların ilk dönemde görecekleri bakım ve şefkatin -ya da bu kritik deneyimlerin yokluğu- körpe zihinler üzerinde kalıcı etkiler bırakacaktır”. Bu dönemdeki çocuklara yönelik olarak fiziksel tehlikelerden korunma, yeterli beslenme ve bakım, gerekli aşılarının yapılması, bağlantı kuracağı bir yetişkinin varlığı, çevresinde bakacak, dokunacak, duyacak, koklayacak ve tadacak şeylerin olması, çevresini keşfetme imkanları, dil alanına uygun uyarılar, yeni dilsel, düşünsel ve hareket becerileri edinmesinde destek, belirli alanlarda bağımsız olabilme imkanları, kendi işlerini görmeyi öğrenmeleri için fırsat tanınması ve son olarak çeşitli nesnelerle oynayabilmek için her gün imkan tanınması gibi konularda toplum düzeyinde programlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aslında çocukluk, erişkinliğe açılan en önemli “fırsat kapısıdır” ve son yıllarda erişkin sağlığının büyük ölçüde anne karnından başlayarak çocukluk dönemine bağlı olduğu anlaşılmıştır.

Çocukların Yoksulluğu
Bazı yazarlar, çocukların geliri olmadığı için “yoksul” sayılamayacağını belirtseler de “çocuk yoksulluğu” (child poverty), günümüzün en can yakıcı sorunlarından birisidir. Günümüzün en can yakıcı sorunudur çünkü, bir çocuk acı çektiğinde bütün evren acı çeker ve Murathan Mungan'ın deyişiyle köklerimiz çocuklukta olduğu için, çocukların acıları hepimizin acısı olur. Hiç kuşku yok ki çocukların yoksulluğu, hemen daima ailenin yoksulluğuna bağlıdır ve bunun da en önemli nedeni işsizliktir. UNICEF tarafından yayınlanan “Dünya Çocuklarının Durumu 2001” raporuna göre “ Yoksulluğun pençeleri bir aileye uzandığında, bundan en çok etkilenen, en çok zarar görenler; yaşama , gelişme ve büyüme hakları riske atılanlar, o ailenin en küçük üyeleridir. Günümüzde gelişmekte olan ülkelerde doğan her 10 çocuktan dördü aşırı yoksulluk içindeki bir dünyaya gelmektedir. Çocuk haklarının yaygın bir biçimde ihlali de temelde gene yoksulluktan kaynaklanmaktadır”. Bir başka deyişle yoksulluk arttıkça evde paylaşılan besinler de azalır ve en çok annelerle, küçük bebekleri çaresiz bırakır yoksulluk. UNICEF'e göre yoksulluk çocukların hem bedenlerini hem de zihinlerini tahrip eder ve sonuçta yoksulluk daha sonraki kuşaklara geçerek bir “kısır döngü” oluşturur. Bu nedenle de yoksulluğun önlenmesine çocukluk çağında başlanmalıdır.Günümüzde gelişmekte olan ülkelerde yaşayan çocukların % 40'ı (yaklaşık 500 milyon çocuk) günde 1 doların altında bir gelire sahiptir ve yoksulluk milyonlarca çocuğun ölümüne yol açtığı gibi, daha fazla sayıda çocuğun okula gidememesine, hastalanmasına veya “çocuk işçi” olarak yaşamını sürdürmesine neden olmaktadır.Oysa, global gelirin % 1'iyle (yaklaşık 80 milyar dolar/yıl) bu çocukların yoksulluktan kurtulmasını sağlamak mümkündür.
UNICEF, çocuk yoksulluğunun göstergesi olarak, bebek ve çocuk ölüm oranlarını, beş yaş altındaki düşük ağırlıklı veya kısa boylu çocuk oranını, temiz içme suyuna ulaşan nüfus oranını, yeterli temizlik ve sağlık bakımını, tam aşılı çocuk oranını ve son olarak ilköğretime başlayan çocuk oranını kabul etmektedir. Yine UNICEF'e göre, “ Yoksulluğun tek bir göstergesi yoktur ve bu nedenle nicel terimlerle ifadesi her zaman kolay değildir. Tek başına gelir düzeyi anlamında bir yoksulluk tanımı, yoksulluğun örneğin ayrımcılık, toplumsal dışlanma ve saygınlığın yitimi gibi yönlerini dikkate almaz”. Bu nedenle “Yoksulluk Halleri” kitabına yansıdığı gibi yokslulluğun “gizli yaralarını” tanımlamak için “niteliksel araştırmalara” ihtiyaç vardır.
Yoksulluk çocukların hem biyolojik hem de zihinsel potansiyellerini olumsuz etkliler. Raporun ilerleyen böümlerinde yoksulluğun önce çocuklar üzerindeki biyolojik etkileri, daha sonra da entellektüel gelişim üzerinde etkileri üzerinde durulucaktır.

1. Yoksulluk ve beslenme yetersizliği
Her insanın bir ışığı vardır ama, çocuklardan yayılan ışık daha gür ve tazedir. Çünkü, çocuklar her sabah vücutlarına ve zihinlerine eklenen yüz binlerce yeni hücre ile başlarlar güne. Hem büyüme (niceliksel artma) hem de gelişme (çocuğun yetenek kazanması) için, çocuğun genlerinde mevcut olan potansiyellerin gerçekleşmesini sağlayacak bir ortama ihtiyaç vardır. Böyle bir ortamın en önemli bileşenleri beslenme ve sağlıklı bir annedir. Yoksulluğun çocuklar üzerindeki en bilinen ve en sık görülen etkisi beslenme yetersizliğidir. Beslenme yetersizliğinin tıptaki adı “malnütrisyondur” ve kitaplara göre malnütrisyon, “Her birinin eksiklik dereceleri değişebilmekle birlikte gerek proteinden gerekse enerjiden fakir bir beslenme sonucu oluşan, en fazla süt çocukları ile küçük çocuklarda rastlanan, sık olarak enfeksiyonların da eşlik ettiği bir patolojik sendromlar grubu” olarak tanımlanır. Çocukların ağrıklıklarının normale göre % 10 veya daha fazla düşük olması yetersiz beslenme olarak değerlendirilir, ağırlıkları normalin % 60'ının altına inen bebeklerde ise ağır beslenme yetersizliği vardır. Yoksulluk, eve giren besinlerin yetersizliğine, ev içi stres ve annenin kronik yorgunluğu nedeniyle anne sütünün erken kesilmesine, annenin beslenme yetersizliğine ve bebeklerin düşük doğum ağırlıklı olmasına, sağlıksız fiziksel ortama ve yetersiz sağlık hizmetine neden olarak çocuklardaki beslenme yetersizliğinin temel belirleyicisi olarak rol oynamaktadır. Yoksulluk annelerin eğitimsizliği yoluyla da beslenme yetersizliğine katkıda bulunmaktadır (Bkz.“Yedi Vitaminli Arı Mama”). WHO 2002 Sağlık Raporu'ndaki analizlere göre bütün bölgelerde yoksulluk arttıkça düşük ağırlıklı çocuk oranının da arttığına dikkat çekilmektedir. WHO, dünyadaki beş yaş altındaki çocukların % 27'sinin ağırlığının yaşına göre düşük olduğunu ve bunların da büyük bir kısmının gelişmekte olan ülkelerde yaşadığını tahmin etmektedir.
Daha önce anlatıldığı gibi beslenme yetersizliği ile karşılaşan bebek bir taraftan açlığa karşı uyum göstermeye çalışıp, özellikle büyümesini yavaşlatırken, diğer taraftan bedensel güçsüzlük nedeniyle bir çok enfeksiyon hastalığına yakalanma riski taşır. Bazen ise bebekler açlıktan ölebilirler ve bir anne için belki de en büyük acı budur: “ Hep birlikte yaşamak o kadar ağırlaşabiliyor ki, bir bebeğin açlıktan ölmesi bile mümkün. Türkçe bilmeyen Güher'le küçük kızının yardımıyla konuştuk. Aynı mahallede oturan kayınbiraderlerinin varlığına karşın, süt için altı yüz bin lira bulamadıklarını ve yeni doğan bebeğinin öldüğünü anlattı. Çaresizliğini “Bebek de mecbur, öldü” diye ifade etti”( Bora, Yoksulluk Halleri, 2002,s. 68). Uzun dönemli açlığın önemli bulgularından birisi boy kısalığı ve gelişme gecikmesidir, bu nedenle de çocuklardaki boy kısalığı (“bodurluk”) kronik beslenme yetersizliğinin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Beslenme yetersizliğinin yaşamı tehdit eden en önemli etkisi ise, vücudun savunma sistemini bozması ve dolayısıyla ishal, pnömoni gibi öldürücü hastalıklara zemin hazırlamasıdır. Yoksul evlerdeki bebeklerin hem beslenme yetersizliği hem de kötü fiziksel koşullar nedeniyle menenjit, orta kulak enfeksiyonları, soğuk algınlığı, idrar yolu enfeksiyonu, çeşitli parazit hastalıkları gibi enfeksiyonlara daha sık yakalandıkları ve enfeksiyonların bu çocuklarda daha şiddetli seyrettiği bilinmektedir. Bir çocuk öldüğünde genellikle bilinen bir hastalığı vardır ve hekimler ölüm raporlarına bu hastalığı yazarlar. Gerçekte ise, her çocuk ölümünün ardında fiziksel, biyolojik, kültürel,ekonomik ve politik etkenlerden oluşan bir sorunlar yumağı yatmaktadır. Bütün bu etkenlerin merkezinde ise, toplumsal eşitsizliklere bağlı yetersiz beslenme bulunmaktadır.
Beslenme yetersizliği olan bebeklerde enerji ve protein yetersizliğinin yanısıra iyot, demir, A vitamini ve çinko gibi mikronutrient eksikleri de sık görülmektedir. Bunların arasında demir eksikliğinin hem sık görülmesi hem de kalıcı bozukluklara neden olması bakımından özel bir önemi vardır. Demir eksikliği, beslenme yetersizliğine sıklıkla eşlik ettiği gibi kendisi iştahsızlığa yol açarak beslenme yetersizliğini derinleştirmektedir. Hem köylerde hem şehirlerde yoksul evlerin bebeklerinin en önemli özelliği toprak, kül, kömür, kum gibi besin olmayan maddeleri yemeleridir. WHO'na göre hem bebeklerdeki hem de başta kadınlar olmak üzere erişkinlerdeki demir eksikliği dünyada yılda 800 milyon ölüme yol açmaktadır.

2. Ülkemizdeki çocuklarda yoksulluk
ve beslenme yetersizliği

Birleşmiş Milletler Gelişim Programı (UNDP) İnsani Gelişim Raporu (2002)'na göre ülkemizdeki insanların % 2.4'ü günde bir dolardan az, % 18' i ise günde 2 dolardan az gelire sahiptir. Aynı rapora göre ülkemizin “İnsan Yoksulluğu İndeksi” ( HPI-1) 18'dir ( Brezilya 17, Küba 4, Peru 19.). Son ekonomik krizdeki yoğun yoksullaşma dalgasını bir kenara bıraksak bile bu rakamlara göre nüfusumuzun (dolayısıyla çocukların da) en az % 20'si yoksuldur. Bu ortalama yoksulluk oranı, bölgeler arasındaki eşitsizliği yansıtmamaktadır. Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) 1997 verilerine göre en yüksek yoksulluk oranı doğu bölgesindedir (Şekil 1).
Bekleneceği gibi ülkemizde de çocuk yoksulluğunun doğrudan sonucu beslenme yetersizliğidir. Yine UNDP 2002 raporuna göre ülkemizdeki beş yaş altındaki çocukların % 8'nin ağırlığı yaşına göre düşüktür, bir başka deyişle beslenme yetersizliği göstermektedir. DPT verilerine göre ise yoksulukla doğru orantılı olarak doğu bölgesinde beş yaş altı beslenme yetersizliği oranları %25'e kadar çıkabilmektedir (Şekil 2). Son verilere göre yoksulluk kriterleri bakımından ülkemizdeki çocukların durumu Tablo II'de gösterilmiştir

Yoksulluğa bağlı beslenme yetersizliğinin uzun dönemli bulgularından birisi boy kısalığıdır (bodurluk) ve ülkemizde beş yaş altındaki çocukların % 16'sının boyu yaşına göre kısadır. Ülkemizde kronik malnütrisyon sıklığı ile yoksulluk arasında güçlü bir bağ vardır ve bu nedenle doğu bölgesindeki çocuklarda % 30'a kadar çıkabilmektedir (Tablo III ).



Şekil 1. Ülkemizde yoksulluk sınırı altında yaşayan ev halkı yüzdesi (DPT)

Şekil 2. Ülkemizde beş yaş altı çocuklarda zayıflık oranları (Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması)





Ülkemizde de yoksulluk, beslenme yetersizliği yanında başta gastroenterit (ishal)ve pnömoni (zatürre) olmak üzere bir çok çocukluk çağı hastalığının temel nedenidir. Bu nedenle ülkemizde hala çocuk ölümlerinin en önemli nedenleri arasında kolayca önlenebilecek bu hastalıklar vardır. “Yoksulluk Halleri” kitabının yazarlarından Aksu Bora, yoksulluk ile hastalık arasındaki rakamların ötesindeki ilişkileri şöyle anlatıyor: “ Girdiğimiz bütün evlerde hastalık vardı. Görüştüğümüz kişiler, eşleri ya da çocukları, sakatlık ya da kronik hastalıklarla yaşıyorlardı. Beslenme ve barınma koşulları düşünüldüğünde, bu durum şaşırtıcı değil. Hastalık ya da sakatlık, tıpkı yoksulluk gibi, kuşaktan kuşağa aktarılıyor gibi görünüyor. Yoksulluğun sadece düşük gelirle, kötü koşullarda yaşamak anlamına gelmeyip bir tür “damga” niteliği taşımasının önemli bir bileşeni, her çeşit sağlıksızlıkla sarmal olarak yaşanıyor oluşu. Hasta çocukları olduğu için evinden hemen hiç ayrılamayan, herhangi bir şeyle meşgul olamayan kadınlarla görüştük. Çocuklarının bakımını yalnız başlarına üstlenmenin kendilerini çok yıprattığını, derin bir çaresizlik hissettiklerini anlattılar”.

3. Yoksulluk ve yaşama negatif bilanço ile başlamak
Daha önce değinildiği gibi yoksulluğun en önemli etkilerinden birisi annelerin yetersiz beslenmesidir ve bu durum bebeklerin yetersiz beslenmesi ile doğrudan ilişkilidir. DSÖ, dünya'nın geri kalmış bölgelerinde doğurganlık çağındaki kadınların %27-51'nin yetersiz beslendiğini ve bunun da başta düşük doğum ağırlığı olmak üzere bebeklerin sağlığını doğrudan etkilediğini belirtmektedir. Bir başka deyişle yoksulluk kadınların beslenmesini bozarak bebeklerin negatif bir bilanço ile yaşama başlamalarına neden olmaktadır. Dünyada her yıl 20 milyon çocuk 2500 gramın altında -yani düşük doğum ağırlığıyla- doğmakta, bu doğumların da % 90'ı gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Düşük doğum ağırlığı ile prematüre doğum, anne karnında gelişme geriliği arasında kuvvetli bir paralellik söz konusudur ve bu durum bebeklerin uzun dönemli sağlıklarını olumsuz etkilemektedir. Düşük doğum ağırlığı, erken ve geç yenidoğan ölümlerininen önemli bir nedeni olduğu gibi, erken bebeklik dönemi malnütrisyonu, yenidoğan enfeksiyonları, nörolojik gelişim bozukluğu, büyüme yetersizliği ve son zamanlarda üzerinde önemle durulan erişkin yaştaki kronik hastalıklar (Tip 2 diyabet, obesite vb) için de hazırlayıcı rol oynamaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde yenidoğan dönemindeki ölümlerin en önemli nedenleri arasında enfeksiyonlar ( % 42), doğum asfiksisi ve travması (% 32), konejenital anomaliler ve prematürelik sayılmakta; bütün bu nedenlerin yoksullukla güçlü bağları bulunmaktadır. Başta doğum asfiksisi olmak üzere sayılan sorunların büyük bir kısmı yeterli doğum öncesi bakım ve deneyimli sağlık personeli tarafından yapılan doğumlarla önlenebilecektir. Özellikle doğum asfiksisi olmak üzere yenidoğan döneminde hastalığa neden olan sorunlar aynı zamanda yaşayan bebeklerin “özürlü” olmasının da temel nedenidir. Yoksulluk hem yenidoğan dönemindeki ölümleri arttırmakta hem de yol açtığı kalıcı nörolojik kusurlar nedeniyle ailenin yoksulluğunu derinleştiren bir etkide bulunmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde özellikle yoksul kesimlerin evlerinde bildirilmeyen yenidoğan ölümleri olduğu, ülkemizin bazı bölgelerinde olduğu gibi ailelerin ilk kritik period olan 40. gün sonuna kadar bebeklerine isim bile koymadıkları bilinmektedir.
UNDP 2002 verilerine göre, ülkemizdeki doğumların % 20'si eğitilmiş sağlık personeli tarafından yapılmamakta ve bebeklerin en az % 15'i düşük doğum ağırlığı ile doğmaktadır. Bu ortalama oranların yoksullukla paralel olarak değişiklik göstereceğini söylemeye gerek yoktur. Ülkemizde doğrudan yoksulluk yanında temel sağlık hizmetleri ağının giderek güçsüzleşmesi nedeniyle gebe izlemi yetersiz yapılmakta, ülkemizin doğu bölgesinde doğum öncesi bakım alamayan gebe oranı % 62'ye kadar yükselmektedir. Türk Neonatoloji Derneği tarafından yapılan “Prospektif Perinatal Mortalite Çalışması” nda ölü doğum hızının binde 17.2 olduğu ve bunun da büyük oranda ölümcül konjenital malformasyon olmayan “masere” ölü doğumlara bağlı olduğu saptanmıştır. Bu bulguyu, Ankara Tıp Fakültesi Yenidoğan Ünitesi Başkanı Prof.Dr. Saadet Arslan “ “Bir ülkede “masere ölü doğumların çokluğu gebe izleminin yetersizliğini gösterir” şeklinde yorumlamaktadır.

4. Yoksulluk ve çocuk ölümleri
Yoksulluğun en acılı sonucu bebek ve çocuk ölümlerini arttırmasıdır. Bebek ölümleri, insani gelişimi ve sosyal farklılıkları yansıtan anahtar parametre olarak kabul edilmekte ve yoksulluğun bebek ölüm hızında 4 kata varan farklılıklar yarattığı bilinmektedir. Yoksulluğun bebek ve çocuk ölümler üzerinde doğrudan olduğu kadar (yetersiz beslenme, enfeksiyon hastalıklarının yaygınlığı, temiz içme suyu ve kişisel hijyen sorunu, kalabalık aile yaşamı ve sigara içimi gibi olumsuz ev içi fiziksel ortam), dolaylı etkileri de vardır. Ülkemiz, Ceyhun Atuf Kansu'nun dağların ardında kalmış, karın örttüğü, yalnızlıktan üşüyen bir köyde bir gün kızamıktan ölen 23 çocuk ölüsünü tek tek saydığı zamanları geride bırakmıştır ama hala ishal ve pnömeni, menenjit gibi hastalıklara en çok yoksul çocukları yakalanmaktadır(Bkz. Kızamuk Ağıdı”).
Yoksulluğun çocuk ölümlerini arttırmasının bir diğer nedeni de çocukların ev dışında ve güvenli olmayan ortamlarda geçen zamanlarının fazla olması nedeniyle “ kazalara” bağlı ölümlerin yüksek olmasıdır. Benzer şekilde yoksulların evlerinin küçük ve “düzensiz” olması nedeniyle ilaç zehirlenmeleri daha sık görülmektedir.
Ülkemizde UNDP 2002 Raporuna göre bebek ölüm hızı binde 38, beş yaş altı çocuk ölüm hızı ise binde 45'dir. Otuz yıl önce (1970) bebek ölüm hızının 150, beş yaş altı çocuk ölüm hızının 205 olduğu düşünüldüğünde ülkemizde çok önemli bir ilerleme sağlandığı görülmektedir. Bununla birlikte aynı ilerleme bebek ve çocuk ölümlerinin bölgelere (dolayısıyla sosyo-ekonomik farklara) göre eşitsizliğinin azaltılmasında sağlanamamıştır. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından beş yıl aralarla yapılan “Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması” ülkemizin nüfus yapısı,doğurganlığı etkileyen faktörler, annelerin beslenme durumu, bebek ölüm hızı, aşılama oranları gibi dizi konuda uzun zamandır bilimsel güvenirliliği yüksek veriler sağlamaktadır. Son araştırmanın bizce en önemli yanını ise toplumsal eşitsizliklerin ve bölgesel sorunların çocuklar üzerindeki dramatik etkisini ortaya koyması oluşturuyor (Tablo IV).

Çünkü, 1998 Araştırması Doğu bölgesinde 1993-1998 döneminde bir önceki beş yıla göre hem bebek ölüm hızının hem de beş yaş altı çocuk ölüm hızının ilk kez arttığını göstermektedir. Ülkemizdeki bebek ölüm hızı 1993'den 1998'e binde 53'den binde 43'e düşmüştür . Bölgelere göre bakıldığında bebek ölüm hızı en çok orta Anadolu bölgesinde (binde 58'den binde 42'ye) azalmıştır. Buna karşın Doğu Bölgesinde bebek ölüm hızı 1993'de binde 60 iken, 1998'de binde 61.5 olmuştur. Bebek ölüm hızı bakımından Türkiye ortalaması ile Doğu arasındaki fark binde 7'den 1998'de binde 19'a yükselmiştir. Benzer şekilde beş yaş altı çocuk ölüm hızı Türkiye genelinde binde 61'den binde 52'ye düşerken Doğu bölgesinde ise binde 70'den binde 76'ya yükselmiştir. Böylece beş yaş altı çocuk ölüm hızı bakımından Türkiye-Doğu farkı binde 9'dan, 1998'de binde 24'e yükselmiştir(Şekil 3 ve 4). Bebek ölüm hızındaki bu artış, son 10 yılda yaşanan göç ve işsizliği, dolayısıyla artan yoksulluğu yansıtmaktadır.

Şekil 3. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırma'sına göre bebek ölüm hızındaki değişme


Şekil 4. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırma'sına göre beş yaş altı çocuk ölüm hızındaki değişme


5. Yoksulluk ve sağlık hizmetlerine ulaşma zorlukları

Yoksulluğun dolaylı etkilerinin başında ailenin genel “tükenmişliği” ve eğitimsizliği nedeniyle çocuklarındaki hastalık bulgularını erken fark edememesi veya önemsiz bulması ve esas önemlisi yoksulluk nedeniyle sağlık kuruluşlarına geç getirmesi veya hiç getirmemesidir. Bizim yakın zamanda yaptığımız bir araştırma, Diyarbakır'da yaşayan çocukların % 62'sinin babasının işsiz olduğunu, % 80'ninin ekonomik yetersizlik nedeniyle doktora getirilemediğini gösteriyor (Şekil 5.).

Şekil 5. Diyarbakır ve Kocaeli illerinde ekonomik güçlük nedeniyle doktora getirememe oranı


Daha öce değinildiği gibi yoksulluk çocuklardaki hastalık sıklığını arttırırken, bu kez aileler yoksulluk nedeniyle zamanında ve yeterli sağlık hizmetine ulaşamamaktadır. Resmi verilere göre toplumun % 80'i sağlık güvencesi kapsamında görülmektedir ama, özellikle doğuda ve kentlerin varoşlarında sağlık güvencesi oranı %50'nin altındadır. Her şeye karşın yeşil kart bir çok yoksul çocuğun hala en önemli güvencesidir ve bu sayede kanser ilaçlarından, hemodiyaliz malzemelerine; insülinden, pahalı antibiyotiklere bir çok çocuğun yaşamını kurtaran ilaç ve malzeme çocuklara sunulabilmektedir. Kocaeli Tıp Fakültesi Çocuk Kliniğine Ekim 2002 itibarıyla bu yıl yatan 986 çocuğun 413'ünün yeşil kart sayesinde hastaneye yatabilmiş olması ülkemizin görece gelişmiş bir bölgesinde bile “Yeşil Kart”ın ne kadar önemli bir işlev gördüğü göstermektedir. Kim ne dersin “Yeşil Kart” uygulaması, “serbest piyasa” tapınması ile geçen son 20 yılda devletin belki de “sosyal” yanının en çok göründüğü uygulama özelliği taşımaktadır. Kamu hastanelerinde çalışan bütün hekimler bilirler ki “Yeşil Kart” uygulamasına son verildiği gün bu ülkede binlerce hasta tedavisiz kalır ve ölür. Yoksulları koruyan bir düzenleme yapmadan “Yeşil Kart” ı kaldıran bir hükümet, “Devlet eliyle” meydana gelecek ölümlerin sorumlusu olacağını göze almış olmalıdır. Yoksulluk, en çok hastane kapılarında çaresizliğe dönüşür ve annelerin bazıları hasta çocuklarını hastane kapısında yitirmenin acısıyla yaşamlarını sürdürür (Bkz. Annelerin acıları: Suçlu kim?).
Yoksulluk kronik hastalığı olan aileler için çok daha büyük bir sorundur. Ülkemizde başta kronik böbrek hastalıkları, astım bronşiale ,diyabet ve malignansiler olmak üzere kronik hastalıklar çocukluk çağında önemli bir sorun olmaya başlamıştır. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çocuk nefroloji uzmanı olarak bir süre çalışan Doç.Dr. Zelal Bircan'ın bölgedeki kronik böbrek hastası çocuklarla ilgili gözlemleri yoksulluğun yarattığı çaresizliği yeterince anlatmaktadır: “ Diyarbakır ve çevresindeki illerden gelen hastaların geçerli bir sağlık sigortasının olmaması, zaten zorlu bir savaşımı gerektiren Kronik Böbrek Yetmezliğini daha da dayanılmaz bir hale getirmekte ve aileler çaresizlik içinde çocuklarını tedavi ettirmeden taburcu ettirmektedir. Bu durum hastalara hizmet veren sağlık personelini de olumsuz etkilemektedir”.

6. “Yoksulluk beyin için zararlıdır”:
Yoksulluğun çocukların davranışları ve entellektüel gelişimleri üzerine etkileri

Yoksulluğun iyi bilinen etkilerinden birisi de çeşitli psikososyal sorunlara yol açmasının yanı sıra zininsel gelişmeyi olumsuz etkilemesidir. Bunun hem biyolojik hem de ev içi ortamına ait nedenleri vardır. Öncelikle kronik açlığın gelişmekte olan beyin dokusunu olumsuz etkilediği bilinmektedir. Bunun yanında yoksul çocukların Merkezi Sinir Sisteminin(MSS) zararlı toksik maddelere (kurşun ve böcek ilaçları vb.) maruz kalma riskini daha fazladır.Kafa travması geçiren gönüllülerin Magnetik Rezonans (MRI) ile incelenmesi, beynin “prefrontal” kısmındaki harabiyetin hastaların sosyal ve ekonomik durumlarını olumsuz etkilediği gösterilmiştir. Bazı araştırmacılar, çocukluk çağı boyunca gelişmeye devam eden bu beyin bölümünün yoksulluğa eşlik eden stres, kronik açlık, sigara tüketimi, demir eksikliği, kötü çevre koşulları gibi faktörler tarafından olumsuz etkilenebileceğini ileri sürmektedirler. Güney Afrika'da beslenme yetersizliği olan çocukların MRI görüntülerinde, açlığa bağlı olarak beyin dokularının küçüldüğünü ve 90 günlük beslenme sonrası belirgin iyieşme olduğu gösterilmiştir (Şekil 6). Demir eksikliği yoksul çocuklarda sık görülen bir sorundur ve uzun süren demir eksikliğinin entellektüel gelişmeyi olumsuz etkilediği, bunun geri dönüşsüz olabileceği ve ağır demir eksikliğinin hafif derecede mental geriliğe neden olduğu bilinmektedir. Ayrıca demir eksikliğinde kaslardaki “aerobik çalışma kapasitesi” nin azaldığı ve bunun da çocuklarda yorgunluğa neden olabileceği ileri sürülmektedir.

Şekil 6. Beslenme yetersizliği olan çocuklarda MRI bulgusu ( Solda ilk başvurudaki, sağda aynı çocuğun iyileşmiş beyin görüntüsü) Dünya Çocuklarının Durumu, UNICEF 2001'den alınmıştır

Yoksulluğun ve açlığın biyolojik etkileri kadar psikososyal ve davranışsal etkileri de önemlidir ve bu konuda geniş bir literatür vardır. Araştırmalara göre yoksul ailelerin çocuklarında “saldırganlık”, “hiperaktivite” ve “huzursuzluk” sık görülen özelliklerdir. Bu çocuklar huzursuz ruh halleri ve yorgunlukları nedeniyle başka çocuklarla birlikte olmakta güçlük çekerler. Yoksul çocuklar arasında depresyon ve intihar girişimi daha fazladır ve bu nedenle ruh sağlığı kliniklerine daha sık başvurmaktadırlar.
Yoksul çocukların algılama fonksiyonlarında ve öğrenme kapasitelerinde azalma bildirilmekte, bu çocukların testlerde düşük skor yaptıkları ve okul başarılarının düşük olduğu gözlenmektedir. Hem davranış sorunları hem de sık hastalanma nedeniyle okula gidemeyen yoksul çocuklar arasında sınıfta kalma ve okul idaresi tarafından cezalandırılma oranı yüksektir.
Son yıllarda yoksulluğun çocukların entellektüel gelişmesi üzerindeki olumsuz etkisinin daha çok ev içindeki ortam üzerinden olduğu belirtilmektedir. Buna göre entellektüel gelişme için çocuğun fiziksel sağlığı yanında evdeki fiziksel ortam, annenin çocukla ilişkisi, evdeki “kognitif stimülasyon” ve erken çocukluk bakımı etkili olmaktadır. Araştırmalar, yoksulluğun bütün bu ara faktörleri negatif etkileyerek- karanlık ev içleri, annenin eğitimsizliği ve “tükenmişliği”,eve gazete, dergi girmemesi, annenin çocuğuna bir şey okumaması vb.- çocukların entellektüel gelişmelerini bozmaktadır.

7. Yoksul çocukların evleri ve yoksulluğun
yarattığı diğer sorunlar

Kentlerin varoşları yoksulluğun cehenneme çevirdiği daracık evlerle doludur ve o evlerde doğan bebeklere bakarak toplumun çaresizliğini anlamak mümkündür. “Yoksulluk Halleri” kitabında “Yoksulun Evi”ni anlatan Ersan Ocak'ın gözlemlerine göre;
Yoksulların evleri şehre uzaktır, bu uzaklık hem fiziksel hem de kültürel bir uzaklıktır,
Evler kadının mahkumiyet mekanıdır ve kadınlar bitip tükenmeyen ev işlerini yaparak evde kalanların bakımı yaparlar,
Yoksulların evleri genellikle sağlıksız çevre koşulları içinde yer alan kalitesiz binalardır. Bir başka deyişle fenni ve sıhhi olmayan evlerdir
Evler defalarca yıkılıp, yeniden yapılır
Eşya ya yok denecek kadar azdır ya da çok fazladır
Oda sayısı yetersiz, hane nüfusu kalabalıktır
Balkon, kapı önü ve bahçe ayrıcalıklı mekanlardır
Yoksul evinin düşük seviyesi ile kendini özdeşleştirir
Yoksulların evlerinde babalar çok sigara içer ve anneler genellikle tükenmiştir. Çoğu sinirli ve depresyondadır.
Sayılabilecek daha bir çok özelliği nedeniyle yoksulların evleri, çocuklar için hem sağlıksız bir fizik çevre sunmaktadır hem de bu evlerin bulunduğu mahalleler çocukların erken yaşta sağlıksız davranışlara ( sigara tiryakiliği, şiddet, erken ve güvenliksiz cinsel ilişki vb.) yönelmesine neden olur. Bu evlerde büyüyen çocuklarda soğuk algınlığından, astıma; menenjitden, idrar yolu enfeskiyonuna bir çok hastalık daha sık görülür. Yakın zamanda yayınlanan bir araştırma yoksul çocuklarda daha çok kemik kırığı görüldüğüne dikkat çekmektedir. Kendi yaşıtları oyun çağını kreş ve ana okullarında “erken çocukluk çağı eğitim programları” görerek geçirirken, yoksul çocuklar her şeyi anneleri ve kendilerinden büyük kardeşlerinden öğrenirler.Bu evlerin anneleri çoğu zaman başka evlere temizliğe gider ve kendi evine “tükenmiş” olarak döner. Bu nedenle yoksul evlerinde hem anne hem de baba şiddeti daha yaygındır ( Bkz. “ Hastalık Yoksulun Bedeninde ve Evinde Birikir...”).


Çocuk Yoksulluğunun Arka Planı ve Öneriler
Aslında çocuk yoksulluğunun arka planında hem global hem de ülkelerin kendi içlerindeki eşitsizlikleri arttıran “küreselleşme” bulunmaktadır.Otuz Trilyon Dolarlık global ekonomi dünya nüfusunun yarıya yakınının yoksulluk altında yaşamasına aldırmadan daha çok kar elde etmek için bütün dünyadaki insan bedenlerini bir tüketim aygıtına dönüştürmeye çalışmakta ve esas tahrip edici etkisini de insan biyolojisi üzerinde göstermektedir. Gelişmekte olan ülkelerin kaynakları uluslararası mali piyasalar tarfından emilmekte, öte yanda ise iyi işleyen piyasaların herkese yiyecek, sağlık, barınma sağlayacağı masalı anlatılmaktadır. Meksika Ulusal Beslenme Enstitüsü'nün müdürü bu duruma şu sözlerle dikkat çekmektedir: “Benim ülkemdeki yüksek beslenme bozukluğu oranı sürüklendiğimiz dış borç batağına bağlıdır ve bu borçlar için ayrılan ödemelerin bir gün ertelenmesi ile Meksika'daki tüm aç çocukların kalori gereksinmeleri karşılanabilecektir.” Bu sözler uluslararası ekonomik politikaların çocuk ölümlerinin yüksek kalmasıyla ne kadar ilgili olduğunu göstermektedir. UNICEF raporlarına göre aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok gelişmekte olan ülkenin askeri bütçeleri sağlık ve eğitim bütçelerinin toplamını geçmiştir. Bu gelişmeler yaşanırken Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar yoksul ülkeleri eğitim ve sağlık harcamalarını azaltmaya zorlamakta,buna karşın askeri harcamaların kısılması konusunda sessiz kalmaktadır. Bu gerçeklerin ülkemiz için de geçerli olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Çocuk yoksulluğunun temelinde ülkelerin yoksullaşması kadar, toplumsal eşitsizlikler de rol oynamaktadır. Son ekonomik krizden sonra ülkemizde kişi başına gelir 2600 dolar civarına düşmüştür ama bu ortalama gelir gerçeğin çok az bir kısmını yansıtmaktadır. Oysa UNDP 2002 Raporuna göre ülkemizde en fakir %10 nüfus, milli gelirin % 2.3'üne sahipken, en zengin % 10'u milli gelirin % 32.3'ne sahip olmaktadır. Çocuk yoksulluğunun gerçek nedeni bu rakamlara yansıyan ve giderek artan sosyal eşitsizliklerdir. Bu nedenle Amerikan Çocuk Hekimleri Akademisi'nin 1993'deki yıllık toplantısında diplomasız bir köy sağlık görevlisi olarak konuşan David Werner'in sözleri hepimiz yol göstermektedir: “ Temeli büyük ölçüde sosyal ve politik nedenlere dayanan sorunların çözümü için tümüyle tıbbi ve teknolojik çözümler aranmaktan vazgeçilmeli, yönümüzü toplumsal eşitsizliklerin azaltılmasına çevirmeliyiz”
Öneriler
Bütün bu bilgiler ve değerlendirmeler sonucunda yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkisini azaltmak veya yok etmek için aşağıdaki öneriler yapılmıştır.
Çocuk yoksulluğunu izlemek, etkilerini kamuoyuna anlatmak ve çözümler üretmek üzere “ Ulusal Çocuk Yoksulluğu Merkezi” kurulmalıdır
Ülkemizdeki işsizliği azaltacak ve toplumsal eşitsizlikleri düzeltecek bir sosyal program acilen başlatılmalıdır. Bu amaçla savunma harcamaları azaltılmalı ve bu kaynaklar sağlık ve eğitime kaydırılmalıdır
Kaynakların kullanımında en dezavantajlı çocuklara öncelik verilmelidir.
Çocukların hepsini sağlık güvencesi sağlayacak “ Çocuklara Ücretsiz Sağlık Hizmeti” yasası çıkarılmalıdır
Bu yasa çıkıncaya kadar “Yeşil Kart” uygulaması kapsamı genişletilerek sürdürülmelidir
Ülkemizdeki temel sağlık hizmeti sistemi güçlendirilmeli ve bütün doğumların eğitilmiş sağlık personeli tarafından yapılması sağlanmalıdır
Başta düzenli geliri olmayan aileler olmak üzere devlet doğan bütün çocuklara koşulsuz ve karşılıksız ekonomik yardım yapmalıdır. Örneğin İngiltere'de bu yardım birinci çocuk için haftada 15 £, diğer çocuklar için haftada 10 £'dir. Ülkemizde ise yalnızca memur ve işçilere çok düşük miktarda ( ayda 2 milyon TL civarında) çocuk yardımı yapılmalıdır. Bu yardım en az ayda 50 dolar civarına çıkarılmalı ve esas olarak en dezavantajlı çocuklara verilmelidir.
Okul Sütü projesi bütün kamu ilköğretim okullarına yaygınlaştırılmalı ve okullarda verilen yemeklerin besin değeri yükseltilmelidir
Yoksulların yoğun olarak yaşadığı mahallelerde ücretsiz kreş ve ana okulları açılmalıdır
Ev içlerinde sigara içilmesine karşı kampanya başlatılmalıdır
Annelerin sağlık eğitimine önem verilmeli, doğum yapan bütün kadınlara emzirme eğitimi yapılmalıdır.


Son Söz Yerine
Açlığın Elleri Sınır Tanımıyor

“Aslanlar kendi tarihçilerini yetiştirmedikçe destanlar avcının zaferini söyleyecektir”
Afrika atasözü
Aç bebelerin sessiz analarına öfkelenen çocuk hekimi haksızdır. Analar haklıdır ve bebelerini beslemenin ikinci en ucuz yolunu bulmuşlardır, bu yolu da kullanma niyetindedirler. Bakkaldan alınan pirinç unu hekim destekli reklamla satılan mamalardan on kat daha ucuzdur ve bebeklerinin yanaklarını en az reklamlı mamalar kadar iyi şişirir. Analar aptal olmadıkları için kendi sütlerinin bebelerine en yararlı besin olduğunu gazeteler yazmasa da, reklamlar söylemese de az çok bilirler, fakat kendilerini besleyemeyen anaların bebelerini sütleriyle besleyebilme umudu da tükenmiştir. Bebelerinin gözlerindeki ışıltıyı en ışıksız ana bile bebesiyle kan bağı bulunmayan hekimden daha iyi duyar, bu ışıltının sönmesi anaların gelecekle ilgili umutlarını da yok eder. Bu umudu da o sönen ışıltıdan gayrı hiçbir şey tazeleyemez. Her sönen ışıkta kendi çaresizliğine bir kat daha sarınan ana sonunda iyice sessizleşir ve kendi gözlerinin ışığı da söner.
Hekim son dönemlerdeki sessiz anayı görür ve nasıl anatomi dersinde formolün, psikiyatri servislerinde depresyonun, cerrahi servislerinde irinin bir kokusu varsa, açlığın da kendine has bir kokusu olduğunu, ve bu kokunun da en fazla çocuk servislerinde tüttüğünü fark eder. Bu noktadan sonra yapabileceği şeyler oldukça sınırlı olduğundan, kendi iç sıkıntısını da ananın üzerine yüklemek pahasına anaya öfkelenir. İşte hekim bu yüzden aç bebelerin umarsız görünümlü analarına öfkelenirken haksızdır ve iç görüsü kaybolmadıysa haksızlığını için için hisseder.
Önümde son bir yılda bizim çocuk servisinde yatan çocukların çetelesi var. Her on çocuktan en az birinin ağırlığı üç persentilin altında ve hemen hiç birinin tanısında açlığı gizlemek için kullandığımız malnutrisyon terimi yok. Toplam 70 aç çocuğun 54'ü bir yaşın altında ve beyin gelişiminin en hassas döneminde açlık çekiyor. Açlık ellerini işçi çocuklarına da teknisyen çocuklarına da öğretmen çocuklarına da aynı eşitlikte uzatmış, açlığın elleri sınır tanımıyor çünkü.
Dışarıda soğuk bir hava var, birkaç blok ötede prefabrik yapıların içinde yirmi metrekareye sığışmış insancıklar oruçlarını açtılar ve televizyon seyretmeye başladılar. Televizyon muhtemelen savaşın yakında patlayacağını söylüyor, ama kimse aldırmıyor. Başka bir dünya mümkün mü bilemiyorum. Ama eğer olabilecekse elimizi çabuk tutmamız gerektiğini hissediyorum.
Önce yoksulluk çeken anaları anlamakla başlayabiliriz. Öfkelenmeden önce, demek istemiştim.
Dr. Erdem Gönüllü
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD asistanı

OKUMA PARÇALARI

Hastalık Yoksulun Bedeninde ve Evinde Birikir....
Zaten “hastalık yokslluğun içkin bir parçasıdır. Yoksulun yaşadığı çevrenin ve oturduğu evin sağlıksız koşulları, işeyerinin sağlıksız ortamı, çalıştığı işlerin zorluğu ve yıpratıcılığı ve gündelik yaşamındaki sıkıntı, kısaca yoksulluğun kendisi, aynı zamanda çeşitli hastalıkların da sebepleridir. Saha çalışması sırasında, zamanla neredeyse kanıksadığımız bir durum, görüşme yapmak için girdiğimiz evlerin tümüne yakınında hasta, bedensel ya da zihinsel özürlü veya yatalak birilerinin olmasıydı. Yine çok karşılaştığımız, “sinirlerim bozuk” ya da “içimde hep sıkıntı var” gibi ifadelerse psiklojik rahatsızlıkların yaygınlığını gösteriyordu.
Yukarıda açıkladığım biçimiyle, yoksulların yaşadığı mahallelerde ve evlerde insanların sağlıklarını korumaları pek mümkün değildir. Özellikle, günün büyük kısmını evde geçiren kadınlar ve çocuklar bundan daha çok etkilenirler. Eve neredeyse mahkum olmuş kadın, bir yandan aile fertlerine bakar, onların çamaşırlarını, bulaşıklarını yıkar, yemeklerini yapar, diğer yandan hummalı biçimde her gün evini toplar, temizler. Bunları yaparken de bir iş yaptığını ve üretken olduğubu düşünmez kadın; ona ve diğer aile fertlerine göre, bu işler zaten kadın tarafından yapılması gereken şeylerdir. Kadının bedeni kısa sürede yıpranır, hastalıklara ve sakatlıklara açık hale gelir.
Çocuklar, evin sağlıksız fiziki koşullarında büyürken, yeterli beslenemezler, koruyucu biçimde giyinemezler. Evin dışına çıktıklarındaysa , oyun oynadıkları fiziki çevre çoğunlukla hastalık ürten ve yaralanmalarına, sakatlanmalarına sebep olabilecek tehlikeler barındıran yerlerdir. Sonuçta,kadınlar ve çocuklar yaşadıkları sağlıksız çevre içerisinde sık sık hastalanırlar. Bedenleri güçsüz düşer ve çoğunlukla hastalıkları kronikleşir. Hastalık yoksulun bedeninde ve evinde birikir...
Yoksulların çalıştıkları işler düşük ücretli/kazançlı olmaları yetmezmiş gibi, aynı zamanda,”ağır”işlerdir.Bu ağır işer yorucu olmaktan öte bedensel olarak sakatlanma tehlikesi taşıyan ve ruhsal olarak yıpratıcı işlerdir. Yaşam ve iş çevrelerindeki olumsuzluklar sonucunda, yakalanılan hastalıkların kronikleşmesi ve ağırlaşması , geçirilen kazalar sonucu skat kalınması kaçınılmaz bir son gibi bekler yoksulları. Hastalanan ya da sakatlanan yoksul kişi, çoğunlukla herhangi bir sosyal güvenceye de sahip olmadığından, muayene ve tedavi olamaz. Zaten doktora gidip muayene olabilse dahi tıbbi tahliller ve ilaçlar çok pahalıdır. Sonuçta, yoksul kişi ya çalışamaz hale gelir ya da artık yalnızca 'hafif işler'de çalışabilir. Sonuçta hastalık/sakatlık-yoksulluk-işsizlik üçlüsü fasit daire içinde, birbirlerini tanımlar ve birbirlerinden ayrıştırılamaz hale gelirler
Ersan Ocak, Yoksulluk Halleri

Türkiye'de devletin sosyal hizmet harcamaları yetersiz...
Türkiye'de sosyal hizmet harcamalarının devlet harcamaları içindeki payı, 1990'da yüzde 26.3 ve bu pay 1998'de biraz daha azalarak yüzde 25. 7 oluyor. Ayrıca, bu payı her iki yıl için gösteren Dünya Bankası verilerine sahip olduğumuz bazı gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle Türkiye'yi karşılaştırmamıza imkan veriyor. Bu karşılaştırma sonucu, iki çok çarpıcı gözlem yapabiliyoruz. İlk olarak, 1998 verileri, karşılaştırılan ülkelerin hiçbirinde , sosyal hizmetlerin toplam devlet harcamaları içindeki payının Türkiye'deki kadar düşük olmadığını gösteriyor. İkinci olarak da, Türkiye'dekinin aksine, bu ülkelerin çok büyük çoğunluğunda (İsveç, Finlandiya, Hollanda ve İspanya hariç) bu sosyal hizmet harcamaları payının 1990-1998 arası düşmeyip yükseldiğini görüyoruz. İstisna teşkil eden ülkelerde de bu pay, Türkiye'dekinin o kadar üstünde ki, birkaç puanlık düşüşler karşılaştırmanın işaret ettiği sonucu fazla değiştirmiyor.Bu sonuç da şu: Türkiye'de milli gelir içindeki payı zaten çok düşük olan cari devlet harcamalarının çok küçük bir kısmı sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi alanlara yöneliyor. Yani Türkiye'de devlet, insanların temel ihtiyaçlarını karşılama ve risk durumlarıyla baş etme biçimlerini belirleyen önemli bir aktör olarak ortaya çıkmıyor.Bu yüzden de Türkiye, içinde olduğu krizle büyük ölçüde artık iyice aşınmış olan geleneksel aile dayanışması modeli yardımıyla baş etmeye çalışacak. Gene bu yüzden, krizin insani ve sosyal maliyeti maalesef çok büyük olacak. Gene de, eğer bu insani ve sosyal sorunları biraz daha ciddiye alabilirsek, kriz, toplumsal dayanışmanın devlet-vatandaş ilişkileri çerçevesinde yeniden biçimlenmesine ve sosyal sermaye kaynaklarının modern bir piyasa toplumuna uygun biçimde yenilenmesine vesile olabilir
Sosyal Harcamaların Toplam Devlet Harcamaları İçindeki Payı (%)
1990 1998
Türkiye 26.3 25.7
ABD 43.4 53.8
AVRUPA TOPLULUĞU
Almanya 65.0 69.8
Finlandiya 60.8 55.3
Hollanda 64.6 63.9
İngiltere 52.8 57.5
İspanya 50.6 48.3
İsveç 61.8 53.2
Yunanistan 32.1 35.0
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER
Arjantin 57.1 63.6
Meksika 30.6 48.1
Şili 63.9 71.3
Endonezya 13.2 26.2
Filipinler 22.5 26.5
Kore 27.8 27.8
Malezya 35.5 42.5
Kaynak: World Bank, World Development Report 2000/2001, Oxford University Press, 2001, ss.300-301
Prof.Dr.Ayşe Buğra, “Kriz ve Geleneksel Refah Rejimi” isimli makaleden alınmıştır, BİA Haber Merkezi, 2001

“Yedi Vitaminli Arı Mama”
Hekimler, her sabah adına “vizit” denilen aynı ritüel ile başlarlar güne. İyileşen hastaların yüzündeki gülümsemedir onları diri tutan. Vizitlerde yalnızca biyolojik sorunlar konuşulmaz. Hastane koridorları neredeyse ülkenin sosyolojisini yansıtan insan manzaraları ile doludur. Hastalıklardan daha çok insanların çaresizliği etkiler sizi. Diyabet komasından çıkmış şaşkın bakışlı köylü çocuğunun sevincini içinizde tutarak bir odadan çıkar, küçük bebeğinin yanında uyuya kalmış bir annenin olduğu odaya girersiniz. Asistanınız alışılmış bir kalıpla anlatmaya başlar: “Üç aylık kız hasta ishal ve kusma yakınması ile getirildi. Beslenme öyküsünden anne sütünün ilk ay içinde kesildiği, annenin bebeği Arı mama ve nişasta ile beslemeye devam ettiği öğrenildi”. Bebeğe bakarsınız; cansız bakışlar, şişmiş bir yüz ve rengi kızıla çalan, dökülmeye yüz tutmuş saçlar ile görürsünüz. Sizi en çok bakışlar etkiler; bilirsiniz ki bu cansız bakışların gerisinde besinsiz kaldığı için ışığını yitirmek üzere olan milyarla hücre vardır. Bebeğin gözlerine uzun süre bakamazsınız ve anneye dönüp sorarsınız: “Niçin bebeğini içinde yeterli protein olmayan mamalar ve nişasta ile besledin?”. Anne yutkunur ve “ Sütüm kesilince çaresiz kaldım, diğer mamaları alacak paramız yoktu, ben de bebek maması diye bunu kullandım” sözleriyle cevaplar sizi. Biraz daha sorunca babanın uzunca süredir işsiz olduğunu, artık gündelik işleri de bulamaz hale geldiğini öğrenirsiniz. Sizi esas yıkan ise, annelerin zararlı olduğu için inek sütünü vermediklerini buna karşın “Arı mamayı” anne sütü yerine geçen mama gibi düşündüklerini öğrenmeniz olur. Bir kez daha yoksullukla birleşince bilgisizliğin daha zararlı hale geldiğini düşünürsünüz. Bir ay içinde “protein yetersizliği” nedeniyle yatan üç bebeğin öyküsünün aynı olduğuna tanık olunca , bu ülkenin bebeklerine yeterli protein sağlayamaz hale geldiğini, ekonomik krizin yüz binlerce bebeğin bedenindeki ışığı söndürmek üzere olduğunu düşünüp kahrolursunuz. Koridora kendinizi zor atarsınız ve asistan odasında yeni asılmış bir afiş size yakın zamanda ticari mamaların marketlerde satılmasına izin verildiğini, bu uygulamaya Eczacı ve Tabip odalarının karşı çıktığını hatırlatır. Ruhunuz daralır ve çareyi asistanlarınız ve öğrencilerinizle dertleşmekte bulursunuz. Birlikte karar verirsiniz ki en azından annelere sütleri olmadığında yalnızca nişasta veya nişastayla birlikte “yedi vitamin” içeren mamaları vermemelerini , çaresiz kaldıklarında inek sütü vermelerini öğretmek gereklidir. Günler geçer, yeterli kalori ve protein alan bebekler gülmeye başlar ve gözlerindeki ışık yeniden belirir. Sevincinizi düşünceleriniz gölgelese de o ışıktan aldığınız güç sizi bu yazıyı yazacak kadar iyimser yapar ve yeniden sözcüklere sığınırsınız. Kimse duymayacak olsa da “Yoksul evlerde doğan bebeklere yardım etmenin bir yolunu bulmalıyız” seslenişiyle bu yazıyı bitirirsiniz.




 

 


 
 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92