“Ezilenlerin geleneği,
bize, içinde yaşadığımız
‘olağanüstü hal’in istisna değil
kural olduğunu öğretmektedir”
Walter Benjamin
TV: Bu yıl, şubat’ın 4’ünde,
Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin yerini, yeni
Sırbistan ve Montenegro devleti aldı. Mart’ın
12’sinde Başbakan Zoran Djindjic’in öldürülmesinin
ardından, bu yeni siyasi oluşumun tamamına yakını,
olağanüstü hal altına girdi. Olağanüstü hal dayatması,
gerçek demokrasiye giden ve ulusun düzenini yeniden
tesis eden ilerici bir olanakmış gibi sunulmakta.
Bu olağanüstü hal önlemlerinin neye benzediğini
ve bu önlemler doğrultusunda tam olarak neler
yapılmakta olduğunu bizlere anlatabilir misin?
AG: Olağanüstü hal, küçük bir grubun, yaşadığı
evi alıp, ülke-çapında bir hapishaneye dönüştürdüğü
akıldışı bir çabayı yansıtmaktadır. Garip olan
şu ki, bu delilik başarıya da ulaştı. Zoran Djindjic
cinayetine hükümetin tepkisi, olağanüstü hal ilan
etmek oldu. Polise, normal yargı prosedürüne uymaksızın,
30 gün boyunca, insanları gözaltına alma ve tutuklama
hakkı tanındı, üstelik tutuklunun avukat tutma
hakkı da yok. Polise, hiçbir gerekçe göstermeksizin
evlere girme, keyfi olarak telefon konuşmalarını
dinleme, takip etme, casusluk yapma ve araştırma
yapma yetkisi de verildi. Artık polisin, şüpheli
izlenimi bırakan her kim olursa olsun, gözaltına
alma hakkı var. Grevler ve siyasi meclisler yasadışı
ilan edildi, ve insanların hareket etme hakkı
ciddi biçimde kısıtlandı. Sansür başlatılırken,
olağanüstü halin ilanı veya ortadan kalkışı konusundaki
kamusal tartışmalar da yasaklandı. Human Rights
Watch (Insan Hakları Gözlem), Sırp hükümetini
uyararak, bu türden otoriter uygulamaların, Avrupa
Birliği yönergelerine aykırı olduğunu söylerek
çoktan tepki gösterdi, ahlaki olanlardan bahsetmeyeyse
gerek bile yok.
Olağanüstü hal konusundaki ikinci önemli husus,
bu duruma hiçbir sınır çizilmemiş olmasıdır. Olağanüstü
hal, meclis başkanının kararıyla, suikastla ilgili
suçluları avlamak üzere ilan edildi, ama tabii
başka suçlara bulaşmış suçlu tarafları da kapsayacak
biçimde. Çerçevesi ve süresi tamamen belirsiz.
Tarif edilmemiş herhangi bir suçun tüm suçlu taraflarını
belirlemekse hayli zor, ve tabii, olağanüstü halin
kalkması için hükümete göre “yeterli koşulları”
sağlamak üzere hangi suçların çözülmesi gerektiği
de.
Olağanüstü hal uygulaması altında, millet meclisinin
otomatik olarak toplandığı anayasal prosedürün
izlenmesi meselesini ele alın. Millet Meclisi
binasına yapılan toplantı çağrısı, o koltukları
işgal eden üyelerin bir meclisi niteliğinde değildi.
Kimse, hiçbir zaman, kaç kişinin mevcut olduğunu
saptmaya bile çalışmadı, birçok üyenin kendisinin
de söylediği üzere, katılımı kaydeden elektronik
sistem bağlantısı koparılmıştı.
Kısacası, ne zaman geri verileceği konusunda herhangi
bir işarette veya vaadde bulunulmaksızın, Yugoslavya-sonrası
toplumunun özgürlüğü, çekilip alınıverdi. Tabii
bir daha geri verilmesi söz konusu olacak mı,
o tarafı da belirsiz.
TV: Bahsettiğin
polis kuşatmasının ve olağanüstü halin siyasi
sonuçları ve ülkedeki etkileri neler? Basın yayın
organlarında lanse edildiği gibi, örgütlü suçların
hedef alınmasıyla sınırlı mı? Yoksa, daha geniş
bir seçmen ve siyasi muhalif kitlesi de mi hedef
alınmakta?
AG: Adalet Bakanı Vladan Batic, çağdaş
Sırbistan’ın, en az 2000 kişiyi barındaracak çağdaş
cezaevlerine sahip olması gerektiğini söyledi.
Öyle görünüyor ki bunu başardı da! Öyle görünüyor
ki, günümüz Sırbistanı’nın modernizasyonu, modern
hapishane inşa etmek anlamına geliyor.
Öte yandan, bu hapishanelerde, olağanüstü hal
sırasında gözaltına alınarak tutuklanan 7000 emekçiye
yetecek kadar yer bulunup bulunamayacağını da
doğrusu pek bilemiyorum. Aralarında anarşistler,
başbakanın öldürülmesini açıkça kutlamakla birlikte
köşesine çoktan çekilmiş insanlar, halk ozanları,
köşeyazarları, bakanlığın dilini kullanacak olursam,
bir de şu “doğrudan suçlular” var. Bunlar, “Sırbistan’ın
Avrupalılaşması” denilen şeye karşı çıkmak nedeniyle
suçlu olanlar.
TV: Peki, eğer, olağanüstü hal
önlemleri, ilan edilme gerekçeleriyle, yani Zoran
Djindjic’i öldürenleri bulmak ve örgütlü yasadışı
suç gruplarını hedef almakla sınırlı tutulmuyorsa,
gündemde daha geniş kapsamlı bir siyasi mesele
mi var? Herhangi bir biçimde siyasi açıdan iyiye
gidişat var mı, varsa hangi açılardan?
AG: Başbakan Djindjic cinayetinn berbat
bir suç olduğu konusunda hiç kuşku yok. Ama peki
bu durum, tüm toplumun özgürlüklerine sınır tanımaksızın,
tamamen el konmasını meşrulaştırır mı? Bana öyle
geliyor ki bu sorunun cevabı “hayır”dır. Tüm bir
toplumu hapse atamazsınız ya, olağanüstü hal uygulaması,
tamı tamına da tüm toplumu hapse koymaktadır.
Günler sonra dahi olağanüstü hal uygulamasının
kaldırılmamış olması gerçeği, açıkça göstermektedir
ki, bu durum, farklı çıkar çevreleri arasındaki
“nüfuz alanı” savaşını yönlendirmek üzere kullanılmaktadır.
Iktidardaki çıkar çevresi, diğer bir çıkar çevresini
yok etmek üzere kendi silahlarını –yani terör
ve şiddeti– kullanmaktadır.
Sırp hükümeti, düpedüz, tüm muhalefeti, tüm rakipleri,
muhalifleri, farklı siyasi tercihleri suçlu gibi
göstermeye çalışmakta. Sırbistan’da kalıcıymış
gibi görünen “olağanüstü hal”in kalkması durumunda
bile, iktidarı elinde tutabilmek için, hükümet,
insan haklarına ve akla yapılan bu türden saldırıları
meşrulaştırma hizmeti gören terbiye edilmiş basın
yayın organlarının ve entellektüellerin yardımını
da alarak öldürülen başbakanı şehit ilan etme
yöntemine başvuruyor.
Geçtiğimiz günlerde, adalet bakanı Vladan Batic,
meşhur bir Belgrad gazetesiye yaptığı bir röportajda,
katillerin kim olduğu sorusuna cevaben, kendi
“şer şüphelileri” kategorileştirmesini ortaya
atıverdi. Bakan, evvela, vatandaşların çoğunu,
dolaylı olarak başbakanın öldürülmesiyle ilgili
muhtemel şüpheliler konumuna attı. Daha sonra,
“vatandaşların ne kadar da minnet dolu olduğunu,
yüce bir ruhla nasıl da gülümsediklerini”, genel
olarak da, “kendilerini daha fazla güvende hissetmelerini
sağlayan olağanüstü hal ilanı için hükümete nasıl
da şükran duyduklarını” söyleyerek devam etti.
Peki, gerçekten de durum bu muydu?
Mesela, grevler neden yasadışı ilan edilmişti?
Halinden memnun olmayan işçilerle başbakanın öldürülmesi
arasında ne gibi bir bağ olabilirdi ki? Başbakanı
öldüren, grevciler değildi. Resmi suçlamaya göre,
katiller, başbakanla gizli bir pazarlık içinde
olan suçluların işiydi.
Dahası, Batic, “gazetecilere, analizcilere, ve
köşeyazarlarına” karşı da amansız bir husumet
gösterdi. Bu kadar kin nereden kaynaklanır ki?
Batic, bu insanları, mücadele edilmesi gereken
üçüncü kategori suçluları olarak değerlendiriyor.
Reformları eleştiren herkes, benzer bir biçimde,
katillerle eşdeğer tutuluyor. Özellikle de gazeteciler
ve muhalifler.
Dirayetsiz hükümet, kendi sorumluluğunu gizlemek
üzere panik yayıyor. Bu cinayeti önlemek mümkün
müydü? Cinayetten sonra, kimse istifa etmedi.
Kimsenin konumunda bir değişiklik olmadı. Bizi
yönetenler, olağanüstü hal altında da aynı insanlar.
Taraflardan biri, trajik bir olayı kötüye kullanıyor.
Düz devlet memurları, olağanüstü hal vasıtasıyla,
medyadaki söz dinlemeyen düşünürleri tam da linç
ederken, kamuya açık tartışmalar susturuluyor,
özgür-düşünen tüm insanların eli kolu bağlanıyor.
Demokrasi bu mu? Öyle görünüyor ki, bu.
Birkaç gün önce, hükümet başkanı yardımcısı, muhalefetin
olmamasından kaynaklı olarak hiç de şikayet etmememiz
gerektiğini duyurdu. Ne de olsa artık bir demokrasiydik,
ve haliyle artık muhalefete de ihtiyaç yoktu,
yani o kadar demokratiğiz ki, herhangi muhalefetin
olması da lüzumsuz. Bu, tam da şu “tam demokrasi”
dedikleri olsa gerek. Yani kendini bütünüyle gerçekleştirme
esnasında, demokrasinin kendini yasaklama hali.
Demokrasiye o kadar adamışlar ki kendilerini,
artık hiç mi hiç ona ihtiyaçları kalmamış.
TV: Muhalefetin suçlu gösterilerek
bastırılması koşulları altında, herhangi örgütlü
bir tepki ya da şu sivil-toplum dediklerinden
herhangi cevap gelmedi mi? Özellikle de, çoklukla
Batı tarafından finanse edilerek, Miloseviç-sonrası
Yugoslavya’da kitlesel bir kabarış gösteren ve
esas görevi “insan hakları”nı izlemek olan sözde
sivil toplum örgütü (STK) sektörünü düşünüyordum.
AG: Sırbistan’ın siyasi yaşamında olağanüstü
güçlü bir etken olan ve içlerinde çok sayıda “bir-muhalif-kirala”
türünü barındıran sözde sivil toplum örgütlerinin
(STK’ların), bu temel insan haklarının askıya
alınma durumuna nasıl baktıklarını anlatmak hayli
ilginç olacak gibi.
Bugünkü durumdan önce, hepsi de, “milliyetçiliği”
eleştirerek (ki örgütlerin çoğu, dış yardımı tam
da bunun üzerinden sağladığı için bu, en karlı
konudur) etnik azınlık mensubu bir yurttaşın haklarıyla
ilgili küçücük bir olayı dahi şiddetle protesto
etmeyi gayet iyi biliyordu. şimdiyse, yurttaşların
temel hak ve özgürlükleri tamamen hiçe sayılırken
(bu, belirli bir cemaatle sınırlı değil, söz konusu
olan, tüm toplumun hak ve özgürlükleri) STK’lar
ve “bir-muhalif-kiralacılar”, Sırp hükümetine
tam bir sadakat besleyerek, bu durumu destekliyor.
Resmi devlet aydınlarıyla “muhalif”ler arasında
geçen tartışmalar, durmak bilmeyen bir sel gibi
televizyonlara akmakta. Oturumlarda, Djindjic’in
ölmünün nasıl da “uluslararası” bir mesele haline
geldiği veya “olağanüstü halin, nasıl da, nihayet,
doğuyla göbek bağını kestiği” gibi konular yer
almakta. Ya da daha marazi bir havada, “Djindjic’in
cenazesinin, inanca ve umuda muhtaç bir halk için
nasıl da bir halk oylaması anlamına geldiği”,
ya da “bir başbakanın öldürülmesinin ne kadar
da berbat birşey olduğu”, çünkü “her güzel şeyin
bedelini gözyaşı ile ödememiz gerektiği”, o halde
bir gün “bir katarsise (rahatsız edici duyguları
dışa vurarak onlardan kurtulma, ç.n.), sıradan
bir yurttaşın katarsisine” erebileceğimiz...
TV: Medyada olağanüstü hali açıkça
eleştirmenin yasaklandığı ve sansürün işlerlikte
olduğu göz önünde bulundurulduğunda, olağanüstü
halin akla getirdiği birçok soru işareti ve kapsamlıca
bir kamusal tartışma üzerindeki etkisi ne oldu?
AG: Halk, inanılmaz aptallıklarla bombardımana
tutulmuş vaziyette. Bakanlar, düzenli olarak su
ve elektrik sağlanacağı vaadinde bulunuyor. Neden
sağlanamayacaktı ki? Savaş filan mı çıktı ki?
Medyada, çocuk bakımevlerini savunacakları sözlerinin
yanında, doğumevi görüntüleri yayımlıyorlar. Su
kaynaklarının kirlenmediğini ilan ediyorlar. Erzaklar
normalleştirilmiş. Ulaştırma hizmetleri, diyorlar,
tıkır tıkır işliyor. Polisiye sokağa çıkma yasağı
ise henüz ilan edilmedi. Ekonomik reformlar, tam
yol ileri, devam ediyor. Bu arada, Avrupa Birliğine
üyelik sürecini hızlandırma vaatleriyle birlikte,
uluslararası bürokrasinin akbabaları da üşüşmeye
başlamış durumda.
Bu hükümet, 5 Ekim “devriminden” hemen sonra,
örgütlü suç şebekesi üyelerini neden tutuklamaya
başlamadı? Onları durduran kimdi? Gazeteciler
mi? Köşeyazarları mı? Analizciler ve yorumcular
mı? Neden Miloseviç-dönemi kodamanlarının servetini
kamulaştırmadılar? Neden hızlandırılmış özelleştirme
sürecinde herşeyi ele geçirmelerine ve daha da
zenginleşmelerine izin verdiler? Bunlar, kimi
finanse ediyor? Neden halühazırda harap olmuş
bir ekonomide yoksulluk her geçen gün daha ve
daha fazla artar? Tüm bunlar, kollektif bir nevroza
tutulmuş olan bugünkü hükümetin, bir gün cevap
vermek zorunda kalacağı sorulardır.
TV: Bugünkü olağanüstü
halin sebebi olan güç ve iktidar ilişkilerine
biraz daha genişçe bakalım. Geçtiğimiz günlerde,
Djindjic’in öldürülmesiyle ilgili olarak, Helsinki
Komitesi’nden (rahat konuşan bir STK) Sonja Biserko,
“bu alçak eylem, Miloseviç-dönemi patolojisinden
kurtuluşun başlangıcına alamettir” diyerek, aynı
zamanda emsalsiz bir reform fırsatı sunduğunu
ileri sürdü. Yürürlükte olan önlemler, ne dereceye
kadar iddia edildiği gibi eski rejimden hakiki
bir kopuş anlamına geliyor, ve geçmiş ve bugünkü
siyasi sistemler arasındaki geçişte değişen (ya
da değişmeyen) ne oldu?
AG: Esasen, Sırbistan’da yürürlükte
olan olağanüstü hali tam anlamıyla anlayabilmek
için, bir an olsun Miloseviç Sırbistanı’na gitmekte
ve “Miloseviç’in sistemi” olarak adlandırabileceğimiz
durumun kısa bir çözümlemesini yapmakta fayda
var.
Miloseviç rejimi otoriterdi. Partiler, seçimler
ve bir meclis vardı, ama gerçek demokrasi yoktu.
Anayasa ve başka birçok yasa, görünüşte demokratik
cinstendi, ama aslında tek adam yönetimi için
bir paravandan başka birşey değildi.
Yine de Miloseviç, bir diktatör değildi. Yönetim
biçimi, diğerlerinden hayli farklıydı, ama totaliter
olarak adlandırılması oldukça zordu. Bazı bağımsız
yayın organlarını ve birkaç çok güçlü yerel televizyon
istasyonunu tolere etti, ya da tolere etmeye zorlandı.
Ayrıca, Miloseviç, Stalinist türden, kişiye tapınma
gibi şeyler üretmeye de çalışmadı. Televizyonda
ne kadar az göründüğü hususu oldukça dikkat çekicidir;
çoğu kişi, onun dervişvari sadeliğinden bahseder,
yani otoritesiyle gösteriş yapma gereği duyma
yoksunluğundan.
Son olarak, Yugoslavya, Avrupa’da yolsuzluğun
en fazla olduğu ülkelerden biri olarak anılsa
da -ki bu doğrudur-, Miloseviç’in iktidarda kalma
nedeni, tamamen kendini zenginleştirmek değildi.
NATO hava bombacıları, Belgrad üstüne “akıllı”
bombalarını yağdırırken, bildiri ve broşür de
atıyorlardı. Özellikle bir tanesini hala saklıyorum
–üstüne bir fotoğraf ve Miloseviç’in “bunlar gibi”
(resimdeki gibi) bir yatı ve villası olduğunu
anlatan bir metin basmışlar. Işte CIA’nin beceriksizliği,
Miloseviç’in sahip olduklarının fotoğrafını bulamamasından
da açıkça belli.
En nihayetinde, Miloseviç, çokça iddia edildiği
üzere yüzünü, esas olarak, Doğuya, Moskova’ya,
ve Ortodoksluğa dönen biri de değildi. Akıcı bir
Ingilizcesi var ve hiç Rusça konuşmaz. Kariyerinin
erken safhalarında, New York’u düzenli olarak
ziyaret ediyor, ve bu şehrin, favorisi olduğunu
söylüyordu. Bir keresinde, Miloseviç, tıpkı bir
zamanlar Tito’ya yaptığı gibi Washigton’un onu
da tüm otoriterliğine rağmen kabul edeceği yönünde
bir izlenime kapılmıştı. Bu izlenim tamamen temelsiz
de değildir. Ama iki tarafın da karşılıklı olarak
tutmadığı sözlerden sonra, kör milliyetçilik ve
müdahalecilik, ardı ardına Slovenya’da, Hırvatistan’da,
Bosna’da ve Kosova’da savaşlar doğurdu, ve işler,
açıkça başka bir görünüme büründü.Her ne olursa
olsun,
Sırbistan’da Miloseviç’in belli bir meşruiyeti
ve siyasi projesine bulduğu bir miktar destek
vardı.
Bununla birlikte, siyasi desteği, zamanla, seçmenlerin
%20’sine kadar düştü. Ama bu %20’lik destekle,
Miloseviç, %100’lük iktidarı elinde tutabiliyordu.
Öncelikle, başlıca medya kuruluşları üzerindeki
denetimi sayesinde, tatminsiz ve ne yapacağını
bilemeyen vatandaşların kafasını bir güzel karıştırdı
ve moralini bozdu. Seçim zamanı geldiğinde, ya
evde oturacaklardı, ya da sözde “sahte muhalefet”e
oy vereceklerdi. Herşeyin ötesinde, varolan seçim
sistemi, %30’luk bir seçmen desteğinin, mecliste
%50’lik bir temsile dönüşmesine izin veriyordu.
Bir insanın ihtiyaç duyacağı tek şey, uygun bir
koalisyon ortağı idi, böylece istikrarlı bir iktidara
kavuşabilirdi. Güç ve iktidar, Miloseviç Sırbistan’ında
hep büyük servetler getirmiş olduğu için, koalisyon
ortağı arzı da kıt olmaktan hayli uzaktı.
Bu, Miloseviç’in, meclisteki çoğunluğu ve yönetsel
egemenliği nasıl sağladığını açıklamaktadır. Bu,
neden olağanüstü, diktatoryal önlemlere başvurmasını
gereksiz kıldığını da açıklamaktadır. Tüm siyasi
projeler ve kararlar, biçimsel parlamenter araçlar
vasıtasıyla yürütülüyordu.
Miloseviç’in iktidarının temelleri, kendi partisinde
kurduğu iktidarda yatmaktadır. Sırbistan Sosyalist
Partisi, Miloseviç kontrolündeki siyasi iktidarın
hakiki merkeziydi. Miloseviç, partinin sorgusuz
sualsiz efendisi olarak, meclisin kontrolünü de
eline geçirdi. Seçim kanunlarında yaptığı kararlı
değişiklikler sonucunda (1992-1997), öyle bir
sistem kurdu ki, parti, istediği zaman, temsilcilerini
değiştirerek yerine daha itaatkar olanlarını getirebiliyordu.
Yasaları hazırlama sırasında hükümetin yasama
kanadının kontrolü, Miloseviç’e yürütme kanadının
da (yasama ve yürtüme zaten ayrılmamış olduğu
için, genel olarak hükümetin de) tam kontrolünü
sağladı.
Yasama ve yürütme erki üzerinde tam bir kontrol
sağladığı için, Miloseviç açısından geriye, sadece
yargı üzerindeki kontrol kalıyordu. Sırbistan
Anayasasına göre, yargıçlar kalıcı bir biçimde
atanıyordu, seçimleri ve görevden alınmaları ise
meclis vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Meclisi kontrol
edebildiği için, Miloseviç, yargıyı kontrol etme
şansına da sahip oldu. 30 Temmuz 1991’de yürürlüğe
giren bir yasaya göre, tüm yargıçlar (2939) ve
savcılar (619), meclisteki sözde “yeniden-seçimle”,
tasfiyeye maruz kalacaklardı. Ama bu görevden
almalar o kadar ayıklayıcı ve şapşalca yapıldı
ki, işlerini, profesyonelliğin temel esaslarını
bile gözetmeden yapan birçok insan, sadece hükümetin
tepesinden gelen emirleri uyguluyor diye yerini
korudu. Bu ise, birçok başka yargıcın, 1996 yerel
seçimlerinin adli hırsızlığına karşı çıktığı bir
durumu doğurdu. Ondan sonra ise, Miloseviç, yargıdaki
durumu yeniden düzenleyerek devam etti. 1997’de,
iktidarını daha da sağlamlaştırdıktan sonra, Miloseviç,
“yargı meselesini tamamen halletmek” üzere yola
çıktı. Bu ise gayet etkin bir biçimde, 60 tane
“uygunsuz” yargıcın atılması anlamına geldi, ki
suçları da sadece bağımsız yargı ilkesine bağlı
kalmaktı.
Bu, siyaset ve yargı alanlarındaki kaymak tabakanın
tümünün, eninde sonunda, nasıl olup da Miloseviç’e
bağımlı kılındığıdır. Aynı durum, polis içindeki
ve yasa yapma sürecindeki kaymak tabaka için de
geçerlidir. MUP (Sırbistan’daki bir tür polis
kuvveti) üyelerinin atanması konusundaki 1995
yasasının geçmesiyle birlikte, Miloseviç, polis
memurlarını askeri generalliğe terfi ettirme ve
Poliste üst düzey görevlere atama türünden özel
yetkilerini de iyice genişletmiş oldu. Başka bir
dizi özel kural sayesinde ise Miloseviç, Iç Güvenlik
Dairesi’nin doğrudan idaresi yetkisini devraldı.
Böylece, sadece Bosna ve Hersek’teki savaşın başta
gelen yöneticilerinden biri olmakla kalmadı, aynı
zamanda Sırp muhalefetini de kontrol etme şansına
sahip oldu.
Miloseviç iktidarının yürümesi açısından özel
öneme sahip bir başka husus da, ekonominin kaymak
tabakasının doğrudan idaresidir. Miloseviç Sırbistanı’nda,
sermaye birikiminin temel araçlarını, piyasada
aramak yanlıştır. Tersine, mali kar, esas olarak
devlet müdahalesiyle elde edilmekteydi –yani devlet
tekeli, sistematik ayrıcalıklar, parasal spekülasyon
ve hileli mali işler, genelleşmiş hırsızlık ve
mülk tahsisatı, yasadışı ithalat, gizli pazarlıklar
ve rüşvetle. Böylesi bir sistemde, iktidar seçkinleri,
“siyasi sermayeyi” gerçeğe, yani mali kazanca
rahatça dönüştürmekle kalmamakta, aynı zamanda
tüm ekonominin akışını ve yönetimini de kontrol
edip etkileyebilmekteydi.
Bu, Miloseviç’in, nasıl olup da tüm ülke ekonomisini
çevreleyecek çıkar ağlarını ördüğüdür. Bu, öyle
bir ağdı ki, sermayenin üretildiği heryeri (kendisinden
ve ailesinden başlayarak, fabrika işçilerine ve
işportacılara kadar) kuşatmaktaydı. Bu korunaklı
ağa dahil olmak ise garantili bir maddi kazanç
elde etmek anlamına gelmekteydi. Bu ağın en nüfuzlu
üyeleri, yani ekonominin kaymak tabakasına mensup
olanlar, piyasa üstündeki tekel durumu sağolsun,
hızlı bir servet birikimini teminat altına almış
vaziyetteydi. Piyasa üstündeki tekel, devlet “takas
anlaşmaları”na (petrol ve gaz alımına) hile karıştırmaktan
tutun da, sigara, silah ve daha nice malın yasadışı
ticaretine kadar uzanan oldukça geniş bir yelpazeyi
barındırıyordu. Bu da, ithalat-ihracat ruhsatlarını
keyfince dağıtmak, hileli, düşük tutulmuş kurlar
üzerinden döviz elde etmek, iltimas geçerek toprak
dağıtmak filan gibi yollardan geçiyordu. Bu ayrıcalıklı
ağın orta düzey mensuplarına gelince ise, onlar
da (küçük çaplı dahi olsa) engelsiz bir alışveriş
ayrıcalığına, tıkırında yürüyen güvenceli bir
istihdam olanağına, yüksek bir devlet maaşına,
ve devlete ait daireleri son derece ucuza kapatma
gibi imkanlara itimat edebilirdi.
Sırbistan’da, 1990’lı yıllar boyunca, kendine-özgü
bir iktidar yapısı bina edildi. Ben, bu yapıya,
kleptokrasi diyorum. “Miloseviç doktrini”nin hakim
paradigmasını, tarihsel bir bakış açısından, “otoriter
tecritçilik” olarak adlandırmamız mümkündür.
TV: Peki Djindjic’in iktidara
yükselişiyle birlikte, Miloseviç-sonrası dönemin
koşullarında nasıl bir değişiklik oldu? Bu “otoriter
tecritçiliğin” mirası ne oldu, ve yerine ne getirildi?
AG: “Petooktobarska revolucija” (“5 Ekim
devrimi”) ve Miloseviç’in devrilmesiyle birlikte,
birçok insan sahiden de ilerici bir değişim beklentisi
içine girdi. Öte yandan, çoğu hakiki Yugoslav
solcusunun ümit ettiği cinsten ekonomik ve katılımcı
bir demokrasi kurmak yönünde adımlar atmak şöyle
dursun, yeni bir otoriter doktrin eşliğinde yeni
bir sistem kuruldu: Djindjic’inkisi. Djindjic’in
sistemini de “otoriter modernizm” olarak adlandırmak
mümkündür. Yani yerel aksana sahip bir yeni-liberalizm.
Djindjic, bir şansölyelik (başbakanlık ç.n.) sistemi
inşa etti, ama aksilik bu ya, eşzamanlı olarak
başkanlık sistemini felce uğratarak, meclisi kenara
atarak, ve resmi devlet bakanlıkları içerisinde
kendine ait alt-bakanlıklar kurarak. Yugoslav
bir tarihçi, bunu, “Djindjic’in toy kurnazlığı”
olarak adlandırdı. Bu, onun en büyük hatasıydı
da. Oysa ki, kendi iktidarını biraz olsun küçültmeye,
ve mutlak iktidarına tehdit oluşturmayacak türden
bir arabulucu veya koordinatörün rolünü artırmaya
çabalamalıydı. Böylesi bir strateji, ona, daha
iyi bir gelecek sunabilirdi. Ama o, bunu yapmak
yerine, elinde daha ve daha çok kontrol topladı,
buna eşlik eden ise, her geçen gün daha ve daha
çok azalan bir popülarite ve otorite oldu. Sözde
seçkinler bile artık saygı duymuyordu. Daha farklı
bir strateji benimsemiş olsaydı, en azından “Halk
arasında popüler olmayabilirim, ama ‘zeki’ insanlar,
hakimler, iş adamları, basın yayın mensubu seçkinler,
ve tanınmış aydınlar benim tarafımda” deme şansına
sahip olurdu. Bu, iktidar siyasetinin sadece olası
bir başka biçimi. Popülarite değil, otorite istiyorum.
Bununla birlikte, o, ne popülariteye, ne de otoriteye
sahip olabildi, ama her geçen gün elinde, daha
ve daha çok güç biriktirdi. Djindjic’in sisteminin
gerçek rengi, Miloseviç-sonrası Sırbistan’ın siyasi
hayatında kritik bir dönüm noktası olarak da değerlendirilebilecek
olan “junski udar”la (Haziran Darbesiyle) açığa
çıktı. şunu da belirtmekte fayda var ki, bu darbe,
gayet becerikli bir şekilde uygulamaya kondu.
Eninde sonunda, Djindjic, bir Miloseviç değildi,
siyasi muhaliflerine o denli açık ve cepheden
bir vahşetle yaklaşmıyordu.
Darbe, çeşitli koalisyon partilerinin kilit bakanlarından
ve başkanlarından oluşan DOS (Miloseviç’i deviren
muhalefet partileri koalisyonu) başkanlığının,
“meclisin olağan oturumlarında sıklıkla devamsızlık
yapan” 36 DOS üyesinin yetkisini hükümsüz kılmak
üzere, 24 Mayıs 2002’de, bir önerge geçirmesiyle
başlamış oldu. Meclis çoğunluğunun bu yönergeyi
kabul etmesi ise 12 Haziranı buldu.
Ilk bakışta, bu yönerge, zararsız gibi görünüyordu,
başbakan Djindjic durumu şöyle açıklıyordu: “amaç,
ülkede düzen tesis etmektir, bu sayede, seçilmiş
meclis üyeleri de maaşlarını haketmek için gerektiği
gibi, layıkıyla çalışacaktır”. Fakat, böylesi
bir yönerge, aslında yasalara tamamen aykırıydı.
Yerinden edilen 36 üyenin çoğu ise DSS’den, yani
Başbakanlık rolündeyken Djindjic’in en güçlü siyasi
rakibi ve Yugoslav cumhurbaşkanı olan Vojislav
Kostunica’nın partisindendi.
Aslında, DSS’nin, Djindjic’in siyasi manevralarını
protesto ederek bu oturumları boykot etmeye karar
verdiği göz önünde bulundurulursa, DSS üyelerinin
olağan meclis oturumlarına katılmaması da anlaşılabilir
bir durum olur. Hepsinden gülüncü ise şuydu ki,
DSS, istese bile, 36 tane koltuğundan edilmiş
meclis üyenin yerini doldurmayı başaramazdı, çünkü
üye listesinde kalan isim sayısı sadece 13’tü.
DSS, hükümsüz kalan sandalyelerin yerini kendi
üyeleriyle dolduramadığı içindir ki, bu sandalyeler,
DOS koalisyonundaki diğer partilere gitti –tabii
en başta da Zoran Djindjic’in Demokrat Partisine.
Komik bir hırsızlık sonucu büyük bir haksızlığa
uğramış olan Sırbistan’ın en güçlü ve en popüler
partisi DSS’nin, mecliste sandalye sahibi diğer
üyeleri ise bu olayın ardından istifayı bastı.
Bu, Djindjic’in nasıl olup da meclis-karşıtı darbeyi,
kendi siyasi gücünü artırmak üzere başarıyla kullanmış
olduğudur. Djindjic, en güçlü rakibi olan Kostunica’nın
DSS’ni, kayda değer bir dönem boyunca, oyun dışında
bırakmayı ve bu yolla da hükümetteki yasaların
pürüzsüzce, tıkır tıkır geçmesini sağlayacak olan
meclis çoğunluğunu ele geçirmeyi başardı.
Bu da, meclisteki yeter çoğunluk meselesinin nasıl
olup da Djindjic lehine çözüldüğüdür. Kısa bir
süre sonra, kurallar, meclis başkanının yetkisinin
de olağanüstü genişlemesini sağlayacak biçimde
tekrardan değişikliğe tabi tutuldu. Böylece, “meclis
oturumlarındaki asayişi bozan” seçilmiş üyelerin
mecliste yer almasını 90 güne kadar yasaklama
yetkisi de ellerinde toplanmış oldu.
Başbakan Djindjic’in Haziran Darbesinde elde ettiği
üçüncü önemli avantaj ise DOS koalisyonunun geri
kalanı üzerinde kurduğu karşı çıkılmaz iktidardı.
O noktadan sonra, DOS’ta kalan partilerin hiçbiri,
hükümete meydan okumaya ya da muhalefet etmeye
yetecek kadar sandalyeye sahip olamadı.
Djindjic’in siyasi darbesi, neden ciddi bir halk
muhalefetine yol açmadı? Herşeyden önce, çünkü
sıradan yurttaşların tam anlamıyla kavrayamayacağı
kadar karmaşık ve önceden planlanmış bir prosedür
aracılığıyla, gayet ustaca yürütülmüştü. Ikinci
olarak, ve daha da önemlisi, çünkü bu arada Djindjic,
Sırbistan’daki en etkili kitle iletişim araçlarının
kontrolünü ele geçirmede de başarılı olmuştu.
Djindjic ve Kostunica arasındaki ilk atışmalar
Ağustos 2001’de ayyuka çıktığında, Djindjic’in
tüm basın yayın organlarında dengeyi kendi lehine
döndürmede ne denli başarı sağladığı da açıklığa
kavuştu. En fazla izlenen özel televizyon kanalına
ek olarak, TV Pink, TV Politika ve TV Studio B,
günlük gazeteler Novosti and Danas’in yanısıra
Nedeljni telegrafın tamamı, onunla aynı siyasi
kampa düşüyordu. Haziran 2002’de, Djindjic, günlük
Politika’nın, devlet televizyonunun (RTS), ve
bir diğer özel televizyon kanalının (BK Telecom)
kontolünü de ele geçirdi. Sözün kısası, Djindjic,
siyasi saldırısını icra ettiği sırada, içlerinden
herhangi birinin, darbenin açıkça anti-demokratik
olduğunu söyleyerek karşı çıkması bir yana, bu
durumu halka anlatmak veya sadece açıklamak için
bile bir nedeni veya bundan sağlayacağı bir çıkar
yoktu.
2002 yılı ortalarına gelindiğinde, Djindjic, Miloseviç’in
toplum üzerinde kurmuş olduğu siyasi denetimin
tamamını da ele geçirmiş oldu. Partisinin tam
kontrolüne sahipti. Hükümet ve meclisteki çoğunluğu
arkasına alarak, petrol sanayiinden ormancılığa
kadar en önemli işletmelerin yönetim kurullarının
kontrolünü de zahmetsizce teminat altına almıştı.
Dahası, siyasi-iktidar hırsıyla yanıp tutuşan
kaymak tabaka mensubu bir kesitin yanısıra orta
tabaka yönetici seçkinlerinin çoğu da onun hizmetine
girebilmek için çoktan sıraya dizilmişti.
Bu, Djindjic’in, nasıl olup da yeni Miloseviç-sonrası
çıkar ağlarını sağlama almış olduğudur. Üstüne
üstlük, ekonomik “geçiş” ve “özelleştirme” de
ağın genişlemesi için ideal bir gerekçe haline
dönmüştü. Djindjic de, tıpkı Miloseviç gibi, yasama,
yürütme, yargı-siyaset, iktisat, ve hatta kısmen
de asker-polis takımının kaymak tabakasının kontrolünü
ele geçirme konusunda başarılı oldu. Miloseviç’in
sistemi, böylece, yeni bir yeni-liberal Sırbistan’a
geçmiş oldu.
Miloseviç iktidarı sırasında yargının, yürütme
tarafından nasıl yönlendirildiğini daha önce açıklamıştım.
Bu uygulamaya, yeni rejim de devam etti. Itaatkar
adalet bakanı Vladan Batic tarafından düzenlenen
yeni tasfiye, tam da otoriter Miloseviç rejimi
altında konulmuş olan kurallar –ki bu yolla adalet
bakanı yargıdaki kaymak tabakanın doğrudan başı
gibi hareket ediyordu– sayesinde gerçekleştirildi.
Djindjic’in, yetkisini genişletmedeki başarısı
neye dayanıyordu? Doğrusu ya, iktidarının dayanağı
hiçbir zaman seçmenler veya oy verenler olmamıştı.
Miloseviç’in iktidarının son günlerinde olduğu
gibi, Djindjic ve partisi de %20’lik bir seçmen
desteğinden fazlasına bel bağlayacak durumda değildi.
Ama, Miloseviç gibi, Djindjic de %20’lik bir oyla
iktidarın %100’ünü ele geçirmede başarılı oldu.
TV: 12 Mart’ta
öldürülmesinin ardından, batılı basın yayın organlarının
çoğu Djindjic’i bir aziz ilan etti. Djindjic,
ülkesi için ilerici reformlar, umut ve gelecek
getirmeye adanmış bir insanmış gibi sunuldu. Dahası,
bunu gerçekleştirebilecek biricik insan veya bölgedeki
tek ileri-görüşlü Batı-yanlısı politikacı oymuş
gibi de lanse edildi. Bu nitelemenin tarafsız
olmaktan ne kadar uzak olduğuna zaten değindin,
bu duruma eşlik eden ve ülkeye iyi bir gelecek
sunuyormuşcasına göklere çıkarılan siyasi ve ekonomik
reformlardan bahsetmeyeyse gerek bile yok. Peki
uygulanmakta olan reform gündeminin ve böylesi
nitelemelerin doğurduğu sonuçların bazıları ne
olabilir?
AG: Djindjic, yeni-liberal reformalar
ve reformculuk üzerinde bir tekel kurdu. “Karanlık
ve geri Sırbistan’ı Avrupa’ya yöneltmeye çalışan”
“pragmatik bir reformcu” olduğu yönündeki ideolojik
zırvalık, sadece Batılı hükümetlerden değil, her
türden analizciden, terbiye edilmiş basın yayın
kuruluşundan, ve yerli “sahte” muhalefetten de
(nüfuzlu sivil toplum kuruluşlarından – STK’lardan)
destek bulmakta gecikmedi. Yeni-liberaller, “adaletin
yerini bulmasından” ve Miloseviç’in sonunda “ait
olduğu yere” (Hague) gönderilmiş olmasından son
derece memnundu. Ayrıca, ülkedeki liberaller,
Djindjic hükümeti tarafından önerilen bir dizi
kanuna ve politikaya da (özelleştirme, çalışma
hayatı, vergiler gibi konularda), Sırbistan’ı
“katı fakat adil olan piyasa kapitalizminin” dünyasına
taşıyacağı için sempati duyuyordu.
Böylesi bir iktidar mantığı, birçok açıdan, başka
bir doğulu Doğu vakasını çağrıştırmaktadır; Slovak
başbakanı Vladimir Mecijara’nın (1991-1998), kendini-korumadan
başka birşey olmadığını pervasızca hemen belli
eden, şu “pragmatik, batı-yanlısı reformları”.
Ülke kaynakları ve devlete bağlı basın yayın organları
üzerinde çıkarcı bir denetim sağlamak, Mecijara’nın,
tam dört yılını aldı. Önceden oluşturulmuş olan
çıkarcı sisteme şükretsin ki Sırp şansölyesi,
bu yoldan çok daha çabuk inmeyi başarmıştı. Öldürülmesinden
birkaç ay önce, Djindjic, elinde mutlak bir güç
tutuyordu. Bu mutlakiyetçilikse, hayatına maloldu.
Miloseviç’in ve Djindjic’in sistemleri arasında
esaslı bir değişiklik olmadığını görüyorsunuz.
Miloseviç devrinin derinliklerinden gelen aynı
halk protestosu, geçişin çorak toprağında da çınlamayı
sürdürmekte. Sistemlerin ikisini de, aynı, doymak
bilmeyen iktidar mantığı taşırdı.
TV: Djindjic’in öldürülmesi,
Batılı basın yayın organlarında, örgütlü suçların
ve siyasi yolsuzlukların cesurca üstüne giden
bir insanın ödediği korkunç bir bedel olarak gösterildi.
Uzun süredir ihmal edip üzerinden atlamış olmakla
birlikte, öyle görünüyor ki Batılı basın yayın
organları, birderbire “örgütlü suçların”, sıradan
Yugoslavların uzun süredir ödemekte olduğu ağır
bedelin ardındaki siyasi neden olduğunu keşvediverdi.
Sırbistan ve Karadağ’da Djindjic cinayetini çevreleyen
koşullar için sence ne söylenebilir?
AG: Djindjic cinayetini açıklamak için
farklı farklı senaryolar ortaya atılmakta. Bana
en gerçekçiymiş gibi görünene göre ise durum şu:
Djindjic, “yanlış insanlarla yanlış iş” yaptı,
ki bu işi de muhtemelen kendisi bozdu. Ben, Djindjic’in,
Yugoslav savaşları sırasında savaş suçu konusunda
hayli tecrübe biriktirmiş ve devlet güvenlik güçleriyle
içli dışlı hale gelmiş olan örgütlü suç şebekelerinin
bazılarının üstüne cidden gittiğine ve bunları
tasfiye etmeye çalıştığına inanıyorum. Ama bunun
nedeni, Djindjic’in temiz olması veya örgütlü
suçlardan ülkeyi temizlemek üzere tek-adam mücadelesine
çıkması değildi. Galiba, daha ziyade, fiilen mutlak
bir iktidar kurmuş olması dolayısıyla, Djindjic,
Hague “mahkemesinin” arananlar listesinde ismi
bulunması muhtemel önemli bazı şahısları aldatma
gafletine düştü. Böylesi insanlarsa, yaptıkları
anlaşmalarda ve işlerde kazık yemeyi affetmezler.
Sayısı çok da küçümsenemeyecek bir grup insan
ise, Djindjic’in, “müthiş bir satranç oyununda”
zayi olduğu yönünde bir inanç taşıyor. Bu oyunda,
Alman taşı, yani Alman siyasi çevrelerine bağlı
olan Djindjic’in kendisi, basitçe, Amerikan-yanlısı
bir taşla yer değiştirdi. Kendi adıma, bu yorumun
pek de mantıklı olduğunu düşünmüyorum.
TV: Sırbistan ve Karadağ’da varolan
olağanüstü halle, nispeten geniş bir jeopolitiği,
ve Bush doktriniyle birlikte birkaç yıldır yaşamakta
olduğumuz küresel olağanüstü hali ne dereceye
kadar bağlantılandırabiliriz?
AG: Insanları denetim altında
tutmak için hükümetin sömürdüğü aşırı panik yollu
toplumsal kontrol, Kuzey Amerikalı okurlara yabancı
gelmeyebilir. Bu suikast, cidden de, 11 Eylül
etkisinin bir nevi yerli, Balkan versiyonu olarak
değerlendirilebilir. 11 Eylül 2001’den sonra,
Amerika’da, bir cins olağanüstü hal başlatıldı,
ki bu durum, bugün tüm dünyanın yaşadığı sürekli
küresel olağanüstü halin de başlangıcı oldu. Bu
durum, Amerikan başkanının 13 Kasım 2001 tarihli
kararnamesi ile ilan edilen askeri düzenle birlikte
iyice açığa çıktı. Bu kararname, terörist faaliyetlerde
bulunduğundan şüphe edilen vatandaş-olmayan insanların
(ABD vatandaşlığı olmayanların) konumu ile ilgiliydi,
bu insanlar, belirsiz bir süre boyunca gözaltına
alınmaya ve şüphelilerin askeri komisyonlara devrine
izin veren özel bir mahkeye tabi tutuldular. Zaten,
26 Ekim 2001’in Amerikan Yurtsever Kanunu ile
savcılığa, ulusal güvenlik açısından tehlike yarattığından
şüphe duyulan herhangi “yabancıyı” tutuklama yetkisi
çoktan tanınmıştı. Başkan Bush kurallarının yeniliği,
bu insanların statüsünün radikal bir biçimde silinerek,
yasal statüsü tam olarak sınıflandırılamayan,
resmi olarak tanımlanamayan ya da alenice adlandırılamayan
bir şey icat etmiş olmasında yatmaktaydı.
Insanın, karşılaştırma yaparak, Yugoslavya’daki
olağanüstü halin, Amerika’daki resmi kısıtları
çoğu açıdan andırdığını söylemesi mümkündür. Zarar
görecek olan, yalnızca teröristler (Sırp örneğinde
ise “örgütlü suçlulara”) değildir, yeni-liberal
reformları onaylamayan herkes de artık hedef tahtasına
alınmıştır. Sırp hükümeti, tüm vatandaşlarına
karşı yerel, önleyici bir savaş ilan etti. Bu
savaş, gözle görünür bir biçimde psikolojik aleni
suçlama taktiklerine başvurarak nüfuz etmektedir:
vatandaşların, birbirini potansiyel şüpheli olarak
değerlendirmesi ve polise ispiyonlaması teşvik
edilmektedir. Bu, bir tür, II. Dünya Savaşı sonrası
uygulamasıdır, Yugoslavya’nın Stalinizmle 1948’de
bozuşmasının ardından Yugoslavya’ya getirilen
bir toplumsal denetim tekniğidir. Ve maalesef
ki, daha sonra da Yugoslav toplumsal tarihi üstünde
çok ciddi etkileri olmaya devam etmiştir.
TV: Gelecekte
Sırbistan ve Karadağ’da olağanüstü halin kaldırılmasının
doğuracağı sonuçların neler olacağını düşünüyorsun?
Olağanüstü halin kısmi olarak kaldırılması artık
tartışılmaya başlandı, ama çoğu siyasetçi, bazı
önlemlerin, bu kısmi kaldırmadan sonra dahi devam
edeceğini belirtmekte. Örneğin, polis, daha önce
sahip olmadığı bazı yetkilerini koruyabilir. Siyasi
olarak söylenecek olunursa, yakın gelecekteki
ihtimaller neler?
AG: Ilan edilmiş olan olağanüstü hal,
bugünün Sırbistanı’nda yer alan muhtelif sayıdaki
toplumsal problemi çözmekten hayli uzak. Varolan
toplumsal vaziyet, tam bir facia. Yoksulluk iyice
derinleşiyor ve yayılıyor. Işsiz insan sayısı
bir milyona ulaştı. Her gün 15,000 kadar işçi
eylemde. Nüfusun %70’i, yoksulluk sınırının altında
yaşadığını bağırıyor. Yoksulluğun kokusu ve çaresizliğin
kokusu, tek bir nefeste tüm Sırbistan’a yayılıyor.
Vatandaşın hoşnutsuzluğu, şiddetle bastırılamayacak
kadar derin.
Miloseviç sistemi, bir “otoriter tecritçilik”
doktrini altında işliyor idiyse, ve Djindjic’te
de “otoriter modernizm” vardıysa, o halde, bu
da bir otoriter ahmaklık sistemidir. Meşhur bir
gazeteci, aşağıdaki satırları, Djindjic cinayetinden
sadece birkaç ay önce yazmıştı:
“Tito Sırbistanı’nda, düşünmek tehlikeliydi, çünkü
her an kendini hapiste bulabilirdin. Miloseviç
Sırbistanı’nda düşünmek tehlikeliydi, çünkü vatan
haini ilan edilebilirdin. Djindjic’in Sırbistanı’nda
düşünmenin tehlikesi ise, had safhada yalnızlık
ve yalıtılmışlık duygusu yaratmasından kaynaklanmakta,
öyle ki, Miloseviç-sonrası aşırıların bir arada
durma halinin devam etmesi halinde, kaçınılmaz
olarak şu soru da akla gelecektir: “Akıl sağlığımı
korumam mümkün mü?”
Djindjic-sonrası Sırbistan’da düşünmek çok tehlikeli,
çünkü kendini hapiste bulabilirsin, vatan haini
ilan edilebilirsin, ve ne olursa olsun, tam bir
yalıtılmışlığın eşiğine getirilmektesindir.
Andrej Grubacic, Yugoslavya-sonrası Belgrad’tan
sosyal bir eleştirmen ve tarihçidir.
Tamara Vukov, sosyal adalet aktivizmi
ve alternatif medya (film/video, topluluk radyosu,
ve dijital medya) ile on yıldır ilgilenmekte.
Montréal Québec’te medya ve iletişim çalışmalarında
doktora öğrencisi. Son web projesi olan Balkan
Arabuluculukları ( http://www.pomgrenade.org adresine
bakın), Kosova ve Yugoslavya’nın 1999’da NATO
tarafından bombalanmasıyla Kuzey Amerikalılara
yönelik soruları irdeliyor.
|