Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

DİDAR ABLA

Savaşımızda Yaşanacaksın
Savaşımızda Yaşayacaksın


Yayına Hazırlayanlar: Ayşe Hülya Özzümrüt/Ümit Efe
BARİKAT Dergi ve Yayıncılık
Genişletilmiş İkinci Baskı Eylül 1993

 

MÜCADELEDE KADININ YERİ
VE DİDAR ŞENSOY

Kadın sorununun, dünya ölçeğinde bir "sorun" olduğunun bilincine varılmasından hareketle bir tartışma konusu olması, kadının ezilen bir cins olarak üzerindeki baskılara son vermek, erkek egemen geleneklere karşı mücadele etmek yolunda harekete geçmek mücadelesi, kapitalist gelişme ile bağlantılıdır.
Kapitalizmin kapalı ve kendine yeterli ekonomik birimleri parçalaması aynı zamanda toplumsal dokuyu da dönüşüme uğratmış, bireyin toplum içinde sahip olduğu konum farklılaşmış, yeni bir kültürel, düşünsel ortam gelişmeye başlamıştır. Her alanda yaşanan bu dönüşümün kadınlar açısından içerdiği anlam, herşeyden önce kadının birey olduğunun bilincine varması olmuş ve toplumsal konumunu bu temel üzerinde sorgulamaya başlaması, kadın hakları sorununu gündeme getirmiştir.
Kapitalizm öncesi toplumlarda kadın, özel mülkiyetin ortaya çıkması ve ailenin oluşumundan başlayarak ikinci planda kalmış ve bu toplumların kültürü, onu çoğu kez ikinci sınıf insan saymış, üretim sürecindeki yerine bağlı olarak kadının bu noktayı bir cins olarak aşması mümkün olmamıştır.
Ancak kapitalizm öncesi toplumlarda kadın, özel mülkiyetin ortaya çıkması ve ailenin oluşumundan başlayarak ikinci planda kalmış ve bu toplumların kültürü onu çoğu kez ikinci sınıf insan saymış, üretim sürecindeki yerine bağlı olarak kadının bu noktayı bir cins olarak aşması mümkün olmamıştır.
Ancak kapitalizm ile birlikte üretim sürecinin sahip olduğu nitelik, bu örgütlenmeye ve hareketlenmeye yatkın bir sınıftan proletaryayı doğururken aynı zamanda kadının üretimdeki yeri açısından sahip olduğu nitelik dönüşmeye başlamış, oluşan düşünsel ortamın da etkisiyle, toplumsal bilinçlenme ve gelişmeden kadının payına düşen, bir cins olarak ezildiğinin bilincine varması ve bu temelde hareketlenmesi olmuştur.
Bu koşullarda kadın hareketlerinin de oluşması ve sesini duyurmaya başlaması kaçınılmazlaşmıştır. Kadın hareketi daha oluşum sürecinden başlayarak iki farklı eğilimi içermiştir. Bugün de süren bu farklı eğilimleri şöyle özetleyebiliriz.
Birincisi, kadının kapitalizm koşullarında kurtuluşunun olanaksız olduğunu hareket noktası alarak, kadın sorununun çözümünü, toplumsal kurtuluşa bağlı ele alan yaklaşımdır. Kadının ancak kısmen bilinçlenmesine uygun bir ortam yaratan, ancak bir cins olarak ezilmişliğine son vermesi olanaksız bir kapitalizmin varlığı, toplumsal kurtuluş sorununu bu sürecin başta özelliği durumuna getirmiştir. Kadın sorununun gerçek çözümünü, sosyalizm saptamıştır. Ancak yine sosyalizm, o aşamaya kadar ulaşılabilecek en ileri noktaya ulaşmak ve kadın haklarını sürekli ve daha fazla genişletmek yolunda bir mücadeleyi ön görmüştür.
İkincisi, kadın sorununun çözümüne toplumsal kurtuluş sorununun üstünde yer veren ve bu ikisini birbirinden soyutlayarak kadın sorununu öne çıkaran, burjuva içerikli bir akım olarak feminizm. Kapitalizm koşullarında ezilen kesimin kurtuluşunu açıkça ya da örtülü biçimde kabul etmek anlamına gelen ve sorunun çözümü yolunda sınıf hareketinden bağımsız örgütlenme ve programa dayanan feminizmin her tonu, sorunu çözümlemede, toplumsal kurtuluş hareketinin dışında yer almış ve ona karşı bir noktaya savrulmuştur.
Kadın sorununun Türkiye'de gündeme gelmesi ise, oldukça farklı bir temelde gelişmiş, değişik yanlar içermiştir. Türkiye'de iç dinamizme dayalı bir gelişmenin olmaması, "kendisi için birey"in oluşumunu sancılı ve zor bir sürece bırakmış ve doğallıkla kadının ezilen bir cins olduğunun bilincine ulaşması daha zor, daha sancılı olmuştur.
Kadın sorunu ilk kez, İttihat ve Terakki ile gündeme gelmişti. Ancak, burada, toplumsal bir talep değil, Batı'nın burjuva hareketlerinin etkisi söz konusudur. Kemalizm döneminde de olay bu çerçevede kalmış ve kadınlara kağıt üzerinde verilen bir takım haklar, kadın üzerindeki baskının niteliğini değiştirmemiştir. Kadın üzerindeki baskının Türkiye'de almış olduğu biçimi, uzun uzun örneklemeye sanırız gerek yok. Önemli olan bu baskının karakteristik özelliklerini görebilmektir. Bugün bu karakteristik özellikler, topluma dışardan empoze edilen emperyalist kültür ile yerel kültür arasındaki çatışma, (özellikle devrimci kültürün etki alanının darlığı koşullarında) giderek artan biçimde yoz ve kaderci bir kültürel ortam yaratmıştır. Çarpık ekonomik karaktere bağlı olarak birbirine temelden yabancı, ters unsurlar toplumsal sürecin sahip olduğu niteliğe koşut olarak birbirine harmanlanmıştır. Sonuç, oluşan yozlaşmanın kadına biçtiği ikinci sınıf insan konumuna sürekli ve derin bir içerik yüklenmesi biçiminde özetlenebilir.
Türkiye'de kadın, sınıfsal ve toplumsal sömürünün yanısıra ayrıca cins olarak da ezilmektedir. Dolayısıyla kadın cinsinin ezilmesine karşı çıkmak, bu doğrultuda programlar oluşturmak, bu programlara bağlı olarak kadınları devrimci savaş sürecinde hak ettikleri noktaya çekmek son derece önemli bir devrimci görevdir. Bu noktanın görev ve işlevlerinin ise en kısa biçimiyle, devrimci savaş sürecinin sorumluluk ve yükümlülüklerinin erkek ve kadın arasında her düzeyde paylaşılması olarak özetleyebiliriz.
Kadının toplum içindeki yeri, bir çok açıdan eksik ve genç olan devrimci hareketi de etkilemiş ve diğer çeşitli konularda olduğu gibi, bu konuda da genel bir eksiklik, bir çok durumda hatalı yaklaşımlar gündeme gelmiştir. Kendimizi bu genel özelliğin dışında tutmuyoruz. Başlangıçtan itibaren örgüt olarak, kurduğumuz ve geliştirdiğimiz ilişkiler çerçevesinde, genel düzeyin üstünde bir pratiğimiz olmuş, merkezi olarak sahip olunan perspektif ve uygulamalarla, gerekli yeterliliğe sahip kadın savaşçılar mücadelenin çeşitli cephelerinde yeteneklerine göre mevzilendirilmiş, savaşmış, örgütlenmişlerdir. Ancak sorunun yeterince dile getirilmemesi, bu temelde özel şekilde aşılmasını engellemiştir.
Didar Şensoy kadının mücadele içindeki yeri ve mücadeleye ortak edilmesinin anlamı açısından bizlere çok şey öğretmektedir. Onun 40 yaşından sonra faşizme karşı mücadele bilinci kazanması ve bu temelde kararlı bir mücadeleye atılması sürecinin ortaya çıkardığı gerçek, kadının mücadelenin her cephesinde, her biçiminde, her düzeyden görev alabileceğinin, birey olarak bağımsızlaşmasının ancak örgütlü mücadele ile anlam kazanacağının, cins olarak ezilmişliğe bireysel düzeyde son vermenin bir bütün olarak kadın cinsinin ezilmişliğine son verme yolunda mücadelenin de yine bu biçimde anlam kazanacağının önemli bir örneği olarak görülmelidir.
12 Eylül karabasanı boyunca, işkenceyi teşhir etme yolunda devrimci eylemin nesnel olarak kazandığı biçim olan cezaevi direnişleri, tutuklu yakınlarının ve özellikle de kadınların, anne, eş ve kardeşlerinin varlığı ile güçlenmiş, etki alanı onların çalışmalarıyla genişlemiştir.
Dünyanın başka yerlerinde de benzer örneklerin olması rastlantı değildir kuşkusuz. Baskı koşullarında mücadele, kadınların duyarlı kişilikleri ile birleşince, bu duyarlılıkla başlayan bilinçlenme ve örgütlenme, ezilen bir cins olmanın bilincine varma ve bu temelde mücadeleyi de içermiştir. Bu noktada hepimizin dikkat etmesi gereken şudur: Didar Abla ve tutuklu yakını kadınların mücadelesi ezilen cins olmalarının bilincine varmalarından sonra da, bu durumdan hareketle kadın sorununu mücadelelerinin eksenine koymalarını getirmemiş, insan hakları sorununun çözümünün genel politik bir sorun olduğunun bilincine varırken, kadın sorununun gerçek çözümünün de bu olduğunu fark etmişlerdir. Ev kadını olmaktan yola çıkan, bilinçlenme ve mücadele sürecini iç içe yaşayarak toplumsal bir olgu durumuna gelen kadınlarımız; kadın sorununu çözmek adına, sorunu fetişize eden, geçmişi aşma adına, konuyu ayrı ve bağımsız bir sorun kapsamına sokarak "sosyalist feminist" türünden yanılsamalarla, geçmişin gerisinde bir noktaya düşen yaklaşımlara da birşeyler öğretmelidir.
Kadın sorununun gerçek çözümü, konuyu toplumsal kurtuluş sürecinin bir parçası olarak almaktan ve kadını bu sürece ortak etmekten, kadının sürece ortak olmasından geçer. Devrimci hareketin genel bir eksikliğinden söz etmek ile bir eksikliği aşmak adına onun karakterinin temel çizgilerini ihmal etmek ve dışına çıkmak ayrı boyutlardır, birbirine karıştırılmamalıdır.
Egemen sınıflar kadınların özgün çelişkilerinden yola çıkan tavır alışlarını sürekli kullanmak istemişler ve aslında sömürülmekte olan sınıf ve katlara eklemlenmek, onların bir parçası olmak durumundaki yönelişleri sınıfsal özünden soyutlayarak çeşitli güvenlik süboplarından biri haline getirmeye çalışmışlardır. Feminist örgütlenmeler bunların en önemli örnekleridir. Nitekim, bu tarz örgütlenmelerin daha etkin ve yoğun oldukları dönemler, toplumsal pasifikasyonun gündemde olduğu, nitelikli demokratik çalışma ve örgütlenmelere izin verilmediği, sol tandanslı burjuva ideolojik akımların düşünce planında kolayca zemin ve taraftar bulduğu, kısaca sınıf hareketlerinin ivmesinin düştüğü dönemlerdir. Kadınların özel çelişkilerinin, düzen sınırları içindeki farklı toplumsal formasyonlarını yadsımak olası değildir. Dolayısıyla son çözümlemede sınıf hareketleriyle eklemlenebilmek, onunla özdeşleşebilmek için bile demokratik planda elbette özel kadın örgütlülükleri yaratılabilir, yaratılmalıdır. Ne varki, bu örgütlenmelerin program ve perspektiflerinin kadının özgün sorunlarını ülkenin siyasal, sosyal yaşamından soyutlayarak ele alması, sınıfsal temellerinden ve tarihsel konumlanışlarından kopuk bir kadın-erkek eşitliği demogojisi ile düzen sınırları içinde gerçeklik kazanması olanaksız ütopyalar çizmesi, demokratik mevzilerde yeni burjuva/küçük burjuva boyutlar yaratmaktan öte bir anlam taşımaz.
Kuşkusuz devrimciler legal, illegal, yarı legal çalışmaların tümünde nitelikleri olan kadınlar, erkekler olarak örgütlenir, birlikte çalışırlar. Fakat örgütlenme zemini, ortamı nihayet düzenin ikliminde yaşayan insanlardır. Onlara ulaşabilmek, onlarla buluşabilmek, gerek proletarya, gerekse de diğer emekçi kesimler açısından kendi çelişkilerine uygun yöntemler, çözümler, genel perspektif ve programların yanısıra özel planlar ister. Kadın sorunları, kadın örgütlülükleri, bu anlayış temelinde yorumlanmalıdır. Örgütlülük içinde ise, yine bilinen benimsenen anlayış ve kurumları içselleştirebilmek, devrimci pratiğin ve onun ayaklarını basma durumunda olduğu yaşamın her alanında ve düzeyinde eşit ve doğru ilişkiye girmek zaman ister. Bu kapsamda özel iradecilik ister, çaba ister.
Şimdi görev; yalnızca kadrolaşma planında değil, kitleselleşme planında da kitle önderi Didar Şensoy'un anısına yaraşır biçimde yeni programlar temelinde kadın emekçilerin ve aydınların, savaşıma yığınsal olarak eklemlenmelerini sağlamaktır. Ortamın çarpık düşünce kaosu üzerinde biçimlenen, onlara koşut çarpıklıklar gösteren kadın sorunu üzerindeki yoğun, ama nitelik olgular sunmayan tartışmaların, sağ pasifikasyonun ve sol işlevsizliğin ötesinde kadının devrim için, devrimin kadın için olmasını sağlamak, devrimci kadın ve erkeklerin görevidir. Artık kadınlar "ana-avrat-yar" değildir yalnızca. Yoldaş, asker, öncüdür de. Onların erkeklerle omuz omuza olmasının sağlıklı koşulları onların ezilen cins olarak sahip oldukları sorunları bilmekle yaratılır.
Bugün ileri kapitalist (emparyalist) ülkelerden yeni sömürgelere kadar dünyanın hemen her yerinde, doğru ve yanlış çizgileriyle alabildiğine zorladığı bir kimlik mücadelesinden ve insanlık yarışından gördüğümüz burjuva hükümetlerin başkanlığından dağdaki gerilla mücadelelerinin komutanlığına, analıktan bilim adamlığına kadar hemen hemen tüm kimliklerde görebildiğimiz kadın, "kendi tarihinin, ezilmesinin tarihi olduğu" bilincine daha fazla varıyor. Ve bilinçle, savaşını proletaryanın ideolojisinin savaşıyla birleştiriyor. Gökyüzünün yarısını istemiyor. Gökyüzünün tamamını erkek arkadaşlarıyla birlikte kucaklamak istiyor. Ve artık "madem ki kölelerin köleleri, ezilenlerin en ezilenleri bile sosyalizm yolunda giderek kendi kurtuluşları için savaşmaya kalkıyorlar. Şimdi artık dünya proletarya devriminin utkusundan kim kuşku duyabilir?" diyorlar (Lenin). Elbette bu tarz kuşkuları dünyanın bütün Didar Şensoy'larına karşı taşıyabilmek için, tarihin karanlıklarının en karanlık kafalarını hâlâ gövdesinin üzerinde taşıyanlar olacaktır.
Kadınların 18. yüzyılda belirginleşen örgütlü ve ileriye dönük mücadelesinin ilk odağı "oy hakkı" idi. Avrupa'da, Amerika'da da, meslek sahibi olmayan, mülk ve miras hakları kısıtlı olan ve siyasal yaşama katılmaları bir safsata, bir olanaksızlık, anlamsız bir fantazi gibi görünen insanlığın bu kesimi, işte İngiltere'de alanlara çıkıyor ve yasal zorlamalarının sonuç alıcı olmadığını görerek dükkanlara saldırıyor, bombalar yapıyor ve kullanıyor, başbakanlık konutunun parmaklıklarına kendilerini zincirle bağlayarak "oy hakkımızı istiyoruz" diye bağırıyor, tutuklanıyor, cezaevlerinde açlık grevi yapıyorlardı.
1900'lerin başında İngiltere'de geniş mali olanaklarıyla, kitleselliğiyle askeri disiplini ve ilkeleriyle güçlü bir örgüt (WSPU) yaratan bayan Pankhurst ve arkadaşları 500.000 göstericiyi bir anda alanlara sürükleyecek denli etkinlik kazanmıştı ki, bu, olağanüstü bir rakamdı. Erkek politikacıların deyimiyle "bu iğrenç haşaratlar", "bu uzun etekli sırtlanlar" sabotajlar düzenliyor, tren istasyonlarını yakıyor ve balonla yükselip binlerce broşür atmak, yeşil golf sahalarına asitle "kadınlara oy hakkı" yazmak gibi ilginç yöntemlerle de dikkatleri toplamayı başarıyorlardı. Emily Davinson gibi bazıları kendilerini at yarışmalarında atların önüne atarak intihar eylemleri yapmak yolunu da seçebiliyorlardı. Ve istedikleri sadece "oy hakkı" idi. Ama bu mevzideki mücadeleleri onları çok yönlü olarak geliştiriyor, politikleştiriyor ve bilinçlendiriyordu. Nitekim Rachel Ferguson "haklarımızı savunmak için açtığımız kampanya bizim Eton ve Oxford'umuz, alanımız, gemimizdir." derken tamamıyla haklıydı. Ve bu kadınlar sözkonusu mücadele eğitimleri sayesinde 1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ülkeleri için her türlü özveriyi göstermek üzere savaşın en sıcak yerlerine koşmakta en küçük bir ikircim göstermiyorlardı. Söz gelimi Almanların kurşuna dizdiği ve savaş sırasındaki önemli aktiviteleriyle tanınan sivil hemşire Caroll'un son sözleri; "Vatanseverliğin sonu yoktur. Ülkem uğruna öldüğüm için mutluyum" oluyordu.
Fransa'da ihtilal dönemi bu konuda da hareketli bir süreç anlamına geliyordu. Jean Jacques Rousseau, insan özgürlüğü konusunda derinliğine fikrler geliştiriyor, ne var ki insan sıfatıyla yalnız erkekleri tanımlıyordu. İnsan özgür doğar kuralını dünyaya ilan ederken, "bu kural kadınları kapsamıyor" diyordu. Ve öte yandan Fransız halkının kadınları, İhtilalin kaderini tayin etmede kesin bir rol oynuyorlardı. Therdgne de Merccurt önderliğinde 8.000 kişi ile Versailes'a dayanarak ekmek isteyenler onlardır. Komün günlerinde barikatları terk etmeyenler, Pigale Meydanı'nda Nathalie Lemell'le birlikte mevzileri savunanlar ve daha sonra Abelle Chigion gibi Panteon'da ölen Luise Michel gibi barikat üzerinde vurulup düşen onlardı. Ve şimdi barikatlarda Jean Marie'nin Elleri şarkısını söyleyen Komün günlerinin yiğit kadın savaşçıları Arthur Rimbaud'un dizeleriyle canlanmaktadır.

"Eller sarardı, eller sedefte
Aşk yüklü yüce güneşte
Mitralyözlerin tuncunda hedef
Başkaldırmış Paris'te"


İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanınca, kadınlar buna bir Kadın Hakları Beyannamesi ile katılmışlardır. Feminizmin öncülerinden olan Olmpe de Gouges'in beyannemesinde denilmektedir ki:
"Kadın özgür doğar ve erkekle eşit haklara sahip olur. Temel olarak, bütün egemenliklerin ilkesi, kadınla erkeğin birleşmesinden başka birşey olmayan millettedir. Kanun önünde eşit olan bütün kadın ve erkek vatandaşlar, kabiliyetleriyle ve faziletleriyle, yeteneklerinden başka hiç bir ayrıma uğramaksızın bütün yüksek onurlara, yerlere ve kamu görevlerine eşit olarak kabul edilmelidirler. Kadın darağacına çıkma hakkına sahiptir, yargıçlar kuruluna yükselme hakkına da sahip olmalıdır".
Ne var ki, yine söz ettikleri sadece birinci haklarını kullanmalarına izin verilip ve o "haklarından" ötürü Olmpie de Gouges ve Rose Lecombe giyotinde can verdiler.
"Düşünürler," insan hakları savında ve insan hakları mücadelelerinde, insanlığın yarısını dıştalaya dursunlar ve böylelikle gerçekten insan haklarının elde edilmesinin olanaksızlığını görmemeyi sürdürsünler; Paris'in Savaş Kadınları, bir burjuva muhabirine,1871 Mayıs'ında şunları yazdırıyorlardı: "Eğer Fransız milleti yalnız kadınlardan oluşsaydı, ne korku salan bir millet olurdu".
Kuramda ve düzen işlerliği içinde edilgen ve ikinci sınıf kadın, savaş ve mücadele yıllarında ansızın doğruluyor ve en ön saflara fırlıyordu.
Bu arada pratik, hayatın doğasına aykırı teorileri bir kez daha gülünç duruma düşüyordu. 1907'e kadar kadınların partilere üye olmasına bile izin verilmeyen Almanya'nın Bismarck Yasalarına karşın bir Clara Zetkin, bir Rosa Lüksemburg doğuyor ve bu devrimci hareketler kadınlardan fazla kurbanlar isteyecek, bu ise hiçbir kadını korkutmamalıdır.
Bütün ülkelerdeki emperyalistlerin savaşa karşı ayaklanmayı bastırmak için kurşunlarını esirgemeyecekleri ve açlığa aldırmayacakları açıktır. Emperyalist saldırganlara karşı savaşın, yürekleri savaş kararlılığıyla dolu kadınların bundan korkmamaları gerekir. Sokak gösterilerine ve kitlesel grevlere katılmaları gerekir. Çünkü bu gösteri ve grevler bir sınıfın diğer sınıfa karşı, sömürülenlerin ve köleleştirilenlerin sömürenlere ve baskı altında tutanlara karşı yapacakları silahlı bir savaşa çevrilecektir. Çünkü sorun büyük, kutsal bir amaç için savaşmaktan kaynaklanıyor. Emekçi kadın ve erkeklerin emperyalist savaşlara karşı yaptıkları ortak savaş, milyonlarca haksız, hukuksuz ve baskı altında tutulan insanın kendi vatanlarında devlet yönetimlerini ellerine geçirmek, kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak için yaptıkları savaşa atılan ilk ve kararlı bir adımdır." diyebilen Clara Zetkin ve Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin önder ve teorisyenlerinden olduğu halde yasalardan ötürü Reichtag'a seçilme şansı olmayan Rosa Lüksemburg, bütün Avrupa'yı ışıklandırıyorlardı. Onlar artık kadınların mücadelelerinin kadın hakları ve oy hakkı sınırında kalması düşünce ve pratiğin ötesinde (ama bunu da içerecek tarzda), teori ve pratikleriyle sınıflarının sorunlarına ve amaçlarına yönelmişlerdi.
Clara Zetkin diyordu ki; "Bu anın görevleri, elverişli tarihsel durumu çözümleyici bir savaşa bağlamayı gerektiriyor. Bu durum emekçi kadın kitlelere şunu haykırıyor: Uyanın, harekete geçin, savaşın! Bugünkü büyük tarihi durum sizleri cesaretsiz bulmasın, dünün bilinmeyen milyonlarca köle kadınları, bugünün savaşçıları meydana çıkın ve ileri yürüyün. Zafere koşun ve utkan olun! Lenin'in vasiyetlerini getiren uluslararası toplulukta kendi yerinizi almanız ve Lenin'in büyük davası ve öğretisine layık olduğunuzu göstermeniz gerekmektedir."
Rosa Lüksemburg, yıllarca teorik, pratik düzeyde en önde sürdürdüğü politik yaşamını kurşuna dizilerek noktalıyordu. Ve işte bu kadınlar III. Reich'in kadını 3 K (*) ile tanımladığı Alman ülkesinin kadınlarıydı.
Rusya'da ise uzun ve zorlu bir süreçten sonra Mayakovsky'nin, "Aşk" isimli şiirinde:

"Kadın ve erkeklerin hayatını
Bizi birleştiren kelime ile
Birleştirmek lazımdır:
Yoldaşlar"


diyerek ifade ettiği rüyası gerçek oluyordu. Çarlık zorbalığının otakrasisinin ve gericiliğinin yüzlerce yıllık tarihsel, sosyal, psikolojik etkilerini de ekonomik ve siyasal mekanizma ile birlikte parçalayan Rusya halkları; savaş sonrasının yaşamını da birlikte kucaklıyorlardı. Kadınlar, daha 1820'li yıllarda devrimci eşleriyle birlikte Sibriya madenlerine gitmeyi tercih edebiliyorlardı.

"Ve bu korkusuz kadınlar, tahtsız kraliçeler
Şirketi hor görüp, gidiyorlar çöle
Arkaya bakmadan, hatta şaşırmadan bile
Bütün ümitlerinin kaybolduğu kapının altından geçerek
Görünce o sakin alınlarını, sanırsın ki biliyorlar
Senelerin, gün be gün, her adımda yazıldığını
Çar önünde açık edebi bir kitaba"

Vera Zasulitch gibileri silahlı savaşımda en önde yer alıyorlar ve devrimin sayfalarının ilk adımlarına katılarak büyük bir onur kazanıyorlardı. 8 Mart 1917'de proleter kadınlar Pedrograd'da "Barış ve Emek" geçidi düzenliyorlar ve büyük gösteri devrimin son sürecine damgasını vuracak yeni bir sayfanın ilk adımı oluyordu. Devrimin zaferinden sonra Sovyetlerin inşaasında da tam bir yetkinlik, özveri ve olağanüstü enerji ile Rusya halkları kadınları Yüksek Sovyetler'de, Yerel Sovyetler'de, endüstride, çiftliklerde ve her düzeyde yer yer yüzde elliyi aşan oranlarda görev yapıyorlardı (**).
Kafkasların karlı doruklarında yaşlı köylüler belki hâlâ eski bir atasözleri olan "Kadın bir eşekten daha fazla çalışmalıdır, zira eşek saman yer, kadın ise ekmek" cümlesini arasıra anımsıyorlardı. Ama işte emperyalistler arası II. Paylaşım savaşı esnasında Sovyetlerin yiğit kadın ve genç kızları bu kez anayurdun savunulması görevine koşuyor, sınırlarını silahlarıyla çiziyor, faşizmin işkencelerinin en ağırını görüyor, darağaçlarında bile "Ölüm bizi korkutmuyor, kişinin halkı için ölmesi mutluluktur, elveda yoldaşlar! Savaşın! Korkmayın!" diye bağırarak gerçekte ölmüyor, celladı öldürüyorlardı.
Natcha Kouchavaia, Maria Badia ve Zoia Kosmodemianskaia, Sovyetlerin gencecik kimliğini kendi genç kız coşkularında ölümleriyle savunanlardan sadece birkaçıydı. Zoia! Faşistlere adını bile söylemeyen partizan. Dünya kadınlarının Tanya'sı. Ve elbette emekçi halkların o kadınlarla omuz omuza döğüşen erkeklerinin de...
Soylu isimler sınır tanımamaktadır. Tıpkı özgürlük gibi, tıpkı insanlığın erdemli elleri gibi. Ve FSLN'nin ilk birkaç kadın üyesinden biri olarak 21 yaşında Ulusal Muhafızlarca katledilen gerilla Lusia Amanda, "Lina" kod adını kullanmıştır. Çünkü Lidia bir muzaffer halkın Küba halkının kahraman kız evlatlarından biridir. Lidia, Lusia ile birlikte, bir kez daha yaşamış, savaşmıştır.
Ve bir gün Sandino Radyosu halkına ve dünyaya şu mesajı vermektedir: "Dora Maria Telles, bugün kumandan Patricia olarak bilinen, Ulusal saray baskınına katılan kadın Leon Kentini aldı."
Kumandan Patricia ya da Dora, zaferden sonra savaşçı coşkusunun ölçüsüne denk bir sadelikte konuşmaktadır: "Bazen merak edip kendi kendime sorarım, örneğin 1973'teki vahşi baskı esnasında halk bizi desteklemezken, eyleme katılan birçok yoldaş ihbar edilir, sokaklarda kurşunlanır, baskı bizi darmadağın eder, binlerce kişi tutuklanırken neden inanmaya devam ettik?.. Bütün bildiğimiz, devrimi gerçekleştirecek olduğumuzdur. On, yirmi, otuz, hatta kırk yıl alabilirdi bu. Çoğumuz o güne dek yaşayamayacağımızı düşünüyorduk."

"Yoldaşlar anlatayım sizlere neler oldu
Cualı köylü kadınlara
General onları dağlardan koparttı
İşkence edip konuşturmaya
Maria Verancia ve Amanda Aguilar
Bu tepelerin iki kızı
Ele vermiyor isyancılarımızı..."

Nikaragua dağlarının kadınları değil sadece, Didar Şensoy ele vermedi Türkiye'li isyancıları, devrimcileri. Didar Şensoy, İstanbul II. Şube'nin yüzyıllık işkence ve kan kokan duvarları ve hücreleri içinde, başkomiser Ahmet Ateşli'nin özel baskısı altında ele vermedi kardeşini, diğer çocuklarını, onların devrim sırlarını. İşkencecilere "Hepiniz onların tırnağı bile olamazsınız" dedi. Orada, değil işkenceye, işkencecilerin, kardeşine yönelik en ufak olumsuz sözüne bile izin vermedi, isyan etti. Yine Nikaragualı gerilla kumandanı 25 yaşındaki Monica Baltadano'nun dediği gibi: " Deneyim insanı sertleştiriyor. Yaptıklarıyla sizin direncinizi kırıp konuşturabileceklerini sanıyorlar ama bu yalnızca insanı olgunlaştırmaya yarıyordu." Tıpkı mücadeleci Didar Şensoy gibi. Tıpkı Didar Şensoy'un mücadelesi gibi. Mücadeleye, haksızlığa sosyalizme ve devrimin zorlu savaşına son derece yatkın bir karakter, duygu ve sevginin bütün yoğunluğuyla buluşarak güçleniyor, mücadelenin orta yerinde her türlü özveri, direnç ve inançla birleşiyor, ortaya her gün biraz daha çelikleşen bağımsız bir direniş kadını kimliği çıkarıyordu. Artık sadece kardeşi, tanıdığı ve canından aziz bildiği diğer çocuklar yoktu onun için, ülkenin emperyalizme, oligarşiye ve faşizme karşı savaşan, onun deyimiyle bütün "aslanlarının" saydam bir bütünü vardı. Onlardı, onlar içindi. Filistinli Maj Say Yegh'in cümlelerindeki tanımların ifade ettikleri, Türkiyeliler, Filistinliler ve bütün dünya halkları için yaşayandı. Maj diyordu ki; "Filistinli bir kadın olmanın daima çok özel bir anlamı olmuştur benim için. Biliyor musunuz bazan saydam bir varlık gibi hissediyordum kendimi... Bütün dünyayı içinde bilirim.
Dünyanın tüm dertlerini acılarını, kendi insanlarım için hissetiklerimi, dünyanın tüm ezilen insanları için de hissederim. Diğer Filistinlilerin de aynı şeyi düşündüğünden, diğer insanların sorunlarıyla daha fazla uğraştıklarından eminim. Burada insanlar bilmelidirler ve bu, yaşamlarının her anında yapmaları gereken bir şeyler olduğuna inanmaları anlamına gelir."
Evet, Didar Abla'nın artık yaşamın her anında yapması gerektiğine, yapmak zorunda olduğuna inandığı, kırk yaşında direniş maratonuna kalkarak sonsuz bir inançla savunduğu, "bir şeyler" değildi. Yaşamdan, doğrudan, güzelden, yani halktan, halkın aydınlık geleceğinden yana "her şey"di.
MLSPB mahkemesinde karar okununca ve onlarca devrimcinin idamı, müebbeti açıklanınca, "Hayır onları asamazsınız, Kahrolsun faşizm" diye ayağa dikilişinde bir herşey vardı. Panellerin, basın toplantılarının etkili konuşmacısı Didar Abla'lıkta bu herşey vardı. İlericilerin, devrimcilerin gecelerinde görüldüğünde onun kimliğiyle özdeşleşmiş çağrışımlardan ötürü insanları "Zindanlar boşalsın" sloganına durdurtan imgeleşmede bu her şey vardı. Burjuvazinin parlamento temsilcileri ile kitlelerin önünde kıyasıya tartışırken "Beyinleri, düşünceyi asmak istiyorsunuz, bunu başaramayacaksınız" diyen bilinçte her şey vardı. Ölümünden kısa bir süre önce Ankara Güven Park direnişinde "Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz" pankartını taşıyışındaki inançta bu her şey vardı. Muhalefetteki sosyal demokrat tandanslı Partinin düzenlediği en tanınmış yazar ve sanatçıların bir çoğunun bulunduğu "Birleşmiş Milletler 1985 Gençlik Yılı Katılım-Gelişme-Barış" panelinde konuşmacı olarak ayağa kalkar kalkmaz "Soruyorum size beyin yargılanabilir mi? Eleştirerek, sorgulayarak, aynı hatalara sizler de düşmeyesiniz diye soruyorum, beyin yargılanır mı? Savcılar, çocuklarımızın beyinlerini yargıladıklarını söylüyor. Hangi beyin yargılanır, hangisi yargılanmaz? Biz onların yargılamayacağı beyinlere sahip çocuklar mı yetiştirelim? Düşünmeyen, bir şey bilmeyen, nemelazımcı beyinler üretecek bir aşı mı var? Söyleyin lütfen." deyişinde bu her şey vardı.
Ve "Sosyal Demokrat" Parti'nin yöneticileri "Ne diyebiliriz, ne diyeceğimizi bilmiyoruz" diye yanıtlıyorlardı bu sağınağı.
Sevgiden yola çıkan, sevgiyle yürüyen, sevgiyle çoğalan, sevgiyle direnci ve savaşı çoğaltan bir yaşam... Ölüm elbette uzak kalacaktı bu yaşama. Ölüm elbette sadece kaldırılan bir cenazedir yumrukların andının gölgesinde. Ve aslolan, ölme noktasında, yeni yaşamlarla, gerideki insanlarla hatta yeni doğanlarla, hatta da doğmamış olanlarla yaşayabilmeyi sürdürecek yaşamlarla varolmuş olmaktır. Ve Didar Şensoy'un yaşamı budur.

"Umutsuzluk kaçar türkülerinden
Ölüm orada yer bulamaz kendine
Orada umut, direniş ve güç
Ateş, inat ve öfke,
-Nasıl başardın bunu, şu günlerde
Acı kapı kapı dolaşmadayken?
-Gelecek düşüncesidir koruyan beni

 

DİDAR ŞENSOY
BİR DİRENİŞ SELAMIDIR


Kimdir bu sevgide çoğalan, günü emekçi halkına en zorlu döneminde vermeyi başaran ateş, inat ve öfke kadını? Kimdir bu inanç, direniş ve bilinç insanı? Kimdir bu 50 yaşında kartal? Açık faşizmin en azgın terör günlerinin şiddetine gövdesiyle yalın kılıç barikata durmuş, bir avuç devrimciye "Dayanın, teslim olmayın" hedefini haykırabilen, "İşkenceye boyun eğmeyen " bu soylu ve eğilmez, uzlaşmaz, sarsılmaz kadın?
Bugün sadece MLSPB'lilerin değil, Türkiyeli bütün ilerici, demokrat ve devrimcilerin Didar Ablası, 1940'lı yıllarda Hitler faşizminin işgali altındaki Yugoslavya'da doğmuş, Arnavut kökenli bir ailenin çocuğudur. Daha sonra yine Yugoslavya'da yüksek bir bürokratın eşi, üç çocuğun annesi ve Yugoslav devrimine kafa emekçisi olarak katılan bir öğretmendir. Radyo spikeridir.
Bu güzel, bakımlı, titiz, yaşama dair bilinçli kadın, Türkiye'ye geldikten sonra bu kez başka boyutlar kazanan tavrı içinde faşizme karşı duruşunu, yaşatmak için savaşmak gerektiği bilincine dönüştürecekti. Çocukluk yıllarından itibaren mücadeleci, haksızlığa tahammülsüz bir kişiliği vardı.
Karakterinin bu olumlu özellikleri, devrimci bir kardeşin yaşamıyla bütünleşerek yeni ufukları zorlamaya başladı. Tutsaklık dönemlerinde, işkence ve cezaevleri önünde başlayan isyan, öğrenci, işçi, tutuklu yakınları direnişlerinde, alanlarda oturma eylemlerinde, mitinglerde, gösterilerde, yürüyüşlerde büyüdü, çoğaldı. Eksiğiyle, yetersizliğiyle, öğrendikçe yürüdü. Gereğinde bir avuç, ama hep inançla ve çevresindekilere güç vererek,
moral dağıtarak, kuvvetlendirerek yürüdü. Ölürken bile yanındakilere "Moralinizi bozmayın sakın" diyerek seslenen ve orada yığılıp kalan bir kadındı o.
Meclisin önünde son eyleminde yığılıp kaldığı gün Dünya Barış Günü'ydü. Barışa verilen en güzel karşılıktı belki bu. Faşizme karşı, onun baskı ve işkencesine karşı, direnirken can veren Türkiyeli Didar Abla, dünyaya ve o an dünyanın çeşitli yerlerinde, çeşitli biçimlerde Dünya Barış Günü'nü kutlayanlara: "Barış için dünyanın bütün olumsuz olgularıyla döğüşmek, bütün sömürü düzeninin üstüne kurulmuş egemen güçlerle vuruşmak gerekiyor." Ve adın işte barışla da özdeşleşiyor. Ve en yalın biçimde; son nefesinde barışı isteme, barışı elde etme tavrının eğitimini verdi.
İnsan Hakları Derneği kuruluşundan, uluslararası heyetlerle görüşerek baskı ve işkenceleri anlatmaya, Valilik, Parti Başkanlığı, Millet Vekilliği, Meclis Başkanlığı nezdinde hak arama girişimlerinden Beyazıt meydanlarındaki açlık grevlerine, Af Komisyonu oluşturma ve çalışmalarından, Derby işçilerine uzatılan karanfillere kadar ülkenin sürecinin doğrudan yana hemen her tavrında Didar Abla'nın eli, sesi, yüreği, gövdesi vardı ve böyle bir ananın, böyle bir omuzdaşın sahibi oldukları için onun ölümünü onurlu bir isyan gibi yaşadı devrimciler...
MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAKSIN, MÜCADELEMİZDE YAŞANACAKSIN dediler.
Ve bu ülkenin değişik siyasal görüşlerini paylaşan insanları yazdıkları mektuplarda dediler ki:
"En zor koşullarda bile kavgasındaki kararlılığıyla sadece bizlerin değil aynı zamanda onunla aynı kavgayı veren yakınlarımızın da gururudur. Onunla aynı saflarda yürüme ve haykırma olanağı bulan yakınlarımızın, bugün "O, bir simgedir. Ölürken bile, "Kazandık, biz kazandık" haykırışları hala kulaklarımızda çınlıyor. Direnişimiz onunla güçlendi., canlandı, mücadelemizde onu örnek alacağız" derken, gurur duymakta ne kadar haklı bir nedene sahip olduklarını anlamak hiç de güç olmasa gerek. Didar Ablaları ve kavga arkadaşları artık yaşamasada bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, direnişlerde, gösterilerde, açlık grevlerinde yürüyecek ve hep o zafer şarkısını söyleyecektir: Kazandık-Kazandık-Biz kazandık... Çünkü, onların Didarsız bir direnişe tahammülleri yoktur. Çünkü onlar Didarsız zafer şarkıları söylemeye alışık değillerdir. Çünkü onlar buna inanıyorlar, aksini düşünmek bile istemiyorlar.
Şunu da çok iyi biliyoruz ki, Didar Abla'nın, Ablamızın övgüye, ajitasyona ihtiyacı yoktur. Mücadele pratiği zaten söylenecekleri söylüyor. Evet, o yapması gerekenleri yaptı. Yurtsever, demokrat bir ana, bir abla, bir kardeş, bir kavga dostu olarak. Kuşkusuz bu böyle. Ama bu, böylesi değerli, yeri güç doldurulur insanların hak ettikleri övgüyü teslim etmemize engel değildir, olmamalıdır.
Dediler ki:
"Ama her zaman, sayıları az da olsa, cesaretli olanlar çıkabiliyor ve onlar er veya geç başeğmenin kalıplarını, suskunluğun cenderelerini parçalamanın ve umut dolu, aydınlık geleceği yaratmanın yolunu buluyorlar. Didar Şensoy bizim için işte böyle aydınlık, umut dolu ve geleceği kucaklayan onurlu kavgalardan birinin yaratıcılarındandı. O, başkaldırının, O, ana sıcaklığının, O, emekçi sınıflara bağlılığın simgesiydi.
Ülkemiz tarihinin en karanlık yıllarında bile susturulmayan bir haykırıştı O, başkaldırıya bir çağrıydı.
Sabırlıyız. Büyük acımıza ve öfkemize karşın sabırlıyız. Bekleyeceğiz. Gün gelecek, O'nun, o onurlu kavgasının, Didar Ana'mızın hesabını soracağız. Bunu hiçbir şey engelleyemeyecek."
Dediler ki:
"Hiçbir şey acımızı hafifletmeyecek, hiçbir şey nefretimizi boşaltmamıza yetmeyecek."
Dediler ki:
"O'na layık olmak boynumuzun borcu olsun"
Dediler ki:
"Sınıf kinimizi daha bir bileyen bu acımızın yarattığı acı büyük. Ancak şurası bir gerçek ki, şehitler bedeli sürdürdüğümüz mücadelemiz, kararlılığımızı daha da artırmakta!"
Dediler ki:
"Son şehidimiz, Ablamız için yapılması gereken ne varsa eksiksiz yapılmasında düşen görev olursa gönüllü olarak ve gururla yerine getirmek için her zaman hazırım."
Dediler ki:
"Acı haberi büyük üzüntü ve öfke içinde öğrendik.
Yıllardır ölümü göze almış, ölümle koyun koyuna yaşamış, nice canımızın aramızdan alınışına katlanmak durumunda bırakılan insanlar olarak bile ölüme alışamadık. Hele böyle alçakça gelenlere hiç alışamadık. Alışmakta istemiyoruz zaten. Her birinin acısını, her geçen gün katlanarak büyüyen bir intikam yemini, halk ve devrim düşmanlarına karşı sınıf kinimizi besleyen bir kaynak olarak ve her zaman canlı ve taze tutuyoruz, tutacağız... Onun en karanlık günlerde bile cephenin en önünde döğüşen atak, kararlı, içten ve sıcak ilgisini ve mücadelesini daha saygıyla anacağız."
Dediler ki:
"Hasret, umut, özgürlük yanımızdı
insana sürgün
Sevdalı dalımızdı
bakışı güneş
türküleri çiçek
ablamızdı..."
Dediler ki:
"Kavganın haklılığı hayatın gerçekliğiyle çakışınca hep böyle fırtınalar patlarmış. Nasibimize onur yağmurlarının düşmesi ne güzel!"
Dediler ki:
"Şimdi hasretlerin en güzeli düştü
sol bir türküyle yüreğimize
size her şeyin en güzeli yaraşır diyordu
Didar Ablamız-Anamız
ki buna en çok layık olandı
ve yaşamı boyunca kanıtladı
dosta düşmana da
saygı ve sevgiyle ancak
onurun künyesine
ismini hasretle kazıyacağız."

Sevgili Didar Abla, seni anarken işte bunları düşündük, bir kez daha sana saygı duyduk, bize öğrettiklerini anlamaya çalıştık.
Didar Abla seni unutmayacağız. "Evlatlarımı, dövülen gazetecileri getirmeden benim burdan ancak ölümü kaldırabilirsiniz" diye haykıran sesini unutmayacağız.
Onlar hesabını verecekler bunun. Senin hepimize, her tutsak devrimciye, her grevci işçiye, her öğrenciye, iyiden, güzelden yana her insana açtığın yüreğini durduranlar, hep çoğalttığın, durmadan çoğalttığın sevgine vuranlar hesap verecekler! Çünkü onlar sana vurmakla hayata vurdular ve hayat kendisine vuranları bağışlamaz. "Çürüyen diş, dökülen et gibi" söker atar. Kendimize ve geleceğe bu güvenimiz tam.
Didar Abla, seni unutmayacağız. "Aslanlarım" diye haykıran sesini, "Direnin teslim olmayın" diye haykıran sesini hiç unutmayacağız. Sen korku tanımayan, o coşku dolu, o sevgisi tükenmeyen yüreğinle, işkenceci zindancının, işkenceci polisin suratına tüküren tavrınla, bizimle birlikte, bizim bir parçamız, insan sevgimizin, inancımızın bir simgesi olarak kavgamızda yaşayacaksın.

Ve diyoruz ki Didar Abla
-Soylu anını kuşanarak savaşacağız!...
-Zafer hesabını sormanın gerçek bedeli olacak!...
SAVAŞIMIZDA YAŞAYACAKSIN !
SAVAŞIMIZDA YAŞANACAKSIN !

Devam Etmek İçin Tıklayın

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92