Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

A. Karabina

İnsan hakları kavramının “söylemde” tarihinin altın çağını yaşamakta olduğu, bugünlerde çok sık vurgulanıyor. Yalnızca yaşadığımız sürecin değil, bir asrın yani üçüncü bin yılın temel değerleri olarak ilan edilen insan hakları, adeta dinsel bir motif gibi algılanıyor, bütün devletler uluslararası insan hakları standartlarını kabul ettiklerini ve bunlara bağlı kaldıklarını sürekli olarak açıklama gereğini duyuyorlar. “İnsan haklarını ihlal” suçlaması son zamanlarda bir devlete yöneltilebilecek en önemli suçlamalar arasında sayılıyor.
Bu “söylem” İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde işlemeye başlayan ve giderek hız kazanan insan haklarını uluslararası alanda pozitifleştirme süreciyle birleştiğinde ortaya son derece heyecan verici bir tablo çıkmakta.
Bu süreçte hazırlanıp, yürürlüğe konmuş uluslararası insan hakları belgelerinin sayısı gerçekten heyecan vericidir. Dünya devletlerinin yarısı bu sözleşmeleri imzalayarak uluslararası hukuksal yükümlülükler altına girmiş, yarısı da bunların içeriğine bağlı olduklarını ilan etmiştir. Bu duruma bakıldığında “insan hakları sorunu”nun dünyanın her tarafında çok büyük oranda çözülmüş olmasını beklemek ve “insan haklarının evrenselliği” konusunda kaygıya düşmemek gerekirdi.
Bununla beraber realite bu beklentiyi doğrulamak bir yana, tam tersini ortaya koymaktadır. Bugün kabul edilecek tartışmasız bir olgu varsa o da insan hakları ihlallerinin ve ihlal yöntemlerinin evrenselliğidir.
Küreselleşen dünyanın egemenlerinin insan hakları manifestolarına rağmen konuyla ilgili devletlerarası kuruluşlardaki tutumları tam bir ikiyüzlülük örneğini sergilemektedir. BM Antlaşması ile temeli atılan insan hakları hukukunun temel metni olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bile herhangi bir güvence mekanizmasını öngörmemekte, üye devletlerden yalnızca “bu hakların fiilen tanınmasını ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmelerini” istemekle yetinmektedir.
Önsöz ve 30 maddeden oluşan bildirge, BM üyesi olan devletler arasındaki bir uzlaşma temeline dayanan bazı hakları sayar. Ama bu uzlaşma başta ABD olmak üzere BM’e egemen olan kapitalist devletlerin baskı ve dayatmasıyla sağlanmış olduğundan Bildirge’ye damgasını vuran anlayış da bu devletlerin ideolojisine uygun olarak liberal insan hakları anlayışıdır. İzleyen yıllarda isim çerçevresinde genel ve özel konulu olmak üzere çok sayıda insan hakları metni hazırlanmış olmasına rağmen bunların yaşama geçmesini sağlayacak etkili mekanizmalar geliştirilmemiştir. Gerçi BM’nin insan hakları sistemi içinde merkezi bir konuma sahip olan İnsan Hakları Komisyonu seksenli yılların başından itibaren, hem bütün bir ülkedeki ihlalleri hem de belli ihlal türlerini incelemek üzere raportör görevlendirme işlemini giderek yaygınlaştırdıysa da aynı süre içinde insan hakları ihlallerinin de yaygınlaşması bu konuda elde edilen başarının(!) bir göstergesi olarak ele alınabilir.
Objektif/yapısal şartları nedeniyle BM gibi uluslararası resmi örgütler devletlerin çıkarlarının belirleyiciliği altındadır. Bu örgütlerde kurumsal olarak güvence altına alınmış demokratik bir meşru düzen sözkonusu değildir. Bu anlamda bugünkü yapısı içinde uluslararası resmi düzen baskı aygıtlarının bir birliği olmaktan öteye geçmez.
Devletlerarası örgütler, mevcut eşitsizlik ve egemenlik koşullarının aşılması amacıyla değil, uluslararası statükoyu (siyasal, ekonomik, kültürel vb. alanlarda) korumak ve pekiştirmek amacıyla kurulmuşlardır.
Bu noktadan ayrılma eğilimi gösteren kuruluşlara karşı ise gerekli tedbirler geciktirilmeden devreye sokulmuştur. Üçüncü dünya ülkelerinin görece daha etkili oldukları UNESCO ve UNCTAD gibi kuruluşlar seksenli yıllar içinde hem parasal hem de siyasal açıdan bilinçli olarak zayıflatılıp, marjinalleştirilmişlerdir. BM bünyesindeki belli kuruluşlar dışında bir bütün olarak örgütü hedef alan “haddini bildirme” örnekleri de sözkonusu olabilmektedir. Yetmişli yıllarda global ekonomik kriz, Vietnam Savaşı, ülke içindeki muhalefetin yükselmesi gibi nedenlerle BM içindeki hegemonik konumunda sarsılma yaşayan ABD, bağımsızlıklarına kavuşan ve BM’e üye olan üçüncü dünya ülkelerinin sayısı hızla arttığında, Genel Kurul’daki dengelerin aleyhine dönmesiyle birlikte BM bütçesinde kendisine düşen %30’luk katkı payını ödememe konusunda ısrarcı olmuştur. 1980’lerde de kısmen devam eden bu tutum, ABD’nin BM üzerinde denetimini kaybetme ihtimali karşısında örgütü fiilen felce uğratmak yoluyla tehdit etme çabasına bir örnek oluşturmaktadır.
Tekrar vurgulamak gerekir ki, devletlerin temsili esasına dayanan uluslararası resmi düzenin belirleyici fonksiyonu bir baskı aracı olmalarıdır. Bu nedenle demokrasi ve insan hakları mücadelesinde uluslararası resmi düzene umut bağlamak çok büyük bir yanılgıdır. İnsan hakları devletlerin değil, insanların ve halkların hakları olduğundan hakların yaşama geçirilmesi konusunda asıl işlevi bu öznelerin göreceği açıktır.
Bu açıdan bakıldığında hakların ihlalcisi olan devletler ve sermaye düzeni açısından insan hakları, dış politik faaliyetler için, -eğer bu faaliyetler başka yararlar sağlamıyorlarsa- bir temel oluşturmazlar. Buna karşın aşağı yukarı tüm ülkelerde ekonomi, güvenlik ve ideoloji ağırlıklı unsurlar devletlerarası politikanın asıl dayanaklarını oluştururlar. Eğer bu temel dayanaklarla çelişiyorsa, insan hakları her zaman için bu çatışmadan yenik çıkacaktır. Emperyalist devletler insan hakları adına etkili girişimlerde bulunmak yerine, diğer ülkelerdeki insan hakları ihlallerini gözardı eder ya da bu haklara zarar verici çalışmalarda bulunurlar. Örneğin insan haklarını ihlal eden rejimlere yapılan ekonomik ve askeri yardımlarla, insan hakları ihlallerini yaygınlaştırmada bu yönetimlere hem maddi güç hem de cesaret verirler.
Bütün bunlarla beraber insan hakları belgelerinin hakların özneleri açısından önemli işlevleri vardır. Bu işlev “meşruluğun eleştirel ölçütleri” olmalarında yatar. İnsan hakları ihlalleri ile karşılaşan toplumlar, hem kendileri için hem de dayanışma gösterdikleri başka toplumlar için bu belgeleri kullanarak ihlalci devletlerin politikalarının gayri meşruluğunu ortaya koyup onları zorlayabilirler.
Küresel insan hakları rejiminin bu durumuna karşılık daha etkili gibi görünen Avrupa rejimini ele alacak olursak, burada da insan hakları kaygılarından çok politik çıkarların belirleyici olduğunu görmek mümkün.
Öncelikle “Avrupa İnsan Hakları Rejimi”nin temelini oluşturan “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” ile ilgili bir yanılgıyı düzeltmekte fayda vardır. Sözleşmenin ortaya çıkışı başlıbaşına insan hakları ihlallerini önlemeye yönelik değildir. Temel amaç, aynı zamanda Batı ideolojisine somut bir çerçeve sağlamak, Batı sistemini Doğu’dan kesin çizgilerle ayırıp korumaktır. AİHS, Doğu-Batı çatışmasında Batı sisteminin elindeki en etkin siyasal propaganda araçlarından biri olarak ortaya çıkmıştır. Sözleşme ile getirilen sistem de devletlerin egemenliğinin çok kısıtlanmamasını sağlayacak ve her türlü siyasal manevra alanlarını açık tutan bir sitemdir.
Özellikle tek tek hakların ve özgürlüklerin sınırlanmasına geniş imkanlar tanınması ve devletlere “bunalımlı durumlar”da hakların korunmasını askıya alma yetkisinin tanınmış olması bunun göstergesidir. Zaten sözleşme de bu sayede yürürlüğe girmiştir. Diğer yandan sözleşmenin temeli olan bireysel başvuru hakkının ve İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisinin devletlerin kabulüne bağlı olması devletlerin kollandığının başka bir göstergesidir. Kaldı ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlarının ve komisyon üyelerinin devletler tarafından belirlenmesi de insan hakları normlarının değil, siyasi öngörülerin egemen olmasını beraberinde getirmektedir.
Bariz sistematik işkence uygulamaları dışında silahlı muhalif örgüt üyelerinin sözleşme kapsamındaki hak ihlalleri iddiaları komisyon tarafından çoğunlukla reddedilmiştir. Örneğin uzun süreli ve sistematik olarak hücrede izolayon uygulamasına maruz kalan IRA tutsaklarının başvuruları komiyon tarafından kabul edilmemiştir.
Bütün bunlara rağmen sistem bir kez ortaya çıktıktan sonra kendi dinamiklerini de yaratmaktadır. Bütün bu mekanizmalar ve haklar artık hakların öznelerinindir; bu hakların etkin bir şekilde kullanımı, mekanizmaların insanların ve halkların lehine çevrilmesi öznelerin dinamik gücüne bağlıdır.

İnsancıl bir düzen mi?
Hal böyleyken ne olmuştur da yeni dünya düzeninin egemenleri insan hakları havariliğine soyunmuştur? İnsan haklarını evrenselleştirmek küreselleşme politikalarının temel hedefi midir? Yoksa emperyalizmin bu aşamasının daha fazla insan hakları ihlaline gebe olması nedeniyle yaraya önceden pansuman mı hazırlanmaktadır?
Küreselleşme olgusu da son on-onbeş yıldır insan hakları kadar sık işittiğimiz bir kavram. Çoğu kez yandaş veya karşı olma temelinde tüketilen bu kavram aslen bu temelde tartışılamayacak kadar objektif ve subjektif yönlere sahip. Küreselleşme olgusu her ne kadar doksanlı yılların başında gündemimize girmişse de siyasi projenin iktisadi temelleri l970’li yıllarda kendisini göstermeye başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan kapitalizmin Fordist modelinin yetmişli yıllarda içine düştüğü global kriz toplumsal gelişme yasalarından kaynaklanan nesnel bir süreç olarak küresel ekonomik politikaları doğurmuştur. Bu yeni ekonomik evre emperyalizmin ulaştığı bir aşama olarak algılanmalıdır. l980’li yılların başında geliştirilen, doksanlı yıllarda olgunlaştırılan küresel siyasi, toplumsal, kültürel, felsefi projeler, bir anlamda sermayenin yeni uluslararasılaşmasından göreli olarak bağımsız değerlendirilebilecek projelerdir. Elbette bu projelerin gerisinde son derece örtük ve bir o kadar da açık bir şekilde dünyanın egemen ekonomilerinin ulusal çıkarları ve ihtiyaçları yatmaktadır.
Bu durumu bir komplo teorisiyle açıklamak yerine dünyanın bu merkezlerin çıkarları temelinde yeniden şekillendirilmesi olarak değerlendirmek gerekir. Bu, nesnel bir süreçtir. Sermaye ve üretimin giderek büyüyen ve tüm dünyaya yayılan genişleme hareketi, uluslararası tekellerin endüstriyel ve finansal çalışmalarını küresel plana yaymaları, iletişim ve ulaştırma alanında meydana gelen olağanüstü teknolojik gelişmeler, dünyanın yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır. Küresel siyasetin ana belirleyicileri olan neo-liberal politikalar, merkezi devletin çözülmesi, yerel yönetimlerin ve “sivil” toplumun güçlendirilmesi, kültürel anlamda postmodernizm, sınıfsal anlamda esnek piyasalar, esnek imalat sistemleri, toplam kalite yönetimi ile yaratılan marjinalizm ve dualizm, sosyal ve ekonomik hakların yok sayılması, sendikaların işlevsizleştirilmesi, ekolojik açıdan sınır tanımaz bir saldırganlık, bilim ve siyasetin militarizasyonudur. Bu süreçte ulus devletler yeni bir yapılanma içine girmiştir.
Sermayenin dolaşımı açısından sınırların aşılması olgusunun yanısıra ulus devletler ortadan kalkmamış tam aksine bölgesel politikalar temelinde körüklenen ve nesnel temelleri de bulunan milliyetçi hareketlerin gelişimiyle birlikte ulus devletlerin sayısı artmış, yalnızca işlevleri değişmiştir. Neo-liberal politikalar ekseninde devletler eğitim, sağlık, adalet, çevre, sürekli istihdam gibi geleneksel kamusal yüklerini özel alana devrederek bir tür toplumsal deregülasyon politikası içine girmişlerdir. Asıl ağırlıklarını güvenlik, kolluk güçlerinin modernize edilmesi, kontrol, denetim, istihbarat gibi alanlara kaydırmışlardır. Bunun doğal sonucu ise, ağırlığı ülkeden ülkeye değişse de bir tür polis devletleri olgusudur. Devletlerin sosyal işlevlerinden sıyrılması, bu işlevleri yüklenecek kesimlere olan ihtiyacı arttırmıştır.
Kamusal harcamaların desantralize edilmesi, yerel yönetimlere hatta “sivil” toplum kuruluşlarına sosyal işlevlerin göstermelik olarak yüklenmesi daha önce bu kamusal hizmetlerden yararlanan kesimlerin artık bu haklardan yoksun kalmasıyla sonuçlanmıştır.
Meşruluğunu demokrasi ve insan hakları retoriği ile etik bir temele oturtmayı hedefleyen küreselleşme ideolojisinin sonuçları ya da yansınmaları malumdur. Giderek pekişen ve büyüyen ekonomik ve soyal eşitsizlikler, büyük halk topluluklarının ve bölgelerin yoğun bir şekilde yoksullaştırılması... Küreselleşmenin mantığı, her şeyden önce maddi yaşam standartlarının düşürülmesinde, sömürünün yoğunlaştırılmasında ve durgun piyasanın canlandırılmasına yönelik yeni ürünler yaratılmasında yatar. Kapitalist üretim ve tüketim döngüsü, dünya nüfusunun çok küçük bir bölümü için sürekli hızını arttırarak dönerken, insanlığın geri kalan kısmı “gelişme” konusunda hiçbir şansa sahip olmaksızın duruyor.
Küreselleşme stratejisi yalnızca bu sonuçları doğurmakla kalmamış, önemli siyasal etkiler de yaratmıştır. Konumuz açısından en önemli sonuç demokratik kurumların içinin artan ölçüde boşalmasıdır.
Biçimsel olarak engelsiz işleme görüntüsüne karşın, siyasal sistem giderek daha fazla otokratikleşmiştir. Sınır tanımaz hale gelmiş olan sermayeye optimal şartların sunulması konusundaki baskı, siyasetin belirleyici noktası olmuştur. Teknolojiden istihdam politikasına, sosyal politikadan kültür politikasına kadar bütün devletsel faaliyetler; bu baskıya tabi durumdadır. Siyasi partilerin alternatif politikaları ise daha çok dünya pazarına eklemlenmelerin değişik imkânları etrafında seyretmektedir.
Bu çerçevede partiler arasındaki farklılıklar ortadan kalkmaktadır. Bu gelişmeler sermayenin meşruluk stratejisinin önemli bir unsuru olan burjuva demokrasisinin biçimsel kurumlarının da içini boşaltmış, daha doğrusu bu boşluğun çıplak bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Bütün bu olguların sonuçları daha yoğun insan hakları ihlalleri pratiğidir. Artan sınıf eşitsizlikleri ve sömürünün sonucunda hızlanan yoksullaşma süreci, temel hak ve özgürlüklerin kullanımını ortadan kaldırırken, çokuluslu şirketlere yatırım için ihtiyaç duydukları “sosyal-siyasal şartlar”ın sunulması hak ve özgürlüklerin sistematik bir şekilde tahribini doğurmaktadır. Buna karşı oluşan sosyal ve siyasal tepkileri bastırmayı sağlamak için sürekli geliştirilen güvenlik aygıtı, temel hak ve özgürlükleri, ekonomik ve sosyal hakları gasbederken, muhalefete verilen yanıt, polis devletinden başkası değildir. Çokuluslu şirketlerin taleplerini karşılamak ve onları rahatlatmak için devletin hukuk tanımazlığının bizdeki örneği, siyanürlü altına karşı mücadele eden Bergamalı köylülere reva görülen uygulamadır. Bu konudaki en çıplak şiddetin örneği ise, Nijerya’da petrol çıkartan Shell’in yarattığı ekolojik felaketlere karşı mücadele eden Ogani halkının muhalefet önderliğini yapan yazar Ken Saro-Wiwa ve sekiz arkadaşının Nijerya askeri cuntası tarafından idam edilmeleridir.
Daha önce bu küresel saldırı dalgasının neo-liberal siyasi söylem aracılığıyla insan hakları retoriğini kullanarak meşru bir düzleme oturmayı hedeflediği belirtilmiştik. Ama insan hakları söylemine gösterilen ilgide başka kaygılar da aramak gerekmektedir.
Son yirmi yılda muhalif hareketlerin kimliğinde önceki yıllardan farklı olarak insan hakları savunuculuğunun daha belirgin olduğu bir gerçekliktir. Kuşkusuz bunun nesnel temelleri vardır. İnsan hakları ihlallerinin giderek tırmanması, yeni tip sosyal hareketlerin ortaya çıkışı, spesifik global sorunlar karşısında özgül hak hareketlerin gelişmesi, sosyalizmin güçlü bir cazibe merkezi olmaktan uzaklaşması nedeniyle farklı kimlik arayışlarının belirmesi bu nedenlerden başlıcaları olarak sayılabilir.
Çin ve sosyalist bloktaki muhalif hareketler bir yana konulacak olursa, Avrupa dahil olmak üzere bu gelişen insan hakları hareketi sol nitelik taşımaktadır. Bu yeni muhalefetin ideolojik olarak işlevsizleştirilmesi, egemen toplumsal formların içine yerleştirilmeleri kuşkusuz egemenler için önem taşımaktadır. Devletleri, onun baskı aygıtlarını, kapitalizmi, emperyalizmi hedef alan yeni bir muhalefetin “içerilerek bastırılması” kuşkusuz ciddi bir problemdir. Egemenlerin meşruluk kaygısı dışında bu alanda bir ideolojik hegomanya yaratarak mevcut muhalefet hareketlerinin iç ve dış dinamikler yoluyla etkisini kırma çabası küçümsenemeyecek bir çabadır.
Özellikle Batı’da insan hakları hareketi ve yeni sosyal hareketlerin yaşadıkları süreçler önemli derslerle doludur. Bu gelişim gözlendiğinde, söz konusu hareketlerin hem siyasi ifade formları hem maddi hedefleri açısından mevcut anti-kurumsal ve kültürel anlamda devrimci özelliklerini yitirmeleri dikkat çekicidir.
Bu hareketlerin hem politik hem de kültürel açıdan giderek artan bir şekilde toplumsal formların içine yerleşmeleri, burjuva politikası ve yaşam tarzına yönelik eleştirel tutumdan teorik ve pratik olarak uzaklaşmaları onların yenilgisinin en önemli nedeni olmuştur. İnsan hakları mücadelesi aynı anda birçok toplumsal mücadele alanını kesen bir içeriğe sahip olmasına karşın, özellikle pratikte ortaya çıkan özerk bir alana da sahiptir.
Bu özerk alanın kendi ilkelerinin belirlenmesi, kuramsal bir kaygının eşlik ettiği, liberal ve neo-liberal insan hakları kuramına eleştirel bir mesafede duruşun örülmesi sanıldığı kadar kolay değildir.
Sosyalist hareketin -maalesef- bugüne dek bu özerk alana ilişkin özgün politika üretme kaygısından uzak duruşu da bu zorluğu arttıran bir faktör olmuştur. Dünya genelinde yaşanan bu sıkıntılar elbette Türkiye için de geçerlidir. Özellikle Kürt sorununa dünya ölçeğin de duyulan ilgi nedeniyle insan hakları hareketi azımsanmayacak bir merakla izlenmiştir. Bu merakın yakın bir ilgiye dönüşmesi, özellikle ilginin öznelerinin devletler-arası kuruluşlar olması, bu ilgiye nasıl yanıt vereceğini formüle edemeyen insan hakları gruplarının yapısal olarak dönüşümüne de neden olmuştur.
Bugün Türkiye’deki insan hakları gruplarının önemli bir bölümünün genel hareket mantığına bakıldığında, egemen kurumlara karşı bir protestonun artık belirleyici olmadığı ve sorunların toplumsal sebepleri üzerinde ciddiyetle durulmadığı görülür.
Buna bağlı olarak bu hareketliliklerin enerji, dikkat ve ilgilerini devlet veya küresel ekonomik mekanizmalar gibi egemen kurumların radikal bir biçimde dönüştürülmesine değil, olumsuz sonuçların düzeltilmesine yoğunlaştırdıklarını görmekteyiz. İnsan hakları hareketliliklerine yönelik bu eleştirilerin amacı onların mevcudiyetini ve işlevlerini değerden düşürmek değil, işlevsizleşme tehlikesinin mevcudiyetine işaret etmektir.
Bu açıdan insan hakları hareketlerinin tüm NGO’lar gibi devletler ve devletlerarası kurumlarla ilişkilerinde kendine güvenen fakat ilkeli tutumlar almaları elzem görünmektedir. Adı zikredilen kurumlarla siyasi ve mali tabiyet ilişkisine girilmesi, hangi bazda olursa olsun o yapıyı içten çürütmektedir. Özellikle bizim gibi yeni sömürge ülkelerle bu yapıların tercih ettikleri insan hakları ilişkileri, “proje bazında mali yardım”dır. Çoğunlukla meşrulaşmak ve ekonomik açıdan rahatlamak için girilen bu ilişkiler yoluyla, aslında o yapının çalışma tarzı ve alanı belirlenmektedir.
Örneğin Kürt bölgesinden “göç”le ilgili bir proje finanse edilmezken “çevre hakkı”na ilişkin bir başka proje kabul görebilmektedir. Mali bağımlılık ilişkisinin yanısıra çalışma tarzına ilişkin kültürel aktarımlar da belirleyici hegemonik ilişkilere dönüşebilmektedir. Bizim gibi ülkelerde daha militan ve kitlesel seyretmesi gereken insan hakları mücadelesi, çok bürokratik kalıpların içine çekilebilmektedir. Kitlesellikten uzak bürokratik çalışma demokratik kanalları tıkadığı gibi mevcut hareketin beslenebileceği yerel imkânları da ortadan kaldırmakta ve bir yabancılaşma yaratmaktadır.
Bir diğer sorun sahte NGO veya GONGO (Government organized non-governmental organization) dediğimiz yapılardır. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki NGO’ların çoğunun, AT dışı NGO’larla ilişki kurarken aslında kendi devletlerinin bir tür dışişleri seksiyonu gibi çalıştıklarını pekçok kişi bilir.
Bunların parasal kaynakları aslında yurttaş bağları değil, devletin aktardığı vergilerdir. OECD Gelişme Merkezi’nin istatistiklerine göre NGO’lar ABD, japonya, Almanya ve Fransa’dan sonra dünyaya para aktaran beşinci güçtür ve NGO’ların yaptığı parasal yardımların %25’i doğrudan hükümet fonlarından karşılanmaktadır. Yani IMF politikalarının belirleyicisi olan devletler aynı zamanda bir NGO’nun güçlenip zayıflamasını belirleyebilecek durumda gözükmektedirler.
Bağımsız bir insan hakları hareketi için
Buraya kadar söylediklerimizden ortaya çıkan sonuç, insan hakları hareketinin günümüzde ciddi bir tehlike altında olduğudur. İdeolojik yönlendirme, mali kontrol ve bütün bunların yetmediği yerde, fiziki baskı... Sistem böyle işlemektedir. Gitgide daha çok artan ihlallerin üzerinde yükselen ve zaten işleyiş bakımından buna zorunlu da olan “yeni” düzen, bağımsız hareketlerden korkmakta ve geçmişte Anti-Sovyet kampanyalar için harcadığı mali ve fiziki enerjiyi, şimdi bu hareketlerin manipülasyonu için harcamaktadır.
Dolayısıyla, bugün gelinen noktada insan hakları hareketinin acil sorunu, bu bağımsızlığın korunması ve geliştirilmesidir. İnsan hakları mücadelesinin gerçek öznelerinden kopmayan, gerekirse bunun için mali sıkıntılara katlanabilen militan ve kitlesel bir hareket, bugünün şartlarında elzemdir. Ki, bu yaklaşım aynı zamanda, insan hakları alanında geçmişten beri var olan iki ana akım arasında bir tercihtir. Daha çok ABD manipülasyonu altında gelişen “tuzu kuru” bir “özgürlükçü” söylemle, özellikle dünyanın Latin Amerika, Afrika gibi sıcak bölgelerinde filizlenen “baldırıçıplak” tarz arasındaki tercihimiz şüphesiz ikincisinden yana olmalıdır. Bu anlamda, ilk elde önem verilmesi gereken konu, bu anlayışa sahip örgütlerin ve grupların aynı niteliğe sahip insan hakları örgütleriyle buluşmasının tüm imkânlarının zorlanması, bir uluslararası dayanışma ağı oluşturmasıdır.
Bugünün insan hakları savunucuları, bu mücadeleyi kamusal alandan, özellikle de verili siyasi koşullardan bağımsızlaştırarak yalnızca bir hakemlik mertebesine indirgeyen burjuva liberal anlayıştan kopmanın kuramsal kaygısını taşımalı, kendi özel alanlarına ilişkin geliştirdikleri çözümleri küresel bir politik proje çerçevresine yerleştirme çabasında olmalıdırlar.
İnsan hakları alanında yeni dünya düzeninin egemenlerinin ideolojik hegomanyası kırılmadığı sürece küresel saldırıya karşı küresel bir insan hakları direnişinin sergilenemeyeceği bilinciyle hareket edilmelidir.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92