Yenilmemeye Mahkumuz!
Ş. Kalan
|
“Eğer savaşıma ancak son derece elverişli şartlarla
girilmesi gerekseydi” diyor Marks, “tarih yapmak elbette
çok kolay olurdu.”
Gerçekten de, bazen ya da aslında daha doğrusu çoğu
zaman, önümüze çıkan nesnellik böyledir. Bizim donanımımız
ve tarihin beklentileri ya da zorunlulukları pek nadiren
birbirine denk düşer. Evet, Marks’ın “sorun” ile “çözüm”
arasında bir devamlılık ve sebep/sonuç ilişkisi kuran
şu ünlü cümlesini belki hepimiz biliriz; ama o cümle
başka bağlamlardan koparıldığında risklidir de. Çünkü
“sorun”, aslında “çözüm” imkânının bulunduğu yerde ortaya
çıksa da, somut hayatın içinde ancak “çözüm iradesi”yle
bir sonucu bağlanabilir.
Şu ya da bu özgül olayda değil, tarihin genel seyrinde
de bu böyledir. Örneğin “kapitalizmin mezar kazıcıları”ndan
söz ediliyorsa eğer, bugünkü akıldışı sistemin mutlaka
yeni bir toplumsal sisteme, sosyalizme dönüşeceği söyleniyorsa,
bu, genel bir doğru olsa da, bizim dışımızda, bizsiz
gerçekleşecek bir şey değildir. Klasik Alman ekolünden
Raboçeye Dyelo’ya dek, proletarya partisine ve öncülük
kavramına yapılan her itirazın kökeninde, tarihin zorlanması
fikrine karşı açık bir soğukluk ve bilinçli insan eyleminin
rolü konusunda ölçüsüz bir ahmaklık vardır. Ne Yapmalı’dan
Devlet ve İhtilal’e dek bütün o kalın eserleri okuyup
bitirdikten sonra gözlerinizi kapayın, ayrıntıların
hepsini unutun, onca tartışma ve polemikten geriye bir
tek şey kalır: Devrimci insanın iradesine inanç ya da
inançsızlık... Bugün pek çok önemsenip yeniden yeniden
dönülen sosyalist devrim/demokratik devrim tartışmalarının
ya da tüzüğün bir maddesinin biçimi üzerine yapılan
Martov polemiklerinin özü, aslında devrimcilik ya da
pasifist lafebeliği arasındaki ayrım noktasına denk
düşer. Çünkü mesele son derece basittir; ancak devrim
istiyorsanız, devrimi yapılması gereken bir şey
olarak algılıyorsanız, partinize “kimlerin üye olacağı
kimlerin olamayacağı” gibi bir tartışmayı önemli bulursunuz.
Ve ancak devrim fikrinden uzaksanız, “her profesör”ün
üyeliği gibi bir ahmaklığı öne sürebilirsiniz, vb. vb...
Çünkü tarih, böyle bir şeydir. Siz onun sahnesine reel
olanın kabulü ve mevcudun basitçe hareket ettirilmesi
gibi bir noktadan değil, koşulların zorlanması ve mevcut
olmayanın da gerekirse “yaratılması” gibi bir perspektif
üzerinden çıkarsınız. Elbette “verili koşullar üzerinde”
işe başlarsınız ama o koşullara “eklenen” bir şey olarak
kalmazsınız; kendi tasarımlarınız ve örgütlü iradenizle
ortamı da değiştiren bir müdahalede bulunursunuz. Ve
böylece o, yani tarih, ilk hazır bulduğumuz halinden
başka bir düzleme sıçrar, artık bizim yaptığımız
bir şey haline gelir. Dünya tarihinin en önemli parçası,
yerinden fırlayıp “evet, böyle bir parti var!” diye
haykıran bir iradenin eseridir; ve şu çekik gözlü kalabalık
bugün sefil bir güruh olmak yerine bir tarih dersinin
öznesiyse eğer, şüphesiz bu da bir “uzun yürüyüş” göze
alındığı içindir...
Yıllar ve onyıllar sonra bugünkü kuşaklardan bayrağı
devralacak olanlar, “olumsuz tarihi koşullar”dan ve
“tarihin iradeyle zorlanması”ndan söz ederken herhalde
en iyi örnek olarak yaşadığımız şu günleri vereceklerdir.
Süreç ve irade, imkânların sınırlılığı ve başarı şansı,
geriye kayma ve ileriye atılmanın olanakları hiçbir
zaman bugünkü kadar karışık bir bileşim oluşturmamıştı.
Bugün her şey gerçekten de bir aradadır! Bugün her şey,
-yalnızca teorik yoldan değil, pratik müdahale yolundan
da- ayrıştırılmayı beklemektedir.
Devrimci hareketin insan yapısı da aynı durumdadır ve
“aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde” diye tarif edilen
netlikten çok uzaktadır. Bugün A bölgesinde çalışırken
zerre kadar anlaşamadığınız X adlı devrimcinin, yarın
bir cezaevi direnişinde kahramanca öldüğünü duyarsanız,
şaşırmazsınız; politik olarak ayrı düştüğünüz bir okul
arkadaşınızla gözaltı hücresinde buluşmanız da aynı
biçimde mümkündür. Yani devrimci insan malzemesi, tümüyle
politik ölçütlere oturmayan bir dağılım göstermektedir
ve bu durumun daha bir süre devam etmesi kimseyi şaşırtmayacaktır.
***
“Tarihin iradeyle zorlanması”ndan söz ederken, gerçi
daha genel ve daha derin bir sorunu anlatmak istiyoruz
ama bugün için ve şimdi, bu tarihin en kritik noktası
haline gelmiş olan “tabutluklar” olayı önümüze dikilmiştir
ve aynı zorlama/zorlanma diyalektiği orada da geçerlidir.
“Tabutluk” projesinin yüzü artık açıkça belirmeye başladı.
Daha doğrusu, devletin bir maske kullanma ihtiyacı hissetmediği
de görülüyor; o kendi yolundan yürüyor ve bir yandan
tepkileri dikkatle izlerken bir yandan da hiçbir tepki
ve direnişi önemsemezmiş havası vermeye özen gösteriyor.
Kontra-enformasyon için yine bilinen yollarını kullanıyor;
adı kötüye çıkmış ne kadar köşe yazarı varsa toplayıp
“hafta sonu gezileri”ne götürüyor, durmadan yeni yazı
siparişleri veriliyor. Öte yandan ise toplumsal tepkiyi
köreltmek için Barolar gibi, Tabipler Birliği gibi en
hassas noktalara yönelen (ve pek de başarılı olmayan)
bir çalışma yürütüyor.
Bu arada, Kandıra tabutluğunu inceleyen heyetin anlatımlarından
sonra başka bir şey daha iyice açığa çıkmış olmalı:
Türkiye gibi her bakımdan çürümüş bir ülkede, bütün
diğer işler gibi cezaevi yapımının da feodal alışkanlıklara,
alışılmış hırsızlıklara, arabesk mantığa tabi olacağı
ve bu işin de her zamanki gibi derme çatma/uyduruk biçimde
yapılacağı yolundaki yaygın varsayım, (belki inanılmaz
bir şey ama!) bu defalık işlemiyor. Başka hiçbir alanda
doğru dürüst tek iş beceremeyen, her şeyi yüzüne gözüne
bulaştıran hantal devlet mekanizması, yalnızca bu işte,
eski Türk filmi reklamlarında denildiği gibi “hiçbir
fedakârlıktan kaçınmadan” büyük rakamları gözden çıkarıyor,
devasa büyüklükteki arazilerin üzerine binalar kuruyor.
Kandıra örneğinde toplam cezaevi arazisi ile ikamet
alanı arasındaki farka bakılırsa, yapılmak istenen şey
daha iyi anlaşılıyor. Türkiye’deki bütün tutukluları
ya da hatta bütün siyasi tutsakları hücrelere tıkmak
gibi kaba saba bir hedefleri yok; geniş arazi üzerine
kurdukları tabutlukların her biri, çok çok 400 civarında
tutsak için planlanıyor ve cezaevindeki beton blokların
hacmi hücrelerin hacmini aşıyor.
Yani, herşeye “Türk gibi” başlayan ve sonradan cıvıtarak
yine “Türk gibi” bitiren bürokratik mekanizma, bu kez
sorunu ciddiye alıyor ve öyle görülüyor ki bu işleri
yaparken emperyalist dünyanın deneyim hazinesinden de
akıllar fikirler alıyor.
***
Ciddiye alıyorlar; çünkü bu iş artık bir “cezaevi projesi”
değildir; yapılan şey, en baştan beri teknik ya da adli
sınırların ötesinde, politik bir projenin parçasıdır.
Bu, kapsamlı bir projedir. 50’li yıllardan beri bir
dizi emperyalist politikaya “pilot ülke” olarak hizmet
etmiş olan Türkiye, epey uzun süredir, yeni sömürgeciliğin
derinleştirilmiş bir biçiminin en önemli uygulama alanı
olarak seçilmiş görünmektedir. İktisadi/sosyal açılardan
bir çok ayrıntıya sahip olan bu nisbeten yeni durumun,
politik alandaki en önemli ayağı ise, devrimci alternatiflerin
bu kez 80 ve 90’lı yıllardan daha köklü bir biçimde
likide edilmesidir. Bu kez hedeflenen şey, devrimcilerin
şu anda zaten çok fazla bir etkinliğe tekabül etmeyen
fiziki gücü değil, onun hareket alanı, toplumsal vizyonu
ve kısa vadedeki gelişme imkânlarıdır.
Tabutluk projesinin genel olarak IMF programlarından
ya da sınıfa yönelik saldırıdan bağımsız olmadığı ajitatif
bir söylemle belki pek sık tekrarlanıyor ama bunun derinlikli
anlamı üzerine o kadar düşündüğümüz söylenemez. Oysa
bu bağlantı, basit ve kaba bir bağlantı değildir. Arkasında
bir dizi iktisadi/sosyal proje ve emperyalist merkezlerde
tasarlanmış yeni bölgesel konumlanış vardır. Sistem
içinde muz cumhuriyetlerinden daha üst bir konuma yükseltilen
ve belirli bir kumpanya içersine (hademe sıfatıyla da
olsa) alınan Türkiye, bu sürece girerken mevcut devrimci
alternatifleri (ve yenilerinin belirme ihtimalini) ortadan
kaldırma hedefini önüne koymuş bulunuyor. Ortalığı kaplayan
“kriter” tartışmaları bu bakımdan hiç anlamlı değildir;
neoliberal soytarıların kaygılı lafları da boşunadır.
Hortum Süleyman, “AB’ye girilmesini istemeyenler örgütü”nün
gizli ajanı filan değildir! Türkiye “Hortum Süleyman”larıyla
birlikte yeni kumpanyaya katılmak istiyor ve katılacaktır...
İki sebepten ötürü bu böyledir: Birincisini anlamak
için tahlile gerek yok: “Hortum” dedikleri şey, Türkiye’ye
özgü bir nesne değildir; AB dediğimiz demokrasi diyarının
da kendi “hortum”ları vardır ve onlarsız hiçbir burjuva
devleti yoktur aslında.
İkincisi ise, bağımlılık kavramıyla ilgili daha derinlikli
bir tartışmanın kapısını açar. Türkiye oligarşisiyle
emperyalist sistem arasındaki bağımlılık ilişkisi, artık
60’lı yıllardaki düzeyin daha üstüne bir yere çıkmıştır.
Denilebilir ki bu ilişki, artık M. Çayan’ın “emperyalizmin
iç olgu olması” yolundaki saptamasının bütün mantıki
sınırlarına dek doğrulanması anlamına gelmektedir. Yani,
Türkiye dediğimizde artık kastettiğimiz şey, Ruanda
ya da Sierra Leone filan değildir; esasen 70’li yıllarda
bile kastedilen bu değildir. Ama 2000’lerin başında
bu fark daha da açılmış, çizgiler daha da belirginleşmiştir.
Yani Türkiye “Hortum”uyla birlikte ve onlara rağmen
bölgesel bir konum tutacaktır. Çünkü bu konum projesinin
bizzat kendisi yoğunlaştırılmış bir baskıyı içermektedir.
“Tabutluklar” olayı, tam burada bir yerde duruyor. Yeni
dengeleme/pasifikasyon yöntemleriyle toplumsal hareketin
içini boşaltmaya çalışan ve konsantre edilmiş gaddarlıklarla
sokaktaki solu ezerek yalnızca neoliberal şarlatanlara
kapı açan oligarşi, bu politik projeyi kalıcı bir ceza
rejimiyle tamamlamak istemektedir.
Dergilerde sık sık tekrarlanan “öncülere saldırı” söylemi
bu bakımdan özü itibarıyla yanlış değildir. “İçerdekiler”in
kitlelerin “öncüsü” olup olmadıkları; daha doğrusu genel
olarak böyle bir “öncülük” halinin bugün için var olup
olmadığı, ayrı bir tartışmadır. Böyle bir söylemin gerçeği
ifade etmesini biz Özgür Barikat olarak bütün kalbimizle
isterdik; ve zaten o zaman ülkenin dengeleri de (herhalde!)
farklı olurdu. Ama bütün bu tartışmaların ötesinde,
“öncü” olma misyonunun bütün devrimcilere özgü bir nitelik
tanımlaması olduğu söylenebilir, ki zaten oligarşinin
“tabutluk” olayındaki asıl derdi de budur. Çünkü cezaevinde
ya da dışardaki devrimci insan gücü, kendi fiziksel/siyasal
çapının da ötesinde, geleceğe yönelik bir “gelişme”
ve “öncülük” potansiyelini temsil etmektedirler.
Gelecekle ilgili olarak “toplumsal patlamalar” tesbiti
yapan emperyalist merkezler, elbette bu sürecin kendi
iradi güçlerini de yaratabileceğini bilmektedirler;
bugün her şeye rağmen devrimcilerin yüksekte tuttukları
moral tempo, onlar için kaygı vericidir. Bu yüzden devrimci
gücün etkisizleştirilmesi operasyonunun son noktaya
kadar götürülmesini planlayan oligarşi ve emperyalist
akıl hocaları, kalıcı bir cezalandırma rejimini kurmanın
peşindedirler. Türkiye’de şu anda “cezaevine girme riski
yüksek” devrimci sayısı ile (ki bundan bütün kitleyi
değil, “yüksek güvenlikli cezaevi”ne aday insanları
kastediyoruz) yapılan tabutlukların toplam kapasitesi
kıyaslandığında her şey anlaşılıyor. Anlaşılıyor ki,
bu, salt bugünü değil, geleceği de gözeten, yeni devrimci
kuşakları da hedefleyen bir rejimdir.
Ülkenin gündeminin böyle şekillenmesinin bir talihsizlik
olduğunu daha önce söylemiştik. Ama bunu söylemek durumu
değiştirmiyor; çünkü bugün, bu düğüm, devrimcilerin
yenilmemek zorunda olduğu, yenilmemeye mahkûm olduğu
bir noktaya gelip dayanmıştır.
Saldırı, kesinlikle geri püskürtülmek zorundadır. Projenin
bütün direnişlere rağmen uygulanması halinde de devrimci
direnişin hücrede devam ettirilmesi, devrimci kimliğin
korunması ayrı bir tartışmadır. Çok önemli bir tartışmadır;
bundan sonra Türkiye’deki her devrimci, (içerdekiler
olduğu kadar sokaktakiler de!) hücre dahil her koşulda
devrimci kimliğini koruyabileceği bir siyasal donanımı
kendisine asgari form olarak seçmelidir. Eski RAF militanı
Andreas’ın geçen sayılarımızdan birindeki röportajında
söylediği gibi, onlar bizi buna zorlamadan önce “kendimizle
hesaplaşmayı” öğrenebiliriz, öğrenmeliyiz. Esasen bu,
bir devrimcinin zaten olmazsa olmaz duruşudur denilebilir
ama bu kez sorun daha da yakıcı hale gelmiştir.
Ama şu andaki tartışma bu değildir; şu andaki asli tartışma,
saldırının püskürtülmesidir. Devrimci hareket, hiçbir
biçimde yenilme hakkına sahip değildir. Şu anda o, kendi
gücünün çapından bağımsız olarak, asla kaçınamayacağı
bir görev üstlenmiş durumdadır; orada, doğru davranmaya
mahkum olmuştur. Bu bir çarpışmadır ve zaferden başka
alternatifi de yoktur.
Onlar, kiminle karşı karşıya olduklarını göreceklerdir.
Sağda solda borazan olarak gezdirdikleri sahte NGO temsilcileriyle
yürüttükleri kontr-enformasyon problemi çözmeyecektir.
Mesele Çölaşan’ın köşesinde ya da bakanlık koridorlarında
değil, tam da orada, olgunun yaşandığı yerde, koğuşlarda
ve maltalarda çözülecektir. Ve orada karşılaşacakları,
soytarı mafyacılar değil devrimcilerdir.
***
Hâlâ ikide birde “ateş düştüğü yeri yakar” laflarını
geveleyen, kendi kurumlarının “asli işlevlerinden sapmamasını”
kollayan darkafalı sendikacıların, oda yöneticilerinin
filan hiç anlamadıkları işte bu düğüm noktasıdır. Onlar,
bu halleriyle tam da kafasına vuran şeyi anlamayan körün
halini andırıyorlar. Hâlâ 1980 darbesinde duruyorlar,
hâlâ oraya bakıp “sınıfın örgütsüzlüğü”nü ya da genel
olarak “örgütten kaçışı”nı anlamaya çalışıyorlar. Yirmi
yıldır yapılan şeyin nasıl bir bütünlük oluşturduğu
ve “tabutluk” meselesine nasıl bir son halka olarak
gelindiğini anlamıyorlar. Yayınlarında, sağda solda
“insanın deformasyonu”ndan, “kitlelerin depolitizasyonu”ndan
söz ediyorlar ama bu olgunun nasıl bir projenin parçası
olduğunu atlayıp hücre meselesini esas olarak devletle
devrimcilerin kendi aralarında çözmeleri gereken bir
şey olarak algılıyorlar. “Ama bu bizim asıl işimiz
değil ki!” diyorlar konu açıldığında, “asıl iş”in bu
topyekûn saldırıyı durdurmak olduğunu unutuyorlar. Unuttukları
ya da görmedikleri asıl şey ise, devrimci güçler ezilirse
ellerinde dişe dokunur bir sendikanın/odanın da kalmayacağıdır.
Önümüzde duran, capcanlı bir diyalektik örneğidir...
Hayat kompartımanlardan oluşmaz. Bir yerde aktif olup
başka bir yerde pasif bir tutumla yetinemezsiniz; daha
doğrusu böylece bütün olarak pasifizmin içine düşersiniz.
Yani örneğin ben tabip odasıyım ya da baroyum, üyelerimin
özlük sorunları konusunda en sert eylemlere hazırım
ama cezaevi gibi bir sorunda bildiriyle yetinebilirim
derseniz; aslında herkes bilir ki, siz üyelerinizin
hakları konusunda da matah bir şey yapma kararında değilsinizdir.
Üstelik bu konuda “üyelerimizin geri yapısı” gibi laflar
ederseniz de kimse bunu yemez. Çünkü yine herkes bilir
ki, siz, “üyelerinizi” aydınlatmak için üç satırlık
bir broşür hazırlamaktan bile kaçınıyorsunuzdur.
Yani aslında mesele, hücreler iyidir/kötüdür, sağlıklıdır/değildir,
odadır/koğuştur tartışmalarının da ötesindedir. Bunlar
hepsi mesleki muhalefet duruşları bakımından önemlidir
ama daha da önemlisi şudur: Şöyle ya da böyle, siz doğru
bulun ya da bulmayın, gözünüzün önünde bir hesaplaşma
yaşanmaktadır, siz bu hesaplaşmanın neresinde olacaksınız?
Asıl soru budur.
“Aşırı ve maceracı” solun ezilmesinden sonra, yollarının
“düzleneceğini” ve AB koşullarında ferah ferah sosyalistlik
ya da aynı anlama gelmek üzere NGO’culuk oynayacaklarını
zannedenler bu ülkede eğer hâlâ varsa, ya Şvayk’ın eşsiz
deyimiyle “sıfır numara” aptaldırlar ya da oligarşinin
hizmetindedirler. Polis sorgusundan geçmiş herkes şu
trajikomik açmazı bilir: Kim zayıf davranıyorsa, polisten
en çok dayağı o yer! Yani sessizlik kimseyi kurtarmaz.
Üstelik bu, gerçekçi bir hesap da değildir; çünkü bu
ülkede “ılıman bir sosyalizm” hiçbir zaman yakasını
“daha sol”dan kurtaramayacaktır ve iyi ki de kurtaramayacaktır.
Bugünlerde pek çok edilen “sınıf” lafı da tehlikelidir.
İşçi sınıfının bütün ileri unsurlarının, bütün duyarlı
sendikaların bu işe kanalize edilmesi, iyidir, istenir
bir şeydir. Ama bu lafları edip, “sınıf” adına ve “sınıftan
kopmamak” adına kenarda durmak da mümkündür. Yani hücrelere
karşı yapılan basın açıklamalarına ve eylemlere bakıp
“ama bunlar sınıfla birlikte yapılmıyor ki” diye dudak
büktüğünüzde, aslında bize yutturmak istediğiniz başka
bir şeydir.
Somut olmak gerekiyor. TUYAB ile Tersane işçilerinin
basit bir grev ziyaretiyle gelişen ilişkisi, belki sınırlı
bir örnektir ama somuttur. Somut olmak gerekiyor ve
somut olan da şudur: Sınıf içinde neyimiz varsa, getirir
bu meseleye konsantre ederiz. Yoksa ettiğimiz lafın
anlamı kalmaz. 1 Mayıs’a, gecelere, pikniklere yüzlerce
insanı toparlıyor ve bununla övünüyorsak, pek güzel!
Bir yıl içersinde, 1 Mayıs dışında tam 364 gün daha
vardır; ve biz aynı insanları aynı duyarlılıkla hayatın
bütününe taşıyamıyorsak, 1 Mayıs dediğimiz şeyin, 23
Nisan gösterilerinden farklı hangi yanı kalır ki?
***
Bütün bunlar önemlidir.
Kürt hareketinin tavrı da hâlâ çok önemlidir... Devrimci
hareket şüphesiz bu tutum ne olursa olsun kendi yolundan
yürüyecektir; 96’da olanlar biliniyor. Türkiyeli devrimciler
bakımından 96, nelerin göze alınabildiğinin açık bir
deklerasyonudur. Ama Kürt hareketinin tavrı yine de
önemlidir. Kürt hareketi, “kendi tarzıyla, kendi kitlesiyle
kendi eylemini yaparak” durumu kurtaramaz. Şüphesiz
yapılan her şey önemlidir ama problem geneldir. Kürt
hareketi kendisini artık bu genelin içinde hissetmiyorsa
ayrı sorundur tabii; ama o genelin içinde durduğunu
düşünüyorsa, orada duranlarla bir araya gelmek zorundadır.
Ayrı durmak, ayrı olmanın ifadesidir. Ben kimselere
bulaşmam derseniz, kendi kitlenize de bu ruh halini
ve antipatiyi pompalarsanız, sonuçta kader çizgileri
arasındaki açıyı büyütmüş olursunuz. Devrimci ölüleri
üzerinde kurulacak bir “demokratik cumhuriyet” ise kimseye
hayır getirmez!
***
Bugünün manzarası budur. Karşımızda bir proje vardır
ve yalnızca “.... sökmeyecek!” sloganı bu sorunu çözmeyecektir.
Bugün sorun, çözüm iradesini ve arkasındaki güçleri
alana sürmek ve yapılması gereken her şeyi yapmaktan
ibarettir. Bu süreçte, birlik ruhunu, sokaktaki “pratik
koalisyonu” bozacak tutumlar neredeyse ihanetle eşdeğerdir.
Tırnak içindeki bu sözü boşuna kullanmıyoruz; gerçekten
de olguların kızıştığı her noktada, sokakta bir “koalisyon”
oluşmuştur ve önümüzdeki süreçte de oluşacağı kesindir.
Mesele, o “koalisyon”a irademizi de katmak ve bunu birlik
ruhunu bozmak için değil büyütmek için yapmaktır.
Şimdilik ortamın biraz değişmiş olması ve yükselen tepki
karşısında atılan kısmi geri adımlar kimseyi rahatlığa
sevketmemelidir. Bugünkü tepkilerin gevşemesini bekleyen
devlet, hazırlığını sürdürmekte ve uygun bir saldırı
sürecini kollamaktadır.
Murat Dil’in cenaze töreni bu bakımdan çok anlamlıydı.
Maalesef büyük bir basiretsizlikle her zamanki devrimci
cenazelerinden biriymiş gibi algılanan bu olay, son
bir yılın atlanmış fırsatlarından en önemlisi olarak
tarihe geçti. Gerçi hakkını teslim etmek gerekir, Murat’ın
cenaze töreni, katılanların sayısının azlığından bağımsız
olarak, bir militana yakışır biçimde yapıldı. Oraya
katılanların ellerinden geleni yaptıkları da kesindi.
Ama tam da hücre saldırısının hazırlandığı koşullarda
gerçekleşen bu cenaze töreni, büyük bir gösteriye dönüştürülebilir
ve yalnızca “cenaze” olmaktan ötede, hücre karşıtı bir
dalganın başlangıcı yapılabilirdi. Belki de bu anlamda
Burdur-Bergama saldırıları, soldaki bu büyük sorumsuzluğun
bedeli olarak yaşanmıştır. Murat’ın arkadaşlarının ortaya
koyduğu olumlu tutuma rağmen böyle bir kitleselliğin
yakalanaması, güçlü bir adımın önünü kesmiş ve düşmanı
yeni saldırılar için cesaretlendirmiştir. 60 kişilik
basın açıklamalarını küçümseyenler, onbinlerin katılacağı
gösterileri özleyenler(!) adeta “enerjinin sakınımı”
yasasını uygulayarak Okmeydanı’na zahmet bile etmemişlerdir.
Kırklareli meselesinden ise söz etmeye bile gerek yok;
o meselede bütün solun boynu eğridir. İki dünya arasında
bir tercih yapan ve bunun için canlarını ortaya koyan
dört insan, son yılların en cılız desteğini görmüşler
ve adeta üvey evlat muamelesine uğramışlardır.
Bunların hepsi önemlidir. Yaptıklarımız yapacaklarımızın
teminatıysa eğer, çok daha fazla önemlidir. Çünkü bugünün
sorunu başlayacak bir saldırıyı püskürtmek değildir;
asıl sorun saldırıyı daha ön çizgide bir yerde karşılamak
ve önceden bir set oluşturmaktır. Devrimciler böyle
bir çizgiyi tutturabilecek güce ve yeteneğe sahiptirler,
kamuoyundaki meşruiyetleri bakımından da durumun hiç
ümitsiz olmadığı son aylarda anlaşılmıştır. Şu anda
ihtiyacımız olan tek şey, bu gerçeğin farkına varmak
ve kendine güvenli bir çizgi üzerinden cepheyi örmekten
ibarettir.
|