Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Ş. Kalan

“Eğer savaşıma ancak son derece elverişli şartlarla girilmesi gerekseydi” diyor Marks, “tarih yapmak elbette çok kolay olurdu.”
Gerçekten de, bazen ya da aslında daha doğrusu çoğu zaman, önümüze çıkan nesnellik böyledir. Bizim donanımımız ve tarihin beklentileri ya da zorunlulukları pek nadiren birbirine denk düşer. Evet, Marks’ın “sorun” ile “çözüm” arasında bir devamlılık ve sebep/sonuç ilişkisi kuran şu ünlü cümlesini belki hepimiz biliriz; ama o cümle başka bağlamlardan koparıldığında risklidir de. Çünkü “sorun”, aslında “çözüm” imkânının bulunduğu yerde ortaya çıksa da, somut hayatın içinde ancak “çözüm iradesi”yle bir sonucu bağlanabilir.
Şu ya da bu özgül olayda değil, tarihin genel seyrinde de bu böyledir. Örneğin “kapitalizmin mezar kazıcıları”ndan söz ediliyorsa eğer, bugünkü akıldışı sistemin mutlaka yeni bir toplumsal sisteme, sosyalizme dönüşeceği söyleniyorsa, bu, genel bir doğru olsa da, bizim dışımızda, bizsiz gerçekleşecek bir şey değildir. Klasik Alman ekolünden Raboçeye Dyelo’ya dek, proletarya partisine ve öncülük kavramına yapılan her itirazın kökeninde, tarihin zorlanması fikrine karşı açık bir soğukluk ve bilinçli insan eyleminin rolü konusunda ölçüsüz bir ahmaklık vardır. Ne Yapmalı’dan Devlet ve İhtilal’e dek bütün o kalın eserleri okuyup bitirdikten sonra gözlerinizi kapayın, ayrıntıların hepsini unutun, onca tartışma ve polemikten geriye bir tek şey kalır: Devrimci insanın iradesine inanç ya da inançsızlık... Bugün pek çok önemsenip yeniden yeniden dönülen sosyalist devrim/demokratik devrim tartışmalarının ya da tüzüğün bir maddesinin biçimi üzerine yapılan Martov polemiklerinin özü, aslında devrimcilik ya da pasifist lafebeliği arasındaki ayrım noktasına denk düşer. Çünkü mesele son derece basittir; ancak devrim istiyorsanız, devrimi yapılması gereken bir şey olarak algılıyorsanız, partinize “kimlerin üye olacağı kimlerin olamayacağı” gibi bir tartışmayı önemli bulursunuz. Ve ancak devrim fikrinden uzaksanız, “her profesör”ün üyeliği gibi bir ahmaklığı öne sürebilirsiniz, vb. vb...
Çünkü tarih, böyle bir şeydir. Siz onun sahnesine reel olanın kabulü ve mevcudun basitçe hareket ettirilmesi gibi bir noktadan değil, koşulların zorlanması ve mevcut olmayanın da gerekirse “yaratılması” gibi bir perspektif üzerinden çıkarsınız. Elbette “verili koşullar üzerinde” işe başlarsınız ama o koşullara “eklenen” bir şey olarak kalmazsınız; kendi tasarımlarınız ve örgütlü iradenizle ortamı da değiştiren bir müdahalede bulunursunuz. Ve böylece o, yani tarih, ilk hazır bulduğumuz halinden başka bir düzleme sıçrar, artık bizim yaptığımız bir şey haline gelir. Dünya tarihinin en önemli parçası, yerinden fırlayıp “evet, böyle bir parti var!” diye haykıran bir iradenin eseridir; ve şu çekik gözlü kalabalık bugün sefil bir güruh olmak yerine bir tarih dersinin öznesiyse eğer, şüphesiz bu da bir “uzun yürüyüş” göze alındığı içindir...
Yıllar ve onyıllar sonra bugünkü kuşaklardan bayrağı devralacak olanlar, “olumsuz tarihi koşullar”dan ve “tarihin iradeyle zorlanması”ndan söz ederken herhalde en iyi örnek olarak yaşadığımız şu günleri vereceklerdir. Süreç ve irade, imkânların sınırlılığı ve başarı şansı, geriye kayma ve ileriye atılmanın olanakları hiçbir zaman bugünkü kadar karışık bir bileşim oluşturmamıştı. Bugün her şey gerçekten de bir aradadır! Bugün her şey, -yalnızca teorik yoldan değil, pratik müdahale yolundan da- ayrıştırılmayı beklemektedir.
Devrimci hareketin insan yapısı da aynı durumdadır ve “aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde” diye tarif edilen netlikten çok uzaktadır. Bugün A bölgesinde çalışırken zerre kadar anlaşamadığınız X adlı devrimcinin, yarın bir cezaevi direnişinde kahramanca öldüğünü duyarsanız, şaşırmazsınız; politik olarak ayrı düştüğünüz bir okul arkadaşınızla gözaltı hücresinde buluşmanız da aynı biçimde mümkündür. Yani devrimci insan malzemesi, tümüyle politik ölçütlere oturmayan bir dağılım göstermektedir ve bu durumun daha bir süre devam etmesi kimseyi şaşırtmayacaktır.


***
“Tarihin iradeyle zorlanması”ndan söz ederken, gerçi daha genel ve daha derin bir sorunu anlatmak istiyoruz ama bugün için ve şimdi, bu tarihin en kritik noktası haline gelmiş olan “tabutluklar” olayı önümüze dikilmiştir ve aynı zorlama/zorlanma diyalektiği orada da geçerlidir.
“Tabutluk” projesinin yüzü artık açıkça belirmeye başladı. Daha doğrusu, devletin bir maske kullanma ihtiyacı hissetmediği de görülüyor; o kendi yolundan yürüyor ve bir yandan tepkileri dikkatle izlerken bir yandan da hiçbir tepki ve direnişi önemsemezmiş havası vermeye özen gösteriyor. Kontra-enformasyon için yine bilinen yollarını kullanıyor; adı kötüye çıkmış ne kadar köşe yazarı varsa toplayıp “hafta sonu gezileri”ne götürüyor, durmadan yeni yazı siparişleri veriliyor. Öte yandan ise toplumsal tepkiyi köreltmek için Barolar gibi, Tabipler Birliği gibi en hassas noktalara yönelen (ve pek de başarılı olmayan) bir çalışma yürütüyor.
Bu arada, Kandıra tabutluğunu inceleyen heyetin anlatımlarından sonra başka bir şey daha iyice açığa çıkmış olmalı: Türkiye gibi her bakımdan çürümüş bir ülkede, bütün diğer işler gibi cezaevi yapımının da feodal alışkanlıklara, alışılmış hırsızlıklara, arabesk mantığa tabi olacağı ve bu işin de her zamanki gibi derme çatma/uyduruk biçimde yapılacağı yolundaki yaygın varsayım, (belki inanılmaz bir şey ama!) bu defalık işlemiyor. Başka hiçbir alanda doğru dürüst tek iş beceremeyen, her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran hantal devlet mekanizması, yalnızca bu işte, eski Türk filmi reklamlarında denildiği gibi “hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan” büyük rakamları gözden çıkarıyor, devasa büyüklükteki arazilerin üzerine binalar kuruyor. Kandıra örneğinde toplam cezaevi arazisi ile ikamet alanı arasındaki farka bakılırsa, yapılmak istenen şey daha iyi anlaşılıyor. Türkiye’deki bütün tutukluları ya da hatta bütün siyasi tutsakları hücrelere tıkmak gibi kaba saba bir hedefleri yok; geniş arazi üzerine kurdukları tabutlukların her biri, çok çok 400 civarında tutsak için planlanıyor ve cezaevindeki beton blokların hacmi hücrelerin hacmini aşıyor.
Yani, herşeye “Türk gibi” başlayan ve sonradan cıvıtarak yine “Türk gibi” bitiren bürokratik mekanizma, bu kez sorunu ciddiye alıyor ve öyle görülüyor ki bu işleri yaparken emperyalist dünyanın deneyim hazinesinden de akıllar fikirler alıyor.


***
Ciddiye alıyorlar; çünkü bu iş artık bir “cezaevi projesi” değildir; yapılan şey, en baştan beri teknik ya da adli sınırların ötesinde, politik bir projenin parçasıdır.
Bu, kapsamlı bir projedir. 50’li yıllardan beri bir dizi emperyalist politikaya “pilot ülke” olarak hizmet etmiş olan Türkiye, epey uzun süredir, yeni sömürgeciliğin derinleştirilmiş bir biçiminin en önemli uygulama alanı olarak seçilmiş görünmektedir. İktisadi/sosyal açılardan bir çok ayrıntıya sahip olan bu nisbeten yeni durumun, politik alandaki en önemli ayağı ise, devrimci alternatiflerin bu kez 80 ve 90’lı yıllardan daha köklü bir biçimde likide edilmesidir. Bu kez hedeflenen şey, devrimcilerin şu anda zaten çok fazla bir etkinliğe tekabül etmeyen fiziki gücü değil, onun hareket alanı, toplumsal vizyonu ve kısa vadedeki gelişme imkânlarıdır.
Tabutluk projesinin genel olarak IMF programlarından ya da sınıfa yönelik saldırıdan bağımsız olmadığı ajitatif bir söylemle belki pek sık tekrarlanıyor ama bunun derinlikli anlamı üzerine o kadar düşündüğümüz söylenemez. Oysa bu bağlantı, basit ve kaba bir bağlantı değildir. Arkasında bir dizi iktisadi/sosyal proje ve emperyalist merkezlerde tasarlanmış yeni bölgesel konumlanış vardır. Sistem içinde muz cumhuriyetlerinden daha üst bir konuma yükseltilen ve belirli bir kumpanya içersine (hademe sıfatıyla da olsa) alınan Türkiye, bu sürece girerken mevcut devrimci alternatifleri (ve yenilerinin belirme ihtimalini) ortadan kaldırma hedefini önüne koymuş bulunuyor. Ortalığı kaplayan “kriter” tartışmaları bu bakımdan hiç anlamlı değildir; neoliberal soytarıların kaygılı lafları da boşunadır. Hortum Süleyman, “AB’ye girilmesini istemeyenler örgütü”nün gizli ajanı filan değildir! Türkiye “Hortum Süleyman”larıyla birlikte yeni kumpanyaya katılmak istiyor ve katılacaktır...
İki sebepten ötürü bu böyledir: Birincisini anlamak için tahlile gerek yok: “Hortum” dedikleri şey, Türkiye’ye özgü bir nesne değildir; AB dediğimiz demokrasi diyarının da kendi “hortum”ları vardır ve onlarsız hiçbir burjuva devleti yoktur aslında.
İkincisi ise, bağımlılık kavramıyla ilgili daha derinlikli bir tartışmanın kapısını açar. Türkiye oligarşisiyle emperyalist sistem arasındaki bağımlılık ilişkisi, artık 60’lı yıllardaki düzeyin daha üstüne bir yere çıkmıştır. Denilebilir ki bu ilişki, artık M. Çayan’ın “emperyalizmin iç olgu olması” yolundaki saptamasının bütün mantıki sınırlarına dek doğrulanması anlamına gelmektedir. Yani, Türkiye dediğimizde artık kastettiğimiz şey, Ruanda ya da Sierra Leone filan değildir; esasen 70’li yıllarda bile kastedilen bu değildir. Ama 2000’lerin başında bu fark daha da açılmış, çizgiler daha da belirginleşmiştir. Yani Türkiye “Hortum”uyla birlikte ve onlara rağmen bölgesel bir konum tutacaktır. Çünkü bu konum projesinin bizzat kendisi yoğunlaştırılmış bir baskıyı içermektedir.
“Tabutluklar” olayı, tam burada bir yerde duruyor. Yeni dengeleme/pasifikasyon yöntemleriyle toplumsal hareketin içini boşaltmaya çalışan ve konsantre edilmiş gaddarlıklarla sokaktaki solu ezerek yalnızca neoliberal şarlatanlara kapı açan oligarşi, bu politik projeyi kalıcı bir ceza rejimiyle tamamlamak istemektedir.
Dergilerde sık sık tekrarlanan “öncülere saldırı” söylemi bu bakımdan özü itibarıyla yanlış değildir. “İçerdekiler”in kitlelerin “öncüsü” olup olmadıkları; daha doğrusu genel olarak böyle bir “öncülük” halinin bugün için var olup olmadığı, ayrı bir tartışmadır. Böyle bir söylemin gerçeği ifade etmesini biz Özgür Barikat olarak bütün kalbimizle isterdik; ve zaten o zaman ülkenin dengeleri de (herhalde!) farklı olurdu. Ama bütün bu tartışmaların ötesinde, “öncü” olma misyonunun bütün devrimcilere özgü bir nitelik tanımlaması olduğu söylenebilir, ki zaten oligarşinin “tabutluk” olayındaki asıl derdi de budur. Çünkü cezaevinde ya da dışardaki devrimci insan gücü, kendi fiziksel/siyasal çapının da ötesinde, geleceğe yönelik bir “gelişme” ve “öncülük” potansiyelini temsil etmektedirler.
Gelecekle ilgili olarak “toplumsal patlamalar” tesbiti yapan emperyalist merkezler, elbette bu sürecin kendi iradi güçlerini de yaratabileceğini bilmektedirler; bugün her şeye rağmen devrimcilerin yüksekte tuttukları moral tempo, onlar için kaygı vericidir. Bu yüzden devrimci gücün etkisizleştirilmesi operasyonunun son noktaya kadar götürülmesini planlayan oligarşi ve emperyalist akıl hocaları, kalıcı bir cezalandırma rejimini kurmanın peşindedirler. Türkiye’de şu anda “cezaevine girme riski yüksek” devrimci sayısı ile (ki bundan bütün kitleyi değil, “yüksek güvenlikli cezaevi”ne aday insanları kastediyoruz) yapılan tabutlukların toplam kapasitesi kıyaslandığında her şey anlaşılıyor. Anlaşılıyor ki, bu, salt bugünü değil, geleceği de gözeten, yeni devrimci kuşakları da hedefleyen bir rejimdir.
Ülkenin gündeminin böyle şekillenmesinin bir talihsizlik olduğunu daha önce söylemiştik. Ama bunu söylemek durumu değiştirmiyor; çünkü bugün, bu düğüm, devrimcilerin yenilmemek zorunda olduğu, yenilmemeye mahkûm olduğu bir noktaya gelip dayanmıştır.
Saldırı, kesinlikle geri püskürtülmek zorundadır. Projenin bütün direnişlere rağmen uygulanması halinde de devrimci direnişin hücrede devam ettirilmesi, devrimci kimliğin korunması ayrı bir tartışmadır. Çok önemli bir tartışmadır; bundan sonra Türkiye’deki her devrimci, (içerdekiler olduğu kadar sokaktakiler de!) hücre dahil her koşulda devrimci kimliğini koruyabileceği bir siyasal donanımı kendisine asgari form olarak seçmelidir. Eski RAF militanı Andreas’ın geçen sayılarımızdan birindeki röportajında söylediği gibi, onlar bizi buna zorlamadan önce “kendimizle hesaplaşmayı” öğrenebiliriz, öğrenmeliyiz. Esasen bu, bir devrimcinin zaten olmazsa olmaz duruşudur denilebilir ama bu kez sorun daha da yakıcı hale gelmiştir.
Ama şu andaki tartışma bu değildir; şu andaki asli tartışma, saldırının püskürtülmesidir. Devrimci hareket, hiçbir biçimde yenilme hakkına sahip değildir. Şu anda o, kendi gücünün çapından bağımsız olarak, asla kaçınamayacağı bir görev üstlenmiş durumdadır; orada, doğru davranmaya mahkum olmuştur. Bu bir çarpışmadır ve zaferden başka alternatifi de yoktur.
Onlar, kiminle karşı karşıya olduklarını göreceklerdir. Sağda solda borazan olarak gezdirdikleri sahte NGO temsilcileriyle yürüttükleri kontr-enformasyon problemi çözmeyecektir. Mesele Çölaşan’ın köşesinde ya da bakanlık koridorlarında değil, tam da orada, olgunun yaşandığı yerde, koğuşlarda ve maltalarda çözülecektir. Ve orada karşılaşacakları, soytarı mafyacılar değil devrimcilerdir.


***
Hâlâ ikide birde “ateş düştüğü yeri yakar” laflarını geveleyen, kendi kurumlarının “asli işlevlerinden sapmamasını” kollayan darkafalı sendikacıların, oda yöneticilerinin filan hiç anlamadıkları işte bu düğüm noktasıdır. Onlar, bu halleriyle tam da kafasına vuran şeyi anlamayan körün halini andırıyorlar. Hâlâ 1980 darbesinde duruyorlar, hâlâ oraya bakıp “sınıfın örgütsüzlüğü”nü ya da genel olarak “örgütten kaçışı”nı anlamaya çalışıyorlar. Yirmi yıldır yapılan şeyin nasıl bir bütünlük oluşturduğu ve “tabutluk” meselesine nasıl bir son halka olarak gelindiğini anlamıyorlar. Yayınlarında, sağda solda “insanın deformasyonu”ndan, “kitlelerin depolitizasyonu”ndan söz ediyorlar ama bu olgunun nasıl bir projenin parçası olduğunu atlayıp hücre meselesini esas olarak devletle devrimcilerin kendi aralarında çözmeleri gereken bir şey olarak algılıyorlar. “Ama bu bizim asıl işimiz değil ki!” diyorlar konu açıldığında, “asıl iş”in bu topyekûn saldırıyı durdurmak olduğunu unutuyorlar. Unuttukları ya da görmedikleri asıl şey ise, devrimci güçler ezilirse ellerinde dişe dokunur bir sendikanın/odanın da kalmayacağıdır.
Önümüzde duran, capcanlı bir diyalektik örneğidir... Hayat kompartımanlardan oluşmaz. Bir yerde aktif olup başka bir yerde pasif bir tutumla yetinemezsiniz; daha doğrusu böylece bütün olarak pasifizmin içine düşersiniz. Yani örneğin ben tabip odasıyım ya da baroyum, üyelerimin özlük sorunları konusunda en sert eylemlere hazırım ama cezaevi gibi bir sorunda bildiriyle yetinebilirim derseniz; aslında herkes bilir ki, siz üyelerinizin hakları konusunda da matah bir şey yapma kararında değilsinizdir. Üstelik bu konuda “üyelerimizin geri yapısı” gibi laflar ederseniz de kimse bunu yemez. Çünkü yine herkes bilir ki, siz, “üyelerinizi” aydınlatmak için üç satırlık bir broşür hazırlamaktan bile kaçınıyorsunuzdur.
Yani aslında mesele, hücreler iyidir/kötüdür, sağlıklıdır/değildir, odadır/koğuştur tartışmalarının da ötesindedir. Bunlar hepsi mesleki muhalefet duruşları bakımından önemlidir ama daha da önemlisi şudur: Şöyle ya da böyle, siz doğru bulun ya da bulmayın, gözünüzün önünde bir hesaplaşma yaşanmaktadır, siz bu hesaplaşmanın neresinde olacaksınız? Asıl soru budur.
“Aşırı ve maceracı” solun ezilmesinden sonra, yollarının “düzleneceğini” ve AB koşullarında ferah ferah sosyalistlik ya da aynı anlama gelmek üzere NGO’culuk oynayacaklarını zannedenler bu ülkede eğer hâlâ varsa, ya Şvayk’ın eşsiz deyimiyle “sıfır numara” aptaldırlar ya da oligarşinin hizmetindedirler. Polis sorgusundan geçmiş herkes şu trajikomik açmazı bilir: Kim zayıf davranıyorsa, polisten en çok dayağı o yer! Yani sessizlik kimseyi kurtarmaz. Üstelik bu, gerçekçi bir hesap da değildir; çünkü bu ülkede “ılıman bir sosyalizm” hiçbir zaman yakasını “daha sol”dan kurtaramayacaktır ve iyi ki de kurtaramayacaktır.
Bugünlerde pek çok edilen “sınıf” lafı da tehlikelidir. İşçi sınıfının bütün ileri unsurlarının, bütün duyarlı sendikaların bu işe kanalize edilmesi, iyidir, istenir bir şeydir. Ama bu lafları edip, “sınıf” adına ve “sınıftan kopmamak” adına kenarda durmak da mümkündür. Yani hücrelere karşı yapılan basın açıklamalarına ve eylemlere bakıp “ama bunlar sınıfla birlikte yapılmıyor ki” diye dudak büktüğünüzde, aslında bize yutturmak istediğiniz başka bir şeydir.
Somut olmak gerekiyor. TUYAB ile Tersane işçilerinin basit bir grev ziyaretiyle gelişen ilişkisi, belki sınırlı bir örnektir ama somuttur. Somut olmak gerekiyor ve somut olan da şudur: Sınıf içinde neyimiz varsa, getirir bu meseleye konsantre ederiz. Yoksa ettiğimiz lafın anlamı kalmaz. 1 Mayıs’a, gecelere, pikniklere yüzlerce insanı toparlıyor ve bununla övünüyorsak, pek güzel! Bir yıl içersinde, 1 Mayıs dışında tam 364 gün daha vardır; ve biz aynı insanları aynı duyarlılıkla hayatın bütününe taşıyamıyorsak, 1 Mayıs dediğimiz şeyin, 23 Nisan gösterilerinden farklı hangi yanı kalır ki?


***
Bütün bunlar önemlidir.
Kürt hareketinin tavrı da hâlâ çok önemlidir... Devrimci hareket şüphesiz bu tutum ne olursa olsun kendi yolundan yürüyecektir; 96’da olanlar biliniyor. Türkiyeli devrimciler bakımından 96, nelerin göze alınabildiğinin açık bir deklerasyonudur. Ama Kürt hareketinin tavrı yine de önemlidir. Kürt hareketi, “kendi tarzıyla, kendi kitlesiyle kendi eylemini yaparak” durumu kurtaramaz. Şüphesiz yapılan her şey önemlidir ama problem geneldir. Kürt hareketi kendisini artık bu genelin içinde hissetmiyorsa ayrı sorundur tabii; ama o genelin içinde durduğunu düşünüyorsa, orada duranlarla bir araya gelmek zorundadır. Ayrı durmak, ayrı olmanın ifadesidir. Ben kimselere bulaşmam derseniz, kendi kitlenize de bu ruh halini ve antipatiyi pompalarsanız, sonuçta kader çizgileri arasındaki açıyı büyütmüş olursunuz. Devrimci ölüleri üzerinde kurulacak bir “demokratik cumhuriyet” ise kimseye hayır getirmez!

***
Bugünün manzarası budur. Karşımızda bir proje vardır ve yalnızca “.... sökmeyecek!” sloganı bu sorunu çözmeyecektir. Bugün sorun, çözüm iradesini ve arkasındaki güçleri alana sürmek ve yapılması gereken her şeyi yapmaktan ibarettir. Bu süreçte, birlik ruhunu, sokaktaki “pratik koalisyonu” bozacak tutumlar neredeyse ihanetle eşdeğerdir. Tırnak içindeki bu sözü boşuna kullanmıyoruz; gerçekten de olguların kızıştığı her noktada, sokakta bir “koalisyon” oluşmuştur ve önümüzdeki süreçte de oluşacağı kesindir. Mesele, o “koalisyon”a irademizi de katmak ve bunu birlik ruhunu bozmak için değil büyütmek için yapmaktır.
Şimdilik ortamın biraz değişmiş olması ve yükselen tepki karşısında atılan kısmi geri adımlar kimseyi rahatlığa sevketmemelidir. Bugünkü tepkilerin gevşemesini bekleyen devlet, hazırlığını sürdürmekte ve uygun bir saldırı sürecini kollamaktadır.
Murat Dil’in cenaze töreni bu bakımdan çok anlamlıydı. Maalesef büyük bir basiretsizlikle her zamanki devrimci cenazelerinden biriymiş gibi algılanan bu olay, son bir yılın atlanmış fırsatlarından en önemlisi olarak tarihe geçti. Gerçi hakkını teslim etmek gerekir, Murat’ın cenaze töreni, katılanların sayısının azlığından bağımsız olarak, bir militana yakışır biçimde yapıldı. Oraya katılanların ellerinden geleni yaptıkları da kesindi. Ama tam da hücre saldırısının hazırlandığı koşullarda gerçekleşen bu cenaze töreni, büyük bir gösteriye dönüştürülebilir ve yalnızca “cenaze” olmaktan ötede, hücre karşıtı bir dalganın başlangıcı yapılabilirdi. Belki de bu anlamda Burdur-Bergama saldırıları, soldaki bu büyük sorumsuzluğun bedeli olarak yaşanmıştır. Murat’ın arkadaşlarının ortaya koyduğu olumlu tutuma rağmen böyle bir kitleselliğin yakalanaması, güçlü bir adımın önünü kesmiş ve düşmanı yeni saldırılar için cesaretlendirmiştir. 60 kişilik basın açıklamalarını küçümseyenler, onbinlerin katılacağı gösterileri özleyenler(!) adeta “enerjinin sakınımı” yasasını uygulayarak Okmeydanı’na zahmet bile etmemişlerdir. Kırklareli meselesinden ise söz etmeye bile gerek yok; o meselede bütün solun boynu eğridir. İki dünya arasında bir tercih yapan ve bunun için canlarını ortaya koyan dört insan, son yılların en cılız desteğini görmüşler ve adeta üvey evlat muamelesine uğramışlardır.
Bunların hepsi önemlidir. Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıysa eğer, çok daha fazla önemlidir. Çünkü bugünün sorunu başlayacak bir saldırıyı püskürtmek değildir; asıl sorun saldırıyı daha ön çizgide bir yerde karşılamak ve önceden bir set oluşturmaktır. Devrimciler böyle bir çizgiyi tutturabilecek güce ve yeteneğe sahiptirler, kamuoyundaki meşruiyetleri bakımından da durumun hiç ümitsiz olmadığı son aylarda anlaşılmıştır. Şu anda ihtiyacımız olan tek şey, bu gerçeğin farkına varmak ve kendine güvenli bir çizgi üzerinden cepheyi örmekten ibarettir.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92