Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

M. Seyhan

80’lerden başlayan süreç
Geçen sayımızda silahlı mücadelenin macerasını izlerken, gelip 80’li yıllarda kalmış ve esas inişe geçişin tarihi olarak bu yenilgi noktasını saptamıştık. Ve sanırız anlaşılmıştır; biz, 12 Eylül’ün, devrimci güçler bakımından bir yenilgi olmasının gerçek nedeninin fiziksel bir ezilme olmadığını düşünüyoruz. Hatta tersine, bütün 12 Eylül süreci boyunca devrimci güçler Kızıldere boyutunda tam ve kesin bir fiziksel imhayla karşılaşmamışlardır; neticede koşullar ne kadar sert geçerse geçsin, devrimci örgütlerin aşağı yukarı hiçbiri, bütün önderliğinin tam ve kesin biçimde ortadan kaldırılması gibi bir felâkete uğramamıştır. Çok ağır operasyonlar yenmiş, devrimci önderlikleri de içeren çok kapsamlı tutuklamalar gerçekleşmiş, bir çok değerli kadro çatışmalar ve işkencelerde kaybedilmiş ama Mahir Çayan’ın Kızıldere’de kaybına benzer, onunla kıyaslanabilecek düzeyde bir imha olmamıştır. Türkiye devrimci hareketi, buna rağmen yenilmiştir. Çünkü bu hareket, bir bütün olarak, cuntayla arasında 12 Mart/THKP-C ilişkisine benzer bir ilişki kuramamış, THKP-C’nin gerçekleştirdiği düzeyde bir politik/askeri müdahaleyi gerçekleştirememiştir.(1)
Yeni dönemin mimarlarının işe başladığı nokta da işte tam burasıdır. Asıl korktukları olmamış, karşı-devrimci projelerin uygulanmasını fiilen imkânsız kılacak düzeyde bir müdahaleyle karşılaşmamışlardır. Artık hedefleri yalnızca devrimci hareketi ezmek değildir; aynı zamanda bir dizi ekonomik, politik, kültürel mekanizmayı kullanarak devrimci hareketin ezilmiş halinin devamını sağlamak, yenilgi durumunu kalıcılaştırmak istemektedirler. Yenilginin kalıcılaşmasından kastedilen de, daha önce söylediğimiz gibi “sıfır muhalefet” noktasına denk düşen tam bir hareketsizlik durumu değil, çizilmiş sınırları zorlamayan, zorlayamayan kısır bir devrimci hareketin yaşamını sürdürmesidir. Bundan daha fazlasının beklenemeyeceğini, devrimci filizlerin bu topraklarda boy vermesinin tümüyle engellenemeyeceğini en iyi onlar bilmektedirler.
Geliştirilen yeni ekonomik/sosyal düzenin görünen amacı değilse de, derindeki asıl amacı buydu işte. Bir yandan 80’lere gelirken tıkanmış olan yeni sömürgeci ilişkiler onarılır ve monetarizme dayanan yeni politikalarla biçimlendirilirken, bir yandan da yeni dengeleyici mekanizmalar oluşturuluyor, gerillayla ilgili literatürde “denizi kurutmak” diye tanımlanan durum, “denizi çürütmek” diye tanımlanabilecek başka bir pasifikasyon tarzıyla zenginleştiriliyordu.
1983 sonrasında geliştirilen iktisadi sosyal politikalar biliniyor. Türkiye’yi ve sokaktaki insanın zihnini alt üst eden bu yeni ekonomik politikaları başka yazılarımızda sık sık ele aldık. Sonuçları bakımından düşünüldüğünde “başarılı” olduğundan kuşku duyamayacağımız bu politikalar, gerçekten de bu topraklarda hiç küçümsenemeyecek bir etki yaratmıştır. 60’lardakine benzemeyen bir yoldan gidilerek yeni dengeleme/yedekleme yolları yaratılmış ve devrimci güçlerin ezildiği ve halka ulaşma kanallarının tıkandığı koşullarda yeni bir ideolojik bombardımanla da desteklenerek bunlar işler bir halde kalıcılaştırılmıştır. Özellikle reel sosyalizmin çöküşünün “imdada yetişmesi”nden sonra sistemin insana karşı kazanmış olduğu üstün pozisyon da ortadadır. Ülke içindeki yoğunlaştırılmış baskının uluslararası haydutluk örnekleriyle psikolojik olarak desteklendiği koşullarda kitlelerin pasifikasyonu bakımından hatırı sayılır başarılar elde edilmiştir. 1987-89 sürecinde başlayan kıpırdanma da böylece kısa süren bir bahar olarak geçip gitmiş, geriye devrimci hareketle kitleler arasındaki bağları çok zayıflatan bir karanlık dönem kalmıştır.
Bütün bunları görmek için derin tahliller yapmak gerekmiyor; sokağa çıkıp insan ilişkilerine, ülke insanının çehresine bakmak yeterlidir. İsteyen yine de “kıvılcım bekleyen bozkırlar”dan söz edebilir ama görmek isteyenler, görme cesaretine sahip olanlar için manzara ortadadır. Devrimci bir müdahalenin (tekrarlıyoruz; bundan kastımız M. Çayan’ın çıta yüksekliğindeki bir müdahaledir!) yapılamadığı koşullarda geçirilen 20 yıl, bu ülkeye çok pahalıya malolmuş, sokaktaki insanlarla onların “öncüleri” arasındaki “ilişki”yi zedelemiş, mesafeleri açmıştır. Üstelik bu, öyle salt demogoji ve poropagandayla yapılmış bir şey değildir; ciddi ekonomik/sosyal temeller de inşa edilmiştir ve dolayısıyla yıkılması da bizim güzel dergilerimizde yazıp çizdiklerimizle mümkün olmayacaktır.

Baskı aygıtının yeniden biçimlenişi
Asıl önemli olan ise, bütün bunlar olup biterken düşmanın devrimci harekete yönelik şiddetinin yeniden biçimlendirilmesi, organize edilmesidir. “Tarihten ders çıkarmak” konusunda ezelden beri hep devrimcilerden bir adım önde olan düşman, aradan geçen 20 yılda, kendi şiddet aygıtı bakımından gerçekten ciddi bir reorganizasyona gitmiş, “dost” ülkelerin deneyim ve eğitimleriyle de zenginleştirdiği bu süreçte küçümsenmeyecek adımlar atmıştır.
Emperyalist merkezlerde üretilen Düşük Yoğunluklu Çatışma konseptine uyarlanmış konsantrasyon faaliyeti, işin en önemli bölümüdür. Kadro, teknik araçlar ve eğitim bakımından olağanüstü düzeyde geliştirilen ve bir çamur tabakası gibi toplumsal dokunun üzerine örtülen şiddet aygıtı, her köşede varlığını gösterebilir hale getirilmiş, böylece aslında o bir imaj olarak da sokaktaki insanın zihnine yerleştirilmiştir. Her kıpırdanışı ezebileceği yolunda güçlü bir illizyon yaratan bu güç, öte yandan doğrudan çıplak şiddetin hedefi olan odaklar arasında da ayrımlara yönelmeye başlamış, böylece genel psikolojik baskıyla en azgın gaddarlıkları birleştirerek suni dengenin esaslı bir bileşeni haline gelmiştir. Denilebilir ki, bu yoldan gidilerek varılan yer, Kesintisiz Devrim’de sık kullanılan “gizli faşizm” ya da “kurumsal faşizm” gibi kavramların ulaşabileceği en uç ve olgun anlamlarına dek ulaşması olmuştur. Gerçekten de, bir bütün olarak son yirmi yılın politikaları, M. Çayan’da “ipin ucunun kaçması” olarak tarif edilen noktayı gerilere iten, mevcut aygıtı açık bir askeri darbeyi gerektirmeyecek ölçüde geliştiren bir sonuç yaratmıştır. Öyle ki, iki önemli cunta döneminin toplam şiddetine eşit, hatta onu aşan bir şiddet, bugün, “parlamenter” düzenin koşullarında uygulanmakta ve fakat bu kez aynı baskı düzeni “düşük yoğunluklu” bir “demokrasi”nin altına sığabilmektedir. Üstelik bu düzen, artık “sokakta bulduğunu götüren” kaba asker yöntemlerini aşarak, yöneldiği hedefler bakımından da reorganize olmuştur.
Ama hepsi bu kadar değil, hep üzerinden atlanılan ve sonra sonuçlarına katlanılan bir başka gerçek de, geçen 20 yıllık süreçte oligarşinin şiddet aygıtı bakımından bir uzmanlaşma ve kadrolaşma atağı yaptığıdır. Konsantrasyon perspektifine bağlı olarak bu konuya büyük devlet ödenekleri ayrılmış, özellikle Kürt hareketinin atılımının yarattığı ilk şaşkınlık atlatıldıktan sonra şiddet örgütünün teknolojik kapasitesi geliştirilmiş; bu konuda ta 70’li yıllarda başlatılan projeler, CIA ve MOSSAD’ın artık gizlenmeyen desteğiyle uygulamaya konulmuştur. Polis teşkilatı bir yandan durmadan binlerce yeni kadroyla fiziksel olarak büyütülür ve böylece emniyetin elit tabakasının “sokakla uğraşması”nın önüne geçilirken, diğer yandan da iyi bir eğitim sürecine girilmiş, üzerinde çalıştığı devrimci güçlerin yapısına, davranış biçimlerine ve psikolojisine az çok vakıf özel kadrolar yaratılmıştır. 80 öncesinde örnekleri görülse de henüz sistematize edilmemiş olan “yapılara özel” polis timleri, 90’lı yılların somut gerçeği olmuştur. Devrimci kesimlerde bazen çok abartılan “sızma” konusunun ötesinde asıl önemli olan bu bilgi ve deneyim birikimidir. Çoğu zaman bize anlamsızmış gibi görünen toplu gözaltılar yoluyla insan bilgisini durmadan yenileyen aygıt böylece hatırı sayılır bir GBT deposu oluşturmuş ve devrimci hareketlerin “direniş” geleneğinin 90’lı yıllarda gösterdiği kısmi zayıflamadan sızan bilgiler de epey işlerine yaramıştır. Aynı biçimde devrimci dalga dönemlerinde pek rastlanılmayan ya da devrimci güçlerin ezerek imkânsızlaştırdığı mahalli muhbirlik biçimleri, bataklık koşullarında yaygınlaşmış ve düşmanın bilgi kapasitesinin artışında bir başka önemli faktör olmuştur.
Bu durum, daha önce kullandığımız “katlanılabilir muhalefet” kavramının belki de başka bir kavramla, “kontrol edilebilir muhalefet” kavramıyla desteklenmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Çünkü, 90’ların sonuna doğru içinde barındırdığı üye ve sempatizanların sayısı bakımından da eski yaygınlığını kaybeden devrimci hareketler, daha kolay “kontrol edilebilir” hale gelmişlerdir. Bütün bunlardan mutlaka paranoyak sonuçlar çıkarmak gerekmiyor; daha sonraki bölümlerde de değineceğimiz gibi, biz burada aşılamaz güçlükler listesi filan çıkarmıyoruz. Devrimci yaratıcılık, bütün bu güçlüklerin üstesinden gelebilir, gelecektir ama yaşadığımız yılların gerçeğini görmezlikten gelmek de bize hiç akıllıca görünmemektedir.
Ayrıca, hemen eklenmeli, artık hiç tereddüt etmeksizin oligarşik blok içinde sayabileceğimiz medya tekelleri, ülkedeki bütün enformasyon ağını kontrol edebilir hale gelerek çok önemli iki işlev yüklenmişlerdir: Birincisi, böylece, faşizmin üzerini örten “demokratik” perde kalınlaşmış, sahte bir “çok seslilik” görüntüsüyle aslında silahlı mücadelenin politik meşruiyet temellerine yönelik bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Sosyalist basının çitlerin arkasına itildiği koşullarda “memlekete muhalefet lazımsa onu da biz yaparız” mantığının yeni bir versiyonuyla hareket eden iletişim tekelleri, artık aynı şirket bünyesinde sağcı ve (neo-liberal cinsten de olsa) “solcu” gazeteler çıkarabilmek gibi bir “yetkinliğe” erişmişlerdir. Böylece “normal ifade kanallarının açık olduğu” yolundaki yanılsama sokaktaki insanın zihninde üretilirken, devrimci silahlı mücadelenin argümanlarının zayıflatılmasına çalışılmış, bizim “açık kanalları reddeden şiddet sevdalıları” olarak görünmemiz için çaba sarfedilmiştir.
Diğer yandan ise aynı medya tekelleri, CIA’nın “psikolojik savaş” talimatnamelerine tamamen uygun biçimde, her şeyi birbirine karıştırma görevini üstlenmişler, genel bir “terör” çuvalı içine bütün muhalif güçleri tıkıştırmayı ilke edinmişlerdir. Böylece, merkeze çekilerek yalnızca nüanslarla birbirinden ayrılabilir hale getirilmiş bulunan burjuva politikası dışındaki bütün siyaset yapma biçimleri, “terörizm” tasnifi içersine alınmış (esasen bu Pentagon’un tasnifidir), “toplum olarak şiddete eğilimimiz” gibi çok bilmiş psikolog laflarıyla ortam bulanıklaştırılmıştır. Öyle ki, bazı hallerde “karısını döven erkek” tipiyle, “polisle çatışan gösterici”nin aynı “şiddet eğilimi”nin imgeleri olduğu gibi saçmalıklara dek varılabilmektedir. Ama tabii ki her şey bu örnekteki kadar komik değildir; psikolojik savaş aygıtı olarak görev yüklenen medya, özellikle son on yılda, devrimci silahlı eylemin kendi özgün duruşunun zedelenmesi için hatırı sayılır hizmetlerde bulunmuş ve (maalesef devrimci güçlerin fahiş hatalarından da faydalanarak!) bu konuda epey mesafe kaydetmiştir. Legal sosyalizme temkinli bir desteğin(2) sunulduğu koşullarda, solun diğer kesimlerine yönelik şiddeti öven bu medyatik işleyişin, mafya, çeteler, hizbullah gibi odaklarla devrimci silahlı eylemi “özdeşleştiren” illizyonu, sokaktaki insanlar arasında (en azından orta sınıflar ve küçük burjuvazi bakımından) bizim tahminimizden daha çok alıcı bulmuştur.

Işık doğudan mı yükseldi?
Böyle bir noktaya vardığımızda, biraz durup, coğrafyamızda yaşanan ve sonuçları itibarıyla bölgenin bütününü etkileyen son silahlı mücadele pratiğine bir göz atmak gerekiyor.
Gelecekte, 20. yüzyılın son çeyreğinde olup bitenler yeniden değerlendirildiğinde ve dünyanın çeşitli köşelerindeki umut verici filizlerden söz edildiğinde, herhalde o zaman, Kürt hareketinin anlamı yeniden kavranılacaktır. Gerçekten de, bugün varmış olduğu nokta ne olursa olsun, Kürt hareketinin 80’lerin ortasında yaptığı çıkışın, yalnızca kendi coğrafyası bakımından değil, uluslararası anlamda da ciddi sonuçlar yarattığı kesindir. Şüphesiz bu çıkış, Kürt solundaki bir olgunlaşmanın meyvesi olmuştur; bir anlamda Türkiye solunun 60’ların sonunda yaşadığı ayrışmaları biraz gecikmeli olarak yaşayan Kürt solu, nihayetinde geleneksel/feodal kalıpları ve reformist çerçeveleri aşarak kendi politik ifadesi olan PKK gerçeğini yaratmıştır.
Ama herhalde takdir edilecektir, mutlaka edilmelidir, bu büyük dinamiğin doğmasındaki en önemli faktör de, onu yönetenlerin özellikle 80 sonrasında ortaya koydukları olağanüstü irade ve performanstır. 80’in karanlığında bir “mülteci” grubuna dönüşerek yozlaşıp gitmesi de pekala mümkün olan bu hareket, sözkonusu irade ve öngörü sayesinde kendisini hızla bu atmosferden sıyırmış, silahlı mücadelenin doğru yolunu (deyim yerindeyse Çayan tarafından öngörülmüş olan yolu) bularak 1984’e ulaşabilmiştir. Bugünkü durum ne olursa olsun, bunlar tarihi gerçeklerdir. Bugün İmralı’da yeni bir konseptin temellerini inanılmaz ölçülerde sağa savrularak atan kişi ile, 1980’li yıllarda PKK’yi “elçilik önlerinde gösteri yapmaktan başka marifeti olmayan” marjinal bir grup olmaktan koruyan kişi aynı Öcalan’dır. Tarihin diyalektiği ve trajedisi, son yirmi yılda kendisini böyle ortaya koymuştur.
Bu öngörü ve iradenin sonucu olan silahlı mücadele, özel olarak “Ağustos”la başlayan süreç, Kürt topraklarında gerçekten de şok etkisi yaratmış, birkaç yıl gibi kısa bir sürede bölgede yaygın bir etki gücü yakalanmıştır. Özellikle 90’lı yılların başında, artık tartışmasız biçimde Kürt halkının desteği sağlanmış, halkın temsilcisi, hatta “kendisi” olma yolunda çok güçlü adımlar atılmıştır.
Ancak, bütün bunlar olup biterken, karşıt cephede de önceleri çıplak gözle pek iyi görülemeyen bazı değişiklikler gerçekleşmiştir. Şüphesiz bu arada Türkiye ve dünyada pek çok değişiklik olmuştur; ancak biz bu yazı itibarıyla bir “silahlı mücadele pratiği”ni ele aldığımız için, özellikle bu pratiğin taraflarının yaşadığı olguları dikkate alıyoruz.
Özetle, olan şey şudur: Savaş uzadıkça, karşı taraf, yani oligarşi kendisini yavaş yavaş gözden geçirmeye zorlanmış, önündeki olguyu (emperyalizmin uluslararası deneyimlerinin ışığında) kavramaya başlamıştır. Başka bir deyişle, ilk yılların şaşkınlığını ve “büyük devlet” böbürlenmelerini, “bir avuç çapulcu” edebiyatını bir tarafa bırakan oligarşi, mücadele ettiği şeyin çapını ve ciddiyetini anlamaya başlayarak emperyalist odaklardan aldığı “akıl-fikir” desteğinin de yardımıyla kendisini yeniden organize etmeye koyulmuştur. Bu anlamda, zaman zaman sağcı kesimde Özal’a yönelik olarak yapılan “bu işi hafife aldı” eleştirileri hem haklı hem de haksızdır. Çünkü Özal, sürecin belli bir noktasından sonra tehlikeyi farketmiş ve daha sonraları başkalarının sırtına yıkılan bütün o kirli savaş tekniklerinin, özel operasyonların temelini atmıştır.
Böylece gerçekleşen değişikliği, klasik gerilla terminolojisi üzerinden giderek daha iyi anlayabiliriz. (Tekrarlıyoruz, burada dönemin bütün konjonktürel gelişmelerini değil, özellikle silahlı mücadele pratiğine ilişkin olguları ele alıyoruz; bunlar bizim geleceğimiz açıından da önemlidir.)
Bilindiği gibi klasik gerilla teorisinde düşmana atfedilen üç önemli dezavantaj, yerli halkın desteğine sahip olmama, araziyi tanımama ve düzenli ordunun hantallığı biçiminde özetlenir. Bu üç dezavantaj, tersinden okunduğunda, aynı zamanda gerilla için avantajlar listesini oluşturur ve esasen “zayıf karın” esprisinin de temel verilerini bir araya getirir.
Oligarşik devlet mekanizmasındaki çarpıcı gelişmeler esas olarak bu üç konuda yaşanmıştır. Savaşın ilk 3-5 yılı boyunca yediği ağır darbelerden sonra, yeni bir sürece giren oligarşi, bu dezavantajları yavaş yavaş ele almış ve çözümlemeye başlamıştır. Şüphesiz bunlardan en zoru olan “halkın gerillaya desteği” konusu, bu desteğin “devlete yöneltilmesi” yoluyla çözülememiştir, bunun olabileceği de zaten beklenmemiştir. Bu alanda yapılan en pratik iş, azgın bir şiddet dalgasıyla halkın bazı kesimlerinin koruculuğa zorlanması, bunun yapılamadığı her durumda da köylerin yakılıp yıkılması, insanların göçertilmesi olmuştur. Bu, yerleşik nüfustaki lojistik ilişkilerin katledilmesinden daha etkili olmuş, bu ilişkilerin coğrafyadan silinmesi yoluna gidilerek sorunun “köklü” çözümüne yönelinmiştir. Büyük kentlerde yaşanacak olan sosyal sorunları düşünme işini “daha sonraya” bırakan oligarşi, tarihin en büyük nüfus hareketini yaratarak “insandan arındırılmış bölgeler” yoluyla klasik gerilla teorisindeki “deniz/balık” ilişkisine ciddi darbeler vurmuştur. Hatta bilindiği gibi iş bu kadarla da bırakılmamış, ormanlara ve tarım alanlarına bile yönelerek bölge yaşanamaz bir çöl haline dönüştürülmek istenmiştir.
Diğer iki dezavantaj ise, bilinen yollardan giderilmeye çalışılmıştır. Bölgeyi tanıyan korucuları desteğine alan ordu, bununla da yetinmemiş, düz askeri birliklerden farklı olarak özel birimleri eğiterek yetiştirmiştir. Böylece yavaş yavaş bölgeyi tanıyan ve küçük birimler halinde hareket ederek daha hızlı davranabilen bir yapıya kavuşulmuştur.
Bütün bu gelişmeler, şüphesiz uzayan her savaşın yarattığı yorgunluk ve soluk aldırmayan bir baskı atmosferinin yarattığı başka sıkıntılarla birlikte süreci yavaş yavaş kilitlemiş ve PKK’yi kritik bir arayış noktasına taşımıştır. Yani Kürt hareketi gitgide büyüdüğü ve güçlendiği halde, bir noktadan sonra politik anlamda “ne uzayan ne kısalan” bir aşamaya gelmiş, ya sıçrama yapmak ya da gerilemek gibi bir ikileme mahkûm olmuştur. Aynı süreçte kendi içindeki marksist damarı, çözümleyici düşüncelerin gelişip serpileceği kanalları da gitgide kurutan PKK, fiziksel olarak sağladığı büyük güçlere karşın, politik bakımdan daralmaya başlamış, ufukta görünen tıkanma noktasına doğru hızla sürüklenmiştir.
Şüphesiz PKK bu kritik noktayı aşmak için çaba sarfetmiş, sık sık yeni yönelimler saptayarak tıkanmaya başlayan süreci çözümlemeye çalışmıştır. Ama bütün bunlar olurken, sürecin başından beri hep “tek başına” yürümenin yarattığı kaygı, Kürt hareketini açılabileceği tek deniz olan Türkiye solunun derin problemlerini anlama noktasından giderek uzaklaştırmış ve hatta bir süreçten sonra bu konuda ciddi bir umursamazlık da yaratmıştır. Ulusal bir hareket olmanın (konjonktürle birleşen) avantajlarına bağlı olarak 90’lı yılların çöküntüsünden daha gecikmeli olarak etkilenen Kürt hareketi, varlığını sınıfsal çerçeveye dayayan, insanları (salt bir ulusal savaşa değil!) “sosyalizm” gibi artık inanılması daha zorlaşmış bir projeye ikna etmekle karşı karşıya olan solun ne kadar derin bir sorun yaşadığını görmemiş, görmek de istememiştir. PKK, böylece süreçle ilgili tartışmayı daha çok “cesaret” ve “atılganlık” gibi yarı-ahlaki kavramlara doğru kaydırırken, (söylemi ne olursa olsun) artık gerçekten bir “Türkiye devrimi”ni isteme noktasından aslında geri çekilmiş, salt kendi üstüne saldıran devlet aygıtının oyalanması, yıpratılması gibi anlaşılabilir bir reel-politik talep üzerinden düşünmeye başlamıştır. Bu doğrultuda solun üzerinde oluşturduğu manevi baskı sonuç vermediğinde ise, “kendi işini kendi görme” eğilimi daha baskın hale gelmeye başlamıştır.
Böylece, metropollere yığılmış olan Kürt nüfusunun avantajları üzerinden harekete geçen PKK, “Türkiyelileşme” söylemiyle büyük kentlere ağırlık verdiğinde her şey daha da içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Bugün artık açıkça söylenebilir: Sloganların ve yazılıp çizilenlerin aksine, bu kararın arkasında hiçbir zaman “Türkiye için bir devrim” fikri bulunmamıştır. Yani, böyle bir fikrin doğruluğu yanlışlığı bir yana, esasen kendisi mevcut olmamıştır. PKK önderliğinin metropol yönelimi, aslında “gerçekçi” denebilecek basit bir hesap üzerinden yürümüş, bir tür “soluk alma” ihtiyacına denk düşen bu girişim, metropollere göçen, göçmesi engellenemeyen nüfusun gittikleri yerde aktive edilip zinde tutulması amacını ön plana çıkarmıştır. Açık parti ve kültürel kurumlar alanında aslında o kadar da ağır yanlışlar yapıldığı söylenemez belki, hatta bu alanlarda kitlelerin motive edilmesi bakımından ciddi bir başarı çizgisinden de söz edilebilir; en azından bölgeden metropollere savrulmuş olan kitlelerin en önemli talebi olan örgütlü davranış talebi karşılanmıştır. Ama iş silahlı mücadele ve şehir gerillası alanına geldiğinde durum aynı olmamıştır. Bu da pek şaşırtıcı olmasa gerektir; çünkü işin başından beri mesele, bir mücadele alanının seçilip, analiz edilip ciddi bir stratejik perspektif üretilmesi yolundan yürümemiştir.
Yani, açıkça söylemek gerekirse PKK, metropol yöneliminde ciddi anlamda bir şehir gerillası ve silahlı propaganda tarzını değil, Kürt bölgesinde büyük bir vahşet içinde yürüyen savaşın zehirli atmosferini ve yakıcı ateşini metropollere de yaymayı, bunun sonucu olarak bir yandan sokaktaki insana dehşet denilen şeyin ne olduğunu hatırlatırken, diğer yandan da politik iktidarları kaosla tehdit etmeyi, görüşmelere zorlamayı hedeflemiştir. Ya da sübjektif tasarım ne olursa olsun, pratik sonuç bu noktaya ulaşmıştır. Yüzbinlerce insanı yerinden yurdundan edip metropollere yığan politik iktidarlara, başlarına nasıl bir belâ aldıkları gösterilmiş, böylece “tuzu kuru” Batı’nın orta sınıflarında (hatta üst sınıflarda) oluşan korkunun da giderek bir “barış” isteği biçimine dönüşeceği hesaplanmıştır. Belki bir dizi başka kaygı da vardır bu süreçte ama esas amaç açıktır: Kaosu Batı’ya taşımak ve oligarşiyi acze düşürmek.
Ancak, çok anlaşılabilir nedenlerden ötürü bu amaç da gerçekleşmemiştir. Her şeyden önce sorun, böyle bir tasarımın, bilinen anlamda silahlı propagandayı hedeflememiş olmasında yatmaktadır. Yani bu, bir devrim perspektifi değildir, devrimci bir perspektif değildir; devrimin bir “ihraç ürünü” olup olamayacağı tartışması bir yana, mantık bu değildir. Ve işte tam bu nokta, metropol eylemlerinin tarzını da belirleyen unsur olmuştur. Sürecin hiçbir noktasında Türk halkının sempatisini kazanmayı, politik/vicdani jestler yoluyla alt sınıfları, işçi sınıfını ve kent yoksullarını etkilemeyi düşünmeyen, salt öfkeli bir tahrip çizgisi izleyen PKK, savaşı böylece metropollere yaydığında, Türk halkı bakımından bir sempati ya da “devlete güvensizlik” yaratmamış, tam tersine “korunma isteği”ni, faşizan tedbirleri destekleyen eğilimleri güçlendirmiştir. Kesintisiz’in diliyle konuşursak eğer “maddi yıpratma”yı “psikolojik yıpratma”nın, kitlelerin sempatisinin kazanılmasının önüne koyan çizgi, metropol Kürt nüfusu bakımından belki istediği karşılığı almıştır; neticede büyük katliamların içinden gelen bu kitlenin “intikam” duyguları nisbeten tatmin edilmiştir ama bir eylemin (çekilen acıların karşılığı anlamında) “haklı” olmasıyla (politik konjonktüre uygunluk anlamında) “doğru” olması arasındaki ince çizgi çiğnendikçe, sol kanadı zayıf, şovenizmin baskısı altındaki Türkiye insanı bakımından sonuç tam bir olumsuzluk olmuştur. Özellikle bir noktadan sonra ipin ucunun iyice kaçmasıyla her şey karmakarışık olmuş, devrimci eylem ile devletin provokasyonları arasındaki çizgi belirsizleşmiş ve öyle ki, PKK çevreleri bile herhangi bir eylemden sonra “açıklama bekleme”yi uygun bulmaya başlamışlardır. Belli bir noktasında, (örneğin Çetinkaya olayı) politik bir özeleştiri ile bu kaostan geri dönülmesi mümkünken, PKK önderliği bu jesti kasten yapmamış, “katliamların Batı’daki sonucunun bu olacağı”nın kanıtlanması adına “metropol yönelimi”, Esat Oktay olayı ile simgelenen ilk çizgisinden “çöp kutuları” tuhaflığına dek savrulmuştur. Denilebilir ki, her fırsatta Türk aydınları ve halkına “duyarsızlığından” ötürü sitemler yağdıran Kürt hareketi, bu sitemlerinde sonuna dek haklı olması bir yana, bizzat kendisi de bu duyarlılığın oluşumu için çok önemli olabilecek adımları atmamıştır. Ve nihayetinde bu çizgi, devrimci silahlı eylem kavramını bulanıklaştıran yanıyla devlet aygıtına da ilham kaynağı olmuş ve artık basit şehir kazaları bile yeni şovenizm dalgaları için kullanılır olmuştur.
Şüphesiz bu amacın gerçekleşmemesi, bu tarzın kendi işleyişinden de kaynaklanmıştır. Politik yaklaşımda olduğu kadar mesleki düzeyde de eksik olan bu tarz, işin başından itibaren şehirlerde mümkün olabilecek en kötü çalışma biçimini kullanmış, “insan bolluğu”na güvenen bir hoyratlıkla davranmıştır. Aygıtın denetim mekanizmasının ulaştığı bugünkü seviyeyi, şehrin kendine özgü oyun kurallarını umursamayan, bu kurallara uygun bir eğitim ve uzmanlaşmayı gerekli görmeyen ve herşeyi kırdan aktarılmış kadroların “gundi” tarzına bırakan bu yaklaşım, kendi kurallarına uymayanları yaşatmayan şehir gerçeği önünde yenik düşmüştür. Özellikle kitleye bakış ve “halka yaslanma” denilen şeyin yanlış yorumu bu durumun hazırlanmasında en önemli etkendir. Çok yaygın bir kitlesel taban üzerine oturan Kürt hareketi, kendine özgü bir yapısı ve kuralları olan şehir pratiğinde bu tabana dolaysız olarak yaslandığı için, kendisini gözlem ve denetime açık hale getirmiş ve paradoksal bir şekilde kitlesel yaygınlıktan zarar görmüştür. Bunu bir “yenik düşme” olarak görmeyenler olabilir; bu bir bakış açısı sorunudur ama netice olarak başarının ölçütü amaca ulaşıp ulaşmamadır. Bütün bu olup bitenlerin amacı sadece karışıklık yaratmak olarak belirlenmişse mesele yok; ama eğer politik yönetimin acze düşürülmesi gibi bir amaçtan söz ediliyorsa, bu, herşeyden önce onun sana verdiği zararın mümkün olan en az seviyeye indirilmesi anlamına gelir. Her ciddi girişimden sonra zarar gördüğünüzde ise, bu, devlet aygıtının becerikliliği ve hızı konusundaki efsaneyi pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor demektir. Bu durumda itibar kazanan, şüphesiz devlet olmaktadır.

Ortadoğu etkisi ve silahlı mücadele
Böylece yürüyen Kürt hareketinin nihayetinde gelip saplandığı çözümsüzlük (Öcalan’ın deyimiyle “dolap beygiri gibi dönme hali”) biliniyor. Gerçekten de 15 yıldır sürmekte olan savaş, salt silahlı pratik anlamında değil politika seviyesinde de bir noktadan sonra ciddi biçimde tıkanmış, bu tıkanmayı çözmek için gerekli donanım ve teorik üretkenliğe sahip olmayan, bütün varlığını tek bir insanın iki dudağının arasına emanet etmiş olan Kürt hareketi, bugünkü aşamaya dek sürüklenmiştir. Daha doğrusu, savaşın belli bir aşamasında ya yeni bir atılım yapmak ya da gerilemek gibi kaçınılmaz bir karar noktasına gelip dayanan PKK, süreçten çıkmak için bir tercihte bulunmuş, bugünkü noktasında zayıf konumda olan devrimci güçler yerine dünyanın ve ülkenin efendilerinin lütfuna güvenmeyi seçerek, neticede İmralı’da simgelenen çizgiye ulaşmıştır.
Tabii ki İmralı’da belirlenen yeni konsept, bu yazının esas konusunu oluşturmuyor; Özgür Barikat’ın bu konuyla ilgili düşünceleri de zaten biliniyor. Biz bu yazının kendi sınırları itibarıyla konuya coğrafyamızdaki silahlı mücadele pratiği bakımından yaklaşıyoruz.
Böyle bir noktadan bakıldığında ise ilk görülen şey, metropollere sıçramasıyla birlikte hem genel siyasi ortama hem de silahlı düzeye belirgin bir canlılık getiren Kürt hareketinin bununla birlikte başka unsurları da Türkiye solunun bünyesine taşımış olduğu gerçeğidir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz silahlı metropol çizgisinin emekçi kitlelerin zaten yıpranmış olan siyasi tutumu üzerinde yarattığı tahribat şüphesiz ayrı bir konudur. Önceki bölümlerde açmaya çalıştığımız nedenlerden ötürü bu çizgi, yaşadığımız topraklardaki silahlı mücadele zeminini ciddi biçimde örselemiş, işleri zorlaştırmıştır. Daha 1980 öncesinden başlayarak çeşitli yanlışlar sonucunda etik kuralları yıpratan, kendi iç çatışmaları, düpedüz yanlış eylemleri ve pragmatik davranışlarıyla [tuhaf “bağış toplama”(!) yöntemlerinden “mahalle muhafızlıkları”na dek yüzlerce yoldan] silahlı mücadelenin prestijini azaltan bizim kendi “sol”umuzun yaptıklarının üstüne yukarıdaki çizgi bindiğinde, gerçekten de silahlı mücadelenin üzerine oturduğu meşruiyet alanı ciddi biçimde zedelenmiş, ortaya ancak “doğru örnekler”le onarılabilecek bir durum çıkmıştır. Bütün bunlar bilinmeyen şeyler değil.
Ama bunun dışında, sürece başından itibaren “solun beceriksizliği” teması üzerinden giren PKK, Türkiyeli devrimcilere atfettiği “gevezelikten başka birşey yapmayan ve yanıbaşındaki ‘örnek’ten bile ders almayan entellektüel sürüsü” imajıyla solda ciddi bir baskılanma psikolojisi de yaratmıştır. Zaman zaman Kürt hareketinin başlangıç yıllarındaki olağanüstü teorik çabaların varlığının unutulmasına da yol açan ve “ümmi” gelenekleri yeniden hortlatan bu baskılanma, Türkiye solunda birçok şeyin iyice basitleşmesine neden olmuştur. Yeterince “cesur” ve “atılgan” davranılırsa “uzun uzun plan/program yapılmadan da” pekala büyük bir güç olunabilmektedir! Şekilde görüldüğü gibi, az ötede birtakım insanlar güzel güzel savaşmaktadırlar ve aynı şeyin bu tarafta yapılmasını engelleyen tek şey fedakârlık eksikliği ve ruhsuzluktan ibarettir! Varılan nokta, böyle bir yerdir.
Bu, elbette yalnızca söylem düzeyinde bir sonuç değildir. “Yakındaki örnek”, kendisini “imalat” ile değil, “nakliyat” ile vazifeli sayan bazı kesimlerde pratik bir etki de yaratmıştır. Bizzat PKK’nin desteğiyle oluşan ve ortaya çıkıp herkese “bu işin nasıl yapılacağını” göstermeyi hedefleyen örgütler işin yalnızca bir bölümüdür. Ama aslında PKK’nin Türkiye solu üzerinde yarattığı etki bundan daha fazla bir şeydir.(3) Asıl önemli olan, Türkiyeli devrimcinin, oligarşinin yürüttüğü kirli savaş operasyonlarının akıl almaz gaddarlığı karşısında duyulan vicdani kaygı ve “ahlaki görevler”in yakıcılığıyla, kendi devrimci iktidar savaşını tasarlayıp uygulama görevi arasında ezilmesidir. Dönem boyunca, özellikle 90’ların başında Türkiye solu içinden hatırı sayılır miktarda insanın “enternasyonal görev” kavramı altına gizlediği bir umutsuzlukla PKK saflarına katılması herhalde bir rastlantı değildir.
Kendi işini başarmak için kendi yolunu bulmakta zorlanan ve devrimci bir çıkışı kotaramayan solun büyük bir bölümünün, süreç boyunca enerjisinin büyük bölümünü (bu enerjinin ne kadar olduğu ayrı bir tartışma konusu) Kürt bölgesindeki gaddarlığa karşı protestolara ayırmış olması da elbette ayrı bir gerçekliktir. Yalnızca sosyalist yazının sayfaları bakımından değil, günlük pratik açısından da durum böyle olmuştur; zaman içerisinde “enternasyonalist dayanışma” çerçevesine giren etkinlikler hayatın bütününe egemen olurken, solun büyük bölümü, “iktidar perspektifi” denilen şeyden, kendisi için devrimci bir çıkış tasarımından giderek uzaklaşmıştır. İşler bu noktaya geldiğinde asıl yıpranan ise, “enternasyonalizm” kavramının devrimci içeriği olmuştur. Sürecin baskısıyla giderek “katliamlara ve insan hakları ihlallerine karşı tutum alma” noktasına savrulan “enternasyonal dayanışma” kavramı, bütün bu katliam ve gaddarlıkların sona ermesinin gerçek yolunun buradan, bu taraftan başlayacak devrimci bir dalga olduğu düşüncesinden kopmaya başlamıştır. Ve nihayet, kendi kimliğini ve iktidar fikrini yitiren ya da “hafifleten” sol, bir süre sonra “dayanışma” görevlerini yerine getirebilecek güçten de uzaklaşmış, “dayanışma” adına girilen yolun gelip dayandığı yer “cılız sesler” olmaya başlamıştır.

İki tarz, iki ekol...
Olguya silahlı mücadele pratiği açısından baktığımızda gördüğümüz şey ise, biraz karışık bir cümleyle anlatılabilir: Türkiye solunun silahlı pratik iddiasına sahip kesimlerinin çoğu, PKK’nin “84 Atılımı”na dayanak yaptığı Çayan’ı bir kenara itip ya da onu yalnızca “anılacak adam” düzeyine düşürüp, onun üzerine sonradan PKK tarafından eklenmiş bulunan biçimlere odaklanmışlardır. Başka bir deyişle, yukarıda açmaya çalıştığımız baskılanma, bu kesimlerde bir “PKK’ye öykünme” sonucuna yol açmış, içinde bulunulan aşamayı gözetmeyen düz bir çizgiyi ortaya çıkarmıştır. Yazımızın ilk bölümünde de belirttiğimiz gibi, silahlı mücadeleye yönelik “endişe verici” bir “sevgi” dönem boyunca gelişmiş; ama zaman zaman abartılı Kızıldere övgüleriyle ifade edilen bu “sevgi”, aslında M. Çayan’ın söylediklerinin tek bir satırının bile anlaşılmaması üzerine kurulmuştur.
Şöyle açılabilir: M. Çayan, bir tarzdır, bir ekoldür. Tıpkı Lenin’in Rus olmaktan ve Rus devrimci geleneğinden kopmadan Marks/Engels’e eklemlenmiş olması gibi, Çayan da marksizm-leninizmin evrensel tezleri üzerinden yürüyerek Çin ve Latin Amerika deneyimlerine ulaşmış, oradan gelerek kendi ülkesi için bir teorik/pratik bütünlük inşa etmiştir. Bu çizgi, “Ne Yapmalı”dan hiç kopmayan ama öte yandan fokocu düşüncelere, KP’lere duyulan tepkinin yarattığı anti-parti eğilimlerine hiç bulaşmadan Che’yi, gerilla olgusunu da anlamaya çalışan bir çizgidir. PASS, bu anlamda, her şeyden önce ve her şeyden daha çok politik önderlikten vazgeçmeyen gerillayı, parti kavramını başköşeye yerleştiren silahlı mücadeleyi simgeler. Dolayısıyla M. Çayan’ın tarzı, bu yöndeki iddiaların tersine, basit anlamda bir Latin Amerika uyarlaması değil, halk savaşı zincirinin Mao’dan gelen halkalarıyla Guevara referansının harmanlandığı ve bütün bunların klasik leninist tezlere dayandırıldığı bir çizgidir. Ama bütün bunların ötesinde ve bütün bunların bir sonucu olarak bu tarz, deyim yerindeyse “ruhu” itibarıyla da bir ekoldür, etikten kültüre ve örgütsel geleneklere dek belli bir çerçeveyi izler, belli davranış kalıplarına sahiptir. THKP-C eylemlerinin bütününde izlediğimiz örnek tutumlar, “68’in özellikleri” gibi faktörlerle kolayca açıklanamaz; bütün bunlar saptanmış olan politik çizginin ve silahlı mücadeleye yüklenen anlamın da sonucudur. MRTA eylemcilerinin tutumlarıyla THKP-C eylemcilerinin tutumları arasında büyük benzerlikler varsa eğer, kuşkusuz bunlar rastlantı değildir; benzer politik saptamaların ürünleridir.
Ve bu çizgi, politik inançlar bakımından olduğu kadar silahlı pratik bakımından da 90’lı yıllarda Hamas ve Hizbullah örneklerinde simgelenen Ortadoğulu tarzla hiçbir ortak nokta taşımaz.(4) Aradaki en temel fark da silahlı mücadeleye yüklenen anlamla ilgilidir.(5) Kendi teorik tasarımında bulunan “öncü savaşı” kavramından hareketle bu tarz, yani M. Çayan’ın leninist çizgisi, daha önce değindiğimiz merkezi ve büyük müdahale kavramını kendisine esas alır ve henüz orduların karşı karşıya gelmediği bu başlangıç döneminde hasım gücün fiziksel olarak tahrip edilmesini, onun eleman ve araçlarının yok edilmesini değil, politik olarak yıpratılmasını, böylece yığınlar arasında sempati/güven/destek ilişkisinin yaratılmasını öngörür. Politik jeste dayalı, meşruiyeti ve ne için yapıldığı kilometrelerce öteden çıplak gözle görülebilen, son derece net bir politik müdahale biçimidir bu. Devrimci hareket, kendi saptadığı bir noktadan, kendi gündem anlayışıyla, kendi saptadığı bir zamanlamayla, son derece gözle görülür bir mesaj ortaya koyar ve bu mesajın yarattığı atmosferin etkilerini, her koşulda olağanüstü bir performans gerektiren örgütlenme çalışmalarıyla birleştirir. Bu, Çayan’ın vurguladığı gibi “askeri değil politik” bir müdahale biçimidir ve teorik temelini ülkedeki milli krizin henüz olgunlaşmamış olması gerçeğinden alır. Yani kısaca tekrarlarsak, M. Çayan, ülkenin sürekli bir milli kriz yaşadığını, böylece evrim ve devrim aşamalarının ve bu aşamaların mücadele biçimlerinin içiçe geçmiş olduğunu, ancak sözkonusu devrimci durumun devrimci irade tarafından olgunlaştırılması gerektiğini ortaya koyar. Bunun silahlı mücadele bakımından önemi ise, fiziki tahrip yerine politik gerçekleri açıklama faaliyetinin öne çıkmasıdır; bu anlamda THKP-C terminolojisinde “silahlı propaganda” kavramı ayırdedici bir özelliğe sahiptir. Daha genel bir tanım olan ve halk savaşının bütün aşamaları için geçerlilik taşıyan “silahlı mücadele” deyimine oranla üzerine daha çok vurgu yapılması rastlantı değildir. Çünkü bu vurgu, pratikte ne yapılacağını, nereye, hangi amaçla ve nasıl vurulacağını doğrudan belirler.
Bir ucu dinsel motiflere dek uzanan Ortadoğu tarzında ise esas unsur, hasım gücün eleman ve araçlarının maddi olarak tahrip edilmesidir. Bu tarz, öyle sanıldığı gibi “mücadelenin aşamalarının karıştırılması” filan da değildir. 90’lar itibarıyla bu sorun, artık bir ekol, daha doğrusu bir tür “taklit” sorunudur ve “olgunlaşmış milli kriz/tutuşmak üzere olan bozkır” saptamaları aslında bu ekolün üstüne giydirilmektedir. Tam bir düşünme/planlama tembelliğini de içeren bu tarz, “bütün teknik ve entelektüel gevezelikleri bir yana bırakarak” herhangi bir yere, herhangi bir biçimde ve herhangi bir zamanda yapılan askeri saldırıyı yeterli saymaktadır. Yani burada, o eylemin bir politik kampanyanın parçası olup olmaması, kitlelerin vicdanında olumlu bir sarsıntı yaratıp yaratmaması değil, hedefin “düşmana ait olup olmaması” ve muhtemelen lojistik uygunluk ön plandadır. Ortaya çıkansa çoğu zaman kaotik bir sonuçtur; çünkü bu mantık, ciddi bir tasarım ve ciddi bir mesleki mesai harcamak yerine, en kolay ama en şiddetli, en kan-revan olanı seçmektedir. Kuşkusuz, vurulan yer ve yapılan şey, politikadan tamamen uzak değildir, kuşkusuz o mutlaka bir düşman kurumu ya da elemanıdır, vb. ama buradaki asıl sorun, bu yapılan şeyin politik bir anlamının olup olmamasıdır. Elbette yoksullukla DİE binası arasında, baskıyla herhangi bir kışla binası arasında (bildiri yoluyla bile açıklanmakta zorluk çekilen) bir ilişki vardır; ama sorun da tam buradadır zaten, kendi kendini açıklayabilecek kadar net bir politik müdahale yerine, uzun bir mesleki çalışma gerektirmeyen fiziksel tahribatı yeğleyen bu mantık, tam da bu noktanın üzerinden atlamaktadır. Devrimci hareketin kendi gündemiyle ve kendi programatik amaçlarıyla geliştirdiği bir çizgi olan silahlı propagandanın yerine mevcut gelişmelere tepki vermek ve güç gösterisi yapmak üzerinden giden bu yaklaşım, ahlaken ve tarihen “haklılık” ile politik vuruşun “doğruluğu”nu birbirine karıştırarak “devrimcilerin yaptığı her şeyin otomatik olarak meşru olduğu” kuruntusuyla davranırken, şiddet aygıtının siyasal olarak “boşa düşürülmesi” hedefinden de kaymakta ve öte yandan devrimci zekâ ile komplike tasarımın yerine “fedakârlık” unsurunu ikame etmektedir. Burada artık M. Çayan’a ait bir şey yoktur; önümüzdeki şey tam da Ortadoğu tarzına uygun olan “vur vur inlesin” çizgisidir ve belli bir “mesele” üzerinden yürüyen, belirgin bir amacı olan, netice olarak örgütün programının popüler bir ifadesine dayanan politik kampanyanın yerine “durumdan vazife çıkaran” nesnelci siyaset ikame edilmiştir. Böylece, hasım gücü “bir şey yapmaya ya da yapmamaya zorlamak” biçiminde tanımladığımız tolore edilemez eylem çizgisi kaybedilirken, geriye kalan şey, bu tolerasyon çizgisinin altında seyreden, sonuç olarak düşmanı zorlamayan ve kitleleri de sarsmayan bir çizgidir. Eninde sonunda kapalı devre bir “militan-polis” çatışmasına dönüşerek ya da “belediye otobüslerini tahrip etme” gibi yapılması kolay ama politik hedefi çok tartışmalı eylemlere yönelerek kitleler bakımından anlamını yitiren bu çizgi, yol açtığı insan kayıpları bir yana, bütün kahramanca yanlarına rağmen silahlı propaganda kavramındaki özün yanına bile yaklaşamamaktadır.

Politika ve kaos
Daha da kötüsü, böylece ortaya çıkan şey, leninist tarzdaki zekice politik vurgunun yerine “başka şeylerle karıştırılabilen”, “provokasyona açık” şiddet gösterilerinden başkası değildir. Bir süre sonra artık gerçekten kimin neyi yaptığı bilinemez hale gelmektedir; çünkü devrimci ekolde asli unsur olan “çevreye ve sıradan insanlara asla zarar vermeme” ilkesi, bu altın kural, tasarım tembelliğinin ve Ortadoğu intikamcılığının, mistik “feda” mantığının kurbanı olmakta ve “savaş içindeyiz, n’apalım yani” savunması her şeyin üstünü örtmektedir. Bu arada, CIA ajanı Mitrione’in kaçırılması sırasında masum bir sivilin ölmesini hâlâ tartışan Tupamaroslar ya da istemeden yaraladığı bir vatandaştan bin kez özür dileyen Deniz Gezmiş, “gereksiz yumuşaklık”la suçlanabilir artık. Ve bütün bu “gereksiz hassasiyetler”e boşverilip bir cezalandırma sırasında hedef dışında neredeyse şehir halkının yarısını ortadan kaldıracak kadar pervasızca yapılan pratik, (üstelik asli hedef hâlâ yaşarken!) son yılların en devrimci eylemi olarak kutsanabilir. Çünkü bu mantık, başta da söylediğimiz gibi 71’deki Çayan’ı değil, 90’lı yıllardaki PKK’yi esas almakta, 71’i anlamak yerine 90’lara öykünmek yolundan gitmektedir. Reel konum olarak 71’de, hatta onun daha da gerisinde durduğu halde, kendisini sanal bir biçimde 90’lı yılların PKK’sinin açık savaş aşamasında saymakta olan bu mantığın esas aldığı şey, silahlı propaganda ve kitlelerin devrim saflarına çekilmesi değil, hayali bir “stratejik denge” varsayımına dayanan düz savaş çizgisidir. Daha doğrusu bu yanlış ve abartılı saptama, marksizmin geri çekildiği her santimetrekareyi hızla dolduran Ortadoğu motifleri tarafından da tamamlanarak tam bir kaotizme yol açmaktadır; yani bu salt bir yanlış saptama değil içselleşmiş bir tutumdur artık.
Bu mantığın sonucudur ki, ülkedeki hakim sınıfın bütün üyelerinin, hatta onların baskı aygıtının bütün elemanlarının, her zaman ve her yerde tartışmasız olarak “hedef” oldukları düşüncesini reddeden devrimci tarzın aksine Ortadoğu tarzı, tam da İslami bir motif olan “kısas” düşüncesine ve toptancılığa dayanır. Herhangi bir anda, herhangi bir düzen kurumu ya da görevlisine yönelmenin kendiliğinden ve otomatik olarak meşruiyete sahip olduğu yanılsaması, bu ekolün çizgisinde her yeri ve her şeyi vurulabilir hale getirmekte ve böylece bir başka tehlikeli kapıyı da açmaktadır: Hasım gücün aşırı homojenleştirilmesi... Düşman kampın bütün unsurlarını tek bir homojen blok olarak gören bu tarz, (ki bu, savaşın en ileri aşamalarında bile mümkün değildir) böylece onların gerçekten homojenleşmesine zemin hazırlamakta, karşıt cephede en küçük bir vicdani kıpırtı yaratmazken, tam tersine toplu davranış güdülerini artırmaktadır. Devrimci seçiciliğin aksine “en yakındakine” vurmayı seçen Ortadoğu zihniyeti, sonuçta silahlı mücadeleyi yığınlar için anlam ifade etmeyen kapalı devre bir maç haline dönüştürmektedir. M. Çayan’ın mantığında, “sermaye sahiplerini ve emperyalizmi savunma” gibi bir konuma düşürülmesi (ya da daha doğrusu bu konumunun açığa çıkarılması) hedeflenen şiddet aygıtı, burada “kendisine yönelik saldırılara karşı meşru müdafaa yapan” bir konuma yükseltilmekte, böylece bu “mağduriyet” noktasından başlattığı gaddarlığa zemin bulabilmektedir. Gerçeğin böyle olup olmaması hiç önemli değildir; bizim karmaşık ve diyalektik çalışan zihnimiz açısından durum net olabilir, ama sokaktaki insanın tek aşamalı ve zehirlenmiş zihninde durum bambaşka oluşmaktadır.
Ayrıca yine bu toptancı tarz, mümkün olan en az sayıda ölüm vakasıyla işini yürütmeyi seçen devrimci ekolün tersine, performansının yüksekliğini de bu bakımdan ölçmekte ve neredeyse tek önemli eylem biçimi olarak cezalandırmayı saptamaktadır ki, bu da tipik bir İslami motif olan “kısas”a denk düşmektedir. Burada ciddi olarak birbirine karıştırılan iki şey, devrimci militanın yüreğinin soğutulmasıyla, kitlelerin politik olarak etkilenip örgütlenmesidir.
Şüphesiz tarz böyle seçilince, yani seçici/komplike politik müdahalenin yerine en yakındakine en büyük şiddetle yönelme mantığı konulunca, ihtiyaç duyulan insan tipi de gelişmiş/yetkin politik kadro değil, “genç kahramanlar” olmaktadır. Yani, işbaşında olan, bu kez de Ortadoğu’ya özgü “feda” kavramıdır. Politik bilinçten çok ahlaki motiflerle yetiştirilen bu kadro tipi ise Çayan’ın tarzındaki “merkezi politik müdahale”yi kafasından çoktan silmiş olan bu anlayışın lokal düzeydeki intikamcı kapışmaları için zaten yeterlidir. Böylece olan şey, politik durumun yanlış değerlendirilmesinin, her kuşaktan öne fırlayan “feda” unsurlarıyla giderilmesinden ibarettir. Çünkü burada, karşıt gücün baskı aygıtının elemanlarının hayatlarıyla devrimci insanların hayatları arasında yanlış bir oranlama söz konusudur. Savaşın en ileri aşamalarında bile asla bire bir olmayacak olan bu oranın bugün her devrimciyi pırlanta değerinde düşünen bir mantıkla kurulması gerekirken, “feda” anlayışıyla tersi yapılmakta ve bunun sonucu gerçekleşen kayıplar da “savaşın gereği” sayılmaktadır.(6)

Yeniden tolerasyon üzerine
Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan “başarı” ise, “yokedilemeyen” bir hareketin yaratılması ve devamıdır. Ama zaten sorun da tam buradadır: Türkiye’de “yok edilemez” olmak ve “varlık sürdürmek” bir başarı değildir; Türkiye’de bir hareketin yok edilmesi zaten mümkün de değildir. Ama ne çare ki Türkiye’de, “yok edilememe” hali, “tolore edilebilir durumda olmak”la aynı anda yaşanabilmekte ve bu ikisi aynı gerçeğin farklı yüzleri olabilmektedir. Devrimci tohumların filizlenmesi bakımından son derece bereketli olan bu topraklar üzerinde hem bitmemek hem de “katlanılabilir” bir noktada bulunmak aynı anda mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında, uzun süredir lokal alanlarla sınırlı olarak sürdürülen mevcut kır gerillası biçimleri de yeniden ve bir başka gözle incelenebilir. Yaklaşık otuz yıldır devam eden bu pratik boyunca gösterilen kahramanca davranışlar ve yitirilen insanların anıları şüphesiz çok önemlidir; ama öte yandan bu pratik, yazı boyunca açmaya çalıştığımız “tolerasyon” kavramına da denk düşen bir örnek oluşturmaktadır. Neticede, oralarda bir yerlerde son derece rahatsız edici bir durum vardır, silahlı güçler dağlarda dolanmakta ve arasıra ciddi zararlar da verebilmektedir; bu güçlerin şu andaki varlığından da önemli olan şey, geleceğe yönelik olarak barındırdığı potansiyel tehlikedir. Şüphesiz bütün bu bakımlardan konu devlet için çok önemlidir; ama bu durum, sistemin mevcut işleyişi, onun kitlelerle kurduğu ilişki bakımından merkezi düzeyde bir sorun da yaratmamaktadır. Ankara, sorunu tartışmakta, olgu üzerine raporları düzenli bir biçimde inceleyip gerekli kararları vermekte ama netice olarak olayı “katlanılabilir bir terör miktarı” çerçevesinde ele almaktadır; çünkü nihayetinde bu olgu ekonomiden politikaya dek yapılan tasarımları, takvimleri, uluslararası antlaşmaları ve yeni baskı yasalarının gündeme getirilmesini engellememektedir. Oligarşiyi merkezi düzeyde “bir şey yapmaya ya da yapmamaya” zorlamayan, mevcut gündemin işleyişi üzerinde etki yaratmayan bu “uzatmalı” pratiğin gelip dayandığı yer, bugün artık tam da böyle bir tıkanma noktasıdır. Gerçekten ortada “yok edilemeyen” bir olay vardır; ama yok edilmesinin mutlaka ve hemen gerekip gerekmediği de tartışmalı bir konudur. Yani olgu bu kez 1971’deki heyecan yaratıcı, devletin mutlaka çözmesi gereken durumdan öteye geçmiş, Türkiye manzarasının bildik unsurlarından biri olmuştur.
Şüphesiz devam ettirilebilir ve ettirilmektedir; bu çizginin sürdürücüleri söz konusu tarzın eninde sonunda “kızıl siyasi iktidarlar” noktasına evrileceği konusunda ısrarlı da olabilirler, ama somut gerçekliğin buna uyup uymayacağı oldukça tartışmalıdır. Bizim durduğumuz yerden görünen şey, tıkanmadır ve biz bu tıkanmanın M. Çayan’ın “şehirlerde ciddi bir etki sahibi olduktan sonra kıra yönelme” anlayışıyla aşılabilir olduğunu düşünüyoruz. Halk savaşı teorisinde bir “ikili iktidar” durumu olarak anlamlı olan kır gerillası, THKP-C tarzında “bir yerlere birlik çıkarma” biçiminde değil, politik/askeri gücün büyümesinin bir sonucu olarak algılanır. Birleşik Devrimci Savaş anlayışının klasik Maocu yaklaşımdan farkı da bu noktadadır.

Martov’un silahlısı olur mu?
Bu bölümü bitirirken M. Çayan’ın kafasındaki silahlı propaganda anlayışının kendiliğindenci/nesnelci anlayışlarla hiç bir biçimde uyumlu olmadığını da söylemeliyiz. Reformizmin bile “silahlı” çeşidinin olduğu postmodern zamanlarda konuşurken, Çayan’ın tarzının silahlı propagandaya “gündem yapıcı” bir işlev yüklediğini özellikle vurgulamak gerekiyor. Burada söz konusu olan şey, düzen tarafından pişirilip önümüze sürülerek geri çekilen sonra yeniden ısıtılıp getirilen gündem maddelerinin ötesinde, devrimci hareketin kendisi tarafından saptanmış bir durum ve zamanlamadır. Bu, devrimci hareketin güncelliklerden yararlanarak popüler politika yapmayacağı anlamına gelmez; tam tersine THKP-C ekolünün yıllardır en zayıf kaldığı alan olan güncel politika alanı doğru çözümlemeler ve müdahalelerle güçlendirilmelidir. Yani devrimci tarz, tamamen toptancı bir anlayışa sahip eğildir; ama öte yandan “akşamki televizyon haberine sabah tepki üretmek” biçiminde özetlenebilecek olan kendiliğindenci bir biçim de devrimci anlayışa uzaktır. Başka bir deyişle söylersek, basın açıklamasının silahlısı, silahlı propaganda değildir. Politik alanın her köşesine bütün politik araçları kullanarak müdahale etmek, her durumda politika üreterek karşılık vermek ayrı şeydir, oligarşinin genel pozisyonuna bütünsel ve merkezi olarak yönelmek ayrı şeydir. Bu ikisinin birbirine karıştırılmasının pratik sonucu ise bugünkü manzaranın en tipik özelliğine denk düşmektedir: Yerelcilik...
Yalnızca mekanlar ve yerler anlamıyla değil, politikanın kulvarları anlamında da bir yerelciliktir bu. Postmodernizmin devrimci pratik alanındaki yansıması olarak da görülebilecek olan ve “sağ” kanatta kendisini ÖDP tarzı “sivil girişimcilik”lerle, “günlük hayata yönelme”lerle ortaya koyan bu anlayış, daha solda ise “parçabaşı siyaset” tarzını geliştirmiştir. Bir yandan “mahalle” tarzını öne çıkaran bu yaklaşım, diğer yandan ise “aktüel politika” adı altında bütün siyaset yapma tarzını (silahlı biçimler dahil) hayatın arkasından sürüklenen bir çizgiye yaslamaktadır. Oysa silahlı propaganda, tam da bu noktada “geleneksel çalışmaya eklenmiş askeri eylemler”den ayrılır; o, çok açık ve somut bir biçimde ülkenin manzarasına bütünlüklü bir müdahalede bulunmayı, giderek politik arenanın mutlaka hesaplanması gereken bir unsuru olmayı hedefler. Onu yürüten örgütü herhangi bir demokratik platformdan, bir insan hakları kurumundan ayırarak politik iktidar için savaşan bir parti durumuna yükselten de bu özelliktir.

Silahlı mücadele: Nereye?
2000’lerin başında yaptığımız bu özet, okura silahlı mücadelenin bir dizi sorunla kuşatılmış olduğu izlenimi verebilir. Bu izlenim şüphesiz doğrudur. Gerçekten de bugün silahlı mücadele çizgisi bir dizi handikapla karşı karşıyadır. Son yirmi yılda uygulanan politikalar sonucunda devrimcilerle kitleler arasındaki bağların zayıflaması, dar cemaatlar açısından (potansiyel solcu kategoriler ve aleviler gibi alt kimlikleri kastediyoruz) olmasa da geniş kitleler açısından ciddi bir iletişim ve güven yıpranmasının yaşanıyor olması, elbette sorunların en önemlisidir. Deforme edilmiş bir toplumsal yapıyla karşı karşıya olan devrimcilerin, baskı ve ideolojik hegemonya tarafından iğdiş edilmiş toplumsal reflekslerin dünyasında salt “limon sıkıcılar” konumuna düşürülmek tehlikesiyle karşı karşıya, hatta bu tehlikenin içinde oldukları da bilinmeyen şey değildir. Zaten reel bir olgu olan “fiziki güçsüzlük” halinin ideolojik araçları elinde bulunduran iletişim tekelleri tarafından uç noktaya kadar abartılarak kitlelerin devrimci harekete karşı güvensizliğinin beslendiği de şüphesiz doğrudur. Bu, esasen bir tür “pratik nihilizm” biçiminde toplumsal yapıya yerleştirilmekte ve salt devrimci harekete değil, buna bağlı olarak (ve aslında bunun bir sonucu olarak) kitlelerin kendi güçlerine, örgütlenip karşı koyma potansiyellerine güvensizliği haline dönüştürülmektedir.
Öte yandan, ülkenin politik atmosferinin medya tekellerinin dezenformasyonu tarafından zehirlenmiş olması ve bu zehirin de etkisiyle eski bakir ortamın ciddi biçimde bozulması bir başka sorun olarak karşımızdadır. Bu, özellikle silahlı mücadele bakımından, oligarşinin fiziki kontrol yöntemlerinden (ki doğru örgtlenme biçimleriyle bunlar aşılabilir) çok daha önemlidir. Türkiye toprağı özellikle son beş yıldır, çok çarpıcı bir “sahicilik” problemi yaşamaktadır. “Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı” düşüncesi, tarihte hiç olmadığı kadar toplum içersinde yaygınlaşmış, kocaman bir yalan fırtınası içinde hedefsiz ve ölçüsüz bir güvensizlik duygusu toplumsal yapının gözeneklerini tıkamıştır. Artık hiçbir trafik kazasının “yalnızca trafik kazası” olarak görülemediği, hiçbir el sıkışmasının “acaba”sız yapılamadığı bir toprak olmuştur Türkiye. Aklı başında devrimcilerin bile yakasını kurtaramadığı derin bir kuşkuculuk biçimi toplumsal ortamı zehirlemiş, “her şeyin arkasında başka bir şeyin”, “her gücün arkasında başka bir gücün olduğu” saplantıları normal aklı iflas ettirmiş, devrimci silahlı eylemlerin de kitleler tarafından nasıl algılanacağı, bu algının oluşurken kaç kanal tarafından kaç ayrı biçimde eğilip büküleceği belirsizleşmiştir. Ayrıca devrimci güçlerin geçmişteki yanlışlarının da toplumsal bellek içersinde kayıtlı bulunduğu, bu kayıtların her an her zibidi haberci tarafından kullanılabilir durumda olduğu da Türkiye’nin başka bir gerçeğidir. Başka bir deyişle söylenirse, devrimci silahlı eylemler hakkında 70’li yıllardan beri hiç aksatılmaksızın sürdürülen spekülasyon ve çarpıtma kampanyaları, bugünkü manzara içersinde daha çok “alıcı”ya sahiptir ve bu durum, her şeyi, atılacak her adımı daha kritik hale getirmektedir. Yazımızın başka bölümlerinde belirttiğimiz gibi artık iktisadi ve politik anlamda da oligarşinin bir parçası haline gelmiş bulunan iletişim tekellerinin elindeki silahın namlusunun geriye, sahiplerine doğru döndürülmesi, kolayca başarılabilecek bir iş olmaktan çıkmıştır.
Elbette daha bir çok şey sayılabilir; olumsuzlukların tümü bir araya getirildiğinde ise bunların, avantajlar listemize oranla oldukça kabarık bir yekûn tuttuğu görülecektir.
Ama bütün bunlardan dolayı ümitsiz olmak mı gerekiyor? Hayır! Asla değil!
Tam da tersine, bütün bu saydıklarımız ve sayabileceklerimiz, bu topraklar üzerinde silahlı bir müdahalenin ne kadar acil ve önemli olduğunun kanıtlarıdır. Bütün bunlar, düşmanın hegemonyasını kronik yayıncılıkla, günlük/yerel çalışmalarla kırmak isteyenlerin, M. Çayan’ın alaya aldığı şu “günlük maişet” çizgisinin, şu sefil alçakgönüllüğün ne kadar çaresiz ve çıkışsız olduğunun kanıtlarıdır. Karanlığın perdesinin bu ölçüde kalın olduğunun gösterilmesi, onun karşısında güçsüz ve çıkışsız olduğumuzun değil, yalnızca o perdenin “sıradan yollarla” yırtılamayacağının ortaya konulması anlamına gelmektedir.
Bizim burada söylemek istediğimiz şey tam da budur. Biz, Türkiye’nin 1971’de değil, 2000’lerde yaşadığını söylerken, aslında hiçbir şeyin sıfırdan başlamadığını söylemiş oluyoruz: Olumlulukların da olumsuzlukların da... Bunca yılın deneyimi ve birikimi, olumluluğumuzdur; 70’lerin bakir ortamını zedelemiş olan deformasyon ise dikkate almamız gereken bir olumsuzluktur. Yani sonuçta kimse, artık 70’li yılların ortamını basitçe bugüne taşıyarak, bir fıkranın önce anlatılıp sonra da esprisinin ayrıca açıklanmasına benzer bir biçimde “eylem artı bildiri” kolaycılığına sığınarak yürüyemez. Bize, başka bir şey gereklidir ve o başka şey, ciddi bir politik derinliği zorunlu kılmaktadır.
Bu politik derinlik noktası üzerine söylenebileceklerin çoğu bu yazının çeşitli bölümleri içersinde, eleştirel bir yerden, negatif bir tarzda ortaya konuldu. En azından yapılmaması gerekenlerin ya da silahlı mücadeleyi kendi ekseninden saptıran yaklaşımların bir listesi hemen hemen ortaya çıkmış bulunuyor. Pozitif bir çerçeveye yönelip, yeni dönemle ilgili bir şeyler söylemeye çalıştığımızda ise, bütün şimdiye kadar söylenenlerin deyim yerindeyse “ruhunu” oluşturan ana fikir herhalde açıkça görülmektedir: Biz, 2000’li yıllarda yeni bir sıçrama için ciddi bir geriye dönüşün gerekli olduğunu, bugünkü tıkanmadan çıkışın tek yolunun M. Çayan’ı bir kez daha ve bu kez daha doğru anlamaktan geçtiğini düşünüyoruz.
* Yazının geçen sayımızdaki bölümünde de açıkça ortaya koyduğumuz gibi, biz, ayrıntılara ilişkin (Kemalizm, vb) bütün tartışmaların ötesinde THKP-C anlayışı dediğimiz şeyin ruhunun, onun siyaset yapma tarzında yattığını, bu siyaset yapma biçiminin de bütünsel, merkezi bir silahlı müdahale çizgisinde somutlandığını düşünüyoruz. “Müdahale” kavramını bilerek kullanıyoruz; çünkü böylece bu tarzı nesnelci/kendiliğindenci bütün biçimlerden, yerelci bakış açılarından kurtarmak ve ona THKP-C tarzındaki asıl kimliğini yeniden kazandırmak istiyoruz. Parçalar ve güncel biçimler üzerinden yürüyen mücadele biçimlerini reddetmeyen ama bunları asla temel almayan bu kimlik, kendisini öncü savaşı ve silahlı propaganda kavramlarında somutlamaktadır. Bu kavramlar ise, her şeyden önce iktidar perspektifini ve bu perspektifle “büyük siyaset yapma” anlayışını içermektedir.
* Kolayca anlaşılacağı gibi bu siyaset yapma biçimi, esasen basit olarak “silah” ve “silahlı eylem” gibi kavramlar üzerinden değil, daha derin bir noktadan, devrimci mücadeleye bakış tarzından, bu bakışın bütünselliğinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda THKP-C herhangi bir “silahlı örgüt” değil, devrimci bir savaş örgütüdür ve silahlı mücadele onun bünyesinde “eklemlenmiş” bir şey olarak durmaz. Bu mücadele biçimi, onun ekseninde, içerilmiş bir olgu olarak vardır ve bu olgu onu yürüten iradenin iktidar perspektifinin ifadesidir. Silahlı mücadele, THKP-C anlayışı içinde basit bir “yol açıcı” olarak değil, ilk nüvenin oluştuğu andan büyük gerilla ordularına dek uzanan bir yolun başlangıcı olarak yer alır. Dolayısıyla devrimci hareketin yürüttüğü mücadelenin silahsız biçimlerinde de aslında bu perspektif ve tarz hakimdir; bu, bir devrimcilik biçimine denk düşer. Kolayca anlaşılabileceği gibi böyle bir anlayışın, M. Çayan’ın bir zamanlar “arada bir hazırlop iş olursa...” diyerek tarif ettiği şu malum “silahlı kol” anlayışıyla ortak bir noktası yoktur.
* Öyleyse bu tarz, yalnızca araç tercihinin ötesinde, bir ideolojik arkaplanın ürünü ve uzantısıdır. Yoksa, aynı araçlarla başka şeylerin yapılması da mümkündür ve zaten yapılmaktadır. Biz, silahlı bir müdahalenin, bu anlamda THKP-C anlayışının temel taşları üzerine oturması gerektiğini, oradan hareket ederek günümüze yönelen bir ideolojik yenilenmenin de bu sürecin tamamlayıcısı olacağını söylüyoruz. Dünyanın ve Türkiye’nin güncel uğraktaki manzarasına bakan, bu manzarayı yeniden yorumlayarak emperyalizmin ve dünyadaki/Türkiye’deki güçlerin yeni konumlanışlarını ele alan bir çözümlemenin, M. Çayan tarzıyla, yani akademik çalışma olarak değil “yol kılavuzu” çıkarma amacıyla yapılmasının silahlı müdahale bakımından ışık tutucu olduğunu düşünüyoruz.
* Ve işte bu “ileriye”, “yeni sürece” bakış dediğimiz şey, bazılarına ne kadar paradoksal görünürse görünsün, tam da bu noktada geriye, M. Çayan’a dönüp, onu anlama çabasını içerecektir. Çünkü, Türkiye devrimci hareketinin ipin ucunu kaçırdığı, mihenk taşını yitirdiği nokta, orada durmaktadır ve yitirilen şeyin yitirildiği yerde aranması doğaldır. Esas sorun, bir bütün olarak postmodern tarzdan, yerelcilikten ve öncelikler gözetmeyen, konsantrasyon içermeyen nesnelci siyaset yapma biçiminin bütün virüslerinden köklü biçimde arınma sorunudur. “Tolerasyon” sınırını aşarak politik arenaya bir bıçak gibi girecek olan çizgi, şüphesiz, orada, M. Çayan’ın kafasındaki “çıta yüksekliği”nde, bütünsel ve merkezi müdahale fikrinde gizlidir. Oligarşi açısından “pürüz” değil, bir “sorun” olmak; eski deyimlerle “dahil” değil, “müdahil” olmak, ancak böyle bir anlayışla mümkündür.(7)
* Hiç şüphe yok ki, böyle bir “geriye dönüş”, etik ve kültürel alanları, hatta dilimizi de kapsayacaktır. Etik duruşun en az politik yaklaşım kadar önem kazandığı 2000’li yılların çamur deryası içinde, silahlı müdahalenin M. Çayan ekolü, kesinlikle bir seçkinlik ve temizlik anlamına gelmektedir. Yalnızca ve yalnızca bu ekol, herhangi bir devrimci eylemi duyan insanın “evet bunu onlar yapmıştır” ya da “hayır bunu onlar yapmamıştır” diyebilmesinin, böyle bir kesinliğe sahip olmasının koşullarını yaratacaktır. Bunun dışında yol yoktur! Ve bu tarz, doğru bir açıdan bakıldığında, THKP-C’nin pratiği içinde kolaylıkla bulunabilir. Kadir Has eyleminde sözkonusu firmanın “bir günlük hasılatını” talep eden THKP-C gerillaları, evde önlerine serilen mücevherleri ellerinin tersiyle itmişlerse eğer, bu bir ilke sorunudur. Ve ancak genç kuşakların zihinlerinde yığılmış olan pragmatizmin çöp yığınları ayıklanıp, bu ilkeler yeniden bir yıldız gibi parladığında her şey yerli yerine oturacaktır.
* Bu aynı zamanda bir ideolojik temizlik, ayrık otlarının sökülüp atılması sorunudur. Leninist tarzın üzerine mistik rüzgarlarla gelip yapışan Ortadoğulu tohumların ayıklanması yalnızca silahlı mücadele bakımından değil, bir bütün olarak önemlidir. Ama silahlı mücadele bakımından sorun tamamen hayati bir noktadadır; çünkü bu durum her şeyden önce silahlı eylemin anlamı, yöntemi, hedefleri ve kitlelerle ilişkisi konusunu ilgilendirmektedir. Kitlelere herhangi bir anlam taşımayan, hatta onlara zarar veren bir çizgiden yürümek de mümkündür, Guevara’nın, Nestor’un yolundan da yürünebilir. Dolayısıyla silahlı müdahalenin Çayancı biçiminin altı çizilerek öne çıkartılması, onun çözümlemelerindeki derinliğin kavranması, devrimci hareket bakımından olmak ya da olmamak sorunu kadar çarpıcı bir önem arzetmektedir. Tam da bu noktada biz, kendi tarihimiz bakımından çok büyük avantajlara sahip olduğumuzu düşünüyoruz; çünkü o tarih, gerçekten iyi tasarımları ve bu yazı boyunca anlatmak istediğimiz tarzın seçkin örneklerini içinde barındırmaktadır.
* Öte yandan biz “meşruiyet” sorununun iki uçlu bir bıçak olduğunu ve bugünkü noktada olağanüstü bir önem kazandığının da farkındayız. Esasen biz, silahlı mücadelenin ne dün ne de bugün, tamamen otomatik bir meşruiyete sahip olmadığını biliyoruz. Burada meşruiyetten kastımız, tarihsel anlamdaki meşruiyet ve haklılık değildir; o konuda herhangi bir kuşku bile sözkonusu değildir. Bu kavramla, bu yazıda kastettiğimiz şey, devrimci eylemin, kitlelerin vicdanında ve duygularında yarattığı etkiyle ilgilidir ve bu özgün anlamıyla “meşruiyet”, biz ne yaparsak yapalım onu haklı ve doğru kılacak hazırlop bir otomatik zemin değildir. Bu, ancak, eylemi uygulayanların politik durumu doğru çözümlemesi, bakış zenginliği, zekice tasarımı ile “kazanılacak” bir zemindir. Dolayısıyla, THKP-C tarzı bir silahlı müdahale, önüne ülkenin sosyal şartlarını, yoksulluk oranlarını ve devletin gaddarlık örneklerini koyup bundan “ben canım ne isterse yaparım” mantığını çıkaran bir anlayış içermez. Bu müdahale tarzı, her özgün durumda olgunun doğru saptanmasını, doğru politik jestin öne çıkarılmasını ve aynı zamanda uygulamanın etik, vb. kriterlerinin tutarlı olmasını kapsayacaktır. Çünkü artık belleğimiz, bütün bunları gözetmeyen bir çizginin, tam tersine mevcut meşruiyet zeminlerini zedelediğini bize hatırlatmaktadır.
* Üstelik, 2000’li yılların manzarası içinde, bu mesele artık salt bizi ilgilendiren bir sorun olmaktan da çıkmıştır. İletişim teknolojisinin ulaştığı bugünkü seviyede, herhangi bir ülkedeki az çok önemli bir eylem dünyanın başka köşelerindeki devrimci güçler bakımından da ciddi bir önem kazanmıştır. Bu açıdan dünyadaki bütün devrimci güçlerin birbirlerine zarar verebildikleri ya da yarar/prestij sağlayabildikleri bugünkü koşullarda, her devrimci yapı, attığı her adımda ağır bir sorumluluk altındadır. Dünya devriminin yolunun ultra-enternasyonalist fantazilerden değil de, bölge devrimleri perspektifinden geçtiğine inanan hareketimiz bakımından bu olgu hayati önem taşımaktadır.

Sonuç
Sonuç olarak biz, bütün olumsuz koşullara rağmen, ülkenin kaderinin doğru bir silahlı mücadele anlayışına her zamankinden çok daha fazla kilitlenmiş olduğundan kuşku duymuyoruz. İşimizin zor olduğunu, ancak imkânsız olmadığını biliyoruz.
Bu doğru tarzın inşası, bütün bu temel taşlarının üzerinden yapılacak ve şüphesiz bu, pratik bir sürece denk düşecektir. Ayrıntılar üzerine belki daha çok şey söylenebilir, her zaman söylenecektir; ama esas olan ilkelerin ortaya konulmasıdır.

DİPNOTLAR
(1) Şüphesiz buna yaklaşılmıştır, özellikle hareketimizin çabaları çok anlamlıdır ve bu bakımdan düşünüldüğünde 6 Haziran olayı ciddi bir talihsizliktir. Talihsizlik, çok önemli dört kadronun bir anda kaybının yanında, belki de çığır açabilecek olan bir eylemin (İsrail Başkonsolosu’na yönelik bir eylemdir bu) böylece yarım kalmış olmasından kaynaklanmaktadır. Ama tarih, böyledir... Onu, olayların sebepleri ve bağlantıları bakımından inceleriz, doğrusu da budur; ancak o, yine de kendisini sonuçları bakımından ortaya koyar, gelip bugünkü hayatımızı ve durumumuzu etkileyen şey, “sonuç” dediğimiz şeydir.
(2) Yine de temkinli bir destektir bu. Çünkü oligarşi, kendi deneyimleriyle bilir ki, bu toprakların özelliğinden ötürü legal sol bile kendi içinden her zaman “daha sola” kayan filizler üretir ya da en azından “işler kızıştıkça” savaş örgütlerine kayabilecek genç insanları çatısının altında barındırır. Bu açıdan, genel politik atmosfer ne olursa olsun, oligarşi kendi işini bilir ve oraları asla boş bırakmaz!
(3) Bu bölüm boyunca “PKK etkisi” denilen şeyden söz ederken, bir gerçeğin üstünden atlamamak gerekiyor. Etki kavramı, “etkilenen”i, “etkilenmeye hazır ya da müsait olan”ı da kapsar. Yani burada bir “günah keçisi” arayışı içinde değiliz. Türkiye solunun büyük bir bölümü, bu etkinin “alıcısı” olmuştur, hatta bir anlamda bu dinamik unsuru kendi dertlerinin çözümü olarak da görmüştür. Mesele budur.
(4) Burada çok önemli bir uyarıyı mutlaka yapmalıyız; “Ortadoğu tarzı”ndan söz ederken 60’ların Filistin devrimci hareketlerini dışta tutuyoruz. Onlar zaten 60’lar ve 70’ler itibarıyla dünyadaki genel gerilla tarzının içinde, hatta merkezindedirler ve bir bütün olarak o tavrın temel özelliklerini taşırlar. Burada anlatmaya çalıştığımız Ortadoğu kimliği ve tarzı ise, özellikle 90’lı yıllardan sonra güçlenen radikal İslamcı kesimlerle, marksizm dışı mistik bir düşünme biçiminin devrimci hareket üzerindeki etkileriyle ilgilidir.
(5) Şüphesiz Ortadoğu tarzı ile devrimci tarz arasındaki farkların tartışılması yalnızca silahlı mücadele alanıyla sınırlı değildir; okur meseleyi daha geniş düşünmeli ve örgüt/önderlik anlayışından kültürel biçimlenişe, kadronun yaşamına verilen değerden ahlaki alana ve insan ilişkilerine dek bir dizi konuda son yıllarda nelerin yaşandığını sorgulamalıdır. Böyle bir sorgulama ve arınma son derece önemlidir. Devrimci hareketin bir bütün olarak yenilenmesi, bu alanların gözden geçirilerek, günlük kavramlara dek sızmış bulunan marksizm dışı yarı-dinsel motiflerin ayıklanmasını da içerecektir. Şu anda “Ortadoğu virüsü”nün genel etkileri üzerinde bütünlüklü olarak durmayışımız yalnızca yazının çerçevesini zorlamamak içindir; yoksa konu kendi başına çok büyük bir öneme sahiptir ve mutlaka ele alınmalıdır.
(6) Kızıldere’de söylenen “biz buraya teslim olmaya değil ölmeye geldik” sözü, “feda” kavramı için asla bir kanıt olarak kullanılamaz. Çok açık ve nettir: M. Çayan ve arkadaşları Kızıldere’ye “ölmeye” gelmemişlerdir! THKP-C, Kızıldere’ye, daha doğrusu Ünye’ye çizgisine uygun olarak bir devrimci eylem gerçekleştirmeye gitmiştir. Kuşatma altındaki bir evde teslim çağrısını reddetmek ve çatışarak ölmek ayrı şeydir, eylemin kendisi ayrı şeydir. Kimse devrimcileri futbol taraftarlarıyla karıştırmasın! Kimse devrimcileri Hasan Sabbah’ın “fedai”leriyle bir tutmaya kalkmasın! Bu, onların anılarının incitilmesinin yanında, meselenin özünün, bir politik müdahale tarzının yanlış anlaşılması anlamına da gelmektedir.
(7) Bu, aynı zamanda yıllardır sonundan eklemlenilen PKK tarzının başlangıç noktasına gitmek ve doğru yerden doğru dersi almak anlamına da gelecektir. PKK olgusundan çıkarılacak doğru ders ise bellidir: İzlenecek politik önceliği sıkıca saptayıp, bütün diğer unsurların ihmali pahasına bile olsa o noktaya yüklenmek, bu konuda kesin ve sarsılmaz bir irade göstermek... Bugün İmralı’dan yayılan toz dumanın etkisi altında kalıp, yirmi yıl önceki ilk kongrenin kapanış konuşmasında “yeni bir şey yapmak isteyenler alışılmış yollardan yürüyemezler” diyen genç Öcalan’ı ve o dönemin derslerini atlamamak gerekiyor. Daha doğrusu, Fis köyü ile İmralı adasını birbirine karıştırmamalıyız. Çünkü Fis köyü, esasen Maltepe’ye ve Kızıldere’ye sanıldığı kadar uzak değildir.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92