Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yunus BEDİR

Son zamanlarda devrimci hareketin literatürüne bir kavram iyiden iyiye yerleşti. Fakat bir çok kavram gibi bunun da, Düşük Yoğunluklu Çatışmanın da (DYÇ) yerli yerine oturtulamadığı görülüyor. DYÇ'nin içeriği, çerçevesi ve arka planına ilişkin olan bu çalışma, biraz da bu bulanıklığı ortadan kaldırmayı hedefliyor. Emperyalizmin, egemenlik alanlarının kontrolünde başvurduğu bir yöntem olan DYÇ'nin kavranılabilmesi için yeni sömürgelerin sosyal/siyasal yapısına değinmeden işe başlamamak gerekiyor. Bu ise şüphesiz, bu yapının en güçlü çelişkisi olan oligarşi ile halk arasındaki çelişkinin özneleri açısından incelenmesi anlamına gelmektedir.

Yeni sömürgelerin sosyal yapısı ve Sömürge Tipi Faşizm
Sömürücü sınıfın esenliği ve mevcut düzenin devamını sağlamakla görevli olduğu halde tarafsızlık maskesi altında işlerini yürüten devletin biçimini hakim üretim ilişkilerinin belirlediğini biliyoruz. Faşizm de emperyalizm çağında ortaya çıkmış bir kapitalist devlet biçimidir ve emperyalizmin en gerici yanının damgasını yemiştir.
Türkiye ve benzeri yeni sömürgelerde devletin biçimi faşizmdir. Hitler Almanya'sı ve Mussolini İtalya'sından farklı olarak, faşizm yeni sömürgelerde yukarıdan aşağıya, devlet aygıtından başlayarak örgütlenir. Devletin tepeden tırnağa faşist niteliklere uygun olarak örgütlendiği bu ülkeler, "emperyalizmden bağımsızlaşmadıkça sürekli faşizm olgusundan arınamaz."(1)
Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nde açık işgal olgusunun ortadan kalkmasıyla emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesi birbirine koşuttur. Ülkedeki doğal ekonomik ilişkilerin tahribi ve emperyalist üretim ilişkilerinin hakim kılınması da aynı biçimde devletin güçlü bir merkezi aygıt haline dönüşmesini beraberinde getirir. Yerli hakim sınıflar kaderlerini ayrılmaz bir şekilde emperyalizmle bütünleştirmiştir. Toplumsal süreç, serbest rekabet döneminden farklı olarak emperyalizm tarafından (ama işbirlikçi burjuvazi eliyle) yukarıdan aşağıya çarpık biçimde geliştirilen kapitalizmdir. Görünürde sözkonusu ülkeler hem ekonomik, hem de siyasal olarak bağımsızdır. Siyasal bağımsızlık oyununa azıcık ciddiyet katacağı düşünülen seçimler yapılır, parlamentolar çalışır. Fakat bu görüntüyle yetinmeyip perde arkasına bakıldığında, kazın ayağının hiç de öyle olmadığı görülür. Örneğin Türkiye'de, perdenin arkasına baktığınızda, işleri MGK eliyle emperyalizmin yürüttüğünü, parlamentonun ona "noterlik" yaptığını, boş zamanlarında da bu binada çiğ köfte yoğrulduğunu görürsünüz. Neredeyse amblemleri dışında hiçbir farkı olmayan partiler, hiçbir farklı icraatı olmayan hükümetler... Bu komik oyunun sıkıcı olmaya başladığı zamanlarda neler olup bittiğini ise az çok biliyoruz: 12 rakamıyla simgelenen şu malum şeyler...
Kapitalizmin yapısal bunalımının devrevi ve lokal olmaktan çıkarak süreklileşmesi ve genelleşmesi anlamına gelen emperyalizm aynı zamanda bu bunalımın yükünün adil olmayan bir dağılımı anlamına gelir. Yeni sömürgeler, bu anlamda sistemin bunalım atık depolarıdır ve bu ülkeler "alt yapı ilişkilerinden üst yapıya kadar" milli kriz içindedir. Milli kriz, devrimin nesnel koşullarının, devrimci durumun varlığı demektir. Yani oligarşik iktidar, düzenin esenliğini sağlayabilmek için sürekli saldırgan, baskıcı karaktere sahip olmak zorundadır.
Bu koşullarda devrimci özne, bunalımı devrimcileştirerek öldürücü darbeyi vurmak, oligarşi ise düzenini korumak için arenadadır. Proletarya partisinin kumanda ettiği halk ile oligarşinin çatışması bütün cephelerde birden cereyan eder.
Türkiye proletaryasının savaş örgütü THKP-C, stratejik hedefi anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim olarak belirlemiştir. Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimin yolu, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisidir.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, askeri stratejinin politik stratejik plana göre belirlenmesidir. "Devrimci güçler tarafından indirilecek temel darbenin yönünü ve toplumsal cephede geniş yığınların mevzilenmesini" (Stalin) belirleyen Politik Statejik Plan, bu anlayışta, silahlı mücadelenin baştan beri temel bir konum kazanmasıyla karakterize olur.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi bu anlamda büyük ölçüde klasik Halk Savaşı stratejisi üzerine inşa edilmiş ve emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nin koşullan gözönüne alınarak geliştirilmiştir. Bu anlayışa göre Halk Savaşı, Öncü Savaşı gibi bir ön aşamadan geçecektir.

Halk Savaşı
Ezilen halkların sömürgeciliğe karşı yürüttüğü mücadelelerde çok zengin bir biçim ve yöntem yelpazesiyle karşılaşırız. Geride bıraktığımız yüzyıla, emperyalizm çağına damgasını vuran yöntem gerilla savaşıdır. Emperyalizmin açık veya gizli işgaline karşı halklar, bu yöntemle karşılık vermişlerdir. Ama marksizm-leninizm bilimiyle gerekli nesnel-tarihsel zeminle buluşması ve temel mücadele yöntemi olarak sistematize edilmesinde Çin Halk Savaşı'nı milat almak doğru olur. Halk Savaşı, yarı-sömürge/ yarı-feodal ülkelerde, proletarya önderliğinde ve köylü kitleleri temelinde örgütlenen halk ordusunun, emperyalistlerin denetimindeki büyük şehirlerden uzak bölgelerde kızıl siyasi üsler (kurtarılmış bölgeler) oluşturarak, şehirleri kuşatmasına ve ele geçirmesine dayalı devrim stratejisidir. Halk Savaşı'nın bu genel hatlarını belirttiğimizde, bu stratejinin mimarı Mao'nun dikkat çektiği şu noktaları da eklemek gerekir.
"Çin'deki devrimci savaşın kendine has özellikleri olduğunu kabul etmeyen, bilmeyen, bilmeye önem vermeyen bazı kimseler, Kızıl Ordu'nun Koumintang'a karşı giriştiğini savaşı, diğer savaşlara ya da Sovyetler Birliği'ndeki iç savaşa benzetmeye bayılıyorlar...
“Siyasi ve ekonomik yönden gelişmesi eşit olmayan ve büyük bir devrim geçirmiş geniş bir yarı sömürge, zayıf ve küçük bir kızıl ordu; ve tarım devrimi, işte Çin'deki devrimci savaşın dört özelliği. Çin devrimci savaşının yönünü çizen, stratejik ve taktik ilkeleri belirleyen bu özelliklerdir. Birinci ve dördüncü özellik, Çin devrimci savaşının büyüyüp düşmanı yenebileceğini gösterir. İkinci ve üçüncü özellikler ise, Çin Kızıl Ordusu'nun hızla büyüyüp düşmanı bir çırpıda yenmesinin imkansızlığını, başka bir deyimle, savaşın uzayıp gideceğini ve işler kötü gittiği taktirde savaşın bir yenilgiyle sonuçlanmasının mümkün olduğunu göstermektedir."(2)
Çin Halk Savaşı, 1949'da zafere ulaşmıştır. Bu tarih, aynı zamanda Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nin özelliklerinin olgunlaşmaya başladığı bir tarihtir.
Şüphesiz emperyalizm bu dönemde oturup kendi sonunun gelmesini beklemiş değildir. Elbette Eisenhower'in "devrilen dominolar" teorisi, tepeden tırnağa emperyalizmin acizliğinin itirafıdır. Gerçekçi düşünen Eisenhower, bir devrimci kurtuluş hareketinin zaferinin, zincirleme reaksiyonla çevresindeki ülkelere, bölgeye yayılacağını farketmiştir. 1961'de başkanlık koltuğuna oturan J. F. Kennedy'nin Nietzsche hayranı savaş teorisyenleriyse, yeni bir stratejiyle bu durumu tersine çevirmeyi hedeflemişlerdir.
ABD Dışişleri Bakanı J. F. Dulles, 12 Ocak 1954'te "yığınsal misilleme" stratejisini resmen açıklarken şunu söylüyor; "Sovyet komünistleri, 'tamamen tarihsel bir çağ' dedikleri şey için plan hazırlamaktadırlar ve biz de aynı şeyi yapmalıyız."(3)
Plan dedikleri şey asimetrik savaş stratejileridir. Kennedy dönemi, bu planlar ve uygulamalarının ortaya çıkışı bakımından çok önemli dersler içermektedir.

Elastike tepki stratejisi ve karşı ayaklanma
Elastike tepki stratejisi, ABD Generali M. Taylor tarafından, 2. Dünya Savaşı'ndan beri ABD de geçerlilikte olan ana stratejik kavramların (asimetrik, konvansiyonel ve nükleer savaş kavramlarının) bir sentezi olarak geliştirildi. "Sınırsız bir nükleer savaşın ABD için bir intihar girişimine benzeyeceğinin farkına varılması... Amerikalı liderleri silahlı kuvvet kullanımına bazı sınırlamalar getirmeye yöneltti."(4)
1960'ların başında ABD emperyalizminin "büyük savaşa" yani SSCB ile savaşa yaklaşımı böyleydi; askeri olarak makul ve kontrol edilebilir düzeylerde sürdürmek ve acil durumlarda güç gösterisine başvurmak... Bu ise, emperyalizmin çelişkileriyle açığa çıkan enerji, daha "küçük savaşlara" akıtması anlamına geliyordu. "... Niyet, savaşı politikleştirmek, onu yarı-askeri, psikolojik, ekonomik, idari ve diğer tür operasyonların bir bileşimi haline getirmekti."(5)
Karşı-ayaklanma (Counter-insurgency) stratejisi, bu zemin üzerinde vücut buldu ve yaygınlaşan gerilla savaşlarına karşı geliştirildi. Doktrinin ilk uygulama sahası, Küba'da "devrilen dominonun" diğerlerini de peşisıra düşürmemesi için L. Amerika oldu. Küba Devrimi, gerçekten de L. Amerika'daki revizyonist KP'lerin ağırlığını büyük ölçüde sarsmış, gerilla hareketlerinin hem moral hem de fiziksel olarak güç kazanmasına ve yaygınlaşmasına yolaçmıştı. ABD emperyalizmi, önce L. Amerika'da "İlerleme İçin İttifak" adı altında, 80 milyar dolar bütçeli ve 10 yıl vadeli bir reformculuk oyunu oynadı. Fakat bu oyun sadece 2 yıl sürdürülebildi ve onu 1964'te Brezilya'da perdesi açılan cuntalar kuşağı izledi. Karşı-ayaklanmanın asıl enstrümanları, 'ölüm mangaları' adı verilen kontrgerilla çeteleriydi. ABD'nin Panama'da kurduğu Amerikalar Harp Okulu (SOA), kontrgerilla subaylarının eğitim merkeziydi. Buradan mezun olan subayların 170'i sonradan ülkelerinde devlet başkanlığı, başbakanlık, genelkurmay başkanlığı yapacaktı.
Bunun yanısıra, ABD Dışişleri Bakanlığı, AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı), USIA (Amerikan Enformasyon Ajansı) gibi sivil görünümlü kurumlarını da harekete geçirdi. CIA örtülü eylemleri organize ederken, AID; siyasi-askeri kadroların eğitilmesi, sarı sendikaların (ICFTU eliyle Türk-İş gibi) ve ekonomik yardım bağlantılarının, kurumlarının (TSK-B gibi), Komünizmle Mücadele Derneklerinin, USIA ise psikolojik savaş kurumlarının organizasyonunu üstleniyordu. (Tüm bu veriler, gizli işgalin yöntemleri hakkında sanırız bir fikir sunmaktadır.) Bütün bu stratejinin pratik sonucu ise hazindi: "Vietnam bataklığı" uygulayıcılanyla birlikte stratejiye bağlanan umutları da yuttuğunda, geriye kalan yine bir hezimet oldu.
"Bir çok benzeri durumun deneyiminden çıkarılan bir varsayım olarak şu söylenebilir ki yerel halkın desteklediği veya en azından aktif olarak karşı çıkmadığı bir gerilla savaşı, bu nüfûsun fiziksel olarak imhası dışında kazanılamaz." (H.J. Morgenthau)
Emperyalizmin Vietnam'dan çıkardığı temel ders işte bu oldu. Vietnam halkının ve dünya devrimci hareketinin olaydan çıkardığı ders ise şöyle özetleniyordu: "Amerikan birlikleri, Amerikan emperyalistlerinin modern keşif aygıtlarından yoksun olmalarından değil, Güney Vietnam'da yüksek bir düzeye ulaşmış halk savaşında, hedeflerin ve cephelerin hem her yerde bulunması hem de hiçbir yerde bulunmaması yüzünden, hedeflerini bulmayı başaramamışlardır."(6)
Vietnam'daki diğer bir önemli ders de şudur; "Eylemler için en uygun kılavuz ilke silahlı propaganda, siyasi eylemlerin askeri eylemlerden daha önemli olduğu ve savaşmanın propagandadan daha az önemli olduğu ilkesiydi. Silahlı eylem, siyasi temeli korumak, sağlamlaştırmak ve geliştirmek için kullanılmıştı. Siyasal temeller sağlamlaştırılıp geliştirildikten sonra, yarı-silahlı ve silahlı kuvvetlerin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi için bir adım ilerledik. Bunların propaganda eyleminin merkezi noktaları olarak, hainlerin icabına bakılmasını sağlamak üzere, tam bir gizlilik içinde bulunmaları gerekiyordu. Askeri hücumlar da çok gizli ve süratli yapılıyordu. Hareketler hayalet gibi olmalıydı... Başkan Ho Chi Minh'in Cao Bang-Bac Çan'daki silahlı birliklere silahlı propaganda ilkesinin önemini hatırlatması ve özellikle Vietnam Kurtuluş Silahlı Propaganda Birliği'nin kurulması için emirler vermesi de bununla aynı çizgideydi."(7)

Düşük yoğunluklu çatışma (low-intensitiy copflict)
Ortalık iyice karışmış, halkların devrimci iradesinin öyle kolayca alt edilemeyeceği ortaya çıkmıştı. "Vietnam sendromunu yoketme" sözü vererek başkanlık koltuğuna oturan Reagan'ın en çok ihtiyaç duyduğu şey, yeni bir stratejiydi ve bu kez ortaya sürülen DYÇ stratejisi, (bütün askeri stratejiler gibi) büyük ölçüde daha öncekilerin üzerinde temellendirildi. DYÇ, Karşı-ayaklanma stratejisinin daha geliştirilmiş, daha saldırgan ve Nikaragua ile Afganistan'daki örnekleri görülecek olan karşı-devrimci ayaklanma operasyonlarını da kapsayan bir versiyondu.
DYÇ, "devletler arasında alışılmış barış içinde sürdürülen rekabet düzeyinin üzerinde, klasik savaşların ise altındaki bir düzeyde" gerçekleşen, "sık sık uzayan rekabetlerden, prensip ve ideoloji mücadelelerinden" oluşan, "genelde sınırlı bir alanda cereyan eden, ama etkileri bölgesel olduğu gibi küresel de" olan bir askeri-politik çatışma olarak tanımlanıyor. ABD Genelkurmay Başkanlığı'nın DYÇ Eylem Kılavuzu'ndaki tanımı ise şöyle: "Siyasal, toplumsal, ekonomik veya psikolojik nesneleri başarıyla kullanmayı gerektiren sınırlı bir askeri-siyasi mücadeledir. Terörizme ve ayaklanmalara karşı diplomatik, ekonomik ve sosyal-psikolojik baskıların sıklıkla kullanılmasını gerektirir."
ABD kontrgerilla uzmanı Albay Waghelstein, DYÇ'nin unsurlarını şöyle sıralıyor;
l - Zorun sınırlı kullanımı
2- Bir toplumu belli bir davranışa zorlayabilirle ya da kontrol edebilme yeteneği
3- Barışın korunması için operasyonlar, terörist eylemler ve kurtarma eylemleri düzenleme yeteneği.(8)
DYÇ'nin kavramsal çerçevesine ilişkin verileri böylece sıralayıp bunların yorumuna geçmeden önce bazı tarihsel notları düşmeliyiz. DYÇ uygulamalarının arka planı, İngiliz mandaterliğine karşı Filistinlilerin yürüttüğü direnişe kadar uzanır. İngilizler, buradaki deneyimlerinden hareketle ilk sistemli çalışmaları yapmış ve elde ettikleri sonuçları 1948-50 arasında Malaya'da uygulamışlardır. Malaya'da ve kısmen de Filipinler'de 1950'lerde yaşanan pratikler, DYÇ'nin önsel uygulamaları olarak değerlendirilebilir. ABD, DYÇ uygulamalarında, hem İngilizlerin pratik deneyimlerine hem de Nazilerin pratik deneyimlerine başvurmuştur. Özellikle Malaya Halk Kurtuluş Ordusu (MPLA) karşısında İngilizlerin kullandığı taktik enstrümanlara, son on yıldır Kürdıstan'da da sık sık rastlanıyor. ABD Savunma Bakanı C. Weinberger, 1985 yılında şunları söylüyor; "DYÇ'ler, bu yüzyılın sonuna dek Hür Dünya'nın güvenliğine karşı en önemli saldırılar olma işlevini sürdürecektir." Weinberger'inki ayakları havada bir kehanet değildir. Yaşadığımız yıllardan baktığımızda bu açıkça görülebiliyor. Bugüne kadar ki DYÇ uygulamalarında gündeme gelen taktikleri incelemek, ayrı bir yazıyı gerektirecek kadar kapsamlı bir konu. Bu yüzden, şimdilik yalnızca ana çizgileri belirlemekle yetinelim.
DYÇ, emperyalizmin Halk Savaşları karşısında geliştirdiği bir stratejidir. Kavramsal çerçeveye ilişkin metinlerde de sık sık belirtildiği gibi bir salt askeri boyutlu bir olgu değildir. Ama diğer boyutlarına geçmeden önce askeri unsurlarını açabiliriz.
Altı değişik DYÇ operasyon türünden biri olan Kontrgerilla Operasyonları(9), büyük ölçüde gerillaya karşı izlenecek taktikleri kapsar. Kontrgerilla birimlerinin ve destek birimlerinin örgütlenmesi, üslenmesi, teknikleri, vb... kontrgerilla operasyonlan kapsamında ele alınır. Kır gerillasının yeraltındaki üslerinin imha edilmesinden, şehir gerillasıyla mücadele tekniklerine, devriye faaliyetinden nüfus ve kaynak kontrolü yöntemlerine dek detaylı bir doktrindir. Hedeflenen, gerillayı fiziksel ve psikolojik olarak halktan yalıtmak, bu sayede insan, malzeme ve istihbarat desteğini kesmek, yerini tespit etmek, sürekli taciz altında tutarak nötralize etmek ve böylece gelişimini engellemektir. Gerillanın nötralizasyonu, DYÇ'nin üçte biri olarak değerlendiriliyor. Bu aşamadan sonra hedefleri, ''ayaklanmaya yol açabilecek koşulların hafifletilmesidir." Elbette emperyalizmin gücü buna yetmez. Ayaklanma dedikleri -asıl olarak sözü edilen gerilla savaşıdır- şeyin ortadan kalkması için herşeyden önce emperyalizmin ortadan kalkması gerekir. Bu durumda emperyalizmin tek çıkar yolu kendisini imha etmektir. "Ayaklanmaya yol açabilecek koşulların hafifletilmesi"ne biçtikleri anlam çok daha farklıdır. Bu anlam, DYÇ'nin diğer boyutlarını ele aldığımızda açığa çıkacak.
Kontrgerilla çetelerinin önüne konulan bu doktrin, asgari güç kullanımı ve etrafa asgari derecede zarar vererek azami verim almalarını ister. Çünkü yine bu doktrine göre; "çok şey yapmak, kimi zaman, çok az şey yapmaktan daha büyük bir tehlike yaratabilir." ABD işgal güçlerinin katılımı son seçenek olarak konur. Önce danışmanlar, güvenlik yardımı güçleri, seyyar eğitim timleri, savaş hizmet destek ve savaş destek birimleri devreye sokulur.
Yani DYÇ'nin en önemli noktalarından biri, zorun kontrollü, tasarruflu kullanımı ve konsantrasyonudur. Bu durum, merkezi koordinesi güçlü, teknolojik donanımı ve manevra kabiliyeti yüksek, profesyonel kadrolara (bunlara 'böcek yiyen böcekler' adını veriyorlar) dayanan zor aygıtlarını gerektirir. Hantal bir ordu böyle bir stratejinin uygulanmasında atıl kalacağından, emperyalizm, kukla ordularının önüne esnekleşme programları koyar. Bunun için ABD kontrgerilla uzmanları, sadece 1984-90 arasında, Türkiye'ninde içinde bulunduğu 33 ülkede eğitim vermiştir. Aynı amaçla her yıl 100 Türk subayı ABD harp okullarında eğitim görmektedir. Çevik Bir'in ifadesiyle; "bir bölgeden süratle bir başka bölgeye intikal edebilen, yüksek ateş gücü ile desteklenen modern silah sistemine sahip bir kuvvet yapısına" ulaşılmak istenmektedir. Türkiye'de ordunun ve polisin bir bölümü zaten bu konuda oldukça uzmanlaşmıştır. Özel Kuvvetler Komutanlığı'na bağlı birlikler, polis ve jandarmanın Özel Harekat Birlikleri, iki tugay jandarma komando ve bunların yanısıra resmileşmemiş kontrgerilla güçleri DYÇ'nin halihazırda uygulayıcılarıdır.
DYÇ'nin sosyo-psikolojik boyutu da çok önemlidir. Gerillanın nötralizasyonu ve "denizin kurutulmasıyla" birlikte, "denizin çürütülmesi" de emperyalizmin DYÇ ile önüne koyduğu hedefler arasındadır. DYÇ'de Psikolojik Savaş; "çeşitli kitle iletişim araçları kullanılarak, halkın davranış ve düşüncesinin siyasi ve askeri çıkarlar doğrultusunda belirlenmesi" şeklinde tanımlanıyor. Yani emperyalizm, halkın beynini ve kalbini de ele geçirmeyi hedefliyor. CIA'nın Nikaragua'lı kontralar için hazırladığı 'Savaş El Kitabı'nda konuya daha açık yaklaşılıyor; "Siyasal savaşta insan asli unsurdur. İnsanın en kritik noktası zihindir. Zihnine bir kez ulaşıldımı 'siyasal hayvan' mermilere bile gerek kalmadan yenilgiye uğratılabilir. Bütün halkın zihnini hedefleyen psikolojik harekatlar, sonuç almada belirleyici etkendir."
Psikolojik savaşın vazgeçilmez aygıtı medyadır. Çizgi filmleri, pembe dizileri, paparazzileri, Hollywood filmleri, futbol maçları ve daha bir sürü şeyiyle bu aygıt, her yaş grubuna, halkın her kesimine el atmış durumdadır. Yığınların gündemini belirleyerek ne idüğü belirsiz bir 'kamuoyu hayaleti'nin istek ve çıkarları doğrultusunda sürükleyen, pragmatizmi ve bireyciliği tüm topluma hakim kılmaya çalışan medyanın sosyal psikoloji üzerinde etkileri de medyatik ve popüler bir konu olduğundan, işin bu kısmı biliniyor. Pek fazla irdelenmeyen iki özelliğini de ekleyelim; bir sanal muhalefet kılığına bürünmesi ve korkunun, baskının kafalarda hergün yeniden yeniden üretimi. Sanal muhalefet kılığına bürünmüştür, çünkü sadece aptalca eğlenceler yığınların ezilmişliklerini unutturmaya, deşarj etmeye yetmez. Halkın acılarından da söz etmek gerekir ve bu sözler, televizyonun bulunduğu odadan taşmamak üzere ifade edilmiş, daha doğrusu boğulmuş olur. Kitle eylemlerindeki uzun coplanma sahneleri boşu boşuna haber değerine mahzar eylenmemiştir. Dolaylı bir sokağa çıkmama öğüdüdür sözkonusu olan.
Medyanın, kapitalist toplumda kaçınılmaz olarak üretilen yabancılaşma olgusuna, Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin sosyo-psikolojik durumu olan suni denge olgusuna olan etkileri ve katkıları ayrıca değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir.
Bir bütün olarak DYÇ'nin yeni sömürgelerin kontrolündeki rolünü ve sömürge tipi faşizm ile ilişkisini bu veri tablosuna bakarak yakalamak mümkün. Bugün artık faşizmin açık veya gizli icrasından ziyade, bu ikisinin sentezlendiği bir biçim sözkonusudur. Yani "12 Eylül'de başlayan süreç kapanmadı" tezi ne kadar doğruysa, "ama parlamento 16 yıldır çalışıyor" itirazları da bir o kadar doğrudur.
Ama çokça gözardı edilen bir noktayı da burada vurgulamalıyız. Bu nokta; DYÇ'nin genel olarak toplumsal hareket, özel olarak da devrimci hareket üzerindeki etkileridir. DYÇ'nin gerillayla sınırlı kalmayan, tüm halkı hedefleyen bir strateji olduğunu belirttik. Bu stratejinin, "yönetenlere duyulan güvensizliği yönetilenlerin kendi kendine duyduğu güvensizlikle" dengeleyerek, "alternatifsizlik yanılsaması" ile pekiştirmesi ile doğan bir dejenarasyona yol açtığı görülmektedir. Ekonomik, politik, sosyal bunalım olgularının etkisiyle oluşan tepkiyi nötralize edici kanallar oluşturulmuştur. Devlet zaman zaman bu kanallarda biriken tepkinin taşmasını önlemek için baraj kapaklarını aralar. Toplumsal muhalefeti kontrol edilebilir bir düzeyde, tolerasyon sınırları içinde tutmaya çalışır.
Benzeri bir durum devrimci güçlere de uygulanır. Devrimci güçleri ilelebet yok edemeyeceğini, bu nesnelliğin yeni devrimci güçler doğuracağını devlet de bilmektedir artık. Bu yüzden mevcut devrimci güçleri imha etmeyi değil, tolere etmeyi önüne koyar. Gelişmesini engellemeye, bir seviyede tutmaya ve böylece dejenarasyona dönük önlemler alır.
Emperyalizm, Vietnam'da aldığı dersleri hiç unutmamıştır. Halk Savaşı, kısa bir zaman diliminde sıkışmış büyük çaplı çatışmalara ve kuvvetlerin topyekun kullanımına değil, uzun bir zaman dilimine yayılmış, çapı dereceli olarak büyüyen-küçülen çatışmalara, hareketli güçlerin dağınık ama koordineli konumlanmasına dayanır. ABD emperyalizmi; Vietnam'da "bir yıldırım savaşına girmek istemesine karşın, uzun bir savaşa itildiğinden" dolayı saldırgan stratejilerini uygulayamamış, 500 bin kişilik askeri birliğin yalnızca 70 binini bu hedefe koşabilmiş, geri kalan güçlerini savunmada tutmak zorunda kalmıştır. Gerillanın beklenmedik darbeleri altında yıpranmış, kapsamlı "süpürme" operasyonlarından eli boş dönen ABD işgal güçleri bu uzun savaşa dayanamamıştır. Bu dersin sonucu olarak DYÇ'de kukla ordular uzun ve yıpratıcı bir savaşa, kendi deyimleriyle "bıçakla çorba içmeye" uygun olarak örgütlenmiştir.
DYÇ'nin Reagan'la birlikte gündeme gelmesinin nedeni, emperyalizmin 1979'da dibe vuran depresyonudur. Pazarların daralması ve 1929 büyük depresyonundan sonra dört elle sarıldığı Keynezyen politikaların 1971'den başlayarak yeni bir depresyona yolaçması, emperyalizmin Monetarist politikalarla yola devam etmesini gerektirmiştir. Monetarizm uyarınca, yeni sömürgelerde ithal ikameciliğin yerini ihraç ikamecilik, fordist üretim tekniğinin yerini esnek üretim tekniği, alacaktır. Devletin ekonomiye müdahalesi minimum düzeyde tutulacak, esnek kur sistemi uygulanacak, faizler arttırılacaktır. Esnek üretim tekniğinin bir sonucu olarak nisbi ve mutlak artı-değer yükseltilecek, ücretler düşürülecektir. İşsizlik tırmanacaktır.
Bütün bunların uygulanabilmesi, yani emperyalizmin depresyonunun ağırlığını dünya halklarının üzerine yıkabilmesi için yeni bir karşı-devrimci saldın dalgası örgütlenmiştir.
İşte DYÇ, bu karşı-devrimci saldırının programıdır. 1970'lerde daha da güçlenen ve bir çok ülkede zafere ulaşan devrimci kurtuluş savaşlarının önüne geçebilmek, kana boğmak, yeni sömürgeleri gülsüz diken bahçelerine çevirmek... Bu stratejiyle hem pazarların daralmasının önüne geçilecek, hem yitirilen pazarların yeniden ele geçirilmesi için (Nikaragua ve Afganistan'da olduğu gibi) mücadele edilecek, hem de monetarist politikaların cangüvenliği sağlanacak, yani depresyonu atlatabilmenin imkanları oluşacaktı. Bu karşı-devrimci dalga önemli derecede etkili oldu. Türkiye ve 12 Eylül bunun yalnızca bir örneğidir. Nitekim 1979 Nikaragua ve İran devrimlerinden sonra devrimler dalgası kesintiye uğramıştır. Dünyanın dört bir yanındaki devrimci güçler DYÇ saldırısından ağır yaralar almıştır.
1990'lı yıllara böyle girildi. Ve tabii reel sosyalizmin yaşadığı çözülmeyle... Ekim Devrimi ile başlayan dalga, 90'lı yıllara girilirken geri çekildi. Şüphesiz, yeni bir dalgaya yol vermek için ama ardında bir enkaz bırakarak. Sosyalist blokun ortadan kalkması, emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nde ortaya çıkan ilişki ve statükoları da büyük ölçüde boşlukta bıraktı.
Emperyalizm açısından görünürde bir rahatlama sözkonusuydu. Fakat zafer naraları atmaya sesi fazla yetmedi. "Tarihin sonu" martavalları ortalıkta dolaşırken, daha 1997'de, Asya Kedileri'nde patlak veren depresyon, emperyalizmi yeniden iç açmazlanyla yüzyüze bıraktı. Bu demek oluyordu ki emperyalizm, ağır bir badireyi şimdilik atlatmakla birlikte, manik-depresif durumunu sürdürüyordu. Geriye tek teselli olarak, sosyalizmin de bir bunalım içinde olması kalıyordu.
Aslında dönem tüm boyutlarıyla sürekli-kritik bir tabloya sahip. Ağır kan kaybı yaşayan sosyalizm güçleri yeni dönemin görevlerine ve ikinci dalganın örgütlenmesine henüz girişebilmiş değil. Çünkü reel sosyalizm süreciyle hesaplaşma, henüz kayda değer teorik ve pratik sonuçlara dönüştürülemedi.
Bu iki dalga arası dönemin basıncı, şüphe yok ki en çok emekçi yığınları eziyor. Egemenlerin yoğun ideolojik bombardımanı ile ağır sömürü ve sefalet koşullarında, yakın geleceğe dair hiçbir ışık görmedikleri bu karanlıkta, yabancılaşma onlar için artık dejenarasyona dönüşüyor. Bu dev günümüzde bir cüce aynasının karşısında duruyor ve yanılsama çağından payını böyle alıyor. Bireycilik sınıf kültürünü aşındırırken, tek tek bireylerin zihinleri de bu reaktör tarafından atomize ediliyor.
Burjuva felsefeleri, post-modemizm şemsiyesi altında, bir sivrisinek bulutu gibi, insan aklına, insan aklının en mükemmel ürünü ve en güçlü silahlı olan marksizme saldırıya geçiyor. Bu sivrisinekler, 90'larda yaşadığı sarsıntı ve çöküntülerle geleceğe güvenini iyice yitiren bataklığın, yani emperyalizmin korkularını, umutsuzluklarını dünya emekçilerine ve ezilen halklara yansıtmaya çalışıyor. Karanlık, boğucu ve yapışkan bir atmosferde soluk almaya çalışan yığınların yoğunlaşan arayışlarım yapay maceralara gömebilmek için, varını yoğunu seferber eden egemenler çok iyi biliyorlar ki; yığınlar, geleceği kuracak olan devrimci bilinç ve önderlikle buluşursa, düzenleri bu yeni dalganın darbesinden ölümcül yaralar alacaktır.
Bugün, yapılması gereken, DYÇ'nin karşı-stratejisini, zehirin panzehirini geliştirmektir. Ama bu karşı-strateji bir dizi taktikten ibaret olamayacağına göre, yatıp kalkıp aspirin içmekten vazgeçmemiz gerekir. Bu karşı-strateji, büyük ölçüde politik program ve politik strateji tarafından belirleneceğine göre, Öncelik tanımamız gereken, bu programatik sorunlardır.
Üçüncü binyıla girilirken, bütün toplumsal olgular gibi sosyalizm güçlerinin bunalımı, tek boyutlu değildir. Bir çelişkiler yığınıdır sözkonusu olan. Reel sosyalizmin enkazı altından çekip çıkarılması gereken bu problemler uzun bir liste oluşturmaktadır ve şüphesiz böyle bir çaba başka bir yazının konusuna denk düşmektedir.
Ancak gelinen noktada proletaryanın geleceğin toplumunu yaratmak için nasıl bir yol izleyeceği ortaya konmadan, yeni devrimci dalganın manifestosu yazılmadan, yeni bir devrimci anlayışın geliştirilemeyeceği de açıktır.
Bu yazının amacı -kapsamından anlaşılacağı gibi- bu anlayışın formüle edilmesi değil, en az yeni dönemin programatik sorunları kadar aciliyet kazanan (çünkü o sorunlardan biridir) bu konuyu gündemleştirmek ve veri tabanına katkıda bulunmaktır. Düşmanı, geliştirdiği DYÇ stratejisi çerçevesinde tanımak ve bu stratejinin unsurlarını açmak bu bakımdan önemlidir.

Sonuç
Bir savaş örgütü, zafere kilitlenmiş bir savaş örgütü, düşmanını tanımak zorundadır. Günümüzde solun savaş çözümleme tarzı, yayınlardan anlaşıldığı kadarıyla, Sun-Tzu'vari özlü sözlerin peşpeşe dizilmesiyle elde edilen hamaset nutuklarından ibarettir. Oysa düşmanın maddi varlığı büyük ölçüde gün yüzündedir. Ona baktığımızda, zevzekçe küçümseyenlere ve ödlekçe abartanlara kulak asmadan baktığımızda, günyüzündeki bu kütlenin davranışlarını belirleyen stratejiyi görebilir ve savaşımızın geleceğine ilişkin daha gerçekçi bir yaklaşım belirleyebiliriz.
Dinamiklerini dinamitlere dönüştürememiş ve savaş gücü henüz potansiyelden ibaret olan bir örgüt için düşmanını tanımak daha da önemlidir. Çünkü bir savaşın başlangıcında sevimli ve sevimsiz sürprizler alabildiğine çoktur ve bu savaşın geleceğini sürprizlerin insafına bırakmamak için, öngörülebilir riskler karşısında önlem almak gerekir. 'Sabah ola hayrola' diye yola çıkıldığında, bilinmelidir ki o savaşın seyrine düşman karar verir. Eğer çatışmayı stratejik hedefiniz doğrultusunda yönlendiremiyorsanız, yani savaşı bir oyun bellemişseniz, düşmanın stratejisi kumandayı ele alır ve sizin sıktığınız kurşunlar ya boşlukta vınlayıp durur ya da dönüp sizi vurur.

DİPNOTLAR
1- Şafak Yargılanamaz, c-1, sf-299
2- Mao, Çin Devrimci Savaşının Öz Çizgileri, Aralık'99, Kızıl Ordu Okulu'nda verilmiş bir konferanstan.
3- Amerikan Savaş Stratejileri, G. Trofimenko, sf-71
4- Amerikan Savaş Stratejileri, G. Trofimenko, s f- 78
5- Amerikan Savaş Stratejileri. G. Trofimenko, s f- 83
6- Vietnam Halk Savaşı, V. N. Giap, sf- 38
7- Halk Savaşı, Halk Ordusu, V. N. Giap
8- Gerilla Bilanço Çıkarıyor, G. Weber, sf-19. 20
9- Bu konuda ABD Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın 1986 yılında, FM 90-8 seri numarasıyla çıkardığı Kontrgerilla Operasyonları isimli kitap, 1997 yılında Haziran Yayınevi tarafından Türkçe olarak basıldı.

YARARLANILAN DİĞER KAYNAKLAR
1- Özel Savaş- Adnan Akfırat, Kaynak Yayınları
2- Marksizm ve Gerilla Savaşı- W. Pomeroy, Belge Yayınları
3- Kontrgerilla Kıskacında Türkiye- Suat Parlar
4- Yüksek Strateji- E. Mütercimler, Erciyas Yayınları

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92