Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
2000'lerin
Başında Silahlı Mücadele-1
M. SEYHAN
|
Karışıklığı düzeltmek için
Devrimler ve karşı devrimlerle sarsılan bir yüzyılı
geride bırakıp 2000'li yılları karşıladığımız şu
günlerde, silahlı mücadele üzerine bir dizi çözümleme
yapmaya girişirken, önce bazı saptamalardan işe
başlamak ve kafaları bulandıran çok sayıda karışıklığı
ortadan kaldırmak gerekiyor.
"Karışıklık" sözcüğü aslında pek de teorik
bir saptama sayılmaz. Daha doğrusu bu, bizim değil,
sokağın ve hayatın saptamasıdır. Özellikle son 10
yılda başka birçok kavram gibi silahlı mücadele
kavramı ve uygulaması da deforme olmuş, devrimci
eksenden kayarak tartışmalı noktalara doğru sürüklenmiştir;
biz "tesbit" edelim ya da etmeyelim gerçeklik
böyledir. Hangi çevreden olursa olsun, aklı başında
devrimci sempatizanların ve sola yakın duran kesimlerin
90'lı yıllar boyunca devam etmiş olan karmaşayı
onaylamadığı, devrimci tarz ile başka odakların
(mafya, dinsel gruplar, çeteler, vb.) şiddet gösterilerinin
birbirine karışmasından (ya da ortamın medyatik
bir "karıştırma"ya uygun olmasından) fena
halde rahatsız olduğu ve "son yıllarda bir
şeylerin çığırından çıktığı"na ilişkin lafları
sağda solda mırıldandığı artık bir sır olmasa gerektir.
Gerçekten de, karşı devrimin iyice geliştirilmiş
ideolojik mekanizmalarının kitlelerin bilincine
yönelik saldırısının son yıllarda devrimci kampın
yanlışları tarafından da desteklenip desteklenmediği
sorusu, uzun süredir devrimci insanların zihninde
dolanıp durmakta ve ciddi bir kan kaybına yol açmaktadır.
"Devrimci insan" vurgusunu özellikle yapıyoruz;
yani burada kastettiğimiz kategori, son zamanlarda
nostaljik (ve metalaştırılmış) bir Che imgesine
tapınan şu neo-liberal tayfa değil dir. Onlarla
zaten bir alış verişimiz yok. "O güzel günlerde",
sonradan "güzel atlarına binip gitmiş olan
o iyi insanlar" tarafından yapılmış olan eylemleri
riyakarca övgülere boğan, günümüzdeki şiddet karmaşasını
da silahlı mücadelenin meşruiyetine karşı kanıt
olarak kullanan bu adamlar, çoktandır bir başka
şiddet odağının, dünya tarihinin en büyük karşı
devrim dalgasının saflarındadırlar ve orada kalmaları
herkes için en hayırlısıdır. Biz, "somut gerçeğe
uygunluk" anlamında "doğru" olan
saptamaların artık salt bu bakımdan tek başına bir
önem ifade etmediğini, bu saptamaları kimin, hangi
niyetle yaptığının da çok anlamlı olduğunu epeydir
öğrenmiş bulunuyoruz ve çoğu kez alkol tarafından
ıslatılarak üstümüze püskürtülen bu tür akıldaneliklerle
hiç ilgilenmiyoruz.
Ama öte yandan, özellikle genç kesimlerde "etik"
üzerine yakınmalarla başlayıp çoğu zaman "insan
ilişkileri" konusundaki boş gevezeliklere dönüşerek
yozlaşan şu malum tartışmaların artık neredeyse
rutin haline gelmesi de doğrusu rahatsız edicidir.
Başladıktan hemen sonra, o içtenlikli "ne yapmalı?"
sorusundan hızla uzaklaşarak, kötülüklerin teşhiri
ayinine dönüşen ve devrimci yapılar içinde yaşanmış
"olumsuz" kişisel deneyimlerin sakız gibi
çiğnenip durmasıyla birleşerek aslında bir anlamda
"nasıl uzak durmalı?" sorusuna evrilen
bu tartışma, uzun süredir bir insan öğütme mekanizması
halinde iş görmektedir. Bu, önemlidir, çünkü burada
öğütülen, doğru bir devrimci hareketin varlığı halinde
son derece anlamlı olabilecek bir sol kuşaktır.
Şüphesiz bu eğilimin tek bir nedenden kaynaklanmadığı,
teorik sığlıktan devrimci organizasyonların iç sakatlıklarına
ve geneldeki karşı devrimci manzaranın dolaysız
etkilerine dek bir dizi faktörün süreçte birlikte
iş gördüğü doğrudur. Ama herhalde 90'h yıllar boyunca
yaşadığımız şu gerçeklik de önemli olsa gerektir:
Bu ülkede akşam haberlerini izlemek üzere TV başına
geçen solcu insan, epey uzun süredir ciddi bir "rahatsızlık"
hissetmekte, olaylara "yok, hayır, bunu devrimciler
yapmamıştır" ya da "evet bu onların tarzı"
gibi kesin hükümlerle yaklaşamıyor olmanın sancısını
çekmektedir. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu coğrafya
üzerinde özellikle 90'lı yıllar boyunca söz konusu
"rahatsızlığı" yaratan ve pekiştiren bir
süreç yaşanmıştır ve solu marjinalize etmeye (aynı
anlama gelmek üzere "denizi çürütmeye")
yönelik genel plan (bu konu için geçen sayımızdaki
"Şiddetin Konsantrasyonu" yazımıza bakılabilir)
devrimci kampın kendi saçmalıklarıyla da bir hayli
desteklenmiştir. Çevresindeki her şeyin, hatta yoksulların
dünyasının bile (en çok da onların dünyasının) yoğun
bir koku salarak çürüdüğüne her gün tanık olan devrimci
sempatizan, bütün bu pisliğin ortasında tek temizlik
imgesi olarak gördüğü (öyle olması gereken) devrimci
harekete karşı güvenini büyük ölçüde yitirmiş, sıradan
bir provokasyonla "devrimci silahlı eylem"
arasındaki çizginin eridiğini gördüğü her noktada
şaşkınlığa düşmüştür. O kadar ki, bazı hallerde
çevresindeki insanlara (hatta örneğin babasına!)
herhangi bir olay hakkında "bu devletin provokasyonudur"
diye açıklamalar yapan devrimci insan, aslında kendisine
bile itiraf edemediği bir yürek rahatsızlığını yaşamakta,
daha üç-beş yıl öncesinin "çöp kutusu"
tuhaflıkları ve çoğu durumda devrimci vicdanı tatmin
etmeyen şu "iç cezalandırmalar" tarafından
işgal edilmiş olan belleği, onun yakasını bırakmamaktadır.
Daha sonraki bölümlerde değineceğimiz gibi 90'lı
yıllarda Kürt dinamiğinin metropollerdeki çizgisini
tamamen "dehşeti batıya taşımak" üzerine
kurması ve nihayet en sonunda bir uzlaşma noktasına
dek kayması, uzak ülkelerdeki gerilla efsanelerinin
-çeviri eksikliğinden ötürü içeriğini tam bilmediğimiz-
"anlaşma”lara yönelmeleri gibi bir dizi olay
tarafından da desteklenen bu ruh hali, ilk çıkış
noktası bakımından samimi sayılabilecek itirazları
bile hızla bu eksenden kaydırmakta, örgütlülükten
kaçış noktasına dek sürüklemektedir. Silahlı mücadelenin
içeriğinin ideolojik ve politik çizgi tarafından
belirlendiği gerçeğinin unutulduğu koşullarda ise
şu bilinen -ve esasen doğru da olan- "savaşan
güzelleşir" özdeyişi, devrimci sempatizanın
zihninde kuşkulu hale gelmekte, hatta tersine dönüşebilmektedir.
İsteyen yine de reddedebilir ve "işlerin yolunda
gittiğine" kendisini "ikna" edebilir;
ama bugün bulunduğumuz noktanın, insanların ülkenin
her köşesinde nefesini tutarak "gençlerin"
yaptıklarını izlediği 71 günleriyle aynı olmadığı
son derece açıktır. Ya da tersinden bir bakışla,
geçtiğimiz yıllardaki MRTA eyleminin (katliamla
sonuçlanmış olmasına rağmen) her çevreden devrimci
insanlarda yarattığı heyecan da "doğru tarza
yönelik bir özlem" olarak algılanabilir.
Yani mesele asıl bu bakımdan önemlidir: Nesnelci-kendiliğindenci
bir siyaset yapma tarzı tarafından uzun süredir
zihni sakatlanmış bulunan devrimci sempatizan, üstüne
üstlük bir de silahlı tarzın bu örnekleriyle karşılaştığında,
sonuç tam anlamıyla düş kırıklığı olmaktadır. Böyle
olmaktadır; çünkü, oligarşinin şiddeti tarafından
ezilerek iradesi parçalanan, dayatılmış gündemler
üzerinden salt tepkici siyaset yapmaya zorlanan
ve sonuç olarak süreç karşısında acz duygusuna saplanan
90'lann sempatizanı (silahlı mücadelenin sözünü
etmeyen yapılardakiler de dahil olmak üzere), "bütün
bu tıkanıklığa belki bir kapı açabileceğini"
düşündükleri silahlı yol konusunda da güvensizliğe
düşmektedirler. Tarihte çoğu zaman olduğu gibi "mevcut
olan", "mümkün olan"mış gibi görünmekte,
bugüne dek yapılmış olan "askeri etkinlikler"in
dışında başka bir tarzın denenmesi imkânsızmış sanılmaktadır.(1)
Hepsi bu kadar değil tabii. Bütün bu karmaşanın
ortasında, en azından etik bakımdan sakıncalı görülmeyebilecek
bir eylemle karşılaşıldığında ise, bu kez ortaya
politik bir sorun çıkmakta, örneğin bir kötünün
cezalandırılması (ya da herhangi bir kurumun tahribi)
olayı söz konusu olduğunda "yüreği soğuyan",
bunu "kendi çektiği acıların karşılığı"
sayan aynı devrimci sempatizan, bu arada söz konusu
eylemin gerçekten döneme denk düşüp düşmediği, marksist
anlamdaki bir iktidar perspektifi içinde anlam ifade
edip etmediği, kitlelerin vicdanını doğru bir yerden
sarsıp sarsmadığı, yalnızca haklı olmakla kalmayıp
aynı zamanda doğru olup olmadığı vb. gibi soruların
üzerinden atlayıp geçmektedir. Çünkü, böyle bir
anda, onun zihinsel çemberi kapanmakta ve kendi
içine dönük, kendi özgün derdini ifade eden düşünme
biçimleri öne çıkmaktadır. Açıkçası, böyle durumlarda
sözkonusu olan, onun reel dünyadan kopuşu ve neredeyse
"intikamcı" bir noktaya savrulmasıdır.
Ama bu yine de bir şeydir ve onu, yani devrimci
sempatizanı nisbeten avantajlı bir konumda tutmaktadır.
Öte yanda, hiçbir aidiyet ilişkisi olmayan sokaktaki
yalnız insan içinse, durum tam bir faciadır. Zaman
içersinde oldukça deneyim kazanmış olan karşı devrimin
manipülasyon ağı, bilmem kaç kanaldan birden her
şeyi çarpıtırken, bütün izleri birbirine öylesine
karıştırmakta, genel bir "terör" tasnifi
çerçevesinde şiddetin bütün biçimlerini aynı torbaya
öylesine tıkıştırmaktadır ki, sonuçta ortaya çıkan
tam bir depolitizasyon ve korku olmaktadır. Öyle
ki, devrimci katilliğiyle ün salmış ve zaten bunun
için eğitilmiş olan Hizbullah'ın dehşet dolu cinayet
görüntüleri bile, akıllara durgunluk veren bir sahtekârlık
ve el çabukluğuyla, bu genel "terör" kategorisi
üzerinden bize. yani devrimci harekete, yani o dehşetin
hedefi olanlara dek uzatılmakta, genel olarak düzen
karşıtı olan bütün güçlerin aynı vahşetle lekelenmiş
olduğu yargısı oluşturulmaktadır. Hatta hiç abartmaksızın
denilebilir ki, Hizbullah olayından Afrika'nın bilmem
hangi ülkesindeki etnik ya da dinsel kökenli katliamlara
dek, ekranlardan üzerimize püskürtülen bütün bu
görüntülerin asli amacı, önce genel olarak "şiddetin
vardığı trajediyi sergilemek", daha sonra da
bu "vahşet" karşısında sistemin "kendini
savunma refleksini" meşrulaştırmaktır.(2) Yalnızca
düzen içi kanalları açık tutup geriye kalan bütün
siyaset yapma biçimlerini olağanüstü bir gaddarlıkla
ezmeye çalışan sistem, bu biçimlere yönelik inanılmaz
bir dezenformasyon mekanizmasını da harakete geçirmiş
durumdadır.
Bütün bunların karşı devrimin klasik politikası
olduğu söylenebilir belki; evet öyledir, ama bu
kez durumu farklılaştıran unsur, postmodern zamanların
tutunacak dalsızlıkla terbiye edilmiş insanının,
yani şu bildiğimiz sokaktaki "yurttaş"ın,
söz konusu illizyona karşı tamamen savunmasız durumda
olmasıdır. 90'lı yıllar boyunca hem yeni toplumsal
mekanizmalar hem de yoğun bir şiddetin eşliğinde
gerçekleştirilen "bellek eğitimi", bütün
sınıflardan insanların zihnini zehirlemiş, bütün
gerçekliği tersyüz edebilen bir ideolojik restorasyonun
zeminini hazırlamıştır. Bugünkü "sivil toplum"
edebiyatını masum bir "hata" olmaktan
çıkarıp iğrenç bir suç ortaklığına dönüştüren de
işte tam bu gerçekliktir. "Temiz toplum"
istemini öne çıkarırken, inanılmaz bir sahtekârlıkla,
devrimcileri de "kirlilik" kapsamına sokan
bu medyatik teknik, böylece bir yandan sıradan yurttaşı
mümkün olan en tehlikesiz yerde durmaya razı etmekte,
diğer yandan da bu "cinayet yuvalarının dağıtılmasını"
bir tür "meşru müdafaa" kılıfı altına
sokmaya çalışmaktadır. Her durumda, gerçekleşen
sonuç, umutsuz bir kaos içersinde bunalan insanın
örgütlülük biçimlerinden soğuması ve üstelik daha
sonra aynı bunalımın devrimci sempatizanlara dek
yayılmasıdır.
Önce kavramlar...
İlk bakışta daha çok ahlaki sorunlardan söz ediyormuş
gibi görünüyoruz ama aslında tamamen politik ve
ideolojik bir zemin üzerindeyiz. Ve orada, her şeyden
önce, kavramları ayrıştırmak, teorik bir düzenleme
yapmak gerekiyor.
İşe kavramlarla başlayınca, önce bütün "genel"
ifadelerden sıyrılmak, onları gitgide sadeleştirerek
kendi özel alanımıza doğru hızla ilerlemek bir zorunluluk
olmaktadır. "Silahlı mücadele" ile "silahın
kullanıldığı herhangi bir durum" arasındaki
ayrım çizgisinin baştan netleşmesi bu bakımdan önlemlidir.
Yani, çok kaba biçimiyle "politik amaçların
gerçekleştirilmesi için şiddetin kullanımı"
denilen şey, insanlığın tarihi kadar eski bir tarihe
sahiptir ve şüphesiz onun bütün biçimleri bu yazı
çerçevesinde bizi ilgilendirmemektedir. Aynı biçimde,
kategorik olarak "savaş" kavramıyla ifade
edilen devletlerarası kapışmalardan türlü çeşitli
saray komplolarına dek bir dizi "silahlı"
politika yapma biçimi de ilgi alanımızın dışında
kalmaktadır.
Öte yandan, monarşilere, yöresel senyörlere ve işgalci
güçlere karşı verilen içsavaşlar da (belki bunlara
Narodnizmin ilk süreçleri de eklenebilir) bugünkü
devrimci mücadeleye deneyim taşımaları bakımından
ne kadar anlamlı olurlarsa olsunlar yine de bizim
şu andaki çerçevemizin içinde yer almamakladırlar.
Kolayca anlaşılabileceği gibi biz, proletaryanın
iktidar mücadelesinin araçlarından biri olarak silahlı
mücadeleyle ilgileniyoruz ve hatta giderek daha
dar bir alana, 40'lı yıllardan beri "halk savaşı"
kavramı içinde ifade edilen gerilla tarzına özel
bir ilgi gösteriyoruz.
Ama oraya gelene kadar bile, bir dizi düğümü çözmek,
iç içe geçmiş anlamları birbirinden ayırmak gerekiyor.
Kavramın, özellikle 90'lı yıllar boyunca Türkiye
solunda gördüğü yakın (ve korkutucu!) ilgi, ironik
bir biçimde bunun en önemli nedenidir. Bu ilgi,
hakikaten de "korkutucu"dur; çünkü çoğu
durumda söz konusu olan şey ya en kötüsünden geçmiş
övgüsü ya da düz bir silahlı mücadele kavrayışıdır.
Örneğin, Türkiye solunda son yıllarda bir kongre
yapıp da kararlar arasında "silahlı mücadele"ye
yer vermeyen örgüt neredeyse yok gibidir. Çoğunlukla
"silahlı mücadelenin inşası" paragrafını
"ama..." diye başlayan (ve M. Çayan'ın
tarzıyla kendileri arasına bir sınır çizgisi koymaya
çalışan) başka paragrafların izlediği bu kararları
anlamak pek de zor değildir aslında. Söz konusu
yapılar, çoğunlukla sovyetik kent ayaklanması modelinden
esinlenerek inşa ettikleri "devrim" anlayışlarında,
"silahlı mücadele"ye nihai hesaplaşma
anının asli unsuru olarak bakmakta, ancak ondan
önceki süreçlerde de "prensip olarak"
reddetmemeye özen göstermektedirler. Evrimci süreçlerle
devrim durumu arasına net bir ayrım koyan, uzun
bir hazırlık evresinden sonra krizin derinleşme
anında sürece müdahale etmeyi planlayan bu anlayış,
iki dönemin araçlarını da kategorik olarak birbirinden
ayırmakta ve evrim sürecindeki (prensip olarak reddedilmeyen)
"askeri iş"leri daha çok lokal eylemler
ve çalışmanın önünü açan "pratik önlemler"
biçiminde düşünmektedir. Şüphesiz bu arada Che kapaklı
dergiler ortalığı kasıp kavurmakta, 30 Mart'ın her
yıldönümünde zehir zemberek yazılar dergilerde yer
almaktadır ama o başka bir şeydir! Yani, silahlı
mücadelenin eski hasımları, biraz da ("çöküş"le
karakterize olan) 90’lı yıllarda moral değere sahip
her şeye tutunma kaygısıyla, bu kez abartılı övgülere
yönelmişlerdir. 70'ler ve 80'ler boyunca M. Çayan'ın
düşüncelerini narodnizmden, goşizme ve troçkizme
kadar bir dizi kavramla eleştiren bu kesimler, son
dönemde yayınlarında bu türden eleştiri yazılarına
daha az yer vermekte, bunun yerine çoğu kez gerçeği
zorlayan övgüleri tercih etmektedirler. Böylece
politik değil, ahlaki birer figür haline getirilmiş
olan M. Çayan/Deniz Gezmiş imgeleri üzerinden bol
bol cesaret, özveri, vb. lafları edilmekte, bu arada
onların yaptıklarının "cesaret", "özveri"
gibi kavramların ötesinde bir politik çizginin uygulanması
olduğu gerçeğinin üzerinden atlanmaktadır.(3) Kızıldere
eylemine "direniş" gibi alt düzeyden bir
kavramın yakıştırılması, "dayanışma eylemi"
gibi lafların edilmesi, bu çerçevededir. Deniz Gezmişlerin
asılması söz konusu olmasaydı da, (hatta Deniz diye
biri hiç doğmamış olsaydı da) Çayan'ın Kızıldere'ye
gideceğini, gitmek zorunda olduğunu, çünkü onun
kafasında bu müdahale biçiminden daha alt seviyede
bir müdahale biçiminin bulunmadığını unutan bu yaklaşım,
böylece meseleyi hafifletmekte, bir çizgiyi bütün
sonuçlarıyla birlikte ele almaktan kaçınmaktadır.
Sonuçta varılan yer ise, M. Çayan'ın en çok eleştirdiği
şu kronik yayıncılık çizgisinin yanına (en azından
kongre kararlarının bir maddesi olarak) bir parça
"silahlı mücadele" sosu eklenmesi ve ''hiçbir
savaşım biçimini reddetmeyen örgüt" imajının
ayakta tutulmasıdır.
Daha sonra ele alacağımız bir başka yaklaşım ise
yine aynı ahlaki figürden hareketle, kendini "silahlı
mücadele" örgütü ilan ederken. M. Çayan tarafından
ortaya konulmuş bulunan mantığı anlamamakta, "olgunlaşmış"
bir milli krizin varlığı saptamasından yola çıkarak
düz tahribatı silahlı propagandanın yerine ikame
etmektedir.
Ayrıştırmaya başlarken
Anlaşıldığı gibi sorun, şiddetin kullanılıp kullanılmamasıyla
ilgili değildir. Marksistler, şiddet sevdalısı olmadıklarını,
karşı devrim tarafından buna "zorlandıklarını"
150 yıl önce "Manifestolarında açıkça ilan
ettiler. Ama onlar, böylece, devrimci şiddetin basit
bir tepki olduğunu, salt bir mecburiyet olduğunu
da söylemediler; "zora dayanan devrim"
diye bir dertleri olduğunu, şiddete yeni toplumun
"ebesi" rolünü biçtiklerini de hiç reddetmediler.
Yeterince açık olmalı; onların "şiddete zorlanmaktan
kastettikleri, karşı devrimin şiddetinin her tekil
durumda aldığı biçimlerle ilgili değildir. Yani,
A noktasında ya da X konjonktüründe proletarya üzerinde
şu veya bu ölçüde şiddet uygulanması onların zihninde
karşı önlemler ve taktiklerle ilgili bir sorundu;
genel olarak "zora dayanan devrim" meselesine
ilişkin değildi; burjuvazinin kendi iktidarını şiddet
yoluyla savunması sorunu, (bu biçimler çeşitli momentlerde
nasıl gelişirse gelişsin) tarihen saptanmış bir
olguydu. Tarihsel evrimin seyri bakımından gerici
bir konuma düşmüş olan kapitalist sistem, "karşı
devrimci zor"a tarihi bakımdan mahkûmdu ve
bu durum, aynı evrimin ilerici yönünü temsil eden
ezilen sınıflar bakımından devrimci bir zorun meşruiyeti
demekti. Dolayısıyla marksistler, A ya da B coğrafyasındaki
devrimin "barışçıllığı-şiddetliliği" üzerinden
yürüyen bir tartışmayı hiçbir zaman anlamlı bulmadılar;
bu tür özgün durumlara ancak taktik değer biçtiler.
Tekelci kapitalizmle birlikte, "devrim imkânı"
ya da "objektif şartlar" dediğimiz durum,
sistemin bütün halkaları bakımından sürekli ve genel
bir olgu haline geldiğinde ise ortaya çıkan sorun,
artık bir devrimin olabilirliği değil, "nerede"
ve "nasıl" gerçekleşeceğiyle ilgiliydi.
Lenin tarafından olgunlaştırılan "eşitsiz gelişme"
ve "zayıf halka" kavramları da tamamen
bu tartışmaya ilişkindi. Kaos içinde ve eşitsiz
olarak gelişen sistemin, bazı parçalarında daha
zayıf halkalar yaratacağı, buralarda devrimin gerçekleşme
olasılığının yükseleceği tesbiti, bu kuramın özüydü
ve bu somut durumları tanımlamak için önemli olan
başka kavramları da beraberinde getiriyordu. "Ezenleri
ve ezilenleri etkileyen" bir milli kriz hali,
ilk kez Lenin tarafından (genel "objektif şartlar"
kavramından ayrı olarak) "devrim durumu"
biçiminde tanımlandı. Böylece olgunlaşan ve sonuçta
"yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin
de artık yönetilmek istemedikleri" bir noktaya
gelen toplumsal ortam, sürece müdahale etme irade
ve gücüne sahip bir devrimci odağın varlığı halinde
toplumsal bir devrimle sonuçlanabiliyordu.
Çok kaba hatlarıyla böyle tanımlanabilecek olan
leninist devrimci durum teorisi, doğal olarak politik
iktidar mücadelesinin araçlarının kullanımı bakımından
da önemli saptamaları içeriyordu. Şüphesiz Lenin,
hiçbir zaman mekanik ayrımlara yönelmedi ama proletaryanın
mücadele sürecinin evrim ve evrim dönemleri olarak
ayrıldığı konusunda da herhangi bir soru işaretine
sahip olmadı. Hakim gücün henüz bütün bakımlardan
tam ve kesin bir çöküntü içine girmediği, bu arada
proletaryanın da henüz güç biriktirerek hazırlık
yaptığı bir dönem vardı ve sonra, politik/sosyal
bir çöküntüyle birlikte gelen, ezilenlerin doğrudan
sokağa çıkıp iktidara talip oldukları bir başka
dönem... Bütün bunlar bıçak gibi birbirinden ayrılmıyordu
şüphesiz; ayrıca zaten proletaryanın bütün süreç
boyunca yürüttüğü mücadele de söz konusu çöküntünün
derinleşmesinin bir parçası ve nedeniydi. Ama yine
de iki dönem vardı ve bu iki dönem araçları bakımından
da birbirinden farklıydı. Esas olarak Rus devrimci
hareketinin derslerine dayanan bu saptamalar, o
süreç üzerinden de kolaylıkla izlenebilir. 1800'lerin
sonlarından itibaren yükselen mücadele boyunca örgütlenme
ve kitle gösterilerine ağırlık veren Rus devrimci
hareketi, 1905 günlerine gelindiğinde, artık doğrudan
çatışma noktasına ulaşmıştır ve ona uygun araçların
ihtiyacıyla karşılaşmıştır. Bütün süreç boyunca,
"pratik önlemler" düzeyinde yürütülen
askeri faaliyet, asli unsur haline gelmiş ve Lenin'in
çağrılarında "savaşmak isteyen herkesi kapsayan
devrimci birlikler" şeklinde yeniden yorumlanmıştır.
Artık ne Duma seçimleri ne de eski türden hazırlık
çalışmaları söz konusudur; her şey sokakta çözülmektedir
ve sokak, silahlı işçi müfrezelerini çağırmaktadır.
Kısmen değişik ve özgün bir yoldan yürüyen 1917
süreci de, en azından araçların değişmesi bakımından
1905'in tekrarı gibidir.
Asla şemalaştırmadan ama olguları da atlamadan bakıldığında,
durum budur. Rus devrimi, silahlı mücadelenin ikincil
görevlerin hizmetine koşulduğu (Kamo hatırlansın!)
bir dönem ve öne çıkarak nihai sonucu belirlediği
bir başka dönem yaşamıştır. Sınır çizgileri çok
net olmayabilir ama bu dönemler birer realite olarak
vardır.
Halk Savaşı ve Mao
Bu bakımdan Çin devrimi, özellikle tartıştığımız
soruna ilişkin olarak tarihsel bir çığır açmıştır
denilebilir.
Yaklaşık yüz yıldır türlü çeşitli sömürgeci gücün
üzerinden gelip geçtiği iştah açıcı Çin toprağı,
son olarak Japon istilasına uğradığında, işgal ve
onun devamı olan yarı-sömürge ilişkileri, yeni bir
devrimci tarzın da yolunu açmıştır.
Kısaca söylenirse, işgal ve sonrasındaki ilişkileri
çözümleyen Mao, anti-emperyalist mücadeleyle demokratik
devrimin temel sorunu olan köylü sorununu birbirine
bağlayan Milli Demokratik Devrim anlayışını ortaya
koymuş ve en önemlisi, bu devrimle sosyalist devrim
arasındaki bağlantıyı kurarak İki Taktik'teki teorik
zinciri kendi tarzında geliştirmiştir. Böylece,
Ekim'den beri tartışılan ve zaman içersinde (Galiyev,
vb. gibi) çeşitli sapmalara uğrayarak sakatlanan
ya da sadece "Sovyet yurdunun korunması"
gibi dar kaygılar içine hapsolan "dünyanın
kırları" (özel olarak da "Doğu")
sorunu, ilk kez kendi ayakları üzerine konulmuş,
bir komünist partisinin hem anti-emperyalist/anti-feodal
bir devrime hem de kesintisiz bir süreç izleyerek
sosyalizmin kuruluşuna önderlik edebileceği en azından
teorik olarak ortaya konulmuştur. Daha sonradan
dünyanın çeşitli köşelerinde beliren bütün şabloncu
yorumları bir yana, Mao'nun Milli Demokratik Devrim
tezi, bu bakımdan ciddi bir önem taşır.
Ama bütün bunlardan da daha önemli olan. Mao'nun,
bu devrimi bir halk savaşı biçiminde tasarlamasıdır.
Son derece önemlidir; çünkü böylece, bir başka sorun
daha ayakları üzerine konulmaktadır. Ekim örneğinde
görülen kısa süreli silahlı kent ayaklanması tarzının
yarı-sömürge Çin toprağında geçerli olamayacağını
farkeden Mao, işgalci güçlerin zayıf noktası olarak
belirlediği kırsal alanları temel alan bir tarzı,
yukarıda sözünü ettiğimiz devrim anlayışındaki köylülüğün
rolü ile birleştirmiş; bu noktadan hareketle, kırlarda
oluşturulan gerilla ordularının giderek büyük kentleri
kuşatması yolundan giden bir devrimci stratejinin
esaslarını ortaya koymuştur.
Bu anlayışın en canalıcı noktası, her devrimin en
temel problemi olan "ikili iktidar" sorununa
tamamen özgün ve yeni bir çözüm getirmiş olmasıdır.
Klasik Ekim modelinde devrimin zirveye tırmandığı
günlerde "sovyetler" örgütlenmesinin kendini
ikinci bir otorite olarak ortaya koymasıyla oluşan
bu durum, Mao'nun tarzında, gerilla savaşının en
başından beri, gerilla birliğinin üzerinde hareket
ettiği bütün alanlarda nüveler biçiminde belirmekte,
daha sonraki aşamalarda da "kurtarılmış bölgeler/kızıl
siyasi üsler" biçimini alarak sürece yayılmaktadır.
Yani Ekim'de topu topu birkaç ay devam eden ikili
iktidar durumu, Çin devriminde mücadelenin bütün
süreci bakımından düşünülmekte, savaş sırasında
ele geçirilen her bölge, devrimci programın uygulandığı,
yeni yaşam tarzının inşa edilmeye başlandığı pilot
bölgeler haline gelmektedir. Şüphesiz bu yol, yalnızca
Çin özgülündeki iktidar yürüyüşüne pratik bir çözüm
bulması bakımından değil, geleceğin toplumsal normlarının
hayatın içinde uygulanma imkânlarını yaratması bakımından
da çok anlamlı ve önemlidir.
Bugün geriye dönüp bütün sürece baktığımızda, sonradan
varmış olduğu marksizm dışı noktalar ne olursa olsun,
Mao Tse Tung'un halk savaşı tezinin tarihsel anlamda
çığır açıcı bir tez olduğu açıktır. 1960'lardaki
ünlü "baş çelişki" tartışmasıyla birlikte
düşünüldüğünde, halk savaşı tezini "emperyalizmin
zayıf karnı" saptamasıyla birlikte dünya planında
geliştiren Mao'nun, ezilen halkların mücadele perspektifine
yaptığı katkı, her türlü tartışmanın üstündedir.
SBKP'nin "kapitalist olmayan yol" saçmalığının
karşısına dikilen "halk savaşı" teorisi,
bütün III. Bunalım Dönemi boyunca ön açıcı bir rol
oynamıştır.
Teorik olarak Mao'ya yakın durmayanlar da dahil
olmak üzere bütün geri bıraktırılmış ülke devrimcileri,
pratikte bu yoldan yürümüşlerdir ve savaş sonrasında
gerçekleşen devrimlerin hemen hemen tümü. bir biçimde
halk savaşı çizgisinin izlerini taşımıştır. Geçerken
belirtelim, 2000'li yıllara girdiğimiz şu günlerde
de. Mao Tse Tung'un Çin Devrimi için geliştirmiş
olduğu "halk savaşı" anlayışının, -asla
bir şablon biçiminde kopya edilmeksizin- devrimci
mücadele bakımından anlamlı olduğunu, Maocu yaklaşımın
daha sonradan "üç dünya teorisi" gibi
aşırılıklara varmış olmasının bu önemi gölgelemediğini
düşünmekteyiz.
Yani kısaca özetlendiğinde, halk savaşı yaklaşımının
milli kriz ve devrimci araçlar sorununa getirdiği
yeni imkân, klasik evrim aşaması düşüncesini değiştirmesi
ve işgal ilişkileri temelinde ortaya çıkan durumu,
"sürekli bir milli kriz" olarak tanımlamasıdır.
Böylece durum yeniden yorumlandığında ortaya çıkan
şey, klasik modelde belli bir noktadan sonra belirleyici
işlev kazanan silahlı mücadelenin (ve onun örgütleniş
biçimlerinin) bu kez işin başından beri bütün devrimci
mücadelenin temeline oturması, gerillayla başlayıp
halk ordularına ulaşan bu
tarzın iktidar mücadelesinin ekseni olmasıdır. Üstelik
böylece, silahlı mücadele, düşmanın askeri gücünü
ezme ya da yıpratma işlevinin dışında, propagandif
bir işlev de yüklenmekte, işin başından itibaren
attığı her adımda, gerçekleştirdiği her eylemde,
kitlelerin taleplerini devrimci programla birleştirmek
gibi bir görevi yerine getirmektedir. Rus örneğinde,
gazeteler, bildiriler, sokak gösterileri, vb. gibi
çok değişik yollardan yürüyen siyasi gerçekleri
açıklama/kitleleri bilinçlendirip devrimci davaya
kazanma çabası, bu kez çok güçlü bir başka araca
daha sahip olmakta, silahlı mücadele, (diğer biçimleri
reddetmeksizin) siyasi propagandanın doğrudan aracı
olmaktadır. Rus örneğinde evrim dönemi boyunca yalnızca
devrimci çalışmanın önünü açan ve asla öne çıkarılıp
bir propaganda fonksiyonu yüklenmeyen silahlı eylemler,
halk savaşı anlayışında altı net olarak çizilen
politik araçlar haline gelmekte, hatta bu birliklerin
örgütleniş tarzında da propagandif birimlere yer
verilmektedir.
Bu anlamda, söylem düzeyinde net olarak ifade edilsin
ya da edilmesin, düşmanın yıpratılmasıyla siyasi
ajitasyonu içice geçiren bir tarz olarak silahlı
propaganda, Çin Devrimi'yle birlikte gelişen halk
savaşı anlayışının ürünü ve parçasıdır.
Daha sonraki süreçlerde, ağırlıklı olarak da Vietnam'da,
konuyla ilgili daha net vurgular vardır. Özellikle
Giap'ta, normal gerilla birliklerinden ayrı olarak
"silahlı propaganda birliklerr'nden ve "silahlı
propaganda eylemlcri"nden söz edilmesi son
derece çarpıcıdır. Burada artık, açıkça, düşmanla
savaşan halk ordusunun yanında ve onun bir parçası
olarak siyasi tahrip amacına yönelmiş, kitleleri
eğiten, onlara eylemle birlikte ve eylem içersinde
devrimci bilinç taşıyan daha özel bir fonksiyon
söz konusudur. Gerçi, klasik halk savaşı anlayışı
da bütün birimler ve bütün savaş alanları bakımından
sürekli bir siyasi aktiviteyi içerir, onun mantığı
budur ama silahlı propaganda, fiziksel tahribatı
değil siyasi jesti içeren yapısıyla bütün bunların
da ötesinde bir anlam taşır, taşımıştır. (Sözgelimi
özellikle 1982-1984 sürecinde, Kürt hareketinin
yaşadığı "silahlı birimlerin politik çalışması"
dönemi Vietnam geleneğinden ciddi izler taşır. Hatta
bu anlamda, Ağustos atılımı da maddi/fiziksel yıpratma
amacından çok politik sarsıntı yaratma amacına yöneliktir.
Uzun süren bir baskı ve kimliksizleştirme sürecinin
ardından, bir perde yırtılmış, bir gücün varlığı,
açık bir kuvvet gösterisiyle ortaya konulmuştur.)
M. Çayan'da sorunun ortaya konuluşu
Böyle bir gezinti ve özetten sonra M. Çayan'ın çözümlemelerine
geldiğimizde, daha netleşmiş ifadelerle karşılaşırız.
Onun yaklaşımında, Mao'nun halk savaşı anlayışıyla,
daha sonradan özellikle Latin Amerika'da geliştirilen
yeni tarzların özgün bir bileşimi vardır.
III. Bunalım döneminin ilişkilerinin çözümlenmesinden
hareketle Türkiye'nin yeni sömürge bir ülke olduğu,
emperyalizmin gizli işgali altında yaşadığı saptamasına
ulaşan M. Çayan, buradan yola çıkarak iç dinamiği
çarpılmış bu ülkenin emperyalizmin de içinde yer
aldığı bir oligarşik diktatörlük tarafından yönetildiğini
ortaya koymuştur. Başka bir deyişle, benzeri ülkelerde
olduğu gibi Türkiye'de de klasik sömürgeciliğin
komprador ilişkileri aşılmış, yerine (teknik bakımdan
"ithal ikamesi"' de denilen) bir tür "sanayileştirme"
metodu konulmuş, böylece sera etkisi koşullarında
yaratılan işbirlikçi tekelci burjuvazi ülkenin hakim
gücü haline getirilmiştir. Ancak bu güç, kendi yapısal
zayıflığı yüzünden ülkedeki diğer gerici kesimlerle
işbirliği yapmaya zorlanmakta, politik hakimiyeti
onlarla (ve şüphesiz asıl patron olan emperyalizmle)
paylaşmaktadır. Onun teorik zinciri içersinde bu
durumun anlamı, açık ya da parlamenter biçimlerde
tezahür eden sürekli bir faşizmle karşı karşıya
olduğumuz, bütün kıpırdanışların bastırıldığı bir
baskı düzeninin siyasi atmosfere hakim olduğudur.
İç dinamiği çarpıtılarak bağımlı bir ülke haline
getirilmiş olan ülkenin siyasal manzarası, böyle
bir rejime mahkûmdur. Ayrıca yeni sömürgeci ilişkiler
ve özellikle dışa bağımlı "kalkınma hamlesi",
kitlelerin düzen karşısındaki tutumunda da ciddi
bir değişiklik yaratmakta, yoğun baskı ve şiddet
politikasıyla birleşen bu "gelişme" illizyonu
halkın tepkilerini törpüleyerek onları düzen içindeki
kanallara yöneltmektedir. Bıçağın kemiğe dayandığı
kritik noktayı geriye iten bu durum, M. Çayan'ın
kavramsal çerçevesinde "suni-denge" biçiminde
tanımlanır.
Burada şüphesiz 40'ların Çin'inden daha farklı bir
durum söz konusudur; yeni sömürge düzeni, emperyalist
tahakküm bakımından daha derin ve daha gelişkin
bir modeli hayata geçirmektedir ve bu koşullarda
klasik anlamıyla anti-feodal anti-emperyalist içerikteki
Milli Demokratik Devrim anlayışı da devrimci mücadelenin
yönelimini ifade etmemektedir. M. Çayan'ın teorik
gelişiminin belli bir noktasında vardığı "anti-emperyalist/anti-oligarşik
devrim" tanımlaması da bu yetersizliğin altının
çizilmesi ve özgün bir yolun ortaya konulması anlamını
taşır. Bu yeni form, ülkedeki sınıfsal kombinezonun
kavranılması bakımından önemlidir. Böylece klasik
Maocu tarzdan uzaklaşılmakta. ülkenin siyasal/ekonomik
manzarasına daha denk düşen bir devrimci programa
ulaşılmaktadır.
Bütün bu çözümlemelerin bir sonucu olarak ortaya
konulan mücadele çizgisi ise son derece önemlidir.
Klasik sovyetik modeldeki aşamalar problemi, M.
Çayan tarafından yeniden ele alınmış ve yukarıda
sözü edilen koşullar altında evrim ve devrim aşamalarının
artık birbirinden kesin çizgilerle ayrılamaz hale
geldiği sonucuna varılmıştır. Başka bir deyişle,
ülkedeki iktisadi/sosyal/politik yapı, bünyesindeki
çarpıklıktan ötürü sürekli bir milli krizin sebebi
olmakta, bu süreklilik hali, özel bir "devrim
aşaması"nın beklenmesi zorunluluğunu ortadan
kaldırmaktadır. Bunun anlamıysa. her iki aşamaya
ait mücadele biçimlerinin karmaşık biçimde birbirine
eklemlenmesi ve bir arada yürütülmesidir. Politikleşmiş
Askeri Savaş kavramıyla tanımlanan bu özgün durum,
silahlı mücadeleyi işin başından itibaren bütün
diğer mücadele biçimlerinin eksenine koymakta, ilk
gerilla birliğinden başlayıp halk ordusuna dek uzanan
çabayla politik güç biriktirmenin diğer araçlarını
aynı süreçte birleştirmektedir. M. Çayan'm terminolojisinde
"siyasi güçle askeri gücün birlikte büyümesi"
olarak geçen bu kavrayış, politik/askeri eylemi
kitlelerin devrimci kampa çekilmesinin temel aracı
olarak algılamakta ve ona örgütleyici bir fonksiyon
yüklemektedir.
Şüphesiz "örgütleme" denilen şey temel
olarak insan ilişkilerine ait bir durumdur ve mutlaka
o zeminde, o zeminin araçlarıyla, yüzlerce yolu
bulunabilecek örgütsel/propagandif araçlar kanalıyla
yürür; yani silahlı eylemin kendisi, doğrudan bir
biçimde somut A kişisinin B örgütsel birimine çekilerek
"örgütlenmesi" görevini yüklenmez. İşin
bu bölümü, netice olarak dünyanın her yerinde ve
her zaman olduğu gibi, somut ve günlük insani faaliyetin
bir sonucu olacaktır. Silahlı mücadelenin örgütleyiciliğinden
kasıt, silah sesinin kitleleri "örgütlemesi"
değil, ama siyasi gerçeklerin açıklanmasının hizmetine
koşulmuş olan silahlı mücadelenin yarattığı politik
atmosferin, somut insan ilişkilerine çevrilmesi,
genel olarak kitlelerin buna uygun hale getirilmesidir.
Bu, bir yörünge, bir çekim merkezi oluşturulması
ve klasik örgütleme çalışmasının bu somut üzerine
oturmasının sağlanmasıdır. Yani siz eğer bu örgütleme
kanallarını bulamıyor ve açamıyorsanız, aslında
yaptığınız askeri etkinlikler de boşa düşmekte,
"silahlı propaganda" kavramının muhtevasındaki
özelliklere denk düşmemektedir.
M. Çayan'ın kavramlarından en belirleyici olan ikisi
de bu çerçevede anlam kazanır: Öncü savaşı ve silahlı
propaganda.
M. Çayan'da klasik halk savaşı sürecinin dışına
ya da önüne bir yere değil, onun içine yerleştirilen
öncü savaşı aşaması, keyfi bir tercih değildir.
Devrimin bir halk savaşı yolundan gelişeceği saptamasına
dayanan THKP-C anlayışı, yeni sömürge koşullarının
özgünlüğünden ötürü "kitlelerin devrim saflarına
çekilmesi" sürecini içeren bir ön aşama ihtiyacına
yanıt vermektedir. Burada söz konusu olan, birkaç
kişinin ortalığı kızıştıran eylemleri değil, politik,
ekonomik/demokratik ve ideolojik cephelerde yürütülen
bütünsel bir mücadeledir ve bütün bu mücadelenin
temeline, silahlı propaganda konulmaktadır. Klasik
halk savaşı teorisinde de zaten var olan olgunun,
yani silahlı mücadelenin yalnızca fiziksel yok etme
amacını değil politik propagandayı da içermesi olgusunun
altı bu aşamada kalın biçimde çizilmektedir. Silahlı
propaganda kavramını daha genel bir kavram olan
"silahlı mücadele"den ayıran ve daha doğru
bir kullanım olarak öne çıkaran da işte budur. THKP-C
tarzında silahlı propaganda, iki işlevin bir arada
yüklenildiği bir durumu yansıtır. Bir yandan, düşmanın
fiziksel tahribini değil siyasi yıpratmayı öne çıkaran
tarzıyla bir "siyasi gerçekleri açıklama kampanyası"
aracı biçiminde fonksiyon yüklenen silahlı propaganda
faaliyeti, diğer yandan da ilk gerilla çekirdeğinden
itibaren geleceğin halk ordusunun temelini atmakta,
adım adım o gücü oluşturmaktadır. Bünyesinde bu
iki amacı birleştiren silahlı propaganda, şüphesiz
bu bakımdan, savaşın çok ileri aşamalarındaki az
çok rutinleşmiş çatışmaları da ifade eden genel
"silahlı mücadele" kavramından ayrılmakta,
daha özgün bir durumu tanımlamaktadır. Bu özgünlüğün
en önemli yanı, silahlı propagandanın düşmanın askeri
gücünü mevzi olarak geriletme ve onu maddi olarak
yıpratma amacını değil, siyasal jesti öne çıkarmasıdır.
Siyasal jest, birebir tahripten ötede, düzenin teşhiri
ve alternatif adresin kitlelere deklare edilmesi
anlamını taşır ve bu bakımdan temel bir öneme sahiptir.
THKP-C tarzıyla, "genel olarak silahlı mücadele"
vurgusu yapan ve bunu "düzenin herhangi bir
kurumuna herhangi bir biçimde saldırmak" olarak
uygulayan anlayışlar arasındaki temel fark bu noktada
düğümlenir.
Çünkü M. Çayan'ın çerçevesinde silahlı propaganda,
çok önemli bir başka kavramın, "olgunlaşmamış
milli kriz" kavramının zeminine oturur. Yeni
sömürge düzeninin sürekli bir milli kriz halinde
yaşadığını ifade eden M. Çayan, bu devrimci durumun
"olgunlaşmış" olduğu kanısında değildir
ve devrimci iradeye biçtiği rol, silahlı propagandayı
temel alan bütünsel bir mücadeleyle söz konusu krizin
derinleştirilmesi, olgunlaştınlmasıdır. Zaten kavramın
en kritik noktası da budur. "Olgunlaşmamış
milli kriz" durumu, henüz (Ekim örneğindeki
gibi) topyekûn bir ayaklanmaya yol açacak kadar
keskin olmayan ama silahlı mücadelenin başlatılmasına
da imkân sağlayan bir şeydir. Burada, klasik kavramsal
çerçevenin tanımlayamadığı bir durum için yardımcı/açıklayıcı
yeni bir kavram üretilmektedir ve şüphesiz bu, keyfi
bir iş değildir. M. Çayan, Türkiye özgülünde yaşanmakta
olan çarpık toplumsal koşulların böyle bir somut
durumu yarattığını saptamakta ve bu durumun "milli
kriz" kavramının klasik konuluşuyla ifade edilemeyeceğini
düşünmektedir. Yani, "ezeni de ezileni de etkileyen
bir çöküntü hali" düzenin yapısında mevcut
olmakla birlikte, kitlelerin yığınlar halinde ayaklanıp
sokağa çıktıkları bir noktaya ulaşmamakta, "yönetenlerin
eskisi gibi yönetemedikleri, yönetilenlerin de eskisi
gibi yönetilmek istemedikleri" o bilinen durum,
kendini bu olgunlukla ortaya koymamaktadır. Yani,
1905'te ya da 1917 Şubatı'nda yaşanan (ve aslında
sanıldığının tersine RSDİP'nin iradesinden bağımsız
olarak başlayan) o büyük altüst oluşlardan söz etmiyoruz.
Ama sözünü ettiğimiz durum, yalnızca "sabırlı
bir hazırlık"la karakterize olan evrimci bir
dönem de değildir; burada sözü edilen şey, silahlı
bir başlangıç için asgari koşulları oluşturan karmaşık
bir toplumsal atmosferdir ve M. Çayan, o atmosfer
üzerinden hareket edilerek krizin gitgide derinleştirilmesini,
kitlelerin örgütlenmesiyle bu "derinleştirme"
eyleminin aynı sürece denk düşmesini öngörmektedir.
Daha doğrusu, bu iki olguyu birbirini etkileyip
geliştiren unsurlar olarak ele almaktadır. Yani
burada, devrimci irade, çok açık bir biçimde özne
halinde sunulmakta, bu iradenin sürece müdahalesinin
yalnızca kitlelerin örgütlenmesi bakımından değil,
onların örgütlenmesini kolaylaştıracak ortamın yaratılması
bakımından da bir öznelik unsuru içerdiği ifade
edilmektedir.
Bütün bu mantık kurgusunda sonraları üzerine çok
gevezelik edildiği gibi Narodnizm filan yoktur.
Kimse birkaç büyük patlama ve suikastin bozkırı
tutuşturacağını söylememekte, tam tersine son derece
sabırlı ve uzun vadeli bir çalışma önerilmektedir.
Ayrıca bu kurgu, sözkonusu milli kriz atmosferini
''biz ne yaparsak onu haklı ve doğru" kılan
bir ortam olarak da tanımlamamaktadır. Böyle bir
"otomatik meşruiyet" durumu, M. Çayan
düşüncesinde mevcut değildir. Netice olarak her
şey devrimci iradenin ortaya koyduğu politik hattın
içeriğine, gösterdiği performansın yüksekliğine
ve hatta o iradenin etik duruşuna dek uzanan bir
dizi faktöre bağlıdır. İlerki bölümlerde açacağımız
gibi, bu yaklaşım, düzenin herhangi bir kurumunun
herhangi bir biçimde hedef alınmasıyla aynı şey
değildir.
Sonuçta görüldüğü gibi bu anlayış, hiçbir mücadele
aracının reddi anlamına gelmemekte, yalnızca onlar
arasındaki ilişkileri sürece uygun biçimde düzenlemektedir.
Yani M. Çayan, "kitlelerin içine girerek, kitlelerin
acil gereksinimleri etrafında onları örgütleyip
eyleme sokma..." biçiminde tanımladığı anlayışı
eleştirirken, sayılan bu biçimlerin hiçbirini reddetmemekte,
ama bütün bunların silahlı propaganda perspektifine
bağlanmamış uygulamalarının kaçınılmaz biçimde sağa
savrulmaya yol açacağını belirtmektedir. Onun bütün
derdi, iktidar mücadelesinin bir omurgaya sahip
olmasıdır ve bu omurga da politikleşmiş askeri mücadeledir,
silahlı propagandadır. Kendi deyimleriyle ifade
edersek, "klasik politik kitle mücadelesi ile
silahlı propaganda birbirini izler ve birbirinin
içinde, birbirine bağımlıdırlar, her biri diğerini
karşılıklı etkiler. Silahlı propagandanın dışındaki
öteki politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimleri
silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya
göre biçimlenir."
Bütünsel ve merkezi...
M. Çayan'a ait metinlerde sorunun konuluşu aşağı
yukarı böyle özetlenebilir.
Ancak, her özet gibi bu yaptığımız da yetersizdir
ve şu temel soru her şeye rağmen boşlukta kalır:
Bütün bunların özü nedir? Yani, M. Çayan'ın çözümlemelerini
ve stratejik öngörülerini sırayla ortaya koyduğumuzda,
"THKP-C tarzı" dediğimiz özel durum bütünüyle
ve tamamen ortaya konulmuş olur mu? Ya da başka
bir yoldan gitsek, kendimizi aradan çekerek okuyucuyu
tamamen M. Çayan'ın metinleriyle başbaşa bıraksak,
bugünkü tıkanmanın çözümlenmesi için yeterli çabayı
göstermiş olur muyuz?
Kanımızca, hayır. Burada bir başka çabaya gereksinme
vardır ve o çabanın ilk adımı da bütün bu yukarıda
sıralanan tezlerin özünün neye denk düştüğü sorusuyla
ilgilidir.
Bu soruyu yanıtlamaya giriştiğimizde ise önümüze
çıkan ilk gerçek, M. Çayan'ın bütün teorik zincirinin
iç içe halkalardan oluştuğu ve parçalanamaz bir
bütün halinde onaya konulduğudur. Emperyalizmin
içinde bulunduğu duruma ilişkin saptamalarından
başlayarak mücadele biçimleri sorununa dek uzanan
çözümlemeler, kendi içinde bir tutarlılık oluşturmaktadır.
Bu tutarlılık ve bütünlüğün odak noktası ise, onun
öngördüğü siyaset yapma biçimiyle ilgilidir.
Çok açıkça ve altını kalınca çizerek söylemek gerekiyor:
M. Çayan'ın bütün siyasi hayatının ve teorik/pratik
duruşunun özü, bütünlüklü ve merkezi müdahale fikridir.
Yani, onun fikri dünyasında, belli bir çıta yüksekliği
vardır ve söylediği/yaptığı hiçbir şey, o çıtanın
altında değildir. Daha önceki yazılarında da, Kesintisiz
Devrim'de de yerele, parçaya ilişkin bir tek cümle
mevcut değildir! Parti düzeyindeki pratiğinde de,
bir an olsun "iğneyle kuyu kazma" anlayışına
ya da olayların arkasından sürüklenen nesnelci politika
anlayışına yer vermemiştir! THKP-C pratiği bir bütün
olarak düzenle cepheden karşılaşma, ona merkezi
bir seviyeden müdahale etme anlayışıyla karakterize
olmuştur. Onun pratiğinde, silahlı propaganda, tek
tek askeri eylemlerin aritmetik olarak birbirine
eklenmesi değil, belirli bir hedefe yönelmiş politik
bir bütünlüktür.
Bu saptama, silahlı mücadele kavramının 1971'den
günümüze kadar gelen macerası göz önüne alındığında,
hayali bir öneme sahiptir. Çünkü bu saptama, son
otuz yıl içinde olup bitenlerle THKP-C'nin bir yıla
sığdırdığı şeyler arasındaki farkın da izahıdır.
Bugün geriye dönüp bakılırsa, hatırlanacaktır: 70'li
yıllar boyunca kendisine THKP-C'yi referans alan,
aldığını iddia eden hareketlerin hemen hemen tümü,
üstü kapalı bir ahlaki çekinceyle doğrudan THKP-C
adını kullanmamayı tercih etmişler ve onu daha çok
bir öntakı olarak benimsemişlerdir. Bu, doğaldır
ve şüphesiz doğrudur; çok basit bir nedenden ötürü:
Bu yapılar, (iyi niyetli bir değerlendirme yaparsak
eğer!) kendilerini THKP-C'nin politik düzeyinde
görmemişler ve zaman zaman bazı metinlerde ifade
ettikleri gibi bu ismin yüklenilmesi için o düzeyde
bir politik organizasyon olunması gereğini düşünmüşlerdir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz "izah"ın ilk
adımı da işte bu gerçekliğin anlaşılmasından geçer.
Olaya salt fiziksel olarak baktığımızda, ellerindeki
malzeme, bu malzemeleri kullanacak insan sayısı
ve yaptıkları askeri eylemlerin sayısal listesi
bakımından THKP-C'yi onlarca kez geride bırakan
bu yapılar, yine de kendilerini onun düzeyinde görmemişler,
hatta kendilerini parti olarak tanımlamak için bile,
71 düzeyini referans olarak göstermişlerdir.
Herhalde, açıkça söylenebilir: Bu saptama doğrudur.
Bu saptamanın doğru olması, THKP-C kökeninden gelmiş
olan bütün yapıları birbirine eşitlemez; tam tersine
bu yapılar arasında çok ciddi farklar vardır. Bir
yanda düpedüz likidasyona yönelmiş olan Devrimci
Yol dururken diğer yanda dönem boyunca marksist
çizginin savunucusu olmuş hareketimiz vardır. Ama
her şeye rağmen, bu saptama, politik olarak doğrudur.
Hoşumuza gitsin ya da gitmesin bu böyledir. 72'den
bugüne dek gelen süreçte, 1971'in politik düzeyi
yakalanamamıştır. Yakalanamayan şey nedir?
Yeterince açık olmalı: Yakalanamayan şey, M. Çayan'ın
kafasındaki çıtanın yüksekliği ve bakışının bütünselliğidir.
"M. Çayan, 1970'lerin başında ortaya çıkıp
Türkiye solunun koordinatlarını köklü bir biçimde
değiştiren bu genç adam, gerçekte ne yapmak istiyordu?"
Bütün mesele, bu basit sorunun arkasında gizlidir
ve Kesintisizler'in ezberci bir okuması bu sorunun
yanıtlanmasına yardımcı olmaz.
M. Ç.'nın "ne yapmak istediği" aslında
yeterince açık gibi görünüyor; geride bıraktığı
derli toplu siyasi belgede de yeterince açık ifadeler
var ve herhangi bir özel "tefsir" çabasına
gerek bulunmuyor. Ama bütün bunlara rağmen her şeyi
daha da açık hale getirmek ve somut bir tanım yapmak
istersek onun bütün tasarım ve eyleminin ruhunun
"iktidar perspektifi" kavramında özetlendiğini
söylemek zorundayız.
Yani THKP-C, örgütlerden bir örgüt olarak kurulmamıştır.
O, mevcutlar arasına "eklenen" yeni bir
unsur değildir, bundan çok daha fazla bir şeydir.
Daha sonradan kurulan ve isimlerini her gün yeni
vurgularla pekiştirirken alfabede kullanılmadık
harf bırakmayan bütün diğer yapıların topundan daha
fazla bir şeydir. Şimdilerde pek sık söylendiği
gibi "direnişçiliğinden" ya da "gözükaralığından"
vs. değil, onun siyaset yapma biçiminden dolayı
böyledir bu. Seçtiği yol. "sarptır, dolambaçlıdır"
belki ama bir pehlivan tefrikası değildir; sefil
bir mütevazi sakınmayla (ya da aynı anlama gelmek
üzere siyasi korkaklıkla) "işlerin bir ucundan
tutup" yavaş yavaş merdiven basamaklarını tırmanmayı
değil, diyalektik bir "sıçrama" yolunu
seçmiştir o. "Maceracı" suçlamasına layık
görülmesinin bir nedeni de budur ve Che'nin tanımladığı
türden bir "maceracılık" doğrusu onun
için çok da yanlış bir terim sayılmaz.
Büyük Siyaset! THKP-C'nin yaptığı şey budur! Politik
iktidarla doğrudan, cepheden hesaplaşma ve bütün
spot ışıklarını (dolayısıyla, ama gerçekten "dolayısıyla"
şiddeti de!) üstüne çekerek, sistemle yığınlar arasındaki
ilişkiye asıl kurulduğu yerden, merkezi düzeyden
müdahale fikri, onun bütün düşüncesinin özünü oluşturur.
Burjuvazinin televizyon kanallarından üzerimize
püskürttüğü "gündem" maddeleri üzerine
"basın açıklamaları”(!) yapmak ya da yıldönümlerinde
birkaç bankamatiğin camlarını kırmak değildir onun
yaptığı; düşüncesi de bu değildir. Ne "sosyalist
devrim/demokratik devrim" tartışmaları, ne
"kır/şehir" üzerine söylenenler bu doğrultunun
merkezi bir noktasında durmaz. Nihayetinde bütün
teorik kurgular sorgulanabilir, ayrıntılar üzerinden
yüzlerce tartışma yapılabilir ama THKP-C'nin devrimci
mücadeleye bakışındaki bütünsellik yine de bunun
dışında kalır. Hatta mesele aslında silahlı araçlar
meselesi de değildir. THKP-C'nin ortaya çıkarken
yetersiz bulduğu şey, o güne kadarki solun kullandığı
araçlar değildir; ya da en azından yalnızca araçlar
değildir, ona göre yetersiz olan, sistemle doğrudan
yüzleşen, ona gerçekten alternatif olan bir devrimci
tarz ve buna uygun biçimlerdir. Başka bir deyişle
o, "karınca gibi" yürümeyi değil, devrim
için savaşmayı kafaya koymuştur ve asıl bu bakımdan
mevcudun ve tarihin reddidir. Yoksa, yalnızca araçlar
üzerinden yapılacak bir ayrım, günümüzde pek sık
rastlanan bir siyasi tarzın üstünü örtebilir; Silahlı
reformizm!
THKP-C'yi bütün sonraki örgütlerden ayıran nasıl
bu "merkezi müdahillik" fikri ise, M.
Çayan’ı daha sonradan kurulan/dağılan/kurulan çeşitli
örgütlerin önderlerinden (ki bunların çoğu küçümsenemeyecek
niteliklere sahiptir) ayıran da onun "esrarıengiz
karizması" filan değil, oynadığı büyük oyun
ve bu oyuna denk düşen kapasitesidir.
Bu. eski dilde "basiret" denilen şeydir.
M.Çayan, ortaya bir büyük "Siyaset Belgesi"
koymuş ve aynı anda son derece büyük bir iradeyle
politik iktidarı cepheden karşısına alan, eylemlerini
-alt seviyeden kolluk görevlilerini ve hatta genel
olarak tümünü atlayarak, siyaseten boşa düşürerek-
doğrudan ona ve arkasındaki/içindeki emperyalizme
yönelten bir pratiği tasarımlayıp uygulamıştır.
Çok fazla sayıda olmayan ve pek büyük askeri yeteneklerle
gerçekleştirilmediğini bildiğimiz bu eylemlerin,
sonraki on yılda yapılan yüzlerce eylemi katlayan
bir etki düzeyine ulaşması öyle basitçe 68'in bakir
ortamıyla da açıklanamaz. Dönemin şartlarının uygunluğu
gibi şeylerden sözedilebilir elbette ama asıl önemli
olan yine de bakış açısı farkıdır, "fark"ı
yaratan da budur. Lokal düzeylerde seyreden ve sebebi
hikmetini yalnızca çarpışan güçlerin (kolluk kuvvetleri
ve militanlar) bildiği kapalı devre çatışmalar zinciri
değil, büyük güçlere açıkça kafa tutmanın politik
cüreti söz konusudur burada. Şüphesiz bu cüretin
dili de, onun karekterine uygun bir ültimatom dilidir,
yalnızca büyük oynayanların kullandığı bir dildir.
Bu deneyimin Kızıldere'de kesilmesinden sonra oluşan
manzara yazımızın asıl konusunu oluşturmuyor. Devrimci
potansiyelin önemli bölümünü geriye doğru çeken
DY'nin büyük likidasyonu da, buna karşı en azından
doğru halkayı yakalamış olanların yaşadıkları süreçler
de ayrıca tartışılabilir, tartışılmalı. Ama kesin
olan gerçek, sözünü ettiğimiz çıta yüksekliğinin
bugüne kadarki süreçte yakalanamamış olmasıdır.
Bütün tartışmaların ötesinde, son derece net olan
şey, bütün o gelişkin kapasiteye, askeri uzmanlaşmaya
ve kitlesel yaygınlığa rağmen, ülkenin sokaklarında
hemen hemen her gün birkaç devrimci eylemin yapıldığı
dönemlere bir tek Elrom eyleminin sığmamış olmasıdır!
Yardımcı bir kavram: Tolerasyon
Sanırız anlaşılıyordur; ama yine de bir vurgu yapmakta
fayda var. Elrom örneğinin verilmesi, sorunu yalnızca
askeri düzeyde ele alan ve "büyük iş"
sevdasıyla hareket eden bir anlayıştan kaynaklanmıyor.
Hatta, daha önce de söyleğimiz gibi, araçlar konusu
da kendi başına bir anlam ifade etmemektedir. Mesele
sansasyonel bir mesele değildir; mesele başka bir
yerde, devrimci mücadeleye bakışın "büyüklüğü"nde
gizlidir. Ve orada, yardımcı bir kavram olarak "tolerasyon"
terimini kullanmakta fayda var.
Bu metin çerçevesinde "tahammül edelebilir
tehlike" ya da "öngörülebilir risk"
anlamında kullanacağımız "tolerasyon"
kavramı, kısaca şöyle açılabilir: Hiç şüphe yok
ki, her devlet, her egemen güç, ütopik anlamda tamamen
muhalefetsiz bir "gül bahçesi" arzular.
Ama bu tabii ki pek "gerçekçi" değildir
ve "sıfır direniş" şartlarının yaratılmasının
pratikte imkânsız olduğunu çocuklar bile bilir.
Bu anlamda -bizimki kadar ilkel olanları da dahil-
bütün devlet yönetimleri, bütün siyasal iktidarlar
her zaman kendilerine yönelecek "tahammül edilebilir"
bir direniş miktarını hesaba katmayı politik akılcılığın
gereği sayarlar. Emperyalist Düşük Yoğunluklu Çatışma
(DYÇ) konseptinin de bir tamamlayıcısı olan kavram,
esasında sistemin başlıca odaklarının kendi iç çalışma
düzeninde de içerilmiş olarak yer alır. İşadamının
terminolojisinde "Öngörülebilir yatırım riski"
olarak adlandırılan kavram, ordunun söyleminde "harekâtın
tahammül edilebilir kayıpları" biçimini alırken,
emperyalist senaryo merkezlerinde daha üst düzeyde
değerlendirmelerin konusu olur.
Belki çok ayrıntılı ve resmi düzeyde açıklanarak
değil ama bu hesap her zaman yapılır. Ve tolerasyonun
sınırı sistem için çok nettir: Yapılan tasarımların
ciddi boyutta aksaması, karşıt gücün düzeni ciddi
biçimde acze düşürecek, onun yapması ya da yapmaması
gerekenleri etkileyebilecek bir noktaya ulaşması.
Sistemin kendisi için olmazsa olmaz bir biçimde
ortaya koyduğu şart, durumun makro düzeyde, yani
merkezi bakımdan kontrol altında tutulmasıdır. Yani
sistem, gribe, nezleye, romatizmaya katlanabilir
ama kalp damarlarının tıkanmasına ya da sinir sisteminin
felç olmasına asla! Birbirini gerektiren karşıtlar
olarak "polis ve teröristlerin" boğuşmasını
hazmedebilir örneğin, ama dengesini bozacak, onu
acze düşürecek politik eylemleri asla! Hatta ülkenin
uzak bir köşesinde gerilla bile yapılıyor olabilir;
bütün mesele, onun, orada, o lokal çerçeve içinde
hapsedilmiş olarak kendi kendine dönüp durması,
çarkın genel işleyişi bakımından bir tehlike oluşturmamasıdır.
Buradan, işte tam da buradan, silahlı propaganda
'kavramının içeriği ortaya çıkar. 71'deki genç adamın
kafasındaki çıtanın durduğu yer de tam bu noktadır!
Burada sorun ne eylemin büyüklüğü, ne de askeri
şiddetidir. Burada söz konusu olan, tolerasyon düzeyini
aşan, sistemin temel tasarımlarını etkili şekilde
bozan bir politik eylem çizgisidir. Böyle bir eylem
çizgisini daha somut bir anlatımla ifade etmek istersek
"doğrudan devleti hedefleme" ve "ona
zarar verme" kavramları yetersiz kalır ve başka
bir kavrama ulaşırız: "Onu, yani ülkenin politik
hakimlerini, oligarşiyi, bir şeyi yapmaya ya da
yapmamaya zorlamak!" "Makro kontrol"
iddiasındaki oligarşinin onarılabilir küçük yaralarla
zedelenmesi değil, temel dayanaklarının sarsılmasıdır.
Bu, muazzam ordu-polis gücünün sadece fiziksel olarak
acze düşürülmesi değil, politik olarak da boşa (futbol
deyimiyle ofsayta!) düşürülmesidir. Sözünü ettiğimiz
şey, fiziksel tahribatın ötesinde, politik darbedir
ve böyle bir darbe devrimci gücün oynadığı oyunun
ufuk genişliğiyle ilgilidir.
Bu, yalnızca güç gösterisi de değildir, tek bir
eylemden de söz etmiyoruz; bu, aynı zamanda ülkenin
gündemini elindeki güzel oyuncaklarla belirleyen
oligarşinin manipülasyon gücünün kendi gündemini
dayatan bir devrimci irade tarafından sarsılması,
toplumsal yapının bu yeni gündem tarafından yeniden
biçimlendirilmesidir. Ve şüphesiz bu. söz konusu
iradenin kendi duruşunu, politik programını, etik
ilkelerini deklare ettiği, onları kilometrelerce
öteden görülebilir biçimde öne çıkardığı bir durumdur.
Böylece devrimci güç, ülkenin hesapdışı tutulamayacak
bir politik faktörü olur, o ana kadar kendisinin
dışında tartışılan, pişirilip kotarılan her türden
politikanın birinci elden tarafı haline gelir.
İki cunta iki tutum
12 Man ve 12 Eylül süreçlerinin bir arada ele alınıp
değerlendirilmesi bütün söylediklerimizin (ve özellikle
tolerasyon kavramının) anlaşılması bakımından son
derece yararlıdır ve adeta bir karşılaştırmalı bir
deney gibidir.
12 Mart cuntasına karşı geliştirilen çizgi yukarıda
sözünü ettiğimiz müdahale tarzının tipik bir ifadesidir.
Bilindiği gibi kendisini "reformcu" ilan
eden ve duruma tam olarak hakim olduğuna herkesi
inandırmak isteyen 12 Mart kadrosu, daha ilk birkaç
ay içerisinde dengesini, yitirmiş, kendi iç çelişkileriyle
de sarsıldıktan sonra başlattığı saldırı dalgası
ise artık belirgin bir "tam kontrol" düzeyi
yakalamasına yetmemiştir. Baskı dalgası tabii ki
nihayetinde amacına erişmiş, ve devrimci hareketin
gövdesi ezilmiştir, ama bu artık siyasal bir zafer
değildir. Devrimci hareket, yani THKP-C, cuntanın
tasarımlarını ve önkabullerini bozduktan sonra yenilmiştir
ve bu da daha birkaç yıl sonra kanıtları görüleceği
üzere salt fiziksel bir yenilgi olmuştur. Çünkü
orada, (çok bilmiş takımı sonradan ne demiş olursa
olsun) doğru bir halka yakalanmış, doğru bir silahlı
mücadele anlayışı ortaya konulmuş ve kendisini böyle
biçimlendiren THKP-C, bütün tolerasyon sınırlarını
zorlayıp dağıtmıştır. 12 Mart cuntası, bu anlamda
politik olarak başarısız olmuş, kepaze edilmiş bir
girişimdir.
12 Eylül'de ise durumun böyle gelişmediğini biliyoruz.
Devrimci gücü bu kez daha derinlemesine ve daha
kalıcı biçimde ezmeyi, onu marjinalize etmek için
kurumsal yapılar oluşturmayı tasarlayan ve bu tasarımları
monetarist programla birleştirerek toplumsal bir
deformasyon yaratmayı da hedefleyen 12 Eylül, devrimci
güçlerden yukarıdaki anlamda bir siyasal karşılık
görmemiştir. Bu dönem boyunca şüphesiz kimse boş
durmamıştır; "doğrudan" cuntayı hedefleme
bakımından da belirgin bir eğilim mevcuttur. Ama
buna rağmen, fiziki şiddetin düzeyi bir yana, yukarıda
açmaya çalıştığımız anlamda duruma müdahale eden,
onun kolluk güçlerini ve tali araçlarını değil müessese
olarak kendisini muhatap alan bir çizgi yaratılamamıştır.
Tolore edilemeyecek, hazmedilemeyecek, açmaz yaratan
bir çizgi ortaya konulamamış, cuntanın takviminin
işleyişi zaafa uğratılamamıştır. Bütün fedakârlıklara
rağmen, bütün kahramanca girişimlere rağmen (ki
burada hareketimizin çok özel bir yer tuttuğu ve
doğru projelere en çok yaklaşan yapı olduğu teslim
edilmelidir) 12 Mart/THKP-C ilişkisinde görülen
siyasal denge yakalanamamış, bu anlamda cunta siyasal
bir yenilgiye uğratılamamıştır; bugüne dek yaşadığımız
bir yığın sıkıntının kaynağının da bu olduğunu artık
biliyoruz.
Başka bir yoldan gidilebilir miydi? Şüphesiz bu
mümkündü. Dönemin bütün zorluklarına karşın, devrimci
güçler fiziki ve zihni kapasitelerini (bir dizi
başka faaliyeti ihmal etme pahasına) tamamen böyle
bir noktaya konsantre edebilirler ve nicelik bakımdan
daha az sayıda olmakla birlikte politik düzeyi yüksek
bir eylem çizgisiyle süreci zorlayabilirlerdi. Bu,
"hedefe kilitlenmek" tabiriyle ifade edilebilecek
bir yaklaşım olurdu ve böylece cunta mimarlarının
hesaplamalarının dışında, onların "katlanılabilir"
saydıkları çizginin üstünde bir nokta yakalanabilirdi.
Bu yoldan gidildiğinde, tabii ki baskı olağanüstü
bir düzeye ulaşırdı; tamamen ezilmek de 'mümkün,
hatta güçlü bir ihtimal olurdu; ama bu halde bile
devrimci güçler politik üstünlük nedeniyle 71 'in
74'e taşıdığına benzer bir potansiyeli kendi ardıllarına
bırakırlardı. Üstelik ezilme de mutlaka kaçınılmaz
olmazdı; çünkü bu yoldan gidildiğinde, cuntanın
"tam kontrol" iddiası ve tasarımları zedelendiğinde,
kitleler içinde de güç sahibi olunabilir, bu güç
bitmez/tükenmez bir insan kaynağına dönüşebilirdi.
Bütün bunlar, tartışılabilir, tartışılmalı da...
Ama bizim burada yapmak istediğimiz bir 12 Eylül
değerlendirmesi değil; biz, bir kıyaslama yaparak
kendi özgül konumuza, silahlı müdahalenin anlamına
gelmek istiyoruz. İki cunta ve iki karşılık verme
biçiminin değerlendirilmesi bu bakımdan anlam taşıyor
ve herhalde sonuç da yeterince net olmalıdır: 12
Mart/THKP-C ilişkisi, silahlı propagandanın çözücü/dağıtıcı
etkisi bakımından tipik bir örnektir. 12 Eylül süreci
ise, aynı bakımdan düşünüldüğünde, nelerin yapılmaması
gerektiğine bir örnek teşkil etmekte, aynı zamanda
"ulaşılamayan THKP-C düzeyi" dediğimiz
şeyin anlamı üzerinde yeniden düşünmemizi sağlamaktadır.
(SÜRECEK)
DİPNOTLAR
(1) 2000'lerin başında Türkiye solunun en ilginç
özelliklerinden biri, politik bir çekim merkezinin
mevcut olmamasından ötürü, zeki ve cesur insanların
geçmişe oranla çok daha fazla dağınık halde konumlanmasıdır.
Bugün, klasik deyimle söylersek "aynılar aynı
yerde" değildir; devrim için savaşmayı yürekten
isteyen çok sayıda insan, siyasi hayatını çok değişik
yapıların çevresinde sürdürmektedir.
(2) Örneğin, Öcalan'ın İtalya günlerinde "italya'nın
terörden ne çektiğini" anlatmak isteyen bir
haber programında İtalyan neo-faşistlerinin Gladyo
ile birlikte ko tardıkları en kanlı eylem olan Bologna
İstasyonu Katliamının (ki solun hakim olduğu Bologna
kentinde 69 kişi ölmüştü) Kızıl Tugayların eylemi
olarak sunulması kesinlikle bilgisizlik değildi.
Bu, olguların birbirine kasıtlı olarak karıştırılmasına
dayanan bir medya tekniğiydi. Aynı biçimde, bütün
Hizbullah operasyonu boyunca sürekli olarak İsrail'e
puan yazdıran bir habercilik tekniğinin kullanılması
da boşuna değildi.
(3) Benzer bir tutum Küba ve Che imgelerine yönelik
olarak da vardır. Herkesin kendi borusunu güzel
güzel öttürdüğü 70'ler boyunca Fidel ve Che'yi dergilerinin
her sayısında yerin dibine batıranlar, ortayolculuktan
Rus Emperyalizminin uşaklığına ya da ultra goşistliğe
dek ne bulurlarsa bu hedefe iliştirenler, şimdilerde
tedbiri elden bırakmış görünüyorlar. Keşke bunun
doğru bir kavrayıştan kaynaklandığından emin olsaydık!
Ama gerçeğin böyle olmadığını biliyoruz; yalnızca
süngüler düşmüştür, yani bu durum politik değil,
psikolojik bir açıklamaya sahiptir. Yaşanılan gerileme
sürecinde herkes her bulduğu devrimci değere yaslanma
ihtiyacını duymakta; bunu kendini rehabilite etmenin
bir yolu saymaktadır. Yoksa kimsenin Che'nin mücadele
anlayışını çok merak ettiği filan yoktur! |
|
|
|
|
|
|
|