Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

M. SEYHAN

Karışıklığı düzeltmek için
Devrimler ve karşı devrimlerle sarsılan bir yüzyılı geride bırakıp 2000'li yılları karşıladığımız şu günlerde, silahlı mücadele üzerine bir dizi çözümleme yapmaya girişirken, önce bazı saptamalardan işe başlamak ve kafaları bulandıran çok sayıda karışıklığı ortadan kaldırmak gerekiyor.
"Karışıklık" sözcüğü aslında pek de teorik bir saptama sayılmaz. Daha doğrusu bu, bizim değil, sokağın ve hayatın saptamasıdır. Özellikle son 10 yılda başka birçok kavram gibi silahlı mücadele kavramı ve uygulaması da deforme olmuş, devrimci eksenden kayarak tartışmalı noktalara doğru sürüklenmiştir; biz "tesbit" edelim ya da etmeyelim gerçeklik böyledir. Hangi çevreden olursa olsun, aklı başında devrimci sempatizanların ve sola yakın duran kesimlerin 90'lı yıllar boyunca devam etmiş olan karmaşayı onaylamadığı, devrimci tarz ile başka odakların (mafya, dinsel gruplar, çeteler, vb.) şiddet gösterilerinin birbirine karışmasından (ya da ortamın medyatik bir "karıştırma"ya uygun olmasından) fena halde rahatsız olduğu ve "son yıllarda bir şeylerin çığırından çıktığı"na ilişkin lafları sağda solda mırıldandığı artık bir sır olmasa gerektir. Gerçekten de, karşı devrimin iyice geliştirilmiş ideolojik mekanizmalarının kitlelerin bilincine yönelik saldırısının son yıllarda devrimci kampın yanlışları tarafından da desteklenip desteklenmediği sorusu, uzun süredir devrimci insanların zihninde dolanıp durmakta ve ciddi bir kan kaybına yol açmaktadır.
"Devrimci insan" vurgusunu özellikle yapıyoruz; yani burada kastettiğimiz kategori, son zamanlarda nostaljik (ve metalaştırılmış) bir Che imgesine tapınan şu neo-liberal tayfa değil dir. Onlarla zaten bir alış verişimiz yok. "O güzel günlerde", sonradan "güzel atlarına binip gitmiş olan o iyi insanlar" tarafından yapılmış olan eylemleri riyakarca övgülere boğan, günümüzdeki şiddet karmaşasını da silahlı mücadelenin meşruiyetine karşı kanıt olarak kullanan bu adamlar, çoktandır bir başka şiddet odağının, dünya tarihinin en büyük karşı devrim dalgasının saflarındadırlar ve orada kalmaları herkes için en hayırlısıdır. Biz, "somut gerçeğe uygunluk" anlamında "doğru" olan saptamaların artık salt bu bakımdan tek başına bir önem ifade etmediğini, bu saptamaları kimin, hangi niyetle yaptığının da çok anlamlı olduğunu epeydir öğrenmiş bulunuyoruz ve çoğu kez alkol tarafından ıslatılarak üstümüze püskürtülen bu tür akıldaneliklerle hiç ilgilenmiyoruz.
Ama öte yandan, özellikle genç kesimlerde "etik" üzerine yakınmalarla başlayıp çoğu zaman "insan ilişkileri" konusundaki boş gevezeliklere dönüşerek yozlaşan şu malum tartışmaların artık neredeyse rutin haline gelmesi de doğrusu rahatsız edicidir. Başladıktan hemen sonra, o içtenlikli "ne yapmalı?" sorusundan hızla uzaklaşarak, kötülüklerin teşhiri ayinine dönüşen ve devrimci yapılar içinde yaşanmış "olumsuz" kişisel deneyimlerin sakız gibi çiğnenip durmasıyla birleşerek aslında bir anlamda "nasıl uzak durmalı?" sorusuna evrilen bu tartışma, uzun süredir bir insan öğütme mekanizması halinde iş görmektedir. Bu, önemlidir, çünkü burada öğütülen, doğru bir devrimci hareketin varlığı halinde son derece anlamlı olabilecek bir sol kuşaktır.
Şüphesiz bu eğilimin tek bir nedenden kaynaklanmadığı, teorik sığlıktan devrimci organizasyonların iç sakatlıklarına ve geneldeki karşı devrimci manzaranın dolaysız etkilerine dek bir dizi faktörün süreçte birlikte iş gördüğü doğrudur. Ama herhalde 90'h yıllar boyunca yaşadığımız şu gerçeklik de önemli olsa gerektir: Bu ülkede akşam haberlerini izlemek üzere TV başına geçen solcu insan, epey uzun süredir ciddi bir "rahatsızlık" hissetmekte, olaylara "yok, hayır, bunu devrimciler yapmamıştır" ya da "evet bu onların tarzı" gibi kesin hükümlerle yaklaşamıyor olmanın sancısını çekmektedir. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu coğrafya üzerinde özellikle 90'lı yıllar boyunca söz konusu "rahatsızlığı" yaratan ve pekiştiren bir süreç yaşanmıştır ve solu marjinalize etmeye (aynı anlama gelmek üzere "denizi çürütmeye") yönelik genel plan (bu konu için geçen sayımızdaki "Şiddetin Konsantrasyonu" yazımıza bakılabilir) devrimci kampın kendi saçmalıklarıyla da bir hayli desteklenmiştir. Çevresindeki her şeyin, hatta yoksulların dünyasının bile (en çok da onların dünyasının) yoğun bir koku salarak çürüdüğüne her gün tanık olan devrimci sempatizan, bütün bu pisliğin ortasında tek temizlik imgesi olarak gördüğü (öyle olması gereken) devrimci harekete karşı güvenini büyük ölçüde yitirmiş, sıradan bir provokasyonla "devrimci silahlı eylem" arasındaki çizginin eridiğini gördüğü her noktada şaşkınlığa düşmüştür. O kadar ki, bazı hallerde çevresindeki insanlara (hatta örneğin babasına!) herhangi bir olay hakkında "bu devletin provokasyonudur" diye açıklamalar yapan devrimci insan, aslında kendisine bile itiraf edemediği bir yürek rahatsızlığını yaşamakta, daha üç-beş yıl öncesinin "çöp kutusu" tuhaflıkları ve çoğu durumda devrimci vicdanı tatmin etmeyen şu "iç cezalandırmalar" tarafından işgal edilmiş olan belleği, onun yakasını bırakmamaktadır. Daha sonraki bölümlerde değineceğimiz gibi 90'lı yıllarda Kürt dinamiğinin metropollerdeki çizgisini tamamen "dehşeti batıya taşımak" üzerine kurması ve nihayet en sonunda bir uzlaşma noktasına dek kayması, uzak ülkelerdeki gerilla efsanelerinin -çeviri eksikliğinden ötürü içeriğini tam bilmediğimiz- "anlaşma”lara yönelmeleri gibi bir dizi olay tarafından da desteklenen bu ruh hali, ilk çıkış noktası bakımından samimi sayılabilecek itirazları bile hızla bu eksenden kaydırmakta, örgütlülükten kaçış noktasına dek sürüklemektedir. Silahlı mücadelenin içeriğinin ideolojik ve politik çizgi tarafından belirlendiği gerçeğinin unutulduğu koşullarda ise şu bilinen -ve esasen doğru da olan- "savaşan güzelleşir" özdeyişi, devrimci sempatizanın zihninde kuşkulu hale gelmekte, hatta tersine dönüşebilmektedir. İsteyen yine de reddedebilir ve "işlerin yolunda gittiğine" kendisini "ikna" edebilir; ama bugün bulunduğumuz noktanın, insanların ülkenin her köşesinde nefesini tutarak "gençlerin" yaptıklarını izlediği 71 günleriyle aynı olmadığı son derece açıktır. Ya da tersinden bir bakışla, geçtiğimiz yıllardaki MRTA eyleminin (katliamla sonuçlanmış olmasına rağmen) her çevreden devrimci insanlarda yarattığı heyecan da "doğru tarza yönelik bir özlem" olarak algılanabilir.
Yani mesele asıl bu bakımdan önemlidir: Nesnelci-kendiliğindenci bir siyaset yapma tarzı tarafından uzun süredir zihni sakatlanmış bulunan devrimci sempatizan, üstüne üstlük bir de silahlı tarzın bu örnekleriyle karşılaştığında, sonuç tam anlamıyla düş kırıklığı olmaktadır. Böyle olmaktadır; çünkü, oligarşinin şiddeti tarafından ezilerek iradesi parçalanan, dayatılmış gündemler üzerinden salt tepkici siyaset yapmaya zorlanan ve sonuç olarak süreç karşısında acz duygusuna saplanan 90'lann sempatizanı (silahlı mücadelenin sözünü etmeyen yapılardakiler de dahil olmak üzere), "bütün bu tıkanıklığa belki bir kapı açabileceğini" düşündükleri silahlı yol konusunda da güvensizliğe düşmektedirler. Tarihte çoğu zaman olduğu gibi "mevcut olan", "mümkün olan"mış gibi görünmekte, bugüne dek yapılmış olan "askeri etkinlikler"in dışında başka bir tarzın denenmesi imkânsızmış sanılmaktadır.(1)
Hepsi bu kadar değil tabii. Bütün bu karmaşanın ortasında, en azından etik bakımdan sakıncalı görülmeyebilecek bir eylemle karşılaşıldığında ise, bu kez ortaya politik bir sorun çıkmakta, örneğin bir kötünün cezalandırılması (ya da herhangi bir kurumun tahribi) olayı söz konusu olduğunda "yüreği soğuyan", bunu "kendi çektiği acıların karşılığı" sayan aynı devrimci sempatizan, bu arada söz konusu eylemin gerçekten döneme denk düşüp düşmediği, marksist anlamdaki bir iktidar perspektifi içinde anlam ifade edip etmediği, kitlelerin vicdanını doğru bir yerden sarsıp sarsmadığı, yalnızca haklı olmakla kalmayıp aynı zamanda doğru olup olmadığı vb. gibi soruların üzerinden atlayıp geçmektedir. Çünkü, böyle bir anda, onun zihinsel çemberi kapanmakta ve kendi içine dönük, kendi özgün derdini ifade eden düşünme biçimleri öne çıkmaktadır. Açıkçası, böyle durumlarda sözkonusu olan, onun reel dünyadan kopuşu ve neredeyse "intikamcı" bir noktaya savrulmasıdır.
Ama bu yine de bir şeydir ve onu, yani devrimci sempatizanı nisbeten avantajlı bir konumda tutmaktadır. Öte yanda, hiçbir aidiyet ilişkisi olmayan sokaktaki yalnız insan içinse, durum tam bir faciadır. Zaman içersinde oldukça deneyim kazanmış olan karşı devrimin manipülasyon ağı, bilmem kaç kanaldan birden her şeyi çarpıtırken, bütün izleri birbirine öylesine karıştırmakta, genel bir "terör" tasnifi çerçevesinde şiddetin bütün biçimlerini aynı torbaya öylesine tıkıştırmaktadır ki, sonuçta ortaya çıkan tam bir depolitizasyon ve korku olmaktadır. Öyle ki, devrimci katilliğiyle ün salmış ve zaten bunun için eğitilmiş olan Hizbullah'ın dehşet dolu cinayet görüntüleri bile, akıllara durgunluk veren bir sahtekârlık ve el çabukluğuyla, bu genel "terör" kategorisi üzerinden bize. yani devrimci harekete, yani o dehşetin hedefi olanlara dek uzatılmakta, genel olarak düzen karşıtı olan bütün güçlerin aynı vahşetle lekelenmiş olduğu yargısı oluşturulmaktadır. Hatta hiç abartmaksızın denilebilir ki, Hizbullah olayından Afrika'nın bilmem hangi ülkesindeki etnik ya da dinsel kökenli katliamlara dek, ekranlardan üzerimize püskürtülen bütün bu görüntülerin asli amacı, önce genel olarak "şiddetin vardığı trajediyi sergilemek", daha sonra da bu "vahşet" karşısında sistemin "kendini savunma refleksini" meşrulaştırmaktır.(2) Yalnızca düzen içi kanalları açık tutup geriye kalan bütün siyaset yapma biçimlerini olağanüstü bir gaddarlıkla ezmeye çalışan sistem, bu biçimlere yönelik inanılmaz bir dezenformasyon mekanizmasını da harakete geçirmiş durumdadır.
Bütün bunların karşı devrimin klasik politikası olduğu söylenebilir belki; evet öyledir, ama bu kez durumu farklılaştıran unsur, postmodern zamanların tutunacak dalsızlıkla terbiye edilmiş insanının, yani şu bildiğimiz sokaktaki "yurttaş"ın, söz konusu illizyona karşı tamamen savunmasız durumda olmasıdır. 90'lı yıllar boyunca hem yeni toplumsal mekanizmalar hem de yoğun bir şiddetin eşliğinde gerçekleştirilen "bellek eğitimi", bütün sınıflardan insanların zihnini zehirlemiş, bütün gerçekliği tersyüz edebilen bir ideolojik restorasyonun zeminini hazırlamıştır. Bugünkü "sivil toplum" edebiyatını masum bir "hata" olmaktan çıkarıp iğrenç bir suç ortaklığına dönüştüren de işte tam bu gerçekliktir. "Temiz toplum" istemini öne çıkarırken, inanılmaz bir sahtekârlıkla, devrimcileri de "kirlilik" kapsamına sokan bu medyatik teknik, böylece bir yandan sıradan yurttaşı mümkün olan en tehlikesiz yerde durmaya razı etmekte, diğer yandan da bu "cinayet yuvalarının dağıtılmasını" bir tür "meşru müdafaa" kılıfı altına sokmaya çalışmaktadır. Her durumda, gerçekleşen sonuç, umutsuz bir kaos içersinde bunalan insanın örgütlülük biçimlerinden soğuması ve üstelik daha sonra aynı bunalımın devrimci sempatizanlara dek yayılmasıdır.

Önce kavramlar...
İlk bakışta daha çok ahlaki sorunlardan söz ediyormuş gibi görünüyoruz ama aslında tamamen politik ve ideolojik bir zemin üzerindeyiz. Ve orada, her şeyden önce, kavramları ayrıştırmak, teorik bir düzenleme yapmak gerekiyor.
İşe kavramlarla başlayınca, önce bütün "genel" ifadelerden sıyrılmak, onları gitgide sadeleştirerek kendi özel alanımıza doğru hızla ilerlemek bir zorunluluk olmaktadır. "Silahlı mücadele" ile "silahın kullanıldığı herhangi bir durum" arasındaki ayrım çizgisinin baştan netleşmesi bu bakımdan önlemlidir. Yani, çok kaba biçimiyle "politik amaçların gerçekleştirilmesi için şiddetin kullanımı" denilen şey, insanlığın tarihi kadar eski bir tarihe sahiptir ve şüphesiz onun bütün biçimleri bu yazı çerçevesinde bizi ilgilendirmemektedir. Aynı biçimde, kategorik olarak "savaş" kavramıyla ifade edilen devletlerarası kapışmalardan türlü çeşitli saray komplolarına dek bir dizi "silahlı" politika yapma biçimi de ilgi alanımızın dışında kalmaktadır.
Öte yandan, monarşilere, yöresel senyörlere ve işgalci güçlere karşı verilen içsavaşlar da (belki bunlara Narodnizmin ilk süreçleri de eklenebilir) bugünkü devrimci mücadeleye deneyim taşımaları bakımından ne kadar anlamlı olurlarsa olsunlar yine de bizim şu andaki çerçevemizin içinde yer almamakladırlar.
Kolayca anlaşılabileceği gibi biz, proletaryanın iktidar mücadelesinin araçlarından biri olarak silahlı mücadeleyle ilgileniyoruz ve hatta giderek daha dar bir alana, 40'lı yıllardan beri "halk savaşı" kavramı içinde ifade edilen gerilla tarzına özel bir ilgi gösteriyoruz.
Ama oraya gelene kadar bile, bir dizi düğümü çözmek, iç içe geçmiş anlamları birbirinden ayırmak gerekiyor. Kavramın, özellikle 90'lı yıllar boyunca Türkiye solunda gördüğü yakın (ve korkutucu!) ilgi, ironik bir biçimde bunun en önemli nedenidir. Bu ilgi, hakikaten de "korkutucu"dur; çünkü çoğu durumda söz konusu olan şey ya en kötüsünden geçmiş övgüsü ya da düz bir silahlı mücadele kavrayışıdır. Örneğin, Türkiye solunda son yıllarda bir kongre yapıp da kararlar arasında "silahlı mücadele"ye yer vermeyen örgüt neredeyse yok gibidir. Çoğunlukla "silahlı mücadelenin inşası" paragrafını "ama..." diye başlayan (ve M. Çayan'ın tarzıyla kendileri arasına bir sınır çizgisi koymaya çalışan) başka paragrafların izlediği bu kararları anlamak pek de zor değildir aslında. Söz konusu yapılar, çoğunlukla sovyetik kent ayaklanması modelinden esinlenerek inşa ettikleri "devrim" anlayışlarında, "silahlı mücadele"ye nihai hesaplaşma anının asli unsuru olarak bakmakta, ancak ondan önceki süreçlerde de "prensip olarak" reddetmemeye özen göstermektedirler. Evrimci süreçlerle devrim durumu arasına net bir ayrım koyan, uzun bir hazırlık evresinden sonra krizin derinleşme anında sürece müdahale etmeyi planlayan bu anlayış, iki dönemin araçlarını da kategorik olarak birbirinden ayırmakta ve evrim sürecindeki (prensip olarak reddedilmeyen) "askeri iş"leri daha çok lokal eylemler ve çalışmanın önünü açan "pratik önlemler" biçiminde düşünmektedir. Şüphesiz bu arada Che kapaklı dergiler ortalığı kasıp kavurmakta, 30 Mart'ın her yıldönümünde zehir zemberek yazılar dergilerde yer almaktadır ama o başka bir şeydir! Yani, silahlı mücadelenin eski hasımları, biraz da ("çöküş"le karakterize olan) 90’lı yıllarda moral değere sahip her şeye tutunma kaygısıyla, bu kez abartılı övgülere yönelmişlerdir. 70'ler ve 80'ler boyunca M. Çayan'ın düşüncelerini narodnizmden, goşizme ve troçkizme kadar bir dizi kavramla eleştiren bu kesimler, son dönemde yayınlarında bu türden eleştiri yazılarına daha az yer vermekte, bunun yerine çoğu kez gerçeği zorlayan övgüleri tercih etmektedirler. Böylece politik değil, ahlaki birer figür haline getirilmiş olan M. Çayan/Deniz Gezmiş imgeleri üzerinden bol bol cesaret, özveri, vb. lafları edilmekte, bu arada onların yaptıklarının "cesaret", "özveri" gibi kavramların ötesinde bir politik çizginin uygulanması olduğu gerçeğinin üzerinden atlanmaktadır.(3) Kızıldere eylemine "direniş" gibi alt düzeyden bir kavramın yakıştırılması, "dayanışma eylemi" gibi lafların edilmesi, bu çerçevededir. Deniz Gezmişlerin asılması söz konusu olmasaydı da, (hatta Deniz diye biri hiç doğmamış olsaydı da) Çayan'ın Kızıldere'ye gideceğini, gitmek zorunda olduğunu, çünkü onun kafasında bu müdahale biçiminden daha alt seviyede bir müdahale biçiminin bulunmadığını unutan bu yaklaşım, böylece meseleyi hafifletmekte, bir çizgiyi bütün sonuçlarıyla birlikte ele almaktan kaçınmaktadır. Sonuçta varılan yer ise, M. Çayan'ın en çok eleştirdiği şu kronik yayıncılık çizgisinin yanına (en azından kongre kararlarının bir maddesi olarak) bir parça "silahlı mücadele" sosu eklenmesi ve ''hiçbir savaşım biçimini reddetmeyen örgüt" imajının ayakta tutulmasıdır.
Daha sonra ele alacağımız bir başka yaklaşım ise yine aynı ahlaki figürden hareketle, kendini "silahlı mücadele" örgütü ilan ederken. M. Çayan tarafından ortaya konulmuş bulunan mantığı anlamamakta, "olgunlaşmış" bir milli krizin varlığı saptamasından yola çıkarak düz tahribatı silahlı propagandanın yerine ikame etmektedir.

Ayrıştırmaya başlarken
Anlaşıldığı gibi sorun, şiddetin kullanılıp kullanılmamasıyla ilgili değildir. Marksistler, şiddet sevdalısı olmadıklarını, karşı devrim tarafından buna "zorlandıklarını" 150 yıl önce "Manifestolarında açıkça ilan ettiler. Ama onlar, böylece, devrimci şiddetin basit bir tepki olduğunu, salt bir mecburiyet olduğunu da söylemediler; "zora dayanan devrim" diye bir dertleri olduğunu, şiddete yeni toplumun "ebesi" rolünü biçtiklerini de hiç reddetmediler. Yeterince açık olmalı; onların "şiddete zorlanmaktan kastettikleri, karşı devrimin şiddetinin her tekil durumda aldığı biçimlerle ilgili değildir. Yani, A noktasında ya da X konjonktüründe proletarya üzerinde şu veya bu ölçüde şiddet uygulanması onların zihninde karşı önlemler ve taktiklerle ilgili bir sorundu; genel olarak "zora dayanan devrim" meselesine ilişkin değildi; burjuvazinin kendi iktidarını şiddet yoluyla savunması sorunu, (bu biçimler çeşitli momentlerde nasıl gelişirse gelişsin) tarihen saptanmış bir olguydu. Tarihsel evrimin seyri bakımından gerici bir konuma düşmüş olan kapitalist sistem, "karşı devrimci zor"a tarihi bakımdan mahkûmdu ve bu durum, aynı evrimin ilerici yönünü temsil eden ezilen sınıflar bakımından devrimci bir zorun meşruiyeti demekti. Dolayısıyla marksistler, A ya da B coğrafyasındaki devrimin "barışçıllığı-şiddetliliği" üzerinden yürüyen bir tartışmayı hiçbir zaman anlamlı bulmadılar; bu tür özgün durumlara ancak taktik değer biçtiler. Tekelci kapitalizmle birlikte, "devrim imkânı" ya da "objektif şartlar" dediğimiz durum, sistemin bütün halkaları bakımından sürekli ve genel bir olgu haline geldiğinde ise ortaya çıkan sorun, artık bir devrimin olabilirliği değil, "nerede" ve "nasıl" gerçekleşeceğiyle ilgiliydi. Lenin tarafından olgunlaştırılan "eşitsiz gelişme" ve "zayıf halka" kavramları da tamamen bu tartışmaya ilişkindi. Kaos içinde ve eşitsiz olarak gelişen sistemin, bazı parçalarında daha zayıf halkalar yaratacağı, buralarda devrimin gerçekleşme olasılığının yükseleceği tesbiti, bu kuramın özüydü ve bu somut durumları tanımlamak için önemli olan başka kavramları da beraberinde getiriyordu. "Ezenleri ve ezilenleri etkileyen" bir milli kriz hali, ilk kez Lenin tarafından (genel "objektif şartlar" kavramından ayrı olarak) "devrim durumu" biçiminde tanımlandı. Böylece olgunlaşan ve sonuçta "yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de artık yönetilmek istemedikleri" bir noktaya gelen toplumsal ortam, sürece müdahale etme irade ve gücüne sahip bir devrimci odağın varlığı halinde toplumsal bir devrimle sonuçlanabiliyordu.
Çok kaba hatlarıyla böyle tanımlanabilecek olan leninist devrimci durum teorisi, doğal olarak politik iktidar mücadelesinin araçlarının kullanımı bakımından da önemli saptamaları içeriyordu. Şüphesiz Lenin, hiçbir zaman mekanik ayrımlara yönelmedi ama proletaryanın mücadele sürecinin evrim ve evrim dönemleri olarak ayrıldığı konusunda da herhangi bir soru işaretine sahip olmadı. Hakim gücün henüz bütün bakımlardan tam ve kesin bir çöküntü içine girmediği, bu arada proletaryanın da henüz güç biriktirerek hazırlık yaptığı bir dönem vardı ve sonra, politik/sosyal bir çöküntüyle birlikte gelen, ezilenlerin doğrudan sokağa çıkıp iktidara talip oldukları bir başka dönem... Bütün bunlar bıçak gibi birbirinden ayrılmıyordu şüphesiz; ayrıca zaten proletaryanın bütün süreç boyunca yürüttüğü mücadele de söz konusu çöküntünün derinleşmesinin bir parçası ve nedeniydi. Ama yine de iki dönem vardı ve bu iki dönem araçları bakımından da birbirinden farklıydı. Esas olarak Rus devrimci hareketinin derslerine dayanan bu saptamalar, o süreç üzerinden de kolaylıkla izlenebilir. 1800'lerin sonlarından itibaren yükselen mücadele boyunca örgütlenme ve kitle gösterilerine ağırlık veren Rus devrimci hareketi, 1905 günlerine gelindiğinde, artık doğrudan çatışma noktasına ulaşmıştır ve ona uygun araçların ihtiyacıyla karşılaşmıştır. Bütün süreç boyunca, "pratik önlemler" düzeyinde yürütülen askeri faaliyet, asli unsur haline gelmiş ve Lenin'in çağrılarında "savaşmak isteyen herkesi kapsayan devrimci birlikler" şeklinde yeniden yorumlanmıştır. Artık ne Duma seçimleri ne de eski türden hazırlık çalışmaları söz konusudur; her şey sokakta çözülmektedir ve sokak, silahlı işçi müfrezelerini çağırmaktadır. Kısmen değişik ve özgün bir yoldan yürüyen 1917 süreci de, en azından araçların değişmesi bakımından 1905'in tekrarı gibidir.
Asla şemalaştırmadan ama olguları da atlamadan bakıldığında, durum budur. Rus devrimi, silahlı mücadelenin ikincil görevlerin hizmetine koşulduğu (Kamo hatırlansın!) bir dönem ve öne çıkarak nihai sonucu belirlediği bir başka dönem yaşamıştır. Sınır çizgileri çok net olmayabilir ama bu dönemler birer realite olarak vardır.

Halk Savaşı ve Mao
Bu bakımdan Çin devrimi, özellikle tartıştığımız soruna ilişkin olarak tarihsel bir çığır açmıştır denilebilir.
Yaklaşık yüz yıldır türlü çeşitli sömürgeci gücün üzerinden gelip geçtiği iştah açıcı Çin toprağı, son olarak Japon istilasına uğradığında, işgal ve onun devamı olan yarı-sömürge ilişkileri, yeni bir devrimci tarzın da yolunu açmıştır.
Kısaca söylenirse, işgal ve sonrasındaki ilişkileri çözümleyen Mao, anti-emperyalist mücadeleyle demokratik devrimin temel sorunu olan köylü sorununu birbirine bağlayan Milli Demokratik Devrim anlayışını ortaya koymuş ve en önemlisi, bu devrimle sosyalist devrim arasındaki bağlantıyı kurarak İki Taktik'teki teorik zinciri kendi tarzında geliştirmiştir. Böylece, Ekim'den beri tartışılan ve zaman içersinde (Galiyev, vb. gibi) çeşitli sapmalara uğrayarak sakatlanan ya da sadece "Sovyet yurdunun korunması" gibi dar kaygılar içine hapsolan "dünyanın kırları" (özel olarak da "Doğu") sorunu, ilk kez kendi ayakları üzerine konulmuş, bir komünist partisinin hem anti-emperyalist/anti-feodal bir devrime hem de kesintisiz bir süreç izleyerek sosyalizmin kuruluşuna önderlik edebileceği en azından teorik olarak ortaya konulmuştur. Daha sonradan dünyanın çeşitli köşelerinde beliren bütün şabloncu yorumları bir yana, Mao'nun Milli Demokratik Devrim tezi, bu bakımdan ciddi bir önem taşır.
Ama bütün bunlardan da daha önemli olan. Mao'nun, bu devrimi bir halk savaşı biçiminde tasarlamasıdır. Son derece önemlidir; çünkü böylece, bir başka sorun daha ayakları üzerine konulmaktadır. Ekim örneğinde görülen kısa süreli silahlı kent ayaklanması tarzının yarı-sömürge Çin toprağında geçerli olamayacağını farkeden Mao, işgalci güçlerin zayıf noktası olarak belirlediği kırsal alanları temel alan bir tarzı, yukarıda sözünü ettiğimiz devrim anlayışındaki köylülüğün rolü ile birleştirmiş; bu noktadan hareketle, kırlarda oluşturulan gerilla ordularının giderek büyük kentleri kuşatması yolundan giden bir devrimci stratejinin esaslarını ortaya koymuştur.
Bu anlayışın en canalıcı noktası, her devrimin en temel problemi olan "ikili iktidar" sorununa tamamen özgün ve yeni bir çözüm getirmiş olmasıdır. Klasik Ekim modelinde devrimin zirveye tırmandığı günlerde "sovyetler" örgütlenmesinin kendini ikinci bir otorite olarak ortaya koymasıyla oluşan bu durum, Mao'nun tarzında, gerilla savaşının en başından beri, gerilla birliğinin üzerinde hareket ettiği bütün alanlarda nüveler biçiminde belirmekte, daha sonraki aşamalarda da "kurtarılmış bölgeler/kızıl siyasi üsler" biçimini alarak sürece yayılmaktadır. Yani Ekim'de topu topu birkaç ay devam eden ikili iktidar durumu, Çin devriminde mücadelenin bütün süreci bakımından düşünülmekte, savaş sırasında ele geçirilen her bölge, devrimci programın uygulandığı, yeni yaşam tarzının inşa edilmeye başlandığı pilot bölgeler haline gelmektedir. Şüphesiz bu yol, yalnızca Çin özgülündeki iktidar yürüyüşüne pratik bir çözüm bulması bakımından değil, geleceğin toplumsal normlarının hayatın içinde uygulanma imkânlarını yaratması bakımından da çok anlamlı ve önemlidir.
Bugün geriye dönüp bütün sürece baktığımızda, sonradan varmış olduğu marksizm dışı noktalar ne olursa olsun, Mao Tse Tung'un halk savaşı tezinin tarihsel anlamda çığır açıcı bir tez olduğu açıktır. 1960'lardaki ünlü "baş çelişki" tartışmasıyla birlikte düşünüldüğünde, halk savaşı tezini "emperyalizmin zayıf karnı" saptamasıyla birlikte dünya planında geliştiren Mao'nun, ezilen halkların mücadele perspektifine yaptığı katkı, her türlü tartışmanın üstündedir. SBKP'nin "kapitalist olmayan yol" saçmalığının karşısına dikilen "halk savaşı" teorisi, bütün III. Bunalım Dönemi boyunca ön açıcı bir rol oynamıştır.
Teorik olarak Mao'ya yakın durmayanlar da dahil olmak üzere bütün geri bıraktırılmış ülke devrimcileri, pratikte bu yoldan yürümüşlerdir ve savaş sonrasında gerçekleşen devrimlerin hemen hemen tümü. bir biçimde halk savaşı çizgisinin izlerini taşımıştır. Geçerken belirtelim, 2000'li yıllara girdiğimiz şu günlerde de. Mao Tse Tung'un Çin Devrimi için geliştirmiş olduğu "halk savaşı" anlayışının, -asla bir şablon biçiminde kopya edilmeksizin- devrimci mücadele bakımından anlamlı olduğunu, Maocu yaklaşımın daha sonradan "üç dünya teorisi" gibi aşırılıklara varmış olmasının bu önemi gölgelemediğini düşünmekteyiz.
Yani kısaca özetlendiğinde, halk savaşı yaklaşımının milli kriz ve devrimci araçlar sorununa getirdiği yeni imkân, klasik evrim aşaması düşüncesini değiştirmesi ve işgal ilişkileri temelinde ortaya çıkan durumu, "sürekli bir milli kriz" olarak tanımlamasıdır. Böylece durum yeniden yorumlandığında ortaya çıkan şey, klasik modelde belli bir noktadan sonra belirleyici işlev kazanan silahlı mücadelenin (ve onun örgütleniş biçimlerinin) bu kez işin başından beri bütün devrimci mücadelenin temeline oturması, gerillayla başlayıp halk ordularına ulaşan bu
tarzın iktidar mücadelesinin ekseni olmasıdır. Üstelik böylece, silahlı mücadele, düşmanın askeri gücünü ezme ya da yıpratma işlevinin dışında, propagandif bir işlev de yüklenmekte, işin başından itibaren attığı her adımda, gerçekleştirdiği her eylemde, kitlelerin taleplerini devrimci programla birleştirmek gibi bir görevi yerine getirmektedir. Rus örneğinde, gazeteler, bildiriler, sokak gösterileri, vb. gibi çok değişik yollardan yürüyen siyasi gerçekleri açıklama/kitleleri bilinçlendirip devrimci davaya kazanma çabası, bu kez çok güçlü bir başka araca daha sahip olmakta, silahlı mücadele, (diğer biçimleri reddetmeksizin) siyasi propagandanın doğrudan aracı olmaktadır. Rus örneğinde evrim dönemi boyunca yalnızca devrimci çalışmanın önünü açan ve asla öne çıkarılıp bir propaganda fonksiyonu yüklenmeyen silahlı eylemler, halk savaşı anlayışında altı net olarak çizilen politik araçlar haline gelmekte, hatta bu birliklerin örgütleniş tarzında da propagandif birimlere yer verilmektedir.
Bu anlamda, söylem düzeyinde net olarak ifade edilsin ya da edilmesin, düşmanın yıpratılmasıyla siyasi ajitasyonu içice geçiren bir tarz olarak silahlı propaganda, Çin Devrimi'yle birlikte gelişen halk savaşı anlayışının ürünü ve parçasıdır.
Daha sonraki süreçlerde, ağırlıklı olarak da Vietnam'da, konuyla ilgili daha net vurgular vardır. Özellikle Giap'ta, normal gerilla birliklerinden ayrı olarak "silahlı propaganda birliklerr'nden ve "silahlı propaganda eylemlcri"nden söz edilmesi son derece çarpıcıdır. Burada artık, açıkça, düşmanla savaşan halk ordusunun yanında ve onun bir parçası olarak siyasi tahrip amacına yönelmiş, kitleleri eğiten, onlara eylemle birlikte ve eylem içersinde devrimci bilinç taşıyan daha özel bir fonksiyon söz konusudur. Gerçi, klasik halk savaşı anlayışı da bütün birimler ve bütün savaş alanları bakımından sürekli bir siyasi aktiviteyi içerir, onun mantığı budur ama silahlı propaganda, fiziksel tahribatı değil siyasi jesti içeren yapısıyla bütün bunların da ötesinde bir anlam taşır, taşımıştır. (Sözgelimi özellikle 1982-1984 sürecinde, Kürt hareketinin yaşadığı "silahlı birimlerin politik çalışması" dönemi Vietnam geleneğinden ciddi izler taşır. Hatta bu anlamda, Ağustos atılımı da maddi/fiziksel yıpratma amacından çok politik sarsıntı yaratma amacına yöneliktir. Uzun süren bir baskı ve kimliksizleştirme sürecinin ardından, bir perde yırtılmış, bir gücün varlığı, açık bir kuvvet gösterisiyle ortaya konulmuştur.)

M. Çayan'da sorunun ortaya konuluşu
Böyle bir gezinti ve özetten sonra M. Çayan'ın çözümlemelerine geldiğimizde, daha netleşmiş ifadelerle karşılaşırız.
Onun yaklaşımında, Mao'nun halk savaşı anlayışıyla, daha sonradan özellikle Latin Amerika'da geliştirilen yeni tarzların özgün bir bileşimi vardır.
III. Bunalım döneminin ilişkilerinin çözümlenmesinden hareketle Türkiye'nin yeni sömürge bir ülke olduğu, emperyalizmin gizli işgali altında yaşadığı saptamasına ulaşan M. Çayan, buradan yola çıkarak iç dinamiği çarpılmış bu ülkenin emperyalizmin de içinde yer aldığı bir oligarşik diktatörlük tarafından yönetildiğini ortaya koymuştur. Başka bir deyişle, benzeri ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de klasik sömürgeciliğin komprador ilişkileri aşılmış, yerine (teknik bakımdan "ithal ikamesi"' de denilen) bir tür "sanayileştirme" metodu konulmuş, böylece sera etkisi koşullarında yaratılan işbirlikçi tekelci burjuvazi ülkenin hakim gücü haline getirilmiştir. Ancak bu güç, kendi yapısal zayıflığı yüzünden ülkedeki diğer gerici kesimlerle işbirliği yapmaya zorlanmakta, politik hakimiyeti onlarla (ve şüphesiz asıl patron olan emperyalizmle) paylaşmaktadır. Onun teorik zinciri içersinde bu durumun anlamı, açık ya da parlamenter biçimlerde tezahür eden sürekli bir faşizmle karşı karşıya olduğumuz, bütün kıpırdanışların bastırıldığı bir baskı düzeninin siyasi atmosfere hakim olduğudur. İç dinamiği çarpıtılarak bağımlı bir ülke haline getirilmiş olan ülkenin siyasal manzarası, böyle bir rejime mahkûmdur. Ayrıca yeni sömürgeci ilişkiler ve özellikle dışa bağımlı "kalkınma hamlesi", kitlelerin düzen karşısındaki tutumunda da ciddi bir değişiklik yaratmakta, yoğun baskı ve şiddet politikasıyla birleşen bu "gelişme" illizyonu halkın tepkilerini törpüleyerek onları düzen içindeki kanallara yöneltmektedir. Bıçağın kemiğe dayandığı kritik noktayı geriye iten bu durum, M. Çayan'ın kavramsal çerçevesinde "suni-denge" biçiminde tanımlanır.
Burada şüphesiz 40'ların Çin'inden daha farklı bir durum söz konusudur; yeni sömürge düzeni, emperyalist tahakküm bakımından daha derin ve daha gelişkin bir modeli hayata geçirmektedir ve bu koşullarda klasik anlamıyla anti-feodal anti-emperyalist içerikteki Milli Demokratik Devrim anlayışı da devrimci mücadelenin yönelimini ifade etmemektedir. M. Çayan'ın teorik gelişiminin belli bir noktasında vardığı "anti-emperyalist/anti-oligarşik devrim" tanımlaması da bu yetersizliğin altının çizilmesi ve özgün bir yolun ortaya konulması anlamını taşır. Bu yeni form, ülkedeki sınıfsal kombinezonun kavranılması bakımından önemlidir. Böylece klasik Maocu tarzdan uzaklaşılmakta. ülkenin siyasal/ekonomik manzarasına daha denk düşen bir devrimci programa ulaşılmaktadır.
Bütün bu çözümlemelerin bir sonucu olarak ortaya konulan mücadele çizgisi ise son derece önemlidir. Klasik sovyetik modeldeki aşamalar problemi, M. Çayan tarafından yeniden ele alınmış ve yukarıda sözü edilen koşullar altında evrim ve devrim aşamalarının artık birbirinden kesin çizgilerle ayrılamaz hale geldiği sonucuna varılmıştır. Başka bir deyişle, ülkedeki iktisadi/sosyal/politik yapı, bünyesindeki çarpıklıktan ötürü sürekli bir milli krizin sebebi olmakta, bu süreklilik hali, özel bir "devrim aşaması"nın beklenmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Bunun anlamıysa. her iki aşamaya ait mücadele biçimlerinin karmaşık biçimde birbirine eklemlenmesi ve bir arada yürütülmesidir. Politikleşmiş Askeri Savaş kavramıyla tanımlanan bu özgün durum, silahlı mücadeleyi işin başından itibaren bütün diğer mücadele biçimlerinin eksenine koymakta, ilk gerilla birliğinden başlayıp halk ordusuna dek uzanan çabayla politik güç biriktirmenin diğer araçlarını aynı süreçte birleştirmektedir. M. Çayan'm terminolojisinde "siyasi güçle askeri gücün birlikte büyümesi" olarak geçen bu kavrayış, politik/askeri eylemi kitlelerin devrimci kampa çekilmesinin temel aracı olarak algılamakta ve ona örgütleyici bir fonksiyon yüklemektedir.
Şüphesiz "örgütleme" denilen şey temel olarak insan ilişkilerine ait bir durumdur ve mutlaka o zeminde, o zeminin araçlarıyla, yüzlerce yolu bulunabilecek örgütsel/propagandif araçlar kanalıyla yürür; yani silahlı eylemin kendisi, doğrudan bir biçimde somut A kişisinin B örgütsel birimine çekilerek "örgütlenmesi" görevini yüklenmez. İşin bu bölümü, netice olarak dünyanın her yerinde ve her zaman olduğu gibi, somut ve günlük insani faaliyetin bir sonucu olacaktır. Silahlı mücadelenin örgütleyiciliğinden kasıt, silah sesinin kitleleri "örgütlemesi" değil, ama siyasi gerçeklerin açıklanmasının hizmetine koşulmuş olan silahlı mücadelenin yarattığı politik atmosferin, somut insan ilişkilerine çevrilmesi, genel olarak kitlelerin buna uygun hale getirilmesidir. Bu, bir yörünge, bir çekim merkezi oluşturulması ve klasik örgütleme çalışmasının bu somut üzerine oturmasının sağlanmasıdır. Yani siz eğer bu örgütleme kanallarını bulamıyor ve açamıyorsanız, aslında yaptığınız askeri etkinlikler de boşa düşmekte, "silahlı propaganda" kavramının muhtevasındaki özelliklere denk düşmemektedir.
M. Çayan'ın kavramlarından en belirleyici olan ikisi de bu çerçevede anlam kazanır: Öncü savaşı ve silahlı propaganda.
M. Çayan'da klasik halk savaşı sürecinin dışına ya da önüne bir yere değil, onun içine yerleştirilen öncü savaşı aşaması, keyfi bir tercih değildir. Devrimin bir halk savaşı yolundan gelişeceği saptamasına dayanan THKP-C anlayışı, yeni sömürge koşullarının özgünlüğünden ötürü "kitlelerin devrim saflarına çekilmesi" sürecini içeren bir ön aşama ihtiyacına yanıt vermektedir. Burada söz konusu olan, birkaç kişinin ortalığı kızıştıran eylemleri değil, politik, ekonomik/demokratik ve ideolojik cephelerde yürütülen bütünsel bir mücadeledir ve bütün bu mücadelenin temeline, silahlı propaganda konulmaktadır. Klasik halk savaşı teorisinde de zaten var olan olgunun, yani silahlı mücadelenin yalnızca fiziksel yok etme amacını değil politik propagandayı da içermesi olgusunun altı bu aşamada kalın biçimde çizilmektedir. Silahlı propaganda kavramını daha genel bir kavram olan "silahlı mücadele"den ayıran ve daha doğru bir kullanım olarak öne çıkaran da işte budur. THKP-C tarzında silahlı propaganda, iki işlevin bir arada yüklenildiği bir durumu yansıtır. Bir yandan, düşmanın fiziksel tahribini değil siyasi yıpratmayı öne çıkaran tarzıyla bir "siyasi gerçekleri açıklama kampanyası" aracı biçiminde fonksiyon yüklenen silahlı propaganda faaliyeti, diğer yandan da ilk gerilla çekirdeğinden itibaren geleceğin halk ordusunun temelini atmakta, adım adım o gücü oluşturmaktadır. Bünyesinde bu iki amacı birleştiren silahlı propaganda, şüphesiz bu bakımdan, savaşın çok ileri aşamalarındaki az çok rutinleşmiş çatışmaları da ifade eden genel "silahlı mücadele" kavramından ayrılmakta, daha özgün bir durumu tanımlamaktadır. Bu özgünlüğün en önemli yanı, silahlı propagandanın düşmanın askeri gücünü mevzi olarak geriletme ve onu maddi olarak yıpratma amacını değil, siyasal jesti öne çıkarmasıdır. Siyasal jest, birebir tahripten ötede, düzenin teşhiri ve alternatif adresin kitlelere deklare edilmesi anlamını taşır ve bu bakımdan temel bir öneme sahiptir. THKP-C tarzıyla, "genel olarak silahlı mücadele" vurgusu yapan ve bunu "düzenin herhangi bir kurumuna herhangi bir biçimde saldırmak" olarak uygulayan anlayışlar arasındaki temel fark bu noktada düğümlenir.
Çünkü M. Çayan'ın çerçevesinde silahlı propaganda, çok önemli bir başka kavramın, "olgunlaşmamış milli kriz" kavramının zeminine oturur. Yeni sömürge düzeninin sürekli bir milli kriz halinde yaşadığını ifade eden M. Çayan, bu devrimci durumun "olgunlaşmış" olduğu kanısında değildir ve devrimci iradeye biçtiği rol, silahlı propagandayı temel alan bütünsel bir mücadeleyle söz konusu krizin derinleştirilmesi, olgunlaştınlmasıdır. Zaten kavramın en kritik noktası da budur. "Olgunlaşmamış milli kriz" durumu, henüz (Ekim örneğindeki gibi) topyekûn bir ayaklanmaya yol açacak kadar keskin olmayan ama silahlı mücadelenin başlatılmasına da imkân sağlayan bir şeydir. Burada, klasik kavramsal çerçevenin tanımlayamadığı bir durum için yardımcı/açıklayıcı yeni bir kavram üretilmektedir ve şüphesiz bu, keyfi bir iş değildir. M. Çayan, Türkiye özgülünde yaşanmakta olan çarpık toplumsal koşulların böyle bir somut durumu yarattığını saptamakta ve bu durumun "milli kriz" kavramının klasik konuluşuyla ifade edilemeyeceğini düşünmektedir. Yani, "ezeni de ezileni de etkileyen bir çöküntü hali" düzenin yapısında mevcut olmakla birlikte, kitlelerin yığınlar halinde ayaklanıp sokağa çıktıkları bir noktaya ulaşmamakta, "yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri" o bilinen durum, kendini bu olgunlukla ortaya koymamaktadır. Yani, 1905'te ya da 1917 Şubatı'nda yaşanan (ve aslında sanıldığının tersine RSDİP'nin iradesinden bağımsız olarak başlayan) o büyük altüst oluşlardan söz etmiyoruz. Ama sözünü ettiğimiz durum, yalnızca "sabırlı bir hazırlık"la karakterize olan evrimci bir dönem de değildir; burada sözü edilen şey, silahlı bir başlangıç için asgari koşulları oluşturan karmaşık bir toplumsal atmosferdir ve M. Çayan, o atmosfer üzerinden hareket edilerek krizin gitgide derinleştirilmesini, kitlelerin örgütlenmesiyle bu "derinleştirme" eyleminin aynı sürece denk düşmesini öngörmektedir. Daha doğrusu, bu iki olguyu birbirini etkileyip geliştiren unsurlar olarak ele almaktadır. Yani burada, devrimci irade, çok açık bir biçimde özne halinde sunulmakta, bu iradenin sürece müdahalesinin yalnızca kitlelerin örgütlenmesi bakımından değil, onların örgütlenmesini kolaylaştıracak ortamın yaratılması bakımından da bir öznelik unsuru içerdiği ifade edilmektedir.
Bütün bu mantık kurgusunda sonraları üzerine çok gevezelik edildiği gibi Narodnizm filan yoktur. Kimse birkaç büyük patlama ve suikastin bozkırı tutuşturacağını söylememekte, tam tersine son derece sabırlı ve uzun vadeli bir çalışma önerilmektedir.
Ayrıca bu kurgu, sözkonusu milli kriz atmosferini ''biz ne yaparsak onu haklı ve doğru" kılan bir ortam olarak da tanımlamamaktadır. Böyle bir "otomatik meşruiyet" durumu, M. Çayan düşüncesinde mevcut değildir. Netice olarak her şey devrimci iradenin ortaya koyduğu politik hattın içeriğine, gösterdiği performansın yüksekliğine ve hatta o iradenin etik duruşuna dek uzanan bir dizi faktöre bağlıdır. İlerki bölümlerde açacağımız gibi, bu yaklaşım, düzenin herhangi bir kurumunun herhangi bir biçimde hedef alınmasıyla aynı şey değildir.
Sonuçta görüldüğü gibi bu anlayış, hiçbir mücadele aracının reddi anlamına gelmemekte, yalnızca onlar arasındaki ilişkileri sürece uygun biçimde düzenlemektedir. Yani M. Çayan, "kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinimleri etrafında onları örgütleyip eyleme sokma..." biçiminde tanımladığı anlayışı eleştirirken, sayılan bu biçimlerin hiçbirini reddetmemekte, ama bütün bunların silahlı propaganda perspektifine bağlanmamış uygulamalarının kaçınılmaz biçimde sağa savrulmaya yol açacağını belirtmektedir. Onun bütün derdi, iktidar mücadelesinin bir omurgaya sahip olmasıdır ve bu omurga da politikleşmiş askeri mücadeledir, silahlı propagandadır. Kendi deyimleriyle ifade edersek, "klasik politik kitle mücadelesi ile silahlı propaganda birbirini izler ve birbirinin içinde, birbirine bağımlıdırlar, her biri diğerini karşılıklı etkiler. Silahlı propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya göre biçimlenir."

Bütünsel ve merkezi...
M. Çayan'a ait metinlerde sorunun konuluşu aşağı yukarı böyle özetlenebilir.
Ancak, her özet gibi bu yaptığımız da yetersizdir ve şu temel soru her şeye rağmen boşlukta kalır: Bütün bunların özü nedir? Yani, M. Çayan'ın çözümlemelerini ve stratejik öngörülerini sırayla ortaya koyduğumuzda, "THKP-C tarzı" dediğimiz özel durum bütünüyle ve tamamen ortaya konulmuş olur mu? Ya da başka bir yoldan gitsek, kendimizi aradan çekerek okuyucuyu tamamen M. Çayan'ın metinleriyle başbaşa bıraksak, bugünkü tıkanmanın çözümlenmesi için yeterli çabayı göstermiş olur muyuz?
Kanımızca, hayır. Burada bir başka çabaya gereksinme vardır ve o çabanın ilk adımı da bütün bu yukarıda sıralanan tezlerin özünün neye denk düştüğü sorusuyla ilgilidir.
Bu soruyu yanıtlamaya giriştiğimizde ise önümüze çıkan ilk gerçek, M. Çayan'ın bütün teorik zincirinin iç içe halkalardan oluştuğu ve parçalanamaz bir bütün halinde onaya konulduğudur. Emperyalizmin içinde bulunduğu duruma ilişkin saptamalarından başlayarak mücadele biçimleri sorununa dek uzanan çözümlemeler, kendi içinde bir tutarlılık oluşturmaktadır. Bu tutarlılık ve bütünlüğün odak noktası ise, onun öngördüğü siyaset yapma biçimiyle ilgilidir.
Çok açıkça ve altını kalınca çizerek söylemek gerekiyor: M. Çayan'ın bütün siyasi hayatının ve teorik/pratik duruşunun özü, bütünlüklü ve merkezi müdahale fikridir. Yani, onun fikri dünyasında, belli bir çıta yüksekliği vardır ve söylediği/yaptığı hiçbir şey, o çıtanın altında değildir. Daha önceki yazılarında da, Kesintisiz Devrim'de de yerele, parçaya ilişkin bir tek cümle mevcut değildir! Parti düzeyindeki pratiğinde de, bir an olsun "iğneyle kuyu kazma" anlayışına ya da olayların arkasından sürüklenen nesnelci politika anlayışına yer vermemiştir! THKP-C pratiği bir bütün olarak düzenle cepheden karşılaşma, ona merkezi bir seviyeden müdahale etme anlayışıyla karakterize olmuştur. Onun pratiğinde, silahlı propaganda, tek tek askeri eylemlerin aritmetik olarak birbirine eklenmesi değil, belirli bir hedefe yönelmiş politik bir bütünlüktür.
Bu saptama, silahlı mücadele kavramının 1971'den günümüze kadar gelen macerası göz önüne alındığında, hayali bir öneme sahiptir. Çünkü bu saptama, son otuz yıl içinde olup bitenlerle THKP-C'nin bir yıla sığdırdığı şeyler arasındaki farkın da izahıdır.
Bugün geriye dönüp bakılırsa, hatırlanacaktır: 70'li yıllar boyunca kendisine THKP-C'yi referans alan, aldığını iddia eden hareketlerin hemen hemen tümü, üstü kapalı bir ahlaki çekinceyle doğrudan THKP-C adını kullanmamayı tercih etmişler ve onu daha çok bir öntakı olarak benimsemişlerdir. Bu, doğaldır ve şüphesiz doğrudur; çok basit bir nedenden ötürü: Bu yapılar, (iyi niyetli bir değerlendirme yaparsak eğer!) kendilerini THKP-C'nin politik düzeyinde görmemişler ve zaman zaman bazı metinlerde ifade ettikleri gibi bu ismin yüklenilmesi için o düzeyde bir politik organizasyon olunması gereğini düşünmüşlerdir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz "izah"ın ilk adımı da işte bu gerçekliğin anlaşılmasından geçer. Olaya salt fiziksel olarak baktığımızda, ellerindeki malzeme, bu malzemeleri kullanacak insan sayısı ve yaptıkları askeri eylemlerin sayısal listesi bakımından THKP-C'yi onlarca kez geride bırakan bu yapılar, yine de kendilerini onun düzeyinde görmemişler, hatta kendilerini parti olarak tanımlamak için bile, 71 düzeyini referans olarak göstermişlerdir.
Herhalde, açıkça söylenebilir: Bu saptama doğrudur. Bu saptamanın doğru olması, THKP-C kökeninden gelmiş olan bütün yapıları birbirine eşitlemez; tam tersine bu yapılar arasında çok ciddi farklar vardır. Bir yanda düpedüz likidasyona yönelmiş olan Devrimci Yol dururken diğer yanda dönem boyunca marksist çizginin savunucusu olmuş hareketimiz vardır. Ama her şeye rağmen, bu saptama, politik olarak doğrudur. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin bu böyledir. 72'den bugüne dek gelen süreçte, 1971'in politik düzeyi yakalanamamıştır. Yakalanamayan şey nedir?
Yeterince açık olmalı: Yakalanamayan şey, M. Çayan'ın kafasındaki çıtanın yüksekliği ve bakışının bütünselliğidir.
"M. Çayan, 1970'lerin başında ortaya çıkıp Türkiye solunun koordinatlarını köklü bir biçimde değiştiren bu genç adam, gerçekte ne yapmak istiyordu?" Bütün mesele, bu basit sorunun arkasında gizlidir ve Kesintisizler'in ezberci bir okuması bu sorunun yanıtlanmasına yardımcı olmaz.
M. Ç.'nın "ne yapmak istediği" aslında yeterince açık gibi görünüyor; geride bıraktığı derli toplu siyasi belgede de yeterince açık ifadeler var ve herhangi bir özel "tefsir" çabasına gerek bulunmuyor. Ama bütün bunlara rağmen her şeyi daha da açık hale getirmek ve somut bir tanım yapmak istersek onun bütün tasarım ve eyleminin ruhunun "iktidar perspektifi" kavramında özetlendiğini söylemek zorundayız.
Yani THKP-C, örgütlerden bir örgüt olarak kurulmamıştır. O, mevcutlar arasına "eklenen" yeni bir unsur değildir, bundan çok daha fazla bir şeydir. Daha sonradan kurulan ve isimlerini her gün yeni vurgularla pekiştirirken alfabede kullanılmadık harf bırakmayan bütün diğer yapıların topundan daha fazla bir şeydir. Şimdilerde pek sık söylendiği gibi "direnişçiliğinden" ya da "gözükaralığından" vs. değil, onun siyaset yapma biçiminden dolayı böyledir bu. Seçtiği yol. "sarptır, dolambaçlıdır" belki ama bir pehlivan tefrikası değildir; sefil bir mütevazi sakınmayla (ya da aynı anlama gelmek üzere siyasi korkaklıkla) "işlerin bir ucundan tutup" yavaş yavaş merdiven basamaklarını tırmanmayı değil, diyalektik bir "sıçrama" yolunu seçmiştir o. "Maceracı" suçlamasına layık görülmesinin bir nedeni de budur ve Che'nin tanımladığı türden bir "maceracılık" doğrusu onun için çok da yanlış bir terim sayılmaz.
Büyük Siyaset! THKP-C'nin yaptığı şey budur! Politik iktidarla doğrudan, cepheden hesaplaşma ve bütün spot ışıklarını (dolayısıyla, ama gerçekten "dolayısıyla" şiddeti de!) üstüne çekerek, sistemle yığınlar arasındaki ilişkiye asıl kurulduğu yerden, merkezi düzeyden müdahale fikri, onun bütün düşüncesinin özünü oluşturur. Burjuvazinin televizyon kanallarından üzerimize püskürttüğü "gündem" maddeleri üzerine "basın açıklamaları”(!) yapmak ya da yıldönümlerinde birkaç bankamatiğin camlarını kırmak değildir onun yaptığı; düşüncesi de bu değildir. Ne "sosyalist devrim/demokratik devrim" tartışmaları, ne "kır/şehir" üzerine söylenenler bu doğrultunun merkezi bir noktasında durmaz. Nihayetinde bütün teorik kurgular sorgulanabilir, ayrıntılar üzerinden yüzlerce tartışma yapılabilir ama THKP-C'nin devrimci mücadeleye bakışındaki bütünsellik yine de bunun dışında kalır. Hatta mesele aslında silahlı araçlar meselesi de değildir. THKP-C'nin ortaya çıkarken yetersiz bulduğu şey, o güne kadarki solun kullandığı araçlar değildir; ya da en azından yalnızca araçlar değildir, ona göre yetersiz olan, sistemle doğrudan yüzleşen, ona gerçekten alternatif olan bir devrimci tarz ve buna uygun biçimlerdir. Başka bir deyişle o, "karınca gibi" yürümeyi değil, devrim için savaşmayı kafaya koymuştur ve asıl bu bakımdan mevcudun ve tarihin reddidir. Yoksa, yalnızca araçlar üzerinden yapılacak bir ayrım, günümüzde pek sık rastlanan bir siyasi tarzın üstünü örtebilir; Silahlı reformizm!
THKP-C'yi bütün sonraki örgütlerden ayıran nasıl bu "merkezi müdahillik" fikri ise, M. Çayan’ı daha sonradan kurulan/dağılan/kurulan çeşitli örgütlerin önderlerinden (ki bunların çoğu küçümsenemeyecek niteliklere sahiptir) ayıran da onun "esrarıengiz karizması" filan değil, oynadığı büyük oyun ve bu oyuna denk düşen kapasitesidir.
Bu. eski dilde "basiret" denilen şeydir. M.Çayan, ortaya bir büyük "Siyaset Belgesi" koymuş ve aynı anda son derece büyük bir iradeyle politik iktidarı cepheden karşısına alan, eylemlerini -alt seviyeden kolluk görevlilerini ve hatta genel olarak tümünü atlayarak, siyaseten boşa düşürerek- doğrudan ona ve arkasındaki/içindeki emperyalizme yönelten bir pratiği tasarımlayıp uygulamıştır. Çok fazla sayıda olmayan ve pek büyük askeri yeteneklerle gerçekleştirilmediğini bildiğimiz bu eylemlerin, sonraki on yılda yapılan yüzlerce eylemi katlayan bir etki düzeyine ulaşması öyle basitçe 68'in bakir ortamıyla da açıklanamaz. Dönemin şartlarının uygunluğu gibi şeylerden sözedilebilir elbette ama asıl önemli olan yine de bakış açısı farkıdır, "fark"ı yaratan da budur. Lokal düzeylerde seyreden ve sebebi hikmetini yalnızca çarpışan güçlerin (kolluk kuvvetleri ve militanlar) bildiği kapalı devre çatışmalar zinciri değil, büyük güçlere açıkça kafa tutmanın politik cüreti söz konusudur burada. Şüphesiz bu cüretin dili de, onun karekterine uygun bir ültimatom dilidir, yalnızca büyük oynayanların kullandığı bir dildir.
Bu deneyimin Kızıldere'de kesilmesinden sonra oluşan manzara yazımızın asıl konusunu oluşturmuyor. Devrimci potansiyelin önemli bölümünü geriye doğru çeken DY'nin büyük likidasyonu da, buna karşı en azından doğru halkayı yakalamış olanların yaşadıkları süreçler de ayrıca tartışılabilir, tartışılmalı. Ama kesin olan gerçek, sözünü ettiğimiz çıta yüksekliğinin bugüne kadarki süreçte yakalanamamış olmasıdır. Bütün tartışmaların ötesinde, son derece net olan şey, bütün o gelişkin kapasiteye, askeri uzmanlaşmaya ve kitlesel yaygınlığa rağmen, ülkenin sokaklarında hemen hemen her gün birkaç devrimci eylemin yapıldığı dönemlere bir tek Elrom eyleminin sığmamış olmasıdır!

Yardımcı bir kavram: Tolerasyon
Sanırız anlaşılıyordur; ama yine de bir vurgu yapmakta fayda var. Elrom örneğinin verilmesi, sorunu yalnızca askeri düzeyde ele alan ve "büyük iş" sevdasıyla hareket eden bir anlayıştan kaynaklanmıyor. Hatta, daha önce de söyleğimiz gibi, araçlar konusu da kendi başına bir anlam ifade etmemektedir. Mesele sansasyonel bir mesele değildir; mesele başka bir yerde, devrimci mücadeleye bakışın "büyüklüğü"nde gizlidir. Ve orada, yardımcı bir kavram olarak "tolerasyon" terimini kullanmakta fayda var.
Bu metin çerçevesinde "tahammül edelebilir tehlike" ya da "öngörülebilir risk" anlamında kullanacağımız "tolerasyon" kavramı, kısaca şöyle açılabilir: Hiç şüphe yok ki, her devlet, her egemen güç, ütopik anlamda tamamen muhalefetsiz bir "gül bahçesi" arzular. Ama bu tabii ki pek "gerçekçi" değildir ve "sıfır direniş" şartlarının yaratılmasının pratikte imkânsız olduğunu çocuklar bile bilir. Bu anlamda -bizimki kadar ilkel olanları da dahil- bütün devlet yönetimleri, bütün siyasal iktidarlar her zaman kendilerine yönelecek "tahammül edilebilir" bir direniş miktarını hesaba katmayı politik akılcılığın gereği sayarlar. Emperyalist Düşük Yoğunluklu Çatışma (DYÇ) konseptinin de bir tamamlayıcısı olan kavram, esasında sistemin başlıca odaklarının kendi iç çalışma düzeninde de içerilmiş olarak yer alır. İşadamının terminolojisinde "Öngörülebilir yatırım riski" olarak adlandırılan kavram, ordunun söyleminde "harekâtın tahammül edilebilir kayıpları" biçimini alırken, emperyalist senaryo merkezlerinde daha üst düzeyde değerlendirmelerin konusu olur.
Belki çok ayrıntılı ve resmi düzeyde açıklanarak değil ama bu hesap her zaman yapılır. Ve tolerasyonun sınırı sistem için çok nettir: Yapılan tasarımların ciddi boyutta aksaması, karşıt gücün düzeni ciddi biçimde acze düşürecek, onun yapması ya da yapmaması gerekenleri etkileyebilecek bir noktaya ulaşması.
Sistemin kendisi için olmazsa olmaz bir biçimde ortaya koyduğu şart, durumun makro düzeyde, yani merkezi bakımdan kontrol altında tutulmasıdır. Yani sistem, gribe, nezleye, romatizmaya katlanabilir ama kalp damarlarının tıkanmasına ya da sinir sisteminin felç olmasına asla! Birbirini gerektiren karşıtlar olarak "polis ve teröristlerin" boğuşmasını hazmedebilir örneğin, ama dengesini bozacak, onu acze düşürecek politik eylemleri asla! Hatta ülkenin uzak bir köşesinde gerilla bile yapılıyor olabilir; bütün mesele, onun, orada, o lokal çerçeve içinde hapsedilmiş olarak kendi kendine dönüp durması, çarkın genel işleyişi bakımından bir tehlike oluşturmamasıdır.
Buradan, işte tam da buradan, silahlı propaganda 'kavramının içeriği ortaya çıkar. 71'deki genç adamın kafasındaki çıtanın durduğu yer de tam bu noktadır! Burada sorun ne eylemin büyüklüğü, ne de askeri şiddetidir. Burada söz konusu olan, tolerasyon düzeyini aşan, sistemin temel tasarımlarını etkili şekilde bozan bir politik eylem çizgisidir. Böyle bir eylem çizgisini daha somut bir anlatımla ifade etmek istersek "doğrudan devleti hedefleme" ve "ona zarar verme" kavramları yetersiz kalır ve başka bir kavrama ulaşırız: "Onu, yani ülkenin politik hakimlerini, oligarşiyi, bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya zorlamak!" "Makro kontrol" iddiasındaki oligarşinin onarılabilir küçük yaralarla zedelenmesi değil, temel dayanaklarının sarsılmasıdır. Bu, muazzam ordu-polis gücünün sadece fiziksel olarak acze düşürülmesi değil, politik olarak da boşa (futbol deyimiyle ofsayta!) düşürülmesidir. Sözünü ettiğimiz şey, fiziksel tahribatın ötesinde, politik darbedir ve böyle bir darbe devrimci gücün oynadığı oyunun ufuk genişliğiyle ilgilidir.
Bu, yalnızca güç gösterisi de değildir, tek bir eylemden de söz etmiyoruz; bu, aynı zamanda ülkenin gündemini elindeki güzel oyuncaklarla belirleyen oligarşinin manipülasyon gücünün kendi gündemini dayatan bir devrimci irade tarafından sarsılması, toplumsal yapının bu yeni gündem tarafından yeniden biçimlendirilmesidir. Ve şüphesiz bu. söz konusu iradenin kendi duruşunu, politik programını, etik ilkelerini deklare ettiği, onları kilometrelerce öteden görülebilir biçimde öne çıkardığı bir durumdur. Böylece devrimci güç, ülkenin hesapdışı tutulamayacak bir politik faktörü olur, o ana kadar kendisinin dışında tartışılan, pişirilip kotarılan her türden politikanın birinci elden tarafı haline gelir.

İki cunta iki tutum
12 Man ve 12 Eylül süreçlerinin bir arada ele alınıp değerlendirilmesi bütün söylediklerimizin (ve özellikle tolerasyon kavramının) anlaşılması bakımından son derece yararlıdır ve adeta bir karşılaştırmalı bir deney gibidir.
12 Mart cuntasına karşı geliştirilen çizgi yukarıda sözünü ettiğimiz müdahale tarzının tipik bir ifadesidir. Bilindiği gibi kendisini "reformcu" ilan eden ve duruma tam olarak hakim olduğuna herkesi inandırmak isteyen 12 Mart kadrosu, daha ilk birkaç ay içerisinde dengesini, yitirmiş, kendi iç çelişkileriyle de sarsıldıktan sonra başlattığı saldırı dalgası ise artık belirgin bir "tam kontrol" düzeyi yakalamasına yetmemiştir. Baskı dalgası tabii ki nihayetinde amacına erişmiş, ve devrimci hareketin gövdesi ezilmiştir, ama bu artık siyasal bir zafer değildir. Devrimci hareket, yani THKP-C, cuntanın tasarımlarını ve önkabullerini bozduktan sonra yenilmiştir ve bu da daha birkaç yıl sonra kanıtları görüleceği üzere salt fiziksel bir yenilgi olmuştur. Çünkü orada, (çok bilmiş takımı sonradan ne demiş olursa olsun) doğru bir halka yakalanmış, doğru bir silahlı mücadele anlayışı ortaya konulmuş ve kendisini böyle biçimlendiren THKP-C, bütün tolerasyon sınırlarını zorlayıp dağıtmıştır. 12 Mart cuntası, bu anlamda politik olarak başarısız olmuş, kepaze edilmiş bir girişimdir.
12 Eylül'de ise durumun böyle gelişmediğini biliyoruz. Devrimci gücü bu kez daha derinlemesine ve daha kalıcı biçimde ezmeyi, onu marjinalize etmek için kurumsal yapılar oluşturmayı tasarlayan ve bu tasarımları monetarist programla birleştirerek toplumsal bir deformasyon yaratmayı da hedefleyen 12 Eylül, devrimci güçlerden yukarıdaki anlamda bir siyasal karşılık görmemiştir. Bu dönem boyunca şüphesiz kimse boş durmamıştır; "doğrudan" cuntayı hedefleme bakımından da belirgin bir eğilim mevcuttur. Ama buna rağmen, fiziki şiddetin düzeyi bir yana, yukarıda açmaya çalıştığımız anlamda duruma müdahale eden, onun kolluk güçlerini ve tali araçlarını değil müessese olarak kendisini muhatap alan bir çizgi yaratılamamıştır. Tolore edilemeyecek, hazmedilemeyecek, açmaz yaratan bir çizgi ortaya konulamamış, cuntanın takviminin işleyişi zaafa uğratılamamıştır. Bütün fedakârlıklara rağmen, bütün kahramanca girişimlere rağmen (ki burada hareketimizin çok özel bir yer tuttuğu ve doğru projelere en çok yaklaşan yapı olduğu teslim edilmelidir) 12 Mart/THKP-C ilişkisinde görülen siyasal denge yakalanamamış, bu anlamda cunta siyasal bir yenilgiye uğratılamamıştır; bugüne dek yaşadığımız bir yığın sıkıntının kaynağının da bu olduğunu artık biliyoruz.
Başka bir yoldan gidilebilir miydi? Şüphesiz bu mümkündü. Dönemin bütün zorluklarına karşın, devrimci güçler fiziki ve zihni kapasitelerini (bir dizi başka faaliyeti ihmal etme pahasına) tamamen böyle bir noktaya konsantre edebilirler ve nicelik bakımdan daha az sayıda olmakla birlikte politik düzeyi yüksek bir eylem çizgisiyle süreci zorlayabilirlerdi. Bu, "hedefe kilitlenmek" tabiriyle ifade edilebilecek bir yaklaşım olurdu ve böylece cunta mimarlarının hesaplamalarının dışında, onların "katlanılabilir" saydıkları çizginin üstünde bir nokta yakalanabilirdi. Bu yoldan gidildiğinde, tabii ki baskı olağanüstü bir düzeye ulaşırdı; tamamen ezilmek de 'mümkün, hatta güçlü bir ihtimal olurdu; ama bu halde bile devrimci güçler politik üstünlük nedeniyle 71 'in 74'e taşıdığına benzer bir potansiyeli kendi ardıllarına bırakırlardı. Üstelik ezilme de mutlaka kaçınılmaz olmazdı; çünkü bu yoldan gidildiğinde, cuntanın "tam kontrol" iddiası ve tasarımları zedelendiğinde, kitleler içinde de güç sahibi olunabilir, bu güç bitmez/tükenmez bir insan kaynağına dönüşebilirdi.
Bütün bunlar, tartışılabilir, tartışılmalı da... Ama bizim burada yapmak istediğimiz bir 12 Eylül değerlendirmesi değil; biz, bir kıyaslama yaparak kendi özgül konumuza, silahlı müdahalenin anlamına gelmek istiyoruz. İki cunta ve iki karşılık verme biçiminin değerlendirilmesi bu bakımdan anlam taşıyor ve herhalde sonuç da yeterince net olmalıdır: 12 Mart/THKP-C ilişkisi, silahlı propagandanın çözücü/dağıtıcı etkisi bakımından tipik bir örnektir. 12 Eylül süreci ise, aynı bakımdan düşünüldüğünde, nelerin yapılmaması gerektiğine bir örnek teşkil etmekte, aynı zamanda "ulaşılamayan THKP-C düzeyi" dediğimiz şeyin anlamı üzerinde yeniden düşünmemizi sağlamaktadır.
(SÜRECEK)

DİPNOTLAR
(1) 2000'lerin başında Türkiye solunun en ilginç özelliklerinden biri, politik bir çekim merkezinin mevcut olmamasından ötürü, zeki ve cesur insanların geçmişe oranla çok daha fazla dağınık halde konumlanmasıdır. Bugün, klasik deyimle söylersek "aynılar aynı yerde" değildir; devrim için savaşmayı yürekten isteyen çok sayıda insan, siyasi hayatını çok değişik yapıların çevresinde sürdürmektedir.
(2) Örneğin, Öcalan'ın İtalya günlerinde "italya'nın terörden ne çektiğini" anlatmak isteyen bir haber programında İtalyan neo-faşistlerinin Gladyo ile birlikte ko tardıkları en kanlı eylem olan Bologna İstasyonu Katliamının (ki solun hakim olduğu Bologna kentinde 69 kişi ölmüştü) Kızıl Tugayların eylemi olarak sunulması kesinlikle bilgisizlik değildi. Bu, olguların birbirine kasıtlı olarak karıştırılmasına dayanan bir medya tekniğiydi. Aynı biçimde, bütün Hizbullah operasyonu boyunca sürekli olarak İsrail'e puan yazdıran bir habercilik tekniğinin kullanılması da boşuna değildi.
(3) Benzer bir tutum Küba ve Che imgelerine yönelik olarak da vardır. Herkesin kendi borusunu güzel güzel öttürdüğü 70'ler boyunca Fidel ve Che'yi dergilerinin her sayısında yerin dibine batıranlar, ortayolculuktan Rus Emperyalizminin uşaklığına ya da ultra goşistliğe dek ne bulurlarsa bu hedefe iliştirenler, şimdilerde tedbiri elden bırakmış görünüyorlar. Keşke bunun doğru bir kavrayıştan kaynaklandığından emin olsaydık! Ama gerçeğin böyle olmadığını biliyoruz; yalnızca süngüler düşmüştür, yani bu durum politik değil, psikolojik bir açıklamaya sahiptir. Yaşanılan gerileme sürecinde herkes her bulduğu devrimci değere yaslanma ihtiyacını duymakta; bunu kendini rehabilite etmenin bir yolu saymaktadır. Yoksa kimsenin Che'nin mücadele anlayışını çok merak ettiği filan yoktur!
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92